işçi hareketi ve “neoliberal islamcı” kıskaç

Yusuf Akdağ

Yakın dönemdekilerle birlikte aktüelliğini sürdüren işçi direnişleri, grev ve protestolarını gündeme getiren ekonomik-sosyal ve politik ge- lişme ve etkenler ile bunların karşılıklı etkileşimi, işçilerin az çok büyük çaplı eylemlerinin, isterse ücret vb. gibi ekonomik taleplerle sınırlı olsun- lar, tüm toplumsal sınıf ilişkilerini ve toplumsal gelişmelerin seyrini etkileme gücüne sahip oldu- ğunu yeniden gösterdi. Bu direnişler, otomotiv sektörü başta olmak üzere, metal patronlarının, işbaşındaki hükümet ile onun yönlendirmesin- deki polis teşkilatının, metal sektöründe faaliyet

yürüten ve işçilerin önemlice kesimlerini üyesi olarak tutmayı günümüze dek başarmış olan “milliyetçi-ülkücü sendika”(lar)ın işçi karşıtı iş- levine de bir kez daha ve çok net olarak yenidan “ayna tuttu”!

AKP Hükümet(ler)inin “neoliberal iktisat po- litikaları”nı “içselleştirerek” uygulamada, ken- dilerinden önceki hükümet ve hükümet partile- rinden sadece çok daha fazla iştahlı olmadığı, fakat uygulama başarısında da onları fersah fer- sah geride bıraktığı üzerine değerlendirmelere, Özgürlük Dünyası’nın önceki çeşitli sayılarında

yer verilmişti. Burada ise, “siyasal İslam”cılığın “muhafazakâr demokrat” form içinde sunulan iktidar pratiğinin iktisadi-sosyal, kültürel-politik “kimliği” ya da anlamını, işçi sınıfı hareketi ve sınıfın kendi talepleri ve hakları için mücadelesi karşısındaki konum ve tutumu üzerinden ve bazı felsefi-ideolojik özellikleri yönünden irdelemeye çalışacağız. Bunun için başlıca iki unsur önemli görünüyor: ilkin, “Neoliberal İslam”cılığın iktidar aygıtını da kullanarak gücünü takviye etmesi ve anti demokratik politikaları uygulamada kapita- lizmin vahşi çıkarlarına bağlılığı esas almaktan bir an olsun geri durmaması; ve ikinci olarak, bu iktidar pratiği tanıklığında İslami ideolojinin Türkçü milliyetçilikle (şovenizm) “bütünlük için- de”, işçi ve emekçilere “çağrısı”nın, onları ka- pitalist emperyalizmin “yeni” saldırılarına “rıza gösterme”ye zorlaması, ve bu durumun, bu ide- olojik-politik baskı, kuşatma ve yönlendirmenin emekçilerin yaşam koşullarıyla teşkil ettiği çeliş- kinin onları içine sürdüğü arayış ve direnişlerle karşı karşıya gelişi kaçınılmaz hale getirmesi.

  1. NEOLİBERALİZMİN İSLAMİ VERSİYONU VE MÜSLÜMAN HALK(LAR)IN ÇİLESİ!

Kapitalist dünya ekonomisinin sözüm ona istikrarının sağlanması ve “refah ve gelişme” bağlantılı “mutluluk, adalet ve demokrasi”nin “herkes için” sağlanması iddiasını da taşıyan emperyalist devletler ve uluslararası tekeller yönetimindeki uluslararasılaşmanın ulaştığı günümüzdeki daha ileri düzeyin “küreselleş- me” adıyla övgüye boğulmasının dünya işçileri, emekçileri ve bütün ezilenlerin saflarında etki yaratmaması ve farklı içerikte beklentilere yol açmaması olanaklı değildi. Çeşitli dini inançlara ve etnik kökenlere sahip dünya halkları, emek- çileri ve proleterleri için “yükselecek refah”tan sözüm ona daha fazla pay almak; “daha adaletli ve daha demokratik bir dünya”da yaşamak ve “mutlu olmak”, reddedilemez aktüel ve ivedi ih- tiyaçlar kategorisindeydi, bugün de öyledir. Sos- yalizmin Sovyetler Birliği’nde yenilgiye uğratıl- ması ve işçi hareketinin “Halk Demokrasili Ülke- ler” ile birlikte uluslararası en önemli dayanağı- nın böylece ortadan kaldırılmasıyla işçi hareke- tinin geriye püskürtülmesi olanaklarının daha da

genişlediği bir dünya gerçekliğinde, emperyalist büyük güçlerin ve uluslararası tekellerin kendi çıkarlarına olan ekonomi politikaları uygulama- ya geçirmeleri için “fırsat”lar haylice genişlemiş ve artmıştı. 1980’li yıllardan başlayarak, 1990’lı yıllarda daha da azgın bir biçime bürünerek de- vam eden ve günümüze dek süren sözüm ona yeni liberal ekonomi politika(lar)ın, tüm kapita- list ülkelerde olduğu üzere, Türkiye’nin de arala- rında bulunduğu ve gelişme düzeyi bakımından söylenirse başında yer aldığı “İslam ülkeleri”nde yürürlüğe konması böylece daha kolaylaşırken, halk kitleleri açısından içerdiği hak gaspcı-yıkı- ma sürükleyici etkileri de, denebilir ki, daha ağır biçimlere bürünebildi.

Uluslararası tekellerin ve emperyalist dev-

letlerin –özellikle büyüklerinin– pazarlar, ham- madde kaynakları ve ucuz işgücü rezervleri üze- rinde denetim kurma; sermaye ihracı aracıyla hakimiyetleri altındaki ülkelerin kaynaklarını daha etkin tarzda yağmalama politikası olarak da tanımlanabilecek olan bu yoğunlaştırılmış saldırıya, bağımlı kapitalist ülkeler hakim sınıf- ları ve siyasal-askerî temsilcilerinin tutumu, bu propaganda ve söylem eşliğinde uyum göster- mek olurken; bunun işçi sınıfı ve emekçiler için anlamı, gelirlerinin düşmesi, özelleştirme ve iş- ten atmalarla birlikte işsizlik, yoksulluk ve açlık oranlarının yükselmesi, esnek çalışma ve taşe- ron sistemi uygulamalarıyla çalışma koşullarının ağırlaştırılması vb. vb.. oldu.

Bu “yeni” etiketli ekonomi politikanın uygu- layıcılarının, bölgedeki ve ülkedeki referansların- dan biri de –ki geleneksel etkisiyle büyük işlev görüyordu– “İslam dini” ve “Müslüman halkla- rın dine bağlılığının ileri düzeyi” idi! İran “İslam Devrimi”nin korkuttuğu ve hegemonya politika-

larıyla planlarına bölge ölçeğinde darbe vurduğu ABD emperyalizminin askerî ve politik şefleri, bu durumu değiştirmeyi de içermek üzere, “Ilımlı İslam Projesi” adıyla yeni bir stratejik hat üzerin- den bölgeye yönelik emellerini gerçekleştirmeye giriştiler. “İslam Alemi” de denilen bölgenin “ne- oliberal ekonomi politikalar”ın uygulanma alanı haline getirilmesi bu bakımdan stratejik önem gösteriyordu. Batılı emperyalistler ile belirli iliş- kilerine rağmen hâlâ neoliberal iktisadi sosyal politika ve programların dolaysız parçası olmak- ta çeşitli zorlukları bulunan ve petrol rezervlerine sahip olmalarını avantaj bilip her denilene “baş üstüne paşam” mantığıyla boyun eğmeyen Irak, Libya, Suriye gibi ülkelerin ve 1979 “İslam Dev- rimi”yle girilen süreçte açıkça meydan okuyan ve bölge gücü konumundan karşı politikalar ge- liştiren İran’ı “neoliberal ekonomi politika” ala- nına dahil etmek önemliydi. Bu “yeni politika” ile kapsama alanına alma stratejisinde, Türkiye, “oluşturduğu model” üzerinden atlama tahtası olacak; bölge ülkeleri halklarıyla tarihsel-dinsel çeşitli “ortak noktalar” ise neoliberalizmin böl- geyi tümüyle boğazlaması için kolaylaştırıcı işlev görecek; emperyalistlerin işini kolaylaştıracaktı.

“Neoliberal iktisadi politika”ların belirgin bir özelliği de, dünyanın en ücra köşeleri dahil tüm geri ülkelerin kapitalist pazara dahil edilmişliğini ve böylece sömürü alanı olarak “değerlenmesi”- ni, dini, kültürel, etnik “kimlik”lere “özgürlük” vaadiyle kuşatan bir politik-inançsal ve kültürel manipülasyon eşliğinde yürütülmesiydi. Tüm bu ülkelerin ve toplumsal formasyonların pazara dahil edilmesi, “serbest piyasa ekonomisine ka- tılarak ilerleme ve refaha ulaşma” olanağı olarak propaganda edilirken, bu politikanın sonuçları “piyasa kuralları gereği” gösterilip, yıkıma uğra- yan toplumsal kesimler, en başta da işçi sınıfı ve kent-kır emekçileri mücadeleden alıkonul- maya çalışıldı. İşbirlikçi uşak yönetimler, “İslam Ülkeleri” hakim sınıflarının çıkarlarını içerecek şekilde kalkınma, refah, huzur, ilerleme, sana- yileşme, ve “ağır sanayi hamleleri” üzerine söy- lemleri yoğunlaştırdılar.

“Neoliberalizm”in Türkiye’deki uygulanma- sında, uzun on yıllar “millilik” ve “sömürücü dış güçler” söylemiyle kitlelerin “geleneksel

hassasiyetleri”ni istismar edip desteğini almaya soyunan “Siyasal İslamcı” politikacılar, Müslü- man kapitalistler”in bu iktisadi ve sosyal sistem içinde etkinlikleri giderek artan failler olarak yer almalarında, hükümet politikaları aracıyla önemli bir rol oynadılar. Kapitalizm ve ulusla- rarası sermaye kurumları Müslüman kitleleri kuşatırken, “Müslüman” kapitalistler ve poli- tikacıları, kapitalizmi bütün ilişki biçimleri ve sistemik karakteriyle kucakladılar! Onlar için önemli olan “politik özgürlük alanlarını genişlet- mek”ten de önde gelecek şekilde, iktisadi güç sahibi olmak ve kapitalizmin bu yeni ekonomi politikalarından alabildiğince yararlanmaktı. Si- yasal baskı ve yasaklar sistemi altında inim inim inleyen kitlelerin siyasal koşulların iyileştirilmesi ve kişi hak ve özgürlükleri yönünde adım atılma- sı talebini karşılar görüntüsü verilerek, adına da askerî vesayetten kurtuluşdenilerek başlatılan merkez”e ve “merkezi idari alan”a yerleşme harekâtı kapsamında, ilkin daha temkinli, ardın- dan zincirlerinden boşanmış halde, ekonomik güce sahip olma, kendi sermayesini oluşturma ve onun desteğinde politik iktidara yerleşikliği ve devlet olarak halka hükmetmeyi kalıcılaştır- mak amaçlı olarak sürdürüldü.

Türkiye, “neoliberal ekonomi politikalar”ın uygulanmasında diğer birçok ülkeden farklı ola- rak, askerî darbe aracıyla daha uygun hale geti- rilmiş olmak gibi bir özgünlük de gösteriyordu. İşçi ve emekçi hareketi etkisizleştirilmiş; kitle örgütleri ve kitlelerin ileri kesimlerinin politik örgütlenmeleri dağıtılmıştı. Bu durum özelleş- tirme, esnek çalışma sisteminin devreye konma- sı, işten atma, düşük ücret ve maaş dayatması, fazla çalıştırma, sosyal hakların törpülenmesi ve süreç içinde ortadan kaldırılması, sendikal ör- gütlenmelerin önüne yüksek oranlı baraj duva- rının çekilmesi vb. gibi “neolibelar” uygulamalar için ortamı hazır hale getirmiş, kapitalistlerin emek gücünü daha ucuza malederek daha fazla kâr sağlamalarının olanakları genişletilmişti.

Türkiye’nin işbirlikçi yöneticileri ve yönetim- leri neoliberal kapitalist-emperyalist politikaları muhafazakâr-İslamist ve sözde demokrat kim- likleriyle birleştirmekte tereddüt etmezlerken, bu açgöz-işbirlikçi ve ivecen tutumlarıyla Orta-

doğu-Afrika bölgesi “Müslümanları”na “model oluşturma”ya girişmekten; Türkiye’yi bölgenin lider ülkesi” ilan ederek, Amerikan emperyalist yöneticilerinin “Ilımlı İslam projesi”ni pratiğe geçirmede “koçbaşı” görevini üstlenmekten de geri durmadılar.

Dünya Bankası’nın eski bürokratlarından Turgut Özal, Evren cuntasının koruyucu kanat- ları altında bu uluslararası emperyalist programı pratiğe geçirmek üzere kolları sıvadı ve uluslara- rası ve işbirlikçi tekelci burjuvaziye kaynak akta- ran programı “acımasızca” uygulamaya koydu. Bu programın uygulanmasıyla birlikte, bir yan- da Müslüman zenginler”, öte yanda yoksul ve hakları daha fazla kısıtlanmış, yaşam ve çalışma koşulları daha çok kötüleştirilmiş “Müslüman halkkitleleri olmak üzere; burjuva-proleter; zengin-yoksul uçurumu daha da büyüdü. Devlet ve hükümet yönetimindekilerin “Müslüman kim- liği”, bu uygulamalardan zarar gören “Müslüman

işçi ve emekçi”leri beklentilere sürüklüyor ve uy- gulamalar karşısında genel olarak sessiz kalma- larına neden oluyordu. Diğer yandan, “Siyasal İslam” hareketinin çeşitli versiyonları, bu duru- mu da kullanarak, RP hükümetleri döneminden başlayarak ve giderek güçlenen şekilde halk kit- leleri üzerindeki etkilerini artırdılar. “İslami” ya da “seküler” olsun, burjuvazi, bu durumdan faz- lasıyla yararlandı. Dini siyasal-ideolojik etki ve inançlar ‘dizgesi’, Özal sonrası “İslamcı politika- cı”ların ve “Siyasal İslam”cı parti ve hükümetle- rin “neoliberal ekonomi politikalar”ı benimseyip sürdürmelerinde de kitle bağının korunması ve geliştirilmesi için kullanıldı. Özal gibi bir Dünya Bankası “teknokratı”nın Theatcher ve Reagen ile neredeyse birebir aynılık gösteren ekonomi programları uygulamaya geçirmesi, ona, neoli- beral iktisadi politikaların Türkiye’deki ilk ve baş temsilcisi sıfatı kazandırırken, “muhafazakâr dindar” ve Amerikancı kimliği, kendinden son- ra işbaşına gelen ve hemen tümü de kendilerini “Müslüman” ve “Muhafazakâr” olarak tanımla- yan “İslamist politikacı”ların siyasal-kültürel ve politik “kimliği”ni de işaret eden bir “anahtar”dı! İlki de, izleyen sonrakiler de, ama aynı zaman- da “demokrat” olduklarını; ülkeyi “demokratik- leştireceklerini” ileri sürerek kitlelerin karşısına çıktılar. Bu söylemleriyle, sadece baskılardan yılmış emekçi kesimlerinde değil liberal aydın çevreleri üzerinde de önemli bir etki yarattılar. Liberal ‘sol’ aydınlardan devşirilmiş propagan- dacı güruhlar, neoliberal ekonomi politikalarla birlikte hükümet ve partisinin “demokratikleştir- me” ve “refah” propagandasının borazanlığına soyundular. “Neoliberalizm”i, emperyalist ka- pitalizmin “olağandışı” bir hamlesi; “kapitalist- leşememiş, modern kapitalist gelişme sürecini tamamlayamamış çevre ülkelerin sisteme dahil edilmesi”; ve kapitalist gelişmenin ürünü ola- rak ortaya çıkan “düşmanlıkların giderilmesi” girişimi olarak göstermek, “zamanın ruhuile uyumlu “demokrat aydın” tutumu olarak reklam edildi. Başını liberal-neoliberal aydınların çektiği “küreselleşme” reklamcılarına göre, üretimin ve meta dolaşımının uluslararası hareketine engel oluşturacak her türden “ulusal korumacı ön- lem”in kaldırılmasıyla refahın uluslararası dü-

zeyi yükselecek”; gelenek ve geri kültürden bes- lenen bağımlı ülkelerin diktatör yönetimlerinin “demokratlaşmaları”, sermayenin uluslararası bu sözüm ona yeni tür genişleyip-büyümesiyle zorunluluk ilişkisi sonucu” sağlanacaktı! “Ülke- nin demokratikleştirilmesi” ve “refah düzeyinin yükseltilmesi yoluyla halkın yaşam koşullarının iyileştirileceğipropagandası kitle manüpülas- yonu için etkin biçimde geliştirildi. Özal başta olmak üzere, “Siyasal İslamcı” akımın çeşitli ver- siyonlarına yakın duran ve fakat ortak paydaları “İslamcılık” ile –ihtiyaç duyulduğunda– şoven milliyetçilik olan politik yöneticiler, “küresel- leşmeci” uygulamaların Türkiye temsilciliğini üstlenirlerken, tarikat, cemaat kuruluşlarına ve Laik cumhuriyet altında zulme uğramış Müslü- manlar”ın kapitalistleşme, uluslararası sermaye kuruluşları ve dış ülkelerin sermaye çevreleriy- le ilişki kurma; banka ve şirket kurma vb. gibi piyasa işlerinde yer alarak mali-ekonomik güç kazanmalarının yolunu da denebilir ki gerçek anlamda açmış oldular. “Neoliberalizm”in İslam ile daha ileriden buluşmasıydı bu.

Uluslararası mali sermaye kuruluşları ve onların “sivil toplum örgütleri” etiketli siyasal organizasyonlarının başını çektiği “neoliberal demokratikleşme” propagandası; “türban” türü “İslami” politik semboller etrafında yürütülen “Siyasal İslam”cı kampanyaların maddi-mane- vi dayanağı olurken,”neoliberal İslamcılık” son otuz beş yıllık süreçte yaşamın tüm alanlarında güç ve etkisini artırarak hakim ekonomik-sos- yal ve politik-kültürel konum kazandı. Türkiye, Pakistan, Mısır gibi ülkelerde yaşanan askerî darbeler, işçi-emekçi kitleleriyle onların ileri ke- simlerinin örgütleri üzerinde terörist bir etkisiz- leştirme sağlarken; “Siyasal İslam”ın güç ve ola- naklarını artırmak üzere yürüttüğü ikiyüzlü ve sahte “özgürlük mücadelesi”, baskı altına alınan ve hakları yok sayılarak teslim alınmak istenen kitlelerin yanı sıra siyasal zor ve şiddetin hedefi olan ilerici, demokrat, sosyalist kesimlerin yü- rüttükleri hak ve özgürlük mücadelesinden de yararlanarak güç kazanabildi.

“Neoliberalizm”, neoliberal iktisadi politi- kalarla sınırlı ekonomik bir “dönüştürme” ya da daha geniş alanda hakim olma politikası ve

programını aşan uluslararası çok boyutlu bir saldırganlıktı. Onun uluslararası alandaki başa- rısında, “refah düzeyinin yükselmesi ve tabana yayılması” propagandasının önemli bir rol oyna- dığı kuşkusuzdur. Ancak, özellikle hak ve özgür- lük düşmanı yönetimlerin işbaşında olduğu ba- ğımlı ülkelerde neoliberal özgürlükçü siyasal ar- gümanlar”ın gördüğü işlev dikkate alınmaksızın, bu başarının neden ve etkenleri eksik bırakılmış olur. Soroscu “Açık Toplum Vakfı”nın son on yıl- larda dünyanın birçok ülkesinde ve esas olarak da Ortadoğu, Ortaasya, Kafkasya, Balkanlar ve Türkiye’de giriştiği “siyasal özgürlük”çü kam- panyalar; neolibaral teorisyen ve yazarların “özgürlükçü hareketler”e desteği, etnik-ulusal hareketlerin baskıdan özgürleşme mücadelesine “verilen destek” ve dini cemaat ve tarikatların “serbestleşmesi” kampanyalarının bölgesel-u- luslararası yürütülmesi, tekelci burjuvazi ve em- peryalist gericiliğin baskı ve hegemonyası altın- da olan halkların “neoliberal” ekonomik-sosyal saldırılara karşı mücadeleyi kararlı bir biçimde yürütmelerinde tereddüt nedeni olabilmiş; “ra- dikal” ve “ılımlı” “Siyasal İslamcı” parti-grup ve örgütlerin ikiyizlü özgürlükçü propagandayla kitleler içinde desteklerini artırmalarının etken- lerinden biri olmuştur.

  1. AKP İKTİDARI İLE HIZ KAZANAN SÜREÇ

Türkiye pratiği, “neoliberalizm”in en barbar biçim ve yöntemlerle uygulanmasının çarpıcı örneklerinden birini oluşturuyor. İktidar gücü olmaya yükselen “Müslüman Demokrat” par- ti(ler)in sağladıkları devlet olanaklarından da yararlanarak şirketler kurup holdingleşen ve bunu yaparken de neoliberal ekonomi politika- lardan sonuna dek yararlanmaktan kaçınmayan Müslüman İşadamları”, –erkekçi argümanı bu- rada bir yana bırakıyoruz– ekonomik ve sosyal örgütlenmeleriyle politik iktidarın maddi daya- nağını oluşturdular; ve onlardan da güç alarak, siyasal iktidar, halk kitlelerine saldırılarını daha cesaretle yürütebildi. “On yılda yapılandan daha fazla özelleştirmeyi bir yılda yapmak” ile övü- nen Erdoğan’ın en ateşli söylevleri, neoliberalist yağmacılığın örtülmesi riyakârlığını içerir. Onun “Müslüman” ve “milliyetçi” olması ve gerici-şo-

ven bir söylemi sürdürmesi, uluslararası serma- ye kurumlarıyla tekellerin çıkarlarını esas alma- sını ve buna uygun ekonomi politikaları pratiğe geçirmesine engel olmadı. Özelleştirme, esnek

çalıştırma, taşeronlaştırma, ücret ve maaşların düşük tutulması, sağlık sigortası ve sendikal hakların budanması; politik ve sendikal örgüt- lenmeye baskı ve zor; hak arayışındaki emekçi kesimlerin, gençliğin ve kadınların suçlanarak aşağılanmaları vb. gibi biçimler altında gerçek- leşen bu uygulamaların hak ettikleri ölçüde pro- testo ve karşı mücadeleyle yanıtlanmaları ise, Müslüman ve milliyetçi “kimlik ortaklığı” nede- niyle yeterince gerçekleşemedi. Belediyelerden merkezi iktidara dek ülke yönetiminin “İslamcı” olduklarını gizleme gereksinimi duymaksızın dinin ve dini ideolojinin toplum yaşamının tüm alanlarında daha etkin bir unsur olması için poli- tik-sosyal ve kültürel düzenlemelere girişenlerin eline geçmesi, neoliberal ekonomi politikaların daha etkin uygulanmasını kolaylaştırıcı bir işlev görürken, kent yağması, yapı-yol ve inşaat ‹fur- yası‹yla sağlanan rantın yukarıdan aşağıya; an- cak yandaşlık kriteri üzerinden dağıtımıyla, olası tepkilerin önüne geçildi ya da bu tepkiler nötr hale getirildi. “Neoliberal ekonomi politika”nın “ruhu”na aykırı olmayan bu sözüm ona refahı tabana yayma politikası ya da taktiği, “Siyasal İslam”cı ideolojik etki ile birlikte, kitle mücade- lesinin hem yangın söndürücüsü hem de dalga kıranı işlevi gördü.

İktidar olmanın güç ve olanaklarını kullana- rak finansal ve ticari imkânlarını genişleten; ula- şım ve iletişim, yapı-inşaat ve teknoloji alanları ilk sıralarda olmak üzere hemen tüm üretim ve dolaşım alanlarında “kendinden olmayanlar”la rekabet eden ve iktidar sahibi olmanın avantaj- larından bunun için yararlanan “neoliberal İs- lam”cılar için ABD ve AB ülkeleri, “Batı Kulübü” söylemiyle dışlanacak güç değil, artık işbirliği yapılacak; güç ve olanaklarından yararlanılacak ve böylece kâr olanaklarını genişletecek bir “ka- der ortağı”-”dost ve müttefik” idiler! Amerikan ve NATO birliklerine tanınan ek imtiyazlar, Kü- recik’e füze rampalarının yerleştirilmesi, İran’ın tehditle dize getirilmesi için yürütülen ikiyüzlü diplomasi ve işbirlikçilik, Afganistan’a asker gönderilmesi, Irak’ın işgalinin desteklenmesi, Libya’nın vurulmasına ortaklık ve Suriye’nin “Müslüman halkı”nın birbirine düşmanlaştırı- larak ülke ve yönetiminin çökertilmesi yoluyla

yayılma olanağı yakalama politikalarında açıklık kazandığı üzere, kapitalist İslamcılık –ister “radi- kal” isterse “Ilımlı” etiketli olsun–, söylemindeki tüm ikiyüzlülüğe karşın, kapitalist ve “neolibe- ral” kimlikli bir burjuva ideolojisi, ekonomisi ve politikasının “markası” idi. Bunun böyle ol- duğunu, “Siyasal İslam” olarak adlandırılan ve dini ideolojiyi kullanarak etkinlik kurmaya ça- lışan –önemli oranda da kuran– “Muhafazakâr demokrat” etiketli parti ve örgütlerin kapitalist sömürü ve emperyalist yağmanın aracı ve uygu- layıcısı olmalarıyla da açıklık kazandı. “Neolibe- ralizm”in Türkiye acenteliğinde baş ‘aktör’lüğe oynayan Erdoğan’ın, aynı zamanda “Müslüman Dünya’nın lideri” havalarında dolanıyor oluşu, emperyalizm tarafından “masedilmiş İslam”ın işçi sınıfı, emekçiler ve ezilen halklar açısından anlamı ve işlevini de işaret ediyordu.

Tayyip Erdoğan yönetimindeki AKP iktidarı, “neoliberal” emperyalist-kapitalist politikaların uygulamasında ittifak eden bütün “İslami” poli- tik parti ve grupların daha fazla “serpilip yeşer- me” dönemi olma özelliği de gösteriyordu. AKP, Gülen Cemaati ve öteki tüm Sünni-Hanefi tarikat- ları başta olmak üzere “İslamcılar”ın hemen tüm tarikat, cemaat, örgüt, vakıf ve diğer kuruluşla- rının “birleşme platformu” idi. Dolaysız şekilde iktidardaydılar ve devlet organlarını/kurumlarını ele geçirip “dönüştürmek”; devlet olanakları- nı kullanarak toplumsal etkinliklerini artırmak, zenginleşmek ve “kamu yaşamı”nda düzenleyici güç olarak günlük hayata yön vermek, başlıca iş- leri oldu. “Müslüman demokrat” örtüsü altında iktidar “nimetleri”nden yararlanarak ve iktidar gücünü kullanarak Anadolu’da “yeşermeye baş- lamış” ve dini ideoloji ile ilişkileri üzerinden ki- mileri tarafından yeşil sermaye olarak adlandı- rılan “kendi” sermaye dayanaklarını büyütmek ve “Cumhuriyet tarihiyle yaşıt klasik kapitalist işletme sahiplerinin devlet olanaklarından yarar- lanarak büyümesi-holdingleşmesi”ne benzer şe- kilde güçlendirmek üzere kolları sıvadılar. “Müs- lümanlık” artık “İslamcı kapitalistler”in daha da büyümesinin; bunun için işçi ve emekçilere karşı baskı ve sömürü politikalarının pervasızca uy- gulanmasının kolaylaştırıcı bir ritüeli olmak gibi bir işlevle yüklüydü. Kapitalist olmadan, hem de

büyük kapitalist olmadan –küçük ve orta işletme ve ticarette zaten önemli pay sahibiydiler– “öz- lemlerine kavuşamayacakları”na iman ederek, sömürü ve yağmanın, banka faizi ve arazi-inşaat rantının ilk sıradan vurguncusu oldular.

MÜSİAD ve TUSKON gibi iri olanları baş- ta olmak üzere, patron örgütlerinde bir araya gelerek yaptırım güçlerini artıran “Müslüman İşadamları” için, asgari ücretle ya da kayıt dışı ve hiçbir sosyal güvencesi olmayan işçi çalış- tırmak; işçiyi işten atmak, esnek çalıştırmaya tabi tutmak, haklarının baskılanması ve sömü- rü ağının ağırlaştırılması anlamına da gelen taşeron sistemini işletmek “İslam kardeşliği”ne aykırı olmayıp, “serbest piyasa ekonomisi”nin kaçınılmazlıkları kapsamındaydı ve kazanmak için işçiyi sömürüp ezmek dışında bir yol yoktu. Bu o denli “iman edilmiş” bir gerçektir ki, 2015 genel seçimlerinde asgari ücretin yükseltilmesi, emeklilere ikramiye, çalışma koşullarının iyileş- tirilmesi, sağlık sigortası gibi acil ve zorunlu bazı

işçi-emekçi taleplerinin gündeme getirilmesi ve bazı partilerin bu konuda vaadlerde bulunması Tayyip Erdoğan’ı nefrete boğmuş, ve o, kürsü- lerden kapitalist patronlara seslenerek, niçin itiraz etmiyorsunuz?” diye paylamıştı! İşçinin ve yoksulun “hakkı” “Hak getire”ydi! Değil miydi ki, zenginlik-yoksulluk, sahi olup olmama, ya da tok oluş, zulme uğramak ya da zulmet- mek “İlahi İrade”nin kararı ve reva görmesine bağlıydı. Öyleyse “İman edenler kaderlerine rıza göstermeli ve Ahiret›te iyi bir yaşam için dua etmeliydiler”!

“Müslüman” ya da “İslami kimlik”, halk kit- leleriyle ilişkilerin sürdürülmesi açısından bir tutamaç; illüzyonist-gözbağcı işlev görüyordu. Bu “kimlik” bağlantısı üzerinden işsiz-yoksul ve hak yoksunu yığınların çok önemli bir ke- simi; “devleti de ülkeyi de bizimkiler yönetiyor; bizimkiler kazanıyor, bu bizim hakkımız!” man- tığıyla, emek güçlerini sömüren ya da kent yağ- malarıyla, devlet ihaleleri aracıyla zenginleşen ve uluslararası alanda “piyasalara girerek” zen- ginleşip- “Karunlaşan” Müslüman kapitalistle- rin ve “neoliberal İslamist” politikacı ve rantçı yanaşmaların destekçisi olabildiler. Hakları ve özgürlükleri için mücadeleye yönelen halk ke- simlerini desteklemedikleri gibi, yer yer onların karşısında da yer alarak mücadelenin güçten düşürülmesinde rol oynadılar. Recep Erdoğan bu durumdan güç alarak siyasal baskıyı yo- ğunlaştırdı ve bunun da ötesine geçerek yüz- de 50’yi zor tutuyorum” tehditleri savurabildi. Birden fazla seçimde de görüldüğü üzere, bu destek, kendi aleyhlerine politik-ekonomik uy- gulamaların “millet desteği” adına ve riyakarca sürdürülmesinde etkili oldu. İşbirlikçi güçler (büyük sermaye sahipleri ve onların devlet-hü- kümet yöneticileri), işçi ve emekçilerin aldan- maya dayalı “inanç” ve “güveni”ni böylece sağlarken, kır ekonomisinin hızlanan çözülmesi

–ya da yıkımı da denebilir– sonucu kentlerin ke- nar semtlerine yığılan ve çeşitli sosyal-iktisadi ve kültürel sorunlarla (iş, eğitim, barınma ve geçinme vb. gibi) yüz yüze gelen kesimlerin beklentilerini sömürüp istismar ederek onların “sisteme girişleri”ni (neoliberal yağmacı ekono- mi politikaların çarkına alınmalarını) sağlaya-

rak bu desteği artırdılar. Sadece dini figürleri kullanıp dini kurumlaşmayı güçlendirerek (tür- ban serbestisi, yeni camiler inşaası, İmam Ha- tip okullarının yaygınlaştırılarak çoğaltılması, zorunlu din dersleri vb. gibi) değil; büyümekte olan ekonomiden ve “artan refah düzeyi”nden “pay alacakları” propagandasını da inandırıcı kılmak üzere “aile yardımı”, “öğrenci bursu”; “istenilen sağlık kuruluşunda tedavi” türünden uygulamalarla ve belediye ve merkezi yöneti- min olanaklarını kullanarak kendilerini destek- leyenlerin istihdamını artırarak, kitle desteğini genişletmeye çalıştılar.

“Neoliberal İslamcılığın hem ekonomide hem de politik alandaki yükselişi ve yaygın etkiye ulaşmasının, “küreselleşme” adı verilen emperyalist kapitalist dünya sistemiyle göster- diği uyum ve adaptasyona bağlı oluşu; ABD başta olmak üzere Batılı emperyalistlerin ba- ğımlı ülkeler pazarlarını daha kolay yağmalama politikasıyla uyum anlamına da geliyordu. Bu uyumdan güç alan Özal, Çiller ve Erdoğan Hü- kümetleri, ABD‹nin Genişletilmiş Ortadoğu ve

Kuzey Afrika Projesi”-politikasına aktif destek vererek paylaşım masasına “oturma” ve “üç koyup beş alma” tutumu içinde oldular. Recep

T. Erdoğan’ın yönetiminde en saldırgan biçim- leri alan bu uşaklık ve yayılma politikası en açık ifadesini Suriye’nin düşürülerek Osmanlı yayılmacılığında olduğu türden Şam ve Halep’e sahip olma tutumunda buldu. Arada, ikiyüzlü bir biçimde İsrail ve Amerikan yönetimleriyle “söz düellosu”na girişme gösterileri düzenle- yip, “Arap İslam Alemi”nin desteğini alma ya da Arap halklarını “Müslümanların hakları için savaşan lider ülke Türkiye” safsatasına inandı- rarak petrol ve doğal gaz kaynaklarının yağma- cıları arasında yer almaya çalıştılar. Bölge ül- keleriyle ilişkileri geren, saldırgan ve yayılmacı bu dış politikanın içeriye yansıyan yanı, hak ve özgürlük arayışı ve mücadelesine polis devleti uygulamalarıyla yanıt verme, halkı ve talep- lerini bastırma; ekonomik sosyal alanda hak yoksunluğu ve ağır çalışma ve yaşam koşulla- rını dayatma vb. idi. Siyasal-sosyal ve iktisadi zor ve baskının bu yoğunlaştırılması, “refahın, kalkınmanın, ilerlemenin, büyümenin ve de- mokratik özgürlüklerin genişletilmesinin mille- tin hakkı olduğu” neoliberal propagandasıyla uyumsuzdu. Söylemin pratikle bu uyumsuzluğu ve zıtlığı sonucu olarak bu program inandırıcılı- ğını yitirmeye başladıkça, “neoliberal İslam”ın yükseliş rüzgarı hız kaybetmeye başladı. Son parlamento seçimlerinde ortaya çıkan sonuçla- rın işaret ettiği bu durum, popülist propaganda ve politikaya karşın, özellikle işçi-emekçi hare- ketinde sermaye ve gericilik karşıtı mücadele eğiliminin güçlenmeye başlamasıyla birlikte bu hareketi ve mücadelesini bastırmak ve gelişme- sini önlemek için Recep Erdoğan başta olmak üzere büyük sermayenin “İslamist” renkli siya- sal temsilcileri tarafından “Müslüman Kardeşli- ği; Hepimizin Müslümanlığı” üzerine söylem yeniden yoğunlaştırılarak dini ideolojik etkinlik aracıyla mücadelenin gelişmesinin önü alın- maya; önüne sermayenin çıkarlarının ifadesi olan –ve neoliberalizmin ekonomi politikalarını içeren– gerici siyasal kültürel duvar örülmeye girişildi.

  1. İŞÇİ DİRENİŞLERİ, MUHAFAZAKÂR MİLLİYETÇİLİK, İSLAMİ İDEOLOJİ VE “SİYASAL İSLAMCILAR”

Metal işçilerinin kendilerini “mufafazakar milliyetçi” olarak tanıtmaları ya da bu “kimlikle- ri”yle övünç duyarlarken aynı zamanda “muha- fazakâr ve milliyetçi” sendika patronlarına karşı çıkmaları ve yine otomotiv tekellerinin yerli or- taklarının en azından “Müslüman” olduklarını bile bile onlar ile karşı karşıya gelmeleri, işçi ve emekçilerin etkisinde oldukları/kaldıkları ideo- lojik politik düşüncelerin sınıfın nesnel çıkarları ve somut talepleriyle karşıtlık gösterdiği koşul- larda, sosyal sınıf kaynaklı etken ve istemlerin önünde sonunda baskın çıktığını gösteren aktüel örneklerden biri oldu.

Devlet/hükümet yöneticileri ve üst bürokrasi, patronlar ile işbirlikçi sendika yönetimi, hemen her işçi eylemi karşısında olduğu üzere dini ve milliyetçi ideolojik etki ve önyargılar dahil işçi ve emekçiler için mücadeleden caydırıcı, tereddü- de düşürücü ne kadar gözbağcı ideolojik unsur varsa, tümünü devreye koyarak, işçilerin “mu- hafazakâr milliyetçi kimlikleri”ni, onların eylem- lerinin ve burjuva çıkarlarıyla karşıtlık içindeki taleplerinin karşısına çıkardılar. MAKO Genel Müdürü’nün Ramazan-oruç-namaz birliği” mealindeki çağrıyla işçileri, kendi talepleri için başlattıkları eylemi sonlandırmaya ikna etme girişimi ve ardından, farklı sınıfların farklı çıkar- larına bağlı eylemlerine uygun düşen bir tutum- la direnişçi işçilerin işten atılmasının gündeme gelmesi, örneklerden sadece biri idi. Müslüman kardeşliği” üzerine patron temsilcilerinin yü- rüttükleri propagandanın tekil örneklerle sınırlı olmadığını; tekelci burjuvazinin çıkarlarını tem- sil eden sermaye partileri sözcü ve yöneticileri tarafından devlet/hükümet kademelerinde ve “sivil yaşam alanları”nda sürdürüldüğü; dini söylem ve ritüellerin halk kitleleriyle ilişkilerde bu kesimler tarafından kullanıldığı bilinen bir gerçekliktir. Grevleri yasaklayan hükümetler ve onların partilerinin; işçi eylemleri ve halk di- renişlerine saldıran silahlı devlet güçlerinin ve onların sözüm ona sivil yardımcılarının; eylem- lere girişmemeleri ya da giriştikleri durumlarda da bir an önce sona erdirmeleri çağrısı çıkaran

patronların büyük çoğunluğunun –bunların bir bölümünün yabancı sermaye ve uluslararası te- keller bağlantılı olmaları buradaki tartışmamız yönünden sorunun esasını değiştirmiyor– ve ka- pitalistlerin işçi sınıfı içindeki işbirlikçiliğini sen- dikacılık olarak yapan patron sendikacılarının hemen tümünün, işçiler başta olmak üzere halk kitleleriyle ilişkilerini “Müslüman olma” söylemi eşliğinde kurmaya çalıştıkları, gizli-saklı değildir. Bu ‘karakteristik’ özellik, “Siyasal İslam”ın ka- pitalizm ve kapitalist emperyalizm ile ‘hemhal oluşu’nun markası haline gelmiştir. İşçi ve emek- çilere biat etmeleri, yönetenlerin; devlet ve hü- kümetin ve “işverenler”in sözünden çıkmamala- rı, sadece “dini vecibe” olarak telkin edilmez; bu yönlendirici ideolojik zehrin yeterince uyuşukluk sağlamadığı durumlarda, polis, jandarma, yasa, idari yetki vb. gibi susturucu zor unsurlarıyla takviye edilir.

“Siyasal İslam”ın –ki siyasal karakter taşı- mayan bir dini ve İslami ideolojiden söz etmek mümkün değildir– ve aslında dini ideolojinin tüm biçim ve türlerinin evren-dünya-toplum ve insan üzerine ya da hakkındaki söylemi, suskunluğu ve boyun eğmeyi salık verir. İnsanın –ve top- lumların– “var”lığa “gelişi”ni ve yaşamını onun kendi iradesinden bağımsız ve iradesine rağmen Ol!”denilerek oluşturulmuş değişmezlik olarak gösterir. “Varlıkların Öz Varlığı” tarafından belir- lenmiş bu “oluş”ta, insanın; dünyasal varlıkların ve evrendeki her şeyin kendi(leri)ne emrolunan dışında herhangi ilişkilere girmeleri, düşünsel-fi- ziksel etkinlikte bulunmaları yaratıcıya şirk koş- ma türünden küfür” ve “bidat” nitelemesiyle reddedilir.

İslami düşünüş ya da daha doğru deyiş- le inanç sistemi, kul”u, “kader”e ve “kaza”ya inanma yükümlülüğüyle zorunlu gösterir ve aklın da bunu onaylamasını ister. Her şey, tüm gelişme(ler); olanlar ve olacak olanların tümüAllah’ın iradesi”nin ürünü ve “istemi”nin so- nuçlarıdır! Buradan çıkarılan ya da varılan so- nuç odur ki, “verilen” ile “yetinmeli”; içinde bulunduğu durum ve koşullara hoşnutsuzluk gösterilmemeli, hayır ile şer’in”; var ile “yok”un varoluşunun nedenlerini araştırarak sapkınlığa düşülmemeli; aksine verili ya da gelmekte olan

eksiksiz bir iman ile karşılanmalıdır! İnsanı-”- kul”u ve eylemlerini yaratanın iradesiyle bağlı tutan bu düşünüş/iman ediş tarzında, insanın kendi iradesiyle hiçbir şeyi yapamayacağı; ak- sine onun “cuz-i iradesi” dahil her şeye “İlahi İrade”nin karar verip hükmettiği görüşü esası oluşturur ve insani iradenin “kötü” kullanışı üzerine “sure”lere işaretle, onların kalplerinin Allah tarafından arıtılmadığı” ileri sürülür ve bunun cezasının da “ahiret”te çekileceği söy- lenir. Bu iman ediş/düşünüş tarzına göre, önce Birleşik Metal İş üyesi metal işçilerinin, ardın- dan Renault başta olmak üzere, Ford, Tofaş, Mako, Türk Traktör vb. gibi işletmelerde işçile- rin, ücretlerinin artırılması ve sosyal haklarının iyileştirilmesi vb. talepleriyle başlattıkları direni- şi, ya “her şeye karar verici ve hükmedici İlahi İrade”nin istemleri doğrultusundaki bir gelişme saymak ya da işçilerin bu eylemleriyle mutlak hakim ve belirleyici iradeye karşı da bir isyana kalkıştıklarını düşünmek gerekir. Bu durumda da üç şey akla gelir: a-) işçilerin ve sadece onla- rın da değil patronlarıyla sendika yöneticileri ve devlet-hükümet güçlerinin birbirleriyle karşıtlık gösteren eylemlerinin İlahi iradenin kararı ve uygun görmesi”yle gerçekleştirildiğine inanmak ve bununla bağlı olarak eylemlerin her türlü so- nucunu “kader böyleymişdenilerek kabullen- mek; b-) iyiden, güzelden, haktan, adeletten yana olduğu”na inanılan bu “irade”yi, “varlığı ve eylemleri” nedeniyle kuşkuyla karşılamak; c-) ve ya işçilerin durup dururken ve göksel bir sesi işiterek” ya da görüp bilmedikleri herhangi bir kaynaktan emrolunan “yapın!” çağrısı ol- maksızın, bizzat kendilerinin, içinde bulundukla- rı koşullarda yaşamlarının giderek kötüleşmekte olduğunu görerek durumlarını değiştirme iste- ğiyle; patronlarıyla iktisadi-sosyal ilişkilerinde kendilerinden yana bir kazanım sağlayarak ça- lışma ve yaşam koşullarını biraz olsun iyileştir- mek üzere; ve en ileri olanlarının önde yürüme- leriyle “sınıfsal” bir tutum içine girdikleri kabul edilecektir. Kuşku götürmeyecek ölçüde gerçek- likle örtüşen odur ki, işçiler, taleplerinin reddi üzerine harekete geçmiş, kendilerine dayatılanı reddederek durumlarını iyileştirme amaçlı bir eyleme girişmişler; içinde bulundukları durumu

görerek, bu durumun bilinciyle ve düşünüp taşı- narak hareket etmişlerdir. Tümüyle insanal bu tutum ve eylemi işçilerin iradeleri dışı saymak; bu durumda, onların kendi eylemlerinin özneleri olmaları gerçekliğine göz kapamak olacaktır ki, bunun inandırıcı olması için hiçbir neden yok- tur. Kendilerini çoğunluk olarak “Müslüman” ve “milliyetçi” olarak adlandırmalarına ve kendileri gibi “milliyetçi-ülkücüve “İslamcı” kapitalist iş- letme sahipleriyle bu aynı ideolojik-teolojik for- masyonlar aracıyla ifade etmelerine karşın; pat- ronlarıyla kavgaya tutuşan işçilerin, söz konusu eylemlere “İlahi İrade” tarafından sürüklendikle- rine dair bir inançları da, en azından bu somut örnek açısından söz konusu değildir.

Bu böyle ise ama, ortaya çıkan işçi direniş- leri, protestoları ve grevleri bağlamında Müslü- man ortak paydası”nın işçi sınıfı ve emekçiler ile, onlara hükmeden burjuva iktidarları ve ka- pitalistlerin “birleştirici formasyonu” olması, en hafifinden söylenirse, kuşku götürür demektir. Hepimizin Müslüman”lığı; hepimizin “birliği”- ni sağlamak bir yana, onu simgelemekte dahi yetersiz ve geçersiz kalmıştır ve kalmaktadır. “Müslüman” patronlarla (Renault-Ford-Tofaş vb. gibi işletmelerin uluslararası sermaye bağlantılı ve Hıristiyan patronlarının olması saklı kalmak üzere) onların “Müslüman” politik temsilcileri ve silahlı devlet korucuları, düşük ücret, kötü çalış- ma ve yaşam koşulları ve sosyal hak yoksunluğu gibi tümü de daha fazla kâr sağlamaya hizmet eden uygulamalara mahkum tutmak istedikleri “Müslüman işçileri”ne karşı siyasal zor ve po- lisiye güç kullanmak dahil her türlü saldırı yön- temini devreye koymaktan kaçınmamaktadırlar. Ortada “Müslüman ortak değerler” söylemiyle bağdaşmayan farklı sınıfsal çıkarlar sorunu var- dır. İşçiler ile kapitalistleri karşı karşıya getirerek birbirleriyle mücadeleye sürükleyen, tam da bu farklı ve uzlaştırılamaz (sömüren-sömürülen) sı- nıfsal çıkarlardır. Bu somut durum ve toplumsal gerçeklik demek ki, “Müslüman evren telakki- si”ni ve onun “bütünsel nizam sağlama” (Murat Erol, Notlar dergisi s. 2, sf. 102) iddiasını bizzat kendi İslam Dünyası”(!) özgülünde ve pratiğin-

de de geçersiz kılmaktadır. Böylesi bir bütün- lük” yoktur ya da ondan ancak tahayyülen söz edilebilir.

GERÇEKLERİN HÜKMÜ; DEĞİŞEN KOŞULLAR VE ‘NEOLİBERAL İSLAMCI’LIĞIN AKŞAM VAKTİ!

Son otuz beş yılın son on üç yılında gerçek- leştirilen ve uygulayıcılarının ifadesiyle “on yılla- ra bedel” saldırıların tümünde, Erdoğan’ın baş temsilcisi olduğu muhafazakâr milliyetçi (Türk şovenisti) ve Müslüman “kimlik” sahibi yönetici kastın imzasının bulunması, “Siyasal İslam”ın onun “radikal-teröristya da “Ilımlı” oluşu bu noktada sorunun esasını değiştirmez– işlevini açık hale getirmiştir. “Neoliberal ekonomi po- litika”yı bütün “acımasızlığı”yla uygulamaya geçirenler “Müslüman kapitalistler” ile onların siyasal temsilcileri; devlet/hükümet yöneticileri olmuşlardır. Kapitalist sömürüyle; kapitalizmin “adaletsizliği”, özgürlüksüzlük ve eşitsizlik üre- ten sistem olmasıyla sorunları yoktur. İktidarları süresince emperyalist ekonomi politikalara ara- cılık ve işbirliği üzerinden özel servet ve serma- yelerini büyütmek, kapitalist vurgundan daha fazla pay kapmak, arazi-arsa-inşaat vurgunu yapmak, devlet ihaleleri aracıyla ve vergi-kredi kolaylıkları üzerinden kendi sermayedarlarını güçlendirmek asıl işleri oldu. Bu ise, ancak işçi sınıfı ve emekçilerin sisteme bağlı ve yedeklen- miş olmaları durumunda gerçekleştirilebilirdi ve bunu gerçekleştirmek üzere, ideolojik mani- pülasyonların yanı sıra fiziki saldırı ve baskıyı eksik etmediler. En yakın örneğine Metal di- renişlerinde tanık olunduğu üzere de, polis ve Çevik Kuvvetler işçi direnişlerini bastırmak için fabrikalara sokuldu; işçiler “der-dest edilerek” dize getirilmeye çalışıldılar. Direnişçi işçilerin ço- ğunluğunun kendilerini “muhafazakâr milliyetçi ve Müslüman” olarak adlandırmaları, bu saldırı- ların engeli olmadı/değildi ve olmayacak.

Bir kez daha kanıtlanan odur ki, belirleyici olan ideolojik yakınlıklar, aynı etnik kökenden ya da siyasal görüşten olup olmamak değil, mülkiyet ilişkileri; üretim araçları karşısındaki konum ve sınıfsal farklılıklarla bunlara denk dü-

şen çıkarlardır. Kapitalist “piyasa ekonomi(si)”, burjuvazinin tüm öteki temsilcileri için olduğu gibi, “Muhafazakâr demokratİslamcıların da sığındıkları bir “itikat mağarası”dır. Bu “mağa- ra”nın işçi ve emekçiler için, onlar hangi din ve mezhebe “bağlı” olurlarsa olsunlar ya da dini ideolojiyle bağlarının zayıflığı/güçlülüğünden bağımsız olarak ve yine etnik-ulusal kimliklerin- den “azade olarak” kabus yüklü bir alan olduğu; ekonomi ile politika ve ideoloji arasındaki ilişki- ler tarafından tüm kapitalizm tarihi boyunca ta- nıtlanmıştır. “Siyasal İslamcılar”ın “adalet, hak, hukuk, kalkınma, refah ve paylaşım” üzerine söylemle kitleleri yanlarına almaya çalıştıkları; bunu da önemli oranda başarabildikleri doğru- dur, ancak bunun, onların kapitalist piyasa eko- nomisi olarak da ifade edilen kapitalist ekono- mi sistemiyle “karşıtlık”larıyla değil, onu “ihya edip” sürdürmek üzere kolları sıvamalarıyla ilişkisi vardır. “Siyasal İslam”cı pratiğin yeniden kanıtladığı, herhangi toplumsal sınıf ve kesimle- rin birbirleriyle ilişkilerinde bağlayıcı unsur, dini inanç ve etnik köken olmaktan önce ve esas ola- rak hangi sınıftan olunduğu ya da hangi sınıfın yanında durulduğudur. Bundandır ki, emek güç- lerinden başka üretim araçları mülkiyetine sahip olmayan işçiler, emek güçlerinin “karşılığı” ola- rak ödenen ücretlerinin artırılması ve kendilerini

patronlarla hükümete peşkeş çeken sendika pat- ronlarını defetmek üzere direnişe geçtiklerinde, karşılarında hükümet/devlet gücünü, patronları ve sendika ağalarını “birleşik gerici güç” ola- rak görmüşlerdir. Erdoğan ve AKP’sinin başını çektiği “Siyasal İslam”cı politika ve güçler için bağlayıcı olan esas hareket ettiricinin kapitaliz- min “nimetleri” olduğu, böylece bir kez daha kanıtlanmıştır. İşbirlikçi güçler (büyük sermaye sahipleri ve onların devlet/hükümet yöneticile- ri), “İslamist hükümet” yönetiminde devlet gücü (polis, özel besleme güvenlikçiler, MİT’çiler, ajan provokatörler) ve patronlar (yerli-yabancı) aynı safta yer almış, işçilerin karşısında “sınıf tutu- mu” almış; “sınıf birliği” oluşturmuşlardır.

Öte yandan bütün bu yaşanmışlıklar ve ya- şanmakta olanlar işçi sınıfının saflarında –ve yaşam alanlarını korumaya çalışan halk kesim- leriyle özgürlük ve demokrasiden yana olanların eylemleriyle açığa çıktığı üzere– giderek daha yaygın halk muhalefetine doğru genişleyen bir mücadele istemi ve “birikimi” de yeniden be- lirginlik kazanmaya başlamıştır. Bu birikim ve mücadele isteği, gerici barikatların aşılması için sadece olanakların değil güçlerin de artan şekil- de büyümekte olduğunu gösteriyor.

‘KAPAN’DAN ÇIKARAK KUŞATMAYI YARMAK MÜMKÜNDÜR!

“Neoliberal” salgın, şimdi, denebilir ki, yeni- den bir “kalkışma zamanına hazırlanma” eğili- mine giren işçi hareketi tarafından yumruklan- maya başlanmıştır. Metal direnişleriyle birlikte yeniden görülen, “neoliberal” saldırganlığın uzun on yıllarda yarattığı yıkıma ve onun etki- lerine karşı savunma ve hak alımı girişimlerinin, bu saldırganlığın kumanda merkezinde yer alan “Siyasal İslam”cı iktidar ve güçlere doğru da genişleme potansiyeline sahip olduğudur. “Ha- run idiler Karun oldular! öz sözünde ifadesini bulan bir gelişme ve tepki birikimi nedenli ola- rak onun da darbe yemesi önlenemez hale ge- lecektir. Bu kez direniş seslerinin geldiği yer(ler) in, makineli üretimin teknolojik gelişmelerden en ileri düzeyde yararlanılarak yapıldığı fabrika ve işletmeler olmaları, “muhafazakâr milliyetçi”

ideolojik etki altında olan ya da kendilerini öyle addeden metal işçileri çoğunluğunun, patronla- rına, Türk Metal’in sendika ağalarına ve hükü- met gücünün temsilcilerine (siyasi ve polisiye) karşı hemen her yerde komiteler de kurarak direndikleri eylemler ‘zinciri’nin başka şeylerle birlikte sınıf “kimliği”nin “neye kadir olduğu”- nu dost-düşman herkese yeniden anımsatmış olması, böylesi bir gelişme eğilimini de işaret etmektedir. İşçi hareketindeki gelişmeler, bütün kuşatılmışlığına karşın burjuva “kapanı”ndan çıkaracak; burjuva ideolojik-politik ve kültürel kuşatmayı yaracak sosyal güç açısından, bunun yolunu açacak araç ve yöntemlerin geliştirilmek- te olduğunu gösteriyor.

Modern ve hızlandırılmış üretim biçimleri- nin en yoğun ve sistematik olarak uygulandığı otomotiv, demir-çelik vb. işletme işçilerinin et- kisinde oldukları politik-ideolojik görüşlerin engelleyici karakterine karşın, hakları için –ki bunu doğuran, işçilerin kapitalistlerle doğrudan

üretim sürecindeki ilişkileridir– birlikte direnişe geçmeleri, bu yolun açık olduğu veya açılmakta olduğunu gösteriyor. Fabrika ve işyeri komitele- rinin kurulması ve işletilmesi, işçi inisiyatifinin mücadele içindeki gelişmesinin örnekleri ara- sındadır. Patron sendikasının temsilcilerine ve yöneticilerine çıkarılan reddiye ve bu “mafya sendikası”ndan toplu istifalar, işçilerin hakları için mücadeleye karar verdiklerinde, bunun için eyleme giriştiklerinde, kendi pratikleriyle dost ve düşmanlarını daha iyi görme ve tanıma gibi bir “deneyim”den de geçerek, sınıf düşmanlarına karşı kendi sınıf birliklerini örme yönünde daha kararlı davrandıklarının göstergelerinden biri- dir. Bu mücadelelerden geçerek işçiler –ve işçi sınıfı–, sınıf bilinçli sınıf; kendisiyle birlikte tüm ezilenlerin kurtuluşu için mücadele eden sınıf; sömürü ve baskının her türüne karşı mücadele ederek toplumun tüm ezilenlerinin kurtuluş mü- cadelesine öncülük yapan sınıf konumuna yük- selecektir. İleri, sınıf bilinçli unsurlarının bu mü- cadeledeki kararlılıkları, inisiyatifli çalışmaları;

ileri kesimler ile daha geriden gelenler arasında sağlayacakları –ve mutlaka sağlanması gereken– mücadele birliğini geliştirme tutumları, böylesi durumlarda daha da önemli hale gelmiştir. Kı- sacası, tekelci burjuvazinin, emperyalistlerin ve onların dolaysız/dolaylı sözcüleriyle birlikte yedeklenmiş liberal ve sınıf inkârcısı ideolog- larının daha karamsar olmaları için koşulların daha da olgunlaşmakta olduğu; ve özgürlük, de- mokrasi ve sosyalizm mücadelesinin güç, mevzi ve dayanaklarını artırmasının olanaklarının ise genişlemekte olduğu söylenebilir. Metal direnişi olarak da ifade edilen son işçi eylemlerinin gös- terdiği budur ve bu gelişmeler “neoliberal İslam- cı” parti ve iktidarların kapitalizmi savunma ve emperyalist gericiliğe uşaklık etme politikaları nedenli olarak, işçi ve emekçilerin sadece mü- cadelesine değil, hak ve istemlerine de ördükleri “Müslüman, muhafazakâr milliyetçi” barikatının aşılması için de aynı şekilde olgunlaşan bir deği- şime işaret ediyor.

49

işçilere kapitalistleşmeyi öneren bir “demokratik sosyalizm” anlayışı ve marksizmi “aşma” tasavvuru!

Özgür Gündem gazetesinde, 2015 1 Mayıs’ı konu edilerek yayımlanan Adil Bayram imzalı bir makalede, işçi sınıfı ve emekçilerin sendikal örgütlenmesinden sosyalizmin teori ve pratiğine; Marksist-Leninist devlet teorisinden burjuva ve proleter demokrasi –halk demokrasisi dahil– an­layışlarına dek, birbirleriyle ilişkili ve fakat her biri spesifik-belirgin özellikleriyle özel bir irde­lenmeyi gerektiren temel öneme sahip konular üzerinden, Marksist kuram ve sosyalizm pratiği saldırı hedefine kondu; sermaye düzeni ve bur­juva sınıf egemenliğini tehdit etmeyen kapita­lizm içi bir “demokrasi” ve “sosyalizm” anlayışı, mutlak doğru olarak bir kez daha ilan edildi.

Söz konusu makalede, HDP’nin “çizgisini ge­liştirmesi” ve “işçi-emekçi vurgusunu daha çok ve güçlü yapması” gerekliliğine dikkat çekilmiş olması, açıktır ki, yerinde bir uyarı olmuştur. Ne var ki, bu olumluluk, ardı sıra gelen ve makalenin esas konusunu oluşturan, ancak herhangi nesnel dayanağı gösterilemeyen spekülatif varsayımlar tarafından sadece gölgelenmiyor; Marksist kura­ma ve sosyalizm pratiğine yöneltilen eleştirilerin mekanik-metafizik karakteri tarafından da boşa çıkarılıyor. HDP’nin seçim bildirgesine yöneltilen eleştiri açısından söylenirse, sorun, eğer çizginin işçi sınıfı ve kent-kır emekçileri/yoksulları ve ezi­lenleri yararına, onların iktisadi sosyal ve politik talepleri ve bu taleplerin bağlandığı acil ve nihai hedefler doğrultusunda netleştirilmesi ise, bu­nun gereği her şeyden önce, sömürü ve baskının kapitalist kaynağına ve onun hem ürünü hem de koruyucu gücü olan burjuva devletine karşı net ve tutarlı bir mücadele hattının izlenmesi; uluslararası sermayeye, emperyalist ve işbirlikçi gericiliğe karşı mücadelede bulanıklığa yer veril­memesidir. Oysa, söz konusu makale yazarının, bu konudaki önermelerinin içerik ve kapsamı, böylesi bir çizginin izlenmesine barikat örecek türdendir.

