üç ülkede üç grev üzerinden işçi hareketine dair bazı notlar

 

2007 yılı son çeyreği içinde ortaya çıkan işçi grev ve direnişleri, yıl boyunca değişik ülkelerde ve çeşitli iş kollarında örgütlenmiş eylem ve direnişlerden, onları aşarak, dolayısıyla da sermaye ve hükümetleri üzerinde daha etkili baskı oluşturarak ayrıldılar. Ekim sonu ve Kasım ayı boyunca devam eden Telekom greviyle Fransa’da ulaşım ve enerji ve Almanya’daki ulaşım emekçilerinin grevleri, grevcilerin kararlı direnişi ve birliği, harekete geçirdikleri emekçi kitlesi, gördükleri destek ve ilgi gibi birçok yönüyle salt bu ülkelerin değil, çok sayıdaki diğer ülkelerin işçi ve emekçilerinin de ilgi alanındaydılar.

*Telekom grevi, 40 günlük süreyi geride bırakmasıyla diğerlerinden ayrılırken, grevle “5 liranı paylaş” dayanışması, grev yeri ziyaretlerinin sürekliliği, halkın öteki kesimlerinin (birçok yerde semt emekçileri) gıda-yiyecek desteği, emekçilerin saldırılara karşı öfkelerini göstermeleri vb., patron, sermaye ve hükümet çevrelerinin grevi karalama kampanyasının püskürtülmesi bakımından, olanaklara da işaret eden önemli bir direniş oldu. 26 bin işçinin, baskılara karşın, büyük bir disiplin ve karalılıkla sürdürdüğü grev, gördüğü desteğin genişlemeye başlaması, hemen her sektörden işçiler ile birçok sendika şubesinin grevle maddi ve manevi dayanışmaya girmeleriyle güç kazandı. Grevin ve greve desteğin kararlılıkla sürdürüldüğü dönemin, militarist şoven sermaye güçlerinin Kürt düşmanı kışkırtıcı propagandayı histeri düzeyinde yükselttikleri ve Irak Kürdistanı’na askeri saldırı hazırlıkları üzerinden bir tür seferberlik ilan ettikleri dönem olması, işçi sınıfı ve emekçilerin bu eylemiyle ona verilen desteği daha da önemli kılmaktaydı.[1] Başka türlü söylenirse, bu grev, şovenist histeri dalgasının yükseltildiği bir dönemde örgütlenebildi ve “ihanet” suçlamalarıyla güçlendirilen burjuva propagandaya rağmen başarıyla sürdürülebildi.

*Almanya ve Fransa’daki grevler de, bu ülkelerin sermaye çevreleri ve hükümetlerinin emekçi düşmanı saldırıları aralıksız sürdürdükleri ve ‘neoliberal politikalar’la işçi-emekçi hareketini, nesnel ve politik açıdan en ileri düzeyde olduğu ülkeler dahil, hemen her yerde en geri noktaya savurmayı başardığı bir dönemde ortaya çıktılar.

Fransa’da, demiryolları işçileri, yaklaşık bir ay önce gerçekleştirdikleri bir günlük genel uyarı eyleminin ardından, 13 Kasım’dan itibaren yeni bir grev gerçekleştirdiler. Toplamı bakımından 500 bin civarında emekçinin çalıştığı Devlet Demiryolları İşletmesi (SNCF), Paris ve çevresi kent içi toplu ulaşım kurumu (RATP), Ulusal Elektrik İşletmesi (EDF) ve Ulusal Gaz İşletmesi (GDF) çalışanları; 60 seneden beri kullandıkları haklarının, Sarkozy’in dayattığı “reform” ile ellerinden alınmak istenmesine karşı harekete geçtiler.

Sarkozy ve hükümeti, ısrarlı bir karalama kampanyası ile iyice köşeye sıkıştırdığı demiryolu emekçileriyle enerji sektörü kamu çalışanlarını ezerek “başka kapıları aralamak”; böylece, Fransa’da işçi hareketi içerisinde on yıllar boyunca önde yürümüş ve haklarını koruyabildikleri gibi 1995 greviyle o dönemin saldırı politikalarını geriye atmada da önemli bir rol üstlenmiş olan işçi ve emekçilerin bu kesimine geri adım attırarak, saldırıların genişletilmesi için yoları daha fazla açmak istiyordu.

 Demiryolu ve kamu ulaşımı emekçileriyle enerji işkolu işçilerinin, Nicolas Sarkozy’nin emeklilik yaşını yükseltme politikasına karşı bir haftayı aşan grevleriyle, memurların, “ücretlerinin yükseltilmesi ve kamu sektöründeki kadro açığının kapatılması” talepleriyle 20 Kasım’da gerçekleştirdikleri bir günlük genel grev ve onlara destek veren öğrencilerin eylemi, bu saldırılara sessiz kalınamayacağının açıktan ilanı oldu. Grev ve direnişin harekete geçirici etkisi daha geniş alana yayıldı, birçok kentte greve destek komiteleri kuruldu, demiryolları işletmesi (SNCF) yönetiminin açıklamasına göre, ulaşım emekçilerinin %60’ının, eğitimcilerin yüzde 65’inin katıldığı grev, öğrencilerin, boykot ve işgallerle verdikleri destek ve memurların bir günlük genel greviyle birleşerek, ulaşım, sağlık, eğitim başta olmak üzere, yaşamın birçok alanında etkili oldu. Fransız kamu emekçilerinin genel eylem gününe; eğitim, sağlık, iletişim, banka, posta, vergi daireleri ve enerji sektöründen 5 milyon kişinin katıldığı belirtildi. Demiryolu ve Metro grevi hava ulaşımını da aksattı ve grev, sermaye gazeteleri tarafından “Fransa’nın Kara Salı’sı” olarak nitelendirildi. Fransız kamu emekçilerinin 20 Kasım grev, genel grev, eylem ve direnişine milyonlarca emekçinin (yaklaşık 5 milyon) katılması, sendikaların çağrısıyla 150 kent merkezinde 700 bin emekçi ve gencin alanlara çıkarak tepkilerini dile getirmesi ve bazı özel sektör çalışanlarının da “dayanışma grevi” yapmaları,  “Fransız usulü mücadele”nin yeni bir göstergesi oldu.[2]

“Kaliteli ve parasız eğitim” talebiyle ve üniversitelere kayıtlarını elemeli hale getiren, harçları artıran, personelin daha kötü koşullarda çalışmasına ve tekellerin üniversitelerde söz sahibi olmasına olanak sağlayan LRU yasasının geri çekilmesi için mücadele eden Fransız üniversite ve lise gençliğinin önemli bir kesimi de (40 bin genç), demiryolu ve Metro emekçilerinin direnişine ve memur grevine destek verdi. 40 üniversitede, girişleri bloke eden ve grevleri, boykot, işgal ve yürüyüşlerle destekleyen öğrenciler, yürüyüş kolları halinde meydanlara çıkarak, işçilerin saflarına katıldılar. Liseli gençler de, liseliler sendikasının çağrısıyla grev ve gösterilere katılmışlardı.[3]

*Almanya’da, makinistlerin, ücret artışı taleplerini reddeden Alman demiryolları idaresine karşı aralıklı olarak sürdürdükleri grev, başlangıçta görüşmeye yanaşmayan tekel yöneticilerini, %13 zam önerisi yapmaya zorladı. Makinistlerin grevi, Demiryolu tekelinin ve işbirlikçi sendikacılığın tüm engellerini aşarak gerçekleşmesiyle ve ulaşım sektörüyle birlikte, bağlı ya da ‘bağlanan’ öteki sektörleri de etkileyerek, “çapı”nın üzerinde etkili olmayı başaran bir grev oldu. (Demiryolu taşımacılığındaki grev, kara ve deniz yolları taşımacılığını, parça ve diğer ürün naklini aksatarak, öteki sektörleri de bir biçimde etkiledi.)

Alman ve Fransız emekçilerinin grevleri bu ülkelerde ekonominin öteki dallarını etkilemekle kalmadı, komşu ülke Belçika’da da üretim sektörünü etkiledi ve Audi otomobil fabrikasında üretimi, parça naklinde yaşanan sorunla, neredeyse durma noktasına getirdi.

Fransız, Alman ve Türk burjuva çevreleriyle tekel patronları, “büyük zararlara uğramak”tan yakınarak, işe ihtiyacı olanların çalışmasını ve geçim araçlarını temin etmelerini engelleme, ülke ekonomisine zarar verme ve rekabette başka ülke şirketlerinin öne geçmesine neden olma iddialarıyla grev kırıcılığına soyundular. Mücadeleyle hak elde edilmesinin bir işçi geleneği olarak şekillenmesini istemeyen kapitalistlerle hükümetleri, işçilerin taleplerini kabullenme yerine, kendilerine daha pahalıya mal olan yöntemleri dayatmaktan kaçınmadılar. Telekom patronu, işçilerin 174 milyon YTL’lik zam isteğini kabul etme yerine, grev sonucu -aylık kayıp olarak- 500 milyon YTL zararı göze aldı. Aynı durum, uzunca bir süredir aralıklı direnişlerle devam eden Alman makinistleri için de söz konusuydu. Yapılan açıklamalara göre, makinist direnişi yüz milyonlarca euro’ya mal olmuştu ve Fransız Ulusal Demiryolları (SNCF) başkanı Anne Marie Idrac’in açıklamasına göre, Fransız demiryolu tekeli, grevlerden dolayı 100 milyon Euro zarar etmişti.

 