Yazarın demokrasi ve sosyalizm anlayışını, ayrıntılarına girmeksizin ana özellikleriyle ele alacağız. Ancak, bundan önce belirtmemiz gere­kir ki, A. Bayram’ın makalesinde öne sürdüğü “demokratik”(!) ön takılı anlayış ve eleştirilerin herhangi özgün bir yanı veya özelliği bulunmu­yor. Patenti, Türkiye ve Ortadoğu’daki izleyici­lerinden önce Batı Avrupalı ve Amerikalı (ABD ve Latin Amerika) “postmodern-postmarksist” teorisyenlere ait olan bu görüşlerin, Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin tasfiyesi ve bununla da bağlantılı olarak uluslararası işçi hareketinin geriye püskürtülmüş olmasından esinlenip güç aldığı ve son on yıllarda işçi sınıfı ve kent-kır emekçilerinin sermayeye karşı mücadelesinin bölünüp parçalanmasında işlev gördüğü bilini­yor. Özgürlük Dünyası’nın daha önceki birden fazla sayısında sosyalizm dışı bu görüşler irde­lenmiş, kapitalizm içi içerikleri sergilenmişti. Ka­pitalist dünya gerçekliği tarafından geçersizlikle­ri açıklığa çıkarılmış bu görüşleri, bundandır ki, burada sadece, işçi sınıfı ve bütün ezilen halk kitlelerinin mücadelesi ve hareketinin ihtiyaçları bağlamıyla sınırlı bir kapsamda ele almakla ye­tineceğiz. (Umarız ki, bu dostane uyarılar doğru şekilde değerlendirilir.)

“AŞMA”(!) İDDİASINA DAİR BİR ARA NOT

Kurucu teorisyenleri Marx ve Engels olup Lenin’in 20. Yüzyıl dünya kapitalizmi üzerine irdelemeleriyle katkıda bulunarak geliştirdiği Marksist-Leninist kuramın “aşıldığı” yönündeki kurgul iddiaların bizim ülkemiz ve bölgemiz top­raklarında seslendirilmesinden önce, ABD, Latin Amerika, Batı Avrupa gibi ülke ve bölgelerde, Max Weber gibi burjuva liberalleri bir yana bıra­kılırsa, aralarında “Marksist olduğunu” ileri sü­ren kimi sol-liberal teorisyenlerin de bulunduğu “post modern” vaizler tarafından seslendirildiği, hiç değilse, “sol cenahta yer alan”ların büyük çoğunluğu tarafından biliniyor. Marx, Engels ve Lenin’i, tarihsel materyalist ve diyalektik dünya görüşünü; toplumlar tarihi ve üretim sistemleri bağlamında “determinist tarihselci”; “sınıf in­dirgemeci” ve hatta “iradeci ve otoriter” olarak tanımlayıp, aşılması gerektiğini ileri sürerek, kül­türel-çevreci, etnisist ve cinsiyet kimlikçi sözüm ona aşkın yeni tezlerle ortaya çıkanlar içinde, “hakları”nı teslim etmek gerekirse, Frankfurt Okulu teorisyenleri ilk sırada yer alırlar. Ardıl­ları, farklı “ekol” ve isimlerle iki düzine kadar sıralanabilirler. “Batı Marksizmi” teorisyenleri; Nietzsche ve Saussere’den ilham almış Althus­ser, Foucault, Derida, Lacan, Negri, Laclau ve Witgenstein bunlardan bazılarıdır.

Burada ve şimdilik söylenecek olan, “aşma” fikri ve iddiasının, “altı doldurulmak” üzere ortaya konmuş görüşlerin doğruluğu-yanlışlığı saklı tutularak ele alındığında, bilimsel görüş açısından ve bilimsel gelişme yönünden, veri ve kanıtları ortaya konmuş şekilde, önceki görüş ve buluşların ya yanlışlanarak ya da eksiklikleri gösterilerek, daha ileri bir çözüm yöntemi ve gö­rüşünü dile getirdiğidir. Fizik, kimya, biyoloji gibi pozitif bilimler alanında sözü edilebilecek birçok “aşma” sıralanabilir. Newton fiziği ile Enerjinin Korunumu Kanunu ya da Kuantum fiziği arasın­daki devamlılık ve aşma göz önüne getirilebilir, vb. gibi.

Buradaki tartışma alanıyla sınırlı tutularak alındığında, Marx’ın adıyla bilinen kuramın, sa­dece Marx öncesi burjuva iktisatçıları ve burjuva tarihçileriyle sosyologlarının değil ütopik sosya­listlerin ve Hegel gibi bir felsefe “zirvesi”nin gö­rüşlerinin de eleştiriden geçirilerek aşılmasıyla oluşturulduğunu belirtmekle yetinebiliriz. Unut­mamak gerekir ki, doğa ve toplumun bilimsel analizi söz konusu ise eğer, durağanlık, değiş mezlik, mutlak kesinlik kavram ve kategorileri bilimselliğe değil metafizik-mekanik dogmalara işaret ederler. Ve yine bilinir ki, Marksizm dog­malara değil bilimselliğe dayanır; bilimsel bir te­ori olarak, dünyanın değiştirilmesinin yöntemsel bilimi olarak bir eylem kılavuzudur.

Marx’ın kuramının –Engels ve Lenin ile birlik­te– kendinden önceki teorisyenlerin ortaya koy­duklarından ayrışan başlıca özelliği, onların top­lum tarihine ve iktisadi sistemlere ilişkin görüş­lerinin eksiklikleri ve yetersizliklerini karşısında yalnızca daha yetkin, daha bilimsel, daha bütün­lüklü bir teori oluşu değil, toplumsal gelişme ve değişmenin özgün yasalarını, maddi nesnel ka­nıtlarıyla göstermiş olması ve kendinden önce­kilerin kaba materyalist, metafizik dogmalarını mahkum etmesiyle birlikte, onların yakınından bile geçemedikleri artı-değer yasasını bulması ve sınıf mücadelesini sınıfların ortadan kalkma­sına dek süren, sömürüsüz topluma varmaksızın sınıf karşıtlıklarının ortadan kaldırılamayacağını ve üretim araçlarının özel mülkiyetine sahip bir bölüm insanın (egemen sınıf) diğerleri üzerin­deki hakimiyetine son verilemeyeceğini bilimsel olarak ortaya koymuş olmasıydı.

Buradan çıkarılabilir olan ve çıkarılan en önemli sonuç şuydu: Sosyalizmin maddi top­lumsal temeli ve onu gerçekleştirecek güçler başka bir yerde değil kapitalizmin bağrında doğmakta, onun tarafından kaçınılmaz olarak hazır hale getirilmektedir. Sanayi üretimi ve pro­letaryanın doğup büyümesiyle birlikte, üretim araçlarının kapitalist özel mülkiyeti ile üretimin toplumsal niteliği arasındaki çelişki temeli üze­rinde şekillenen proletarya-burjuvazi çelişkisi, proletaryayı, üretim sürecindeki işleviyle bağlı biçimde örgütlü mücadeleye yönelterek sınıf bilinçli ileri kesimlerinin yönetiminde iktidar sa­vaşına sürüyor; ilkel komünal dönemi dışındaki tüm insan(lık) tarihinin gelişme sürecini belirle­diği gibi, sınıf mücadelesi yoluyla, kapitalizmin tasfiyesi, proletaryanın devrimci eylemi ve mü­cadelesiyle gerçekleştiriliyordu. Tüm insanlık tarihi bu mücadelenin basitten karmaşığa iler­lediğini kanıtlamıştır.

Bu durumda, Marksizmi sözüm ona aştığını ileri süren herhangi birine düşen, öncelikli ola­rak Marx’ın bu görüşlerinin; her şeyden önce de artı-değer teorisi ve sınıf mücadelesi yasalarının yanlışlaşmasını kanıtlarıyla göstermesi olmak durumundadır. “Aşma” iddiasıyla ortaya çıkan­lardan hiçbiri bugüne dek böylesine bir “yete­nek” ve başarı göstermiş değiller. Bunun yerine, Marx’ın kuramını ya tek yanlı ve kaba materya­list bir anlayışla ele alarak bütünlüğü ve iç tutar­lılığını bozmaya kalktılar ya da toplumsal-tarih­sel gelişmenin diyalektiğini görmezden gelerek, insanlık tarihinin gelişme sürecinde Marx sonra­sı dönemde gündeme gelen bazı kültürel-ekolo­jist sorunları söz konusu ederek, “Marx bunları görmemişti” (!) türünden uyduruk ve absürt suç­lamalarla sözüm ona aşkın teoriler oluşturmaya koyuldular. A. Bayram’ın makalesinde yer alan kesinlemelerin bu türden bir “aşma” iddiası ve mantığının ürünü olduğu görülüyor.

BİR AŞKIN TEZ OLARAK “DEMOKRATİK SOSYALİZM” NEDİR NE DEĞİLDİR?

Kapitalizm ile sosyalizmin temel önemde­ki farklılıklarının her şeyden önce iktisadi-sosyal temeldeki farklılıklar olması anlaşılır bir durumdur. Kapitalizmi antidemokratik, sosyalizmi demokratik yapan, siyasal alan­daki eşitlik-eşitsizlik, özgürlük-özgürsüzlük­ten önce ve esas olarak toplumsal sınıfların üretim araçlarıyla –bu araçların mülkiyetiy­le– ilişkisi; bu ilişkinin niteliğidir. “Demokra­tik sosyalizm” tezinin bir orijinalitesi, bir öz­günlüğü var mıdır sorusuna yanıt vermeden önce, şu iki temel önemdeki noktaya dikkat çekmekte yarar olacaktır: Kapitalizm ile sos­yalizmin birbirleriyle uzlaşma kabul etmez ni­teliksel farklılığı, ilkinin artı değer üretimine ve emek gücünün kapitalist sömürülmesine dayanan bir ekonomik sistem olmasına karşı­lık, sosyalizmin sömürüyle birlikte sınıf farklı­lıklarının ortadan kaldırılması amacıyla bağlı oluşudur. “Demokrasi” kavramı sosyalizm ile ilişkilendirilerek kullanıldığında, sosyaliz­min bu temel niteliksel özelliği ve özgünlüğü göz ardı edilirse, varılacak yer, liberal burju­va vaizlerin anti sosyalist mevzii olacaktır.

Sosyalizmin demokratik niteliğini belirleyen temel bağlayıcı “ilke”, üretim araçlarının ko­lektif mülkiyete geçirilmesi ile sömürünün tasfiyesidir. Siyasal demokrasiyi ekonomik-sosyal temelinden soyutlayanlar, emek gücü ile sermaye arasındaki ilişkide “özgürlük” ve demokrasi görenlerdir. Kapitalizm, siya­sal alandaki baskı, ayrıcalık ve saldırılardan önce, iktisadi alandaki sömüren-sömürülen ilişkisi tarafından belirlenen antidemokratizm ile maluldür. O, bir azınlık-ayrıcalıklı sınıfın toplumun çoğunluğu üzerindeki hegemonik sistemi olmasıyla antidemokratiktir.

Reel sosyalizm” olarak adlandırdıkları Sovyetler Birliği’ndeki sosyalist inşanın “çö­zülmesi” ve “tasfiyesi”nden hareketle Mark­sist sosyalizmi anti demokratik ilan ederek “demokratik sosyalizm”e ihtiyaçtan söz eden­ler, sosyalizmin temel niteliksel özelliklerini; toplumun sömürü ve baskıdan kurtuluşunun ve kolektif çıkarlarının ifadesi olarak sosya­lizmin demokratik karakterde olduğunu göz ardı ediyorlar. Bu sığ görüş, diğer yandan, 1990’ların dünya-bölge ve ülke koşulların­da, işçi sınıfı ve ezilen halkların uluslararası alanda kapsamlı saldırılarla geriye püskür­tüldükleri bir dönemde yaygınlaştırılmış ol­masına karşın, “demokratik”-”özgürlükçü”-”güler yüzlü”-”insancıl” ön takılarıyla çok daha önceden gündeme getirilmiş ve fakat inandırıcılık göstermemiştir. Bu sözüm ona teori ve tezlerin, sosyalizmin yenilgiye uğra­tılması ve sömürülüp-ezilen halkların kurtu­luş mücadelelerinin emperyalist ve işbirlikçi gericilikler tarafından bastırılması koşulları­nın ürünü olması; Marksist sosyalizm anla­yışına karşı suçlamaların bu yenilgiden güç alarak şekillenmesi, “gerçekleşen sosyalizmin eksiklikleri”nin sosyalist teorinin “yanlışları” olarak gösterilmesi, eksikliklerin eleştirisi ye­rine kuramın suçlanması; ve yerine de kapita­lizm içi olmakla malul alternatifleri içermesi, liberal burjuva sınırları aşmayan karakterde olduklarını göstermektedir.

A. Bayram’ın “devletsiz demokrasi” ve “dev­letsiz sosyalizm” kurgularına gelecek olursak, bu kurguların neyi içerdiği ya da herhangi geçerliğe sahip olup olmadıkları, buraya kadar söylenen­ler tarafından aslında gösterilmiş bulunuyor. Demokrasi ve sosyalizmin devlet ile ilişkisi, açık olmalıdır ki, iktisadi-sosyal sistem ve koşullar­dan soyutlanarak irdelenemez. Başka biçimde söylenirse, ekonomik-toplumsal sistemler ile onların siyasal üst yapı kurumları birbirleriyle bağlı olmak durumundadırlar. A. Bayram bir ez­beri yineleyerek, “Artık devlet ile sosyalizmin bir arada olabileceğine hiç kimse inanmıyor. Yani devletçi sosyalizm anlayışı tarihe karıştı. Sos­yalizmin özgürlük, farklılıklara dayalı eşitlik ve paylaşım ilkelerinin devlet gibi bir baskı ve zor aracıyla gerçekleşemeyeceği herkesçe anlaşılır oldu.” diye yazıyor.

Bu iddiaların mutlakçı karakteri bir yana, sosyalizm ile bağdaşırlığı yoktur. Kesinlemele­rin metafizik karakteri “herkes” tarafından de­ğilse de, materyalist diyalektik dünya görüşüne sahip olan ve toplumsal yaşam ve sistemlerin tarihsel karakterine ilişkin bilimsel analiz gücü gösterenlerin büyük çoğunluğu tarafından gö­rülebilir. “Artık devlet ile sosyalizmin bir ara­da olabileceğine hiç kimse inanmıyor” iddiası sadece aşırı bir abartıyı ifade etmiyor, bilimsel düşünceye de aykırı düşüyor. “Devletçi sosya­lizm anlayışının tarihe karıştığı” kesinlemesi de, aynı şekilde gerçek dışıdır. Dünyanın bir­çok ülkesinde mücadele eden proleterler ile emekçilerin ileri kesimlerinin ve onların parti ve örgütlerinin teori ve pratiğinin yok sayılması bir yana, bu iddia, proletaryaya, kendi iktidarı altında ve iktidar olarak sosyalizmi inşa etme olanağını, bile isteye, eskinin kapitalistlerine terk etme çağrısı dışında bir şey ifade etmez.

Sosyalizm-devlet ilişkisi ya da sosyalizmde devletin işlevi ve niteliği sorunu, açık olmalıdır ki, sosyalizm öncesi tüm sınıflı ve devletli top­lumsal sistemlerden temel önemde niteliksel farklılıklar gösterir. Proletaryanın devleti, burju­vazinin eski cennetini geri getirmesini bastırmak için zorunlu, ama devletten devletsizliğe geçiş sürecinin geçici bir örgütlenmesi olarak sönüm­lenip yok olmaya mahkûm bir araçtır. Buna aykırı düşen her düşünce, tarihsel gelişmenin günümüze dek ortaya çıkardığı yönetim biçimle­ri ve devlet örgütlenmesi/örgütlenmelerinin an­ lamını flulaştırarak, anarşizan devlet anlayışına varır ki, bunun toplumsal gerçeklikler karşısında herhangi geçerliği yoktur.

Devletin olduğu yerde, evet, baskı vardır ve olacaktır. Marksistler, Marx, Engels, Lenin ve Sta­lin başta olmak üzere, hiçbir yerde, devletin sos­yalizm koşullarında ve sosyalizmi inşa pratiğin­deki işlevini başka biçimde göstermemişlerdir. Bu, ama, kapitalist devlet ile sosyalist devletin niteliksel farklılıklarının göz ardı edilerek, tıpkı burjuva diktatörlüğünün proletarya ve emekçi­ler üzerindeki sömürüyü korucu diktatörlüğün­de olduğu üzere, sosyalist devleti –proletaryanın kendi devletini– halkın üzerindeki bir baskı aracı olarak göstermeye yönelik her türden çarpıtma ve inkâra da set çeker. Yazar, sosyalist devleti, kapitalistlerin zor aygıtıyla benzer biçimde –hal­kın üzerinde– halka karşı baskı ve zor aygıtı ola­rak göstermekte; devletsiz sosyalizm=komünizm aşamasıyla, bu aşamaya varış sürecinde, o aşamaya varabilmek için, Engels’in ve Lenin’in deyişleriyle artık “devlet olmayan devlet”in ge­rekliliğini reddederek, köy-mahalle-semt vb. gibi “özyönetim” modelleriyle sosyalizmin kurulabi­leceği hayali yaymaktadır. Sosyalizmin –önceki pratiğin kanıtladığı üzere– herhangi bir ülkede ya da birden fazla ülkelerde kurulması koşul­larında dahi, ancak merkezi bir örgütlenme ve planlama dahilinde inşa edilebileceği gerçeği, “aşma”cı teorisyenlerin çoğunda olduğu üzere, onların izleyicisi yazarlarda da önemsiz göste­rilmekle kalmamakta; siyasal alandaki eşitlik ve özgürlük gerekçe gösterilerek, atlanmaktadır. Kapitalist devlet ile sosyalist devletin sınıf niteliği atlanarak, bu iki farklı devletin uyguladığı baskı ve zorun hedefindeki kesimlerin kimliği göz ardı edilerek, soyut bir devlet karşıtlığı vazetmek, anarşizan bir anlayışa işaret etmekle kalmaz; işçi sınıfı ve emekçilerin burjuva despotik dik­tatörlüğe karşı mücadelesini de zaafa uğratır ve darbeler.

Sosyalist aşamada, devletin varlığına duyu­lan ihtiyaç, bir ideal değil, zorunluluktur. Sosya­lizmin kendisini silahlandırılmış halk güçlerine dayanarak ve onları devletin her kademesinde örgütlü bir güç halinde koordine ederek kapi­talizmin saldırılarına karşı koruması ihtiyacı tarafından belirlenen geçici bir durumdur. Bu­rada önemli olan, bu yeni devlet örgütlenme­sinin silahlandırılmış halkın her düzeydeki yö­netime doğrudan katılması, görevlendirilenlerin görevlerinden geri alınmaları hakkının dolaysız olarak emekçilerin kendilerinde olması, küçük üretim temeli üzerinde kapitalizmin yeniden üreyip hakim olmasına olanak tanınmaması ve her kademede görevlilerle diğer emekçilerin ya­şam standartları arasında ayrıcalıklara olanak tanınmamasıdır.

Devlet sonal olarak ortadan kalkacak; prole­tarya iktidarı aracıyla komünizme geçilmesi ko­şullarında işlevi son bularak tarihe karışacaktır. Bu zor ve baskı aygıtının kapitalizm koşullarında işçi sınıfı ve emekçilere karşı uygulanması ile devrilmiş ve fakat direnci bin kat artmış eski­nin sömürücü azınlık sınıfına karşı işçi sınıfının devrimci iktidarı olarak uygulanması arasında fark görmeyip, sosyalizmi devletle bağdaşmaz göstermek, proletarya ve emekçileri daha baş­tan silahsız bırakmak olacaktır. Paris Komünü ile bağlantılandırarak, proletarya ve emekçilere “öz savunma” ile yetinmelerini salık veren ya­zar, Komün’ün yenilgiye uğramasında başlıca olarak Merkez Komitesi’nin yetkilerini erken devri, Fransız Ulusal Bankası’na el koymaması ve Versay’ı alt etmek üzere zamanında harekete geçmemesi gibi zaafların rol oynadığını atlamak­tadır. “Demokratik sosyalizm” adına, işçi sınıfı devletinin reddedilmesi ve yerine “parti-toplum” projesinin ikame edilmek istenmesi, oysa, parti yönetimine daraltılmış bir tür devlet anlayışına işaret eder.

Demokratik sosyalizmin tanımlanması en önemli düşünsel devrimlerden birini ifade eder” diye yazabilmek için ise, kişinin ya insan soyu­nun tarihsel ilerleyişinde, doğa ve toplum yasa­larının bilgisiyle düşünsel alanda yol gösterici olmuş büyük deha sahibi bilim insanlarının var­lığından bihaber olması ya da bu tanımlamanın hiçbir orijinalitesi olmamakla birlikte, ona abar­tılı bir önem atfetmek için özel bir çaba göster­meye kendini zorunlu sayması gerekir.

Sosyalizm, evet, devrilmiş ve fakat eski ka­pitalist cennetini geri getirmek için caniyane bir saldırganlıkla ve uluslararası gericiliğin des­teğindeki eski egemen sınıfa karşı amansız bir baskı uygulamak zorundadır. Ne var ki, bundan hareketle, sosyalizmi anti demokratik ilan etmek akla ve bilime ziyan bir sözüm ona demokrasici­lik tasavvur etmektir ki, bunun için, en azından gerçeğe aykırılığı bile isteyerek ya da farkında olmaksızın savunmuş olmak gerekir.

Yazar devam ediyor ve “Demokrasiyi bir devlet biçimi olarak gören anlayışın ne kadar yanlış olduğu artık netçe açığa çıkmıştır. De­mokrasinin devletten kopartılarak esas yeri olan toplumla birleştirilmesi tarihi önemdedir. Böylece sosyalizmin demokrasi aracıyla bir­leştirilmesi ve demokratik sosyalizm tanımlan­ması en önemli düşünsel devrimlerden birini ifade eder” diye yazıyor.

Demokrasi sorununun bu ele alınışında, “hangi demokrasi, kim için kimin demokrasi­si?” sorusu yanıtsızdır. İnsan soyunun tarihsel “serüveni”, ilkel komünal dönemi dışındaki tüm sürecin sınıf farklılıkları ve çıkar çatış­maları üzerinden belirlendiğini; ortaya çıkan siyasal biçimlenmelerin/devlet şekillerinin bu çıkarlara bağlı olarak gerçekleştiğini göster­miştir. Eğer “netçe açığa çıkmıştır” denilecek şeylerden söz edilecekse, bunlardan biri de işte budur. A. Bayram, “herkes için demokra­si” anlayışını günümüze kadar olan toplumsal süreç açısından genel geçerliliğe sahipmiş gibi gösteriyor ve “biz söyledikse doğrudur” mantı­ğıyla, örnek olsun burjuva demokrasisinin bir devlet biçimi olamayacağını vazediyor. İleri sü­rülen bu görüşe göre, demokrasi herkes için eksiksiz bir eşitlik ve özgürlük ifade ettiğinden ve devletin hangi biçimi olursa olsun baskı ve zoru içerdiğinden, bu ikisi bir arada olamazlar! Toplumsal gerçekte ise, herkes için eksiksiz, eşitlik ve özgürlük ifadesi olarak bir demokra­siden ancak sömürü sistemine ve sınıf farklı­lıklarına son verildiği koşullarda söz edilebilir. Sınıflı toplumların tümünde ise, “demokratik devlet” ancak egemen sınıf için demokrasiyi tanımlar. Yazarın başlıca açmazı, bu farklılıkla­rı görmezden gelmesi ya da atlamasıdır.

nite­liği, demokratik olup olmamasını belirler ve “demokratik toplum” kavramlaştırması bu ba­kımdan sorunu bulanıklaştırıcı işlev görür. A. Bayram’ın ikide bir baş vurduğu “toplum”un örneğin tüm sınıfları kucaklayan-kapsayan bir anlamı da olduğuna göre, yazarın bu kavrama baş vururken, belirli bir kesimi mi, yoksa tüm sınıflardan tüm kesimleri mi işaret ettiği belir­sizleşmektedir. “Demokratik toplum” formü­lasyonu bundandır ki, liberal burjuva söyle­miyle karışmakta; burjuva ideolojik argüman­lara bağlanmaktadır. Devletsiz demokrasi –ki “topluluk demokrasisi” olarak tarif ediliyor–, otonom toplulukların komünal yaşam biçim­leri halinde oluşması/oluşabilmesinin maddi toplumsal temeli, kapitalizm koşullarında ka­lındığı sürece yaratılamaz. İşçi ve emekçilere “kendi işletmelerini kurma” yoluyla “kendi­lerini yönetme”yi öneren anlayışın herhangi pratik gerçekliği ve gerçekleşirliği yoktur. Ya kapitalizm tasfiye edilerek toplumsal yaşa­mın bütün alanlarında işçi-emekçi yönetimi gerçekleştirilir ya da rekabet ve sömürü top­lumu olan kapitalizm sınırları içinde, işçi ve emekçiler yönünden ancak istisnai olarak gö­rülebilecek sınıf atlamalarıyla sınırlı; ve sınırlı sayıda birey emekçinin “girişimci”-”işletmeci” olmasından öteye geçmez. Kapitalizm ve bur­juva devletinin karşıya alınmaması durumun­da yaşanacak olan, işçilerle birlikte kent-kır emekçilerinin de giderek artan şekilde mülk­süzleştirilmeleridir çünkü.

iŞLETME KURUN” VE “ÖZ SAVUNMADA KALIN” ÇAĞRISI YA DA HAK ALMA MÜCADELESİNE REDDİYE

Adil Bayram, sosyalizm ve demokrasiye ilişkin “demokratik” ön takılı bu düşüncelerin “eskinin devlet ve iktidara bağlı olan şiddet anlayışı”nın aşılmasını da sağladığını ve bu­nun yerine “öz savunma direnişi”nin geçtiğini belirterek, bunu “Paris Komünü Barikatları” ile ilişkilendiriyor. Devamında da “iktidar ve devlet güçlerinin saldırıları karşışında meşru savunma”dan söz ederek, bu savunmanın “ta­mamen öz savunma kapsamında olması ve o kapsamı aşmaması esastır” vurgusuyla, burju­va devleti ve iktidarının hep yerinde ve hakim konumda kalacağı öngörüyor ve onun saldırıları karşısında savunmayla yetinen ve bunu aşma­mayı önüne koyan bir “mücadele” hattı belir­liyor, işçi sınıfı ve emekçiler adına! Bu tür bir “mücadele”nin iktidar ve devlet “olmamak” ile; “demokratik toplum” konumunda bulunmak ile gerekçelendirildiğini, yukarıdan beri söylenenler üzerinden görmüş olduk. Ancak, açıklama ge­rektirmez biçimde açıktır ki, bu durumdaki bir mücadele ile kapitalizm sınırları dışına çıkan bir “aşma” söz konusu bile olamayacaktır.

Yazar, makalesinde baştan sona iktidar sorununu ötelemeye; önemsiz ve gereksiz gös­termeye odaklıdır. “Toplum” kavramını, anlam belirsizliği bağlamında öne çıkarmış, “toplum odaklı olma”yı demokrasi ve sosyalizm anlayı­şının odağına yerleştirirken, “toplum”u bütün sınıfları kucaklayan bir “bütün” olarak tasav­vur etmekte; işçi ve emekçileri, devlete karşı mücadele ederek, direnerek hak alma yerine, “öz savunma”da kalarak ve “işletmeler kurup yöneterek” hakim sınıfa ve iktidarına tabi kal­makla yetinmeye çağırmaktadır. Başka türlü söylenirse, yazarın işçi sınıfı ve emekçilere “önerdiği”, “öz savunma”yı “aşmayacak” hak isteme yöntemlerini benimsemesi; örnek ol­sun herhangi saldırı mevziinde olmamasıdır. Kendini kapitalizm ve burjuva devlet tarafın­dan belirlenen sınırlara kapatan bu ideolojik-siyasal düşünceye “önemli düşünsel devrim” elbisesi giydirilmesi ise, en hafifinden boş bir böbürlenmeye işaret eder.

İşçi ve emekçilere önerilenin ne olduğunu, yazarın kendisi şöyle ifade ediyor: “Peki bu ifa­deler ne anlama gelmektedir? Yani demokratik sosyalizm partileri ve onun kadroları devlet kur­mayı ve iktidar olmayı hedefleyen değil, toplu­mu eğitip örgütleyerek demokratik toplumu ge­liştirmeyi hedefleyen parti ve kadrolar olmalıdır. Reel sosyalizmin parti-devlet birliği yerini parti-toplum birliği almalıdır.

Çok açıktır; iktidar hedeflenmeyecektir! Bu böyleyse eğer, yıkılacak bir iktidar da yok de­mektir ya da olmayacaktır. Oysa, uluslararası sermaye ve işbirlikçi burjuvazinin toplumsal yaşama hakim olduğu günümüz koşullarında, en küçük demokratik-ekonomik ve politik ta­lebin elde edilmesi için dahi egemen burju­va iktidarına ve kapitalist burjuvaziye karşı, burjuva sınırlarını aşmayı önüne koyan bir mücadele şarttır. Bu olmaksızın bir hak savu­nusu dahi mümkün olmamaktadır. Parti-top­lum “birliği”nin sağlanması için dahi siyasal partinin yönlendirmesindeki mücadelenin bir iktidar mücadelesi olarak yürütülmesi gerekir.

A. Bayram’ın formülünde, işçi sınıfı ve emekçilere ve onların sendikal-politik örgütle­rine, burjuva iktidarına karşı mücadeleye sınır çekilirken, bu sınır çizme ve “devlet ve iktidar olmama” adına, mevcut sermaye iktidarı ve burjuva gericiliğine tabi olma salık verilmek­tedir. Yazar, işçi ve emekçilerin değişik örgüt­lerine ihtiyaçtan söz ederek, “Peki yeni işçi ve emekçi örgütleri nasıl olacaktır?” sorusunu sormakta ve bu soruya, “Her şeyden önce, grev ve gösteri yaparak devletten hak isteyen değil, kendi işyerini kuran ya da çalıştığı yerin sahibi olan, böylece üretim ve yaşamda kendi kendini yöneten topluluk örgütlenmeleri ger­çekleşecektir. Yani işçi ve emekçilerin kitlesel örgütlenmeleri de devlet ve iktidar odaklı de­ğil, tamamen demokratik toplum odaklı örgüt­lenmeler olacaktır” yanıtı vermektedir.

Olağan durumunda dahi işçi ve emekçile­rin devlet ve iktidarın varlığı ve işleviyle bağlı olmayan herhangi toplumsal sorun ve talebi­nin bulunmadığını düşünmek için insanın sı­nıfların tarihi ve ilişkileri üzerine az-çok bir bilgiye sahip olması yeterlidir. Burjuva devleti, bütün organları-örgütleriyle birlikte, örnek ol­sun Bursa’da Metal işçilerinin giriştikleri hak alma mücadelesinin karşısında yer almışlar­ken, burjuva iktidar ve devletine karşı, hakla­rını koparıp almaları için mücadelenin kaçınıl­mazlığı açık iken; sadece sendika patronlarını ve kapitalistleri değil hükümet ve devlet gü­cünü de karşı alarak direnmeleri zorunluluk gösteriyor iken, onlara, grev ve direniş yap­mayı değil, işyerlerini kurmalarını söylemek, havanda su dövmek gibi bir şey olur! Yazar, kapitalizm koşullarında emek güçlerini sata­rak yaşamlarını ancak sürdürebilir olanlara, istisnaî durumlardaki tekil örnekleri bir yana asla mümkün olmayacak bir şeyi; sınıf değiş­tirmeyi önerirken, gerçeğe ilgisiz ve dışsaldır. Yazarın günümüz kapitalizmi koşullarında, milyonlarca işçinin işsizliğe, on milyonların yoksulluğa mahkum edildiği ve öyle kalmaları için zor ve baskının bin bir türünün dayatıl­dığı toplum gerçekliğinde, ütopistlerin –ör­nek olsun Robert Owen’in– safiyane görüşleri ve girişimleriyle en küçük bir benzerlik bile gösteremeyecek olan bir durumu; bir “kade­rine rıza gösterme” ve hayallerle oyalanmayı önermekte, dahası uygun görmektedir. İşçi ve emekçiler ile örgütlerinin böylesi türden bir “öz savunma” mevziini tutmaları ve “kendi işletmelerini kurarak yönetme” hayaliyle oya­lanmaları, oysa, onların mevcut ilişkilere ve sömürü koşullarına mahkum edilmelerinden başka bir sonuç doğurmayacaktır.

Yazar, burjuva devlet ve kapitalist sömürüye karşı mücadele sorununu ve bunun sendikal ve politik örgütlerinin kapsam ve niteliğini, kapita­lizm içi ve kapitalizmin sınırları aşmayacak bir anlayışla ele alıyor; sınıf ilişkileri ve çelişkilerine, devlet olarak örgütlenmiş egemen sınıfın bu iliş­ki ve çelişkiler bağlamında tuttuğu yere; üretim araçlarının kolektif mülkiyeti ile onların kapita­list özel mülkiyeti arasındaki uzlaşmazlığı gözar­dı ederek, burjuva devletinin denetimi altında, “komünal topluluk ekonomileri” inşaası vaazıyla Marksizme ve sosyalizmin inşası pratiğine saldı­rılar yöneltiyor.

Bu görüşler, sosyalizm bir yana, tutarlı bir de­mokrasi mücadelesi açısından dahi ciddi olarak sorunludurlar. Bu görüşlerin işçi ve emekçilerin saflarında ve onların örgütlerinde göreceği işlev, olsa olsa, hak alma ve sömürü ve baskıya son verme mücadelesini zaafa uğratma olacaktır. Proletarya ve emekçiler, oysa, sömürü ve baskı koşullarında yaşamak istemiyorlarsa eğer, yaza­rın ortaya koyduğu görüşlerin aksine, devlet ve iktidar odaklı bir mücadeleye girişmek; burjuva iktidarına son vererek, kendilerinin sınıf iktida­rını kurmak zorundadırlar. Sermayenin baskı ve sömürüsüne son vermeleri başka türlü mümkün olmayacaktır, çünkü.

 

145. doğum yıldönümü vesilesiyle Lenin ve Leninist­Bolşevik parti görüşü

22 Nisan 1870’te Rusya’nın Simbirsk bölgesinde doğan Lenin (Vladimir İlyiç Ulyanov), – (ölümü

21 Ocak 1924­Moskova) –, RSDİP(Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi); daha sonra SBKP(B)‘nin

(Sovyetler Birliği Komünist Partisi­Bolşevik) öncülüğünde gerçekleşen Ekim Devrimi ve Sosyalist

inşanın lideri olarak ortaya koyduğu mücadele ve örgüt anlayışı ve marksist teorik­felsefi birikime

katkılarıyla, yüz yılı aşkın süredir dünya işçi sınıfı ve ezilen halklarının, sermaye diktatörlüğünden

kurtuluş mücadelesine yol göstermeye devam ediyor.[1] Lenin’in anısına ve büyük eserine işaret

etmek üzere yazılan bu makale, O‘nun, Marx ve Engels’in devrimci çizgisinde, işçi sınıfı

hareketiyle sosyalizmin birliği için yorulmak bilmez ve kararlı çalışmasının en önemli ürünlerinden

biri olan, ve işçi sınıfı ve kent­kır yoksullarının siyasal demokrasi mücadelesinde gördükleri eğitim

ve kazandıkları deneyimle sosyalist siyasal mücadeleyi zafere ulaştırmaları için “olmaz ise olmaz“

koşul, araç ve silah olarak görülebilecek devrimci parti fikri ve parti çalışmasının içeriği gibi,

Lenin’in katkılarının belirli bir alanıyla kendini sınırlıyor.[2]

LENİN VE İŞÇİ SINIFININ LENİNİST DEVRİMCİ PARTİSİ

Toplumsal sorunların ve çözümlerinin tarihsel karekterine işaret eden Marx ve Engels’in devrimci

teorisini, onun, mekanist kaba formülasyonlar ve “ölü kalıplar” olarak değil canlı­devrimci ruhu

özümsenerek irdelenmesini ve somut koşulların gerçekçi somut tahliliyle uygulanmasını savunan

ve devrimci teori ile pratiğin birliğinde ısrar eden Lenin, materyalist diyalektik yöntemi parti

sorununa da uyguladı. Lenin, işçi sınıfının devrimci partisinin inşası, üye bileşimi ve faaliyetinin

içeriğine ilişkin düşünce, öneri ve planlarını ayrıntılı ve sistematik olarak, “Bir Yoldaşa Örgütsel

Görevlerimiz Üzerine Mektup“ (Ekonomizm Savunucularıyla Bir Konuşma), “Ne Yapmalı?“

(1902), “Bir Adım İleri, İki Adım Geri” (1904) adlı kitap ve makalelerinde, Parti Kongrelerine

sunduğu rapor taslaklarında, broşür ve mektuplarında açıkladı. Makaleleri ve mektuplarında,

1900’lü yılların başındaki Rusya’nın yerel dağınık, dar çevre örgütlerinin güç ve enerji kaybına

işaret ederek, ileri işçileri ve komünistlerinin gündemine Marksist militan bir merkezi partinin

kuruluşuna olan ihtiyacı ve bunun planını getiriyor; partinin programı, siyasal teşhir ve

ajitasyonunun içeriğine dair önerilerini açıklıyor ve merkezi bir gazetenin örgütlenmesi için

yapılması gerekenler üzerinde duruyordu. Örgüt sorununda Lenin’in üzerinde durduğu öncelikli

konu, Rusya’nın o günkü koşullarında dağınık­çok sayıdaki yerel devrimci grup ve çevrenin belirli

bir devrimci (demokratik ve sosyalist) programı olan merkezi bir partide birleştirilmesi ve bunun

için bütün ülke düzeyinde hareketin örgütlenmesinin, devrimci ajitasyon ve siyasal teşhirin aracı

olarak işlev görecek merkezi bir siyasal gazetenin yayımlanması idi.[3] İşçi kitle hareketi ile

sınıfın bilinçli öncü örgütü olarak proletarya partisi arasındaki ilişki ancak bu iki başlıca

merkezi görev başarıldığı ve mücadele ve örgütlenmenin bu iki temel aracı sağlamca

örgütlendiği ölçüde geliştirilip güçlendirilebilir ve devrimci hedefe bağlı olarak

ilerletilebilirdi. Çarlık otokrasisine ve burjuvaziye karşı giderek daha sert biçimler alan, grev ve

gösteriler şeklinde yaygınlaşan ya da sınıf güç ilişkilerine bağlı olarak saldırılar sonucu geriye

düşen, ardından yeniden yükselişe geçen kitle hareketini ve ihtiyaçlarını gözeten Lenin, her bir

durumda, ona uygun düşen, ancak her defasında mücadelenin örgütlü şekilde sürdürülmesi ve

ilerletilmesine hizmet eden araçların ve taktiklerin geliştirilmesine önem veriyordu. Mücadele,

siyasal bilince ulaşmış proleterlerin örgütlü gücü tarafından yönetilmedikçe zafere

ulaşamazdı. Bu ise partiyi, tüm organları ve üyeleriyle proletarya kitleleri içinde aydınlatma ve

örgütleme çalışması yürütme sorumluluğuyla yükümlü kılıyordu. Parti, işçi sınıfının en ileri

kesimlerinin –sınıf bilincine ulaşmış işçilerin ve sınıfın kurtuluşuna bağlanmış devrimci aydınların–

örgütü olarak her koşulda ve fakat koşulların ve hareketin durumuna göre araçlar ve biçimler

geliştirmede ustalaşarak, yığınların içindeki çalışmasıyla, yığınların en geniş desteğiyle kuşanmış

olarak, onlar içinde dal­budak salarak sağlamca örgütlenmeli; Çarlık gericiliğine ve burjuvaziye

karşı her türlü zorluğa dirençli ve gücünü dolaysız olarak işçi sınıfı ve emekçilerin geniş

kitlelerinden alan bir parti olarak inşa edilmeliydi. Çarlık despotizmi ve polisin yoğun saldırıları

altında illegal temelde örgütlenmenin zorunlu olduğu koşullarda Lenin, parti çalışmasının en

önemli ve başlıca aracı olarak tüm Rusya’yı kapsayan ve yine koşulların zorunlu kılması

nedeniyle o dönemde illegal olarak basılıp­dağıtılacak merkezi bir gazeteyi görüyordu. “Sadece

gazete için materyal temin edilmesi ve dağıtımın iyi yapılması gibi teknik bir görev bile” diye

yazıyordu Lenin, partinin tüm yerel birimlerinden birbirleriyle “canlı ilişki içinde bulunan,

meselelerin genel durumundan haberdar olan, tüm Rusya’yı kapsayan çalışmanın kısmi

fonksiyonlarını düzenli biçimde yerine getirmeye alışan, güçlerini şu ya da bu devrimci eylemin

örgütlenmesinde sınayan güvenilir insanlardan oluşan bir ağ kurulmasını zorunlu kılar.”[4] Bütün

ülke düzeyinde dağıtımı yapılacak, işçi ve halk yaşamının tüm sorunlarının yansıtıldığı, siyasal

teşhir ve ajitasyonu en canlı ve verimli tarzda yürütecek, bütün “işçi mahfilleri”ne girecek, işçilerin

okuyup­yazdıkları ve dağıtımının örgütlenmesinde sorumluluk üstlendikleri, örgütlenmenin ve

siyasal eğitimin aracı olarak işlev görecek “bütün Rusya’yı kapsayan bir gazete”, teşhir ve

ajitasyonun sistematik ve istikrar kazanmış şekilde yürütülmesini sağlayacak, işçilerin –ve halkın

öteki kesimlerinin– siyasal bilincinin gelişmesine yardımcı olacak, hizmet edecekti. Bütün ülke

düzeyinde yayımlanacak bu merkezi gazete yalnızca kolektif ajitatör olarak değil kolektif bir

örgütleyici olarak da rol oynayacak, amatörlüğün aşılması, güçlerin toparlanması ve eğitiminin

aracı olacak; parti örgütü için “iskele” işlevi görecek; kitlelere yönelik propaganda­ajitasyonun

merkezileştirilmesini sağlayacaktı. Nitekim, önceleri “Iskra”, sonraları (1912) ise Pravda,

Bolşeviklerin kitle çalışmasının ve işçi­emekçi kitlelerinin parti etrafında birleştirilmesinin aracı

olarak çok büyük ve önemli işlev gördüler. “Bir Yoldaşa Mektup“ta esasları ortaya konan bu

görüşlerini Lenin, “Ne Yapmalı?” adlı eserinde daha etraflıca ve sistematik şekilde geliştirerek,

proletaryanın devrimci partisinin örgütlenme esasları, kitleler içindeki çalışması; siyasal teşhir,

propaganda ve ajitasyon gibi sorunlarına açıklık getirdi.

Bu eserinde Lenin, işçi sınıfı partisinin örgütlenme ilkelerini, proletaryanın tüm diğer kitle

örgütleriyle ilişkilerini; siyasal bilincin ve sosyalizm görüşünün kitleler içinde güç kazanmasının

yaşamsal önemi ve bunun araçlarını ele alıyor; parti çalışmasının içeriğine açıklık getiriyor; bu

çalışmanın ve örgütlenmesinin biçimleri ile kitle hareketinin olanakları ve ihtiyaçları arasındaki

diyalektik ilişkiye işaret ederek partinin kitleler içinde en yaygın ve açık çalışma olanaklarını ve

araçlarını genişletmeyi gözeten bir tutumla güç kazanması için gerekli olanları ortaya koyuyordu.

Partinin kitleler içinde böylesine güçlü­yaygın ve sağlamca yerleşmesi ve örgütlenebilmesi ve

böylece hareketin “bir bütün olarak istikrarlılığını sağlayabil”mesi için “güçlü bir devrimciler

örgütünün sağlam temellerinden işe başla”mak büyük önem gösteriyordu. O, diğer yandan,

ekonomizmin ve oportünizmin işçi hareketi içinde yol açtığı tahribatı somut örneklemeler eşliğinde

sergileyerek, işçi sınıfının tarihsel devrimci görev ve sorumluluğunu başarıyla yerine

getirebilmesinin siyasal sınıf bilincine ulaşması ile bağlı oluşuna dikkat çekiyor; bunu da,

proletarya partisinin en önemli görevi olarak saptıyordu. “En geniş siyasal ajitasyon”un ve “her

yönlü siyasal teşhirin yürütülmesinin” parti çalışması ve eyleminin “mutlak olarak zorunlu ve

başlıca görevi olduğu”na dikkat çeken Lenin‘in kendi ifadesiyle, “Ne Yapmalı?“, “… Grev

hareketiyle, ekonomik mücadelelerle iç içe geçme“nin, “sonunda ‘Ekonomizm’ olarak bilinen garip

bir soysal­demokrat oportünizmine“ yol açması karşısında, “o zaman egemen akım olan

ekonomizm“in örgütsel faaliyetlerinin “doğasıyla görüş farklılıklarının sistematik bir muhasebesi“;

ve “mücadele için kendiliğinden ayağa kalkan gerçek devrimci sınıftan kopuk olarak hiçbir anlamı

olamayacağı“ bilinciyle kurulacak ve inşa edilecek devrimci örgütün ‘ilkeleri’nin altını çizmek üzere

kaleme alınmıştı. Parti, işçi sınıfı hareketiyle sosyalizmin(sosyalizm bilinci/bilimi) birleşmesinin

ifadesi; bunun örgütü­aracı­olmalıydı! Lenin, örgütsel dağınıklık, çevrecilik, kendiliğindenliğe

tapınç, ekonomizm, subjektivizm ve sağ­sol oportünizme karşı mücadeleyi partinin Marksist-
devrimci ideolojik sağlamlığı için zorunlu sayıyor; her türden zorluğa, devlet baskısı ve polis

terörüne karşı mücadelenin başarısını, işçi sınıfı ve kent ­kır yoksullarının siyasal özgürlük ve

sosyalizm için mücadelesinde görüyor; onların, sınıfın kurtulu için sermaye düzenine ve

hakimiyetine karşı savaşım kararlılığı gösteren ileri ve sınıf bilinçli unsurlarından oluşmuş bir parti

örgütünün yaratılmasını savunuyordu.

1902’de kaleme aldığı ve 1907’de bizzat kendisinin “belirli bir tarihsel durumla”, partinin gelişim

sürecinde geride bırakılmış­aşılmış “belirli bir dönemiyle bağıntısından koparılmaması”nı istediği

“Ne Yapmalı?”da Lenin, Bolşevik parti öğretisinin temel kıstaslarını ortaya koyarken,

demokratik merkeziyetçi bir sınıf partisi, parti üyeliği­ve kadroları, vb. gibi sorunlar etrafındaki

tartışmalarda, partiyi “devrimci teoriyle silahlanmış işçi sınıfının öncü örgütü” olarak

tanımlayarak, temel bir parti kriterinin altını ısrarla çiziyordu. Bu eser, tüm Rusya işçi sınıfının

devrimci partisi için verilen mücadelenin başarıyla yürütülmesi ve sonuçlanmasında yol ve yön

gösterici işlev gördü. Lenin’in “Ne Yapmalı?”da –ve örgüt sorunuyla ilgili diğer çeşitli

makelelerinde– partili mücadele ve parti üyeliğinin kıstasları olarak ortaya koyduğu “üyelik

koşulları“, 1903 Kongresi’nden itibaren, “Bolşevik”­“Menşevik” ayrımı ve bölünmesinde, ayırdedici

rol oynadılar. Lenin‘in, uyglanmasında ısrarlı olduğu bu “kıstas(lar)“a göre; işçi sınıfının

devrimci­Marksist partisinin her üyesi, parti proğramını kabul etmek, partinin bir organı­

örgütünde fiili olarak görev almak ve partiye üyelik aidatı ödemekle yükümlü idi. Lenin

tarafından savunulan üyelik normları, Menşevik lider Martov’un en sadık ve kararlı savunucusu

olduğu “partiye yardım eden herkesin, her grevci işçinin parti üyesi sayılması“; hatta onlara

“kendini parti üyesi ilan etme hakkının tanınması” görüşünün karşısında, partinin demokratik

merkeziyetçi; alt organların üst organlara, tüm partinin merkez komitesine ve parti kongreleri

kararlarına tabi olduğu, devrimci­proleter disiplin içinde örgütlenmesi ve çevrecilikten

kurtulmasında, bağlayıcı kurumsal güvence oluşturdu(lar). 1898’deki ilk kongresinden başlayarak,

dağınık ve iç mücadelelerle geçen grup ve çevre örgütlenmelerinin yerine demokratik

merkeziyetçi işlerliğe sahip tek partinin inşa edilmesi için verilen mücadele içinde kurulan parti,

1902’ den 1912 yılına dek, kitle hareketinin yükselişi­düşüşü; durgunluğu ve kabarması, otokrasi

ve halk arasındaki mücadelenin düzeyi ve seyri tarafından etkilenen fraksiyonel –burada aslında

iki ayrı parti söz konusuydu–, ve oldukça çetin geçen yıpratıcı­bunaltıcı iç mücadeleler

sonucunda, 1912’deki Bolşevik­Menşevik resmi ve kesin ayrılmasıyla yeni bir sürece girerek

Lenin’in Bolşevik çizgisinde yoluna devam etti. İşçilerin ve kent­kır yoksullarının içinde giderek

güçlenen örgütlenmesiyle önderlik yeteneğini daha da geliştirdi. Lenin tüm bu süre boyunca

partide ortaya çıkan ya da partinin önüne çıkan sorunları, ortaya çıkış nedenleri, etkenleri ve

çözüm yollarıyla ele aldı; partiye, çalışmasında ve örgütlenmesinde yol gösterdi. Bu sorunların

çözümü için yol gösterici fikirler geliştirirken işçi hareketinin durumu, mücadelesinin gelişme

düzeyi, sınıflar arası ilişkilerin seyri, hareket noktasını oluşturuyordu. Onun görüşlerinin işçi

kitleleri ve sınıfın mücadelesine bağlanmış aydınlar içinde giderek artan şekilde etkili olmasıyla

birlikte, parti örgütünün Bolşevik sağlamlaştırılması gerçekleştirildi; “işçi sınıfının kendiliğinden

ekonomik mücadelesi içinde sosyalist siyasal karakter kazanacağı; kendiliğinden hareketin bu

kendiliğindenliği içinde ve kendiliğinden olarak sosyalizme ulaşacağı” şeklinde ifade

edebileceğimiz ekonomist akım etkisiz kılındı ve Menşevizm yenilgiye uğratıldı.

PARTİ ÜYELİĞİ SORUNUNDA LENİN

Parti örgütlenmesinin esaslarına ilişkin görüşlerini ana noktalarıyla “BirYoldaşa Mektup”ta açıklayan

Lenin, bu yaklaşımını “Ne Yapmalı?“ ve “Bir Adım İleri İki Adım Geri“ adlı eserlerinde geliştirdi.

“Bir Yoldaşa Mektup”ta, “Genel olarak örgütlenme derecesine ve özel olarak da örgütün gizliliğine

ilişkin olarak ana çizgileriyle şu kategoriler düşünülebilir” diyerek, yaklaşımını şöyle özetliyordu:

“1) devrimcilerin örgütleri; 2) olabildiği ölçüde yaygın ve çeşitli işçi örgütleri (belli koşullarda, öteki

sınıfların belli öğelerini de kapsamına alacağını düşünerek, kendimi işçi sınıfıyla sınırlıyorum).

Partiyi bu iki kategori meydana getirir.“ Sonraki ayrıntılandırmalarında; sözünü ettiği işçileri

“parti program ve tüzügünü kabul eden ve partiye katılmak isteyen işçiler“ olarak tanımladı. Bu

örgütlere, “Ayrıca ­diye ayırarak­ şunları ekliyordu: 3) partiyle ilişiği olan işçi örgütleri; 4) partiyle

ilişiği olmayan ama fiilen onun denetim ve yönetiminde bulunan işçi örgütleri; 5) işçi sınıfının,

sınıf savaşımının büyük ölçüde kendini gösterdiği olaylarda, belli bir oranda sosyal­demokrat

partinin kısmen yönetimi altına giren örgütlenmemiş öğeleri.“

Lenin, II. ve III.Parti Kongreleri’ndeki Tüzük tartışmaları bağlamında, “Bu, aşağı­yukarı, benim

sorunu nasıl ele aldığımı gösterir.”[5]diyerek, “Bir Yoldaşa Mektup“ta açıklanan görüşlerine

yeniden atıfta bulunur. Buna göre, geniş yığınlara yönelik “ve bu yüzden de olabildiğince gevşek

ve gizlilikten uzak bulunan işçi birlikleri gibi, işçilerin kendi kendilerini eğitme çevreleri ve illegal

yazını okuma çevreleri gibi, sosyalist ve demokratik çevreler, nüfusun bütün öteki kesimleri

arasında sosyalist ve demokratik çevreler, vb., vb. gibi .. çevreleri, sendikaları ve örgütleri her

yerde kurma“ ihtiyacı ve bunların “olabildiğince çok sayıda“ olmaları ve olabildiğince farklı

işlevleri yerine getirmeleri gerekliliği; “bunları devrimciler örgütüyle birbirine karıştırmak, aralarındaki

sınır çizgisini silmek“ için neden olamazdı. Bu, “saçma ve zararlı olur”du. Parti, işçi hareketiyle

kopmazcasına bağlı olacak, işçi­emekçi kitleleri içinde; onların taleplerini savunarak kesintisiz bir

ajitasyon sürdürecek, kendiliğinden hareketin daha ileriden ve etkili tarzda gelişmesine destek

olacak, sermaye ve gericilik karşısında ortaya çıkmış “işçi birlikleri”ni etkisi altına almaya

çalışacak; ancak, “işçi birliklerindeki sosyal­demokrat öğelerle (sosyal­demokrat partiye mensup

olanlarla) sınıf bilincine tam ulaşmamış, siyasal yönden etkin olmayan kişileri” birbirine

karıştırmamayı da bilecekti. “Herhangi bir parti örgütüne mensup olmayan parti üyelerinin

denetim altında tutulmasının yalnızca bir kurgu (fiction) olduğu”nun yadsınamayacağına dikkat

çeken Lenin, o günün ağır illegalite koşullarında, henüz “bir örgütün üyesi olamayan ama

yayınları dağıtan” işçilerin bir örgüte girmelerinden yana olduğunu söylüyor, ve “hatta bu

örgütlerden çoğunun partiye ait olabileceğini ve olması gerektiğini” belirtiyordu.[6]

Parti­sınıf ilişkisine, ve bunun partiye üyelik sorunuyla bağına dikkat çeken Lenin, Martov’un

“görünüşte geniş proleter kitlelerinin çıkarlarını” savunmak üzere önerdiği, “partiye yardım eden

her işçinin parti üyesi olması” düşüncesini reddederek, parti üyesinin parti program ve tüzüğünü

kabul etmesi ile birlikte “parti örgütlerinden birinin üyesi” olmasında ısrar etti; partiye katılmak

isteyen işçilerin partiye kazanılmasını parti görevi olarak niteleyen Lenin, “partinin sınır çizgisi”nin

belirsiz kalmasına karşı çıkarak, partiye girmek istemeyen ve fakat bir biçimde yardım eden

öğrenci, sempatizan­taraftar ya da başka­ kişilerin partiye doldurulmasının, partinin yıkımı ve

yenilgisine yol açacağı uyarısında bulundu. Martov ve Akselrod’u, “Belirsiz, sıkıca birleşmemiş bir

parti örgütünü savunmaları“; “her profesöre, her lise öğrencisine, ‘bir greve katılmış herkese‘

kendisini parti üyesi olarak adlandırma hakkı verme“ye çalışmaları ve parti üyesinden, “partinin

tanıdığı örgütlerden birinde çalışması“ isteminde bulunan parti tutumuna karşı “düşmanca

tavırları“[7] nedeniyle; Akselrod’u, “ilkesel örgüt sorunlarını bir oportünist gibi“ değerlendirdiği

için[8] eleştiriyor; bu anlayışın,“her parti üyesinin partiden sorumlu olduğu ve partinin her parti

üyesi için sorumluluk taşıdığı”anlayışına zarar verdiğine dikkat çekiyor; L.Troçki’yi, “partinin,

tamamen (ya da neredeyse tamamen) parti “denetimi ve önderliği altında” çalışan, fakat bütün

olarak “partiye dahil olmayan ve zaten dahil olmaması gereken işçi sınıfının muazzam kitlesinin

sadece öncü müfrezesi, önderi olduğunu” unutmakla suçluyordu. “Proletaryanın sınıf

savaşımının her görüntüsü​nü yönlendirme”k parti üyeleri için tartışma götürmez bir

görevdi. Parti, işçi sınıfının kapitalistlere karşı ücret, işgünü, çalışma koşulları gibi taleplerle

yürüttükleri mücadele içinde yer almaksızın, onun mücadelesinin “her görüntüsünü

yönlendirme“yi başaramazdı. Ancak buradan hareketle ne parti ile sınıf “özdeş“ sayılabilirdi ne

de “öncüyle, ona eğilimli yığınlar arasındaki fark“ unutulabilirdi. “İşbirliği yapanlarla mensup

olanlar arasındaki, bilinçli ve faal olanlarla yalnızca yardım edenler arasındaki fark“ silinip

atılamazdı. “Örgütsel gevşekliği haklı göstermek için, örgütü örgütsüzlükle karıştırmayı haklı

göstermek için, bizim bir sınıf partisi olduğumuzu öne sürmek, hareketin ‘derinliği’, ‘kökleri’ sorunu

gibi felsefî ve toplumsal­tarihsel olan sorunu,… teknik ve örgütsel bir sorunla” karıştırmak

olacaktı, vb.

III. Parti Kongresi’ni değerlendirmelerinde tartışmayı sürdüren Lenin, “Martov’un belirsiz

formülasyonunun ilkesel savunusunun yanlışlığı“ üzerinde yeniden durarak, “İnsanın kendisini

‘parti örgütlerinden birinin denetimi altında‘ parti üyesi olarak ataması için çalışmaya gerek

yoktur, çünkü bu formül kuru gürültüdür,…” diye, bu tutumu birkez daha aşağılıyor; parti yerel

komitelerini, bu “kuru gürültü“yle uğraşma yerine, “işçiler arasında daima ve sürekli olarak“,

partiye katılacak “mümkün olduğunca çok sayıda işçi örgütü kurmanın gerekliliği düşüncesinin

propagandasını“ yapmaya; sosyal demokrat işçilerin bu örgütlerini “parti örgütü olarak

onaylama“ya ve bu arada “her türlü gereksiz gecikme ve mızmızlanmalar“dan kaçınmaya

çağırıyordu.[9]

Bu çok çeşitli grup, topluluk, altkomiteler vb. den, “bazıları Rus Sosyal­ Demokrat İşçi Partisine

katılma isteğini açıkça öne sürecekler ve yönetim kurulu tarafından onaylanırsa, partiye katılacak“,

“Böylece (ya yönetim kurulunun buyrultuları çerçevesinde ya da onunla anlaşmaya vararak)

belirli ödevler yüklenecekler, parti organlarının buyruğuna uymayı kabul edecekler, bütün parti

üyelerinin sahip olduğu aynı haklara sahip olacaklar, ve kurul üyeliği için aday olabileceklerdir vb…

Bazıları RSDİP’ne katılmayacaklar, parti üyelerince kurulan grupların ya da şu veya bu parti

grubuyla ilişkisi olan toplulukların statüsüne sahip olacaklardır vb..”diyerek, detaya ilişkin

açıklamalarla sorunu netleştiriyordu.