ZORLUKLARA VE ENGELLERE RAĞMEN…

Burada üzerinde durduğumuz grev ve direnişlerin önemli özelliği, ulusal ve uluslararası alanda işçi-emekçi hareketinin yükseliş halinde olmayıp, son yıllarda giderek belirginleşen biçimde durgunluk ve geriye düşüşü sürdürdüğü bir dönemde ortayı çıkmış olmalarıydı. Bu durum, işçi hareketinin “bir çıkış” için olanaklarına işaret etmesinin yanı sıra, sektörel mücadelelerin karşı karşıya bulundukları zorlukları da göstermekteydi. Ülkelerin ve işçi sınıfının mücadele geleneği, hareketin çeşitli kolları arasındaki ilişkiler ve birlikte mücadelenin önemine dair kavrayış farklılıkları, direnişin örgütlendiği işkolu ya da işkollarının ekonominin tümü üzerindeki etkisi vb. bakımlardan, ülkelerin gelişmişlik düzeyiyle de bağlı olan farklara rağmen, grevci-direnişçi işçi ve emekçiler, her üç ülkede de, önemli zorluklar, engeller ve olumsuzluklarla karşı karşıya bulunuyorlardı. İşçi hareketinin dönemsel özelliklerine bakıldığında, görülen şuydu: İşçi hareketi, denebilir ki, son on yılların en geri düzeyinde -uluslararası alanda da- seyrediyordu. Lokal bazı direnişler olmakla birlikte, sermaye ve hükümetlerin ekonomik-sosyal ve politik saldırı programlarının önüne geçecek, onları geri püskürtecek düzeyde bir mücadele henüz yoktu. Aksine, başlıca Avrupa ülkeleri gibi, işçi hareketinin mücadele merkezleri olan ülkeler dahil, hareket, denebilir ki tarihinin en geri düzeyine atılmıştı. Bu bir yana, işçi-emekçi hareketi Türkiye’de 1989-90-91; 95-96 ve 2001 dönemlerindeki düzeyinin de gerisine düşmüştü ve ne Fransa’da ne Almanya’da ’95 yılı işçi eylemleri dalgası gibi bir yükseliş yoktu. Üretim sektörünün ana dallarını oluşturan metal-maden-petrokimya alanlarıyla, bunlara göre daha ‘dağınık’ tekstil-inşaat alanları açısından daha pasif ve ‘yarı uykuda’ bir durum yaşanmaktaydı. İşsizlik son 20-30 yıllık süreçte daha büyük yığınları sarmıştı ve bu durum, sınıfın çalışır durumdaki kesimleri üzerindeki ek baskıyı artırmış ve ağırlaştırmıştı. Taşeronlaştırma, esnekleştirme ve özelleştirme uygulamalarıyla işçilerin birleşik direnişini zaafa uğratacak koşullar ağırlaştırılmış; bilim ve teknikteki gelişmelerle takviye edilen makinenin ekonominin daha geniş alanlarında kullanılmasıyla üretici emek gücünün bir bölümü üretim dışına atılmış ve ağır sanayi işçilerinin hareket içindeki etkin ve birleştirici rolüne belirli bazı darbeler vurulmuştu. Bütün bunlara ek olarak, burjuva, burjuva liberal sağ v e ‘sol’, sözde sosyalist vb. aydın, parti, grup ve çevreleri bu durumu dayanak edinerek, sınıf inkarcısı teorileriyle işçi sınıfı saflarında kargaşa, moral bozukluğu ve dağınıklık yaratmak için daha organize biçimde harekete geçmişlerdi ve bunlar, örneğin, işçi sınıfının ekonomik-sosyal ve politik taleplerini kararlıca savunmasıyla insanlığı sömürüden kurtaracak toplumsal devrime öncülük etmesi arasındaki bağı tümüyle koparmakta ve proletaryanın devrimci niteliğini yitirdiğini vazetmekteydiler.

İşçi hareketinin son on yıllardaki en önemli özelliklerinden biri, yeni kazanımlar elde edecek etkili mücadele yürütememesi ve aynı nedenle de, eldeki kazanımların adım adım yitirmesiydi. İleri işçi kitlesiyle devrimci işçi partilerinin sınıf ve emekçiler içinde tuttukları mevziler ve hareketle bağları daha geri bir noktadaydı. Sendika üst bürokrasisi, sermaye ve hükümetleriyle uzlaşma çizgisinde daha ileri mevziler tutmuştu.

Her üç ülkede de, gerçekleştirilen grev ve direnişler, esas olarak ‘aşağıdan gelen’ baskıyla ve ‘aşağı’nın talepleri için mücadelesi olarak gündeme geldiler. Telekom grevi, işçilerin ve Haber-İş’in üyesi oldukları TÜRK-İŞ başta olmak üzere, sendika konfederasyonlarının fiili-gerçek desteği olmaksızın gerçekleştirildi. Konfederasyon yönetimi, anlaşma olmazsa “genel eyleme geçeceği” açıklamasına karşın, pratikte uzlaşıcı ve -aslında- eylemi sona erdirici bir hat üzerinde duruyordu. Sendikacılık denince, akıllarına, işçi sınıfının sermaye yararına hareketsiz tutulması, harekete geçtiğinde de, eylemini güçten düşürecek araç ve yöntemlerle önlerinde barikat örmekten ve işçi aidatlarıyla lüks yaşam sürdürmekten başka bir şey gelmeyen bazı diğer konfederasyon yöneticileri için ise, ortada sanki bir grev ve direniş yoktu!

Fransız demiryollarındaki ve ulaşım sektöründeki grev ve direnişler karşısında, ilgili sendikaların tutumu da, esas olarak mücadelesizlik çizgisindeydi. Ulaşım emekçileri, CFDT sendikasının eylemleri bitirme çağrısına ve CGT’in “sorunu masada çözme” yaklaşımına rağmen, Sarkozy’in görüşme taleplerini kabul etmesine kadar direnişi sürdürdüler. Demiryolu işçilerinin üye oldukları ve “mücadeleci” olarak tanınan CGT’nin üst sendikası CFDT’nin yöneticileri, daha ilk günün akşamında “grevin durdurulması” çağrısı yaptılar. CGT’in genel sekreteri ise, grev başlamadan birkaç saat önce, hükümete “görüşme” talebinde bulundu ve hükümetin işçi hareketini ve eylemlerini güçten düşürmek üzere dayattığı “ayrı ayrı görüşme prensibi”ni kabul ettiğini açıkladı. CGT yöneticileri, “biz, greve ne devam edilsin, ne de edilmesin demiyoruz. Kararı demiryolu çalışanları versin” diyerek, “söz ve karar hakkını işçilere bırakmak” adına, sorumluluktan kaçıyor ve mücadele içerisindeki üyelerini yalnız bırakıyorlardı.

Daha geri ve gerici bir tutum, Alman sendika bürokratları için söz konusuydu. Alman demiryollarında örgütlü sendikalar GDBA ve Transnet, GDL’de örgütlü emekçilerin eylemine karşı, demiryolu tekelinin yanında açıkça saf tutarak, eylemin bitirilmesini istediler ve talepleri için mücadele eden makinistler ile sendikalarını, “küçük grup çıkarlarını savunmak” adına daha geniş kesimlerin çıkarlarını “tehlikeye atmak”la suçladılar. Sendika patronlarına göre, “bir sendikanın toplumdaki perestijinin grev yaptığı için yükselmesi” ve “sınıf mücadelesi yürütmenin daha iyi sonuç doğurması”, suçlanacak bir durumdu!

 

ZORLUKLARI AŞMA OLANAKLARI VE SINIFIN GÜÇLENEN KONUMU

Fransa, Türkiye ve Almanya’daki grev ve direnişler, işçi ve emekçi hareketinin sorunlarının daha net olarak görülmesi, ileri kesimlerin sorumlulukları, hareket ve mücadelenin olanakları ve karış karşıya bulunulan zorlukları bir kez daha göz önüne getirdi. Bu grevler, her bir ülkedeki sonuçlarından bağımsız olarak, işçi sınıfının uluslararası sermayeye ve Fransa, Almanya gibi kapitalist emperyalizmin en öndeki önemli ülkelerinden bazılarının hükümetleriyle işletme patronlarına karşı bir proleter ve emekçi barikatının örülmesi bakımından, mücadele edilmesi gereken zayıflıkları ve bu zaaf ve zayıflıkların giderilmesi için ileri kesimlere düşen sorumlulukları da -bir kez daha olmak üzere- ortaya koydu. Grev ve direnişlerin, sendika konfederasyonlarıyla tek tek sendikaların -işkolu sendikalarının bazıları da dahil- mücadele yerine uzlaşma ve işbirliği çizgisine rağmen başlatılıp sürdürülmesi, emekçilerin talepleri için mücadele kararlılıkları bakımından da önemli bir göstergeydi. Emekçi direnişinin lokal, sınırlı ve sektörel kalışının hakların elde edilmesinde engel oluşturduğu; başarı için yaygın ve daha kararlı mücadele hattında yürünmesi gerektiği, bu grev ve direnişler vesilesiyle yeniden görüldü. Fransa’daki grevin ötekilerine göre daha yaygın ve kitlesel desteğe sahip olması ve Telekom grevine verilen manevi-moral destek, grevlerin Fransız ve Türk gericiliği üzerindeki etkisi ne olursa olsun, daha etkili mücadele için birleşik işçi ve halk hareketine acil gereksinimi de göstermiş oldu. Bu da, işçi sınıfının ve özellikle de ileri kesimlerinin, her şeyden önce, burjuvazi ve hükümetlerinin, toplumun diğer kesimlerini, kendilerine karşı kışkırtarak eylemini etkisizleştirme ve önleme çabalarını da kırmak üzere, ve halkın öteki kesimlerini yanına almak için, ‘durum’u tüm açıklığıyla ortaya koyacak bir çalışma içinde olmasını, burjuva politikasına karşı kendi politikasını yapmasını, politik bir parti olarak daha güçlü biçimde örgütlenmesini gerekli kılmaktadır.

Son grevlerin bir diğer özelliği, Marx’ın daha 1860’larda işaret ettiği; kapitalist üretim tarzının, kapitalist ekonomik sistemin kapsamlı ve derinlemesine tahliliyle vardığı sonuçlar açısından da, -aralarında işçi sınıfının tarihsel devrimci rolü de olmak üzere- çok çarpıcı, açık ve görülebilir veriler sunmalarıydı. Bu grevler, henüz esas olarak üretimin belli bir sektöründe örgütlenmiş olmakla kalmalarına rağmen, işçi sınıfının kapitalist üretimin can damarlarını elinde tutan sınıf olduğunu; üretimin temel herhangi sektöründe kararlı ve etkin bir direnişinin, tüm öteki alanlarda da kapitalistlerin ve temsilcilerinin “çanına ot tıkama”sı için olanak, güç ve araçlarının artıp-genişlediğini; kapitalist ekonominin hemen tüm sektörlerini birbirine bağlayan ve iç içe geçmelerini sağlayan gelişmelerin ulaştığı bugünkü düzeyin, bu sektörlerden birinde başlayan bir direnişin diğer sektörleri etkileme olasılığını arttığını bir kez daha gösterdi. Grev nedeniyle Fransa’da 15 sanayi merkezinde hammadde eksikliğinin ortaya çıkması, Alman makinist grevinin Belçika’daki Audi işletmesinde ürün naklini aksatması, ulaşım ve iletişim işkollarıyla otomotiv-metal-kimya vb. işkolları arasındaki ilişkiyi ve yine bu sektörlerden birinde ya da birkaçında örgütlenecek bir genel işçi-emekçi grev ve direnişinin kapitalist ekonomiyi nasıl da “alabora edeceği”ni yeniden göz önüne getirdi.