Lenin için parti sorunu, sermayeye karşı mücadelesinin her biçimi ve görüntüsünde işçi sınıfının

hareketini yönlendirebilir, yönetebilir bir devrimci sınıf örgütü; sınıf bilinçli ileri işçilerin örgütü

olmayı başarması sorunuydu. Tartışmanın merkezi önemdeki sorunu buydu.

Tüzük üzerine ayrılığın, başlangıçta, “parti için bir ölüm­kalım sorunu” olacak kadar hayati

sayılmayabileceğini; partinin, “Tüzükteki yetersiz bir madde yüzünden” yok olmayacağını; ne var

ki, Martov ve destekçilerinin ısrarlı çabalarıyla ve Akselrod’un, Martov’un tüzüğün birinci

maddesine dair temel yanılgısını “oportünist bir teori haline” getirmesiyle ve demokratik

merkeziyetçi örgüt disiplininden kaçan tutumuyla, “göreceli ufak bir ayrılık”ın, “çok büyük önem

kazanmış” hale geldiğini belirten Lenin, Akselrod’un uzlaşma­“pazarlık” teklifini, “genel olarak

pazarlığa karşı olmadığı”nı belirterek yanıtlıyor ve verebileceği ödünü şöyle açıklıyordu: “işçi

örgütleri konusunda, eğer kuşku varsa (yukarda kanıtladığım gibi, her ne kadar böyle bir

kuşkuya, yer yoksa da) kendi birinci madde metnime şöyle bir not eklemeyi kabul ederdim: ‘Rus

Sosyal­Demokrat İşçi Partisinin program ve tüzüğünü kabul eden işçi örgütleri, parti örgütleri

içinde olabildiği ölçüde çok sayıda yer alırlar.’ İşin aslını konuşmak gerekirse, böyle bir

tavsiyenin yeri kuşkusuz, tüzel tanımlamaları kapsaması gereken tüzükte değil, açıklayıcı

yorumlar ve broşürlerdedir (ve tüzük hazırlanmadan çok önce broşürlerimde böyle açıklamalar

yaptığımı esasen belirtmiştim); ama böyle bir not, en azından, yoldaş Martov’un metninde var

olduğuna kuşku bulunmayan şeyleri, [örneğin­ç.] dağınıklığa yol açabilecek yanlış fikirlerin

zerresini, oportünist savların zerresini ve ‘anarşist kavramlar’ı içermezdi.”[10]

“Parti’ye girenlerden sınıf bilinci talep ettik, Parti’nin gelişmesinde sürekliliğin muazzam öneminde

ısrar ettik, disiplini öğrettik ve tüm parti üyelerinin parti örgütlerinden birinde eğitilmesini talep

ettik” diye ısrarla vurgulayan Lenin, işçi hareketinin canlandığı, gericiliğe karşı ileriye atıldığı

devrimci dönemde, “tüm sosyal­demokrat işçileri yanınıza çağırın, onları yüzler ve binler

halinde Parti örgütü saflarına sokun. Onların delegeleri merkezi mercilerimizin saflarını yeniden

canlandırsınlar, genç devrimci Rusya’nın yeni ruhu bu delegeler sayesinde buralara aksın”[11]

diye, çağrıda bulunuyordu.(abç)

Lenin’in, bu tartışmalar bağlamında ortaya koyduğu görüşlere, “görünürde işçi sınıfından yana“

Martovcu itiraz, parti­sınıf ilişkisinin oportünist yorumuna dayanıyordu. Lenin’in eleştiri ve

uyarıları, “sosyal­demokrat işçilerin” partiye katılmasının ve parti örgütlerinden birinde yer

almasının önüne engel çıkarmanın dayanağı yapılamazdı. O‘nun, parti program ve tüzüğünü

kabul eden ve partiye katılmak isteyen ileri işçilerin “parti denetimi ve disiplini altında eğitimi” için

teşvik edilmelerini, parti ve üyesinin görev ve sorumluluğu olarak belirleyen vurgusu, ve bu görev

ve sorumluluğun, asla savsaklanmaması gereğine ilişkin dikkat çekici uyarısı oldukça açıktı ve

aksi bir tutuma yolu kapatıyordu. Parti, eğer sınıfın “en sağlam üyelerinden” oluşmuşsa, devrimci

teoriyle donanmış ve sınıf mücadelesi yasalarının bilgisine ve “devrimci hareketin tecrübesi”ne

sahip ise, işçi ve emekçilerin bütün öteki örgütlerine yol gösterebilir; onların eylemini belirli bir

hedef doğrultusunda birleştirmeyi başarabilirdi. Eğer “bütün koşullar ve dönemlerde politik

mücadele içinde sınanmış sıkı bir örgüt mevcut değilse” amaca ulaşmak üzere proletaryanın

güçlerini aydınlatıp birleştirmek ve düşmanın palanlarını bozarak saldırılarını püskürtmek olanaklı

olamazdı. Devrimci sınıf partisinde, alt organlar üst organlara, bütün parti merkezi organa ve

kongre kararlarına; azınlık çoğunluğa, parça bütüne tabi olmaksızın örgüt birliği sağlanamazdı.

Örgüt içi demokrasi “otorite yokluğu” anlamına gelmezdi. Parti üyesinin sorumluluğu ve görevleri

ile hakları arasındaki ilişkinin ele alınmasında en önemli “ölçü“, partinin kitleler içindeki

çalışmasında gösterilen başarı, üstlenilen görevin yerine getirilmesinde sahip olunan yaratıcı

inisiyatif ve kararlı tutum olmalıydı. Görev ve sorumluluklarını yerine getirmeyenin “haklar”

üzerine tiradı, lafazanlık olurdu. Parti görevleri ve disiplini açısından bütün parti üyeleri eşit olmak

durumundaydılar. Demokratik­merkeziyetci örgütlenme “ilkesi”nin gereklerinden biri olan “seçim“

yoluyla görevlendirme, ülke koşullarından soyutlanarak, demokratik kuralların uygulanabilir olup

olmaması gözetilmeksizin mutlaklaştırılamazdı. Çarlık Otokrasisi altındaki Rusya koşulları

nedeniyle, “demokrasinin ikinci özelliği olan seçim konusunda“ kendilerinin iyi durumda

bulunmadıklarına işaret eden Lenin, “politik özgürlüğün olduğu ülkelerde“ bu koşulun son derece

doğal olduğunu; burjuva siyasal özgürlüklerin olmadığı koşularda ise polis­jandarma baskısı

nedeniyle bunun uygulanmasının zorluk gösterdiğini belirtiyordu.[12]

Parti üyeliği ve sorumluluğu kişinin “durumuna göre“ uyarlanacak ya da “yapabildiği kadarıyla“

katkısına daraltılacak gevşek bir ilişki biçimine indirgenemezdi. Bu türden bir ‘esneklik‘, parti

görev ve sorumluluklarının savsaklanmasına; merkezi disipline sahip ve her koşulda mücadele

edebilir örgüt inşaasının darbe yemesine yol açarak, işçi sınıfının mücadele potansiyeli, enerjisi

ve yeteneğinin devrimci sınıf örgütünde somutlanması olanağını baltalardı. İşçi sınıfının parti

olarak örgütlenmesi ya da işçilerin en sağlam, en fedekar, en bilinçli öğelerinin parti olarak

örgütlenerek işçi kitleleri ve emekçilerin parti etrafında birleştirilmesini başarıyla

gerçekleştirmeleri, parti sorumluluğu ve bilincinin kitlelerin geri düzeyine düşürülmesini değil,

aksine proleter ve emekçi kitlelerin partinin mücadele ve örgüt çizgisi düzeyine çıkarılmasını

(yükseltilmesi) gerektirirdi. Bu anlayışın bulanıklaştırılması, işçilerin sınıf düşmanlarına karşı

savaş kapasitelerini zedeleyerek örgütlerini zayıf düşürecek; onları burjuva ideolojisinin etkisine

açık tutacaktır. Oysa, işçi sınıfı, ancak siyasal sınıf bilincine sahip olursa ve sınıf partisi bunun

için işçi­emekçi kitleler içinde kesintisiz bir çalışma sürdürür ise sömürüden kurtuluş mücadelesini

zafere ulaştırabilir. İşçi sınıfının sömürüden kurtuluş mücadelesine ancak böyle bir parti önderlik

yeteneği gösterebilir ve sınıf örgütlerinin “her biçimini yönetmeye yetenekli önderlerin

yetiştirilmesi” için, “en iyi okul” görevini yerine getirebilir. Parti, “proleterlerin sınıf birliğinin en

yüksek biçimi” olup, proleter sınıfın bağrında yer alan ve bu sınıfın örgütleri arasında asıl

yönetim gücünü oluşturan örgütü; proleter sınıf mücadelesinin tüm yönlerinin

merkezileştirilmesiyle sınıfın “partisiz bütün örgütleri”ni ve onları yöneten öğelerini sömürüden

kurtuluş hedefinde birleştirmeye yetenekli tek örgütüdür. Ne var ki “öncü ile ona eğilim gösteren

kitleler arasındaki farkı gözden kaçırmamak” gerekliliği, partinin, “işçi sınıfının öncüsünün

milyonlarca işçiyle olan birliğinin bir ifadesi” olması gerçekliğini karartmamalıdır. Bu özelliği,

parti için hayati önem taşır. Partili olmayan işçi­emekçi kitleleriyle güçlü ve geniş bağlara sahip

olmayan bir partinin varlığını sürdürmesi, sınıfın parti olarak örgütlenmesinin ifadesi ve

cisimleşmesi olması ve mücadelenin yönlendirici kurmayı görevini başarıyla yerine getirmesi

mümkün olmaz. Sınıfın partisine güveni ve desteği, sınıf partisi olmanın/olabilmenin tayin edici

koşuludur ve bu da ancak sınıf hareketiyle dolaysız ve süreklilik gösteren bir ilişki içinde olmayı

başararak, sınıfın taleylerinin savunusunda kararlılık göstererek sağlanabilir. “Proletarya ­diyordu

Lenin­ ancak, Marksizmin ilkelerine dayanan ideolojik birlik, ezilen milyonları, işçi sınıfı ordusuna

dönüştürecek olan bir örgütün maddi birliğiyle sağlamlaştırıldığı zaman, yenilmez bir güç

olabilir…” Bu, Partinin “çelikten birliği” ve sağlamlığının da başlıca koşuludur. Parti, eğer işçi sınıfı

ve emekçiler içinde “dal­budak salmış” bir örgütlenmeye sahip ise ve demokratik merkeziyetçi

örgüt ilkesini tutarlılıkla uygulayabiliyorsa, kitle gücüyle donanmış güçlü bir mücadele örgütü

olacaktır.

PARTİ –KİTLE İLİŞKİSİ VE PARTİ ÇALIŞMASININ İÇERİĞİ

Lenin’in, işçi sınıfının örgütlenmesi­kitlesel örgütleri ve partisi üzerine görüşlerinin asıl hareket

noktası ya da irdelemelerinin temelinde yatan asıl sorun, işçi sınıfının sömürülen bir sınıf olma

durumunun son bulması için nasıl bir örgüte ve mücadeleye ihtiyaç olduğuydu. Daha 1900’ün

başında, “Hareketimizin en acil görevleri“ başlıklı makalesinde şöyle yazıyordu: “Sosyal-
demokrasi, işçi hareketinin sosyalizmle birliğidir, onun görevi, işçi hareketine tek tek bütün

aşamalarda pasif bir şekilde hizmet etmek değil, hareketin tümünün çıkarlarını temsil etmek, bu

harekete onun nihai hedefini ve politik görevlerini göstermek, hareketin politik ve ideolojik

bağımsızlığını korumaktır. Sosyal­demokrasiden kopuk işçi hareketi parçalanmak ve kaçınılmaz

olarak burjuvalaşmak zorundadır; eğer işçi sınıfı sadece ekonomik mücadele yürütürse politik

bağımsızlığını kaybeder, öteki partilerin bir uzantısı haline gelir ve şu büyük vasiyete ihanet

eder: ‘İşçi sınıfının kurtuluşu ancak işçi sınıfının kendi eseri olabilir.‘”

Partinin eylemi ve örgütsel­politik (ve ideolojik) çizgisi; işçi sınıfının, halkın tüm diğer ezilen

kesimlerinin karşı karşıya olduğu siyasal baskının her türüne karşı mücadele içinde eğitim görerek

siyasal sınıf bilincine ulaşması ve sosyalizm mücadelesini zafere ulaştırması için tayin edici

öneme sahiptir. Lenin’in parti ve çalışmasının niteliği üzerine ekonomistlerle tartışmalarının

bağlandığı yer de burasıydı. İşçilerin bilinçli ileri kesimlerinin örgütü olarak partiyi, sendikal

mesleki örgütlerinden daha farklı işlevle yükümlü gören Lenin bundandır ki, işçi sınıfının siyasal

sınıf bilincine ulaşmasını asıl görev edinen bir parti çalışmasında ısrar ediyor; sınıfa siyasal

bilincin “verilmesi” ya da “taşınması”nın ise, ancak işçi hareketiyle kesintisiz bağ içinde, işçi-
emekçi kitleleri içinde yürütülecek çok yönlü siyasal teşhir, ajitasyon ve propaganda aracıyla

mümkün olacağını ve bunun da bilimsel bilgiye sahip partili işçi ve aydınlar tarafından yerine

geterilmesi gerektiğini belirtiyordu.

Lenin, Rus sosyal­demokrat hareketinde –ki bu hareket o günün Rusyasında (1900’lerin

başı)parçalı, dağınık çevreler halindedir, ve ileri işçilerin de içinde yer aldığı bu grup ve çevrelerin

liderliğini yapanların örgüt ve mücadele sorunlarına bakış açıları arasında önemli farklılıklar

bulunmaktadır– ortaya çıkan ekonomist akıma karşı yürüttüğü mücadele bağlamında,

“kendiliğindenlik unsuru”nun “aslında bilinçliliğin tohum halinden başka bir şey olmadığını”

belirterek, ilkel işçi isyanlarının da “belli bir bilinç uyanışını” ifade ettiğini; bu tür isyanların,

işçilerin, “kendilerini ezen rejimin yıkılmazlığına olan eski inançlarını” yitirmelerinin ve birlikte

karşı koyma gereğini hisetmelerinin göstergesi olduğunu belirtiyordu. “Sistemli grevler”i, “sınıf

mücadelesinin tohumlarını, ancak sadece tohumlarını” içeren; işçilerle “işverenler“ arasındaki

çıkar karşıtlığına uyanışını gösteren gelişmeler olarak gören Lenin, bu durumun, işçilerin “sosyal-
demokrat bilinçten yoksun” oldukları gerçeğini ortadan kaldırmadığına; “işçi sınıfının kendi

gücüyle ancak ve yalnız trade­unionist bilince, yani sendikalarda birleşme, işverenlere karşı

mücadele etme, hükümetten işçiler için gerekli şu ya da bu yasayı çıkarmasını talep etme vs.

gerekliliği inancına ulaşabileceğini“ [13] gösterdiğine dikkat çekiyor; bunun da sınıf bilincinin

sınıfa dışarıdan götürülmesini zorunlu kıldığını belirtiyor ve ekonomist akımın temsilcileri

–Martinov ve diğerleri– ile tartışmaları kapsamında şöyle yazıyordu: “Siyasal sınıf bilinci, işçilere,

ancak dışarıdan verilebilir, yani, ancak iktisadi mücadelenin dışından, işçilerle işverenler

arasındaki ilişki alanının dışından verilebilir. Bu bilgiyi elde etmenin mümkün olduğu biricik alan,

bütün sınıf ve tabakaların devletle ve hükümetle ilişkisi alanıdır. Onun için, işçilere siyasal bilgi

vermek için ne yapmalı sorusuna yanıt, pratik içindeki işçilerin ve özellikle ekonomizme eğilim

gösterenlerin çoğunlukla yeterli buldukları, ‘işçiler arasına gidilmelidir’ yanıtı olamaz. İşçilere

siyasal bilgiyi verebilmek için, sosyal­demokratlar nüfusun bütün sınıfları arasına gitmek

zorundadırlar; onlar askeri birliklerini bütün yönlere sevketmek zorundadırlar.”[14] Lenin bu

açıklamasını, bilinçli olarak yapılmış bir basitleştirme ve ‘kaba formül’leştirme olarak niteleyerek,

nüfusun bütün kesimleri içinde propaganda ve ajitasyonun devrimci önemi ve anlamı üzerinde

duruyor, bunun, ihmal edilemezliğine işaret ediyordu. “Biz­diyordu Lenin ­teorisyenler olarak,

propagandacılar olarak, ajitatörler olarak ‘nüfusun bütün sınıfları arasına gitmeliyiz.”

O’na göre, bunun gerçekleşebilmesi için parti önüne “işçilere, onların çıkarlarıyla kapitalistlerin

çıkarları arasındaki uzlaşmaz karşıtlığı göstermek; proletaryaya, gerçekleştireceği sosyal

devrimin tarihsel önemini, niteliğini ve koşullarını açıklamak; bütün tezahürleriyle proletaryanın

mücadelesini yönetebilecek” bir düzeye gelmek­yükselmek görevini koymalıdır.[15] ”Eğer

işçiler, hangi sınıfı hedef alıyor olursa olsun, her türlü zorbalık ve baskı, zor ve suiistimal

olayına tepki göstermeyi, hem de herhangi bir açıdan değil de sosyal­demokrat açıdan tepki

göstermeyi öğrenmemişlerse, işçi sınıfının bilinci gerçek bir politik bilinç olamaz. Eğer işçiler,

somut ve ayrıca mutlaka güncel politik olaylar ve olgular temelinde diğer toplumsal sınıfların

her birini entelektüel, moral ve politik yaşamlarının bütün tezahürleri içinde gözlemlemeyi

öğrenemezlerse; nüfusun bütün sınıf, katman ve gruplarının yaşam ve faaliyetlerinin bütün

yönlerinin materyalist değerlendirmesini pratikte uygulamayı öğrenemezlerse, işçi kitlelerinin

bilinci gerçek sınıf bilinci olamaz. İşçi sınıfının dikkatini, gözlem yeteneğini ve bilincini yalnızca

ya da hatta esas itibariyle işçi sınıfı üzerinde yoğunlaştıranlar sosyal­demokrat değildir, çünkü

işçi sınıfının kendisini tanıması, onun modern toplumun bütün sınıfları arasındaki karşılıklı

ilişkilere dair yalnızca teorik düşüncelerle değil­daha doğrusu, teorik olmaktan çok, politik

yaşamın deneyimleri temelinde edinilmiş düşüncelerle kopmaz biçimde bağlıdır.”[16] Sınıf

bilinçli işçi, “…proletaryanın öteki kitleleri önünde, proleter hareketin koşullarını, gidişini ve

genel sonuçlarını gören bir öncüllüğe sahip”[17] olan işçidir. Sosyalist siyaset, başlıca olarak

bütün işçilerin –ve onların şahsında tüm sömürülen ve baskı altında tutulanların– sermayeye

bağımlılıktan kurtulmasını; emeğin sermayeye bağımlılığının son bulmasını içeren siyasettir ve

bu özelliğiyle sendikalist­ekonomist politikalardan ayrışır. Siyasal özgürlükler için mücadele ve

sosyalist dünya görüşü işçi kitleleri içinde ve emekçilerin saflarında yaygınlaşıp, proleter ve

emekçi yığınların en bilinçli ve dövüşmeye kararlı unsurları parti örgütünde biraraya

gelmedikçe, ‘ücretli kölelik sistemi’ne son verme mücadelesi başarıya ulaştırılamaz. Bundandır

ki, Lenin başta olmak üzere Marksistler, “işçi sınıfı hareketinin kendiliğindenliğinin her türlü

putlaştırılmasının,’bilinçli unsurun’sosyal­demokrasinin rolünün her türlü küçümsenmesinin,

bunu küçümseyenin onu isteyerek yapıp yapmamasından bağımsız olarak, işçiler üzerinde

burjuva ideolojisinin etkisini güçlendirmek anlamını taşıdığını”[18] vurgulaya gelmişlerdir. Bu,

kuşku duyulmaması gerekir ki, işçi­emekçi kitlelerinin ‘kendiliğinden‘ hareketinin dışında

durmak­kalmak anlamına gelmez. Aksine, yığın hareketinin içinde olmaksızın ve parti, kitlelerin

her türlü mücadelesinin tüm görüngülerinin yönlendirilmesinde başarı sağlamaksızın, işçilerin,

güncel politik olaylar ve olgular temelinde diğer toplumsal sınıfların entelektüel, moral ve politik

yaşamlarının “b ü t ü n yönlerini gözlemlemeleri”ne; “nüfusun b ü t ü n sınıfları ve gruplarının

yaşam ve faaliyetlerinin bütün yönlerinin materyalist tahlili ve materyalist değerlendirmesini

pratikte uygulamayı” öğrenmelerine katkıda bulunulamaz, yardım edilemez ve öncülük

edilemez. İşçi sınıfının kendi durumunun bilincine varması, çünkü, ancak kendisi dahil tüm

toplumsal sınıfların birbirleriyle ve devletle ilişkileri alanında yaşanan tüm siyasal­iktisadi ve

sosyal olay ve gelişmelerin anlamı ve boyutlarının, onun nezdinde hem düşünsel yönden hem

de pratik deneyimleriyle açıklık kazanmasına bağlıdır.

Parti bunun içindir ki, işçi sınıfının bu sınıf bilinciyle hareket edecek bir düzeye yükselmesini

tüm çalışmasının merkezi sorunu ve görevi olarak belirler. Bu ise, marksizmin, sosyalist dünya

görüşünün işçi kitleleri içinde yaygınlaştırılmasıyla mümkündür. “Devrimci teori olmadan

devrimci hareket de olamaz“ diye vurguluyordu Lenin. Parti, halkın mücadelesindeki “öncü

savaşçı rolü“nü, ancak devrimci teoriyle donanmış; bu teorinin yol göstericiliğinde hareket eden

devrimci bir sınıf partisi ise, yerine getirilebilir. Sosyalizm bilimini bir bilim olarak ele almak ve

işçi kitleleri içinde yaygınlaşmasını sağlamak partinin görevidir. İşçi sınıfının sömürüden

kurtuluşu için mücadele ekonomik­politik cephelerde olduğu gibi teorik­ideolojik cephedede

verilmeli; her türden burjuva ideolojisinin işçi hareketi içindeki ve üzerindeki etkisinin kırılması

sağlanarak, sınıfın kendi devrimci partisinde birleşmesi başarılmalıdır. Engels, “Alman

hareketinin gücü“nün, sermayeye karşı bu üç tür mücadelenin “ortak merkezli saldırı“ şeklinde

sürdürülmesinde olduğunu söylemişti.[19] “Proletarya kitleleri içinde sosyalist düşünceleri ve

politik öz bilinci sağlamlaştırmak” ve “işçi hareketiyle kopmaz şekilde bağlı” devrimci bir parti

örgütlemek; işte en temel partisel ve devrimci görev budur. “İşçi sınıfının politik gelişiminin ve

politik örgütlenmesinin ilerletilmesi” için, halkın tüm kesimleri içinde siyasal teşhir, ajitasyon ve

propagandanın yoğunlaştırılmasına ve bunun için de artan sayıda devrimci militanın

görevlendirilmesine ihtiyaç vardır. Politik propaganda, ajitasyon ve örgütlenmenin içerik ve

kapsamını daraltan; işçilerin dikkatini yalnızca onların kendi kısmi ya da daha genel sorunlarına

çekmekle yetinen tutum ve anlayışlardan uzak durmak büyük öneme sahiptir.

LENİNİST PARTİ VE OPORTÜNİZM­ DEVRİMCİ MARKSİZM

MÜCADELESİ

Lenin’in devrimci parti ve mücadele anlayışı 1900’lerin başından bu yana, işçi sınıfının

mücadelesini asıl hedeflerinden saptıran oportünist akım ve partilerle devrimci Marksizm arasında

uluslararası alanda süren mücadelenin ayrım noktalarının belirginleştirilmesinde “köşe taşı“ işlevi

gördü. İşçi sınıfı ve komünist partileri bu anlayışla hareket ettikleri ülkelerde proleter kitlelerin ve

halkın öteki kesimlerinin desteğini sağladılar; siyasal özgürlük ve sosyalizm mücadelesini

ilerletmek yönünde önemli başarılar kazandılar. Lenin’in, parti ­ve devlet­ görüşü, Marx­Engels’in

kuramından, onların doğrudan katılmalarıyla gerçekleşen I. Enternasyonal’in deneyimiyle birlikte

Komün derslerinden esinleniyor, ondan güç alıyordu. Lenin II. Enternasyonal partilerinin en

önemlilerinin sosyal­şoven çizgiye kaymalarına karşı, devrimci Marksist çizginin hakim olması ve

uluslararası işçi hareketinde egemen olması için büyük bir çaba gösterirken, Birinci Enternasyonal

ve Komün’ün mirasıyla birlikte, II. Enternasyonal’in devrimci döneminin deneyiminden de

yararlandı. III. Enternasyonal’in kuruluşu bu deneyimlerin sonuçları üzerinden gerçekleştirildi.

O’nun bu büyük çabası ve mücadelesi, III. Enternasyonal’in teorik­örgütsel çizgisinin

belirlenmesinde de yönlendirici işlev gördü.

Devrimci­Marksist çizgi ile reformist sosyal­şoven çizginin mücadelesi Alman partisi başta olmak

üzere Avrupa partileri içinde de ciddi bölünmelere yol açtı. Bununla birlikte, bu partilerin devrimci

döneminde ve bölündükleri koşullarda da devrimci çizgide ısrar edenlerin öncülüğündeki işçi ve

emekçiler, Büyük Ekim Devrimi’nin zafere ulaştığı dönemde çeşitli ayaklanmalara girişmiş, ancak

tekelci gericiliğin ağır darbeleri altında yenilgiye uğratılarak geriye atılmışlardı. Buna rağmen hem

kendi mücadelelerinin kazanımlarına dayanarak hem de sosyalizmin Sovyetler Birliği’ndeki

inşasından güç alarak kapitalizme ve tekelci gericiliğe karşı mücadele içinde kitlelerin

küçümsenemez bir kesiminin desteğine sahip kitle partileri haline gelmişlerdi. Alman Komünist

Partisi’nin 1930’lu yıllarda altı milyon civarında oy desteğine sahip olması bunun göstergelerinden

sadece biriydi. İkinci Dünya Savaşı ve Hitler Faşizminin ’dünyayı kana bulaması’, halkın çıkarlarını

esas alan devrimci çizgideki kararlılıklarını sürdüren partilerin, onlar, –militanlarının önemli bir

kesimini antifaşist savaşta kaybetmelerine rağmen–, Fransa gibi bazı ülkelerde iktidar “ortağı”

olacak düzeyde­ güçlü kitle desteğine sahip olmalarına engel olamadı.[20] Fransız, İspanyol ve

İtalyan partileri, Hitler, Musolini ve Franko faşizminin darbeleri altında büyük güç yitimine

uğradıkları savaş koşulları sonrasında da, savaşın yol açtığı yıkımın umutsuzluğa, açlık ve

işsizliğe ittiği işçi­emekçi kitlelerinin sosyal­ekonomik hakları için mücadele içinde yeniden güç

toplayabildiler. Sovyetler Birliği’nin, faşizmin yenilgiye uğratılarak dünya halklarının faşist­militarist

barbarlıktan kurtuluşunda oynadığı belirleyici rol ve bunun sağladığı prestij, bu ülkelerde ve bütün

ötekilerde işçi sınıfı ve partilerinin moral güç kaynaklarının en önemlileri arasındaydı.

Buna rağmen savaş koşullarının yarattığı tahribat, işçi hareketinin kapitalizm koşullarında

ekonomist­sendikalist, sağ­sol oportünist, Troçkist eğilimleri temsil eden çeşitli fraksiyonların

faaliyetine ve etkisine açık olması, işçi aristokrasisi ve oradan da güç alan bürokratik anlayışların

bu partilerin saflarında güç kazanmasıyla birlikte, işçi ve emekçilerin geniş kesimlerinin desteğine

sahip olan bu partiler, Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin 20. Kongresi’nde, Stalin’in ölümünü de

fırsat bilerek ilan edilen “yeni yol”un kapitalizme açılan bir yol olmasından da “esinlenip-
etkilenerek”, devrimci hedeflerden uzaklaşma ve burjuvaziyle uzlaşma yoluna girdiler. Faşizmin

yenilgiye uğratılmasının ardından içine girilen dönemin sosyopolitik ortamından ve sosyalist

Sovyetler Birliği’nin sosyalizmin inşası ve antifaşist savaşa öncülüğüyle uluslararası alanda sahip

olduğu devrimci prestijinden güç alarak yığınlarla ilişkilerini geliştiren söz konusu partilerin, sistem

içi reformist kazanımlarla yetinen bir çizgiye kaymalarıyla birlikte, Marksist ­Leninist parti

anlayışından uzaklaşıldı ve liberal parlamentarist “sosyalist” ve “komünist” partilere dönüşmelerin

yolu hızla açıldı. Bu yönelimi ve sonuçlarını Enver Hoca “Kruşçevciler” ve “Eurokomünizm-
Antikomünizmdir” adlı eserlerinde irdeleyerek, işçi sınıfı ve ezilen halk kitlelerini ve onların sınıf

bilincine ulaşmış ileri kesimlerini devrimci uyanıklığa çağırdı. Ancak ne devrimci­sosyalist eleştiri

ve uyarılar ne de kitlelerin geniş kesimlerinin desteği, bu partileri (İtalyan, İspanyol ve Fransız)

girdikleri revizyonist­reformist ve burjuvaziyle uzlaşma çizgisinde ilerlemekten; düzen sınırları

içinde reformist taleplerle sınırlı bir mücadele proğramının ötesine geçmeyen çizgiye

savrulmaktan; sosyal reformizm, parlamentarizm ve revizyonizm hattına yerleşmekten

alıkoyamadı.

İşçi ve halk hareketine ve uluslararası komünist örgütlenmeye bu büyük darbelere rağmen,

aralarında bizim ülkemiz işçi ve emekçilerinin kurtuluş davasına adanmış Marksist­Leninistlerin de

bulunduğu işçi sınıfı devrimcileri ise, emperyalist ve işbirlikçi gericiliklere, burjuva sınıf hakimiyeti

ve kapitalist sömürüye karşı mücadelenin devrimci örgütlerini oluşturmak –bazı ülkelerde yeniden

yaratmak– için yürüttükleri mücadeleyi kararlılıkla sürdürerek, bir süre önce 20. Kuruluş

yıldönümü nedeniyle ülkemizde bir araya gelen Marksist­Leninist Parti ve Örgütler Konferansı’nı

oluşturarak yola devam ettiler. Bugün proletaryanın devrimci mücadelesi ve parti sorununu bütün

bu süreçlerden geçerek günümüze gelen uluslararası hareketin deneyimleri üzerinden

değerlendirmek gerekir.

Bu değerlendirme, kaçınılmaz olarak, iktisadi­sosyal ve siyasal koşullardaki değişimi; burjuvazinin

ulusal ve uluslararası güçleriyle işçi sınıfı, emekçiler ve ezilen halklar “bloku” arasındaki ilişki ve

çelişkileri ve bunlar tarafından şekillenen mücadelenin düzeyi dikkate alınarak yapılacaktır.

LENİNİST PARTİ GÖRÜŞÜNDE ISRAR EDİLMEDEN SINIF PARTİSİ

BAŞARIYLA İNŞA EDİLEMEZ

Parti fikri ve teorisi, işçi sınıfının sömürüden kurtuluş mücadelesi tarafından yönlendirilir

ve içeriğini bu mücadelenin ihtiyaçları ve gereklerinden alır. Partinin, sosyalizm ile işçi

hareketinin birliğinin ifadesi olarak şekillenmesi, mücadelenin bu gerekleri ve bağlandığı

hedef tarafından belirlenir. Partinin niteliğini belirleyen, gizli ya da açık; legal veya illegal;

yasal­yasadışı olması değil, programının içeriği, politik eylemi ve bağlandığı hedeftir.

Örgütün biçimi siyasal koşullar ve sınıf güç ilişkilerine bağlı olarak değişkenlik gösterirken,

programatik hattı ve mücadelesinin niteliği, hangi sınıfın ve politikanın temsilcisi olduğuna

açıklık getirir.

İşçi sınıfının iktisadi, politik­ideolojik mücadelesinin içsel bağı ve ‘bütünlüğü’, farklı tipte ve

bileşimdeki örgütlerinin hem gerekliliğini hem de zorunlu ilişkisini açıklar. Farklı nitelikteki

mücadeleler farklı örgütleri gereksinir(ler). Sendikalar kapitalistlere ve hükümetlerine karşı

mücadelenin gerekliliği bilinciyle hareket eden işçilerin mümkün en geniş kitleselliğe sahip yığın

örgütleri olmak durumunda iken, siyasal örgüt olarak parti, işçi sınıfının sosyalizm bilincine

ulaşmış ileri kesimlerinin demokratik merkeziyetçi bir işlerliğe ve disipline sahip daha dar, daha

sağlam bir örgütü olmalıdır. “İşverenler”e ve hükümete karşı mücadelenin ve mücadelede

birleşmenin gereğini anlayan her işçinin sendikal örgüte katılması bu örgütleri güçlü kılar. Parti

örgütü ise, sendikal örgüt gibi “lose” (gevşek) olamaz. Lenin’in, sorunu tartıştığı dönemin

Rusya’sında Çarlık otokrasisi, sendikaların en geniş işçi kesimlerinin örgütleri olarak

şekillenmesinin önüne dahi bin bir türlü engel çıkarmış, işçileri gizli işçi birlikleri kurmak zorunda

bırakmış, partiyi de illegal temelde örgütlenmek; “gizli” ve “dar” örgütler şeklinde faaliyet yürütmek

durumunda bırakmıştı. Ancak, sendikal ve siyasal örgütler arasındaki bu örgütlenme ve üye

bileşimi farklılığını yalnızca Çarlık despotizmi altındaki Rusya koşullarına özgü gerekliliklerin

ürünü saymak doğru olmaz. Siyasal özgürlüklerin var olduğu ülkelerde sendikal ve siyasal

örgütlenme olanaklarının daha geniş olmasına ve bu durum, faşist vb. gibi ülkelerde olduğundan

daha farklı örgüt biçimleri ve çalışma tarzlarını kaçınılmaz kılmasına rağmen sendikal örgütler ile

partinin, ‘örgütlenme kriterleri’, çalışmasının içeriği ve kapsamı yönünden farklılıklar göstermesi

gerekliliğini ortadan kaldırmaz. Bu farklı tür örgütlerin darlığı­genişliği ya da üye bileşimleri,

ülkelerin koşullarıyla bağlı bazı özgünlüklerine karşın, “evrensel” özellik gösteren “öncü

örgüt”­“kitle örgütü” bağlamına sahiptirler. Bu ayrımlar gözardı edilemez ya da önemsiz

görülemez. Çünkü; “Sosyal­demokrasinin siyasal mücadelesi, işçilerin işverenlere ve hükümete

karşı iktisadi mücadelesinden çok daha geniş ve karmaşık bir mücadele”[21]dir. Parti,

“proletaryanın kurtuluş mücadelesinin tümünü yönetebilecek bir devrimciler örgütü” olmayı

başarmalıdır. Kitleler içindeki çalışması, sendikalar dahil sınıfın tüm öteki örgütleri içindeki

çalışmayı da kapsayacak; işçi ve halk hareketinin yükseliş içinde olduğu, partiye doğru

yönelişlerin ivme kazandığı durumlarda ve yığın hareketinin geriye çekiliş durumunda, farklılık

gösteren araç, biçim, yöntem ve taktikleri geliştirecek; emekçi kitlelerin sermaye ve gericiliğe karşı

seferber edilmesi ve mücadelede en ileri olanlarının parti örgütünde birleşmeleri için daha fazla

çaba gösterecektir. Böylece daha geniş emekçi kesimler bir araya getirilecek, sınıf düşmanına

karşı donanım artırılarak mevziler güçlendirilmiş olacaktır. Halkın girişkenliğinin yükseldiği

koşullarda işçilerin enerjisini partiye “akıtmak”, işçileri partide birleştirmeye yoğunlaşmak, devrimci

gelişme ve pratik çalışmanın deneyimini eğitimin dayanağı yapmak gerekir. Hareketin geriye

çekilişi ve işçilerin en acil, en “dar”, gündelik iktisadi taleplerle mücadelesinin dahi ya lokal­yerel

bazı örnekleriyle sınırlı kaldığı ya da işkolları düzeyini aşmadığı koşullarda, olabildiği kadarıyla bu

mücadelenin geliştirilmesi ve birleştirilmesi için ajitasyon –ekonomik talepler için olduğu gibi,

siyasal talepler için de– büyük önem gösterir. İşçilerin partisi, kendisiyle sınıfın ana kitlesini

birbirinden uzaklaştıracak belirlemelerden ve taktiklerden uzak duracak; işçilerin eğitimi ve

devrimci örgütünün sağlamlaştırılması için çaba gösterecek; faaliyetin iktisadi mücadelenin

eklentisine indirgenmesine; siyasal ajitasyon ve propagandanın içeriğinin ekonomizm ve işçi

sınıfının ekonomik talepleri ­bu talepler bağlantılı siyasal taleplerle sınırlı tutulmasına karşı

devrimci uyanıklığı diri tutacak, kitle kuyrukçusu beklentici tutumları reddedecektir. İşçi ve

emekçilerin mücadele sonucu hakim sınıflar cephesinde açtıkları gedikler ile elde edilen

mevzilerin durumu, sadece siyasal teşhir ve ajitasyonun yürütülüşü ve hangi taleplerin öne

çıkarılacağı üzerinde değil, açık­gizli; legal­illegal örgütlenme ve çalışmanın biçim, araç ve

yöntemleri açısından da önem taşır. Hareketteki ve koşullardaki değişim; hareketin geriye çekildiği

ve devrimci kalkışmalara giriştiği dönemlerde, savaş koşullarında, barışçıl dönemlerde ya da

proletaryanın iktidarı koşullarında farklı biçim, araç ve yöntemler kaçınılmazlık gösterir. Örgüt

biçimleriyle çalışma araç ve yöntemleri çünkü, isteme bağlı değişkenlik gösteren tercih sorunları

olmayıp sınıf­güç ilişkileri ve siyasal­sosyal koşullarla bağlıdırlar. Buna karşın, koşullardaki

değişim ve işçi­emekçi hareketindeki yükselişler ve düşüşler, partinin niteliğinin değiştirilmesinin

nedeni olamaz; “partiye katılanların sınıf bilinçli olmaları”, “her parti üyesinin parti örgütlerinden

birinde yer alarak” parti disiplini ve eğitiminden geçmesi gerekliliğini ortadan kaldırmaz.

Enternasyonal proleter örgütlenmenin uluslararası deneyim ve birikimi üzerinden kurulan ve

inşasını sürdüren parti ve örgütlerin önündeki en önemli sorun, günümüzde de, işçilerin partide

örgütlenmesini daha ileri bir düzeyde gerçekleştirmek için daha yoğun çaba göstermek ve

çalışmada “ustalaşmak”; proletarya ve emekçilerin mücadelelerini birleştirmek ve yükseltmek; işçi

sınıfının siyasal sınıf bilincine ulaşması için halkın tüm kesimleri içinde siyasal teşhir, ajitasyon ve

propagandayı yaygınlaştırmak; bunu başarmak üzere kitle iletişim araçlarını yetenek ve yetkinlikle

kullanmak vb.gibi olmaya devam ediyor.

Lenin, “hareketin temel gücü”nün büyük işletmelerdeki işçilerin örgütlenmesinde yattığını özellikle

vurgulamıştı. Bu vurgu ve “her işletmenin kalemiz olması” şiarında ifadesini bulan devrimci

sorumluluk, fabrika ve komplekslerinde, sanayi havzaları ve bölgelerinin irili­ufaklı birimlerinde

çalışmada yoğunlaşmayı; sınıfın çıkarları ve mücadelesinin ihtiyaçlarına uygun araç ve yöntemleri

geliştirmede ‘ustalaşma’yı; işçi ve emekçilerin arasında olup­giden her şeyin bilgisine sahip olmak

için onların en geniş kesimlerinin içinde yer alarak, mümkün en çok sayıdaki işçi ve emekçiyi

olabilir tüm özellikleriyle tanımayı olanaklı kılacak; ve böylece hangisinin hangi işi ne denli

başarıyla yapabileceğine dair isabetli kararlar verebilecek verilere sahip olarak, verimli ve istikrarlı

bir çalışmayı sürdürmeyi zorunlu kılıyor. Yaşamlarını ve ‘neslin devamı’nı sağlamaları,

emekgüçlerini kapitaliste belirli bir ücret karşılığı satmalarına bağlı olan ve üretim araçlarının

mülkiyetinden yoksun bırakılmış işçilerin bu nesnel durumu, onları hakim sınıf ve hükümetlerine

karşı mücadeleye en yatkın toplumsal özne ve sınıfın bireyi haline getiriyor. Kapitalistlere ve

hükümetlere karşı iktisadi mücadele içinde dost ve düşmanlarını gözlem ve pratik deneyim

aracılığıyla tanıyan işçilerin bu durumu, devrimci siyasal teşhir, ajitasyon ve propaganda ile

siyasal bilincin ve sosyalizm biliminin onların saflarında yaygınlaştırılması için uygun zemin

oluşturur. Makalenin ilk bölümlerinde, Lenin’in üzerinde önemle durduğu üzere işçinin sömürüden

kurtuluş isteği duyması ve sosyalizme içgüdüsel yatkınlığı, onun, kendiliğinden hareketi içinde ve

iktisadi mücadelesinin sınırları dahilinde siyasal sınıf bilinci edinmesini sağlayamamaktadır.

Hareketin ve mücadelenin bu kendiliğinden hali içinde işçiler felsefi­iktisadi ve tarihsel­sosyal

bilimlerin bilgisini edinemezler. Bunun önemli bir nedeni de, burjuva ideolojik kuşatma altında ve

eski çağlardan devralınmış önyargı ve düşüncelerin etkisinde –dini ideoloji burada özel bir yer

tutar– olması; bu etkinin kırılması için politik­ideolojik mücadelenin zorunluluk göstermesidir.

Çalışma ve yaşam koşullarının iyileştirilmesi; daha iyi ücret ve sosyal haklar, daha kısa süreli

işgünü ve siyasal özgürlükler için mücadele, onun siyasal mücadele yerine ikame edilmesini ya da

“önce işçileri ekonomik mücadele içinde kazanırız sonra yavaş yavaş onları sosyalizme çekeriz!”

anlayışını doğrulamaz. İşçi sınıfının devrimci dünya görüşünün kitleler içinde yaygınlık kazanması

ve işçi­emekçi hareketini kuşatan burjuva emperyalist ideolojinin –ki o hakim ideolojidir ve kendini

bin türlü araç ve yöntemlerle her an her gün yeniden üretmektedir– etkisiz kılınması için, onun

kendiliğinden hareketi içinde yer alarak ve ilişkinin kesintisizliğini sağlayacak yöntemler ve araçlar

geliştirerek yazınsal ve görsel yayıncılık olanaklarının (işçi­emekçi gazetesi, politik ve kültürel

dergiler ve diğer yayın olanakları) daha yetkin, etkili ve yaygın kullanılması şarttır. İşçilerin politik

bilinç edinmeleri ve onların sınıf bilincine ulaşmış olanlarının parti örgüt ve organlarında yer alarak

parti çalışmasının şu ya da bu yönüne ilişkin sorumluluk üstlenmeleri ancak, böylesine kapsamlı

ve ısrarlı bir çalışma aracıyla gerçekleştirilebilir. Bu çalışma içinde, işçi kitleleriyle en fazla bağa ve

saygınlığa sahip ileri­öncü işçileri tanıyacak, ve parti ve işçi örgütlerinde görev almalarına

yardımcı olmak için somut verilere sahip olacak; fabrika, işyeri ve semt bağlantılarının kurulması

ve geliştirilmesinin çok çeşitli yolları ve araçlarını bulmuş olacağız.

İşçi ve emekçilerin bilinçli ileri kesiminin bir parti olarak örgütlenmiş olduğu koşullarda,

mücadelenin ve hareketin ihtiyaçları ile parti çalışmasının verdiği yanıt arasındaki açı ne denli

daralır ise, parti çalışmasının devrimci­sosyalist bir çalışma olarak zayıflık ve zaaflarından

arınması ve yığınlar içinde giderek genişleyen ve ‘derinlemesine niteliksel özellikleri güç kazanan’

bağlar oluşturması o denli kolaylaşır. Uluslararası deneyim, Leninist parti görüşünü doğru olarak

anlamış ve özümsemiş; bu anlayışta sebat etmiş ve ısrarlı olmuş proletarya partilerinin, işçi

kitleleri ve emekçilerin mücadelesini geliştirme ve yönetme yeteneği kazandıklarını göstermiştir.

Bir tekrar olması pahasına, yeniden Lenin’e başvurursak; Lenin proletaryanın sınıf partisinin

dağınık, gevşek ve çevreci bir şekilsizlikle etkisiz kılınması anlayışlarına karşı mücadele

ederken, parti “ilkesi”ni en açık, en net şekilde ortaya koymuştu. Bu netlik Bolşevik Partisi’nin

proleter ve emekçi kitlelerinin mücadelesini iktidar mücadelesi olarak yönlendirip­yönetmesinde ve

devrimin başarıya ulaştırılmasının “yönetici kurmay”ı olmasında dolaysızca rol oynadı. Leninist

Parti fikri ve teorisine yön veren, işçi sınıfının sömürüden kurtuluşu; emekgücü sömürüsünün

ortadan kaldırılması ve sömürüsüz toplumun kurulması­inşası hedefiydi. Lenin, bu kapsamdaki bir

mücadelenin ancak, sınıf bilincine ulaşmış proleterlerin –ve sınıfın davasına adanmış aydınlar–

bir parti olarak örgütlenmesi tarafından yönlendirilebileceğini ve başarıya götürülebileceğini

açıklığa kavuşturdu. Onun öğretisi, işçi sınıfı ve emekçilerin sömürüden kurtuluş mücadelesine ve

bu mücadelenin devrimci parti ve örgütlerine ışık tutmaya devam ediyor. Lenin’in eserinden

öğrenmek onun teori ve pratiğinden öğrenmektir; bu ise onu pratiğe ve teoriye uygulamakla

mümkündür.

Sağ popülizm, AKP’nin söylemi ve emekçilerin müdahalesi

Tarihin her döneminde egemen sınıf, kendi çıkarlarını –ve ifadesi olan düşüncelerini– toplumun tüm kesimlerinin çıkarları –ve onların ifadesi– olarak gösterme ihtiyacı duymuş; düşüncelerinin hakimiyeti için çok çeşitli araç ve yöntemlere baş vurmuştur. Kendisinden önceki egemen sınıfın yerini alan her yeni egemen sınıf, “amaçlarına ulaşabilmek için kendi çıkarlarını, toplumun tüm üyelerinin ortak çıkarları gibi göstermek ya da ideal biçimde ifade edecek olursak, düşüncelerine tümellik kazandırmak ve onları tümel olarak geçerli yegâne rasyonel düşünceler olarak sunmak zorundadır. ..”  Kendi egemenliğini, geniş bir sosyal temel üzerinden tesis etme gereksinimi, egemen olanı, çıkarlarını tüm öteki kesimlerden insanların çıkarları olarak göstermeye yöneltir. Burjuva devrimi döneminde, burjuvazinin özgürlük, eşitlik, kardeşlik şiarıyla tüm ezilenlere seslenmesi –ve işçiler dâhil bu kesimlerden destek görmesi, bilinen örneklerden biridir.
Şimdi şu soru mümkündür: AKP ve Erdoğan iktidarı, yeni bir sınıfın siyasal hakimiyetini mi ifade ediyor? Bu hükümet, kapitalist burjuvazinin zaten hâkim olduğu ve siyasal iktidarını sürdürdüğü bir sistemde, belli bir dönemde ve konjonktürde devlet yönetimine gelmiş olmaktan başka ne farklılıklar gösteriyor?
Yanıt ne gizemli ne de kolayca verilebilecek kadar ‘sade’dir! Türkiye, süreç içindeki gelişmeler ve değişmelere bağlı ‘nöbet değişimi’ ile burjuva partilerinin oluşturdukları hükümetler eliyle (tek parti ya da partiler koalisyonu halinde), 90 yılı aşkın süredir sermayenin çıkarları yönünden yönetiliyor. Kapitalizmin ve burjuvazinin bu dönem boyunca gelişmesi, etkinliği ve hakimiyeti güç kazanmış, sistemleşmiş ve deyim yerinde ise oturmuştur. AKP ve hükümeti de öncekiler gibi, bu düzeni, bu üretim ilişkilerini ve üretim sistemini temsil etmekte, savunmakta ve sürdürmektedir. Bu bakımdan esasa ilişkin temel farklılıklardan söz etmek mümkün değildir. Ne var ki kapitalizm sadece farklı sınıflar arası çelişkilerle değil burjuvazinin kendi iç çelişkileriyle de maluldür. Temel çelişkisi proletarya-burjuvazi arasındaki sınıf karşıtlığından kaynaklanıyor olmakla birlikte, bu sistemde bütün toplumsal kesimler ve sınıfların kendi içlerinde de çelişkili –ve bazen çatışmalara dek varan– ilişkisellik; çelişkili bir ‘birlik’ vardır. Kapitalist pazarda her kapitalist ve her işçi ötekinin rakibidir. Üretim sürecinde tuttukları yer ve yerine getirdikleri işlev onların her birini kendi sınıfından olanlarla bir sınıf halinde birleşmeye ve hareket etmeye yöneltmesine rağmen –bu birleşme en kapsayıcı biçimlere ancak sınıf mücadelesinin gelişmesi içinde kavuştu– tek tek işletmeler ve birey olarak işçi(ler) öncelikle kendi tekil çıkarlarından hareket ederler. Burada konumuz kapitalizmin bu yönden daha etraflıca irdelenmesi olmadığından, AKP iktidarıyla gelen ‘yeni’nin esas olarak neye denk düştüğü konusuyla kendimizi sınırlayarak, ona bakalım: AKP’nin siyasal İslam ile ilişkisi ve Ortaçağcıl “değer yargıları” kavramlarıyla karışık burjuva söylemi ya da “Yeni Osmanlıcı” girişimleri ve jargonu, onun, feodal aristokrasinin ya da monarşinin temsilcisi olarak nitelenmesini haklı çıkarmaz. Kapitalizm öncesine bu dönüş, artık mümkün olmaktan çıkmıştır. Maddi koşulların ve üretim sistemlerinin değişmesine rağmen, geçmiş çağların ve eski üretim sistemlerine dair düşünce, kavram ve yargıların daha uzun süre devam ettiği bilinir. Kapitalizm öncesi toplumsal biçimlere ve onların düşünsel ifadelerine karşı burjuva devriminin, devrimci bir savaş şeklinde gelişmediği Türkiye gibi ülkelerde bu etki ve devamlılık, özlemcilerinin, iktidar organları ve kurumlarında olmalarından da güç alarak daha güçlü şekilde varlığını sürdürebilmektedir. Erdoğan ve AKP yöneticileri, geçmişin bu tür devamından güç alarak, geçmiş çağların tasavvur ve kavramlarını, günümüz kapitalizminin ihtiyaçları doğrultusunda işlevli kılan bir söylemi esas almışlardır.
Ancak yukarıda işaret edildiği üzere –Marx’ın önemle dikkat çektiği– bu politik-ideolojik pratik-tutum ve eylem-düşünceler bazında ya da düzleminde kalmaz. Erdoğan’ın kişi olarak en bariz şekilde temsilini yansıttığı “yeni burjuvazi”nin, eski hakim burjuva “klik” ile rekabeti ve çatışmasını da içermek üzere, bugünkü iktidarın, öncellerinden en önemli farklılığı –bu onu daha da tehlikeli bir sınıf düşmanı konumuna yerleştiriyor– daha gürbüz ve aç gözlü “Anadolu burjuvazisi”nin hakimiyet amaçlı saldırganlığı ile eski çağların egemen olmuş düşüncelerinin bizim toplumlarımızda hala canlı duran etkisinin, bu burjuvazi ve bu iktidar tarafından temsil ediliyor olmasındadır. Buradan hareketle, burjuvazinin din istismarcılığında sınır tanımaz kesiminin, kör-topal burjuva laisizminin de lağvı pahasına ve büyük burjuvazinin ‘daha eski ve köklü’ temsilcileriyle çıkar çatışmasını da içeren bir saldırganlığından söz edilebilir. Bir dönemler “Anadolu Kaplanları” olarak övgüye boğulan burjuvazinin bu kesiminin, devlet gücü, olanakları ve rolünün seferber edilmesiyle –ki devletin bugünkü yöneticileri de önemli oranda burjuvazinin bu kesiminin dolaysız mensuplarından oluşmaktadırlar– hakim burjuva sınıf içinde yerleştiği yer, Koç-Sabancı-Eczacıbaşı gibi eskinin büyük aile Holdinglerinin çıkarlarını bütünüyle karşıya almaksızın, ancak sınırlamayı da içerecek şekilde ve pazar payını artırmak için, daha vahşi bir yönetimi dayatmaktadır. AKP iktidarı bu vahşi kapitalist saldırganlığı temsil etmektedir.  Başlıca farklılığı budur. Aşağıda bunu daha detaylı olarak göreceğiz. Ancak, bunun için önce, burjuva gerici popülizmin Türkiye pratiğinin kısa bir şeceresine bakmamız gerekecek.

BURJUVA POPÜLİZMİNİN TÜRKİYE PRATİĞİ
Türkiye’de kitlelerin talep ve beklentilerinin burjuva sınıf çıkarları doğrultusunda yığınsal desteğe dönüştürülmesinin örnekleri arasında, bazıları ilk sıralara yerleştirilebilir: İlki, Cumhuriyet’in kuruluşunda, kurucularının öne çıkardığı, işgale karşı savaşın “kutsiyeti”; bağımsızlık, barış ve “müreffeh bir ülke olmak” idi. İşgalcilerin kovulması, savaş olmaması –“Yurtta sulh, cihanda sulh!”–; zorunlu temel ihtiyaçların karşılandığı bir gelişmişlik, kitlesel istek ve duyguya karşılık düşüyordu. Savunucuları, sadece baskı aracıyla değil, kitlelerin işgal ve savaş koşulları kaynaklı çeşitli beklentilerine yanıtlarıyla da bu desteği buldular.
İkinci örnek, uluslararası gelişmeler, Nazi Almanya’sıyla ilişkiler ve İkinci Dünya Savaşı koşullarıyla da bağı kurulabilecek ağır baskı, yoksulluk ve hak yoksunluğu karşısında, 1946’da DP’nin, temel hak ve özgürlükleri öne çıkaran, sendikal ve siyasal haklar vaat eden bir politikayla ortaya çıkması ve ABD’nin başını çektiği Batılı emperyalistlerin sosyalist Sovyetler Birliği’ne karşı Batı-Doğu barikatı örerek kuşatmaya alma hedefiyle birleşen Truman Doktrini-Marshall Planı kapsamında akıttığı “yardım” ve kredilerle takviye edilmiş olarak bu partinin, halkın önemli bir kesiminin desteğini görmüş olmasıdır.
Üçüncü örnek “Benim işçim, benim köylüm!” söylemiyle ve “yollar yürümekle aşınmaz” sözlerinin yanı sıra, “dün dündür, bugün bugün!” özdeyişinin sahibi, Demirel AP’si dönemidir. Demirel, Dünya Bankası ve uluslararası tekellerin yüksek faizli borç ve kredi kaynağını kullanarak ve ülkenin emekçi kitlelerinin aşırı sömürüsüne imza atarak yol-köprü inşaatçılığını; elektrik ve su işlerini hayli yaygın bir şekilde yürüterek kitlelerin beğenisini kazanabilmişti. Morrison Süleyman, geniş köylü kitleleri için “İspartalı çoban Sülü”ydü!
Dördüncüsü, Bülent Ecevit’in 12 Mart askeri cuntası sonrasındaki hükümeti dönemidir. Liberal sol-reformist bir aydın olarak Bülent Ecevit’in, 12 Mart cuntasına tutum alması ve “sol Kemalizm” de denebilecek bir “halkçılık” programıyla ortaya çıkarak, “Toprak ekenin, su kullananın!”; “insanca hakça düzen” diyerek, toprak reformu, ABD’nin haşhaş yasağı isteminin reddi, siyasal özgürlükler vb. gibi, geniş halk kitlelerinin istem ve beklentilerine sistem içi yanıt oluşturma yönündeki politikasıyla sağladığı destektir. Bu politika, kitlesel destek yönünden –ki bunu, sosyal demokrasiyle bağından ötürü “sol”a yazanlar az olmamıştır– köylülerin toprak ve su taleplerinin yükseldiği; çeşitli kentlerde küçük üretici eylemlerinin ortaya çıktığı(tütün, patates, pamuk); sosyalizm amacına bağlanmış çeşitli sol-devrimci örgütlenmelerin antiemperyalist ve antifaşist, demokratik özlemlerle mücadele saflarına atılarak yığınsal bir güç oluşturdukları bir döneme denk düşmesi nedeniyle, nesnel bir dayanağa sahipti.
Beşincisi, çok daha farklı koşullarda, 12 Eylül cuntasının uygulamaya geçirdiği politikaların devamı olarak işbaşına gelmesine ve o politikaları (uluslararası mali sermaye kuruluşlarının dikte ettirdiği ve cunta zoruyla uygulanabilir hale gelen) sürdürmesine rağmen, ağır baskı, yasak, şiddet ve yoksunluk karşısında ortaya çıkan tepkinin “dört eğilimi temsil” ve demokratikleşme “teminatı”yla istismar edilerek Özal tarafından “absorbe edilmesi”ydi. O da “İslam kardeşliği”; “özgürlük” ve “müreffeh bir Türkiye” vaat ediyordu. “Baba Bush”un himayesinde Ortadoğu ve Kafkasya’ya açılarak “masaya oturup pastadan pay alma”ya soyunmasıyla da, bir “milli Türk bakiyesi” olan “Akdeniz’den Çin Seddine büyük Türk Dünyası” hayaliyle yanıp-tutuşan şoven-ırkçı kesimleri mest ediyordu. Kürt sorununu “çözme” beklentisi yaratarak, ülke ve bölgenin bu en önemli ve büyük sorunlarından biri bağlamında Türkiye ve Irak Kürdistan’ı Kürtlerinin desteğini talep etti, ve talebi tümüyle karşılıksız kalmadı.
Altıncısı, bu makalenin asıl konusunu oluşturan Recep T. Erdoğan’ın, 13 yıllık iktidarı döneminde yığınlarla kurduğu bağ üzerinden hala sürdürmekte olduğu ve aşağıda biraz daha ayrıntılı ele alacağımız ikiyüzlü popülist politikanın gerçekliğiyle ilişkindir.
Sağ popülizmin tüm bu temsilcileri, kitlelerin taleplerini kullanarak onlarla sağladıkları bağı, hakim konumlarını güçlendirmek için kullanırlarken; burjuvazinin sınıf çıkarlarına hizmet eden politikaları uygulamakta tereddüt etmemişlerdir.
“Kemalist burjuva devrimi”, işgalci emperyalistlere karşı kurtuluş mücadelesi olarak ve Ortaçağ karanlığına karşı tutum aldığı ölçüde ilerici bir rol oynamış; yabancı sermaye ile girdiği ilişkiler, işçi sınıfı, emekçiler ve özellikle Kürt halkına karşı politikalarıyla da burjuva gericiliğinin antidemokratik sistemini kurmuş ve hakim kılmıştır. Kitlelerin desteğine yaşamsal derecede gereksinim duyduğu ilk kuruluş döneminde, onların taleplerini –Kürtler dahil– öncelikle dikkate alır görünen ve buna uygun formülasyonlar kuran M. Kemal ve kurucu kadrosu, yönetim erkini sağlamlaştırmaya başlayınca, daha İzmir İktisat Kongresi’nden başlayarak sermayenin çıkarlarını öne almaya; emekçilerin, azınlık toplulukların ve Kürtlerin üzerinde baskıyı yoğunlaştırıp asimilasyona hız vermeye başladı.
DP, emperyalist gericiliğin yedekliğiydi. Kendisinden önceki dönemi “Tek Parti Diktatörlüğü” vaazı eleştirisiyle ve özgürlükler vaadiyle sürdürdüğü propagandasının işçi sınıfı ve emekçiler açısından anlamı, baskı, yasak ve giderek yoğunlaşan siyasal şiddet oldu. Yöneticilerinin belli başlıları büyük toprak sahibi ve kapitalist olan bu partinin Truman Doktrini ve Marshall Planı kapsamında uyguladığı politikalarının yarattığı tepki, ezilenlerin daha ileri kalkışmalarının da önünü kesmek üzere 27 Mayıs 1960 darbesini gündeme getirdi. Demirel, AP’nin başına, ABD Başkanı Johnson’la çektirdiği fotoğrafın primiyle, genç bir mühendis olarak geçmişti. Amerikan çıkarlarının kararlı bir savunucusuydu. ABD emperyalizmine karşı mücadeleden söz edenlere yanıtı, “Donumuzun lastiğine dek Amerika veriyor” olmuştu. İncirlik ve öteki Amerikan ve NATO üslerinin kaldırılmasını isteyen gençlik kitlelerini, “Üs yok tesis var!” diye sözüm ona atlatmaya çalışıyordu. Uzun yıllar boyu izlediği IMF-Dünya Bankası onaylı iktisadi politikaların yol açtığı işsizlik, yoksulluk ve sosyal kısıtlılıkların ve siyasal baskının yıldırıp tepkiyle sokağa çıkardığı işçi, emekçi ve genç kitlelerin 12 Mart askeri cuntasıyla susturulması umulduğu gibi sonuçlar doğurmamış, Balyoz harekatları kitlelerdeki dipten gelen tepkileri yok edememiş ve cunta sonrasında bu tepkilerin açık hale gelmesi, Ecevit’in “Halkın taleplerinin savunusu” iddiasıyla ortaya çıkmasını sağlamıştı. “Kıbrıs Fatihi” imajıyla şoven-Türk ulusçu kesimlerin takdirini de kazanan Ecevit’in halkçılık iddiası ve bunu inanılır kılmak için hazırlanan reformist programının büyük burjuvazi ve uluslararası tekeller tarafından ve kitle manipülasyonuna hizmet edeceği de düşünülerek, solcu –hatta komünist– ilan edilerek “kayıt altına alınması” için fazla zaman gerekmedi. Hizaya getirme operasyonları birbirini izledi ve o da ait olduğu yere; sermaye düzenine sadakat göstererek büyük sermaye ve uluslararası tekellerin yeni siyasal manevralarına boyun eğdi. Refah ve hürriyet vaatleriyle gelen Özal 24 Ocak kararlarının uygulayıcısıydı; işçi ve emekçilere karşı kapsamlı saldırılara imza attı. 1960-80 arası döneminde mücadeleyle kazanılmış sendikal-sosyal ve ekonomik haklar gasp edilirken, emekçilerin yaşamının iyileştirilmesine yönelik herhangi bir ciddi adım atılmadı. Aksine gündeme getirilen sosyal saldırılar ve özelleştirme politikalarıyla işçi ve emekçilerin üzerindeki baskı ve sömürü daha yoğun hale getirildi. Bu durum 1989 Bahar Eylemleri, Zonguldak grev, direniş ve yürüyüşleri, Ocak (91) genel eylemi gibi kitlesel tepkilerin ortaya çıkışına yol açtı ve onun ve partisi ANAP’ın “çöküş kapısı” böylece açılmış oldu. Ancak buna rağmen, ülkede güçlü toplumsal etkiye sahip İslami ideolojinin siyasal etkisini artırmak üzere uyguladığı politikaları meyve vermeye devam etti. Refah Partisi, Fazilet Partisi ve ardı sıra AKP, bu konjonktürel koşullardan yararlanarak siyasal İslamı semt semt, mahalle-mahalle, sokak-sokak örgütlemeye giriştiler. Camiler ve yardımlaşma vakıfları aracıyla sağladıkları taban desteğini harekete geçirerek kitlesel etkilerini artırmaya yöneldiler. “İslam kardeşliği” temelinde bütün sorunlar çözüm bulacak, ülke demokratikleşecek ve adil düzende herkes özgür olacaktı!
Yukarıda değinilmişti; toplumsal çözülmenin hız kazandığı, kırdan kente nüfus akışıyla birlikte kentin kıyı bölgelerine doluşan yığınların yeni sosyal-ekonomik ve siyasal-kültürel sorunlarla yüz yüze gelişi, yeni arayışlara neden olmuş; emekçiler için “nereye tutunacakları?” sorusu aciliyet kazanmıştı. Emekçilere “el uzatan” ve taleplerini dile getiren başlıca iki kesim vardı: güç destekleri önemli oranda kırımdan geçirilmiş “sol” parti ve örgütler ve cunta koşullarında da koltuklanarak mevzileri güçlendirilmiş, ardı sıra gelen yıllarda iktidar olanaklarından yararlanmış, “hayli gürbüz” bir İslamist sağ!

AKP’NİN POPÜLİST SÖYLEMİ VE PRATİĞİ
Sağ popülizmin en şaşaalı, en pervasız ve en etkili temsilcisi ise (şimdilik sonuncusu), Recep T. Erdoğan’ın başını çektiği AKP ve iktidarı oldu. AKP, burjuvazinin, toplumsal desteğini güçlendirme ve sınıfsal çıkarlarına karşıt olduğu halk kesimlerini ideolojik etki gücüyle -vaatler ve yasaklar- yanına çekme ve yedekleme amaçlı politikası ve propagandasını, dini ideolojinin toplumsal etki gücünden yararlanarak daha kapsamlı ve daha etkili yürütmesiyle, öncellerini geride bıraktı. 13 yıldır işbaşında olan bu partinin, bu süre boyunca uyguladığı politİkaların asıl karakterinin sermaye çıkarları tarafından belirlenmesine karşın, kitlelerin küçümsenemez bir bölümünün desteğini hala görüyor olması, açık olmalıdır ki, ne liderinin “karizması” ve söyleminin etki gücüyle açıklanabilir ne de salt ideolojik kuşatma malzemesinin zengin çeşitliliğiyle sınırlı bir olanaklar zincirine bağlanabilir. AKP ve lideri Erdoğan’ın kitlelerle ilişkisinin bu özelliği ya da düzeyi, partinin “doğuş koşulları”nın yanı sıra  popülist politikalarının etkisiyle de bağlıdır. Herhangi bir siyasal partinin kitlelerle ilişkilerinin analizi, başlıca olarak ekonomik koşullar, sınıf ilişkileri ve sınıfların çıkarları tarafından belirlenen talep ve tutumlar esas alınmaksızın doğru değerlendirilemez.
AKP’nin kuruluşu ve işbaşına gelmesi/getirilmesi, ülkenin ciddi bir ekonomik krizden(2001) geçmesinin hemen akabinde, ancak krizden çıkış koşullarının da oluştuğu bir döneme denk düştü. Kitlelerin desteğini görmesinin önemli etkenlerinden biri, 2001 ekonomik krizinin yol açtığı yığınsal kaygı, umutsuzluk ve tepkiyi “mas etme”-emme-yedeklemeyi başarmasıydı. Kitlelerin o güne dek sürekli istismar edilerek ‘ertelenmiş’ taleplerine “olumlu yanıt verileceği” beklentisi, bu desteğin nedeniydi.  Toplumsal çözülüş, yığınsal umutsuzluk ve burjuvazi cephesinden verilen sözlerin yerine getirilmemiş olması, halk kitlelerini arayışa yöneltirken, içinde bulundukları duruma tepkilerinin siyasal ifadesi, o güne dek yönetim aygıtında yer almış (tek parti hükümeti ya da koalisyonlar halinde) burjuva parti fraksiyonlarını oy aracıyla cezalandırmak olarak şekillendi.
AKP “kurmayı”, politik arenaya, “ezilmişlerin-itilmişlerin-gizlenmek zorunda kalmışların temsilcisiyiz!” bağırtılarıyla çıktı. Burjuva diktatörlüğünün despotik politikalarından zarar görüp öfke duyanların duygu ve istemlerini sahiplenme iddiasındaydı. Başkaca somut siyasal alternatifin bulunmadığı koşullarda AKP yoksullara, işçilere, işsizlere, “dini inançlarını yeterince serbestlikle yaşayamadığını” söyleyenlere, Kürtlere ve Alevilere, taleplerinin karşılanacağını taahhüt ediyordu. Adalet ve Kalkınma Partisi yönetiminde adaletsizlikler giderilecek, ülke kalkındırılarak halkın refahı sağlanacak, antidemokratik uygulamalara son verilerek demokratikleştirilecek ve “hakkı olduğu üzere en üst düzey ülkeler arasına katılacaktı”! Vaatlerin bu kadarıyla da “mutlu olacak” hayli geniş bir toplumsal kesim vardı. “Muhafazakar demokratım” diyordu ve en kuşatıcı vurgusu “demokratikleşme” idi. “Demokratikleşme” ve siyasal özgürlüklere en fazla ihtiyacı olanlar ise işçiler, kent-kır emekçileri, Kürtler ve Alevi halk kitleleriydi. Sünni-İslam ve Türk ideolojisinin, geniş kitle temeline sahip olduğu demografik bileşim ve toplumsal koşullarda Diyanet İşleri Başkanlığı aracılığıyla tüm ülkede hakim konuma getirilmesine; okullarda eğitimin bir unsuru olarak yer almasına rağmen dinin toplumsal yaşamdaki işlevini kendileri yönünden yetersiz sayan ve resmi kurumlardaki türban yasağı başta olmak üzere kuran kursu türü etkinliklerin daha fazla ve bizzat devlet eliyle yaygınlaştırılmasını isteyen oldukça geniş bir kesim vardı ve bunlar açısından da AKP ve yönetimi “tam da aradıkları adres”ti. Kır ilişkilerinin çözülmesi ve hızlı toplumsal değişim; kentlere nüfus akışı ve karşılaşılan sosyal-ekonomik, külterel ve siyasi sorunlar; işsizlik, yoksunluk-yoksulluk, yabancılık psikolojisi, boşluğa düşüş ve “uzatılan ellere tutunma” ihtiyacının savurduğu kitlelerin önemli bir kesimi bu yeni adrese yöneldi(ler). AKP ve Hükümeti, bu kesimlerin her birinden değişik düzeylerde destek gördü ve siyasal-ekonomik alandaki çeşitli uygulamalarıyla bu desteği tahkim etti. Dini ideolojinin kitleselleştirilmesi daha da yaygınlaştırıldı, dini kurumlaşma daha fazla mevzi kazandı, kitlelerin ekonomik-sosyal ve politik talepleri üzerinden yürütülen sözüm ona sahiplenici propaganda ile kitleler yatıştırılmaya çalışılırken; devlet-hükümet aygıtı ve olanakları kullanılarak “Müslüman kapitalistler”in pazar paylarını büyütmeleri için yollar düzlendi. Kemal Derviş’in sözcülüğünü yaptığı Dünya Bankası-Dünya Ticaret Örgütü-IMF programları AKP’nin elinde, “Anadolu Kaplanları” diye kitaplar dolusu analizlere konu edilen aç gözlü ve İslamcı yuppi-kapitalistlere yolu düzlüyor; onların büyükçe bölümüyle yeni girdikleri alanın eski, fakat devlet desteğini de kullanarak ve yabancı tekellerle ortaklıklar kurmanın avantajına da sahip olmuş büyük ‘aile şirketleri’nin başını çektiği “laisist” tekelci-burjuvaziye rakip olarak, iç ve dış pazarda daha fazla pay talebiyle ve hükümet-devlet aygıtı desteğinde saldırgan bir iştahla alana dalmalarını sağlıyordu. Ülker, Boydak, Çalık, şimdi en üstlerdeki sırada bulunuyorlar ve küçük ve orta boy yandaş işletmelere sağlanan teşvik primleri, kur oyunları, ihracat kolaylıkları vb. gibi avantajlarla bu hoyrat ve saldırgan İslamist sermaye kesimi palazlandı, ve hükümetin ekonomik dayanaklarından biri haline geldi. AKP’nin kentlerdeki ve kasabalardaki örgütlenmesini oluşturan kesimler, iktidar olanaklarından yararlanarak uygulanan ekonomi politikaların kazananları arasına yerleştiler.
AKP yönetimi, ABD başta olmak üzere Batılı emperyalistlerin oluruna sahip olarak bölgede koçbaşı olmaya soyunmasına; İslamın halklar arasındaki ve üzerindeki etkisini, kapitalist sömürü için daha pervasızca kullanıyor olmasına rağmen, dönüp anane-gelenek-’öz’lük, millilik, milliyetçilik, müslümanlık, ecdat, peygamber, kuran ve daha başka birçok  formasyon ve ritüeli, kalpazan mantığıyla piyasaya tahvil ediyordu. AKP propagandacılarının söyleminde dile getirilen kavramların, toplumsal formasyonlardan soyutlanmış salt ideolojik öğeler olmayıp belirli somut maddi varoluş ve ilişkilerin ifadesi olmaları, onları etkili kılıyordu. “Bize ait değerler” vurgusu, “millet-vatan” söylemi,  “Türkiye’nin gelişmesini istemiyorlar” ajitasyonu, işçi sınıfı ve emekçilerin “ulusal çıkarlar” konusundaki duyarlılığının istismarı üzerinden, sermaye ve gericilik karşıtı mücadelenin saptırılması ve kitlelerin yedeklenmesi hedefiyle bağlıydı. Sınıf uzlaşmazlığını basit farklılıklara dönüştürme ya da indirgeme çabası olarak da ifade edilebilir bu “massetme, uyumlulaştırma”-yedekleme siyaseti, proleter ve emekçi hareketinin geriye atıldığı ya da düşük düzeyde seyrettiği koşullarda, sömürülüp ezilenler aleyhine daha ağır sonuçlar doğurma potansiyeline sahiptir. “Millet” örneğin çelişkili birlik olarak toplumsal bir üst formasyona işaret eder; burjuva demagogları tarafından işçileri de tekelci burjuvaları da “kucaklayan” bir “birleştirme” mitosu olarak kullanılmaya uygundur; işçi sınıfı ve emekçilerin duyarsız kaldıkları ya da kalacakları bir söylem olarak görülemez; ulusal bağımsızlık ve ulusların eşit haklara sahip oluşu, proletarya ve emekçi halk kitlelerinin kayıtsız kalabilecekleri mecazi anlam ya da mistifikasyondan ibaret görülemez. Türkiye’nin de içinde bulunduğu bağımlı ülkelerde, kitlelerin AKP türü sermaye partilerinin iki yüzlü popülist politikalarının etkisine girmesi ve yedeklenmesinin günümüz koşullarındaki etkenlerinden biri de, “küreselleşme” adı altında dünya halklarına dayatılan emperyalist hegemonya, zorbalık, savaş ve bağımlılık ilişkilerinin bu ülkelerde (ülke halkı-halklarının ulusal-etnik, dini-mezhebi ve cinslere dair “gelenek”, anlayış ve “ahlaki değer”leriyle çatışma ve uyumsuzluklar da dahil olmak üzere), yol açtığı yıkım ve ağır sömürü koşullarında, ağırlaşan sorunlarına çözüm arayışıdır. Kapitalist rekabet ve çıkar çatışmasına bağlı ekonomik, diplomatik ve siyasal baskı, engelleme, entrika, sabotaj ve saldırıların, emperyalist-kapitalist ilişkilerin seyrine bağlı olarak bu devletlerin her biri tarafından diğer(ler)ine karşı şu ya da bu zamanda ve çeşitli biçimlerde uygulanması gerçekliği, bunun pratik örneklerinin yoğun olarak ve tekil örneklerle sınırlı kalmayacak şekilde fiili saldırılar halinde de uygulanıyor olması, yığınların duyarlılığına yol açmakta ve şovenist sağ popülist söyleme ilgiyi artırmaktadır. Uluslararası sermayenin ve büyük emperyalist güçlerin sınırsız hakimiyet ve kaynakları yağmalama, dünya kapitalist pazarının tam denetim için baş vurduğu bu politikalar; buna karşı çıkan ya da çıkar görünen siyasal partilerin-örgütlerin ya da onların bir mücadele bloku veya halk cephesine denk düşen çıkışlarına ilgiyi artırmıştır. Latin Amerika ülkelerinde, Yunanistan, İspanya, İrlanda, Portekiz ve hatta İtalya’da “sol”, sol-liberal yönelişlerin gördüğü destek bu arayışlardan bağımsız değildir. “Mağduriyet” söylemi, bu parti ve sözcülerinin propagandasında, maddi ve manevi sömürüyü örtme silahına dönüşmüştür. Bu söylem, kavramın içeriği düzeyinde, sınıf farklılıkları ve çelişkilerini bulanıklaştırıcı genelliği içinde toplumsal kesimlerin birbiriyle farklılık gösterebilir talep ve gereksinimlerinden yoksunluğunu işaret ederken, hak yoksunluğu, yoksulluk, işsizlik, açlık gibi hayli geniş bir alanda ilgiyi kucaklayıcı özelliğiyle de etkili olabilmiştir. Ülkenin, “millet”in; kişi, parti, örgüt, çevre, sınıf ya da toplulukların durumuna işaretle kullanılabilir bir rezerv olan bu kapsayıcılığından yararlanılarak ve iç-dış düşmanlar bağlantısıyla da güçlendirilerek AKP propagandacıları tarafından, hükümet politikalarının tahkiminde kullanılırken, örnek olsun, geniş kitleler nezdinde etkisi bilinen “ceberrut-zorba devlet” imajından da yararlanılarak cami-kuran-peygamber vurguları etrafında yoğunlaştırılmış dini ideolojinin toplum yaşamına etkisini güçlendirmenin söylemsel dayanaklarından biri haline getirilmiştir. Bilimsel ve akli olana karşı açılan gerici ideolojik savaşın etkili argümanlarından biri haline getirilen “mağduriyet” söylemi, “modernist-laisist” baskı gerekçesine bağlanarak milyonlarca insanın iradesinin; istek ve inanç farklılıklarının ayaklar altına alınmasına dönüştürülmüş; dini ideolojinin daha fazla ve daha yaygın etkisini sömürmek üzere gerçekleştirilen dayatmalar, mağduru mağduriyetten kurtarma olarak gösterilebilmiştir.
Erdoğan’ın, “Afrika’yı sömürgeleştirdiler”; “Türkiye, Malezya, Endonezya gibi ülkelerin önünü kesmeye çalışıyorlar”, “Niye BM Güvenlik Konseyinde Türkiye gibi bir müslüman ülke bulunmuyor?” yönündeki söyleminin, muhaliflerinin bir bölümü dahil kitlelerin ilgisiyle karşılanması, emperyalist-kapitalist dünyanın sömürü, bağımlılık, eşitsizlik ilişkileri gibi olgusal gerçekliklerinden güç almaktadır. Davutoğlu’nun, “Bundan sonra biz hiçbir zaman şu veya bu tavrı alırsak, şu veya bu ülke ne diyor diye düşünmeyeceğiz. Başka ülkeler Türkiye Cumhuriyeti devleti ne düşünüyor diye düşünecekler. İşte bir milletin ayağa kalkmasının simgesi budur” şeklindeki boş böbürlenmesi de, bu bağlam içinde karşılıksız kalmayan bir anlam kazanıyor. Dış ve iç düşman söylemi, iktidar-kitle ilişkisini çimentolama-betonlama işleviyle yüklüdür. “Türkiye’nin başarı hikâyesi rahatsız ediyor. Bazı çevreler Türkiye’nin başarı hikâyesinin bitmesini istiyorlar. Tipik geri kalmış Müslüman ülke imajına sığmıyor Türkiye. Endonezya ve Malezya ile birlikte Türkiye bu imajı bozuyor”  propagandası, geri kalmışlığa-bıraktırmışlığa duyulan tepkilerin yönünü saptırarak iktidar payandasına dönüştürme amacıyla bağlıdır. Erdoğan, “Dünya beşten büyüktür. Niye Beş’e mahkûm olalım” derken, “Osmanlı sonrası Afrika”nın “uluslararası güç, rekabet ve sömürgeciliğin mücadele alanı haline” geldiğinden söz ederek “emperyal güçler”e işaret edip, Mısır, Ukrayna, Irak’taki gelişmeler bağlamında emperyalist “kumpas”tan söz ederken, Gülen hareketi-cemaatıyla ABD ve İsrail ilişkilerine göndermede bulunarak “üst akıl” bağlantılı ihanet ajitasyonu çekerken, halkın duyarlılıklarına sesleniyor; “mazlumun savunucusu” rolünü oynuyor. “Kökünde Selçuklu, Semerkand, Buhara, Orta Asya, Evladı Resul, ve cihan devlet Osmanlı”nın olduğu “Evlad-ı Fatihan… Horosan Erenleri, Anadolu Yörükleri ve Balkan muhacirleri” üzerinden yürütülen vaaz, kitlelerin farklı kesimlerinde değişik düzeylerde etkili olabilecek milliyetçi, İslamist ya da kazanma güdülerini-duygularını istismar özelliğiyle yayılmacı çığırtkanlıktan daha fazlasına işaret ediyor. “Arap Alemi”nin “hamisi olma” (hamilik üstünlük ve imtiyaz gerektirir) vaazı, yayılmacı emellerin dışa vurumudur. “Türkiye’nin kalkınmasını, büyümesini istemeyenlerin Türkiye’nin önünü kesmeye çalıştığı” propagandası, dış düşmana işaretle, ona karşı “milli birlik, tek millet, ümmet halinde bir arada olma”nın “çoşku ve heyecanı”nı çağırmakta; “dış düşmanla işbirliği içindeki iç düşmana karşı olma”nın “milli mukaddesat” ve “Müslümanın görevi” bağlamıyla birleşerek, iktidar partisi ve hükümetine muhaliflerin tümel olarak hainler-darbeciler-düşmanlar-teröristler cephesinde görülmesi/gösterilmesini, olağanlaştırmaktadır! Korku yayıcılığı ile çıkar koruyuculuğu bileşiminde imal edilen bu sözümona milletçi ve vatancı –ki Davutoğlu konuşmalarından birinde bunu “yeni bir Misak-ı Milli’de buluşmak” olarak ifade etmiş ve herkesi, “elinde ne varsa, heybesinde ne varsa bu mücadeleye katılma”ya çağırmıştır–; İslamist ümmetçi ve Osmanlıcı politikanın gerisinde, elde edilmiş çıkarların, ayrıcalıkların, mali-siyasi olanak ve mevzilerin korunması kaygısı ve istemi durmaktadır. Kitleleri daha baştan “bölmesi”ne karşın, korku yayıcılığı ve beklenti-duygu ve ‘inanç’ istismarcılığına dayanan bu sağ gerici popülizm, “ekmek ve iş kapısına sahip olma”yı iktidarla ilişkilerinin seyrine bağlayan insanların “elimizdekini koruyalım” endişesinden de beslenerek, hükümet ve partisinin, özü sermayenin çıkarları tarafından belirlenen politikaları sürdürmesinde, elini güçlendirici ya da aynı anlama gelmek üzere işini kolaylaştırıcı bir rol oynamış; Erdoğan ve hükümetlerinin elinde, iktidar konumunu sürdürmenin aracına dönüşmüştür. Kitlelerin gücünü, enerjisini ve emeğini, onların sömürülmesinin ve baskı altında tutulmasının dayanağına da dönüştürmek üzere, onları, binyıllara dayalı çaresizlik ve sıkışmışlıkların ürünü soyut kurguların etkisinde tutmaya çalışanlar, biat etme kültürünü, dinsel tabu ve inanmışlıkları da, kapitalist sömürü ve yağmanın aracı haline getirerek karunlaştılar.
Vatan, uluslararası sınıflar olarak burjuvazi ve işçi sınıfı açısından farklı çıkarlar ve dünya görüşleri bağlamına sahip olmasına karşın, üzerinde yaşanan toprakları işaret eder; mücadelenin enternasyonal karakteri, üzerinde ve içinde yaşanılan topraklardan (yurt/vatan/ülke) yükselmesi ve yürütülmesi gerçekliyle çelişmez. Din, dünyasal sorunların çözümsüzlüge ittigi insanın arayışının ilizyonist bir “yanıtı” olarak sonuçta, maddi-dünyasal sorun ve çelişkilerle ilişkili politikalara karşılık gelir.
Erdoğan’ın söylevinde, devamlılık gösteren “vurucu” kavramlar demeti arasında “vatan, millet, kahraman, gazi, alperen, şehit, ecdat, dinimiz, milletimiz, peygamberimiz” gibi, “kutsiyet” atfedilenler ile “ihanet, darbe, terör” gibi düşmanlık atfedilen ya da onunla içeriklendirilenler baş sırada yer alıyor. Onun, partisi ve hükümetinin ideolojik-politik görüşlerine iman edenlerin oluşturduğu “millet”, bizatihi kendi şahsı ve “uhdesi”nde temsil yüceliğine ermiş ve ekonomik olarak da ihya edilen-kayırılıp beslenen kesimden oluşuyor. Geride kalanlar; yani, ekonomik-sosyal ve siyasal talepleri için mücadele eden ya da böyle bir eğilim gösterenler ise, ikinci kategori kavramlarda içerilen düşman “cephesi”nde yer alırlar. Bu “sınıflama” ve kategorileştirmeyi yapan bir siyasal iktidarın, devlet kurumları ve olanaklarını yandaşların yedekliklerini sürdürmek için kullanması, aynı ‘zihniyet’ ölçüleriyle “milli çıkarlar” ve “kutsal görevler” kapsamına girer. Düşman ise, “çocuk da olsa, kadın da olsa”, hatta isterse sistem partilerinden birinin genel başkanı da olsa, adı üstünde “düşman”dır ve hakkı, en sertinden zor ve şiddetle etkisizleştirilmektir.
Popülist söylemi, maddi-toplumsal olgulardan ve ulusal ya da uluslararası çelişkilerden beslenmesine, ya da dayanaklarını oralardan almasına rağmen (ki etkili olmasının gerçek nedeni buradadır), Erdoğan iktidarının, işçi ve emekçilerin çeşitli duyarlılıklarını, onların talepleri etrafında geliştirdikleri mücadelesine karşı bir bastırma ve etkisizleştirme zehri olarak, ideolojik bir silah olarak kullandığı, yukarıdan beri belirtilenler üzerinden açıklık kazanmış olmalı. Erdoğan hükümetlerinin pratiği bunu kanıtlıyor: AKP, sadece işçilerin ve kent emekçilerinin değil kırsal küçük üreticinin de toplumsal örgütlü muhalefeti ve mücadelesine karşı dalga kırıcı şiddet aygıtını seferber etmekten kaçınmadı; grev ve direnişe yönelen işçileri darbecilere alet olmakla suçladı (TEKEL grev ve direnişi, Erdoğan tarafından  “darbecilik”le, fındık üreticilerinin fiyat artışı talebiyle giriştikleri eylemler “ihanet” ile ilişkilendirildi); kazanılmış sosyal-sınıfsal haklar tırpanlanıp adım adım ortadan kaldırıldı, sendikal örgütlenme çabasına giren işçilerin işten atılmasında patronlara iktidar koruması sağladı, ve hükümet-devlet yanlısı sendika bürokratlarına aidat kaynağını genişletmek üzere yeni üye sağlanması için belediyeleri, valileri, patronların yanı sıra harekete geçirdi; ama diğer yandan da “yaradandan dolayı yaradılmışı sevme” söylemi eşliğinde tek tek fakir “kul”larını “ihya ederek”, halkın maddi ihtiyaçlarının karşılanması için “yapılabilir olanı yapmaktan geri durmayan bir parti ve hükümet” görünümü vermeye özen gösterdi. Yüksek işsizlik oranları, inşaatçılık ve enerji alanındaki atılımlarla örtüldü. Kentleşme, kent halkının mağduriyeti pahasına sürdürülürken, devasa rantın bir bölümüyle kira ödemeleri ve aile yardımı adı yöntemiyle emekçilerin bir bölümü yatıştırıldı. 3 milyonun üzerinde aileye –bunu 8 milyon olarak gösteren kaynaklar da bulunuyor – yapılan 600 TL aylık yardıma, seçim dönemlerinin sadakaları eklendi. Yandaş ailelerin çocuklarına iş olanağı sağlanarak, özel güvenlik ve polis örgütlenmesiyle yüz binlerce genç toplumun öteki kesimlerine karşı ayrıcalıklı ve korunaklı hale getirilerek, verilen sözler “tutuldu”! Özelleştirme saldırısı en üst düzeyine çıkarılırken, istihdam vaadi ve 4-B, 4-C uygulamalarıyla tepkiler pasifize edildi. “Çözüm süreci”yle başlayan ilişkilerin bir yanı olarak aralarında Türkiye Kürt burjuvalarının da bulunduğu “işadamları”nın Kürdistan’daki yatırımlarının ekonomik getirisi, pasifikasyona destek için kaynaklara eklendi. Kürtçe özel bir televizyon kanalının açılması, Kürtçe’nin özel okullarda eğitim dili olmasının kabulü, oyalama amaçlı “Alevi çalıştayları”, ve daha da eklenebilir ekonomik, sosyal ve siyasal etkiye sahip bir dizi adım, kitle desteğinin etkenleri ve gerekçelerine eklendiler.

POPÜLİST DEMAGOJİ AKP İKTİDARINA GARANTİ SALAR MI?
AKP’nin, sadece pazar paylarını büyütmelerinde rol oynadığı “İslamist” büyük burjuvaların değil küçük ve orta burjuva kesimlerin önemlice bir kesiminin yanı sıra işçi sınıfının ve kent yoksullarının küçümsenemez bir bölümünün desteğine de sahip olduğu sosyal-siyasal bir gerçekliktir. TÜSİAD yöneticilerine “sen kimsin ya, sen kimsin!” diye meydan okumasına, TÜSİAD’çıları sekülarizmin ve dış sermaye temsilciliğinin faili gösteren açıklamalarına karşın, onların da çıkarlarına gelen sınıf politikasıyla, yani emek gücünün aşırı sömürüsünü esas alan ekonomik-sosyal uygulamalarla burjuva hakim sınıfın çıkarlarını temsil eden bu iktidar ve baş patronu, rekabet kaynaklı meydan okumalarını MÜSİAD’çılar ile sınırlı kalmayan sermaye kesimlerinin yanı sıra geniş işçi-emekçi kesimlerin desteğine borçludur. Bu destek olmasaydı, bu pervasız saldırganlık, çoktan kuyunun karanlığında boğulmuştu/boğdurulmuştu. AKP ve hükümetlerinin 13 yıllık iktidar pratiği, işçi sınıfını ve halk yığınlarını sınıfsal temelde almaksızın ve sınıfsal taleplerini karşılayarak değil, tekil unsurlar düzeyinde görüp ihtiyaçlarının “gözetilmesi” ve siyasi-ideolojik manipülasyonun kapitalizmin çarkına uyum ekseninde gerçekleştirilmesi üzerinden, mücadele ürünü kazanımlarının gaspı pahasına ve bazı ailesel-kişisel gereksinmelerinin gözetilmesi yoluyla burjuva siyasetine yedekleme politikasının da pratiği olmuştur. Yunan Başbakanı Çipras’a, “Popülizm dozunu iyi tutturmak gerek” diye öğüt vermeye kalkışan Erdoğan, iktidarının pratiği –ve taktiğini– de açık etmiştir: Halk kitlelerinin taleplerine ve duygularına seslenirken, ortaya çıkacak toplumsal tepkinin, sistemin çarkları ve sınırları dışına taşma olasılığını dikkatten kaçırmama ve kontröllü –esas olarak yedekleyen– bir popülizmi aşmama! Aksi durumda, popülist politikalar halkın kendi talepleri için ayaklanmasına dek varabilir, popülist politikacıları da aşan bir pratik ve gerçekleştirilmişlikler olarak pahalıya mal olabilirler! Sağ gerici, şoven ve militarist politikacıların özellikle Türk halk kitlelerini cami, din, ahlak, vatan, millet vb. söylemler üzerinden ve “teröre ve bölücülüğe karşı mücadele” vaazıyla kontrollü kalkışmalara kışkırtmalarında olduğu üzere; ulufe dağıtmayı da ihmal etmeksizin yedekleme taktiği, bunun artık çokça tanık olunan bir örneğini oluşturuyor.
Burjuva propagandası ikiyüzlü, demagojik ve hakim sınıf çıkarcılığını ifade etmesine rağmen, yukarıdan beri göz önüne getirilenler, AKP yönetimi ve iktidar propagandacılarının yığınların durumu, ihtiyaçları ve talepleri üzerinden sürdürdükleri popülist söylem ile işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin önemlice bir kesimini etki altına aldıklarını/alabildiklerini açığa çıkarıyor. Hakim sınıfın bu etkisi ve yığınları aldatarak yedekleme gücü ve oranı, açıkça görüldüğü üzere proletarya ile burjuvazinin başlıca taraflarını oluşturdukları sınıf mücadelesinin seyrine; düşüş ve yükseliş durumlarına bağlanmıştır. Bu bağlamıyla burjuva popülist, faşist ya da liberal demagojinin gücü ve etkisi ne olursa olsun, ifadesi olduğu ekonomik-sosyal olgu ve ilişkilerin değişiminden bağımsız olarak kendi başına, siyasal mücadele taraflarının konumlarını belirleyecek işlev göstermez; ya da farklı bir ifade ile burjuva iktidarının gelecek teminatı olamaz. Ne var ki, böyle olması, sınıf mücadelesinde işlevsiz kaldığına ya da siyasal iktidarın oluşması ve kendini sürdürmesinin araç ve dayanaklarından biri olarak toplumsal bir işleve sahip olmadığına da delalet etmez.
Peki, yukarıdan beri ortaya konulanlar, AKP ve iktidarının, kendisinden önceki hükümetler –ve sermaye partileri– ile benzer bir “son”a doğru yol aldığının gösterenleri olarak alınabilir mi? Bu soruna, “her yükselişin bir düşüşü vardır” fiziksel kuralı ya da mantığıyla yaklaşılamaz. Herhangi bir siyasal iktidarın olduğu gibi, AKP’nin “siyasi ömrü” açısından da belirleyici olan, öncelikle uluslararası ve ‘ulusal’ ölçekli ekonomik-sosyal ve politik gelişmeler ile bağı içindeki iç sınıf mücadelesi ve düzeyi olacaktır. Yakın dönem hükümetleriyle kıyaslandığında, başlıca olarak devlet aygıtında kurumsallaşmış bir kitlesellik gücüyle ve bunun ekonomik dayanaklarını oluşturmasıyla ayrışan ve bu durumunu önemli oranda 12 Eylül cuntasının gerçekleştirdiği toplumsal travma ve yıkımın üzerinde, o toprağı kullanarak ve onun yasalarını-anayasasını korugan edinerek inşa eden bu partinin “özgün”lüğüyle ilişkin farklılığı, onun “gidişi”ni, “oy oranları”yla bağlı bir seçim yarışı sınırları içinde değerlendirilmesini sorunlu kılmakla birlikte; başka türlü söylenirse, Erdoğan iktidarı, “AKP’nin devletleşmesi” olarak şekillenmiş olmasına rağmen; ürünü olduğu ve dayanak edindiği toplumsal ve ekonomik koşullardaki değişim ve onunla bağlı siyasal çatışmalar, onu da kaçınamayacağı sona götürecektir. Bugünkü hakim konumunu korumak ve sürdürmek için her araç ve yönteme başvurmaktan kaçınmaması olsa olsa, bu çöküş ve gidişin çok daha çatışmacı, hatta kanlı geçeceğine işaret sayılabilir, ve halihazırdaki gelişmeler, bu eğilim ve olasılığın hayli güçlü olduğunu gösteriyor. Erdoğan’ın “Nazi türü bir rejime doğru adım adım ilerlediği”ni söyleyenleri haklı çıkaracak şekilde, dini ideolojiyle takviye edilmiş polis-yargı-MİT aygıtıyla tüm halk kitlelerini mengeneye sıkıştırarak “ümmet” konumuna düşürmek ve Erdoğan’ı Halife/Sultan tahtında oturan bir monarşist-oligark konumuna yerleştirmek için her şey yapıldı/yapılıyor. Yasalar daha gerici içerikle donatılırken, totaliter bir siyasal mekanizma hukuki-yasal ve bürokratik dayanaklarıyla tesis ediliyor. Kendilerini “liberal sol”da gören ya da ifade edenlerin bir bölümü hala R. Erdoğan’ın eşiğine yüz sürmeye devam etse dahi, diğer bir kısmı da dahil olmak üzere, çeşitli yazar, politikacı, sendikacı ve ilerici aydınların, Türkiye’nin AKP Hükümeti, özellikle de başbakan, cumhurbaşkanı ve parti genel başkanı kimliğini fiili olarak elinde tutan Erdoğan tarafından “faşizme doğru götürüldüğü” şeklindeki tespit ya da söylemi, politik gelişmelerin yönüyle bağlı görünmektedir.
Buna rağmen, bu iktidarın “uğrak zamanı”nın dolmaya başladığını işaret eden çeşitli veri ve gelişmelerden yine de söz edilmelidir. Bunun, kapitalist gericiliğin uluslararası ilişkileriyle bağlı daha genel; ve ülkede sömüren-sömürülen ilişkisinde somutlanan sorunlara bağlı daha özgün ve yerel etkenlere ve göstergelerine işaret edilebilir: Her şeyden önce, günümüz koşulları, hem uluslararası alandaki hem de ülkemizdeki gelişmeler nedeniyle AKP’yi işbaşına getiren koşullardan önemli oranda farklılık gösteriyor. Uluslararası ve bölgesel gelişmeler, Erdoğan hükümetinin “eli-kolu serbest” hareketine set çekecek, darbe vuracak yönde gelişmeye devam ediyor. İşçi sınıfına karşı izlediği vahşi politika ile birlikte giderek yoğunlaşan ve tüm emekçileri karşıya alma özeliğine sahip siyasal baskı ve şiddet ve onunla birleşen İslamist dayatmaların yarattığı tedirginlikle karışık mücadele eğilimi giderek belirginlik kazanıyor. Ekonomi, bir kriz döneminden ya da kriz sonrası yeniden toparlanma dönemlerinden farklı olarak sıkışma-daralma belirtileri veriyor. Bu ve eklenebilir olgusal gelişmeler, 12 Eylül’ün siyasal-sosyal ve ekonomik zemini üzerinde, onun bastırdığı kitle mücadelesinin bir engel oluşturabilecek düzeyde gelişemediği koşullarda, devlet yönetimine gelen bu partinin, o, bir seçim partisi olmaktan çok bir savaş partisi olmasına; ve toplumun ezilen ve sömürülen sınıf ve kesimlerini boğmaya aday dikenli bir ahtapot olmasına karşın, “suyunun ısınmaya başladığı”nı gösterir belirtiler olarak alınabilir. “Ebedi hükümranlık” teolojisinden esinlenen çığırtkanlığının etki gücü zayıflamaya başlamıştır. Irkçı öfke ve yayılmacı özlemlerin dayandırıldığı güç ve bağlandığı hedefin inanılırlığı, saldırılarının yoğunluğu ve gizlenemezliğiyle baltalanmakta; popülist ikiyüzlülük, toplumsal olay ve gelişmelere gösterilen şiddetli tepki ve fiili saldırılar ile zaafa uğramaktadır. İktidarın ekonomi politikası ve pratiğiyle söylemi arasındaki muazzam çelişki diğer yandan, ideolojik yapıştırıcı olarak kullanılan dinsel söylemin, bu ideolojinin çok çeşitli mezhep-tarikat ve kolları tarafından farklı yorumlarıyla değil sadece, pozitif bilimlerin insan, dünya ve evrene ilişkin “bilinmezler”i açık hale getirme yolunda attığı çok büyük adımlarla günden güne sarsılmasına neden olmakta; kapitalizmin yedekliği ve aklayıcısı olarak kullanılan dinsel ideoolji ve söylemin “inanan emekçi”nin kendi nesnel gerçekliğiyle oluşturduğu tezat sonucu gerçeklere uyanmasını tetiklemektedir.  Din yobazlığını bayrak edinen ve toplumun tüm kesimleri ve kuşaklarını biat kültürüyle kul’laştırmaya çalışan iktidar partisinin bu politikası, emekçi mücadelesini saptırıcı ciddi bir tehdit içermesine karşın, uzlaşmazlığı, gerginlik ve çatışmayı körüklemesi nedeni ile sistemi dinamitleme potansiyeline de sahiptir. Din ve mezhep savaşlarının herhangi bir ülke ve halkını “ihya ettiği”; geliştirip kalkındırdığı, ileriye taşıdığı ve daha insani bir yaşama olanağı sağladığı, binlerce yıllık insanlık tarihinde bugüne dek görülmemiştir.

AKP’NİN POPÜLİST SÖYLEMİNİ ETKİSİZLEŞTİRECEK BİR MÜCADELE HATTI İHTİYACI
Toplumsal koşullar ve sömürülüp-ezilenler ile sömürücü hakim sınıflar ve onların devletleri arasındaki ilişkilerin değişimi ve gelişiminden hareketle söylersek, burjuva sınıf iktidarını işçi sınıfı başta olmak üzere emekçi halk kitlelerinin omuzlarındaki yük, başları üzerindeki ‘giyotin’ olarak niteleyebiliriz. Tekelci burjuvazinin hakimiyetindeki günümüz dünyası ve tek tek kapitalist ülkelerde, egemen sınıfın, liberal demokratik haklar ve kurumlaşmalarla uyuşmazlığı artmış, aynı anlama gelmek üzere, “en demokratik” denen kapitalist ülkelerde de burjuva demokrasisinin sınırları daralmış, oligarşik merkezileşmeye bağlı ve demokratik özgürlüklerle karşıt olarak siyasal gericilik yoğunlaşmıştır. 20. yüzyılın ilk çeyreğinden başlayarak kapitalist dünyanın, sosyalizm ve işçi sınıfı mücadelesinin ve ezilen ulusların bağımsızlık savaşlarının darbelerine maruz kaldığı koşullarda, halkların taleplerini (ekonomik, sosyal ve siyasal) belirli sınırlar içinde de olsa karşılamak zorunda kalan burjuva gericiliğinin, burjuva demokrasisine yaklaşımıyla, sosyalizmin, gerçekleştirildiği ülke(ler)de yenilgiye uğratıldığı ve işçi-emekçi mücadelesinin geriye püskürtüldüğü günümüz koşullarındaki yaklaşımı aynı değildir.
Buradan hareketle bazı ‘belirleme’ler yaparsak, şunlar söylenebilir: a) Sermaye yoğunlaşması, merkezileşme ve daralma, her bir kapitalist ülke özgülünde farklılıklar göstermesine rağmen, hakim sınıfın, işçi ve emekçilerin taleplerini sahiplenir görünerek, popülist söylem eşliğinde bu talepleri mümkün en dar sınırlara çekerek “özümleme” yönteminin yanı sıra, hak ve özgürlük tanımaz politikaları daha yoğun şekilde gündeme gelmiştir. b) Burjuvazinin bu eğilimi ve uygulamaları bütünüyle yeni bir durum göstergesi olarak alınamaz. Proletaryanın sınıf olarak ortaya çıkması ve kendi talepleriyle karşısına dikilmesinden başlayarak burjuvazi, hemen her ülkede, sistemiyle “özdeş” gösterdiği “demokratik değerler”i, rekabetin ve emekçi mücadelesini etkisizleştirip yedekleme politikasının gerekleriyle bağlı olarak ele almış; sınırlarını sömürü ve sınıf çıkarlarının gerekleriyle belirlemeye çalışmıştır. c) Buna rağmen, sömürülen ve ezilenlerin, burjuvazinin antidemokratik diktatörlüğüne karşı mücadelesi için nesnel koşullar günümüzde daha fazla olgundur. İki yüzlü burjuva propagandasının etkisini kırmak için, sınıf bilinçli işçi ve emekçinin elinde bugün çok daha fazla bilimsel dayanaklar, mücadele araçları, ve burjuva pratiğiyle söylemi arasındaki zıtlığın teknolojik gelişmeye bağlı nedenlerle anında yığınlarca görülebilir hale getirilmesi kolaylığı gibi daha geniş olanaklar vardır. Burjuva saldırısının yoğunluğu ve geniş boyutlu oluşu, örneğin R. T. Erdoğan yönetimindeki AKP iktidarının işçi ve emekçilerin talepleri doğrultusunda ortaya koydukları direniş(ler) karşısında izlediği vahşice bastırma politikası, onun söylemine güveni sarsmakta; ve gerçek durumun görülmesi için daha fazla uyarıcı olmaktadır. Gezi Direnişi’ne karşı alınan tutumda, Kobanê’deki vahşet ile suç ortaklığının kitlesel tepkiyle karşılanması üzerine girişilen vahşi saldırganlıkta, ve şu günlerde, ülkenin polis tahakkümünde tek şef değneğiyle yönetilmesi girişimlerine karşı sokakta ve parlamentoda yükseltilen itirazlara karşı yürütülen iktidar zorbalığında açıkça görüldüğü üzere, “demokratikleşme” üzerine popülist söylem, aldatıcı etkisi de darbe alacak şekilde, boşluğa düşmektedir. d-) Buradan devamla söylersek, bağımsızlık, demokrasi, hak eşitliği, başka ülke ve halklarla içişlerine karışmaksızın karşılıklı eşit ilişkiler vb. gibi demokratik özgürlükler artık esas olarak ve ancak işçi sınıfı ve emekçilerin sermaye ve gericiliğe karşı mücadelesinin ürünü olabilmektedir. Bu mücadelenin etkili olabilmesi ve daha geniş halk kitlelerinin katılımıyla ilerlemesi, başka şeylerin yanı sıra AKP yönetiminin ikiyüzlü popülist söylemiyle yarattığı kitlesel etkinin, bu ikiyüzlülüğün teşhiriyle kırılmasına da bağlıdır. Bunun için, sadece onun tarafından istismar edilen demokratik istem(ister)lerin tutarlılıkla savunusu değil; vatan, ulus, bağımsızlık, eşitlik, özgürlük ve refah kavramlarında ifadesini bulan içeriklerin işçi ve emekçiler için anlamı ve değerinin gerçekte ne ve nasıl olması gerektiğinin de açıklık kazanması gerekir. Sınıf farklılıkları, ayrıcalıkları ve sömürünün kutsanmasının ardındaki kirli çıkar bağı ve amaç açık edilmeksizin, burjuva –ve diğer– partiler ile sermaye ve devlet ilişkileri açıklığa kavuşturulmaksızın proletarya ve emekçilerin mücadelesi, sömürüden kurtuluş yönünde ilerletilemez. İşçi-emekçi haklarıyla iktidar politikaları ve sermayenin çıkarları arasındaki uzlaşmazlıkların alenileştirilmesi; sendika, grev, örgütlenme, söz, basın-yayın, ulusal-etnik ve dinsel-mezhebi, cinsler arası ilişkiler alanı dahil, toplumsal yaşamın tüm alanlarında burjuva gericiliği ve ortaçağcıl anlayışların hakim kılınmak istendiğinin gösterilmesi; bunun için sermaye partileri, hükümet(ler)i ve devletinin tüm bu alanlardaki pratik politikası ile manipülasyon amaçlı propaganda ve söylemi arasındaki ilişkinin sergilenmesi; iktidarın popülist söyleminde dile gelen burjuva çıkarı ve emekçilerin sorunlarının istismarını deşifre eden, ve fakat aynı zamanda toplumsal kategori ve “değerler”in halkın düşün-duygu ‘dünyası’ndaki anlamını dikkate alan bir devrimci eylem-çalışma ve söylem, mücadelenin geliştirilmesi için önem taşımaktadır. İşçi sınıfının siyasal ve sendikal tüm haklarının eksiksiz kabülü, halkın tüm kesimleri için günümüz toplumsal koşullarıyla uygun bir düzeyde ekonomik-sosyal haklar ve eksiksiz siyasal özgürlükler, emperyalizme karşı mücadele, bağımlılık nedeni tüm askeri-mali anlaşmaların iptali, NATO ve Amerikan üslerinin kapatılması; ulusların tam hak eşitliği, komşu ülkeler halklarıyla barışçıl-kardeşçe ilişkiler ve dayanışma vb. vb.. gibi siyasal, iktisadi ve sosyal talepler karşısındaki burjuva gericiliği, ikiyüzlü popülizm ile birlikte teşhir edilir, ve bu taleplerin gerçekleşmesi mücadelesi yükseltilirken; örnek olsun vatan-ulus gibi kavramların işçi sınıfı ve emekçilerin duygu-düşün dünyasındaki yerini göz önüne getirmek ve onların yararına açıklığa kavuşturulmasını da önemsemek şarttır. 
Yineleyerek söylersek; hareket noktası, ülke gerçekliği ve uluslararası koşulların belirlediği ekonomik-sosyal ve siyasal talepler olmak durumundadır. Sömürülen ve baskı gören bütün emekçi ve ezilenlerin uluslararası alanda ve ülkemizde yürüttükleri mücadelenin deneylerinden de yararlanarak, AKP iktidarı ve burjuvazinin ideolojik etkisini kırmak ve devrimci-sosyalist politikanın önündeki barikatları aşmak için, halkın ekonomik-sosyal ve siyasal taleplerinin burjuva istismarını başarısızlığa uğratacak bir tutum ve mücadeleye ihtiyaç vardır; ve kapitalist sömürü ve burjuva baskı koşullarından zarar gören herkesi birleştirebilir taleplerin devrimci savunusunda kararlılık ilk gerekliliktir. Eğer gerekleri yerine getirilebilir ve işçi sınıfı başta olmak üzere halkın en geniş kesimlerinin sonmut siyasal, ekonomik ve sosyal taleplerinin en acil ve yakın mücadele programı halinde, ancak kararlıca savunulmasıyla emekçilerin geniş kesimlerinin mücadele birliği sağlanabilirse, burjuva iktidarının, dozu giderek artırılan saldırganlığının önü kesilebilir ve onu geriye püskürtmenin yolu açılabilir. 2013 Haziran Halk Direnişi başta olmak üzere, ortaya çıkan çeşitli emekçi eylemleri, tüm milliyetlerden Türkiye halkının önemli bir bölümünün ilerici-modern yaşam tarzından yana ve hak eşitliğine dayanan bir demokratik siyasal-sosyal yaşam için mücadele potansiyeline sahip olduğunun göstergeleriydiler. Buradan hareketle ve işçilerin lokal eylemlerinin sadece sayısal olarak artışını değil ama taleplerinin kapsamı yönünden de daha kapsayıcı olmaya yöneldiği dikkate alınarak, sorumlu ve kucaklayıcı bir mücadele platformunda bu güçlerin birliği sağlanabilir. Bazı Avrupa ülkelerinde, halkın üzerindeki yükü artıran ekonomik-sosyal politikalara karşı ortaya çıkan emekçi tepkisi üzerinden güç toplayan SYRİZA türü blok örgütlenmelerinin gördüğü destek –bu parti ve ittifak örgütlerinin sosyalist olup olmadıkları merkezli bir tartışma bu bakımdan spekülatif olacaktır– bu bakımdan yararlanılabilir bir pratik de sunmaktadır. Devrimci sınıf partisi ve emekçi örgütleri başta olmak üzere, uluslararası sermaye ve işbirlikçi gericiliğin saldırılarına karşı mücadeleyi yükseltip genişletme politikası izleyen tüm ilerici-demokrat ve sosyalist güçler, işçi sınıfı başta olmak üzere kent ve kırın emekçileri-yoksullarının, mali sermaye ve tekellerin politikasından zarar gören kent küçük burjuvazisinin sermaye partilerine desteğini zayıflatıp giderek ortadan kaldıracak yetkinlik ve çalışkanlık ‘sınavı’ ile yüz yüze bulunuyorlar.

Kapitalizmin muhafazakar bekçiliği ve muhafazakar totaliterizm

Muhafazakar otoritarizm üzerine kuramsal-siyasal tartışmaların son on yıl(lar)da yoğunluk kazanmasının asıl nedenini, karmaşık, kaotik ve çok yönlü gelişmelere sahne olan kapitalist dünya gerçekliğinde aramak gerekir. Bazı yazarlar tarafından “yeni muhafazakarlık” olarak da tanımlanan kapitalizmin daha tutucu, daha bağnaz ve dini anlayış, yorum ve argümanlar desteğindeki savunusu; 21. yüzyılın ilk çeyreğinde, ABD başta olmak üzere Batı’nın ve Doğu’nun devlet yöneticilerinin çoğunluğu tarafından siyasal-ideolojik, kültürel ve “ahlaki” yöneliş öncelikleriyle örtülmek istenmesine rağmen, muhafazakarlığın yeniden güç kazanması ve etki alanını genişletmesi, iktisadi-sosyal gelişmelerden bağışık değildir. Ne demek istediğimizi; ya da siyasal gericiliğin yoğunlaşması ve muhafazakarlık dahil otoriter yönetim anlayışı-politikalarının hemen tüm toplumlarda etkin eğilimi oluşturması ile, bunu temelleyen ve körükleyen dünya kapitalizmi gerçekliği arasındaki bağın ne olduğunu, özetle açmaya çalışarak, işçi sınıfı ve emekçilerin önüne barikat olarak çıkarılan muhafazakar ideolojiye karşı mücadelenin önemi üzerinde durmak bu kısa makalenin konusunu oluşturuyor.

A-) TANIM OLARAK MUHAFAZAKARLIK VE MUHAFAZAKARLIĞIN SİYASAL-İDEOLOJİK “KİMLİĞİ”
Kavramsal anlamıyla korumacılığa-tutuculuğa karşılık gelen muhafazakarlığın kuşkusuz çeşitli biçimleri, ve içeriğine uygun tanımlar yapılabilir. Burada ama biz, esas olarak kapitalizmin muhafazakar savunusu ve onun dini ideolojiyi de kullanan; veya onunla ağırlıklı olarak tahkim edilmiş kimliği ve biçim(ler)iyle ilgiliyiz. Bu açıdan belirtildiğinde, muhafazakarlık örneğin kapitalizmin liberal savunusundaki ısrarcılık anlamında da tanımlanabilir. Ne var ki, son zamanların aktüel tartışma konuları arasında yer alan yeni muhafazakarlık, kapitalizmin bu liberal ve dünya işlerini dünyevi-maddi ilişkiler dolayımında izahla savulmasından farklı olarak dini ideolojiye, geleneksel “değer” ve anlayışlara daha ağırlıklı yer veren, aynı nedenle de dini ideolojiyle ilişkiler bağlamında tanımlanan bir biçime denk düşmektedir. Muhafazakarlığın bu biçimi ya da türü kapitalist toplumu içinde, bu toplumun ilişkileri, yaşam tarzı, kültürü vb.’nden hareketle bunlara bir tür itirazı; toplumsal değişimin bu yönlü sürmesine endişeli bir karşı koyuşu ve geleneksel kültür, değer, anlayış ve ilişki biçimlerine öykünme ya da bağlılığı ifade etmek üzere kullanılmaktadır. Muhafazarlığın bu biçimi, aşkınlaştırılmış kurucu ve düzenleyici bir iradeye tanıdığı mutlak belirleyicilik anlayışıyla mevcut toplumsal düzeni (kapitalizm), karşı çıkılamazlık içeren bir iman anlayışı ile sahiplenme gibi bir özellikle de belirlidir. Dünyayı ve toplumu sonsuzca belirleyen merkezi güce iman ve inanç, muhafazakar politik yönetimlere gösterilen bağlılık ve biatı kolaylaştırmış; İslamcı muhafazakar iktidarların dinin toplumsal yaşama etkisini artırmak için giriştikleri hızlı-sert ve ardışık politik uygulamaların yaygın kabul görmesinde işlevli olmuştur.
Bu farklılığı da belirtmek üzere, muhafazakar dünya görüşünün genel-geçer ve bütün toplumlar için geçerli ya da burjuva-emperyalist güçlerin bütün bölüklerinin politikasında aynı şekilde içerilmiş bir tanımından söz etmek mümkün görünmemektedir. Muhafazakar dünya görüşü çünkü tarihsel seyri içinde, burjuva demokratik devrimini gerçekleştiren, Aydınlanma ve Reformasyon sürecini yaşayan Batı Avrupa’da ve çok daha farklı gelişmelere sahne olan ABD’de farklı; burjuva demokratik devrimlerin ya hiç gerçekleşmediği ya da esas olarak tamamlanmadığı ve dini reformasyonun gerçekleşmediği Doğu ve İslam toplumlarında farklı bir seyir izlemiş; gelişmesi ve şekillenmesi farklılık göstermiştir. Kapitalizmin gelişme süreciyle dolaysız bağlı bu farklılık, dini ideolojiye ve kurumlarına verilen önem ve tanınan yer açısından da belirli bir biçimde geçerlidir.
Din ve kurumları kuşkusuz tüm kapitalist toplumlarda kutsanmış, bir tür dokunulmazlık zırhıyla korunmaya alınmıştır. Ancak burjuva demokratik devrimlerinin gerçekleştiği ülkelerde, feodal aristokrasinin iktidarını yıkan burjuvazinin Kilisenin mutlak otoritesini ve dini aristokrasiyi de –en radikal biçiminde Fransız Devrimi’nde yaşandığı üzere– darbelediği; devletin dinden, dinin devlet yönetiminden ayrı tutulması yönünde hukuksal vb. düzenlemelere gittiği, tarihin gerçekleri arasındadır. Kapitalizmin gelişmesine ve Hollanda, İngiliz ve Fransız burjuva devrimlerine bağlı olarak feodal aristokrasinin iktidarına son verilmesi, kaçınılmaz şekilde muhafazakarlığın kapitalizm öncesi biçimlerine de sınırlama getirmiş; onu darbelemiştir. Fransa’da aristokrasinin iktidarı yıkılarak kilise aristokrasisinin etkisi sınırlanır ve laiklik devlet politikası ilan edilirken; İngiltere’de uzlaşıcı bir yol izlenmiş ve öteki Avrupa ülkelerinde de Kilisenin mutlak otoritesi zaman içinde güç kaybına uğrayarak, devletin dinden bağımsızlığı ve uzaklığını hukuksal olarak da teminat altına alan bir siyasal yapılanma gerçekleştirilmiş; bu bağlamı içinde belirtilirse, burjuva laisizmi hayata geçirilmiştir. Bu gelişmelere bağlı olarak, Klisenin ve Hıristiyan din ideolojisinin politik-toplumsal yaşamdaki rolü belirli bir kısıtlılık yaşamış; doğrudan politikanın konusu olarak gündeme getirilip herkesten kabulünün istenmesi yerine kişinin iradesine bırakılmıştır. Ancak, bu gerçekliğe rağmen, Hıristiyan Ruhaniliği ve Vatikan’ın, Papalık kurumunu da kullanarak halkları sermaye dünyasına bağlı tutma çabası devam etmiş; sosyalizme karşı emperyalist burjuva savaşının bileşeni olarak rol oynamış ve Doğu Avrupa halk demokrasilerinin yıkımında aktif bir yer tutmuştur.
Kapitalist gelişme sürecine geç bir dönemde ve emperyalizm koşullarında giren; burjuva devrimlerinin, Aydınlanma ve Reformasyonun gerçek anlamda yaşanmadığı, İslam ideolojisini inanç kültürü edinen toplumlarda ise, bu ideolojinin burjuva iktidarları tarafından istismar konusu edilmesi ve kullanılması daha ağırlıklı bir yer tutmuştur. Dini reformasyonun gerçekleştirilmemiş olması bu istismar ve kullanmayı kolaylaştırmış, merkezi belirleyici güç anlayışı dolayımında “kutsanmış”(!) değerlerin kitleselleştirilmesini esas alan bir politik-ideolojik toplum-doğa yorumuna dayandırılan muhafazakar dünya görüşü, kapitalist “girişim özgürlüğü”nden(!) beslenirken, toplumsal-sınıfsal eşitsizlikleri “değiştirilemez belirlenmişlik”ler olarak gösterip, özel mülkiyetçi-eşitlik karşıtı bağnaz gerici tutuculuk olarak şekillenmiş; muhafazakar sağ, liberal, faşist vb. gibi iktidarlar, kapitalizmi sürdürmek amacıyla kitlelerin yönetime sadakatini sağlamak için, dini ideoloji başta olmak üzere muhafazakar “değerler” anlayışını politikalarının önemli bir bileşeni yapmışlardır. Türkiye’nin “Yeni Osmanlı”cı yönetiminin “ecdat” söyleminde içerilen Osmanlıcı-İslam tebaacı Türkçü muhafazakarlık, hem geleneksel muhafazakar “değerler” savunuculuğuyla hem de kimi modernist anlayış ve unsurlarla yüklüdür ve Cumhuriyetin “Laiklik” ve “Türklük” anlayışından beslenir.
O halde şunu söyleyebiliriz: Muhafazakarlık, vazedildiği üzere ılımlılık politikasıyla özdeşleştirilemez; amaca ulaşmak için her yolu mübah sayması bağlamında ılımlılık ve uzlaşmacılığı da içermekle birlikte, bu siyasal-ideolojik görüş ani ve hızlı dönüşlere, ani ve hızlı değiştirmelere, riskli tutumlara; en baskıcı, en zorba yönetim şekillerine de açık olup, totaliter-faşizan yönetim biçimlerine asla uzak değildir. Muhafazakar dünya görüşünde (muhafazakar politika ve ideoloji), aile, gelenek, ahlak, gibi tarihsel “miras” savunuculuğu ortak paydayı oluşturmasına; bu kurumsal kategorileri temel alır görünmesine ve toplumsal değişimi bu kurumları ve “değerleri”ni sarsmayacak ılımlı-tedrici düzenlemeleri ön gören bir düşünüş tarzı, politika ve ideoloji olarak tanımlanmasına rağmen, yakın dönem İngiliz, Amerikan ve Türk muhafazakar iktidarlarının pratiğinde görüldüğü üzere, sermayenin çıkarlarına bağlanan en katı siyasal-sosyal ve ekonomik uygulamaların faili olmaktan kaçınmaz. Kapitalist sistemin gereksinmelerine bağlanan ani, hızlı, sert ve saldırgan değişimleri gerçekleştirmekten; bu “değerler”in yıkımında ve kitlelerin çözümsüzlüğe sürüklenmesinde rol almaktan geri durmaz. Reagan, Thatcher, Bush ve Türkiye’de sonuncusu Tayyip Erdoğan yönetimindeki olan muhafazakar sağ iktidarlar, işçi sınıfı ve emekçiler başta olmak üzere sisteme muhalefet eden güçlere karşı, dogmatik-mekanist anlayışlardan beslenen ideolojik argümanlar eşliğinde siyasal zor ve baskıyı yoğunlaştırmaktan kaçınmadılar.