Kapitalizmin, insanlığın ulaştığı “en son ve en gelişmiş toplumsal sistem” olmakla kalmayıp “değiştirilemez” ve “yıkılamaz” da olduğu yönündeki burjuva propagandası da, “işçi sınıfının toplumsal konumu ve rolünün değiştiği” ve “toplumsal devrimler döneminin miadını tamamladığı” söylemi de, işçi hareketinin son 30-40 yıllık süreçte yüz yüze geldiği sorunların henüz aşılamamış olmasını ve hareketin dağınıklığını dayanak alıyordu. “Endüstriyel dönemin sona erip bilim ve bilgi çağının başladığı” ve işçi sınıfının “üretici güç olmaktan çıktığı” yönündeki burjuva propagandasından beslenen ve proletaryanın kapitalist üretim sürecinde oynadığı devrimci rolünün, “üretimin merkezinde yer almaktan çıkması” ve “bileşiminin değişmesi” sonucu “temelden değiştiğini” vaaz eden sözde sosyalist görüş(ler) ise, bu burjuva, burjuva liberal propagandaya, “en sosyalist” mevziden güç veriyorlardı. Bunlara göre, kapitalizmin “kendini sürdürme dinamikleri”nin ‘proletaryanın saflarında yarattığı kriz ve dağınıklık’, onu “devrimci sınıf konumundan uzaklaştırmış”; “sanayi proletaryasının üretim içindeki rolünü önemsizleştirmiş”; ve bu da , “eski anlayışları, eski örgüt ve mücadele tarzlarını geçersizleştirmiş”ti!

Bu görüşleri Marx’ın dönemine kadar geriye götürerek, “işçi sınıfının tarihsel devrimci rolü” üzerine Marx’ın tahlillerini sözüm ona yanlışlayanlar da hayli kalabalıktılar. Tekelci sermaye cephesinden ve kapitalizmi aklama çabası içinde, işçi sınıfı ve eylemine doğrudan saldıranların, proletarya ve emekçileri teslim almak üzere sürdürdükleri “sınıfların ve ideolojilerin tarihe karıştığı” iddiası, burjuvazinin doğrudan-açık saldırısı olmakla kalmamış, hedeflediği yönde, liberal sağ ve ‘sol’ oportünist-Troçkist çevrelerle aydın kesimlerinin saflarında da önemli sayıda müttefik bulmuş ya da yaratmıştı.

Bu ikincilerinin, kendilerine has olmayan özelliği, ‘sureti haktan görünerek’, işçi sınıfı ve devrimci eyleminin “başarılı olması için çözüm arama” gerekçesiyle onun ve ileri kesimlerinin saflarında umutsuzluk ve dağınıklık yaratmaya çalışmalarıydı. İşçi sınıfının ileri kesimlerinin kolaylıkla görüp anlamakla kalmayacağı, politik taktik, örgütlenme ve mücadele çizgisini belirlemede kaçınılmazlıkla dikkate alacağı toplumsal gelişme ve değişmeleri, proletaryanın, üretim sürecindeki konumu ve üretim araçlarının mülkiyetinden arınmış olmasıyla belirlenen devrimci rolünün inkarı için, “kanıtlayıcı” dayanak olarak kullanıyorlardı. Gerekçeleri, “durumun artık eskisinden farklı olduğu”; “büyük bir işçi hareketinin ve grevlerinin olmadığı; sanayi işçileri kitlesinin küçüldüğü, fabrika işçisinin hareket içindeki konumunun zayıfladığı ve hizmetler işkolunun en yaygın ve güçlü sektör haline geldiği vb.” idi. Bu “durum” ya da gelişmelerden çıkardıkları sonuç ise, işçi sınıfının, 19. yüzyılın ve 20. yüzyılın ilk yarısının ve hatta 1970’li yıllara gelen dönemin işçi sınıfı olmaktan çıktığı ve toplumsal rolünün de “önemsiz” denilebilecek düzeye gerilediğiydi.(!)[4]

İşçi sınıfının kendisi için sınıf olarak toplumsal devrime önderlik etmesinin, üretim sürecindeki konumunun değişmesi nedeniyle olanaksızlaştığı yönündeki burjuva liberal, sözde sosyalist teori(ler), önemli oranda hareketin geriye düşüşünden ve dağınıklığından, burjuvazi karşısında yaptırımcı bir güç gösterememesinden güç almaktaydı(lar) ve bu teori(ler) şurada burada hız kaybetmekle birlikte hayli kalabalıklaşmış “yenileşmeci” aydınlarla politik-örgütsel çevreler tarafından savunulmaya devam ediyor.