B-) YENİ MUHAFAZAKAR AKIMA GÜÇ VEREN KOŞULLAR; “KÜRESEL KAPİTALİZM” VE MUHAFAZAKARLAŞMA
Burjuva muhafazakar politika ve ideolojinin kitlesel boyutta destek görerek ulusların ve halkların yaşamında etkili bir güç olarak yer alması, kapitalist dünyada yaşanan gelişmelerin kitlelerin yaşamında yol açtığı değişim, yıkım, tahribat, çözülme, bozulma ve bunlardan güç alan arayışlarla bağlı olagelmiştir. Toplumsal çözülme ve kapitalizmin kitleleri işsizlik, yoksulluk, açlık, şiddet ve savaşlar sarmalına alması nedeniyle, bu sorunlardan kurtulma ve bir çıkış yolu bulma arayışındaki yığınlar, özellikle de genç kuşaklardan insanlar, bu arayışlarına yanıt olmak üzere kendilerine sunulan maddi-manevi “çözüm ve çıkış yolları”, araçları, kurumları ve düşünceleri arasında, etkisi altında oldukları dünya görüşü ve çözüm anlayışı doğrultusunda bir tercih ya da seçim yapma zorunluluğuyla karşı karşıya kalmışlar; işçi sınıfı ve emekçi hareketinin sermaye saldırılarıyla geriye püskürtüldüğü ve sosyalizmin yenilgiye uğratıldığı dünya koşullarında, ortalığı saran gerici-tutucu, bireysel çıkarcı ya da dini karekterli düşüncelere yönelmişlerdir. Bu yönüyle muhafazakar ve dini politik-ideolojik dünya-toplum anlayışının bu körleştirici-bağnaz kapanına kapılmanın kapitalizmin ve kapitalist emperyalizmin günahlarının kefareti olduğu söylenebilir.
Kapitalizmin uluslararası gelişmesinin son elli-altmış yıllık süreçte ivme kazandığı; meta ve sermaye dolaşımının uluslararası boyutlarının çok daha fazla netlik gösterdiği; emperyalist ve bağımlı ülkeler ekonomisinin bir dünya ekonomisi zinciri içinde birbirine bağlanmasının, sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesi eğilimi ve gerçekliğine bağlı olarak daha ileriden gerçekleştiği; ve buna bağlı olarak üretim ve örgütlenmesinin uluslararasılaştığı, itiraz götürmez, evrensel bir olgudur. Dünya kapitalist sisteminin bugünkü temel özelliği, sömürü, eşitsizlikler, pazar kavgaları, farklı kimlikler (sınıfsal-etnik-cinsel vb. gibi) arası gerginlik ve çatışmalar; etki alanları üzerine kıyasıya rekabet, bireycilik, çıkarcılık vb. olarak belirtilebilir. Bir yanda aşırı darlaşma; iktidar aygıtı –devlet– ve sermayenin merkezileşmesine bağlı olarak, belirli kapitalist güçlerin diğerlerine karşı, onları geriye atarak etki alanlarını ele geçirme ve denetleme politikasındaki aşırı yoğunlaşma; diğer yanda parçalanma, düzensizlik ve dağılma vardır.
Bu olgusal gerçeklik, kapitalist üretim sisteminin tüm çelişkilerini taşıyan/barındıran bir gerçekliktir. Temel karakteristik özelliği rekabet ve eşitsizlik olan; sömürüye, yutma ve yok etmeye dayanan kapitalist emperyalizm, “küresel merkezileşme” eğilimine rağmen, içsel çelişkileri nedeniyle herbir “bileşeni”nin şahsında, ötekine karşı koyuşu, pazarlar ve kaynaklar üzerinde daha fazla söz sahibi oluşu ve bunun, belirli koşullarda silahlı çatışmalara ve büyük savaşlara dek genişleyebilen kavgasını içerir ve kaçınılmazlaştırır. Bu nedenle o, bir “tek bütün” oluşturmaz; tek merkezli olmasına engel oluşturan çok çeşitli güçlerin varlığı koşullarında, kendileri de tekeller ve emperyalist büyük güçlerin baskısı altındaki daha küçük kapitalist işletmelerin varlığına da, aynı nedenle bütünüyle son verme olanağı bulamaz. Ya da başka türlü söylenirse, bu gibi küçük-orta işletmeler ile bir arada, ancak onları baskılayan bir güç “merkezi” olarak, varlığını sürdürür. Bu ilişki, farklı özellikte, ancak benzer biçimde, emperyalist büyük güçler ile bağımlı ülkeler arasındaki “karşılıklı ilişki” açısından da geçerlilik gösterir. Ekonomik bağımlılık, siyasal bağımsızlığı biçimsel kıldığı ve bağımlılığın her türüne dayanak oluşturduğu için, eski tür sömürgeleştirme “yerine”, işbirlikçi “bağımsız” yönetimler aracıyla ülkeleri bağımlılık koşullarında tutma politikası, anti emperyalist kalkışmaların önünü de almak üzere, daha karlı ve uygun bir yöntem olarak uygulanır-“tercih edilir!” olmuştur.
Bu durum, hakimiyeti esas alan ve siyasal gericiliği temsil eden tekelci kapitalizmin muhtevasıyla uygunluk gösterir ve kriz koşulları ve hegemonya kavgasının sertleştiği dönemlerde, bu özellik artan yoğunlukta öne çıkar. Kâr için üretim sistemi olarak kapitalizm, eşitsiz ve sıçramalı gelişme yasasıyla bağlıdır ve aynı nedenle de, ‘asıl güç merkezleri’ndeki gelişmeler (ekonomik-siyasal vb), zincirin herbir halkasını sarsıp-sararak, daha güçlü bir etkiyle dalga alanına çekebilmektedir.
Öyleyse, son on yıllarda güç kazanıp yaygınlık gösteren “yeni” muhafazakar politika-ideoloji ve kültür yerel, çeşitli toplumlar yönünden gösterdiği farklılıklara rağmen, bölgesel olmakla sınırlı bir gelişme ve büsbütün yeni bir olgu olarak alınamaz. Kapitalizm, birkaç yüzyıllık tarihinde, burjuva öncesi toplum koşullarından devralınan gelenek-anlayış ve düşünüş tarzlarını tümüyle ortadan kaldırmamış; dinin toplumsal işlevini sermayenin gereksinmelerine bağlı olarak elinde tutmayı sürdürmüş; ihtiyaç duyduğu her dönemde, yığınları sistemine bağlı ve boyun eğer halde tutmak amacıyla dinsel söyleme baş vurmuştur. Batı Avrupa’da kapitalizmin gelişmesiyle aristokrasinin iktidarına son verilmesi, dini ideolojinin kapitalizme bağlanması ve dini aristokrasinin iktidarının sarsılarak zayıflamasına da yol açmış; burjuvazi, Fransa’da en radikal biçimini alan laisizm uygulamasıyla Katolik Kilisesinin ruhani ve ruhban hakimiyetine darbe indirirken, dini ideolojiyi kitlelerle ilişkisinde araçsallaştırmayı elden bırakmamış; onu ihtiyaç duyduğu yer ve zamanda kullanma olanağını ele geçirmiştir.
Günümüzde yeniden güç kazanmış olan ve yeni muhafazakarlık olarak da adlandırılan ideolojik-siyasal görüşün uluslararası alanda kazandığı popülarite, burjuvazinin bu “geçmiş zaman geleneği”ni devralıp çıkarlarına uygun kullanmasından kopuk olmamakla birlikte esas olarak tekelci gericiliğin yüzyüze olduğu kaos, kargaşa, bölünmüşlük, çatışma, işsizlik, yoksulluk gibi toplumsal sorunlar karşışındaki çözümsüzlüğüyle de bağlı bulunmaktadır. Yeni olan, ABD ve Avrupa ülkeleri dahil, dünyanın hemen her bölgesi ve ülkesinde, tutucu, bağnaz ve bilimsel olmayan anlayışların, burjuva devlet-hükümet yönetimleri başta olmak üzere, sermaye kurumları ve parti fraksiyonları tarafından aktüelleştirilerek kitlelerle ilişkinin “araçları” kapsamında daha etkili halde kullanılmaya başlanmasıdır. Kapitalist toplumsal gelişmenin ürünü olarak ortaya çıkan çözülme, çürüme ve kaotik-belirsiz bozuşmalardan sözüm ona çıkış ve kurtuluş adına –ve bu sorunlardan sorumlu tutulan “Aydınlanma” ve “modernizm”in alternatifi olarak– muhafazakar “değerler manzumesi”ni öne çıkaran burjuva güçleri, özgürlük ve eşitlik talepli mücadeleleri, bu bozulma, “başıboz yozlaşma”nın, “kimliksizleşme”nin “günahı” hanesine yazarak fazlalık gösterdiler ve şiddetle bastırmaya yöneldiler.  ABD’de ve Avrupa‘da, dini argümanlar ve figürler başta olmak üzere muhafazakar düşünceler başlıca bazı düzen partileri tarafından popülerleştirilirken, “İslam ülkeleri”nde politik-ideolojik baskı politikasının (otoriterleşme ve totaliterleşme) yoğunlaştırılmasının dolaysız bileşeni olarak ve halk kitlelerini “biat” kültürüyle yönetime yedekleme amacıyla daha pervasızca kullanıldı. Tarihsel iktisadi-sosyal koşulları önemsiz gösteren ve sözüm ona onlardan bağışık, belirsiz-muğlak anlayışlar güç bulurken; birey ve sınıfsal toplulukların toplumsal herhangi rollerinin olamayacağını ileri süren kaderci, mekanist metafizik dünya ve toplum görüşü yaygınlaştırılarak, burjuva diktatörlüklerine ve sermaye hakimiyletine boyun eğmenin teorisi geliştirildi. Muhafazakar anlayış, özellikle bazı ülkelerde sermayenin merkezi ve dar; oligarşik-zümresel “tekçi” siyaseti ve ideolojisinin etkili bir bileşeni haline getirildi. ABD’de “Cumhuriyetçi Parti”; Avrupa’da Hıristiyan Demokratlar ve ırkçı faşistler; Türkiye’de AKP ve BBP başta olmak üzere Türk-Sünni şoven tebaacılığı, Ortadoğu ülkelerinde ve Kuzey Afrika’da mezhepçi milliyetçilik, dinsel ideolojiyle sarınmış bir kapitalizm savunusu olarak, güç kazandı. Faşist akım ve örgütlenmesi, bu gelişmeden yararlanarak daha fazla sayıdaki ülkede, daha fazla yandaş buldu.
‘Siyasal İslam’ olarak adlandırılan akımın, radikal-terörist ya da sözde ılımlı biçimleriyle Afganistan’dan Mısır ve Tunus’a, Irak, Suriye, Türkiye’den Endenozya, Pakistan ve Somali’ye güçlenmesinin etkin bir faili olarak emperyalist politika ve saldırı, önemli bir yere ve role sahiptir. Muhafazakar parti ve akımlar, emperyalist sömürgeci yayılmacılığa karşı oluş ve “kendine ait olanı savunma” ihtiyacından güç almış; bu akımın siyasal temsilcileri, özellikle de onun iktidar olan güçleri, emperyalist yayılmacılığa karşı korunma ve direnç tutumunu istismar ederek sömürmüş; aynı nedenle kitlelerden destek görebilmişlerdir. Muhafazakar-liberal, faşist ya da burjuva demokrat kimlikli hakim sınıf güçleri ve temsilcileri, dini ideolojinin toplumsal yaşama etkisinden, mevcut düzeni güvenceye almak üzere yararlanmışlar; bir sadakat ve biat kültürü olarak diri tutmuş; ve mücadeleye yöneldikleri her durumda işçi sınıfı ve tüm öteki emekçi kesimlerinin önünü kesmek üzere, öne çıkarmışlardır.  Irkçılığın ve şovenizmin yükselişi, Batı’da ve Doğu’da faşist akımın güç kazanması, modern değerler düşmanlığı ve Aydınlanma karşıtlığı dahil bilim ve akla karşı dinsel hurafelerin yaygın etkiye ulaşması, emperyalist “küresel” çakal politikasından ve işbirlikçi hakim güçlerin kapitalizmi sürdürmek için baş vurmadık zalimlik ve iğrençlik bırakmamalarından soyutlanamaz. “Yeni Dünya Düzeni” adıyla kapitalist dünyaya boca edilen stratejinin bir özelliği de, yeni muhafazakarlığın hegemonya mücadelesinin aracı olarak kullanılmasıydı. Eski Sovyetler Birliği topraklarında, Balkanlar’da ve Ortadoğu’da yaşanan parçalanma, dağılma ve ulusal-etnik, dinsel vb. tandanslı çatışmalar bu amaçlı olarak istismar edildi. Özellikle, sosyalizmin dünya kapitalist sisteminin tüm güçlerinin işbirliğiyle yenilgiye uğratılması ve ardından sosyalizm döneminden arda kalan ne varsa, tümünü tasfiye ederek kapitalizme yeniden “rücu eden” ya da kapitalizmin yeniden inşa olduğu ‘revizyonist’ Sovyetler Birliği’nin 1990’larda dağılmasıyla birlikte, dünya halklarının ve dünya işçi sınıfının önüne, burjuva ideolojisinin çeşitli türleri; ağırlıklı olarak da liberalizm ve muhafazakarlık ve bu ikisinin bulamacı anlayışlar, bir “kurtuluş” ve sorun çözücü olarak çıkarıldılar. Bir yandan, “ideolojilerin-izmlerin sona erdiği”, “sınıflar ve mücadelesine ihtiyaç kalmadığı”; “dünyanın evrensel bir barış, özgürlük ve demokrasi sürecine girdiği” yönündeki burjuva propagandası yoğunlaştırılır ve yaygınlaştırılırken, diğer yandan “yeni liberalizm”-“Yeni Muhafazakarlık”,  demokrasi-demokratizm şeklinde gösterilerek, yığınlara tek seçenek olarak sunuldu. “Büyük anlatıların zaman aşımına uğrayıp geçersizleştiği” yönündeki burjuva emperyalist “anlatı”ya, modernizm ve aydınlanmanın ilerici karakterli ne kadar unsuru varsa, onların saldırı hedefine yerleştirilmesi, eşlik etti. “Küreselleşme”-“Yeni Dünya Düzeni” propagandası eşliğinde artan ve şiddetlenen emperyalist yayılma ve saldırganlık, özgürleşme ve demokratikleşmenin uluslararası boyutlarda yaygınlaştırılması, diktatörlüklerin ve baskı rejimlerine son verilmesi olarak gösterildi. Bu propaganda örtüsü altında gerçekleşen ise, düpedüz ilhakçılık-yayılmacılık, kaynakların denetimi, halkların tarihsel birikimleri ve kültürlerinin imhası ve talan edilmesiydi.
ABD’nin koordine ettiği ve Ortadoğu-Kuzey Afrika’da değil sadece, Afganistan, Pakistan, Endonezya gibi Asya ülkelerini de kapsayacak daha geniş bir alanda, hakimiyet sahasını genişletme ve rakiplerine karşı mevzilerini artırma amaçlı olarak kullanmaya kalkıştığı “İslamist” politika, İslamcı radikalizmin terörizm düzeyinde güç bularak, politik sahnenin etkin bir gücü haline gelmesine hizmet etti. Bu akımın terörist-radikal biçiminde ortaya çıkan temsilcilerinin, ABD ve diğer Batılı güçlerle çıkar dalaşına girmeleri üzerine, ona alternatif olarak sahiplenileceği ve güç verileceği ilan edilen “Ilımlı İslam”cılık politikası ise, Ortaçağcıl dinsel ideoloji ile donanımlı şoven ve mezhepçi-dinci muhafazakarlığın, farklı yorum ve biçimleriyle “gemi azıya alma” yolunda daha ileri mevziler kazanmasına yaradı. Bu “stratejik” emperyalist politikanın yıkıcı-tahrip edici ve geriye çekici sonuçlarını en fazla yaşayanlar ise, bölgemiz ve ülkemiz halkları oldular.  Fiili saldırıya hedef olan ve gelecek tahayülleri yıkıma uğratılan/uğrayan ülkelerin halkları başta olmak üzere Balkanlar’dan Afrika ve Kafkasya’ya geniş bölgede, bir bölümünde zaten güçlü tarihsel-toplumsal dayanaklara sahip olan muhafazakar anlayışlar giderek güçlendi ve etki alanlarını genişlettiler. “Toplum üstü-tarih dışı”, hayali ve önsel belirleyici-kurgucul anlayış ve düşünüş tarzı yaygınlaştı. Bilimsel materyalist ve akli dünya görüşü/görüşlerine karşı saldırılar yeniden yoğunluk kazandı. Burjuva-şoven, ırkçı ve din istismarcısı parti ve yönetimler, sahte bir “öz değerler savunusu” aracıyla kitlelerin önemli bir kesimini daha katı muhafazakar-otoriter görüşlerine yedeklemeyi başardılar. Dini ve şovenist ırkçı ideolojiye daha fazla sarılan totaliter-faşizan yönetimlerin işbaşına gelmeleri ya da işbaşındakilerin siyasal baskı, yasak ve şiddeti daha fazla kullanmaları böylece daha kolaylaştı.
Türkiye dahil olmak üzere, bölgemizde son on yıllarda yaşanan toplumsal-siyasal   gelişmeler ve bu gelişmeler kapsamında toplumsal yaşama etkisi artan muhafazakarlaşma ve muhafazakar ideolojinin etki alanını genişletmesi, uluslararası bu gelişmelerden soyutlanamaz. Amerikan emperyalizmi başta olmak üzere emperyalist büyük güçlerin politikaları, ister yedeklenip uyum göstersinler isterse çıkarlarının çatışması üzerinden savaşır duruma gelsinler (IŞİD ve Taliban örnekleri) işbirlikçi yönetimlerin ve sistemin “değerler”ini Ortaçağın dogmalarıyla birlikte bir yaşam “ilkesi”-kültürü ve görüşü olarak dayatan dinci-şoven politik örgütlerin daha fazla güç kazanmalarına güç vermiştir. İşçi sınıfının, emekçilerin, ilerici aydın kuşaklarının daha ileri, özgürlükçü, eşit haklara dayanan, sömürü ve baskıyı reddeden talepleri ve mücadelesine karşı, kapitalist sistemin bu temsilcilerinin konumu ve tutumu, sınıf düşmanlığı ve ekonomik-sosyal, siyasal ve kültürel baskı ve zorlalık olarak, daha fazla yoğunluk kazanmış, daha belirgin biçimlerde yeniden şekillenmiştir. Bencil bireyciliğin ve tekelci-tekçi totaliter siyasal zorbalığın “birliği ve zıtlığı”yla tekelci kapitalist hegemonya ve insanı insanın kurdu haline getiren kapitalist sömürü, rekabet, yağma sistemi, bu “bütün”ü, yalnızca egemen özellikleriyle resmetmektedir. Sorunların sınıfsal-toplumsal çözümü yerine hakim olana biata çağıran; bireyi, sınıfları ve toplulukları bu çarkın parçası olarak kalmaya; uyumlu davranmaya, kendilerine verildiği kadarıyla yetinmeyi bir belirlenmişlik ve değişmezlik sayarak kabule çağırmakla kalmayıp buna zorlayan hakim sınıf ve temsilcilerinin, çiziminde aktif özne olarak rol oynadığı bu resmi yırtıp atmadıkça, emek gücünün sömürüsü üzerinden şekillenme olanağı bulan bu düzen, liberal, muhafazakar anti demokrat ve gerici, faşist vb. gibi siyasal dayatmalarla varlığını sürdürecektir. “Demokrasi ve özgürlük” adına, proleterya ve emekçilerin ulusal ve uluslararası mücadelesinin ürünü olarak elde edilmiş ve kabul ettirilmiş demokratik hakların bütün kapitalist ülkelerde budanması; güvenlik politikalarının öne çıkarılması, “önleyici savaş” stratejisi diye bir strateji ilanıyla emperyalist ve işbirlikçi devletlerin uluslararası yayılmacı ve istilacı politikalara daha fazla yönelmeleri, militarist politikalara ve silahlanmaya daha fazla yönelinmesi ve tüm bunların ABD’den Türkiye’ye, Rusya’dan Almanya’ya, İngiltere’den Mısır ve Fas’a; Fransa’dan S. Arabistan’a, muhafazakar ve sözde liberal tüm burjuva yönetimlerinin öncelikli politikaları haline gelmesi, “küresel demokrasi ve özgürlük” söyleminin, sistem savunusu temelli muhafazakar, gerici ve anti demokratik bir yalanın örtüsü ve hatta formülü olduğunu göstermiştir. Sosyalizmin yenilgiye uğratılmasını ve Sovyetler Birliği’nin çökertilip tasfiye edilmesini özgürleşmenin ve demokrasinin gerçekleşmesi ya da koşullarının oluşması olarak propaganda edenlerin dünyası, şimdi tam da böylesi bir dünyadır.

C-) KAPİTALİZMİN KORUMALIĞI OLARAK MUHAFAZAKARLIK  VE EMEKÇİLERİN MÜCADELESİ
Üretim araçlarının mülkiyetini ellerinde tutarak ekonomik-sosyal yaşama hakim olanların ideolojik-politik ve kültürel yaşamı konrol etme ve denetleme olanaklarını da ellerinde tutacakları, tuttukları tarihin gerçeğidir. Muhafazakarlığın ya da yeni muhafazakar “dünya görüşü”nün, kapitalizm ile ilişkisi içindeki gelişme seyri, siyasal-ideolojik kimliğinin açıklığı yönünden önem taşır. Burjuvazi, daha 1789 Fransız Burjuva Devrimi sonrasından başlayarak, sınıf düşmanı proletaryaya karşı, bir örneği 1830-48 Kıta Devrimi döneminde ve sonrasında 1871 Paris Komünü’nü kana boğmak üzere, bütün kıtalarıyla harekete geçtiğinde, geleneksel-feodal değerlere sarılmayı ihmal etmemiş; devrimci gelişmeye karşı tutucu-muhafazakar ve gerici bir konuma yerleşmiştir. Paris Komünü’nü Alman-Fransız işbirliği ve kıtasal destekle kana boğan karşı-devrimin ilk işlerinden birinin, Kömünarların kurşuna dizildikleri mekanın karşı tepesine Beyaz Kilise inşa etmek olması, simgesel olmanın ötesinde anlama sahiptir. Burjuvazinin özgürlük, eşitlik ve kardeşlik şiarlarını “geminin bordasından aşağı atması”ndan sonra ve özellikle de tekelci kapitalizm koşullarında insan hakları artık sadece burjuva ikiyüzlülüğünün ifadesi olmuş; gerici burjuvazi, kapitalist sömürü düzenini sürdürmek üzere liberalizm, muhafazakarlık ve faşizm dahil burjuva politikası ve ideolojisinin her türünü  yönetim biçimi ve aracı olarak kullanmaktan kaçınmamıştır. Doğu-Asya toplumlarında ise, geleneksel muhafazakarlık ile modern burjuva muhafazakarlığı içiçe geçmiş, daha gerici-tutucu bir anlayış olarak şekillenmiştir. Muhafazakar söylemde öne çıkarılan aile, cemaat, millet vb. gibi toplumsal formasyonlar vurgusu, verili toplumsal koşullara ve ilişkilere uyum gösterilmesini ve bu “devamlılığa” hizmet eden ve önceki kuşaklardan devralınan “miras”ın korunup sonrakilere iletilmesi amacına bağlanmıştır.
Yukarıdan beri belirtilenler, muhafazakarlık olarak adlandırılan politika ve ideolojinin tüm görünüm ve biçimleriyle kapitalist toplumsal sistemin sürdürülmesine bağlandığını; işçi sınıfı ve emekçiler ile ilişkilerinde, sistemin savunusu ve sürdürülmesini esas aldığını ortaya koyuyor. Burjuva laisizmini “dinsizlik” ile eş anlamlı alan bir muhafazakar politika ve ideolojinin Doğu-İslam toplumlarında iktidarlar düzeyinde etkili olması, kapitalizmin kitleleri çözümsüzlüğe sürüklemesinden ve emperyalist burjuvazinin dini ideolojiyi egemenlik ve yayılmacı politikanın yedekliğinde tutması ve istismarından kopuk olmamıştır. Bugün, uluslararası alanda “küresel kapitalizm” ile karşıt görünümlü, ancak onunla uyumlu ve yedeklenmiş olarak şiddet üreten bir Sünni-İslâm radikalizminden, üstelik uluslararası alanda söz ediliyorsa; ve Doğu toplumlarındaki başta olmak üzere, muhafazakar sağ gerici anlayış kitlesel etkisini artırma eğilimindeyse, sorun artık ne Batı Avrupa’da bir eğilim olarak uç veren “İslamofobi”yle, ne de Samuel Huntington’un teorisini yaptığı “medeniyetler çatışması” söylemi ve yaklaşımı çerçevesine sığdırılabilir. Yaşananlar kapitalist sömürü kaynaklı rekabet ve çatışmalardan ve burjuva emperyalist dünya politikasından kopuk değildir; ve doğrudan doğruya dini ideoloji ve onun şovenist-mezhepçi anlayışlarının günümüz toplum yaşamında daha etkin işlev görüyor olmasının sorumluluğu uluslarası sermayenin ve gericiliğin temsilcilerine aittir. Muhafazakar politik ideolojinin günümüzde yeniden etkili olması, gerici ideolojik kuşatmanın etkin bir biçimde yoğunluk kazanması, kapitalist emperyalizmin uluslararası  çelişkilerinden ve bununla bağlı politikalarından bağımsız değildir. Sermaye yoğunlaşması ve merkezileşmesi, uluslararası büyük tekellerin etki alanlarının genişlemesi ve etki düzeyinin büyümesi, sermaye iktidarının daha dar ve merkezi-oligarşik karakterini artırmış; büyük sermayenin küçük-orta burjuvaziyi de baskılayan ve halk kitleleri üzerinde sınır tanımaz bir zorbalık olarak şekillenen hakimiyetini olanaklı hale getirmiş; ABD başta olmak üzere uluslararası düzeyde belli sayıdaki büyük emperyalist güçlerin  etkinliği daha fazla belirginlik kazanmış; rekabet ve daha fazla sömürü için güç kullanımı; Yakın Doğu, Asya, Afrika, Balkanlar gibi dünyanın büyükçe bir kesiminde mali-ekonomik, siyasal ve askeri emperyalist denetim ve baskı belirgin biçimde öne çıkmıştır. Güce bağlı bu ekonomik-siyasi ve askeri politika, cinsiyetçi, ulusçu yerelci-muhafazakar politikaların güç bulmasının koşullarını da, bir önceki döneme göre daha fazla olgunlaştırmış; burjuva emperyalist gericilik, kapitalizm ürünü kaos, çürüme, çatışma, belirsizlik ve düzensizlikleri “giderme” olanaksızlığına rağmen, kendini sürdürmek üzere ve bunların bir tür çözümü adına, baskı ve şiddeti yoğunlaştırmanın yanı sıra dinsel ideolojiyi politik-iktisadi hegemonya için daha fazla devreye sokmuştur. Kitlelerin sermaye hükümetleriyle uyumu için yeni hiyerarşik düzenlemelere gidilmiş, yönetim yetkisinin daha fazla merkezileştirilmesi girişimleri (Türkiye en güncel ve canlı örneği oluşturuyor) yoğunluk kazanmıştır.
Bütün bunlar, işçi sınıfının ve emekçilerin ileri kesimleri başta olmak üzere, geniş kitlelerinin önüne, muhafazakarlık ve modernizm adına kendilerine sunulanın, esasen, burjuva-burjuva öncesi ve kapitalist emperyalizme ait öncelikler, çıkarlar ve anlayışlara denk düştüğünü bilerek bir ayrıma gitmeleri ve kendi sınıflarına ait değerleri; mücadele-dayanışma-paylaşma, birleşme-örgütlü mücadelelerinin tarihsel deneyimini özümleme ve aktarma; burjuvazinin dinsel, etnik, cinsiyetçi ayrım politikası ve ideolojisinin halkların köleliğini “daim kılmak” amaçlı olduğunu görüp buna karşı tutum almayı; faşist, muhafazakar-liberal ve gerici antidemokrat tüm  düzen partileriyle aralarına sınıfsal temelli bir sınır koyarak, emperyalizme ve işbirlikçi gericiliğe karşı, halk demokrasisi ve sosyalizm için mücadeleyi yükseltme gibi bir sorumluluğu getiriyor. Burjuvazi, kitlelere bir tür “yer yüzü cenneti” vaad etmişti; ancak sömürü, baskı ve eşitsizliklerden, açlık, yoksulluk ve işsizlikten; işgal, kırım ve savaşlardan başka bir şey vermedi. Az çok bir hak mümkün olduysa, bu da işçi sınıfı ve emekçilerin kan-can bedeli mücadelelerinin ürünüydü. Fazlasını vermeyeceğini, yüz yıllara yayılan siyasal-sosyal-ekonomik, askeri ve kültürel hakimiyetiyle kanıtlamış bulunuyor. Muhafazakar ideoloji ve politikanın, kapitalist barbarlıktan bağışık olmadığı, sermaye düzeninin devamına çalıştığı; ve fakat buna rağmen halkın geleneksel kimi anlayışlarını ve inançlarını istismar ederek, etkili olma ve etkisini sürdürmeye soyunduğu ise, yine uzak-yakın tarihin, özellikle de bölgemiz ve ülkemiz toplumlarının yaşam pratiklerinde açıklık kazanmıştır. Söylemsel vaazına rağmen, muhafazakar sağ anlayış, insanı, insan olarak değil belirli kimlik mensubu “aşağı” – “yukarı” bir tür; Türk, İngiliz, Yahudi, Arap olarak görür. İslamcı muhafazakarlık, bütün bunları “üst belirlenimci” fıtrata bağlar, kaderden sayar, gereklilikler ve zorunluluklar bahsinde, hatta değiştirilemezler içinde görür. Bu anlayışın Sünni-İslamcı Türk versiyonuna göre, kişi, Sünni Türk ise, “makbul ve makul mümin kollektif”in bir parçası-unsurudur; yönetim politikalarına uyum gösterip sadakatte kusur etmiyorsa, saygın ve üstündür! Öteki “yaratılanlar” ise, devşirilmeyi ve uşaklaşmayı kabullenmedikleri sürece, “münafık-zındık” olarak görüleceklerdir vb. Muhafazakar politika ve ideoloji bu söylem ve argümanlarla, konumları kapitalist sömürü sesteminde istikrarsızlık gösteren ya da istikrarsızlığa mahkum toplumsal kesimlerin, özellikle de küçük işletici ve üreticinin, küçük ve orta burjuva kesimlerin korkularına, gelecek tahayyülleri ya da güvensizliklerine, “istikrar, güven ve koruma” vaadiyle yanıt olma iddiasındadır ve aynı nedenle de bu kesimlerden destek görebilmektedir.
Demek oluyor ki, işçi sınıfının kurtuluşu aracıyla insanlığı kurtarmak üzere, sınıf mücadelesini yükseltmek dışında, özgürlük, eşitlik ve kardeşlik dünyasına götürecek bir yol kalmamıştır.  Muhafazakar-liberal ve gerici doğmaların etkisinden kurtulmak, kendi somut taleplerini, haklarını savunmak, bu temelde burjuvaziyle ideolojik-politik ve sosyal-kültürel düzeyde de ayrışmak gerekmektedir. Bu yönlü gelişmenin güç bulması için sorumluluk ise özellikle sınıf bilinçli işçi-emekçi, genç militanlarla birlikte sınıfın davasına baş koymuş aydınlara düşmektedir.

Oya Baydar’ın “Sınıf pusulasını yitirdik mi?” başlıklı yazısı üzerine notlar

İşçi sınıfı ve sınıf mücadelesinden söz edebilmek için Soma’da olduğu türden işçilerin toplu ölümlerini, iş cinayetleri ve büyük çaplı kitlesel kıyımları ya da bu türden “felaketler”in yol açtığı “işçi infiali”ni bekleyenlerden biri durumuna düştüğünü bizzat kendisi açıklayan Oya Baydar’ın, Evrensel Kültür Dergisi’nin 271. Temmuz 2014 sayısında, “sınıf ağırlıklı analizlerin geçersizliği” temasını işleyen bir yazısı yayımlandı.
“Sınıf pusulasını yitirdik mi?” başlıklı yazısına, “Soruyu çeşitli biçimlerde sormak mümkün: Sınıf pusulasını neden yitirdik? Pusula, artık işe yaramaz mı oldu? Doğru yönü göstermesi için yeniden ayarlanması mı gerekiyor? Yoksa yönler mi değişti? Vb…” sorusuyla giriş yapan Baydar, işçi sınıfının toplumsal durumu; konumu ve işlevine ilişkin görüşlerinin değişim sürecini özetleyerek, şöyle devam ediyor: “Yorumlarımda, konuşmalarımda, yazılarımda proletarya, işçi, sınıf, sömürü sözcüklerini ne kadar az; buna karşılık mağduriyet, muktedir, etnik kimlik, ötekileştirme sözcüklerini ne kadar çok kullandığımı fark ettim; bunun nedenleri üzerinde düşünmeye başladım.
“Postmodern, neoliberal rüzgârların etkisine kapılıp sınıfı unutmuş muydum? Sömürü artık sona ermişti de, bu yüzden mi gündemimdeki yeri arkalara kaymıştı? Kimilerinin iddia ettiği gibi tarihin sonu mu gelmişti?”
Benzeri sorular üzerinden sömürünün ve tarihin “sona erdiği” sonucuna varan tarih ve sınıf inkarcı palavracılarla arasına belirli bir mesafe koyan yazar, sınıf sorunlarının kendi “yazın ve eylem tahayyülü”nde eski yerine sahip olmamasını gerekçelendirirken ise, bir adım öncesinde ayrıştıklarıyla benzeri argümanlara dönüyor ve şöyle sürdürüyor: “Sınıf kavramı (ve bu kavramdan türeyen bir dizi temel kavram ve sosyolojik-ideolojik politik ve psikolojik duruş) bugünkü düşünce, yazın ve eylem tahayyülümüzde eski yerine sahip değilse, bu vâkıa sadece dış veya iç sınıf düşmanlarının kavramı ve mücadeleyi unutturması ile; sınıf örgütlerinin, bu arada sendikaların güçsüzleşmesi ve ‘sarı’laşması gibi dışardan etkilerle ya da kişinin ideolojik zaaflarıyla, yenilgi psikolojisiyle; yani metafizik-idealist yaklaşımla açıklanamaz. Kavramın ve sınıfın kendisini de tarihsellik ve güncellik boyutunda irdelemek zorundayız. Cesaretle sormanın zamanıdır: Yel artık ‘işçiden, işçiden yana’ esmiyorsa, bunda, taşıma rüzgârla değirmen döndürülemeyeceği gerçeğinin payı yok mu?”
Oya Baydar’ın resmettiği tutum ve düşünüş şu ya da bu aydının, yazar, iktisatçı ve sosyologun tutumuyla sınırlı değil. İşçi sınıfının toplumsal konumu ve devrimci rolünü “artık önemsiz” sayma ve “unutma” tutumu, son on yıllarda, ‘akademi ve yazın dünyası’nda  ‘furya’ halini alarak bir akıma dönüşmüş; işçi sınıfı ve emekçilere, onların siyasal-sendikal ve diğer örgütlerine karşı bir tür ‘mahalle baskısı’ işlevi görmüştür. Bu inkar ve baskı siyaseti ve ideolojik kuşatma, ilgili olsun olmasın her bir gelişme dolayımında devam ettiriliyor. Baydar’ın özetlediği görüşler de, içeriklerinin ana teması yönünden bu kapsam dışına düşmüyor.
Baydar’a haksızlık olmasın; işçi sınıfı ve bağlantılı kavram ve kategorilerin metafizik-idealist yaklaşımlarla; ve “tarihsellik ve güncellik boyutu”ndan soyutlanarak irdelenmesine karşı çıkışı yerindedir. Marksizm, evet, çeşitli ideolog ve yazarlar tarafından, kuramın “özü”ne aykırı olarak yüzeyselleştirilmiş, kaba indirgemeci yorumlara tabi tutulmuş; bu revizyondan geçirilmiş türev ya da ikinci-üçüncü elden yorumlar kuramın kendisinin yerine geçirilerek, tahrif edilmiş biçimleri üzerinden eleştiriye tabi tutulmuştur. Bu bakımdan yazarın kuramın “özüne dönme” çağrısı da yerindedir. Ama, Baydar’la tartışmamızın buradan başlayacağını da daha başından belirtelim. Baydar, çağrısına rağmen, kuramın “özü”nden değil, indirgenmiş ya da tahrif edilmiş halini kuramın yerine geçirerek, sınıf, sınıf ilişkileri/çelişkileri gibi temel unsurları tartışmaktadır. “Taşıma rüzgar” yaklaşımı da bu kapsamdadır. Soru ve sorun şudur: İşçi sınıfı ve hareketinin “tarihsellik ve güncellik boyutu”na nereden, hangi maddi olgu ve koşullardan kalkarak bakılacaktır? Sınıf hareketinin güncel-konjönktürel ve öznel durumundan mı, maddi olgular, nesnel durum ve etkenlerden mi? “Rüzgar”a mı döneceğiz, “değirmen”e mi bakacağız? Aralarındaki ilişki nasıldır?

“METAFİZİK-İDEALİST YAKLAŞIM” ELEŞTİRİLMELİ, AMA NASIL?
Oya Baydar, toplumsal sorunların idealist metafizik yorumuna yönelik eleştirisinde, ilk adımı doğru atmış, ama bu ‘sol adım’ı hemen ardından, yanlışa atılmış sağ adım izlemiş; sadece yol sapmamış, ortaya mekanist-teknolojist bir yaklaşım çıkmıştır. Sınıf ve hareketinin bugün karşı karşıya bulunduğu sorun(lar) kuşkusuz yalnızca  “kendisi için sınıf” düzeyine “yükselmesi” için gerekli olan öznel-iradi çaba ve etkenlerle sınırlı görülemez. Toplumsal sorunların iktisadi temel ve sosyal koşullardan soyutlanarak salt iradi ve akılsal yorumlamalarla izahı, evet, idealist-metafizik bir düşünce tarzına işaret eder. İşçi sınıfı hareketine; sınıfın sorunları ve mücadelesine ideolojik-psikolojik etken ve unsurlarla sınırlı bir yaklaşım, tek yanlılığın, sübjektif spekülasyonların, mekanizmin göstergesidir. Sınıfın maddi toplumsal koşullarının, üretim sürecinde yer alış biçimindeki değişimlerin, hareketinin uluslararası somut durumunun, örgütlenmesi ve mücadelesinin; sermaye ve devletiyle ilişkilerinin nesnel gerçeklikleri yönünden önemini gözardı eden anlayışların proletarya ve mücadelesine katkısı olmayacaktır. Marksizmin “özüne dönme” çağrısı ve sosyal-iktisadi gerçekliklerin dikkate alınmasının önemine vurgusuyla da, Baydar, “doğru yerde duruyor” izlenimi vermektedir. Ancak ilk izlenim nihayetinde bir ilk izlenimdir ve yanıltıcı olması olasılığı ihmal edilemez. Nitekim Baydar, “…bu noktada Marksizmin konuya ilişkin özüne dönmemiz” çağrısında bulunmasına; “teknolojik temelin (yaygın tekçi ve dar yorumların aksine, sadece aletin, tekniğin değil, alet yapan ve alet kullanan insanın becerisinin, bilgisinin) değişmesinin toplumsal-tarihsel gelişmenin dinamiği olduğu”  vurgusuna; “özellikle ‘sınıf’ söz konusu olduğunda, teorinin araçsallaştırılmasının sonucu olan mekanik yorumlar kadar, teorinin tarihsel süreçte değişme/gelişme özünün bir yana bırakılması”na karşı “uyarıları”na rağmen, tüm bu sorunları ele alırken, esen rüzgarın etkisine kapılmaktan kaçınamamıştır. “Rüzgar” metaforu, bilinç ve örgütlenme düzeyine işaretle kullanılmıştır, ama, sınıfın yapısı, bileşimi, niteliği vb. gibi sınıfsal nitelikleriyle ilişkisi kurulurken, tam da bu ‘kritik’ noktada mekanist-kaba materyalist bir bakış açısı sergilenmiştir. Yazar, “sınıf artık o sınıf değil” derken, yüzeysel bir bakışla karşı çıkılamaz gibi görünen bir anlayışı dile getiriyor. Evet ama, bundan ne anlamalı? Sınıfın niteliği mi değişti; yoksa bileşimi farklılaştı, bilinç ve örgütlenme düzeyi geri diye mi aynı sınıf değil, hangisi? Baydar, değişim ve nesnel gerçeklik sorununa yaklaşımının yanı sıra, “değirmen”-“rüzgar” kıyaslamasıyla da, işçi sınıfı, sınıf kavramı, sınıfın mücadelesi ve örgütlenmesinin Marksist “öz”e bağlı ve uygun analizinden uzaklaşmıştır. Sınıf kavramını ve sınıfın ‘fiziki varlığı’nı “tarihsellik ve güncellik boyutu” terazisinde tartıya vurduğunda da, tahayyülünü zorlamakla kalmamış; mekanist bir bakış açısı sergilemiştir.

DEĞİŞİM VE GELİŞMENİN TEK YANLI MEKANİK YORUMU
O. Baydar, “Marksizmin konuya ilişkin özüne dönme”ye çağırmasına ve bu “öz”ün “çoğunlukla mekanik ve determinist yorumlara” kurban gittiği yönündeki “uyarısı”na rağmen, toplumsal sorunlara ve özellikle işçi sınıfının kapitalist üretim sistemindeki konumu ve rolüne değişim gerekçeli itirazlarının genel içeriği yönünden, “Marksizmin konuya ilişkin özüne dönme”miş; aksine ondan uzaklaşmıştır. Eleştirisini oturttuğu gerekçeleri şöyle sıralıyor: “19. yüzyılın ikinci yarısındaki kapitalist Batı toplumlarının sınıfsal yapısını, sınıfların niteliklerini, işçi sınıfının ‘kendinde sınıf’tan ‘kendisi için sınıf’a geçme ve kapitalizmin ‘mezar kazıcısı’ olma potansiyelini 21. Yüzyıl kapitalizminde aynen bulacağımızı sanmak, Marksist analiz yöntemini kavramamış olmak demektir. Sözün kısası; 21. Yüzyılda sınıfın kendisi kadar sınıf kavram ve paradigması da değişmiştir. Sınıflı toplum, toplumsal sınıflar, sınıf çelişkileri, sınıf mücadelesi sürmektedir, ama bilimsel-teknolojik gelişmenin baş döndürücü hızının, karmaşık ekonomik-toplumsal ilişkiler ağının, yeni iktidar mekanizmalarının ve yüz elli yıllık inişli çıkışlı tarihsel deneyimlerin girdabında değişmiş, başkalaşmış olarak.”
Değişme, başka olma (başkalaşım değil) reddedilebilir değildir. İşçi sınıfının 150-200 yıl önceki sınıfın “tıpkısının aynısı olduğu”nu söylemek için hayatın ve tarihsel gelişmenin dışında düşünen bir fanatik olmak yetmez; doğa ve toplum olaylarına akli ve bilimsel yaklaşımdan mahrum olmak da gerekir. Baydar, kuşkusuz bunun farkındadır; ama bu farkındalığı, değişim ve gelişmeden çıkardığı sonuçlar ve yürüttüğü aşırı akılcılık yönünden onu yine de haklı çıkarmıyor. Niye?
Baydar’ın itiraz gerekçesinde “aynen” diye bir sözcük var. Yazar bu sözcüğü, bağ teşkil ettiği toplumlar, toplumların sınıf yapıları, sınıfların nitelikleri, işçi sınıfının ‘kendiliğinden’ ve ‘kendisi için sınıf’ durumuna gelmesi ve kapitalizmin ‘mezar kazıcısı’ olma potansiyeli vb. gibi tüm toplumsal formasyon ve kategorilerin iki yüzyıl sonra nitelik değiştirdiğini belirtmek üzere kullanıyor. Gerekçesi, toplumsal-tarihsel değişimdir. Ona göre; 21. yüzyılın “başkalaşmış yeni sınıfı”, nesnel ve öznel etkenler nedeniyle eskisi türlü bir devrimci sınıf konumu ve potansiyeline artık sahip değildir!
İşçi sınıfı ve hareketinin eskisi türlü işlevli olamayacağı iddiası, çağ değişimi gerekçeli sınıf retçi teorinin çeşitli versiyonlarının bir tür özetini oluşturuyor. “Bilimsel-teknolojik gelişmenin baş döndürücü hızı”, “karmaşık ekonomik-toplumsal ilişkiler ağı”, “yeni iktidar mekanizmalarının ve yüz elli yıllık inişli çıkışlı tarihsel deneyimler”in etkisi gibi, “başkalaşım”  gerekçeleriyle ilk kez Oya Baydar’ın yazısında karşılaşmıyoruz. Baydar da, diğerleri gibi, işçi sınıfının ve işçi hareketinin bugünü ve geleceğine dair görüşlerini, günümüz kapitalizmini daha önce benzeri görülmemiş ve tümüyle yeni nitelikte değişimlere sahne olmuş göstererek, doğrulamak istiyor. İşçi sınıfının toplumsal devrimci sınıf konumu, özellikleri, potansiyeli vb.’ne getirilen itirazların hemen tümü değişim ve gelişim gerekçesine dayandırılıyor. Ancak, sınıfın nitelik değiştirdiği iddiasının değişim bağlantılı veya gerekçeli bir doğrulaması bu gerekçeler üzerinden yapılamaz. Neden yapılamayacağını da göstermek üzere, bu sav ya da iddiaların dayandırıldığı gelişme ve değişmelere –genel boyutlarıyla da olsa– bakmakta yarar var.

NEDİR BU DEĞİŞİKLİKLER?
Marx, sermayenin oluşumunu; üretim ve dolaşım süreçlerini inceleyerek, meta ve sermaye yoğunlaşması ve merkezileşmesini, sınıfların –özellikle proletarya ve burjuvazi– üretim sürecindeki konumu, durumu ve işleviyle birlikte analiz etmiş, göstermişti. Kapitalizm, gelişmesiyle, burjuvazinin ayakları altındaki “toprağın kayması”na, ulusal çitlerin yıkılmasına ve uluslararasılaşmaya doğru tarihsel bir eğilim gösteriyordu. Bu gelişme sonraki yıllarda hız kazandı. Kapitalizmin uzanmadığı, el atmadığı toprak neredeyse kalmadı. Sanayi ve banka sermayesinin birleşmesi, mali sermaye ve tekelleri ortaya çıkarak her tarafa kol salması, dünyanın tekeller tarafından bir ahtapot gibi sarılması, yirminci yüzyılın en önemli gelişmesiydi. Lenin, Emperyalizm adlı eserinde bu durum ve gelişmeleri net ve anlaşılır şekilde analiz ederek, ortaya koydu. Sermaye ve meta üretimi ve dolaşımının uluslararası boyutlar kazanması, dünyanın daha önce sermaye hareketine ya henüz sahne olmamış ya da kapitalist gelişme yoluna girdiği halde henüz yeterince gelişememiş ülkelerinde de kapitalizm öncesi toplumsal sistemlerin çözülmesine hız kazandırdı. Ulaşım ve iletişimdeki gelişmeyle bağlı olarak meta dolaşımının uluslararası gerçekleşmesi için koşullar daha uygun hale geldi. Bilim ve teknikte büyük ilerlemeler kaydedildi. Bilgisayar kullanımı, bilginin milimetrik-mikrometrik depolanması, telekomünikasyon alanındaki ilerlemeler, uzay çalışmalarında gösterilen başarılar, yüksek hızlı nakliye uçaklarının, büyük tonajlı tanker ve gemilerin yapımı, hava, deniz ve kara deniz yollarının kıtalar arası ulaşım ve nakliyatı kolaylaştırması vb, meta ve sermaye dolaşımınına daha önceki zamanlarla kıyas götürmez ölçüde büyük olanaklar sağladı. Bilimsel-teknolojik ilerleme ve  makinenin yeni buluşlarla daha fazla yetkinleştirilmesi, birden fazla mekanda, işyeri ve fabrikada üretilen parçaların birleştirilmesiyle(bu, farklı parçaları üreten işçilerin aynı mekanda birarada bulunmalarını önleyen bir üretim örgütlenmesi demekti)ürünlere son hallerini verme olanağı; uluslararası tekeller tarafından uygulanan, ve büyük sanayi işletmelerinin bir bölümünün emekgücünün ucuz olduğu, enerjinin ve çeşitli hammaddelerin daha düşük maliyetle sağlandığı ülkelere işin ve işletmelerin bazı kısımlarını taşımalarını kolaylaştırdı. Uluslararası mali-sanayi şirketler ve emperyalist büyük devletler, pazar ve etki alanı için rekabette, bu gelişmelerden yararlanarak üretimlerini ve ilişkilerini “yeniden düzenleme”ye giriştiler. Tekeller yararına “ulusal sınırlar” ve “gümrük duvarları”nı aşacak yeni mali-ekonomik, siyasi ve askeri anlaşmalar imzalandı. Büyük sanayi şirketleri, üretimin bir bölümünü/ürünlerin belirli parçalarını kendilerine bağlı alt işletmelere yaptırmaya daha fazla yöneldiler. Böylece onlar, tüm bu alt ve üst-ana işletmelerde çalışan işçileri, onlar aynı işkolu/üretim dalında üretim yapmalarına rağmen, farklı iş sözleşmeleri ve çalışma koşullarıyla da birbirlerinden ayırarak, birleşik işçi hareketinin önüne ek engeller çıkarıyorlardı. Üretimin farklı sahalarda ve birimlerde yapılabilir hale gelmesi, taşeron sisteminin yaygınlaştırılması vb. işçilerin birlikte hareketine daha çok engel çıkarıyor; ücret ve çalışma koşulları üzerinde olumsuz etkide bulunuyor, işçilerin aynı sınıfın mensupları bilinciyle hareket etmelerini, fiziki barikatların yanı sıra bilinç bulanıklığıyla da zorlaştırıyordu.
Bunu, hemen tüm kapitalist ülkelerde işçi sınıfı ve emekçilere karşı sosyal-ekonomik saldırıların yoğunlaştırılması izledi. Özellikle de Sovyetler Birliği’nde Stalin’in ölümü ve Kruşçev ve şürekasının parti ve devlet aygıtını da kullanarak ve sözüm ona sosyalizmi daha ileri düzeye ulaştırma adına yürürlüğe koydukları ekonomik-sosyal ve siyasal “reformlar”, kapitalizm ile yeniden bütünleşmenin yolunu açtı. Kruşçevcileri izleyen Batılı komünist-sosyalist “kitle partileri”nin kendi ülkelerinin burjuvazisine iltihak etmeleriyle birlikte, işçi-emekçi hareketi uluslararası alanda büyük darbeler yedi ve bir süreç içinde en geri düzeyine düştü. Batı Avrupa’dakiler başta olmak üzere, çok sayıdaki ülkenin işçi partileri (sosyalist ve sosyal demokrat partiler) ve sendikaları izlenen uzlaşmacı-işbirlikçi politikalar sonucu hızla güç kaybetmeye başladılar.
Bütün bu gelişmeler, sol-liberal yazar, politikacı ve iktisatçılar tarafından, işçi sınıfının kapitalist toplumdaki ‘devrimci özne’ konumu, potansiyeli ve işlevine kuşkuyla yaklaşmanın ve hatta reddinin gerekçesine dönüştürüldü. Uluslararasılaşmanın yeni düzeyi, üretim ve işin örgütlenmesinin yeni biçimleri, hizmet işkolunun genişlemesi, işçi-emekçi mücadelesinin düşüşe geçmesi, örgütlerinin güç kaybetmesi ve S.B.’nin fiili olarak dağılması, işçi sınıfının devrimci rolüne kuşkuyla yaklaşan ya da onu tümüyle reddeden yazarlar tarafından, işçi sınıfının üretimdeki yeriyle birlikte devrimci potansiyeli ve rolünün sona ermekte olduğu ya da diğer ezilen kesimlerle “eşit ağırlıklı” hale geldiği yönünde yorumlandı.  Klasik kapitalist ülkelerde sanayi proletaryasının nicel olarak azaldığı belirtilerek, bu gelişme sınıfın devrimci rolüne karşı, sözüm ona  en çarpıcı ve reddedilemez kanıt olarak sunuldu. Sanayi proletaryası içinde olmak üzere, işçi sınıfının uluslararası alandaki büyümesine göz kapatılıyor; sınıf hareketinin geri bilinç ve örgütlenme düzeyi gibi konjönktürel zayıflıkları kalıcı ve değişmez sayılarak sınıfın “devrimci potansiyel ve rolü”nün önemsizleştiği iddiasının kanıtı olarak sunuluyordu.  Kapitalizmin uluslararası gelişmesi, onun işçi sınıfı olmaksızın gelişemeyeceği gerçeği göz ardı edilerek yorumlanıyor; bilimsel-teknik ilerleme, işçi sınıfı ve sanayi proletaryasının toplumsal önem ve işlevini ortadan kaldıran bir gelişme olarak gösteriliyordu.
Sermayenin uluslararasılaşmasının devasa boyutlar kazanması ve ulusal sınırların aşılması olarak tarif edilen “globalleşme” ya da “küresel kapitalizm” yeni bir olgu olmamasına; bizzat Marx’ın kendisi kapitalizmin bu gelişme eğilimi ve yönünü, somut verilerle gösterip  haber vermesine; 1870’lerde tekellerin oluşmaya başlamasını gözlemleyen Engels gelişme doğrultusunu daha net olarak ortaya koymasına ve Lenin içeriğiyle tüm bir çağı özetleyen Emperyalizm adlı eserinde kapitalizmin, gelişmesinin en üst aşamasına nasıl evrildiğini göstermesine rağmen, sınıf retçiliğinin türlü-çeşitli varyasyonlarını savunan yazar ve ideologlar “küreselleşme” olarak ifade ettikleri kapitalist-emperyalist gelişmeyi 1989-90’na tarihlediler. 1950’lilerin ikinci yarısında kapitalizme geri dönüş yoluna girerek güçlü sanayi temelini kapitalist yeniden inşanın dayanağı yapan ve Batılı emperyalistler ile pazar kavgasına girişen/en azından elindekini kaptırmamaya çalışan Sovyetler Birliği’nin dağılması bu teorinin diğer bir dayanağı olarak kullanıldı.
Klasik kapitalist ülkelerde temel sanayi kolları ve işletmelerinin ekonomide işgal ettikleri önem ve yeri korumayı sürdürdükleri gerçeğine göz kapayarak, onların ucuz işgücü ve hammaddelerden yararlanma amaçlı olarak Asya ve Afrika’ya yayılmalarını, Brezilya, Arjantin, Meksika, İspanya, Türkiye, Yunanistan, G. Kore, Güney Afrika’nın yanı sıra Çin, Hindistan, Pakistan, Bangladeş gibi ülkelerde yüz milyonlarca işçinin emek sürecine dahil olmasından soyutlayarak proletaryanın üretim içindeki işlevine karşı bir gelişme olarak gösterdiler. İşçi sınıfının üretimde ve sosyal yaşamda tuttuğu toplumsal konumun ve gördüğü/göreceği değiştirici rolün güç kazandığını gösteren nesnel olgulara göz kapayan ve içinde bulunulan dönemin konjönktürel koşullarında hareketin geriye atılmış olması gibi “somut durum” belirtilerini öne çıkararak tek yanlı yorumlara tabi tutan bir saptırmaydı, bu.
Büyük mali-sanayi şirketlerinin uygulamaları günümüze özgü yeni bir gelişme gibi gösterilerek, üretimde yer alanların bileşimi ve üretim yöntemlerindeki çeşitlilik, sınıfın “nitelik değişimi” ve “başkalaşımı”nın dayanağı olarak sunuldu. Sınıf, artıdeğer üretimi ve emek-sermaye çelişkisi üzerinden değil, ama, yeni katılmalarla bileşimindeki farklılıklar, nicel büyüklüğü ya da küçüklüğü, “mekan” gibi fiziksel kategorilerin yanı sıra bilinç ve örgütlenme düzeyi üzerinden tanımlanıp potansiyeli ölçeğe vuruluyor; üretimin parçalı örgütlenmesinin yaygınlaşması ve üretken emeğin alanının genişlemesi sınıfın devrimci potansiyeli ve toplumsal işlevinin önemsizleşmesi yönünde yorumlanarak, “aynı değerde” yeni toplumsal güçler teorisi geliştiriliyordu. Buna “çokluk” diyen de oldu; “madunlar”, ya da “mağduriyet grupları” diyenler de.
Değişim ve gelişme böylece her türden anti Marksist, revizyonist-oportünist görüşün hem gerekçesi hem de dayanağı haline getiriliyor; sermayenin olanakları yönünde yorumlanarak, proletaryanın mücadele olanakları ve potansiyeline dair inkar ve azımsamaya dayanak gösteriliyordu.
Oya Baydar’ın, “sınıfsal başkalaşım” ve “eşit ağırlıklı özneler” savı, günümüz dünyası ve dünya kapitalizmini yeni nitelikte değişimlere sahne olmuş gösteren bu anlayışlardan besleniyor. Değişimin kaçınılmazlığı; kesinliği ve mutlaklığını, okuru görüşlerine ikna etmek için kullanan Baydar, yinelene yinelene artık ezberlenmiş bir argümana sığınarak, “her şey değişti, sınıf da değişti, öyleyse artık eskisi gibi sınıf odaklı kavram ve devrim anlayışlarıyla hareket etmemek gerekir” mealinde akıl yürütmeye girişmiştir. Buradaki tartışma açısından söylersek, sorun işçinin bireysel ve toplumsal değişimin ‘girdabı’nda yer alıp-almadığı; etkilenip etkilenmediği; değişip değişmediği değil; bu yer alış ve değişimin nasıl ve hangi yönde ve muhtevada olduğudur. Yazar, bu soruya, “nitel değişim geçirdi” yanıtı vermiştir. Bu yanıt, değişim ve gelişmenin tek yanlı, mekanist-teknolojist yorumuna dayandırılmıştır ve makalenin devamında da gösterileceği üzere, dayanaksız ve varsayımsal zorlamalardan ibarettir.

BAYDAR, SINIFIN BİLEŞİMİNDEKİ DEĞİŞİMİ “NİTEL DEĞİŞİM” OLARAK YORUMLUYOR
Oya Baydar’a göre, işçi sınıfının “emek-sermaye çelişkisi temelindeki Marksist tanımı”, “ağırlıklı olarak sanayi proletaryası örneğinden hareket ediyor” olmakla birlikte, “Teorinin bütünlüğü içinde ve dönemin koşullarında beklenen/istenen proletarya devrimi amacıyla tutarlı”; ancak “tek boyutlu” idi.(!) Yazar, bu tanım ve anlayışın buna rağmen, “19. yüzyıl ve 20. yüzyılın başlarında açıklayıcı ve işlevsel” olduğunu; ancak sonraki döneme ilişkin olarak toplumsal çelişkilerin açıklanması ve çözümü açısından yetersiz kaldığını ileri sürmekte, nedenini ise şöyle açıklamaktadır: “Sonraki yıllarda hızlanan ve nitel sıçrama gösteren bilimsel-teknolojik gelişmeler, işçi sınıfının yapısını değiştirmeye başladı. Artık sınıf, özellikle gelişmiş kapitalist toplumlarda sadece sanayi proletaryasıyla sınırlı değildi. Üretim sürecinde artıdeğer yaratarak kapitalist sömürüye maruz kalan beyaz yakalılar, mavi tulumluların yanında (hem de çelişki ve karşıtlıklarla) yer aldılar.”
Baydar, işçi sınıfını özellikle gelişmiş kapitalist ülkelerde “sadece” sanayi proletaryasıyla sınırlı gören; toplumsal çelişkileri emek-sermaye çelişkisinden ibaret gösteren, toplumsal-tarihsel değişimi gözetmeyen kaba materyalist, hatta saplantılı yaklaşımları, somut ‘muhatap’ üzerinden göstererek eleştirme yerine, varsayıp, materyalist Marksist dünya görüşüne ait göstererek eleştirisini haklı kılmaya çalışmış. Bu, bir kanıtlama yöntemi olamaz. “Artık sınıf, özellikle gelişmiş kapitalist toplumlarda  sadece sanayi proletaryasıyla sınırlı değil” tespiti, ancak, “hayır, işçi sınıfı sadece sanayi proletaryasından oluşur”(!) şeklinde çok kaba, mekanik ve sözde materyalist bir görüşe karşı ileri sürülebilir. Ama, bu tür yüzeysellik ve kaba indirgemeci anlayışlar, bilinçli bir saptırma-çarpıtma ürünü değilse eğer, Marksist sınıf tanımıyla ilişkilendirilemez.
Yazarın sorunu, bu tür bir kaba yaklaşımı eleştirmesi değildir. O, gelişmeleri ve “beyaz yakalıları” söz konunu ederek, işçi sınıfının emek-sermaye çelişkisi temelindeki tanımını “tek boyutlu” ve yetersiz ilan ederken, Marksist sınıf tanımının bilim ve teknik gelişmeye bağlanan bu değişimi karşılamadığı iddiasındadır. Bu ise, Marksist değil, teknolojist bir yaklaşımdır. Marksist sınıf tanımı, evet, sanayi proletaryasına ağırlıklı bir yer verir, ama asla sanayi işçileriyle sınırlı bir tanım değildir. Böyle olduğunu görmek için Marksizmin revizyonist yorumlarına değil, kuramın aslına, yazarın deyişiyle “özü”ne bakmak yeterlidir. Baydar, kuramın “özüne dönme” gereğinden söz etmesine rağmen, oportünist-revizyonist yorumlarını hareket noktası almıştır ve kaba materyalizm ile Marksizmi birbirine karıştırmıştır.
Yazar’ın, 19. yüzyıldan 21. yüzyıla toplumsal-tarihsel değişim ve gelişme sürecinde işçi sınıfını yerleştirdiği ‘yer ve konum’; değişim gibi bir toplum ve hareket yasasının sistemin “özü”ne ilişkin olmayan gelişmeler üzerinden sınıf aleyhine yorumuna dayandırılmıştır. Bilimsel-teknolojik gelişmeleri işçi sınıfının “yapısal değişimi”, “başkalaşımı” ve “niteliksel değişimi”nin başlıca etkeni gösteren yazar, “19. yüzyılın klasik işçi sınıfı kalıpları içinde” bir “devrimci sınıf”ın artık aranmaması ve beklenmemesi gerektiği sonucuna ulaşmıştır. Bu yöntem, çok açık olmalıdır ki, tek yanlıdır; indirgemeci ve mekanisttir. 19. ve 20. yüzyıl kapitalizmindeki işçi sınıfını 21. yüzyıl kapitalizminde “aynen bulacağını” kim, nerede ve nasıl “sanmış”tır? Ya da öyle sanmamak için, bilimsel-teknolojik değişim ve toplumsal gelişme üzerine genel-geçer lafazanlıktan öte, somut olarak yapılması gereken ne olmalıdır? Oya Baydar’ın yazısında buna yanıt yoktur. Toplumsal gelişme sürecinde ve kapitalist üretimin üretim araçları ve işin örgütlenmesinde yol açtığı farklılıklara bağlı olarak, işçi sınıfı da değişmiştir; evet, ama bu nasıl bir değişimdir sorusuna Baydar’ın getirdiği en iddialı yanıt; “19. yüzyılın ikinci yarısındaki kapitalist Batı toplumlarının sınıfsal yapısını, sınıfların niteliklerini, işçi sınıfının ‘kendinde sınıf’tan ‘kendisi için sınıf’a geçme ve kapitalizmin ‘mezar kazıcısı’ olma potansiyelini 21. yüzyıl kapitalizminde aynen bulacağımızı sanma..”nın yanlışlığıdır.
Baydar’ın, sınıfların varlığı ve mücadelesini inkar eden iktisatçı ve sosyologlardan farklı olarak, “sınıflı toplum, toplumsal sınıflar, sınıf çelişkileri, sınıf mücadelesi sürmektedir” dediğinin farkındayız. Ne var ki, bu kabul, “ama” koşuluna bağlanmıştır ve “ama”nın gerekçesi “nitel değişim” ve “başkalaşım” olarak belirlenmiştir.
“Nitel değişim” ve “başkalaşım” iddiası ise, sınıfın kapitalist üretim sürecinde gördüğü işlev ve üretim araçları ile ilişkisinin nitelik değişimi üzerinden değil, teknik değişim bağlantılı yeni katılımlar üzerinden kanıtlanmak istenmiştir. Baydar, “başkalaşmış”  bir sınıf kavramı, tanımı, yapısı ve rolü için ‘mantık zorlayıcı’ yorumlara girişerek, işçi sınıfının “emek-sermaye çelişkisi temelindeki Marksist tanımı”nın 20. yüzyılın ilk otuz-kırk yılını geçtikten sonraki dönemde, özellikle de bilimsel-teknolojik “devrim” bağlantılı olarak artık açıklayıcı olamayacağını ileri sürerken, çeşitli teorisyen ve yazarların benzeri argümanlar üzerinden kaleme aldıkları ve daha önce okuduğumuz bahaneci-retçi görüşleri yinelemekle yetinmiştir.
Yazarın, “Artık sınıf özellikle gelişmiş kapitalist toplumlarda sadece sanayi proletaryasıyla sınırlı”(abç) değildir vurgusu, “artık” göndermesi bağlamında, işçi sınıfının, gelişmiş kapitalist ülkelerde ve “günümüz”den önceki bir zamanda “sadece sanayi proletaryası”ndan ibaret görüldüğü varsayımıyla yüklü olup, Marksizmin kaba indirgemeci bir yorumundan başka bir dayanağa sahip değildir. Marksist sınıf analizi ve tanımı yönünden ise “artık” ve “sadece” alt çizgili bu “tespit” ancak, çarpıtma göstergesi olabilir.
Bir dönemler “sosyalist” bir partinin yöneticileri arasında yer alan, ve Artıdeğer Teorileri’ni okuduğunu varsayılabileceğimiz yazar, işçi sınıfının ‘mavi tulumlular’dan ibaret görülmediğini biliyor olmalıdır. “Beyaz yakalı” olan(lar) kim(ler)dir? Baydar, ayakkabı üreticilerini, yol yapıcılarını, ray döşeyenleri, taşıma işçilerini değil; doktor, öğretmen, yazar, mühendis, avukat, sanatçı vb. gibi çeşitli mesleklerden; ya da Weberci sosyolojinin mantığından bakılırsa “sosyal statü grupları”ndan söz ediyor olmalıdır. Bu durumda da, yazar, yine sorunun “özü”yle değil, kestirimci formülasyonlarıyla ilgilidir. “Beyaz yakalı” emekçilerin emeği ile “mavi tulumlular”ın emeği sermaye ile ilişkisi üzerinden değerlendirildiğinde, şarkıcı, yazar, öğretmen gibi “beyaz yakalılar”ın da işçi kategorisine girebildiği; bunun, 21. yüzyıla varmazdan 140 yıl öncesi bir zamanda gösterilmiş olup, mümkün görüldüğü görülebilir, ve bu ilişki 21. yüzyıl ürünü ve “icadı” bir “yeni emekçi sınıf”; “yeni itici güç” göstergesi olarak ilan edilmezdi.
Marksizm, sanayi proletaryasını, evet, işçi sınıfının devrimci çekirdeği olarak, sınıfın odağında görmüş, ve fakat ücretli emek gücünü ve üretken emeği ne sanayi işçileriyle sınırlı tutmuş, ne de toplumun çeşitli kesimlerinden proleterleşmeye doğru eğilim ve gelişmeyi reddetmiştir. Marx ve Engels başta olmak üzere Marksistler, tekil somut örnekler üzerinden de göstererek, artıdeğer üreten emekçileri meta üretiminin farklı dallarında ve sermaye ile girdikleri ilişki temelinde tanımlayarak, işçi sınıfını daha geniş bir kapsam içinde ele almışlardır. Sorun etraflıca ve ayrıntılı olarak irdelenmiş, üretim sürecinin ortaya çıkardığı farklı iş ve emek türleri üretken ve üretken olmayan emeğe göre ayrıntılandırılarak ortaya konmuştur.
Marksizme dair bilinç yetersizliğinden kaynaklanmadığı; karartma amacı taşımadığı ve bilinçli bir çarpıtmanın ürünü olmadığı sürece, kimse, Marx’ın kuramında, proletaryanın sanayi işçilerinden ibaret  sayıldığını ileri süremez. Kapital ciltlerinde ve Artıdeğer Teorileri’nde, konu oldukça detaylı ve genişçe irdelenmiş; emeği ve çalışmasıyla bağlı bulunduğu işletme sahibine artıdeğer sağlayan aşçı, terzi, sanatçı, öğretmen, sağlıkçı ve yazarın durumu buna göre tarif edilmiştir. Bu bakımdan, Baydar’ın ya da başka yazar ve akademisyenlerin, “kapitalist sömürüye maruz kalan beyaz yakalılar” üzerine yaldızlı sözleri yeni bir keşfe işaret etmiyor.
Buna rağmen, yazar, “beyaz yakalıların artıdeğer üretmeleri”ni yeni bir olgu ve gelişme gibi sunarak, “işçi sınıfı”nın bu katılımla birlikte nitel değişime uğradığını ileri sürebilmiştir. Oysa, Marx, kapitalist gelişmenin tüm öteki sınıfların saflarından işçi sınıfına katılmaları kaçınılmaz kıldığını göstermekle kalmamış; öğretmen, sağlıkçı, terzi, kunduracı, yazar, avukat, doktor gibi meslek guruplarından insanların emekgüçleriyle sermayeyi büyütmeleri/artıdeğer üretmeleri durumunda, üretken emekçi olarak görülmeleri gereğine de işaret etmiştir.  Bütün bu örnekleri ele alarak, Marx, o günün koşullarında, “Kapitalist üretimin bu alandaki bütün görünümleri üretimin tümü içinde o kadar önemsizdir ki, bütünüyle hesap dışı tutulabilir.”  demiştir. Bugünkü farklılık şudur: Marx döneminde kapitalist üretimin tümü içinde “hesap dışı tutulabilir” olan bu durum, toplumsal gelişmenin günümüzdeki koşullarında artık hesaba katılır hale gelmiştir. Günümüzde oldukça geniş bir alanda yaşanmakta olan özelleştirmeler, sağlık ve eğitim kurumlarının devletten özel kapitalist şirket ve işletmelerin mülkiyetine geçmesine yol açmış; bu işletmelerin emekçilerini artıdeğer üreticilerine dahil etmiştir. Ancak, bu ‘ikinciler’ açısından yine de ortada bir sorun varolmaya devam ediyor: “Beyaz yakalılar”ın “kendini işçi saymama”-“mavi tulumlu”lardan farklı görme anlayışı oldukça güçlüdür. Sosyal-kültürel alışkanlıkları, yaşam biçimi vb. farklılıkları görmezden gelinemeyecek bir gerçeklik durumundadır. Söz konusu farklılıkları işçilerle birlikte hareket etmeleri/davranmalarının önüne çeşitli engeller çıkarmakta; bu da sermaye tarafından bir olanak olarak değerlendirilmektedir. Bu bakımdan, bu kesim emekçilerin bir değişim sürecinden geçmelerine; öznel unsurlar yönünden de proleterleşmelerine ihtiyaç olduğu söylenmelidir.
Oya Baydar, “…19. yüzyıl ve 20. yüzyılın ilk otuz-kırk yılı, işçi sınıfının tarihin öznesi olduğu dönemdi. Sonraki teknolojik, bilimsel, ekonomik, siyasal gelişmeler, emperyalist bölüşüm savaşı, kapitalist-sosyalist bloklar çatışması ve rekabeti hem sınıfın nitel yapısını hem de tarih sahnesindeki yerini değiştirdi. …, sınıfın evrilme çizgisi (ve bence dünyayı değiştirme, yani devrim potansiyeli) bilimsel-teknolojik devrimin ürünü olan yeni emekçi sınıflara doğru kaydı. Bütün bunların; ortodoks ezberler bir yana bırakılarak, işçi sınıfı fetişleştirmesine kapılmadan yeniden düşünülmesi gerekiyor” diye yazarken, “sınıfın nitel yapısı” ve “tarih sahnesindeki yeri”nin değiştiğini; emek-sermaye ilişkilerinin “nitel yapısı”nın değişimi üzerinden değil; “teknolojik, bilimsel, ekonomik, siyasal gelişmeler” genellemesi üzerinden ve savaşlar, bloklaşmalar, çatışmalara bağlı olarak kanıtlama çabasındadır. Yazarın iddiasını dayandırdığı bu gelişmeler, iddianın içeriği yönünden kanıt oluşturmazlar. İşçi sınıfının dünyayı değiştirme ve devrim potansiyeli, bütün öteki ilişkilerden önce, onun üretim sürecinde tuttuğu maddi-nesnel konumuyla; üretim araçlarının mülkiyetine sahip olmaması ve emek gücünü satarak yaşamını sürdürmesi zorunluluğuyla –başkasını sömürme olanaksızlığı– bağlıdır. Bu ilişkinin nitelik olarak değiştiği –ki bu emek-sermaye çelişkisinin nitelik değişimini gerektirir– gerçeği reddedilmeden, sınıfın nitelik değiştirdiği ileri sürülemez.
Yazarın ileri sürdüğü üzere, ekonomik-toplumsal, bilimsel-teknolojik gelişmelerle birlikte artıdeğer üreten beyaz yakalıların mavi tulumluların yanına artan şekilde katılmalarından ne sanayi proletaryasının üretimdeki merkezi konumunun ortadan kalktığı, ne emek-sermaye çelişkisinin önemsizleştiği sonucu çıkarılamaz. Diğer yandan, artıdeğer üreterek mavi tulumluların yanına gelenleri “beyaz yakalılar”la sınırlı görmek de mümkün değildir. İster gelişmiş kapitalist ülkelerde olsun, isterse emperyalizm-tekelci kapitalizm döneminde sermaye ihracı vb. gibi etkenlerin de rol oynadığı koşullarda gelişme sürecine dahil olan ya da gelişmesi ivme kazanan ülkelerde olsun, kapitalist ülkelerin tümünde, işçi sınıfı, sanayi işçileri dahil artışını sürdürmüş; emek-sermaye çelişkisinin etki alanı genişlemiştir. Bilimsel teknik gelişme, yalnızca “beyaz yakalılar”ın “mavi tulumluların yanına” katılmalarını sağlayan bir etkide bulunmamış; yeni iş kolları ve işçilerin ortaya çıkışını sağlamış, işçilerin uluslararası dayanışma ve mücadele birliği koşullarının daha da olgunlaşmasına hizmet etmiştir. Baydar –ve aynı argümanları kullanan başka birçokları– bilimsel teknik gelişmeleri; ulaşım ve iletişimdeki ilerlemeleri tek yanlı ve genel olarak sanayi proletaryasının aleyhine; onun sınıf mücadelesinde tuttuğu yer ve rolü önemsizleştirici etken olarak göstermekte; sınıfın nesnel gelişiminin öznel alandaki sorunlarının aşılmasının etkeni olarak oynayacağı rolü ise göz ardı etmektedirler. “Beyaz yakalılar”ın “mavi tulumlular”ın yanına katılmasını, özellikle de bu ikinci kesimin mücadelede yer almasını kriter alarak “‘dünyayı değiştirme, yani devrim potansiyeli’nin bilimsel-teknolojik devrimin ürünü olan yeni emekçi sınıflara doğru” kaymasının göstergesi saymak için, sanayi sektörü ve sanayi proletaryası başta olmak üzere, “mavi tulumlular”ın kapitalist üretim sisteminde tuttukları yer ve konumu görmezden gelmek ya da yeterince önem vermemek gerekir ki, bu, nesnel gerçeklere tek yanlı bakışın ürünüdür. Baydar, tarih, toplum ve sınıf ilişkilerini yanlış okumakta; sınıfın devrim yapma potansiyeli ve rolünü, “yeni emekçi sınıflar” dediği “sınıflar”a devretmektedir. Bu sınıfların hangileri olduğu muğlak bırakılmasına rağmen, yazarın bu potansiyele sahip “özneler” olarak artıdeğer üreten beyaz yakalıları ve daha belirsiz olmakla birlikte ezilen toplumsal kesimleri gördüğü söylenebilir.
Baydar’ın, işçi sınıfının toplumsal konumu ve işlevinin “üretimdeki yeri ve konumuyla” belirlenmesine getirdiği itiraz da tutarsızdır. Baydar, “üretim sürecinde artıdeğer yaratarak kapitalist sömürüye maruz kalan beyaz yakalılar”a dünyayı değiştirme/devrim yapma potansiyeli ve özelliğini layık görüyor, ama, örnek olsun, demir-çelik, otomotiv, kimya sanayi, madenler gibi belli başlı temel üretim dalları işçilerinin üretim sürecinde tutmaya devam ettikleri yerlerinden hareketle onları aynı özelliklere sahip olabilir görmekte en azından tereddüt geçiriyor. Sanayi proletaryasının ve sınıf olarak işçilerin üretim sürecindeki yeri, konumu ve toplumsal yaşam ve devrim için belirleyici işlevini, bilimsel-teknolojik “devrim”in etkisinden hareketle daralmış/azalmış sayan yazar, sınıf hareketinin öznel-ideolojik-politik “potansiyeli” yönünden içinde bulunduğu gerilikten hareketle, bu potansiyelin “yeni emekçi sınıflara doğru kaydığı” sonucuna ulaşırken, işçi sınıfının nesnel durumunu sanayi proletaryasının rolünü azımsayıcı olarak “beyaz yakalılar” lehine yorumluyor. Baydar’ın yaklaşımını belirleyen, teknolojisizmdir ve “klasik işçi sınıfı kalıpları”nı aşma “formülü”, emek-sermaye çelişkisinin nitelik değiştirdiği iddiasına örtü işlevi görmektedir. Sınıfın “evrilme çizgisi”nin; “dünyayı değiştirme” ve “devrim potansiyeli”nin “bilimsel-teknolojik devrimin ürünü olan yeni emekçi sınıflara doğru kaydığı” iddiası, sanayi kapitalizmini bilim ve teknikten yoksun sayma gibi bilim ve akıl dışı bir anlayışa kapı aralamakla kalmıyor; sanayi proletaryasının günümüz dünya kapitalist üretiminde tuttuğu yeri de olduğundan önemsiz gösteriyor.

TOPLUMSAL ÇELİŞKİLER ”AYNI AĞIRLIK” VE “DEĞERDE” MİDİRLER?
Yazar bu soruya olumlu yanıt vermektedir. Toplumsal değişim ve gelişmeye ve toplumsal çelişkilere işaret ederek, ve “sadece”, “yalnızca”, “ama” gibi koşul içeren ara eklerle muhataplarını zan altında bırakmaya çalışarak Baydar, “sadece emek-sermaye çelişkisine ve üretimdeki yere odaklanmak, günümüzde insanları ve toplumları çok daha derinden etkileyip biçimlendiren farklılıkları, çelişkileri, konum-ları görmezden gelmeye yol açıyor. Yaşadığımız dünyada ve toplumda sadece sınıfsal değil, sadece emek-sermaye çelişkisi değil, insanların sübjektif tutum ve davranışlarını etkileyen aynı ağırlıkta başka çelişkiler var.
Bu çelişkiler çoğu zaman baş çelişki haline gelebiliyor ve çözümleri için emek sermaye çelişkisine odaklanmak yetersiz kalıyor. Çelişkilerin tümünü aynı değerde ele alan ve denkleme katan bir bakış geliştirilmesi ve “ne yapmalı” sorusuna da bu bakış ışığında cevap aranması gerekiyor. Artık sadece sınıfların üretim sürecindeki yeri ve artıdeğer sömürüsüyle kavranamayacak ve çözülemeyecek çok daha karmaşık bir toplumsal gerçeklik var karşımızda…” diye yazıyor.
Toplumsal sınıf veya kesimlerin ilişkileri ve çelişkilerini “sadece emek-sermaye çelişkisine ve üretimdeki yere odaklanarak” irdeleyen dar kafalı “solcu” görüşleri örnekleme zahmetine katlanmayan yazar, varsayımlar üzerinden işini kolaylaştırıyor: Ortada kanıt yok, ama “okkalı laflar” var! “Sadece” ve “odaklanmak” sözcüklerini birbirleriyle ilişkilendirerek iddiasını güçlendirmeye çalışan yazara göre, emek-sermaye; proletarya-burjuvazi çelişkisine odaklanan biri ya da birilerinin “günümüzde insanları ve toplumları çok daha derinden etkileyip biçimlendiren farklılıkları, çelişkileri, konumları” görmezden gelmesi, bir tür kaderidir, bundan kaçınamayacaktır!  Yazar, ulusal-etnik; cinsiyetçi, dini-kültürel vb. farklılık ve çelişkilerin emek-sermaye çelişkisiyle “aynı ağırlıkta” görülmesi gereğine işaretle,  bu farklı kesimlerin her birinin “üretimdeki yeri”nin üzerinden atlayarak, hem bazı çelişkilerin diğerlerinden daha derin etkiye sahip olabileceğini ileri sürüyor;  hem de “çelişkilerin tümünü aynı ağırlıkta”, “aynı değerde” gören bir bakış açısı önererek, mekanizmini eklektizmi ile birleştiriyor.
Şurası görmezden gelinemeyecek bir gerçektir: “Yaşadığımız dünyada ve toplumda sadece sınıfsal değil, sadece emek-sermaye çelişkisi değil, insanların sübjektif tutum ve davranışlarını etkileyen” başka türden çelişkiler de vardır. Baydar’ın yanlışı bu çelişkilerin varlığına işaret etmiş olması değil; onların tümünü “aynı ağırlıkta” göstererek, nitel farklılıklarını görmezden gelmesidir. Yazar bu “aynı ağırlıkta”ki çelişkilerin hangileri olduğu üzerinde durmuyor, oysa tartışmanın anlaşılırlığı yönünden bunların belirtilmiş/belirlenmiş olması gerekir: Baydar ise, varlığından söz ettiği çelişkilerin emek-sermaye çelişkisiyle “aynı ağırlıkta” oldukları iddiasıyla yetiniyor.
Oysa, yaşadığımız dünya ve toplumda temel çelişkiden, başlıca çelişkilerden ve çok çeşitli diğer çelişkilerden söz etmemiz mümkündür. Emperyalist-kapitalist bir dünyada ve kapitalist bir toplumda yaşıyoruz örneğin. Kapitalizm ise rekabete dayanır: emperyalistler ve uluslararası tekeller dünya pazarı/pazarları üzerine kıyasıya bir mücadele içindedirler. Ayrı ayrı ya da çıkarların belirlediği “ortaklıklar” temelinde diğeri ve diğerlerini etkisizleştirip geriye atmak, hatta piyasadan silmek üzere bütün araç, yöntem ve olanaklarını kullanmaktadırlar. Pazarlar üzerine rekabet, sadece emperyalistler arası çelişkiyi doğurmakla kalmamakta; emperyalizm ile ezilen ve bağımlı halklar arasındaki çelişkinin de kaynağını oluşturmaktadır. Diğer yandan bütün kapitalist ülkelerde emek-sermaye çelişkisi günümüzde çok daha belirgin olarak “insanların subjektif tutum ve davranışlarını” etkiliyor.
İnsanların tutum ve davranışlarını etkileyen kuşkusuz sadece bunlar da değillerdir: kapitalist toplum artıdeğer sömürüsü ve işbölümü temelinde ortaya çıkan bölünmelerle birlikte, sınıfların içine dek yayılan çok çeşitli bölünme ve farklılıklara yol açmakla kalmaz, çeşitli sınıflardan bileşmiş ulusal, dini ve kültürel vb. bölünmelere de kaynaklık eder. Kapitalist işbölümü bölücü bir işleve sahiptir ve kafa ve kol emeği birbirlerinden ayrılmıştır. Bu bölünmeler belirli toplumsal çelişkilere yol açmakta; ya da başka şekilde söylenirse, farklı sınıfsal-toplumsal çıkarlar temelinde şekillenen amaç ve hedefler çeşitli çelişkileri doğurmaktadır. Üretim ilişkileri ve toplumsal koşulların ürünü olan bu farklı çelişkilerden hangisinin temel, hangilerinin ona bağlanan ve fakat içinde bulunulan koşullarda iç ve uluslararası gelişmeler tarafından şekillendirilerek öne çıkarılan (yazarın deyişiyle baş çelişki haline gelen) kategoride oldukları, uluslararası ve iç iktisadi-sosyal ve siyasal başlıca olgu ve etkenler üzerinden belirlenir. Buradaki tartışmayla bağı üzerinden söylenirse, emek-sermaye çelişkisinin kapitalist sistemin temel çelişkisi olması; tüm diğer çelişkilerin kesin olarak çözümünün son tahlilde ve ancak bu çelişkinin çözümüyle mümkün olması; bu çelişkilerden biri ya da ötekinin şu ya da bu dönem ve koşullarda, gelişmelere bağlı olarak öne çıkarak acil çözüm ihtiyacıyla toplumun gündemine gelmesinin engeli değildir.
Çelişkilerden hangisinin öne çıktığı, iç ve uluslararası koşullara bağlanan somut gelişmeler tarafından belirlenirken, Baydar’ın “baş çelişki” olarak ifade ettiği çelişkilerden birinin öne çıkması da, temel çelişkinin içeriğini değiştirmez ve onu ortadan kaldırmaz. Temel çelişki çünkü her şeyden önce hakim üretim ilişkisi/ilişkileri tarafından belirlenir ve çözümü üretimin toplumsal karakteri ile mülk edinmenin özel kapitalist niteliği arasındaki çelişkinin ortadan kalkmasına bağlıdır. “Yaşadığımız dünya ve toplumda” temel çelişki emek-sermaye çelişkisidir. Diğer başlıcaları bu temel üzerinde şekillenmişlerdir. Günümüzde bunların başlıcaları emperyalizm ile ezilen ve bağımlı halklar arasındaki; ezen ulus burjuvazisiyle ezilen ulus arasındaki; ve pazarların ve hammadde kaynaklarının yeniden ve yeniden paylaşımı üzerinden süren emperyalistler arası çelişkidir. Öte yandan kapitalist sömürü koşulları ve kâr için üretim, kadın cinsinin baskı altında tutulmasına ve ikinci cins muamelesi görmesine temel teşkil etmekte; kökleri eski çağlara dayanmakla birlikte günümüzde de çeşitli türleriyle var olan din ve mezhep çatışmaları ve burjuva devletlerinin belli din ve mezhepleri resmi hale getirerek diğerlerini ezme politikaları bu temel üzerinde sürmekte; doğanın kâr uğruna yağmalanması ve tahribiyle insan soyunun karşı karşıya kaldığı sorunlar giderek ağırlaşmaktadır.
Tüm toplumsal çelişkiler “aynı ağırlıkta” olmadıkları gibi, birinin ötekilerin yerine ikame edilmesi de söz konusu değildir. İkame edilme değil, koşullara bağlı olarak çelişkilerden birinin öne çıkmasından söz edilebilir. Ne teke indirgenebilirler ne de “aynı ağırlıkta” görülebilirler.
Pazar paylaşımı nedenli emperyalist savaşlar örneğin, sadece savaşan devletlerin/ülkelerin halklarını değil, savaşa dahil olmayan ülkelerin halklarını da etkilerler. Bu tür bir savaşta, savaşan güçlerden hiç birine yedeklenilmeden, emperyalizme karşı mücadele esas tutumdur.  Bir ülkenin emperyalist bir güç ya da günümüzde örneklerine son yıllarda Afganistan, Irak, Libya’ya saldırılarda tanık olduğumuz üzere, emperyalist-gerici ‘blok ya da koalisyon’lar tarafından işgali veya saldırıya uğraması durumunda, bu işgal ve saldırılara karşı  en geniş mücadele cephesinin oluşturulması ve ülkenin işgalden kurtarılması görevi öne çıkar. Bu, ama iç gerici hakim sınıflara; tekelci  burjuvaziye yedeklenme anlamına gelmez. Sermayeye karşı mücadele, konjönktürel koşullar nedeniyle emperyalizme karşı mücadelenin başlıca unsuru haline gelir. Bu ülkeler proletaryası, anti kapitalist mücadeleden, emperyalist gericiliği yıkma amacından sapmamalıdır. Diğer ülkeler işçi ve emekçileri de emperyalizme ve savaşa karşı mücadele edeceklerdir. Kürt ulusal özgürlük mücadelesi somutunda olduğu gibi, ezilen ulusun kurtuluşu sorunu; ezilen ulus ile ezen ulus burjuvazisi arasındaki çelişki üzerinden ve emperyalizm olgusuyla ilişkisi üzerinden şekillenir. Ezilen ulusun siyasal özgürlüğü için mücadele sürecinde, bu mücadelenin gelişme seyrine bağlı olarak, ulusal etken, emek-sermaye çelişkisini arka plana iterek öne çıktığında da onu ortadan kaldırmış olmaz.
Baydar, “klasik işçi sınıfı” ve “mutlaklaştırılmış tek çelişki” eleştirisiyle toplumsal çelişkiler ve toplumsal sınıflar, ezilen farklı kesimlere ilişkin görüşlerini ayrıntılandırırken, toplumsal sorunları ve çözümünü, bu sorunların kaynağından ya önemli oranda soyutluyor ya da ilişkilendirmeyi tek yanlı olarak yapıyor. Yukarıda ileri sürdükleri üzerinden belirtilirse, ilkin, “Toplumun ve tarihin, hele de günümüzde, mutlaklaştırılmış tek bir çelişkiyle açıklanamayacağı”, “çözümün de sadece bu çelişkinin çözülmesiyle sağlanamayacağı” yönündeki tiradın bir saptırmadan ibaret olduğunu söylemek gerekir. Bu bir çarpıtmadır; çünkü tarihin ve toplumun “mutlaklaştırılmış bir tek çelişki” ile açıklanmasıyla, emek-sermaye çelişkisinin kapitalist üretim sisteminin, kapitalist toplumun temel çelişkisi olduğunu söylemek aynı şey değildir. Değildir, çünkü ne tarih kapitalizmin tarihinden ibarettir ne de bir üretim tarzı ve toplumda, bütün öteki çelişkilere de kaynaklık eden temel çelişkinin varlığından söz etmek, bütün öteki çelişkileri yadsımak/yok saymak ya da azımsamak anlamına gelir.
Emperyalistler arası çelişki, örnek olsun, kapitalizm temeli üzerinde ve kapitalist pazar için rekabetin ürünü olarak ortaya çıkarken, rekabet içindeki –ve çıkar çatışmasının savaşlara dek varması da dahil– güçlerden birinin geriye atılması ve yenilgiye uğratılması durumunda dahi, kapitalist temel varlığını sürdürmekle kalmaz; emperyalizm ve emperyalist güçler de, aralarından birinin yenilgiye uğratılıp geriye atılması durumunda dahi, ortadan kalkmış olmazlar. Ulusal baskı altındaki herhangi ezilen ulusun ezen ulus boyunduruğundan çıkışı, farklı sınıfların, grup ve kesimlerin hem bu ulus bünyesinde hem de ayrıldığı ya da özgür iradesiyle birlikte yaşamaya karar verdiği ulus içinde varlığını sürdürme olanaklarını ortadan kaldırmaz. Baydar’ın “aynı ağırlıkta”ki çelişkiler yaklaşımı doğru olsaydı eğer, temelinde pazar sorunu olan ulusal çelişkilerin, ya da yine pazar ve etki alanları için mücadelenin yol açtığı savaşların, veya günümüzde aktüel sorunlardan biri olarak dini/mezhebi çatışmaların şu ya bu biçimde “çözülmesi”yle tüm bu çelişkilerin üzerinde yeşerdiği kapitalist temelin ortadan kalkması gerekirdi ki, bunu, ne o ileri sürebilir, ne de böylesi bir varsayım ya da kurgunun gerçekle ilişkisi kurulabilir. Yazar, kapitalizmi belirleyen temel çelişki ile, artıdeğer sömürüsü üzerinde şekillenen diğer başlıca çelişkileri aynı ağırlıkta göstererek, nitelik farklılıklarını göz ardı etmiştir. Yazarın, hedef öznesini belirsiz bıraktığı ve fakat toplumsal kesimlerin ilişki ve çelişkilerinin “sadece” emek-sermaye çelişkisi ve üretimdeki yerleri üzerinden tanımlandığı varsayımı üzerinden yönelttiği eleştiri, dayanaktan yoksundur. “Çelişkilerin tümünü aynı değerde ele alan ve denkleme katan bir bakış geliştirilmesi” önerisiyle de, yazar, çelişki eşitleyiciliğine soyunmuş; toplumsal çelişkiler sorununu yerel/lokal ve dar alanda olanlara indirgemiştir.

“YENİ İTİCİ GÜÇ” ARAYIŞI VE MAĞDURİYET GİYSİLİ MUĞLAK “ÖZNE”!
Oya Baydar, devrim potansiyelinin işçi sınıfından başka emekçi sınıflara doğru kaydığını ileri sürerken, “klasik işçi sınıfıyla sınırlandırılamayacak yeni bir itici güç”; “artıdeğer yaratarak kapitalist sömürüye maruz kalan beyaz yakalılar”; “bilimsel teknolojik devrimin ürünü olan yeni emekçi sınıflar” vurgularıyla birlikte “mağdur” toplumsal grupların varlığına sözüm ona dikkat çekmesiyle “tarihin yeni öznesi” olarak gördüklerini ortaya koyuyor.
“Sadece sınıf analizi ve sınıf pusulasının eksikten öte yanlışlara sürüklediğini deneyimle”diğini belirten yazar, “artık ‘o işçi sınıfı’nın ana akım ve ana güç olmadığı”nı; devrimin de “eski bildik biçimlerde gerçekleşmeyeceğini”; şayet devrim için mücadele edilecek ve devrim yapılmak istenecekse, “klasik işçi sınıfıyla sınırlandırılamayacak yeni bir itici güç” bulmak gerektiğini belirtmektedir. Sınıf ve sınıf temelli devrim anlayışına itiraz yönünden çok şey; yeni itici güç ve devrimi gerçekleştirme “biçim”leri yönünden belirsiz, muğlak ve hatta hiçbir şey söylemeyen yazarın iddiaları üzerinde yukarıda esasen durmuş bulunuyoruz. Ancak biraz daha açmakta yarar var: Yukarıdaki bölümlerde, bizzat kendi anlatımından hareketle Baydar’ın “klasik işçi sınıfı”nı sanayi proletaryasıyla sınırlı ya da ağırlıklı olarak ondan oluşmuş sayarak, bilimsel-teknolojik “devrimin ürünü” yeni sınıf unsurları (“beyaz yakalılar”) eklemesiyle sınıfın yapısal ve nitel değişime uğradığını ileri sürdüğü, ancak bu “analiz” ya da “tespit”te yeni bir yan olmadığı; buna karşın bunun yazar tarafından Marksist sınıf analizini “tek boyutlu” ve “eksik” nitelemenin aracına dönüştürüldüğü gösterildi. Baydar, aradığı ya da kendince bulduğu “yeni itici güç”ün kimliğini açık etmemekte; bu gücün “mavi tulumlular”+ “beyaz yakalı” işçilerden mi ibaret olduğunu muğlak bırakmaktadır. Bu muğlaklık, yazarın tüm beyaz yakalıları yeni itici güç içinde değerlendirdiği yönünde yorumlanabilir olmakla birlikte, makalesinin kapsamı içinde değindiği “aynı ağırlıkta” çelişkiler bağlamıyla bu “yeni güç” ezilen ve baskı altında tutulan, yazarın deyişiyle mağdur edilen herkesi kapsayan bir “çokluk” olarak da görülebilir. Baydar’ın “klasik işçi sınıfıyla sınırlandırılamayacak yeni bir itici güç”; “mezar kazıcılığı ve yıkıcılıkla yetinmeyen, yeni dünyanın inşaına katılan, o dünyanın parçası olan yapıcı bir güç” arayışı, bu muğlaklık ve esnekliğiyle, her iki durumda da sorunlu ve yanlıştır. Bu “arayış”ta saklı duran bir diğer öge, “mezar kazıcılığı ve yıkıcılıkla yetinme” formasyonu-eyleminin “klasik işçi sınıfı”na; “o işçi sınıfı”na layık görülmesidir. Baydar, “yıkıcılıkla yetinmeyen, yeni dünyanın inşasına katılan, o dünyanın parçası olan yapıcı güç”ün kimliğini her nedense açıklamamıştır. “Yeni dünyanın inşasına katılacak” gücün farklılığını ve onu şekillendiren özelliklerini muğlak bırakan ve bir “yeni özne” tarifi yapan yazarın, sözünü ettiği, işçi sınıfının anti kapitalist mücadeledeki müttefikleri sorunu değildir. Baskı ve sömürüye hedef olan kent-kır yoksullarının, ezilen ulusun talep ve sorunlarının sahiplenilmesiyle proletaryanın kapitalizme karşı ve sosyalizm için mücadelede başarıya ulaşmasının sadece kolaylaşması yönünden değil, kendi kurtuluşunun, baskı ve ezme politikalarının her görünümüne karşı mücadeleden geçmesi nedeniyle de kendi dışındaki emekçi kesimlerle birlikte olmaya gereksinimi vardır. Ne var ki, yazar, sosyalizm amaçlı mücadelede, “klasik işçi sınıfı”ndan farklı bir “yeni itici güç” arayışındadır. Bu “yeni itici güç”ün ezilen ulus ve halklar, ezilen cins, ekolojist gruplar olup olmadığını da belirsiz bırakmıştır.
“Toplumun ve tarihin, hele de günümüzde mutlaklaştırılmış tek bir çelişkiyle açıklanamayacağını; çözümünde sadece bu çelişkinin çözülmesiyle sağlanamayacağını” belirten yazara, bu düşünceye varmasını gerekli kılan bir bakış açısını “gördüren”, ancak onun açıklamaktan geri durup sadece iddia ederek, bu varsayımsal iddiasının doğruluğunu “kanıtladığı”(!) bir tartışma ve “analiz” yöntemiyle karşı karşıyayız. Yazar, kapitalist üretim sisteminin emek-sermaye çelişkisi temelindeki analizinden hareketle bu sonuca varmıştır, ama yukarıda gördük ki, o, aynı zamanda Marx’ın bu analizinin 150 yıl sonra yine geçerli olduğunu da kabul ettiğini açıklamıştır. “Mutlaklaştırıldığı”nı belirttiği emek-sermaye çelişkisinin artıdeğer sömürüsü temeli üzerinden şekillendiği ve kapitalist üretimin artıdeğer üretimi olmaksızın söz konusu edilemeyeceğini yazar da teslim edecektir. Ama eğer böyleyse, artıdeğer sömürüsü ve emek-sermaye çelişkisi temelli bir kapitalizm analizinin, –bu analiz yöntemi kimi kişi ve kesimler tarafından kaba materyalist, idealist ve mekanist bir “mantık” ve yaklaşımla çarpıtıldı diye–, “mutlaklaştırılmış” olmasından ve “günümüzde” açıklayıcı olmaktan çıktığından nasıl söz edilebilir? “Toplumun ve tarihin…mutlaklaştırılmış tek bir çelişkiyle” açıklandığı iması ve iddiası, toplum ve tarihi kapitalizmin tarihine indirgeme yüzeyselliğinin yanı sıra, kapitalist üretim tarzını artıdeğer üretimi ve emek-sermaye çelişkisi temelinde irdelenmesini çelişkinin mutlaklaştırılması olarak görür. İnsanlık tarihine, Engels’in deyişiyle insanla birlikte girilir ve tarihin “açıklanması”, iktisadi-sosyal koşullar ve ilişkilere bağlı olarak ilkel komünal, köleci, feodal ve kapitalist toplumlar tarihi yönünden farklılıklar gösterir. Emek-sermaye çelişkisi ise kapitalist topluma ilişkindir ve haliyle de işçi sınıfı ile tarihin bağı ancak onun tarih sahnesine geldiği kapitalizm koşullarında kurulabilir. Baydar, bu “ayrıntıları” gözden kaçırmıştır! Çelişkilerin tümüne “aynı ağırlıkta” önem verilmediği gerekçesine dayandırılan bu yüzeysel bakış açısı, farklı nitelikte çelişkileri “aynı değerde” görmesi/kabul etmesi nedeniyle de çelişkili ve sorunludur. Yazar, insanların sübjektif tutum ve davranışlarını “daha derinden etkilediği”ni belirttiği çelişkilerin karakterini ortaya koymadığı gibi, devrimin “yeni itici gücü”nün ‘kimliği’ni de belirsiz ve muğlak bırakmıştır.
“İnsanları ve toplumları çok daha derinden etkileyip biçimlendiren farklılıkları, çelişkileri, konumları” günümüz gelişmeleriyle bağını abartarak yeni ortaya çıkmış gösteren yazarın görüşü, İrlanda, Polonya ve Çek sorunu gibi 19. yüzyıldakileri bir yana, uluslar hapishanesi olarak anılan Çarlık Rusyası özgülündeki “ulusal”; tüm sınıflı toplumlar boyunca devam edip gelen ve kapitalist sömürü koşullarında daha sinsi, daha inceltilmiş yöntemlerle süren kadının ezilmesi ve ikinci cins olarak erkeğe tabi kılınması gibi “cinsiyetçi”; kâr için yaşam alanlarının ve genel olarak doğanın tahribi gibi “çevre”sel sorunların günümüzden hayli zaman öncesindeki gerçekliği açısından da isabetsizdir. Ne emperyalist savaş, işgal ve saldırılar, ne ezen-ezilen ulus ilişkisi, ne kadının ikinci cins konumunda baskıya tabi tutulması ne de doğanın tahribi zaman açısından günümüze ilişkin olarak ilk kez önemli hale geliyor değildirler. Ancak, şu noktalar dikkatten kaçmamalıdır: ezilen ulusun kurtuluş sorunu, ulusal baskı ve ayrımcılığın kapitalist kaynağından soyutlanamaz ve pazarlar üzerine rekabet göz ardı edilerek doğru ve sağlam temele oturtulamaz. Emperyalist savaş, işgal ve saldırılara karşı mücadele, ezilen ulusun burjuvazisi için kendi pazarına sahip olma sorunu iken, bu ulusun proleter ve emekçi kitleleri için ulusal baskının son bulması, siyasal özgürlükler ve sömürüye karşı mücadele özelliği gösterir. İşçi sınıfı, ulusların baskı altına alınmalarına, boyunduruk altında tutulmalarına karşı ulusal tam hak eşitliği için mücadele eder ve fakat ulusal baskının kapitalizmin ürünü olarak şekillendiğini ve gerçek bir çözümün ancak kapitalizmin tasfiye edildiği koşullarda mümkün olacağını da akılda tutar. Kadının ikinci cins ve erkeğe tabi konuma itilerek baskı ve eşitsizlik hedefi haline getirilmesinin sınıfların ortaya çıkışıyla bağlı oluşu, sorunun sınıf sömürüsü ve mücadelesinden soyutlanmadan ve kesin çözümünün emek-sermaye çelişkisinin çözümüne bağlı olduğu bilinerek ele alınmasını gerektirir. Ezilen cinsin kendi içinde de mülk sahibi burjuva, küçük burjuva, işçi-emekçi kadın olarak bölünmüş olması ve sömürülüp ezilenin esas olarak işçi-emekçi kadın oluşu, kadın sorununu esas olarak emekçi kadın sorunu olarak belirginleştirir ve kadının kurtuluşunu emekgücü sömürüsünün ortadan kaldırılmasıyla bağlı hale getirir. Kâr amaçlı kapitalist üretimin ve burjuva yağmasının yol açtığı doğanın kapitalist  tahribinin durdurulması; yaşam alanlarının korunması, toprağın, havanın, kara ve deniz sularının zehirlenmesinin engellenmesi ile emperyalist büyük güçlerin ve tekellerin başını çektikleri kapitalist yıkımın son bulması mücadelesi birbirinden ayrı tutulamaz.
Marksistleri, toplum ve tarihi “mutlaklaştırılmış tek bir çelişki” üzerinden değerlendirmekle suçlamak için, yazarın, emperyalizme ve kapitalist sömürüye karşı mücadelenin sorunlarıyla ulusal hak eşitliği, kadın-erkek eşitliği, dini-mezhepsel farklılıkların insanlar arasında baskı nedeni olmaması için yürütülen ideolojik-politik mücadeleden “habersiz olması”(!) dışında bir gerekçesi yoktur. Marksizm ve Marksistler emek-sermaye çelişkisiyle tüm öteki toplumsal çelişkiler arasındaki bağı olanca açıklığıyla ortaya koymuşlar,  “azınlıklar”ın, “farklı kimlik grupları”nın, ezilen cins ve ulusların ya da örneğin farklı ülkelere iktisadi ve siyasi nedenlerle göç etmiş olan emekçilerin, ayrımcı politikalara karşı mücadelesini sahiplenmiş ve içinde yer almışlardır.
Oya Baydar, toplumsal değişimi, bilim ve teknikteki gelişmeleri işçi sınıfı yönünden olumsuz; “mağdur gruplar” açısından olumlu etkenler listesine yazarak, nesnel gerçekleri tek yanlı yorumlara tabi tutmuştur. Sınıfın “nitelik değişimi” üzerine ileri sürülenlere dayanak gösterilen “bilimsel-teknolojik devrim” kaynaklı değişim ve gelişmelerin tek yanlı, tek boyutlu, ve sınıfa karşı bu yorumu, kapitalizmin temel toplumsal formasyonları ve sınıflar arası ilişkilerinin nitelik değişimine uğradığı görüşünden beslenmektedir. Kanıtsız olarak ileri sürülmüştür ve dayanaktan yoksundur.

“SOL” LİBERAL İDEOLOJİK BASKIYA KARŞI MÜCADELENİN ÖNEMİ
İşçi sınıfının “üretim sürecindeki yeri ve toplumsal konumunda, gelişmelere bağlı olarak yaşanan değişimin, devrimci potansiyeli ve toplumun devrimci değişimindeki rolünü belirleyici olmaktan çıkardığı” yönündeki sistematik propaganda, kim tarafından ve hangi amaçlarla yürütüldüğünden bağımsız olarak, proletarya ve emekçilerin mücadele ve örgütlenme eğilimine karşı, onu zaafa uğratıcı ve zayıflatıcı bir işlev görmeye devam ediyor. Bilimsel-teknik gelişmeleri, yeni üretim araçları ve üretim dallarını, iş ve üretimin örgütlenmesinin yeni biçimlerini, sınıf bileşimini ve mücadele ve örgütlenmenin konjönktürel düzeyini dayanak edinerek, “nerede o eski işçi sınıfı, sınıf nitelik değiştirdi, sadece işçi sınıfıyla ileri gidilemez!” anlayışını yaygınlaştıran söylem ve bu söylemi besleyen sözüm ona nesnel dayanaklara sahip teori, sermayenin değirmenine su taşımış; işçilerin özellikle ileri kesimleri üzerinde bir tür ‘mahalle baskısı’ oluşturmuştur.
Bu durum, özellikle “sol” adına; hatta Marksizmi savunma iddiasıyla ve fakat Marx’ın kuramını ya tahrif ederek ya da bilimsel-teknolojik “devrim”in, toplumsal ve tarihsel değişimin sonucu olarak “günümüz toplumunu açıklayıcı olmadığını” ileri sürerek, sol-liberal yazar, sosyolog ve iktisatçıların yürüttükleri karşı propagandanın deşifre edilmesini daha da önemli hale getiriyor. Bugüne dek yürüttüğümüz tartışmalara da konu olduğu üzere, liberal-sol eleştirinin en fazla yoğunlaştığı konu, emek-sermaye çelişkisi ve Marksist sınıf tahlilidir. Bu ‘nokta’, burjuva ideolojik saldırının da en fazla yoğunlaştığı; sivri oklarını yönelttiği hedeftir. Bu da, Marksist sınıf analizi konusundaki netlik ve hassasiyetin, bu saldırıların püskürtülmesi açısından taşıdığı önemi gösterir.
Bitirirken bir kez daha vurgulamakta yarar var. Sınıf ilişkileri, üretim sürecinde tutulan-bulunulan yere göre ve ekonomik, siyasal, ideolojik, kültürel vb. tüm yaşam etkenleri ve ilişkileri içinde şekillenir. Kapitalist üretim süreci, artıdeğer üretiminin gerçekleştirildiği bir süreçtir ve emekgücü olmaksızın sermayenin kendini büyütmesi olanağı yoktur. Emeği, sermayenin kendini büyütmesini sağlayan işçinin “mavi tulumlu” mu “beyaz yakalı” mı olmasından bağımsız olarak, işçi sınıfının anti kapitalist mücadelenin temel gücü olması, bu olgu ve ilişki ile dolaysız bağlıdır. İşçi sınıfını öteki emekçi sınıf ve toplumsal kesimlerden farklı kılan özelliği, üretim araçlarının mülkiyetine sahip olmaması ve kapitaliste, kendisine –emek gücü karşılığı olarak– ödenenden daha fazla bir değer, artıdeğer üreterek, sermayesini büyütme olanağı sağlayan üretici güç olmasıdır. Kapitalizm emekgücü sömürüsü gerçekleşmeksizin varolamaz ve bu nedenledir ki, kapitalist gelişmeden söz edildiği yerde proletaryanın gelişip güçlenmesinden de söz ediliyor demektir.  “Küreselleşen sermaye ve üretim” evrensel bir işçi sınıfının oluşumu yönündeki gelişmeye ivme kazandırmıştır. Proletarya nicel olarak artmış (günümüzde dünya nüfusunun yarısını oluşturuyor), uluslararası mücadele ve dayanışmasının nesnel koşulları daha da olgunlaşmıştır. Kapitalist rekabetin ve üretimin parçalı/esnek biçimlerinin işçilerin saflarında yarattığı bölünme ve rekabete karşın, birlikte mücadele ve devrimci birleşme sınıf hareketinin tarihsel eğilimi ve gelişmesinin asıl yönü olmaya devam ediyor.
İşçi sınıfının “kendinde sınıf” halinden “kendisi için sınıf” olma durumuna geçmesi yönünden gelişmelere baktığımızda, 19. ve 20. yüzyıldaki durumuyla bugünkü durumu arasında ciddi farklılıklar olduğu doğrudur. Ama işçi sınıfının “kendinde sınıf” durumundan “kendisi için sınıf” durumuna değişiminin kendiliğinden hareketinin içinde ve kendiliğinden gerçekleşmediği de sınıfın mücadele tarihinin deneyimleri arasındadır ve en açık ve net şekilde Lenin tarafından ortaya konmuştur. İşçi sınıfının kendiliğinden hareketin sınırlarında tutulmasınden ibaret bir politikayı benimseyip sürdüren ekonomist-uzlaşması partiler ve sendikalar pratiği bu bakımdan büyük sorumluluk altındadır. İşçi sınıfı partileri ve sınıfın mücadele merkezleri olma iddiasındaki sendikaların devrimci bir çizgide mücadelesi bu “geçiş” için olmaz ise olmaz önemdedir. İşçi sınıfı hareketine dair sorunların “ideolojik-psikolojik” unsurlarla izahı kuşku yok ki yetersiz ve sorunun öznel ve nesnel çeşitli diğer unsurlarını örtme gibi bir tehlike içerecektir. Buna rağmen, “taşıma rüzgarla olmaz” yaklaşımı, hareketin kendiliğindenliğinin aşılması için yapılması gerekenleri önemsizleştirici bir örtü olmaya elverişlidir. İkisinden de kaçınılması şarttır. Kendiliğindenlik kendiliğinden aşılamaz.
İşçi sınıfının 20. yüzyılın sonlarından başlayarak ya da esas olarak 21. yüzyılda nitelik değişimine uğrayarak diğer ezilen kimlik kesimleriyle “eşit ağırlıklı özne” durumuna gerilediği iddiası, kapitalizmin özsel olguları yönünden de dayanaksızdır. Buna rağmen, bu türden mekanist-teknolojist ve kaba indirgemeci anlayışlarla ideolojik mücadele önemli olmaya devam ediyor.

Türkiye’de gençliğin durumu; sorunlar ve mücadele

Başbakan başta olmak üzere siyasal iktidarı ellerinde tutanlar, ülkenin uluslararası kapitalist sistem içindeki konumunu, olduğundan farklı şekilde, abartılmış güç ve büyüklükte göstererek, “iç ve dış güçlerin” Türkiye’nin gelişmesini engellemek için, gençlik kitleleri başta olmak üzere toplumun çeşitli  kesimlerini hükümete karşı kışkırtıp “komplolar” düzenlediklerini ileri sürüyor; dinsel-milliyetçi bir söylem üzerinden hükümetleri ve politikalarının sahiplenilmesi çağrısıyla özellikle genç kuşakları “kucaklama”ya (!) çalışıyorlar. Gençliğe dönük söylemi ve “söylevi”nde Erdoğan, eğitim reformlarından, hemen tüm kentlerde üniversite kurulmasından, devlet bağlantılı yurtlarda 400 bin gence barınma olanağı sağlanmasından, öğrencilere yardımın ve gençlere çalışma olanaklarının genişletilmesinden söz ederek, atılmış bazı somut adımların, gençlik kitlelerine yönelik devlet ve hükümet politikasının baskıcı olmakla kalmayıp çocuk ve gençlerin sömürü çarkına alınmaları gerçeğinin üzerini örtmeye özel bir önem veriyor. Ülkenin durumuna ve kaydedilen gelişmelere dair kimi veriler, kitlelerin ve özellikle de gençlik kitlelerinin dini ve milliyetçi ideoloji üzerinden sermaye düzenine ve burjuva iktidar politikalarına yedeklenmesi ve emperyalist ülkelerle işbirliğinin örtüsü yapılmak üzere abartılıyor ve istismar ediliyor. Özellikle Türk milliyetçiliği ve Sünni Müslümanlık üzerinden kitlelerin yedeklemesi için yürütülen bu propagandanın hedef kitlesi içinde, gençlik ilk sıralarda; denebilir ki, ilk sırada yer alıyor. Bu da, bu propagandanın hangi dayanaklara sahip olup neleri gizlediğini açığa çıkarmayı gerekli kılıyor. Bunun için, AKP yönetimindeki Türkiye’nin durumuna, içerdeki gelişmelerle birlikte uluslararası sermaye ve emperyalist güçler ile ilişkiler açısından kısaca da olsa bakmak gerekir. Toplumdan ve toplumsal gelişmelerden soyutlanmış bir gençlik olmayacağına ve olmadığına göre, gençlik kitlelerinin AKP yönetimi altındaki durumu, sorunları ve mücadelesinin anlaşılır bir açıklaması için, ancak, bu aynı dönemde gençliğin durumu açısından ne gibi değişikliklerin yaşandığı, gençlik kitlelerinin güncel durumlarının ne ve nasıl olduğu gibi daha spesifik bir alana bakmak gerekir. Gençlik kitlelerinin sosyal-ekonomik koşulları ve bu koşullarla bağlı olarak gençlik hareketinin durumu çünkü, bu daha yakın ve ‘aktüel’gelişmelerle daha doğrudan ilişkilidir. Demek ki, somut konuda az-çok belirgin sonuçlara varmak için, ilkin AKP yönetimindeki Türkiye’de gençliğin koşulları ve durumunu belirli bir yaklaşıklık içinde de olsa netleştirmek gerekir.