Bu burjuva ve sözde sosyalist teoriler kapitalist gelişmenin ortaya çıkardığı değişiklikleri dayanak edinmelerine rağmen, bu değişikliklerin ‘ruhu’na aykırı bir içeriğe sahiptirler. Böyledir, çünkü; kapitalizmin, toplumu asıl olarak burjuvazi proletarya halinde iki temel sınıf olarak bölmesinde herhangi kesinti söz konusu olmadığı gibi, proletaryanın devrimci özne olmasını belirleyen, üretim araçlarının kapitalist mülkiyeti ile üretimin toplumsal karakteri arasındaki temel çelişmeyi ortadan kaldıracak ya da zaafa uğratarak belirsizleştirecek bir gelişme de söz konusu değildir. İşçi sınıfı, üretimin merkezinde yer almaya, temel üretici güç olmaya devam etmektedir ve dahası, üretim araçlarının mülkiyetinden yoksun ve arındırılmış duruma getirilenlerin saflarına atılmasıyla safları giderek büyümektedir. Bir kısım ileri kapitalist ülkenin kendi proletaryası ve emekçilerini sömürmeye ek olarak sömürge ve bağımlı ulusların kaynaklarını yağmalayarak elde ettikleri kaynaktan “verdikleri”yle semiren işçi aristokrasisinin -yeni bir olgu olmamakla birlikte- büyümesi ve hizmet işkolunun eskisiyle kıyaslanamaz büyüklükte genişlemesi, işçi sınıfının bileşimi üzerine inkarcı tezleri kanıtlayacak yenilikler değildirler. Daha da önemlisi, olgular bu zırva teorileri boşa çıkaracak şekilde, sınıfın toplumsal konumu ve onun tarafından belirlenen devrimci rolünün daha da güç kazandığını göstermektedir.

İşçi sınıfı, yeni kesimleri kapsayarak genişlemiş ve büyümüş, eski dönemlerin köylü toplumları kentli olma yönünde büyük ve ciddi değişim göstermişler, bunların bağrında kapitalizmin gelişmesi sonucu eskinin yüz milyonlarca kır emekçisi ya da küçük mülk sahibi, kentli “alt sınıflar”a katılmışlar, bunların önemli bir kesimi proleterleşmiştir. Dünya nüfusunun yarıdan fazlası ücretli emekçi durumuna gelmiş; Çin, Hindistan, Türkiye, Brezilya, Meksika, Kore gibi ülkeler önemli proletarya ülkeleri arasına katılmışlardır.

Kapitalist merkezileşme ve sermaye yoğunlaşması, bilim ve teknikteki gelişmeler ve teknolojik yenilenmeler sonucu bir kesim işgücü üretim dışına atılmasına rağmen, esnekleştirme-taşeronlaştırma-özelleştirme uygulamalarıyla işçilerin fabrika ve sanayi komplekslerindeki bir arada oluşları bir ölçüde parçalanmasına karşın, üretken emeğin alanı genişlemiş; yeni iş alanları/işkolları ortaya çıkmış; işgüçlerini satarak artı değer üreten işçi sayısı artmış, proletaryanın saflarına, kır ve kent küçük burjuvazisi ve hatta orta burjuva kesimlerden katılanların kitlesi daha da büyümüştür. Bu gelişmeler, emek-sermaye ilişkilerinde, işçi sınıfının konumunu nesnel olarak güçlendirmiş, toplumsal değiştirici ve dönüştürücü rolünü büyüterek daha etkili hale getirmiştir.

İşçi sınıfının devrimci özne olması durumunun sona erdiği yönünde geliştirilen sağ ve sol burjuva, burjuva liberal görüşler, işçi hareketinin ağır saldırılar altında geriye püskürtülmesi ve sendikal-politik örgütlenmesinin parçalanmasından hareketle ve öznel alana ilişkin veriler üzerinden nesnel durum ve gerçeklerin -hem de esastan- değiştiğini veya değişebileceğini vazetmektedirler. Olgular ise, işçi sınıfının, burjuvazi ve emperyalizm tarafından geriye atılmasının tüm sancılarını en yoğun yaşadığı dönem(ler)de dahi, tarihsel devrimci rolünü oynamayı sürdürdüğünü gösteriyor. Son bir-bir buçuk aylık süreçte ve farklı ülkelerde ortaya çıkan grevler, sınıfın rolü ve eylemi bakımından bir aykırılık oluşturmamakla birlikte ve grevlerin sosyal-politik ve iktisadi sonuçlarından bağımsız olarak, bu teorilere, bizzat işçi sınıfı tarafından verilmiş pratik bir yanıt da oluşturmaktadırlar.

Burjuva, burjuva liberal teorisyenlerin toplumsal yaşam ve ilişkileri insan iradesiyle yönlendirilebilir ve fizik-kimya, mekanik yasalarınca kurgulanabilir türden dogmatik sınırlamalara tabi tutan anlayışları, en geri durumunda olmasına rağmen, işçi hareketinin kendi talepleriyle sermaye karşısına çıkarak durumunu düzeltme ve haklarını koruyup geliştirme tutumuyla (toplumun ezilen diğer kesimlerinin de desteğinde) yol almaya çalışmasında görüldüğü üzere, bizzat sınıf mücadelesi pratiği tarafından boşa çıkarılıyor. İşçi sınıfının çeşitli ülkelerdeki hak mücadelelerinin gösterdiği, burjuvazi ve emperyalizmin, işçi sınıfının saflarında bölünmeler yaratarak hareketini etkisizleştirici politikalarına rağmen, kapitalizmin eski-yeni sektörlerine çekilen yeni yüz milyonlarca işçiyle safları genişleyen proletaryanın devrimci sınıf rolünde öze ilişkin bir değişiklik yaratmayı başaramadığı; buna rağmen, elindeki olanakları, bu iki ana toplumsal sınıf arasındaki mücadelenin gelişme seyri, düzeyi ve hızı üzerinde kapitalistler yararına etkide bulunan bazı sonuçları, bu görüşün egemen olması için daha etkili tarzda kullanmayı başardığıdır.