A- AKP PROPAGANDASINI BESLEYEN GELİŞMELER; HASSASİYET VE İSTİSMAR

Erdoğan ve AKP sözcülerinin ülkenin, halkın ve gençliğin durumunda “muazzam iyileştirmeler gerçekleştirildiği” iddialarına dayanak oluşturan gelişmelerin ne olup olmadığı, ancak onun iktidara geliş ve on iki yıllık hükümet(ler)i döneminin olgu ve özellikleri üzerinden anlaşılabilir. AKP, 2001 Krizi’nin Türkiye ekonomisini çok ciddi boyutlarda ‘vurduğu’ bir dönemin ardından, ekonominin yeniden toparlanıp büyümeye geçtiği bir dönemde işbaşına geldi. Önce Özal, sonra Çiller, ardından yeni tipte bir tür milliyetçi cephe görünümü veren koalisyon hükümetleri döneminde talepleri sürekli bastırılan kitlelerdeki tepki birikimini ikiyüzlüce sahiplenerek, “ülkenin adeletli bir kalkınma içinde demokratikleştirilmesi yoluyla refah ve huzurun artırılması” vaadi ve “muhafazakar demokrat”-Müslüman kimliğiyle “halkın huzuruna”(!) çıktı. Yükselişe geçen bir iktisadi gelişmenin ve kitlelerin demokratik taleplerindeki birikimin, yani baskıcı, “despot ve ceberrut devlet”e karşı duyulan birikmiş öfkenin denebilir ki üzerine oturarak kitle desteğini genişletmeye girişti. Politikalarını uygulamaya geçirirken, en önemli  avantajlarının başında bu hazır dayanaklar yer alıyordu. Devlet işletmelerinin özelleştirilmesi, “kentleşme” adı altında girişilen uygulamalar ve TOKİ inşaatçılığı, hükümetin gelir ve rant kaynaklar arasında önemli bir yer tuttular.

İçerdeki ‘fırsat’, olanak ve desteğe, ABD başta olmak üzere, Batılı büyük emperyalist devletlerin stratejik çıkarlarına bağlanan dış politika üzerinden gördüğü uluslararası destek eklendi. Ortadoğu ve K. Afrika’da etki alanlarını genişletme politikaları izleyen ABD, Erdoğan yönetimindeki hükümetin “İslamist” ideolojik geleneğini ve Türk devletinin bölgeye yönelik güç olma ve “pastadan pay alma” politikalarını, “dudak bükerek”, ama aynı zamanda taşeronluk karşılığı kullanmak üzere körükledi. Bu işbirliği, uluslararası mali, diplomatik, askeri vb. desteği artırmanın yanı sıra, sermaye akışını da teşvik etti. Erdoğan hükümetleri ve partisi bundan çok büyük oranda yararlandılar. İç ve uluslararası sermaye ilişkileri genişledi; ülke pazarı ve kaynaklarının ‘dış sermaye’ye daha fazla açılması yönünde “ulusal mevzuat engelleri”nin kaldırılmasıyla ucuz işgücü ve rant olanakları genişleyen “sıcak para” ve  doğrudan yatırımlar şeklinde sermaye girişi artış gösterdi. Sünni İslamcı politika ve söylem ise, başlıca, Arap petrodolarlarının hükümete destek sağlamak üzere Türkiye ekonomisine “boca edilmesi”ne yol açtı vb.

Halk kitlelerine yönelik propagandaya malzeme edilen gelişmelerin ve “önemli işler başarma”nın maddi dayanakları bu ilişkiler üzerinden sağlanırken, görünür bazı işler de yapıldı: “Duble yol” inşaatçılığı hız kazandı. TOKİ tüm önemli büyük kentlerde yağma ve yeniden inşayı bir arada sürdürdü. Boğaz Tüneli ve İstanbul Metrosu, iktidar partisi propagandasının özel, itinalı ve gösterişli örnekleri oldular. Hemen tüm kentlere, eğitim düzeyi oldukça düşük, yetişmiş öğretim elamanı sıkıntısı çeken ve neredeyse lise düzeyinde üniversiteler açıldı. Öğrenci yurtlarınının sayısı ve kapasitesi artırılarak, 400 bin gibi bir rakama çıkarıldı. İhtiyaç duyan öğrencilere yardım, sadaka kültürüne bağlanarak genişletildi. “Dindar nesiller yetiştirme” amaç ve “projesi” uygulamaya geçirilerek, dinsel ideolojik etki altındaki geniş emekçi çoğunluğunun desteği de alınmak üzere, her düzeyde tüm okulların kapısı dini eğitim için açık hale getirildi vb. vb..

T. Erdoğan yönetimindeki AKP hükümet(ler)i, bu “gelişmeler uğruna”, denilebilir ki, at sırtında kılıç kuşandılar ve elleri altına “gelen” ya da elleri altında olan olanakları kitle desteğini “sağlamlaştırmak” ve artırmak için kullandılar.  Sözcülüğünü yaptıkları sermaye kesiminin palazlanmasının önündeki engelleri kaldırarak, onları devlet olanaklarıyla techiz ettiler. Bu sermaye gruplarından bazıları, Türkiye’nin en büyükleri arasına yükseldiler. Bu arada, yönetici görevlere getirilenlerin kendileri de “devlet malı”nı yemekle kalmayıp, olanaklarını kullanarak zenginleştiler. Erdoğan ve AKP yöneticileri başta olmak üzere, yönetim aygıtının üst bürokrasisinde yer alanların önemli bir kesimi, “sıradan devlet memuru” ya da bürokratlığından milyon, hatta milyar dolarlarla ölçülür servet ve sermaye sahipliğine yükseldiler.

Ancak, sorunlar da giderek yığınak oluşturuyordu: İçerde, halk kitlelerinin izlenen baskı ve saldırı politikalarına karşı artan tepkisi ve dış ilişkilerde baş gösterip artmakta olan gerilim başlıca iki en önemli sorundu. Erdoğan Hükümeti, içerde halk muhalefetine baskıyı yoğunlaştırarak, dışarıdan gelen eleştiri ve baskıları “iç ve dış komplo”; “ülkenin gelişmesinin önünü kesmeye yönelik baskı” propagandasıyla ve “milli ve dini hasasiyetler”e seslenerek püskürtme yolunu tuttu. “Milli irade” ve “sandık demokrasisi”, “hükmü ferman padişahımızındır” anlayışının örtüsü olarak kullanıldı. Erdoğan tarafından temsil edilen “İslamcı-Türkçü” politikanın Suriye ve Mısır’da en açık halleriyle tetiklediği ve Irak’ta devam eden “kendi hesabına iş görme” politikasının ABD ve AB ile ilişkilerde yol açtığı sorunları; onların devletlerin yöneticileri düzeyinde ve basın üzerinden iletişim-haberleşme ve basına yönelik sansür ve baskının açık eleştirisi ve “insan hakları sorunu” üzerinden getirdikleri “uyarılar”ı ise, halkın ve gençliğinin bazı duygu ve düşüncelerinin istismarıyla karşılamaya girişti.

Erdoğan’ı “bağırtan”; ona “komplo-komplo!” diye tempo tutturan, esasen bu durum ve gelişmelerdi. Bu ‘çelişkili durum’un, Türkiye’nin herhangi bir “kukla devlet” gibi bir ülke ve devlet olmaması, bölgesinde kendi adına işler yapma istem ve çabasıyla da bağlı olduğunu unutmamak gerekir. İşbirliği ve gerginlik-çıkar farklılığı bir arada devam etmektedir. ABD, Türkiye’yi “elinde tutma” ve kullanma politikasını hiçbir zaman gizlememiştir. Ekonomik bağlantıları bir yana; NATO karargahının Türkiye’ye taşınması, “füze kalkanı”nın yerleştirilmesi, çok sayıda askeri üssün Amerikan askeri faaliyetleri emrine verilmiş olması, işbirliğinin boyutlarını göstermesi açısından önemlidir.

Erdoğan ve partisinin “Türkiye’nin istiklal savaşı”, “Türkiye’ye karşı komplo”, “darbe” propagandası, geleneksel olarak güçlü olduğu bilinen halkın hassasiyetleriyle doğrudan bağlı olup, istismarın yanı sıra güçlü milliyetçi-mukadesatçı etki ve anlayışlardan beslenmekte ve tersinden de onu güçlendirmektedir. “Ülkenin gelişmesinin önünü kesmeye yönelik baskı” propagandası, halkın ve gençliğinin bazı duygu ve düşüncelerinin istismarıyla birlikte, somutta en çok ekonomik alandaki kimi gelişmelerin ‘yardıma çağrılması’yla sürdürülüyor. Yukarıda değinilen ve iktidar “kliği”nin özel ekonomik ve diğer ‘kirli ilişkiler’ini koruma ve savunma amaçlı destek arayışını da içeren bu propaganda ,  böylece istismar edilip mücadeleye yönelen ve yönelme eğilimi taşıyan halk kesimlerine karşı bir tür silah haline getirilmeye çalışılıyor.

B-) AKP HÜKÜMETİ VE GENÇLİK KİTLELERİNİN EĞİTİM, İŞ, BARINMA VB. DURUMU

Gençlik açısından son yıllarda giderek belirgin biçimler alarak dışa vuran mücadele eğilimi ve özellikle 2013 Haziran’ı boyunca ülke düzeyinde yaşanan halk direnişinde ana-ağırlıklı kitle olarak gençlerin yer alması, Kürt-Türk ve diğer milliyetlerden işçi, emekçi ve öğrenci gençlik kitlelerinin durumuna ilgiyi artırıcı rol oynadı. Son zamanlarda yapılan “toplumsal araştırmalar”ın çok sayıdaki örnekleri içinde gençlikle ilgili olanları ağırlıklı bir bölüm oluşturuyor. Gençliğin durumuna dair çok çeşitli ve çok sayıda araştırma –bazısı devlet kurumları, diğer bazılarıysa özel araştırma kuruluşları ya da bazı bilim insanları tarafından özel olarak– yapılmış olmakla birlikte, aralarında KONDA’nın 2006 yılında yaptığı “Biz kimiz?” araştırması, 2007’de E. Pultar’ın bu araştırmadan hareketle 18-28 yaş gurubu gençlere yönelik yaptığı uyarlama (2008), 2010 KONDA araştırması; Siyaset, Ekonomi ve Toplum Araştırmaları Vakfı (SETA) tarafından 2011’de gerçekleştirilen anket, TÜİK 2001-2011 dönemi verileri; UNİCEF ile Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı adına 2011-2012’de yapılan araştırmalar önemli veriler sunmaktadır. Bu araştırmaların her biri ve bir arada hepsi birlikte gençliğin durumunun mümkün olduğunca doğru şekilde belirlenmesi bakımından önemli veriler içeriyorlar.

Bu araştırmaların en önemlilerinden biri, KONDA Araştırma ve Danışmanlık Şirketi’nin,2006 yılında “Türkiye’nin toplumsal yapısını ortaya çıkarmak, ülkedeki etnik ve dinsel aidiyetleri ve bunların coğrafi dağılımlarını, nüfus hareketliliğini ve yarattığı toplumsal dinamiği belirlemek ve kamuoyunun toplumsal mutabakata dair görüşlerini almak” amacıyla Milliyet gazetesi için “Biz Kimiz?” adı altında,79 il, 2.685 mahalle ve köyde 47.958 kişi ile yüz yüze görüşme yöntemi ile yaptığı araştırmadır.

Araştırmacı E. Pultar, KONDA’nın bu araştırma verilerini genç nüfusa uyarlayarak bazı daha çarpıcı sonuçlara ulaşmıştır. Yazarın ifadesiyle “Araştırma kapsamında yaşları 18-28 aralığında bulunan 6.621 gençle yapılan görüşmelerde, gençlere gelir ve çalışma durumları, göç ve yerleşikliğe bakışları, kendilerini tanımlarken kullandıkları kimlikler, kimlik, devlet ve vatandaşlığa dair görüşleri, Güneydoğu ve Kürt sorununun nedenleri ve çözümleri hakkındaki görüşleri ve siyasi görüşleri ekseninde sorular sorul”muştur.

18-28 yaş grubu gençlerde işsizlik %15.32’ye yükseliyordu veTürkiye genelinde sigortasız çalışan işçilerin oranı % 18,19 iken, bu oran gençler arasında % 22,66 gibi daha yüksek bir düzeyde bulunuyordu. Araştırmaya göre, aynı yıl itibarıyla Türkiye genelinde gençlerin % 18’i 6 ile 8 kişilik ailelere mensup olup,  % 4’ü ise 9 veya daha kalabalık hanelerden geliyorlardı ve Kürt kentlerinde 6 ve üstü sayıda kişinin bulunduğu ‘hane’ oranı % 40’lara kadar çıkıyordu. Aile bireylerinin sayısı ile eğitim görme düzeyi arasında ters bir ilişki vardı; kalabalık alilerde eğitim görenlerin sayısı azalıyor, eğitim düzeyi düşüyordu. Pultar’ın araştırmasına katılan gençlerin yanıtlarına göre, “Kuzeydoğu Anadolu’da yaşayan gençlerin % 67’si, İç Anadolu’da yaşayan gençlerin % 79’u ve Güneydoğu Anadolu’da yaşayan gençlerin % 83’ü”, en alt ve alt-orta gelir düzeyindeki ailelere mensupturlar.

Kürtler ve Aleviler en çok baskı hisseden kesimler olarak öne çıkarken, bütün yaş grupları arasında “kimliklerini özgürce yaşabilme” konusunda en çok sorunla karşılaştıklarını belirtenler, % 76,81 oranıyla, 18-28 yaş gurubu kadınlar olmuştu. Gençlerin farklı kimlikten bireylerle evliliğe yaklaşımları, yaşlı kesime oranla daha olumluydu. 18-28 yaş arası gençlerin % 36,89’u, eşinin başka bir din veya mezhepten, %49,45’i ise, başka etnik kökenden olabileceğini söylemiştir. Bir genelleme yapabilmek açısından yeterli olmamakla birilkte, bu veriler, dinsel veya mezhepsel farklılığa oranla, farklı etnik kökeni sorun olarak görmeyenlerin daha yüksek oranda olduğunu gösteriyor.

2006-2012 dönemi verileri, genç nüfusun en önemli sorunları arasında, işsizlik, yoksulluk ve istenilen düzeyde eğitim olanağına sahip olamamanın ilk sırada yer aldığını gösteriyor. 2006 yılı itibariyle işsizlik oranı genelde % 13 iken, 20-24 yaş grubu gençlerde için % 23,8 olarak tespit edilmiştir. 20-24 yaş grubu tarım dışı genç işsizlerin % 18,5’i, üniversite mezunudur. Üniversite eğitimli işgücü oranı artarken, genç işgücü içinde üniversite mezunu işsiz oranı da yükselmektedir. Ankara Ticaret Odası’nın (ATO) 2006 verilerine göre, çalışma yaşamında yer alan 15-19 yaş grubu gençlerin % 82’si; 20-24 yaş grubundakilerin % 54’ü kayıt dışı çalışırlarken; çalışır durumdaki  gençlerin % 24’ü tarım sektöründe yer alıyor ve neredeyse tamamına yakını sosyal güvenceden yoksundur. 15-19 yaş grubundaki gençlerin % 22’si çalışırken, bunlar toplam çalışan gençlerin % 38’ini oluşturuyorlardı. Aynı yıl itibariyle, 15-24 yaş arası gençler toplam işgücünün % 18’ini oluşturuyor ve toplam işsizlerin % 35’i gençlerden meydana geliyordu. 2007 yılı nüfus sayım sonuçlarına göre, 15-24 yaşları arasında 12 milyon 400 bin genç bulunuyor ve bunların %23’ü ilkokul, % 18’i ortaokul mezunu olup, diğer bir kesimi meslek okulu, lise veya üniversite mezunlarıyla eğitim süreci çeşitli nedenlerle kesintiye uğrayanlardan oluşuyordu. TÜİK 2007 Ağustos ayı verileri, gençliğin durumu açısından fazla bir değişimin olmadığını gösterdi. Kayıt dışı istihdam %48.7 idi ve genç nüfusta işsizlik oranı %19.2’yi buluyordu.  2010 yılı Hanehalkı İşgücü İstatistiklerine (TÜİK) göre ise, genç nüfustaki işsizlik oranı kentlerde %27.5, kırsal alanlarda ise %22.2 idi. 2011 yılı Haziran-TÜİK verileri, toplam işgücüne katılma oranını %51.2 olarak gösteriyor. Bunun %17.3’ü 15-24 yaş grubu genç kesime denk düşmektedir. Genel işsizlik oranı %9.2, ve kentlerde %11.6 iken, genç nüufus grubundaki işsizlik yine oldukça yüksektir. UNİCEF tarafından TÜİK verilerine dayanarak 31.03.2012’de açıklanan rapora göre, 6-17 yaş grubundan çocuk ve gençlerin (nüfusun %5.9’u) 900 bin’i herhangi bir işte çalışıyor. Bunların üçte birini 6-14 yaş grubu çocuklar oluşturuyor. UNİCEF’in 2011 yıl sonu verileriyle yayınladığı Rapor’da, 74,7 milyon nüfusun 23 milyona yakınının 18 yaşından küçük olup, yaklaşık 12,5 milyonunun 15-24 yaş grubunda yer aldığı; bunların % 30’unun okula gittiği; %30’na yakınının çalıştığı; %40’lık bölümünü oluşturan 5 milyonluk kesimin ise okumadığı gibi çalışıyor da olmadığı bilgisi yer alıyor. Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) Nisan-2013 eğitim verileri ise, 5 milyon 913 bin kişinin yüksekokul ve fakülte mezunu olup bunların 416 bin 741’inin yüksek lisans, 122 bininin doktora sahibi olduğunu gösteriyor.

Siyaset, Ekonomi ve Toplum Araştırmaları Vakfı (SETA) tarafından “Gençlik ve Spor Bakanlığı’nın katkılarıyla” gerçekleştirilip 2011 sonbaharında açıklanan “Türkiye’nin Gençlik Profili” araştırması, 15-29 yaş aralığındaki 10 bin 174 gencin katılımıyla yapılmış ve gençlerin “barınma, sosyal güvenlik, yabancı dil bilme ve yurtdışına çıkma durumları ile boş zaman etkinlikleri, beğenileri, zararlı alışkanlıkları, spor yapma durumları ve Gençlik ve Spor Bakanlığından beklentileri”ni konu edinmiştir. Buna göre, katılımcıların aynı yıl itibarıyla %63,7’si anne-babasıyla birlikte kalırlarken; %20,6’sı eşiyle kendi evinde; %5,1’i bekâr ve kendi evinde; %5,1’i bekâr ve arkadaşlarıyla birlikte kalmaktadır. Özel yurtlarda, KYK ve üniversite yurtlarında kalanlar yalnızca %3,5 civarındadır. SETA anketine katılan gençlerin %56,8’i “boş zaman”larını televizyon izleyerek ; %37,2’si internet aracıyla sosyal medya ağlarına katılarak geçirdiğini belirtmiştir. Katılımcıların beşte biri (%20,4) internet kullanmadığını ifade etmiş; internet kullandığını belirtenlerin %71,5’i evde; %12’si işyerinde, %14,8’i internet kafede, %2,1’i okulda erişim yaptığını söylemiştir. İnternet kullanımı, asıl olarak, iletişim, haberleşme ve eğlence amaçlı kullanılmaktadır.  Katılımcıların üçte birine yakını, “gazete okumadığını” belirtmiş ; %12’si, düzenli olarak takip ettikleri bir dergi bulunduğunu açıklamıştır. . “En çok okunan kitap türü”nde roman (%39,6), macera (%11,7), dini içerikli (%5,9), aşk (%5,8), ve tarihi olanlar (%5,2); en çok dinlenilen müzik türünde, “pop müzik” ( yerli -%52,4, yabancı -%22) ilk sırada yer alırken; bunu %21,9 ile arabesk, %21,8 ile Türk halk müziği izliyor.

C-) GENÇLİĞE DAYATILAN POLİTİKALAR VE GENÇLİĞİN ÇÖZÜM BEKLEYEN SORUNLARI

“Dünyanın on yedi büyük ekonomisinden biri haline gelme”nin; ekonomik büyüme ve gelişmenin toplumun ezici büyük çoğunluğu için yoksulluk, işsizlik, geçim sıkıntısı, eğitim ve sağlık sorunlarının büyümesi ve daha fazla hak kaybı anlamına geldiği, AKP Hükümeti’nin pratiğiyle yeniden kanıtlanmıştır.

Hükümetin ekonomi politikasının belirgin sonuçlarından biri de, gençlik kitlelerinin işsizlik, eğitim düşüklüğü, düşük gelir ve yoksulluk, baskı ve sosyal güvencesizlik olmuş; devlet işletmelerinin özel kapitalist şirketlere ve büyük holdinglere düşük fiyatlarla devredilmesi, bu işletmelerde çalışan işçilerin büyük bölümünün işini kaybetmesi ve diğerlerinin sosyal hakları ve ücretlerinde gerilemeye yol açmış; uluslararası sermayenin ülke içindeki dayanakları ve doğrudan varlığı güç kazanmıştır. Genç işçi kitlelerinin ve işsiz gençlik yığınlarının yaşam koşulları giderek ağırlaşmış, düşük ücretli işgücünün en kitlesel kesimi işçi gençlerden oluşmuş, sosyal haklardan ve sosyal güvenceden yoksun, milyonlarcası kayıtdışı ve düşük ücretli çalışan genç işçiler, ülkenin neredeyse her kentinde kurulu “organize sanayi bölgeleri”nde tekstil, metal, oto sanayi alanlarında ve diğer yandan da inşaatlarda ve otel-lokanta ve büro işlerinde en çok istihdam edilenler haline gelmişlerdir.  Birer ‘genç işçi deposu’ olan Organize Sanayi Bölgeleri’nde, bu işçilerin büyük kesimi sanayinin değişik sektörlerinde üretim yapan küçük ve ortaboy işletmelerde sosyal güvenceden yoksun, önemli kesimiyle kayıtdışı ve düşük ücretle çalıştırılıyorlar. Meslek liselerinin yaygınlığı, eğitimli işgücü oranını yükselttiği gibi, işsizlik ve rekabet koşulları nedeniyle fabrika ve işletmelerde yüksek öğrenim düzeyinde eğitimli işgücü giderek artmaktadır.

BM Kalkınma Programı(UNDP) 2007 Yılı Ulusal İnsani Gelişme Raporu’na göre, aynı yıl itibariyle nüfusunun %46’sı 24 yaş altı kesimlerden oluşan Türkiye’de, işsizlikten en çok etkilenen toplumsal kesim gençliktir ve genç işsizlerin toplam işsiz sayısı içindeki oranı giderek artmaktadır. 2011 TÜİK ve 2011-2012 UNİCEF verileri, işsizliğin eğitimli genç işgücü içinde artmakta olduğunu gösteriyor. Orta-orta altı ve yüksek okul düzeyinde eğitime bağlı değişkenlik göstermekle birlikte, işsizlik, genç nüfus açısından çok ciddi bir sorun oluşturmaktadır. 2001-2011 dönemi anket verilerine göre, istihdam edilen işgücünün üçte ikisi 35 ve altı yaş gruplarında yer almakta ve bunun da 5.5 milyonu 15-24 yaş grubunda bulunmaktadır.

Yoksulluk nedenli olarak çocuk yaşta dışarıda ya da ev işlerinde çalışma zorunluluğu ve  cinsiyet ayrımcılığı okullaşma oranını düşürmekte; bu da, örneğin gençlerin yaklaşık %30’unun okumadığı gibi, bir işte çalışıyor da olmaması gibi sonuçlar doğurmaktadır.  UNİCEF raporuna göre; 2011-2012 ders yılında, tüm Türkiye’deki ortaöğretim kurumlarına 940.268 “açık”ortaöğretim öğrencisi dâhil olmak üzere, 4.756.286 çocuk ve genç kayıt yaptırmıştır. Bunların %56’sı genel lise, %44’ü mesleki ve teknik lise öğrencisidir. Ülke nüfusu içinde 20-24 yaş grubundan 6,2 milyon; 15-19 yaş grubundan 6,3 milyon; 10-14 yaş grubundan da 6,6 milyon genç bulunmaktadır. 15-24 yaş grubunda olan gençler (%29,6), AB ortalamasının iki katından da fazla bir nüfusa denk düşmektedir. Kırsal alandan kentlerin kenar semtlerine ‘yığılan kalabalıklar’ın kendileri ve çocuklarıyla genç yaştaki mensupları, yoksulluk, işsizlik, düşük ücretli ve geçici çalıştırılma, sosyal güvencesizlik ve konut sorunu gibi sorunlarla boğuşmakta; bu durumları, çocuk ve gençlerin eğitim süreçlerinin kesintiye uğramasına veya tümüyle sona ermesine neden olmaktadır.

Eğitimin orta ve üstü okul düzeyinde sürdürülmesi, kız öğrenciler başta olmak üzere, başlıca, yoksulluk ve yoksulluk kaynaklı çalışma zorunluluğunun yanı sıra “muhafazakâr toplumsal normlar” nedeniyle sekteye uğramaktadır. Ortaöğretim düzeyinde okullaşmada, sosyo ekonomik durum ve cinsiyet farklılığı başta olmak üzere, bölgelere ve kent-kır ayrımına bağlı olarak ciddi dengesizlikler bulunuyor. Eğitim kalitesi; yöresel, bölgesel farklılıklar, sınav ve dersaneler sistemindeki bozukluklar, yarışmacı ezbercilik gibi nedenlerle düşük olup, toplumsal çözülme sonucu yozlaşma, uyuşturucu ve alkol kullanımı ve kız öğrencilerin taciz edilmesi  artış göstermiştir.

Tüm bu dönemler boyunca burjuva hükümetleri ve devlet yöneticilerince en çok suçlanan toplum kesimlerinden biri gençlik olmuştur. Siyasal istikrarsızlık ve gerilimlerin sorumluluğu gençliğe yıkılmaya çalışılmış; devlet ve hükümet politikalarını sorgulamasız benimsemeleri istenmiştir. Bu politika bugün de devam ediyor. Gençlik kitleleri yoğun idari ve devlet-hükümet baskısı altındadır. Okullar polis ve “özel güvenlik” adlı ‘lejyoner birlikleri’nin kuşatmasına alınmıştır. Genç işçilerin sendikalaşma, çalışma koşullarını iyileştirme, ücretlerini artırma girişimleri potronlarla birlikte polis ve jandarma gücüyle bastırılmaya çalışılmaktadır. Şiddet uygulamalarındaki yoğunlaşma ciddi oranda dışa vurmakta; resmi politika ve devlet “terbiyesi” öğretmenliği gençlere güvensizliği körüklemekte; bu da özellikle çocuklarda ve gençlerde kişisel sosyal ve fikri gelişime darbe vurmaktadır. Baskıcı eğitim sistemi öğrenci gençlik açısından en önemli sorunlardan birini oluşturuyor. Dini eğitime zorlama ve pozitif bilim dallarına karşı yönetim politikaları bu baskı ortamını daha da “koyulaştırıyor.” Gençlere bilimsel araştırma-düşünme-öğrenme ve bilme yerine, dinleme, inanma ve biat etme vaaz ediliyor. İşçi sınıfı ve emekçilerin sömürüye karşı mücadelesinde yer almak, toplumsal kurtuluş politikalarını benimsemek, zor yoluyla ve yasaklarla engellenmek isteniyor. Eğitim yetersizliğine ve kalite düşüklüğüne rağmen, bilimsel eğitimin gereği yatırımlara kaynak aktarılmaması politikası devam ediyor. 2011 yılında merkezi bütçeden eğitim için yapılan harcamalar “GSYH’nin yaklaşık %3,75’i” kadar olup, bunun büyük bölümü personel gideridir. Türkiye’nin “Batısı”ndaki ortaöğretimde “net okullaşma oranı” birçok ilde %80-90 düzeyinde olup, “doğudaki kimi illerde %30-40’a düşmektedir.”

Eğitimin en önemli sorunlarından biri olarak anadilde eğitim çözümsüzlüğü devam ediyor. Kürt, Arap, Roman ve diğer çeşitli azınlık ulusal topluluklardan çocuk ve gençler aynı nedenle çok ciddi sorunlar yaşıyorlar.

Dinsel ideoloji ve gelenekler kaynaklı anlayışlarla gençleri kuşatma tutumu, bölgelere göre değişmekle birlikte, özellikle kız öğrencilerin neredeyse sürekli bir kısıtlılık altında tutulmalarına dönüşmekte; erken ve gönülsüz evlendirmeler yaygın olarak yaşanmakta; bu durumda olanların küçümsenemez bölümü psikolojik ve biyolojik sağlık sorunlarıyla yüzyüze gelmektedir. Kürt kentleri başta olmak üzere, toplumun bazı bölümlerinde “töre” adına cinayetler işlenmekte; hukuk sisteminde bu cinayetlerin faillerini neredeyse koruyucu maddeler yer almaya devam etmekte; bazı savcı ve yargıçlar kadın cinsini tahkir edici/suçlayıcı anlayışlarını mahkeme salonlarına dek taşıyabilmektedirler.

D-) GENÇLİK, MÜCADELE VE POLİTİKA

Gençlik, bilindiği üzere, belirli yaş grupları arasındaki bir kitlesel kesim olarak çeşitli sınıflara mensuptur ve iktisadi sosyal durum ve gelişmelerden etkilenmesi, bu durumuna bağlı olarak, farklılık gösterir. Gençlik kitlelerinin kapitalist sisteme, burjuva devletine ve hükümetlerine, kapitalist parti fraksiyonlarına karşı tutumu, her şeyden önce bu nesnel durumu tarafından belirlenir. Çeşitli toplumsal aktivitelerdeki rolleri, yalnızca enerjik kuşak(lar) olmaları sebebiyle olmayıp, sosyal-ekonomik konum ve durumlarıyla da bağlıdır. Örneğin işçi gençliğin kapitalist patronlarına karşı hak mücadelesiyle son on yıllardaki işçi mücadelesinde öne çıkması, sömürü çarkında dolaysız sömürülenler olarak yer almasıyla ilgilidir. Kürt gençliğinin, Kürt ulusal direnişinin en devingen, en hızlı hareket eden ve cesaretle ileri atılan kitlesini oluşturması, dil ve kültür yasağı ve ulusal kimliğine yönelik  ihlallerin yarattığı sistematik baskıdan en dolaysız etkilenen kesim olması ve yanı sıra Kürt yoksul kitlelerinden, ezilen toplumsal kesimlerden geliyor olmasıyla ilişkilidir. Benzer bir tespit, “Alevi kimlikli gençlik” açısından da yapılabilir. 2013 Haziran Direnişi’ne dair veriler, Alevi halk kitleleri üzerindeki baskı ve özellikle de Erdoğan Hükümetinin bu baskı ve horgörüyü sistematik Sünni-İslam vurgusu, zorunlu din dersi vb. gibi dayatmalar ile sürdürmesinin, Alevi emekçileri ve gençliği açısından kitlesel katılımı ‘tetiklediği’ni gösteriyor. Öğrenci gençliğin en mücadeleci kesimlerinin önemlice bölümünün en çok ezilen, baskı gören ve sömürülen toplumsal kesimlerden gelenler olması bir diğer veridir. Gözaltına alınan, tutuklanan ve okullarla ilişkileri kesilen gençlere dair veriler, bu kanıtlar arasındadır. Örnekleri çoğaltabiliriz. Bu, ama, bize şunu gösterir: gençlik kitlelerinin sisteme, devlete ve sistem partilerine; ya da kapitalizme ve onun siyasal-iktisadi ve sosyal kurumlarına karşı mücadele eden sınıf, parti ve örgütlere ilişkin tutumları ile, geldikleri sosyal sınıf ve yaşam koşulları arasında, gözardı edilemeyecek temel ve nesnel bir bağ bulunuyor. Ancak, bu bağ örneğin varlıklı sınıflardan gençlerin işçi ve emekçilerin hakları ve kurtuluşları için mücadeleye katılmayacakları şeklinde, yanlış olarak mutlaklaştırılmamalıdır. Toplumlar tarihi ve bizim kendi yakın-orta zaman mücadele tarihimiz, küçükburjuva, burjuva sınıf kökenli ailelerden gelen çok sayıda, hatta kitlesel denilebilecek büyüklükte genç kuşak insanın sömürü ve baskı sistemine karşı, demokrasi ve sosyalizm için; özellikle de öğrenci gençlik içinde onların talepleri için yürüttükleri mücadelede yer aldıklarını gösteriyor. 2013 Haziran Direnişi bunun somut, en yakın ve en önemli örneklerinden biri oldu.

Sorun, “niyet” ya da “maceraseverlik”e ilişkin değildir. Toplumsal bölünmüşlük ve sosyal kategoriler asla değişkenlik göstermeyip hep aynı kalan oluşumlar olmayıp, birbirlerinin varlığında birbirlerini koşullayan ve bir sınıf, kesim ya da tabakadan diğerlerine geçişleri de içeren hareketli “topluluklar”, ‘birlikler’ ya da başka biçimde söylenirse “tümel toplumsal varlıklar”dır. Kapitalizm ve burjuva toplumunun bir özelliği de, sınıflar arası geçişleri olanaksız kılmamasıdır. Kapitalizm, gelişmesi sürecinde, sadece tarım emekçilerini, küçük köylüleri, küçük mülk sahiplerini mülksüzleştirerek proletaryanın saflarına sürüklemekle kalmaz;  rekabet ve büyüklerin küçükleri yutma ya da tekel gücüyle piyasadan silmeleri dahil olmak üzere, geçiş, asıl olarak mülk ve üretim aracı sahibi kesimlerden proletaryaya doğru gerçekleşir. Ancak, tikel ve istisnai durumlar oluşturmakla birlikte, işçilerin saflarından da burjuvaziye geçişler mümkündür. Bunun belirgin bir örneğini işçi aristokrasisi verir: kapitalistler ve burjuva kapitalist devlet ve hükümetler tarafından, işçi-emekçi mücadelesini zaafa uğratmak, bölüp etkisizleştirmek üzere, kapitalist artıdeğerden pay verilerek ayrıcalıklarıyla sisteme bağlanan bir işçi aristokrasi kesimi, bugün hemen tüm önemli kapitalist ülkelerde, sendikalar gibi işçi ve emekçilerin kitle örgütlerinin başını tutmak üzere, yaratılmıştır. İşten çıkış tazminatı alıp küçük bir işyeri açarak “sınıf atlama hayali kuran” işçi az değildir vb. gibi.

Sınıf çıkarları farklılığı, kaçınılmaz olarak politik gruplaşmalara yol açıp, farklı politik oluşumları ortaya çıkarır ve bunun bir yanı olarak, gençlik içinde farklı politik eğilim ve saflaşmalar yaşanır. Başka biçimde söylersek, gençlik kitleleri içindeki gruplaşma ve siyasal ayrılıklar, toplumsal sınıf bölünmesinin ve farklı çıkarlara dayalı oluşumların kaçınılamayacak sonuçları arasındadır. Bu temel –ve sonal– bağın, herkesin geldiği sosyal sınıf kökenine; onun çıkarlarına mutlak bağlılık göstereceği ve bunun değişmezliği şeklinde kesin ve keskin bir doğmaya dönüştürülemez ve buradan hareketle, farklı kesimlerden genç insanlara karşı önsel/önyargısal duvarlar örülemez. Gençlik, özellikle öğrenci gençlik, saflarında, farklı sınıfların çıkarlarına ve ‘davası’na bağlanma yönündeki geçişlerin en çok ve en hızlı yaşandığı toplumsal kesimi oluşturur. Ezilen ve sömürülen sınıf(lar)dan gelenler içinden burjuva egemen propagandadan da etkilenerek, geleceğini kapitalizmin devamında görenler ve bu doğrultuda politik-ideolojik tutum alanlar çıkacağı gibi, küçük-orta burjuva sınıflardan gelenler arasında proletarya ve emekçilerin sömürüden kurtuluş mücadelesine bağlananlar da olacaktır. Toplumun çok çeşitli sınıf ve tabakalarından gelen gençlerden oluşması nedeniyle, farklı sınıfsal çıkarlarla nesnel bağı farklı siyasal tutumların kaynaklarından biri olurken, diğer yandan genel bir özellik olarak eğitim aracıyla sağlanacak avantajlı toplumsal konumunu “tehlikeye atmama”(!) eğilim ve kaygısı, düzenle ilişkiler yönünden, onu tutuculuğa zorlar. Diğer yandan ama, eğitimli genç kuşaklar, doğa, dünya ve ülke gerçeklerinin algılanması/kavranması bakımından yine toplumun öteki çok büyük kesimlerine göre daha fazla olanaklara sahip kesimlerini oluştururlar. Yaş guruplarının atılganlık, cesaret, haksızlığa boyun eğmeme, hakkını savunma ve pozitif anlamıyla kişilik sahibi birey olma gibi özellikleriyle de birleştiğinde, bu durumları, onları, baskı sistemi ve sömürüye karşı başkaldırmaya yöneltir. Bilimsel eğitim görme olanaklarına sahip kesimler olarak işçi sınıfı ve emekçilerin kurtuluşu için mücadele saflarına katıldıkları oranda, geniş gençlik kitlelerinin  tekelci burjuvazi ve uluslararası sermayeye karşı seferber edilmesinde önemli rol üstelenebildikleri gibi, işçi-emekçi kitlelerinin bilimsel bilgiyle donanmının gerçekleştirilmesinde bir tür ‘taşıyıcı rol’ da oynarlar. Genç işçi ve işsiz kardeşleriyle yan yana durduklarında, işçi-emekçi ve öğrenci genç kuşakların muazzam enerjisinin ‘yaşlı’ işçi-emekçi kuşağın deneyimiyle birleşerek burjuva diktatörlüğüne karşı değiştirici güce dönüşmesinde pay sahibi olurlar.

Günümüzde bilimsel eğitim olanaklarını sınırlayan, darlaştıran ve zorlaştıran idari-bürokratik-gerici her tür dayatmaya karşı, eğitimin anadilde ve her düzeyde parasız, bilimsel ve demokratik ve herkes için yararlanılır hak olması için mücadele, bu zorluğun kendisi tarafından da, hem sermaye ve devletin dolaysız iktisadi-siyasal baskısıyla, hem de bununla daha fazla iç içe geçmiş olan eğitim kurumları yönetim organlarının tutumları nedeniyle daha geniş etki sahasına sahiptir. Kendilerini “politika dışı” gösteren ya da bazı çevreler tarafından “apolitik” diye yanlış şekilde isimlendirilen kesimler de dahil olmak üzere, bu politikadan etkilenmeyen azdır. Politika “dışılık” ya da “apolitiklik”in de bir çeşit politika olup, çoğu kez mevcut-egemen politika yönündeki bir davranışın edilgen biçimlerine denk düşmesi gerçeğine karşın, bu kesimler dahil, en atılgan dönemlerindeki insanların herhangi politik-mesleki ve akademik sorun karşısındaki tutumları değişmez değildir.

E-) GENÇLİK MÜCADELESİNİN GENİŞLEYEN OLANAKLARI

Toplumsal çözülme, ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasal çok çeşitli sonuçlar doğurmuştur. Kapitalizmin son on yıllarda hızlanan gelişmesiyle, kır nüfusunu çözüp kentlere akışı artırdığı, tarımsal nüfusu önemli oranda çözdüğü; kentli yeni ucuz işgücü kaynağının, önemli bölümüyle işçileşmeyi kültürel-iktisadi ve sosyal “bütünlüğü içinde” henüz denebilir ki tam yaşayamadığı, sınıflar arasındaki geçirgenlik de hesaba katıldığında ve sendika bürokrasisi aracıyla sendika konfederasyonları yönetim organları kullanılarak sermaye politikalarının işçiler içinde etkin hale getirildiği, ilerici-mücadeleci işçi ve sendikacıların önemli oranda güç kaybına uğradıkları; bütün bunlarla birlikte, işçi ve emekçilerin kendi içinde de belirgin-ciddi bölünme ve kamplaşmaların yaşandığı bir diğer sosyal-politik gerçekliktir ve sınıf mücadelesi yönünden başlıca sorunların denebilir ki başında gelmektedir. Bölünmüş, hatta aşırı bir söyleyiş şekliyle “atomize edilmiş” ezilen ve sömürülen sınıf ve kitlelerinin; onların işçi-işsiz, emekçi ve öğrenci genç kesimlerinin birleştirilmesi başlıca sorundur ve bu da, ancak, onların hem ayrı ayrı “özel hassasiyetleri” ve taleplerinin dikkate alınması ve küçümsenip aşağılanmamasını, hem de birleştirici ortak taleplerinin öne çıkarılmasını gerektirmektedir.

Kapitalist gelişme –makineleşme ve bilimsel teknik ileri düzeydeki gelişme–, daha az sayıda işçi ile daha çok üretim olanağı yaratmasına rağmen, işçi sınıfının saflarının özellikle genç kuşak işçilerin katılmasıyla büyümesine kaçınılmazlıkla yol açmıştır. Kapitalizme karşı sınıf mücadelesinin genç dayanağı giderek güçlenmektedir. Bilim ile iş ve üretim ilişkisi, yalnızca sermayenin olanakları ve sömürü etkeni olarak değerlendirilemez. Eğitimli genç işgücünün artışı/büyümesi, burjuvazinin artıdeğer sömürüsünü artırma hedefi ve iradesine karşın, işçi sınıfı ve kent-kır emekçilerinin burjuvaziye karşı sınıf savaşımının (iktisadi-politik ve ideolojik) olanakları yönünden bir ilerlemeyi de ifade eder. Gençlik kuşaklarının sosyo ekonomik koşullar ve sınıf ve iktidar ilişkilerinden etkilenmelerinin düzeyine bağlı olarak, mücadele ve örgütlenme eğilim ve tutumlarında hızlı ya da nispeten daha yavaş değişimler görülebilir. Bu demektir ki, farklı gençlik kuşaklarında farklı eğilim ve tutumların görülmesi, bu kuşakların yaşadıkları koşullar ve içinde bulundukları toplumsal ilişkilerle bağlıdır. Yoksul emekçi semtlerinde yaşayan işsiz bir genç ile zengin kesimlerden bir gençten her zaman ve her durumda aynı tepkiyi beklemek doğru olmayacağı gibi, işçi-çırak gençler ile maddi-toplumsal koşulları çalışmasını ihtiyaç olarak dayatmayan bir gencin tepkileri de farklı olacaktır. Öğrenci gençlik içinde akademik-demokratik hareketin genişletilmesi ve güçlendirilmesi çabasının toplumsal gerçeklerin; sınıf farklılıkları, sınıf sömürüsü ve sonuçlarının bilimsel sergilenmesi çalışmasıyla birleştirilmesi, bilimsel eğitim olanağına sahip ve en atılgan dönemlerindeki genç kuşaklar arasında karşılık bulmasıyla ve gerici burjuva parti fraksiyonlarının dinsel-milliyetçi ve kapitalizm yanlısı politik etkisi güçten düşürülebilir ve daha güçlü ve geniş devrimci gençlik muhalefeti oluşturulabilir. Akademik-demokratik talepler mücadelesi, bu durumda, daha fazla güç ve olanağa sahip olacaktır. Öğrenci gençliğin en geniş kesimlerinin kendilerini dolaysız etkileyen ve çözümünde yararlarının olduğu sorunlar etrafında birleşmesi –bu alandaki girişimlerin hangi politik gençlik grubu ya da kesimi veya “apolitikler”(!) tarafından başlatıldığına bakılmaksızın– için çaba ve materyalist tarihsel dünya görüşü ve açıklanmasıyla birlikte bilimsel sosyalizmin açıklanması çalışması; bu iki yan birbirini güçlendirmek üzere bir arada olacaktır.

Gençlik kitlelerinin sömürü ve baskı sistemine karşı mücaddele cephesine kazanılması sorunu, çalışma ve yaşam koşullarının iyileştirilmesi ve parasız, demokratik, anadilde eğitimin her düzeyde ve herkes için ulaşılabilir olmasından hareketle, işçi-emekçi-öğrenci gençlik içinde kesintisiz bir gençlik çalışmasını zorunlu kılar. Burada önemli olan, bilimsel bilgi ve deneyimin doğru değerlendirilmesi ve kullanılmasıdır. Gençliğe yaklaşımlar açısından başlıca iki alanda sorun yaşandığını söylemek mümkündür:  Gençliği “olağanüstü özellikler”le donanmış gören ve gösteren ütopik anlayışlarla, onun enerjik, çoşkulu, atak ve cesur olma özelliklerini gözden kaçıran ve sözcüğün gerçek anlamında  yaşlı ruh hali ve davranışıyla gençlik mücadelesi ve örgütlenmesinin geliştirilebileceği yanılgısı. İlki, koşulların, toplumsal-sınıfsal ilişkilerin ve gelişme seyrinin önemini gözardı ederken; ikincisi, gençleri –“ağaçtan düşme”ye yol almakta olan– fazlasıyla olgun ve “yanlış yapmaz” kısırlığa sokarak, tutuk bir tutumun “genç tutumu” sayılmasında rol oynamıştır. Gençliğin bu türden kalıplardan birine sıkıştırılması ve farklılıklarını gözetmeyen toptancı anlayışların hedefi olması, onun mücadelesine zarar vermiştir. Gençlik mücadelesi ve örgütlenmesine zararlı bir diğer anlayış ise, ya genç kuşakların enerjik, aktif ve girişken olma gibi bazı özelliklerinden ve özellikle öğrenci gençliğin eğitimli oluşundan hareketle gençliği “toplumu ileriye taşıyacak biricik aydın sosyal kesim” olarak ilan etmiş; ya da tersinden ve özellikle son on yıllarda dünya ölçeğinde meydana gelen değişmelerin etkisi altındaki savrulmalardan hareketle “yozluğu” ve “apolitik oluşu” üzerine söylemle enerjisini değerlendirememeye, hatta ondan uzak durmaya yol açmış; potansiyel mücadele gücü ve enerjisinin yararlı bir kucaklanmasına barikat örmüştür.

Bu toptancı görüş(ler), kapitalist sömürü temelinde farklılaşan ve bölünen toplumsal sınıf ve kesimlerin genç kuşaklarının, bu sınıf ve kesimlerle sıkı ya da gevşek bağlara sahip olduklarını; genç kuşakların politik-ideolojik ve kültürel düşünce ve davranışlarıyla sosyal-ekonomik durumlarının genel toplumsal duruma dışsal olmayıp onların çeşitli eğilim ve tutumlarının da başlıca etkeni olduğunu gözardı etmektedir. Gerçek o ki, ne gençlik, ne de toplumun herhangi bir diğer kesimi üretim sistemi ve ilişkilerinden; sosyal ekonomik koşullardan, sınıf mücadelesinin düzeyinden ve zaman ve mekandan soyutlanmış işlev ve özelliklerle donatılmış değildir.  Öğrenci gençliğin hetorojen yapısı ise, bu kesim içindeki farklı ideolojik-politik ve sınıfsal yaklaşımların değişkenlik etkenleri arasındadır. Genellikle görülen ise, ülke(ler)deki ve dünyadaki gelişmelerin genç kuşakları toplumun öteki kesimlerinden daha hızlı etkilendiği; yeniye açıklık, baskıyı ret, özgürlük istemi gibi belirli bazı kuşak özelliklerinin bunda rol oynadığıdır. Toplumsal sınıf ve kesimlerin sosyal ekonomik durumu ile gençlerin eğitim, iş, barınma, sosyal-kültürel aktivite, politik tutum, tercih ve beğenileri gibi hemen her alandaki düşünce, eğilim ve davranışları koparılamaz şekilde birbirlerine bağlıdır. Gençlik kitleleri içindeki çeşitli politik akımların varlık düzeyi ve gruplaşmaların gücü, gençlik ve onun da bir parçasını oluşturduğu toplum üzerindeki burjuva ideolojik-kültürel ve politik egemen etki ile bağlı olup, gençlerin öncelikleri, tepkileri, seçkileri, beğenileri açısından da işlevlidir.

Gençlik mücadelesi ve genç işçi, işsiz, emekçi, öğrenci kitlelerinin daha güçlü ve geniş bir örgütlenmesi için, öncelikle içinde bulundukları somut koşullardan hareketle temel önemdeki ortak taleplerinin ve yanı sıra sektörel-mesleki vb taleplerinin savunusu üzerinden kesintisiz bir çalışmaya ihtiyaç vardır.

 

Parti çalışmamızın bazı sorunları üzerine

Sınıflı toplum koşullarında, elinde devlet gibi bir iktidar aracı olmayan hiçbir sınıf, toplumsal yaşama ilişkin hedeflerini gerçekleştirme olanağı bulamaz. Sınıf mücadeleleri tarihinin açığa çıkardığı, kanıtlayıp doğruladığı en önemli sonuçlardan biri de, işçi sınıfının kurtuluşunun, onu sınıf olarak var eden kapitalist toplumsal koşulların tasfiyesine bağlanmış olmasıdır, işçi sınıfı, kendini, artı-değer yaratıcısı bir sınıf olarak var eden koşulları siyasal-ekonomik bir devrimle tasfiye etmeden ve böylece sınıfların varlığına ve sınıf farklılıklarından kaynaklanan çelişkilere son vermeden sömürülen ve ezilen bir sınıf olmaktan kurtulamaz ve kendisiyle birlikte insanlığın kurtuluşunu gerçekleştiremez.

İşçi sınıfı, sömürülen ve baskı altında tutulan bir sınıf olmaktan kurtulmak için, öncelikle siyasal bir devrimle burjuvazinin sınıf iktidarını yıkmalı ve kendi devrimci iktidarını kumalıdır. Proletarya (ve onun devrimci partisi) bakımından temel sorun, bu hedefe nasıl ve hangi araçlarla varılacağıdır.

Ücretli emek sömürüsü üzerinde yükselen kapitalist özel mülkiyet sisteminde burjuvazi, egemen sınıf olması ve devlet gibi bir iktidar aygıtını elinde tutması nedeniyle, işçi ve emekçi kitlelerinin mücadelesinin önüne çok çeşitli engeller çıkarma olanağına sahiptir. Kapitalist ekonominin sektörlere ve kollara ayrılan yapısı, işkollarına bağlı işçi dağılımı ve kapitalist işbölümü, işçi sınıfı saflarında, daha baştan “bölünmüş” bir durum yaratır. Kapitalist üretim biçiminin yarattığı bu nesnel bölünmüşlük, sermaye örgütlerinin (politik partiler, askeri, ekonomik, kültürel kurumlar vb.), sürdürdükleri bölücü ve aldatıcı politikanın emekçiler üzerinde etkili olmasına maddi bir zemin oluşturmaktadır. Burjuvazi, yalnızca dolaysız politik örgütleri aracılığıyla değil, işçilerin işverenlere karşı haklarını savunmak amacıyla kitleler halinde bir araya geldikleri işçi sendikalarının yönetim aygıtlarındaki kolları -sendika bürokrasisi- aracılığıyla da işçi sınıfı ve emekçiler içinde bölücü faaliyet yürütmekte; işçilerin bağımsız bir sınıf olarak politik örgütlenmesini engellemeye çalışmaktadır.

Kapitalist toplumda, burjuva politikası bütün toplumu sarmış, ya da toplumun tüm kesimleri bu politika tarafından kuşatmaya alınmıştır. Burjuvazi hemen her zaman, kendi varlığının, sınıf egemenliğinin ve bunun aracı olan burjuva devletinin tüm toplumsal sınıf ve katmanlar için gerekli ve yararlı olduğunun propagandasını yürütür. Kapitalistlerin “işveren” konumu ve üretim araçlarını elinde bulundurmaları, işçiler içinde, kapitalistler olmadan çalışma ve yaşama olanağının “bulunmayacağı” önyargısının oluşmasına yol açmıştır.

Bölünmüşlük; işçi aristokrasisinin oluşması ve sendikaların yönetiminin bu aristokrasi tarafından ele geçirilmesi, çeşitli toplumsal sınıf ve katmanların kaçınılmaz varlığı, farklı politik akım ve grupların ortaya çıkışı için maddi bir zemin oluştururken, burjuvazi, bundan, işçi sınıfının mücadelesini engellemek amacıyla yararlanmaya; mevcut ve nesnel bölünmüşlüğü kullanmaya ve gerektiğinde burjuva liberal ve sahte sosyalist grupların güçlenmesine alan açarak onlardan yararlanmaya çalışır.

Daha fazla kâr peşinde koşan burjuvazi, herhangi bir örgütlü direnişle karşılaşmadan sınıf egemenliğini sürdürmek ister ve işçilerin her türden örgütlenmesine ve örgütlü mücadelesine karşıdır. Sendikal örgütlenmeye gösterilen öfkeli tepki bunu gösterir. Ancak esas korkusu çatışmanın politik karakter kazanması ve iktidar mücadelesine dönüşmesidir. Bu nedenle kapitalistler, işçi hareketinin politik bir karakter kazanması ve iktidar mücadelesi olarak gelişmesine set çekmek üzere, ekonomik tavizler vermekten kaçınmazlar. Çünkü yüzyıllara yayılan sınıf deneyi onlara, işçi hareketi ekonomik alanda kaldığı sürece, proletarya ve emekçilerin yenilgiden kurtulamadıklarını ve hemen her zaman işçilerin koparıp aldıkları ekonomik tavizleri geri alma olanağına sahip bulunduklarını göstermiştir.

Buradan şöyle bir sonuç çıkar: İşçi sınıfı, kapitalistlere karşı mücadelesinde, eğer günlük ekonomik ve acil taleplerin elde edilmesiyle yetinirse, kapitalist sömürüden ve ücretli kölelik olarak ifade edilen kölece yaşamdan kurtulamaz. Kurtuluşunu sağlamak için işçi sınıfı, burjuvaziye karşı siyasal iktidar mücadelesine girişmelidir. İktidar mücadelesinin en önemli ve zorunlu aracı ise, işçilerin içinden çıkmış, onların en ileri unsurlarınca oluşturulmuş ve sınıfın mücadelesini yöneten bir partidir.

 

ÇALIŞMAMIZIN TEMEL VE BAŞ SORUNU, İŞÇİLERİN DEVRİMCİ BİR PARTİ HALİNDE ÖRGÜTLENMELERİNİ SAĞLAMAKTIR

Ekonomik, mali, politik ve askeri olarak örgütlenmiş burjuvaziye karşı, işçiler ancak sınıf olarak hareket edebilir ve bir parti olarak örgütlenirlerse, ancak burjuva politikasına karşı, devrimci politikayı, koşullardaki değişmeyi gözeterek geliştirir ve uygularlarsa; kapitalist sistemde ezilen bütün emekçileri kendi yanlarına çekebilir ve sınıf düşmanına karşı seferber edebilirlerse, evet ancak bu durumda; burjuva saldırılarını püskürtebilir ve iktidar mücadelesinde zafere ulaşabilirler.

İşçilerin, bütün diğer sınıf örgütlerinden (sendikalar, dernekler, işçi birlikleri vb.) farklı özelliklere sahip bir örgütü olan parti; iktidar mücadelesinin zorunlu bir aracı olarak, kurulduğu andan itibaren, proletarya kitlelerinin mücadelesini iktidarın alınması yönünde etkilemeyi ve geliştirmeyi öncelikli görev edinir. Partinin bu görevini kısaca şöyle de ifade edebiliriz;

a) İşçileri örgütlemek, disipline etmek, acil ekonomik ve politik talepleri için mücadeleyi geliştirmek, burjuvaziden tavizler koparmak ve böylece işçilerin örgütlü baskısını, sermaye üzerinde tehdit edici bir güç olarak hissettirmek; b) bunun için kitlelerin olduğu yerde olmak, işçilerin bulundukları her yere, fabrika ve sendikalara gitmek; işçilerin bilincini sosyalizm doğrultusunda ilerletmek, her özel ve kısmi talep ve sorunu proletaryanın genel ve temel görevi ve hedefiyle birleştirmek; c) böylece, sınıfın politik örgütlenmesini geliştirmek ve kesintisiz olarak sağlamlaştırmak.

İşçi ve emekçilerin en ileri öğelerini parti çalışmasına çekmek, burjuva ideolojisine karşı kararlı ve uzlaşmaz bir mücadele ile işçilerin bilincini sosyalizm yönünde geliştirmek partinin ve partilinin varlığının temel nedenidir. İşçi sınıfı, toplumsal devrimin öncüsü olarak, iktidar mücadelesinde sınıf düşmanına öldürücü darbeyi indirmek için, bizzat kendi mücadelesi içinde ortaya çıkmış devrimci taktiklerin tecrübesini biriktirmeli, sınıf mücadelesinin yasalarının bilgisiyle donanmalıdır. İşçiler ve özellikle onların ileri öğeleri, ekonomik hareket içinde ve kapitalistlerle girişilen mücadelede tecrübe kazanır ve deney biriktirirler. Ancak kendiliğinden ekonomik hareket içinde kazanılan bu deney ve tecrübe birikimi, burjuvaziyle girişilecek iktidar kavgasında yetersiz kalır ve sınıfa gerekli ve zorunlu donanımı sağlamaz. İşçi sınıfını iktidara hazırlayan gerçekte, yalnızca onun kendi partisidir.

Bunun içindir ki, bizim başlıca ve temel görevimiz, sosyalist düşüncenin işçi yığınları içinde yaygınlaşmasını sağlamak, işçi sınıfının devrimci politik gelişimine yardımcı olma yoluyla, sınıf hareketinin sosyalizm ile birliğini gerçekleştirmek ve işçilerin en ileri öğelerinin örgütü olarak partiyi yeniden ve yeniden kurmak-inşa etmektir.

Çünkü iktidar mücadelesi; işçi hareketinin durumuna, işçi sınıfının bilinç ve örgütlenme düzeyine, mücadele yöntemlerine ve hareketi yöneten partinin niteliklerine, işçi sınıfının devrimci müttefiklerinin devlete ve burjuva düzen partilerine karşı tutumlarına ve bütün bunlarla birlikte iç ve dış koşullara bağlı olarak gelişir. Diğer yandan; işçi sınıfı içinde etkinlik sağlamış ve sınıfın politik örgütü haline gelmiş bir partinin varlığı, kısmi talepler ve politik özgürlükler için yürütülen mücadelenin başarısı üzerinde de dolaysız biçimde etkide bulunur ve sınıf düşmanına etkili darbelerin vurulmasına hizmet eder.

O halde sosyalist partinin görevi, işçi hareketine edilgin bir hizmette bulunmak değil, bir bütün olarak hareketin genel çıkarlarını temsil etmek, bu harekete siyasal görevlerini ve son hedeflerini göstermek; proletaryanın siyasal ve ideolojik bağımsızlığını sağlamak ve korumaktır. Çünkü işçi sınıfı, siyasal bir devrim olmaksızın ekonomik kurtuluşunu gerçekleştiremez ve siyasal devrim de ancak, proletaryanın Marksizm’in teorik ilkeleri üzerindeki ideolojik birliği, bir parti biçiminde maddi bir güce dönüşmüş ise başarıya ulaşabilir.

Bunun için parti, kendini işçi ve emekçilerin günlük talep ve çıkarlarını savunmakla sınırlamaz. Parti çalışması da, işçi sınıfını, sömürüyü ve sınıf ayrıcalıklarını tasfiye etme amacını gerçekleştirmek üzere hazırlayan; toplumsal kurtuluşun ancak sermaye egemenliğini tasfiye ederek mümkün olabileceğini görmesine yardımcı olan ve iktidar mücadelesinde bir sınıf ordusu halinde hareket etmesi için gerekli tüm araçlarla donanmasına hizmet eden bir çalışmadır. Böylesi bir çalışma ile işçi ve emekçilerin desteğini kazanmış ve sosyal-siyasal koşullardaki değişmelere uygun siyasal taktikler geliştirme ustalığı gösteren sağlam bir parti örgütünün varlığı, işçilerin kapitalistlere ve hükümetlerine karşı ekonomik ve politik mücadelelerinde başarıya ulaşmalarının güvencesidir.