Gerçek o ki, işçi hareketinin dağınıklığı, geriliği ve diğer tüm zaaflarına rağmen, kapitalist emperyalizmin, uluslararası alanda dünya topraklarını devrime hazır hale getirmesi bakımından bugün koşullar daha da olgundur. Artık kapitalist zincirin halkası olmayan bir ülke hemen hemen yok gibidir. Kapitalist gelişme, tüm ülkelerin kırını önemli oranda -kuşkusuz değişen ve değişik süreçlerde- çözmüş, dünya proletaryasının saflarına yeni yüz milyonlarca işçinin ‘sürülmesi’ni sağlamıştır. Üretim ve sermaye yoğunluğu artmış, merkezileşme, az sayıda büyük tekelin geniş alanlara hakim olmakla kalmayıp, birden fazla ülkede üretim yapacak hale gelmesiyle daha da gelişmiş, farklı sektörler birbirleriyle daha fazla iç içe geçmiş, böylece devrimin maddi toplumsal koşullarının olgunlaşması ilerlemiş, devrimin toplumsal temelleri güçlenmiştir. İşçi sınıfı, gerek eski köylü toplumlarının kapitalist gelişmenin girdabına kapılarak çözülmesiyle, gerekse yeni iş kollarının ortaya çıkmasıyla nicel olarak çoğalmış, ancak bununla kalmamış, bilimsel teknik ilerlemelerin ve toplumsal gelişmenin sağladığı olanaklar sonucu, burjuvazi tarafından geliştirilen tüm engellemelere rağmen daha ileri, daha bilgili, daha aydın işçi kuşaklarının ortaya çıkması nedeniyle, sermayeye karşı mücadelesinin bir devrimle sonuçlanması için nesnel ve öznel olanakları artmış/genişlemiştir. Bugün daha eğitimli, mücadele araçları çoğalmış ve çeşitlenmiş bir proletaryadan söz etmek mümkündür.

Bütün bunlar,

a) Bir işkolundaki işçi-emekçi mücadelesinin etki sahasını genişletmiş, harekete geçirici rolünü artırmıştır;

b) Bir ülkedeki mücadelenin uluslararası etki gücünü artırmış ve genişletmiş; kendi sınıfının çıkarları için mücadele olanaklarını genişletmiştir. “Cahil sürü” olarak aşağılanan proletaryanın eğitimli kesimlerinin büyümesi, üretim ile eğitim arasındaki ilişkinin kapitalist kâr ve çıkar gereği daha da genişlemesi, burjuva amaç ve iradeye rağmen, sınıfın kendi çıkarlarının bilinciyle mücadeleye atılması ve kendiyle sömürücü sınıf burjuvazi ve devleti arasındaki ilişkinin kavranması açısından olanak genişletici bir rol oynamıştır.

c) Emek gücünü satarak yaşamını sürdürenlerin saflarına itilen öğretmen, sağlıkçı, mühendis vb., toplumun öteki kesimlerinden gelenlerin sayısal oranı büyümüş -sınıfın saflarına küçük burjuva ideolojik etkiyi taşıma riskine rağmen-, safları genişleyen ücretli emekçilerle işçi sınıfının toplumsal rolü ve konumu güç kazanmış, işçilerle birlikte sermayeye karşı direnecek emekçilerin safları daha da genişlemiş ve büyümüştür.

Son grevlerin, hareketin henüz geri bir düzeyinde dahi yeniden kanıtlayarak gösterdikleri bunlardır. Kuşkusuz, işçi sınıfı ve emekçilerin sermayeye karşı mücadelesi, bugünün koşullarında, bu koşulların ve ilişkilerin etkisi altında gelişecek, onlar tarafından etkilenen yeni biçimler ve tarzlar üzerinden ilerleyecektir. Ve Marksizm, bir eylem kılavuzu olarak, bu yeni durum ve koşulların somut irdelenmesiyle proletaryanın uluslararası devrimci deneyiminin sonuçlarını birleştirerek, onun yolunu aydınlatmaya devam edecektir.

Sınıf hareketinin öznel alana ilişkin zayıflıklarından ve işçi ve sendikal hareketin zayıflığı-dağınıklığından hareketle, onun, kendi sınıfsal varlığının “inkar”ını da kapsayarak, kendisini sadece sömürü nesnesi sayan kapitalizmi tasfiye ederek yeni bir toplumsal sistem (sosyalizm) kurma konumundan ve rolünden uzaklaştığına ve bu olanağı yitirdiğine “delil” gösterenler, burjuvazinin dayattığı ihanet odağında konumlanmaktadırlar. İşçi sınıfı ve emekçi hareketinin zayıflıklarının ve dağınıklık ve geriye düşüşünün giderilmesi mümkün olduğu gibi, bunun için imkanlar genişlemiş, fazlalaşmış ve daha da olgunlaşmıştır. İşçi sınıfının toplumsal devrimci rolünü ve kapitalist toplum içindeki sınıfsal konumunu inkar anlamında “realize etmek” ve devrimci özneden söz edildiğinde, buna karşı olmak üzere, “ezilmiş ve dışlanmışlar”ın cephesini öne çıkarmak, sermayenin cephesine, liberal soldan verilmiş bir destek olmaktadır. İşçi hareketinin bugünkü sorun ve zayıflıklarını, bizzat sınıfın kendisine karşı burjuva anlayışı çerçevesinde kullanmaya soyunanlar, proletaryanın devrimci rolü sorununu, “hangi sınıftan olursa olsun özgürlükçü insanların bir araya gelmeleri”ne indirgeyenler, “bütün insanlar”ı, “sosyalizmin öznesi”[5] sayanlar, sosyalizmi, “insanlar arasındaki her çeşit eşitsizliğe karşı çıkış” türünden burjuva ufkuyla sınırlı bir “proje”ye indirgeyenler,  farkında olsunlar/olmasınlar, burjuvaziye hizmet etmektedirler.

İleri proletarya ve emekçiler, bugünün zorluklarını aşacak çözüm ve araçları yine hareketin kendi ‘cephaneliği’nden; tarihsel önemdeki deneyimlerinden çıkaracak, sınıfın ve emekçi müttefiklerinin birleşik mücadelesinden başka bir yol ve gücün önünü açma olanağına sahip olmadığını görerek devrimci uyanışını sürdürecek ve kapitalizmin çanına ot tıkayacak eylemini geliştirecektir. Olguların ve şurada burada ortaya çıkan lokal ya da daha birleşik mücadelelerin gösterdiği ve yeniden kanıtladığı budur. Ve bu durum, sınıfın ileri kesimleriyle devrimci sınıf partilerinin sorumluluklarını artırmaktadır.


[1] Telekom grevinin kararlılıkla sürdürüldüğü bir dönemde, Çukurova’da 50 bin tarım işçisinin, toprak sahiplerinin, üzerinde anlaşma sağlanan ücretleri ödememeleri üzerine giriştikleri protestoyla PETKİM işçilerinin özelleştirmeye karşı mücadeleyi sürdürme yönündeki açıklamaları, yine tüm olumsuz etkenlere rağmen Akyıl işçileriyle Novamed işçilerinin süren direnişleri, emekçi hareketine hakim olan durgunluk durumunun kırılmakta olduğuna işaret eden gelişmeler olarak alınabilir.

[2] Paris’te 70 bin, Marsilya’da 60 bin, Toulouse’ta 30 bin, Lyon’da 15 bin, Grenoble’de 15 bin, Rouen’de 18 bin, Rennes ve Bordeaux’ta 25’de bin, Nantes’te 20 bin, Strasbourg’da 10 bin, Caen’de 20 bin, Havre’de 15 bin kişi sokaklara çıktı.

[3] Bu yazı kaleme alınırken, ajanslar, Macaristan’da demiryolları başta olmak üzere, toplu ulaşım ile sağlık ve eğitim alanlarında işçi ve emekçilerin greve gittiklerini, çiftçilerin de ülke genelinde çok sayıda karayolunu ulaşıma kapatarak grevci işçilere destek verdiklerini; Japonya’daki Amerikan üslerinde çalışan 16 bin Japon emekçisinin, üslerde çalışan her bir emekçinin ücretinden aylık yüzde on kesinti yapma ve çalışanların İngilizce seviyelerine göre verdiği artı ücreti kaldırma yönündeki hükümet planını proteste amacıyla greve başladıklarını ve Rusya demiryolu çalışanları sendikası (RPLBG) Başkanı Evgueni Koulikov’un, demiryolu emekçilerinin ücret artışı ve çalışma koşullarında iyileştirme talebiyle 28 Kasım’dan başlayarak greve gideceklerini açıkladığını bildiriyorlardı.

 

 

[4] Bu anlayışlar, işçi sınıfı ve onun ileri kesimleri içinde ciddi tahribatlara neden oldular; sınıf hareketinde mücadeleden geri çekici ve mücadele azmini zaafa uğratıcı bir rol oynadılar. Sınıfın devrimci partisi ve yayın organlarımız, işçi sınıfının toplumsal konumuyla bağlı tarihsel devrimci rolüyle hareketinin geçici zayıflıkları, dağınıklığı ya da nispeten daha örgütlü-derli toplu oluşu arasındaki ilişkiyi tersten kuran ve işçi sınıfının toplumsal kurtuluşun öznesi olmaktan çıktığını vaaz eden sağ ve sol oportünist ve liberal görüşlerle her zaman mücadele etti. Esas olan ile tali olanı; belirleyici olan ile bağlı olanı hem yer değiştirerek hem de laf kalabalığı içinde belirsizleştirerek, burjuvazi ve sermayenin politikalarına bağlanan “eski-yeni sol” çevrelerden aydın ve politikacıların bu saptırmalarını, işçi sınıfının gündemine bağlı olarak ortaya koymaya çalıştı. Bu bakımdan, konuya ilişkin olarak burada söylenenler, Özgürlük Dünyası’nın çeşitli makalelerinde daha önce bazı yönleriyle belirtilenlerden büsbütün farklılık göstermemekle birlikte, önümüzdeki dönem tartışmaları için, bir konu başlığı olması yönünden de önem taşımaktadır.

 

[5] İşçi sınıfının davasının, insanın sömürü ve baskıdan kurtulması davası olarak bir insanlık davası sayılması, insanlığın sınıfsız ve sömürüsüz ‘altın çağı’na ulaşmasını öngören bir dava olması, sosyalizmin tüm insanlar tarafından gerçekleştirilebilir bir “proje” olarak gösterilmesi görüşünü haklı çıkarmaz. Bu yöndeki “orta yolcu” ya da “yenileşmeci” görüşler, bilinç bulandırıcı burjuva (ve liberal) görüşlerdir.

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