Daha kesin olarak ifade edilirse, parti çalışması olarak günlük çalışmamızın ve eylemimizin hedefi, proletaryanın sınıf mücadelesi içinde yer alarak onu ilerletmek ve yönetmek; bunu demokratik (Türkiye’nin politik-toplumsal sistemini demokratikleştirmeyi amaçlayan anti-faşist, anti-emperyalist), ve sosyalizmi amaçlayan anti-kapitalist mücadele olmak üzere, birinciyi ikinciye bağlayarak ve tabi kılarak, ayrılmaz bir ilişki içinde örgütlemektir.

Parti bu görevi başarıyla yerine getirmek için işçi sınıfı ve emekçi kitleler içinde kesintisiz bir propaganda çalışması; günlük mücadeleden kopmayan devrimci ajitasyon ve siyasal teşhir faaliyeti ve bununla birleşen örgütleme çalışması yürütmek zorundadır.

Türkiye işçi sınıfı (Türk-Kürt ve diğer azınlık milliyetlerden) azımsanmayacak bir süredir politik bir öncüyü örgütlemiş olmasına karşın; sınıf ilişkilerinde ve mücadelenin seyrinde görülen değişiklikleri gözeterek partiyi her koşulda yeniden inşa etme görevi ve onun sorunları, işçi ve emekçilerin ileri kesimlerinin önünde bir sorun olarak durmaya devam etmektedir. Bu sorunun çözümüne hizmet edecek tutum (parti çalışması) ise; ancak işçi sınıfı, şehir yoksulları, gençlik ve emekçi kadınlar içindeki çalışmamızın, koşullardaki değişmelere ve gelişmelere bağlı olarak yenilenmesiyle geliştirilebilir.

Türkiye’de hızlanarak artan toplumsal çürüme işçi ve emekçilerle sömürücü egemen sınıflar arasındaki çelişkileri keskinleştirmekte, emekçilerin devlete ve düzen partilerine olan güvensizlikleri kopma ve uzaklaşma yönünde gelişmekte ve proletaryanın kendi adına politik mücadeleye daha etkin katılmasının olanakları genişlemektedir. Emekçi hareketinin içine girdiği yönelişin farkında olan burjuva kurum ve örgütleri; TÜSİAD, MÜSİAD, ordu, düzen partileri, işveren sendikaları, odalar ve borsalar birliği vb. sosyal-siyasal-ekonomik kurumları aracılığıyla daha etkili bir politik faaliyet sürdürmekte; yığınların demokratik taleplerini sulandırarak “sahiplenmekte”; Kürt sorununu, askeri saldırıları eksik etmeksizin “sosyal ve ekonomik önlemlerle çözme” planları geliştirmekte ve işçi ve emekçilere hangi düzen partilerinin destekleneceğine dair öğütler vermektedir. Giderek artan biçimde büyük sermayeye bağlanan ve “İslâmi sermaye holdingleri” üzerinden Ortadoğu’da, Kafkasya ve Balkanlar’da uluslararası ilişkiler geliştiren RP, işçi ve emekçi yığınları, göstermelik anti-emperyalist sloganlarla ve “adil düzen” yalanlarıyla aldatmaya ve özellikle geri bilinçli emekçi kesimlerin dini duygularını sömürerek güç ve “alternatif” olmaya çalışmaktadır. Bir tür ‘ordu partisi’ biçiminde çalışan generaller ile halkın inançlarını ve taleplerini sömüren “yeşil sermaye” holdinglerinin siyasal partisi RP, emekçi halk kitlelerine karşı izlenen politikada temel herhangi bir ayrılıkları olmamasına karşın, “laik-şeriatçı” ikilemi etrafında birbirine karşıt iki güç odağı biçiminde hareket ederek, kitleleri yanlarına almaya çalışmaktadırlar.

Burjuvazi; ekonomide, politikada, Kürt sorununda ve devletin yeniden yapılandırılması alanında ortaya çıkan ihtiyaçlar üzerinden kendini yeniden yapılandırmaya çalışırken, işçi ve emekçilere karşı saldırılarını da artırmaktadır. Ordu, politik tutumunu ve müdahalelerini konjonktüre bağlı olarak ayarlamakla birlikte, açık kimliğiyle politik arenanın ön cephesine çıkmış ve “laik düzen savunucuları’yla ittifakını yenileyerek etkinliğini artırmıştır.

İşbirlikçi burjuvazi ve partileri, emekçi kitleler karşısında yitirdikleri güveni tazelemek üzere, aldatma amaçlı yeni manevralar geliştirmektedirler. Egemen sınıflar ve asker-sivil bürokrasinin üst kesimleri, ABD emperyalizminin ekonomik, siyasi ve askeri planlarına bağlanmış bir politikayı halk kitlelerine dayatmakta, içte ve dışta uyguladıkları emekçi düşmanı politikalarına kitleleri kazanmaya çalışmaktadırlar.

İşçi sınıfı partisi, bütün bu gelişmeleri göz önünde bulundurmak zorundadır. Burjuvazinin, işçi ve emekçileri bölmeye ve aldatmaya ve generallerin, RP ve diğer gerici düzen partilerinin kitleleri yedeklemeye yönelik taktiklerini boşa çıkarmak için, ikiyüzlü burjuva propagandasını teşhir etmeli, emekçilerin kendi pratik siyasal deneyimleriyle sınıf düşmanlarını daha iyi tanımalarına yardımcı olmalıdır. Açık ki parti; ancak işçi ve emekçi kitleler içinde -gerçek bir desteğe sahip olacak biçimde- örgütlenmiş ve dönemin özelliklerine aykırı düşmeyen siyasal taktikleri, yığınların ihtiyaçlarına cevap verecek tarzda uygulama yeteneği gösterebiliyorsa ve mücadele içindeki tutumuyla inandırıcı olmuş ve emekçilerin güvenini kazanmışsa, bu görevi başarıyla yerine getirebilir.

a) Siyasal teşhir ve ajitasyonun önemi

Burjuvazi, ekonomik ve askeri kurumları da dâhil olmak üzere, güç ve olanaklarını, her gün ve her saat, yığınların politik etki altına alınması ve ideolojik bağımlılaştırılması için kullanırken, parti buna ancak profesyonelce örgütlenmiş kesintisiz bir siyasal teşhir ve ajitasyonla cevap verebilir.

Kendiliğinden hareket, teşhir ve ajitasyon için uygun koşulları kaçınılmaz biçimde yaratmaktadır. İşçi ve emekçi kitlelerine karşı sermaye politikaları; emekçileri, burjuva düzen partilerine, devlet kurumları ve baskı aygıtlarına öfke ve güvensizliğe sürüklerken; devrimci politik ajitasyon ve siyasal teşhirin yığınlar içinde karşılık bulmasının olanakları da genişlemektedir. Ekonomik saldırılar, ücretlerin düşürülmesi, işsizlik, sendikal hakların gaspı, daha fazla kâr için işgünü ve çalışma zamanının işçiler aleyhine uzatılması, polis saldırıları ve siyasal özgürlüklerin kullanılması önündeki faşist baskı ve yasaklar vb. gibi olgu ve gelişmeler, ekonomik ve politik ajitasyon için yeterli dayanakları her gün sunmaktadır. Bu ve başka somut, günlük ve acil talepler için kesintisiz olarak yürütülecek ajitasyon ve siyasal teşhir faaliyeti, işçi sınıfı ve ezilenlerin mücadelesi ve örgütlenmesini geliştirici bir rol oynarken; bu faaliyetin süreklilik, içerik ve nicelik olarak zayıflaması da, yığınların ileri öğelerinin düzenden kopuşuna yeterli bir cevap verilmemesine neden olmaktadır, işçi-emekçi hareketinin bir sınıf hareketi biçiminde gelişmesine hizmet eden ajitasyon ve siyasal teşhir faaliyeti; belirli günlerle ilişkilendirilerek yürütülen bir “kampanya faaliyeti” değil; emekçi yığınların eğitimi ve aydınlatılmasının başlıca yöntemi olan kesintisiz bir faaliyettir. Böyle bir faaliyet, örneğin işçi ve emekçi kitlelerinin; işsizlikle yoksulluk arasındaki, halkın yoksullaşmasıyla kapitalistlerin zenginleşmesi arasındaki bağı görmelerini kolaylaştıracaktır. Yanı sıra, polis saldırıları ve baskılarına karşı mücadelenin, grev, gösteri vb. yollarla hak arayışıyla dolaysız ilişkilerini daha iyi görmelerini sağlayacak ve bu tek tek eylemlerin birleşik sınıf ve emekçi mücadelesine dönüşmesine hizmet edecektir. Emekçilerin taleplerinden kopuk bir ajitasyon faaliyetinden söz edilemeyeceği gibi, günlük ve temel sorunlardan soyutlanmış genel bir propaganda çalışması da işçi-emekçi hareketine gerçek bir yardımı sağlayamaz. İşçi kitleleri yoğun işten atma, özelleştirme, sendikasızlaştırma saldırısı ve ‘Eşel-Mobil’ dayatmasıyla karşı karşıya iken, devrimci ajitasyonun bu sorunlardan hareketle yürütülmesi yalnızca kaçınılmaz değil, zorunludur da. Bir başka durumda ise, örneğin faşist siyasal cinayetlerin ve polis saldırılarının ülkede büyük çalkantılara ve siyasal tartışmalara yol açtığı bir dönemde, siyasal teşhir ve ajitasyonun konusunu bu saldırılar oluşturacaktır. Başka türlü hareket edildiğinde, siyasal teşhir ve ajitasyon ile propaganda çalışmasının soyut ve yararsız hale getirilmesi engellenemez.

Türkiye’de işçi sınıfı ve emekçilerin mücadele tarihi ve kendini ‘proletarya partisi’ olarak ilan etmiş örgütlerin sınıf hareketiyle ilişkilerinin pratiği, bazı başka sonuçlarla birlikte, siyasal teşhir ve ajitasyonun ele alınış tarzındaki farklılıkların, sınıf ve emekçi hareketine ayak bağı olabileceği gibi; hareketin gelişmesine ve burjuvaziye karşı yeni mevzilerin kazanılmasına hizmet edebileceğini de göstermektedir. Siyasal teşhir ve ajitasyon, emekçi hareketini ilerletme kaygısıyla yürütüldüğünde, işçi ve emekçilerin ileri kesimlerinin sınıf hareketi içindeki durumu ve örneğin sendikalardaki etkisi artmış, ileri işçiler sendika şube yönetimlerine gelmelerinin yanı sıra, parti olarak örgütlenmeye de daha fazla eğilim göstermeye başlamışlardır. ’89 Bahar Eylemleri ve sonrasındaki iki-üç yıllık süre, bu bakımdan öğretici deneyler sunmaktadır. Bunun belirgin bir örneği olarak ’90 1 Mayısı’ndan söz edilebilinir. ’90 1 Mayısı’na ön-gelen süreçte işçi sınıfının devrimci partisinin yürüttüğü ajitasyon ve teşhir faaliyeti, bu faaliyetin sınıf ve emekçilerin somut ekonomik ve siyasal talepleri üzerinde yükselmesi, 1 Mayıs kutlamalarının ‘işçi usulü’nce gerçekleşmesi üzerinde ilerletici-devrimci bir etkide bulunmuş; parti bu süreçten güçlenerek ve yeni politik ilişkiler geliştirerek çıkmıştı. İşçi sınıfı kitlelerinin öz deneyimi, -politik mücadele yürüten bir örgüt bakımından (burada sınıf partisi)- örgütün politikalarının sınanması, yürütülen siyasal teşhir ve ajitasyonun yığınlar içinde etki bulması -karşılık görmesi- anlamına gelir. “Eğer parti” diyordu Stalin; “işçi sınıfının kitlesinin duyduklarını ve düşündüklerini kaydetmekle yetinirse; kendiliğinden hareketin kuyruğunda sürüklenirse; kendiliğinden hareketin günlük seyrinin ve politikaya karşı ilgisizliğin üstesinden gelemezse; eğer parti proletaryanın geçici çıkarlarının üstesine çıkmazsa; kitleleri, proletaryanın sınıf çıkarları bilinci düzeyine yükseltemezse; gerçek bir parti olamaz.”

b) işçilerin eğitimi, ileri işçilerin Marksist eğitimi ve devrimci propaganda

Burjuva politik-ideolojik etkinin kırılması, proletaryaya sosyalizm bilincinin verilmesi ve sosyalist görevlerin başarılması için, bilimsel sosyalizmin öğretilerinin propaganda yoluyla yaygınlaştırılması, mevcut sistemin özelliklerinin, çelişkilerinin ve çeşitli sınıfların bu temel üzerindeki ilişkilerinin işçilerce kavranması zorunludur.

Kapitalizm, toplumu başlıca iki modern sınıf -burjuvazi ve proletarya- halinde bölerek, gerçekte kendi yok oluşunun maddi temelini hazırlarken, burjuvazi, kapitalizmi yok oluşa sürükleyen çelişkinin işçi kitleleri tarafından “görülmemesi” için çaba gösterir.

İşçi sınıfı, kapitalizmin fabrikalara sürüklediği emekçileri, proleter bir orduya dönüştürerek, fabrika sisteminin disiplini içinde eğitip, kaçınılmaz biçimde mücadeleye iterek, burjuva sınıf egemenliğinin altını oyduğunu ve onun yıkımını hazırladığını ne denli tam kavrarsa; bu yıkımı bir devrimle gerçekleştirme görevinin kendi sırtında olduğunu da o denli iyi kavrayacak ve kendini salt günlük ekonomik ya da kısmi siyasi taleplerle sınırlamayacaktır.

İşçi kitleleri ya da hiç değilse işçilerin ileri kesimleri, kapitalist toplum içindeki konumlarını, nasıl sömürüldüklerini, sömürüden kurtulmanın yol ve yöntemlerini, bunun genel ifadesi olarak sınıf mücadelesinin ve hareketin bilimsel yasalarını kavramalıdırlar.

Proletarya partisi, ileri öğeleri başta olmak üzere, işçi kitlelerinin bunu anlamasına yardımcı olan ve sağlayan devrimci bir örgüttür. İşçi sınıfı, eskiyi yıkma zorunluluğunu ve yeniyi kurmaya yetenekli tek sınıf olduğunu ne kadar iyi kavrarsa, başarıya o denli yaklaşır. Kazanmaya dair kuşku ancak bu durumda ortadan kalkacaktır. İşçi ve emekçiler içinde yürütülen politik faaliyetin cılızlığı ve zayıflaması ise, partide güçten düşürme; atalete sürükleme ve moral bozukluğu gibi sonuçlar doğurmakla kalmaz, proletaryayı da önemli ve devrimci bir silahından yoksun bırakarak zayıf düşürür.

Kendiliğinden hareket koşullarında işçiler, kapitalistler olmadan çalışma ve yaşama olanağının bulunamayacağı yönünde, bizzat burjuvazi tarafından oluşturulmuş bir önyargıya sahiptirler. Bu önyargı ancak, işçilerin kendi konumlarının ve tarihi sınıf sorumluluklarının bilincine varmalarıyla kırılabilir. Grev, direniş, gösteri gibi eylemler içinde işçiler, birlikte hareket etmenin ve dayanışmanın gerekliliğini görür, önemini kavramaya başlarlar. Ayrıca işçilerle kapitalistlerin mücadele tarihi, işçi sınıfı içinde, burjuva iktidarına karşı etkili ve başarılı bir mücadele için örgüte -dahası bir partiye- ihtiyaç olduğu fikrinin uç verip gelişmesine de yol açmıştır. Ancak ne bu fikir oluşumu, ne de tek başına görmek, gözlemlemek ve hissetmek mücadelenin ve tarihin yasalarının bilimine ulaşmaya yetmez. Bu, henüz sömürüden ve burjuvazinin baskısından kurtulmanın ve siyasal iktidarın alınması için mücadelenin zorunlu olduğu bilincine denk düşmez.

İşçiler, işverenlere karşı mücadele içinde kapitalist otoriteye boyun eğmeyi reddediyor, taleplerini elde etmek için eylemini yükseltecek “uygun an” üzerinde düşünüyor, eylem birliği ve dayanışma gereksinimini hissediyor. İşçiler bütün bunları fabrika ve sendika hareketinin sınırları içinde öğrenebiliyorlar. Ancak bu mücadele sınırları içinde işçinin, bugünkü siyasal ve sosyal sistemin, kendi sınıf çıkarlarıyla bütünüyle uzlaşmaz olduğunu kavraması mümkün olamamaktadır. Bu eylemler içinde edinilen “bilinç”, ancak işverenlere karşı mücadele etme, bunun daha etkili olması için sendikalarda birleşme ve gene sendikalara dayanarak hükümetleri, örneğin 8 saatlik işgününün yasalaşması, lokavtın yasaklanması, grev hakkının genelleşmesi vb. yasaları çıkarmaya zorlama bilincidir.

Ama bu bilinç, işçilerin sınıfsal kurtuluşu için kapitalizmin tasfiyesinin zorunlu olduğu bilincinden farklı, kendiliğinden hareket sınırları içinde ona götürmesi olanaksız, geri ve ‘kendiliğinden’ bir bilinçtir. Kendiliğinden hareket içinde edinilen bu bilinç, ne sömürünün kaynağını ve nasıl gerçekleştiğini, ne sınıf farklılıklarının tarihsel bir süreçte ortaya çıktığı ve tarihsel bir süreçte yok olmasının kaçınılmaz olduğunu ve ne de kapitalist özel mülkiyet sisteminin ve onun ürünü olan ücretli emek sömürüsünün ortadan kaldırılması için siyasal bir devrimle işçi sınıfının iktidarı ele geçirmesi zorunluluğunu anlaşılır kılan bir bilinç değildir. Bu bilincin fabrika koşulları içinde ve kendiliğinden hareket tarafından ortaya çıkarılması ve örneğin işçi sınıfının bağımsız bir ideolojiyi bu koşullar içinde kendiliğinden oluşturması olanaklı değildir. Sosyalist bilinç, sınıf mücadelesinin zorunlu bir sonucu olarak ortaya çıkmadığı gibi, proletaryayı içinde bulunduğu durumun ve görevlerinin bilinciyle donatmayı görev edinmiş bir parti, kendini hiçbir biçimde ekonomik ajitasyon ve işçilerin fabrika koşullarında ve işverenlerle olan sorunlarıyla sınırlayamaz. Parti, yalnızca işçi sınıfının işgücünü daha uygun koşullarla satması için değil, ama aynı zamanda işgücü satışına yol açan toplumsal düzenin ortadan kaldırılması için mücadele eder. İşçilere sosyalizm bilincini ancak devrimci teoriyle ve sınıf mücadelesinin yasalarının bilimiyle donanmış bir parti (proletarya partisi) verebilir ve partinin propaganda çalışmasının ana amacı da işçi sınıfına bu bilinci vermektir. Bunun için parti üyelerinin ve partiyle birleşen ileri öğelerin ideolojik birliğinin pekiştirilmesi için yürütülen çalışma ile parti çevresindeki işçi kitlelerinin eğitimi ve aydınlatılması çalışması birbirlerini tamamlar biçimde yürütülmek zorundadır.

Bunun içindir ki, bir Marksist ile ekonomist bir sendika sekreterini birbirinden ayıran temel kıstaslardan biri de, genel olarak politikayla uğraşılıp uğraşılmaması değil; işçi sınıfının politik görevleri ve sınıfın iktidarını amaçlayan mücadele karşısındaki tutumlarıdır. Bir Marksist, işçi sınıfı kitlelerinin sosyalist eğitimi için her fırsat ve olanaktan yararlanır, işçilerin dikkatini günlük sorunlarla sınırlamaz ve acil, uzun erimli talep ve hedefler arasındaki bağın anlaşılması için çaba gösterir. Günlük pratik mücadelenin içinde yer alarak ve her durumda somut taleplerden hareket ederek, her bir talep, olay ve gelişmenin mevcut sistem ve çeşitli sınıflarla birlikte, burjuvazinin sınıf iktidarı (devlet) ile ilişkisini ortaya koyar ve işçi ve emekçiler içinde “neler yapılması gerektiği”ne dair kesintisiz bir aydınlatma çalışması yürüterek; mücadelenin daha ilerletilmesi için çaba gösterir.

Parti, proletaryanın kendiliğinden mücadelesine hizmet eden sıradan bir işçi örgütü değil, işçi hareketiyle geniş bağlara sahip ileri işçi kitlesinin devrimci örgütü ve iktidar mücadelesinin başlıca aracıdır. İşçi kitlelerinin deney ve tecrübelerinden gereken sonuçları çıkaramayan bir partinin, kitleleri siyasal öz deneyimleri temelinde eğitmesi, zor olmasının ötesinde olanaksızdır. Ne var ki, parti çalışmasını, günlük ekonomik harekete; işçilerle işverenler arasında ücret, işgünü ve sosyal haklar alanında süre giden mücadeleye katılmakla sınırlı tutanlar, partiyi de kendiliğinden hareketin eklentisi konumuna düşürürler. Parti, eğer ileri işçilerin politik örgütü olarak inşa edilmişse, günlük hareketin içinde yer alacak ve kısmi ve günlük taleplerin elde edilmesi mücadelesine katılacaktır. Bunun önünde hiçbir engel yoktur. Ancak parti çalışması, içerik, biçim ve talepler bakımından günlük hareketin sınırlarına çekilebilecek bir çalışma olarak ele alınamaz. Parti çalışmasının en önemli sorunu, günlük ilişkiler ve mücadele içinde işçilerin politik bilincini geliştirmektir. Politik teşhir ve ajitasyon faaliyeti, gerektiği gibi yürütülmediği ve partiyle ilişki içindeki işçi kitlelerinin Marksist eğitimi başarılamadığı zaman, partinin, günlük ekonomik olayların ardından sürüklenen bir sendikal örgüte dönüşmesi tehlikesi baş gösterir ve proletarya, sınıf mücadelesinde en önemli silahını en etkili biçimde kullanamaz.

Elbette bütün bu görevler, yalnızca genel geçer belirlemeler yaparak başarılamaz. Devrimci politika, sınıf mücadelesinin ihtiyaçları üzerinden belirlenen ve yürütülen bir faaliyettir. Ve işçi ve emekçilerin somut ekonomik-politik talepleri; ücret, işgünü, politik özgürlükler vb. için yürütülen mücadelenin içinde yer almadan işçi hareketini politik mücadele yönünde geliştirmek olanaklı değildir.

Devrimci propaganda, işçilerin somut taleplerinden ve hareketin ihtiyaçlarından kopuk olamayacağı gibi; onun içeriğini daraltanlar ya da işçilere yalnızca belirli dönemlerde politik bilinç verilebileceğini düşünenler de, parti çalışmasını ve politik faaliyeti daraltmaktan ve onu ekonomizm sınırına çekmekten kurtulamazlar. Bu tür bir “sınırlama” işçi hareketini ve politik mücadeleyi yönetmeye yetenekli işçi devrimcilerin hareketin içinden çıkmasına da engel oluşturur.

Sosyalist işçinin diğer işçilerle bağlarının ve onlar üzerindeki etkisinin gelişmesi için, ileri işçi, fabrika işçilerinin en geniş desteğini almayı hedeflemelidir. Çünkü ancak bu durumda politik ajitasyonun etkisi artacak, işçilerin politik mücadelesi ilerleyecek ve parti taktiklerinin fabrika temeline dayanarak uygulanması olanaklı olacaktır. Ajitasyon ve siyasal teşhirin başarıyla yürütülmesi için, merkezileştirilmesinin yanı sıra; fabrika bildirileri vb. araçlarla zenginleştirilip-yaygınlaştırılması gerekir. Fabrika ve işyerlerindeki gelişmelerin ve fabrika çalışmasının sorunlarının parti basınında tartışılması, işçilerin parti yayınlarına ilgi duymalarına ve tartışmalara katılmalarına yardımcı olacaktır. Bu, aynı zamanda mevzi direnişlerin ve tek tek eylemlerin genel ve birleşik bir mücadeleye doğru genişlemesine ve işçilerin çeşitli deneylerinin, sınıfın ortak tecrübesi haline getirilmesine hizmet edecektir.

Proletarya ve emekçiler kitlesinin partiyi destekler duruma gelmesi için, kuşkusuz sadece propaganda ve ajitasyon yetmez. Değişimi sağlayan, ne yalnızca propaganda-ajitasyondur ne de siyasal irade. Sınıfın eylemini, toplumsal evrimi ve devrimin yükselişini belirleyen, son tahlilde ekonomik gelişmenin doğurduğu çelişmeler ve sınıfların birbirleriyle olan ilişkileridir. Değişim için işçi sınıfının bilinçli eylemi zorunludur, ama ne işçilerin eylemini belirleyen yalnızca bilgileridir ne de işçi sınıfının bilinçli etkinliği, onu kuşatan ulusal ve uluslararası koşullardan ve sınıf güç ve ilişkilerinden bağımsızdır. Bu da, işçi sınıfının, toplumsal konumu ve bunun doğurduğu sorunlarla, sınıf olarak sorumluluklarını kavramasını gerektirmektedir. İşçilerin pratik tecrübelerinin, sınıfın bilinçli ortak tecrübesi haline gelmesi için gerekli olan kapsamlı bilgi de, ancak işçiler, bu tecrübeyi Marksist-Leninist teori ışığında irdelemeyi öğrenirlerse sağlanabilir.

Partinin görevi de, yukarıdan beri belirtildiği gibi, sosyalizm bilgisini işçi kitleleri içinde yaymak ve işçinin Marksist-Leninist teoriyle donanması için çaba göstermektir.

 

PARTİ TAKTİKLERİNİN VE KARARLARININ BAŞARISI, KOŞULLARDAKİ VE HAREKETTEKİ DEĞİŞMELERİN DOĞRU DEĞERLENDİRİLMESİNE BAĞLIDIR

Kendi içinde dönemsel farklılıklar göstermekle birlikte, son yılların en belirgin özelliği, ezen ve ezilen sınıflar arasındaki çelişkilerin keskinleşmesidir. Ağır ekonomik program uygulayan hükümete karşı işçi-emekçi öfkesinin büyüdüğü ve düzen partilerinin ‘program farkı’nın ortadan kalktığı, tümünün “mutabakat” halinde IMF ve işbirlikçi büyük burjuvazinin belirlediği program etrafında “birleştiği” bir dönem olmasına karşın, bu dönem aynı zamanda düzen partileri arasındaki çatışmaların ve devlet kurumlarındaki yıpranmışlığın dışa vurduğu bir süreç olarak yaşandı. Emekçi kitlelerin güvensizliği ve burjuva partilerinden kopuşu devam etti. Sermaye ve diktatörlüğün ağır saldırılarına ve sendika üst yönetiminin işbirlikçi çizgisine karşın, işçi ve emekçilerin mücadelesi; duraklama, gerileme ve yükselme biçiminde de olsa devam etti ve onların ileri kitlesi içinde politik mücadele eğilimi gelişmeye başladı.

Parti, sınıfın politik örgütü olarak, sınıf mücadelesinde ve emekçi hareketinde dönemsel değişiklikleri zamanında tespit ederek, buna uygun taktikler izlemede başarılı değilse, sermaye ve gericiliğe karşı mücadelesinde işçi sınıfı ve emekçilere yardımcı olamaz ve aynı nedenle emekçilerin ileri kesimlerinin politik örgütlenmesini başarıyla gerçekleştiremez, ilerletemez. Parti, yığınlar içindeki çalışmasını, ülkenin siyasal koşullarını ve sınıfların ilişkilerini göz önünde tutarak yürütür ve yığın hareketinin ortaya çıkardığı mücadele biçimlerinin geliştirilip-genelleştirilmesinde işçi sınıfı ve emekçilere yardımcı olur. Çünkü mücadele ve örgüt biçimleriyle, emekçi hareketindeki kabarma ve alçalmalar arasında kopmaz bir ilişki vardır. Parti taktikleri ve sloganlarının hareketin ilerletilmesine hizmet etmesi ve örgüt biçimlerinin hareketin ihtiyaçlarına uygun düşmesi için, koşullardaki değişmelerin ve hareketteki gelişmelerin doğru bir şekilde değerlendirilmesi kesin bir zorunluluk oluşturur, insanları harekete geçiren isteklere önem vermeyen ve durgunluk, gelişme ve yükselme durumlarını gözetmeyen bir parti çalışmasının başarıya ulaşması olanaklı değildir. Halkın düşüncelerine, duygu ve taleplerine değer vermek, devrimci politikayı işçilere ve halk kitlelerine dayanarak ve onların desteğini alarak uygulamaya çalışmak; bunu, yığınların geri tutum ve değer yargılarına bağlanarak değil ama hareketin ilerletilmesi amacıyla onları aydınlatıp-eğitmeyi görev bilerek sağlamak; başarmanın anahtarı buradadır.

Diğer yandan, siyasal taktiklerin başarısı, eğer bu taktikler işçi ve emekçi hareketindeki kabarma ve alçalma durumları dikkate alınarak belirlenmişlerse ve parti tarafından kararlılıkla uygulanıyorlarsa gerçekleşebilir. Partinin şiar, slogan ve taktikleri, işçi ve emekçilerin somut talep ve ihtiyaçlarına uygun düşüyor ve parti, bu slogan ve taktikleri en geniş kitlelerin desteğini sağlayacak örgüt biçimlerini geliştirerek uygulamaya çalışıyorsa, kitleler tarafından benimsenir ve hareketin ilerlemesine katkı sağlarlar.

Siyasal koşulların, işçi sınıfı ve burjuvazi; emekçi halk kitleleri ve egemen sınıflar arasındaki çelişkilerin durumuna bağlı olarak değişmesi ve hareketteki alçalma ve kabarmalar, parti taktikleri üzerinde dolaysız biçimde etkide bulunur. Marksist hareketin gücü ve maddi dayanakları ekonomik hareketin içinde; kapitalist üretim ilişkileri ve özel mülkiyet sisteminin yarattığı proletarya hareketindedir ve hareketin gel-gitleri, başka şeylerle birlikte taktik mücadele platformunu ve taktik sloganların belirlenmesini etkiler. Kuşkusuz, ne işçi hareketi yalnızca ekonomik alanla sınırlı bir harekettir, ne de yükselme, gerileme ya da durgunluk durumları, hareketin hangi talepler etrafında geliştiğinden bağımsız olarak salt nicelik veriler üzerinden tespit edilebilir, işçi hareketi, herhangi bir işkolu ya da birkaç işkolundaki işçilerin ücret ve toplusözleşme sorunları etrafında ya da örneğin iş yasalarında iyileştirme, politik saldırıların protestosu vb. taleplerle grev ve gösteriler biçiminde geliştiğinde, bunu, yalnızca eyleme katılan işçi sayısıyla değil; ileri sürülen taleplerin içeriğiyle de değerlendirmek gerekir. Eylemin ekonomik taleplerle başlayıp politik taleplere doğru bir gelişme mi gösterdiği; yoksa politik bir sorun nedeniyle ortaya çıktığı halde eylem sürecinde ekonomik taleplere doğru bir eğilim mi gösterdiği göz önünde tutulmadığında doğru belirlemeler yapılamaz.

Parti taktiklerimizin başarısı, kuşkusuz öncelikle bu taktiklerin nesnel koşullar ve sınıf ilişkileri gözetilerek tespit edilmesine bağlıdır. Diğer yandan taktikler ne kadar doğru belirlenmiş olursa olsun, uygulamadaki başarı; eldeki araçların verimli ve doğru kullanılmasına, parti kadrolarının tutumuna ve parti güçlerinin irade birliğiyle kararları uygulama kararlılığına bağlıdır. İşçi-emekçi hareketiyle bağların sağlamlaştırılması ve hareketin gelişmesine yardım, hemen her zaman, yalnızca yetenekli, yaratıcı, azim ve kararlılıkla çalışan parti üye ve kadroları tarafından gerçekleştirilebilir.

 

KARARLARI İNSANLAR, PARTİ KARARLARINI PARTİ KADROLARI VE ÜYELERİ UYGULAR; PARTİ KADROLARININ TUTUMU; BAŞARI YA DA BAŞARISIZLIK ÜZERİNDE DOĞRUDAN ETKİLİ OLUR

Eğer taktikler doğru belirlenmiş ve işçi-emekçi hareketi yeni olanakları ortaya çıkaracak yönde gelişiyorsa, başarıyı eldeki araçların doğru ve verimli kullanılması; kadroların parti görevleri karşısındaki tutumu, sorumluluk ve duyarlılığı belirleyecektir.

Parti, çalışmasını; bu koşullan ve gelişmeleri göz önünde tutarak sürdürmek zorundadır ve çalışmanın başarısı aynı zamanda parti taktiklerinin kararlılıkla uygulanmasına bağlıdır. Parti kararlarının, parti merkezi otoritesini aşındıracak biçimde esnetilmesi, salt işlerin bir orkestra uyumuyla yürütülmesini engelleyip, disiplini bozmaz; aynı zamanda parti taktiğinin başarıyla uygulanmasına da engeller çıkarır.

Siyasal eylem ve pratik mücadele insanın ve işçinin eğitiminin gerçek okuludur. Herhangi bir eylemin ve siyasal taktiğin başarısı, kuşkusuz yalnızca bir planlama ve güçlerin buna uygun dağılımı sorunu ya da önceden çizilmiş “mükemmel bir proje”nin uygulanması sorunu değildir. Mevcut durum ve ilişkiler dikkate alınarak hazırlanan bir plan, uygulama başladığında bozulabilir, kısmi ya da daha kapsamlı değişiklikler zorunlu hale gelebilir, güçler ilişkisinde ve koşullardaki değişiklikler başarı ya da başarısızlık üzerinde etkilerde bulunur. İleri işçiler kitlesi ve parti, koşullardaki değişikliklere cevap verecek yeni taktikleri belirleme ve uygulamaya ne denli hazır ise, yeni duruma ve değişikliklere uygun adımları o denli çabuk atabilir.

Sınıf mücadelesi pratiği, toplumsal sorunların çözümü için, herhangi bir konuda karar alma ve açıklamanın yetmediğini gösteriyor. Kararların alınması kadar önemli olan diğer şey, bu kararları uygulama gücü göstermektir. Parti üyeleri, ileri kadrolar ve ileri işçiler, kararların başarıyla uygulanması için görüş birliği içinde hareket etmelidirler. Kararların alınması, örgüte mal edilmesi, gerekli çalışmanın yürütülmesi ve harekete daha ileri düzeyde müdahale edilebilmesi için de koşulların ve gelişmelerin doğru bir tahlili zorunludur.

Kitle hareketinin olanaklarını doğru değerlendiremeyen bir parti ve partinin kadroları ise, emekçilerle birleşmede başarısızlığa; faaliyetin sınırlarının daralmasına, atalete ve enerji kaybına yol açarlar ve bu, önceki birikimin heba edilmesine de neden olur.

Parti, yığınlar içindeki çalışmasının niteliğiyle sınıfın ve emekçilerin güvenini kazanır ya da kaybeder. Kendi içine kapanan ve emekçilerin gündeminin dışına düşen bir partide canlılık kaybolur ve parti kendini ve çalışmasını yenilemede zorlanır, yeni ve genç kuşağı parti çalışmasına katamaz; durgunluğa ve bunalımlara sürüklenir.

Parti çalışmasıyla yüz yüze gelmiş işçilerin ve gençlerin, faaliyetin herhangi bir yönüyle ilgili çalışma içine alınmaları ve politik örgüt disipliniyle eğitilmeleri, partinin, mücadelenin öne çıkardığı ileri unsurlara dayanarak yeniden inşasını olanaklı kılarken; işi “oluruna” bırakan ertelemeci tutum, umut kırılmalarına ve partinin ilişki kurduğu işçi-emekçi, kadın ve gençlik gruplarının, -en azından bir kesiminin- “umduklarını bulamama” duygusuyla partiden uzaklaşmalarına yol açar. Çalışmada verimliliği düşürerek canlılığı öldüren ve ortaya çıkan yeni olanakları işlemez kılan bu tutum, ezilmediği sürece, partinin yeni işçi kesimleriyle kalıcı ilişkiler geliştirmesi zorlaşır. Oysa “en acemi” örgütçü bile, kolektif birikim ve tecrübeden öğrenmesini bilirse; ilişki kurulan yeni ve genç işçileri fabrika ve ülke sorunlarının ele alındığı tartışmalara katmakla yetinmeyerek; onları pratik çalışmanın sorunları üzerinde düşünme; işyeri birim örgütüne katılma, fabrika sorunlarını ele alan bildirilerin yazılması ve dağıtılmasına yardımcı olma, diğer işçilerle ilişki kurarak devrimci işçi çevrelerinin genişlemesi için çaba gösterme vb. yollarla fabrika faaliyetine katabilir. Pratik, bu yönde kararlı davranıldığı ve çalışmanın emekçilerin somut talepleri üzerinden yürütüldüğü durumlarda, işçilerin katılımının arttığını ve en ileri unsurlarının, bulundukları, alanda ve işyerlerinde görev almaktan kaçınmadıklarını göstermektedir.

İşçi ve emekçiler içinde yürütülen parti çalışmasını, ileri işçi ve emekçiyi, bulunduğu alan, fabrika ve sendikanın dışına düşüren, hareketten kopararak “örgütün günlük işleri” içine çeken bir çalışma olarak ele almak, partinin kitlelerle ilişkilerini sınırlamak ve hareketin ortaya çıkardığı yeni güçlerin politik örgütlenmesine sınır çekmek anlamına gelir. Oysa parti örgütü, işçi ve emekçilerin ileri kesimlerini ve en kararlı unsurlarını, yığınların ana kitlesinden ayırmanın aracı değil; aksine, emekçilerin en geniş kesimleriyle bağ kurma ve onları devrim için eğitip seferber etmenin aracıdır. Parti işçilere “gitmedikçe”, parti çalışması, işçi-emekçi kitleleri kucaklayarak genişlemedikçe, dar çevre çalışmasıyla yetinildikçe, yeni güçlerin partiye ve parti çalışmasına katılması da olanaksızlasın “Hazır kitle”yle yetinen ve kolaycılığı kışkırtan bu tür “örgüt çalışması”; kitleler içinde ilişkilerin geliştirilmesini ve propaganda-ajitasyon ve siyasal teşhir faaliyetini de kısırlaştırır ve engeller.

Diğer yandan kitle çalışması ve parti örgütlenmesinin sorunları, ancak Marksist teori ve diyalektik materyalizmin yasalarının bilgisiyle donanmış, siyasal-teorik düzeyi yüksek bir partide gerçekten doğru biçimde çözüme kavuşturulur, işçi ve emekçilerle gençliğin ileri kesimlerini hareketin yasaları ve sosyalizm hakkında bilgilendirmeyi öngörmeyen bir çalışma, parti çalışması olamaz. Partinin görevi, olay ve gelişmelerin doğru-devrimci bir yorumunu yaparak, işçilerin, kapitalistlere ve burjuva devletine karşı mücadelelerinde başarıya ulaşmaları için zorunlu olan çalışmayı yürütmek ve böylece emekçilerin bizzat kendi siyasal deneyleriyle eğitilmelerini sağlamaktır. Hareketin ihtiyaçları ve koşullardan soyutlanmış “doğrular-yanlışlar”, tespiti ve tartışmaları ise, sınıfa ve emekçilere yönelik çalışmaya engeller çıkaran bir etkene dönüşür ve partinin tüm gücüyle kitleler içinde günlük politikaya katılma çabasını daraltır, darbeler ve zayıf düşürür.

Propaganda-ajitasyon ve örgütlenme çalışmasında güçlerin verimli kullanılması, yenilenme, sağlamlık ve süreklilik için gençlik kitlelerinin kazanılması özel bir önem taşır. İşçi sınıfının devrimci örgütü, sınıfın ve emekçilerin genç kesimlerinin desteğini kazanmadan geleceği ve çalışmanın sürekliliğini güvenceye alamaz. Partinin, gençliğin enerjisi ve gücüyle beslenmesi için, işçi gençler, sınıfın genç kesimi içindeki çalışmanın sorumluluğunu üstlenmeli ve bu görevi layıkıyla yerine getirecek tecrübe ve bilgiyle donanmalıdırlar. Bu ise, ancak partinin ve parti gençliğinin geniş gençlik yığınları içinde, gençliğin uyanan kesimlerini kucaklayan enerjik ve verimli bir çalışmayı gerçekleştirmesi ve bunda ısrarlı davranmasıyla sağlanabilir.

Gençlik, özellikle işçi gençliğe yönelik baskı ve sömürünün ağırlığı, işten atma, düşük ücret, sendika yasağı vb. nedenlerle hemen her zaman örgütlenme ve mücadele isteği gösteren kesimlerin başında gelir. Genç işgücü sömürüsüne duyulan ihtiyaç, geniş işçi gençlik kesimlerinin önemli sanayi merkezlerinde yığılması ve fabrika, atölye, sanayi siteleri gibi yerlerde bir araya gelmeleri, işçi gençlik içindeki parti çalışmasına önemli olanaklar sağlar. Parti, işçi gençlik başta olmak üzere gençlik kitlelerinin enerjisini, fedakârlık ve atılganlığını çalışmanın dinamiği haline getirmeden, her koşulda gerekli olan yeniden inşayı gerçekleştiremez ve canlılığı sağlayamaz. (Genç işçiler; Antep (İnaldı, Ankara Siteler ve Ostim, İstanbul Merter ve Bursa gibi yerlerde işverenlere karşı kitlesel tepkiler gösterirken, partimizin politikalarına da daha fazla ilgiyle yaklaştılar. Dahası, genç işçiler, kendi sorunlarıyla ilgilenenin gerçekte yalnızca partimiz olduğunu gördüler ve onların uyanış içindeki ileri kesimleri parti etrafında toplandı. Ancak, bu ilgiye gereken cevabın verildiğini, yakın ve sıcak ilişkiyle bu ilginin gereken ölçüde örgütsel sonucuna ulaştırıldığını söylemek mümkün değildir. Ama buradan yalnızca bir sonuç çıkar; genç işçiler içindeki parti çalışması çok daha enerjik ve kararlı biçimde sürdürülmelidir).

Parti, sınıf mücadelesinin deneylerinden öğrenmiyor, sonuçlar çıkarmıyor ve sınıf ilişkilerindeki değişmeleri dikkate alarak, güçlerini buna hazırlamıyorsa; gelişmeler yeni bir adımın atılmasını ve politikayla örgüt biçimlerinde değişiklikleri zorunlu kıldığında, gereken esnekliği gösteremez ve örneğin saldırıları püskürtecek yeni biçimleri anında geliştiremez. Siyasal taktiklerde ve örgüt biçimlerinde gerekli değişiklikleri zamanında yapmak, açıktır ki ancak ideolojik-politik sağlamlık varsa; kararların içeriği kavratılmış ve parti temel örgütleri bunları uygulama kararlılığı gösteriyorsa; mümkündür.

 

İLERİ İŞÇİ VE EMEKÇİLERİN FABRİKA, İŞYERİ, SENDİKA VE KURUMLARDA, PARTİ ÖRGÜTLERİ OLARAK ÖRGÜTLENMESİNE HİZMET ETMEYEN BİR ÇALIŞMA PARTİ ÇALIŞMASI SAYILAMAZ

İşçi kitlelerini ve diğer emekçileri, sermaye ve gericiliğe karşı siyasal mücadelede yöneten bir partinin inşası, ancak parti çalışmasının her yönünde proletarya ve emekçilerin somut talepleri ve işçi sınıfının nihai hedeflerini gözeten bir çalışma olarak örgütlenmesiyle mümkündür.

Parti çalışmasının başarısı için, başta büyük fabrikalar olmak üzere, bütün fabrika, sendika ve işyerlerinde en etkin işçilerden oluşturulmuş parti organları kurmak zorunludur. Parti çalışmasının daha verimli ve proletaryanın ileri kitlelerini kucaklamış olarak yürüyebilmesi için, güçleri dağıtmamak, büyük fabrika ve işyerlerini esas almak, ancak küçük ve orta büyüklükteki üretim alanları ve birimleriyle varolan ilişkileri de sürdürmek gerekir. İşçi hareketinin öne çıkardığı bütün gerçek işçi önderlerini kapsayan parti örgütleri kurmadan, yerel. hareketi bütün yönleriyle yönetme yeteneği gösteren ve güçlerin hareket içinde dikkatli, bir denetimi ve eğitimi ile, iyi propagandist, yetenekli ajitatör ve örgütçülerin yetiştirilmesini olanaklı kılan bir çalışma gerçekleştirilemez.

Politik mücadelede daha ileri mevzilerin tutulması, ancak olanakların ve önceki kazanımların başarıyla değerlendirilmesiyle mümkündür. Nerede yığınlarla ilişkilerin geliştirilmesine yardımcı olabilecek bir bağ varsa, hangi tür ilişki daha kalıcı kazanımların elde edilmesine yardımcı oluyorsa, onu özenle belirlemek; güçlerin mevzilendirilmesini, çalışmanın sürekliliği ve istikrarını gözeterek gerçekleştirmek; parti çalışmasının en önemli ve temel araçlarından biri olan parti basınına gereken önemi, dikkat ve özeni göstererek, yığınların eğitimi, aydınlatılması ve örgütlenmesinin aracı olarak kullanmak zorunludur.

Parti, açık-gizli örgütleriyle ve parti çalışması ekonomik, siyasal-ideolojik ve örgütsel yanlarıyla bir bütünlük oluşturur. Örgüt biçimleri ve çalışmanın farklı yanları birbirinin alternatifleri olarak değil, aksine, birbirine alan ve olanak sağlayan, birbirini güçlendiren yanlar olarak ele alındığında parti çalışması güç kazanır ve yeni güçlerin partiyle bağ kurmalarının engelleri aşılmış olur.

Partinin işçilerin en iyi öğelerini, onların deneyimini, fedakârlık ruhlarını, iktidar için fedakârca dövüşme azimlerini emmesi, kendinde birleştirmesi gerekir. Parti çalışmasında devrimci dönüşüm, ancak parti kadroları ve parti gençliğinin yaşamı ve insan ilişkilerini-sınıf ilişki ve çelişkilerini bütün canlılığı ve çeşitliliğiyle kavrayarak ve yaratıcı bir inisiyatifle, gelişme ve değişmelerin irdelenmiş sonuçları üzerinden ısrarlı bir çalışma sürdürdükleri oranda gerçekleşebilir.

İşçilerin devrimci partisi, proletaryayı devrime hazırlayan ve devrimci mücadele ruhuyla eğiten bir partidir. Parti, işçi sınıfının en ileri öğeleri aracılığıyla tüm proletaryayı kucaklamak için devrimci teoriyle; hareketin ve devrimin yasalarının bilgisiyle donanmalıdır. Partinin, işçi sınıfının en ileri, en fedakâr ve cesur öğelerinin örgütü olarak inşası, hiçbir biçimde, diğer kesimlerden işçi davasına sadakatle bağlanan unsurların dışlanması, küçümsenmesi ve önemsenmemesi anlamına gelmez. Aksine, işçi sınıfının ve partinin, özellikle henüz işçilerin kendi sınıflarının aydınını yetiştirme olanaklarına sahip bulunmadıkları kapitalizm koşullarında, proletaryanın çıkarlarına bağlanmış devrimci aydınlara önemli görevler düşer. Ülke koşullarının ve işçi hareketinin irdelenmesi ve işçilerin devrimci teori ile eğitimi gibi görevlerin yerine getirilmesinde bu aydınlar önemli bir rol üstlenirler.

Parti bütün organları ve çalışmasının niteliği ile işçi sınıfına bağlı ve kitleler içinde manevi ve siyasal saygınlık kazanmış ise, onun doğruları gördüğü-gösterdiği ve emekçi taleplerinin gerçek savunuculuğunu yaptığı görülüyorsa; yığınların bilincini ileri kesimlerin düzeyine yükseltme çalışması ürünlerini verecek ve parti, sınıfın gerçek politik örgütü olarak emekçi kitleler tarafından benimsenecektir.

Özetle şunu söyleyebiliriz; parti çalışmasının başarısı ve etkisi, tüm kesimlerinin belirlenmiş ve kararlaştırılmış politikaya ve siyasal taktiklere uygun hareket etmesine; “aynı sesi vermesine” bağlıdır. Siyasal çizgiyi uygulayanlar; kadrolar ve parti üyeleridir. Parti çizgisini ve parti kararlarını doğru olarak kavrayan ve kararlıca uygulayan kadrolar olmadıkça, siyasal çizginin işçi kitlelerine mal edilmesi ve onların parti etrafında birleştirilmesi mümkün değildir.

Partimiz eğer gerçekten devrimci sınıfın tüm en iyi temsilcilerini yanına çekmiş ve saflarına kazanmışsa; çetin mücadeleler içinde pişerek yetişmiş ve işçilerin davasına yürekten bağlı devrimcilerden oluşuyorsa, eğer politikası ve eylemiyle işçi kitlelerine ve emekçilere güven veriyorsa, burjuvaziye ve kapitalizme karşı mücadelenin önünde yürüyebilir ve mücadelenin zaferle sonuçlanması için üzerine düşeni yapabilir.

Bizim tüm görevimiz ise, tam da bu nitelikte bir parti inşasını gerçekleştirmektir.

 

Haziran 1997

Kürt kentlerinde gelişmenin yönü ve emekçi hareketi

Eğer, son on beş yılda yapıldığı gibi, Kürt yoksul köylülüğü ve genel olarak Kürt emekçileri üzerine tanklı-toplu saldırı politikasıyla gidilmeseydi, kapitalist ekonomik gelişmenin Kürt toplumunun geleneksel yapısında, uzun bir süre öncesinden başlayarak yol açtığı değişiklik nasıl bir yol izler ve örneğin büyük toprak ve aşiret ağalarıyla Kürt köylüsü arasındaki ilişki nasıl olurdu sorusuna, ancak varsayımsal bir cevap verilebilir. Ama herhalde silahın ekonomi ve ekonomik yasaların işlemesi üzerindeki etkisi bugünkü kadar olmazdı.
Kürt emekçileri, günlük yaşamlarında silahın tehdit edici etkisiyle kuşkusuz yeni tanışmadılar. Toplu saldırı ve kırımların en kapsamlı etkide bulunanları, yakın Türkiye tarihini irdeleyen belgelerde yer alıyor. Devlet açısından kırım girişimleri ve toplu katliamların gerekçesi, hemen her zaman ve değişmez bir biçimde “ülkenin ve milletin bölünmez bütünlüğünü parçalama girişimi” olarak izah edildi. Her toplu saldırı ve katliam, salt politik işlev gören bir gelişme olarak kalmadı, Kürt kentleri ve köylerindeki nüfus hareketlerini hızlandırdı; toplumsal ilişkileri şu ya da bu biçimde darbeledi ve değişikliğe uğrattı.
Toplu saldırılar yalnızca devletle uzlaşmayan, ya da tam bir teslimiyet göstermeyen yerel etkili çevreleri (aşiret ve toprak ağalan) değil, onlarla birlikte yoksul, topraksız, orta köylülerin kitlesini de hedefledi; binlerce ve on binlerce insan topluca öldürüldü ve geri kalan nüfusun önemli bir kesimi de “mecburi iskân” politikası çerçevesinde, silah zoruyla ve özel yasalar çıkarılarak, Türkiye’nin batı illerine sürüldü ve asimilasyonu kolaylaştırmak üzere dağınık biçimde buralarda yerleşmeleri sağlandı.
Bu imhacı politikanın Kürt insanı üzerindeki etkileri çok yönlüydü. Yerel toplumsal ilişkileri sarsan zora dayalı gelişmelerden biri hemen her askeri harekâta eşlik eden sürgünlerdi. Sürgün edilenlerin bir kısmı, boşaltılan ve “yasak bölge” ilan edilen topraklarına dönme özlemiyle hareket eder ve kendilerine yapılan zulme karşı öfke beslerken, diğer bölümü sürüldükleri bölgelerde, yeni ilişkiler içinde, çoğu kez büyük acılar ve zorluklar pahasına yeni bir yaşam tarzı sürdürmeye başladılar. Yerel ve geleneksel toplumsal örgütlenmenin ve yaşam biçiminin zor yoluyla sarsılması ve katliamlar, Kürt emekçileri içinde, bir yandan katliamcılara öfkeye; diğer yandan toprak ve aşiret ağalarına bağlılığa yol açtı. Ekonomi yasalarının olağan gelişmesi koşullarında, yoksul ve topraksız köylülerin, kendilerini ezen ve sömüren Kürt toprak ağalarına karşı özgürleşme eylemi, gecikmeli de olsa kaçınılmazdı. Ancak, devletin, ulusal istemli Kürt hareketlerine karşı giriştiği toplu saldırılar, “doğal” toplumsal çözülmeyi de rayından çıkarıyor; aynı tür saldırının hedefindeki toprak ve aşiret ağasıyla yoksul ve topraksız köylüyü ve kent merkezlerindeki küçük zanaatçı ve esnafı “Kürt olarak” birleştiriyordu. Bu ise, sonuçta, toprak ağalığı sisteminin çözülme sürecine zor unsurunun bir “dış etken” olarak katılmasını ifade ediyor ve bir bakıma toprak ağalığının Kürt bölgelerinde güçlenerek sürmesine yol açıyordu.
Kürtlere karşı uygulanan resmi politika, ulusal istemler ileri süren kesimlerin zor yoluyla etkisizleştirilmesi ve asimilasyonla birlikte, işbirlikçi toprak ve aşiret ağaları başta olmak üzere etkili Kürt çevreleriyle çıkar birliği temelinde, devlet örgütlenmesini Kürt bölgelerinde de geliştirmeyi ve sağlamlaştırmayı öngörüyordu. Yani devlet, iddia edildiği ve bazı sözde ilerici çevrelerin de ileri sürdükleri gibi, Kürt toprak ye aşiret ağalarının etkisini kırarak, Kürt emekçileri üzerindeki yerel baskıya son vermiş değil; aksine, merkezi ve yerel baskıyı birleştirerek yerel feodal, feodal-burjuva aile çevrelerinin etkisini güçlendirmiş, işbirlikçilerin en irilerini devlet örgütlenmesi içine alarak, Türk ve Kürt gericiliğini birleştirmişti.
“Bölücü teröre karşı mücadele” gerekçesine bağlanarak sürdürülen ve başka şeylerle birlikte yerel köy ekonomisinin tahribine yol açan politika, bugüne özgü olmamasına ve geçmişte de uygulanmasına karşın (resmi belgeler ve kayıtlar bunu ortaya koyuyor), etkileri, kapsamı ve sonuçlan bakımından bugün farklı bazı özellikler taşımaktadır. Geçmişte (1925–1940), Kürt emekçi kitleleri, yerlerinden alınarak. Türkiye’nin batı kentlerinde Türk nüfus içine dağıtılıyor ve “mecburi iskân”a tabi tutuluyorken, bugün, yıkılan ve imha edilen köyleri terk eden yüz binlerce insan, başlıca büyük Kürt kentleri de dâhil olmak üzere, daha çok sanayinin nispeten gelişkin olduğu merkezlere dağılmıştır. Yalnızca bu “bir tek” farklılık bile, Diyarbakır, Urfa, Antep, Malatya, Batman gibi merkezlerin yanı sıra, Şırnak, Maraş, Adıyaman gibi kent merkezlerinde de büyük bir işgücü fazlasının oluşmasına; işçi sayısının nicel olarak büyümesine; işsizliğe karşı taleplerin önem kazanmasına; Kürt işçilerinin, Kürt toplumu içindeki konumlarının ve toplumsal yaşam üzerindeki etkilerinin değişmesine yol açmıştır. Kürt kentlerinde yeni emekçi semtleri oluşturan bu “göçer” Kürt köylülerinin, köye geri dönüş olanak ve istekleri de geçmişe göre farklılıklar göstermektedir. Kürt kentlerine yerleşenlerin, “şehirli olma tercihleri”, iş ve geçim sorunlarının ‘çözümü’ne bağlı olarak bugün daha güçlü bir özellik taşımaktadır.
Kapitalizmin Türkiye’deki gelişmesi, kaçınılmaz olarak Kürt kentlerindeki ilişkileri de etkiledi. Meta dolaşımı, kır ile şehir ilişkilerinin gelişmesi, başlıca Kürt kentlerinde çimento ve şeker fabrikalarının inşası ve üretime başlaması, devlet örgütlenmesinin yayılması, askeri ve sivil bürokrasinin il, ilçe ve bucak merkezlerine kalıcı biçimde yerleşmesi, asimilasyon amacını da kapsamak üzere okul sayısının giderek artması ve yalnızca kent merkezlerinde değil, nispeten merkezi sayılacak büyük köylerde de okulların açılması vb. gelişmeler, yerel kapalı ilişkilerin artan oranda çözülmesine ve sayıları artan işçi, yarı işçi-yarı köylü kitlelerinin ortaya çıkmasına yol açtı.
Köy toplumundaki çözülme, kuşkusuz bütün Kürt bölgelerinde eşzamanlı ve sancısız gerçekleşmedi. Kendine ait bir toprağı olmamakla birlikte, köylünün, topraktan; köyden ve köy ilişkilerinden kopması tam olarak gerçekleşmedi. Bu, köylülerin bir kesiminin batının büyük kentlerinde ya da Avrupa ülkelerinde işçi olarak çalıştıkları son yirmi-otuz yıllık süreç açısından da geçerli bir olgudur. Yalnızca aile ve aşiret bağlarının sürdürülmesi biçiminde değil; köyden elde edebileceği bir şeyi varsa ondan kopmayarak da bu ilişki sürdü.
Ancak, artık ilişkilerin eski tarz sürmesi mümkün olmaktan çıkmıştı. Yarı köylü işçiler, gittikleri yerlerin toplumsal ilişkilerine ve kültürel etkisine kendilerini ne denli kapalı tutarlarsa tutsunlar, bu ilişki ve kültür tarafından etki altına alındılar; kaçınılmaz olarak eski ilişkileri ve düşünüş tarzları darbe yedi ve değişime uğradı. Diğer yandan, kapitalist üretim ilişkisi, yalnızca devlet tarafından kurulan çimento, şeker, Tekel fabrikaları ve tarım işletme çiftlikleri gibi işletmelerde değil, meta üretimi ve dolaşımı sonucu; Kürt kent merkezlerinde, aralarında Türkiye ve Doğu Avrupa ile Ortadoğu ülkeleri de dâhil, geniş bir pazarda pamuk ve iplik fiyatlarının belirlenmesinde söz sahibi olan SANKO gibi büyük fabrikaların da bulunduğu, çoğu 300–1500 işçi çalıştıran tekstil, gıda ve metal işleme fabrikalarının, önemli sayıda orta büyüklükte işletmelerin ve küçük sanayi de diyebileceğimiz demir ve ağaç doğrama atölyelerinde, terzi, berber gibi zanaatkâr ve lokanta, otel gibi işletmelerin üretim ve hizmet ilişkileri içinde de boy verdi. Antep, Diyarbakır, Erzurum, Malatya gibi kent merkezlerinde, kökleri geçmişe dayanan ticari ve kapitalist ilişkiler, genişleyerek son yıllarda hemen tüm şehir yaşamını etkisi altına alacak biçimde güçlendi. Hemen tüm önemli Kürt kentlerinde kurulan ve kurulmakta olan organize sanayi bölgelerinde, binlerce ve on binlerce genç işçinin kapitalist sömürü içine çekilmesi, Kürt toplumunun yaşamında yol açacağı başka değişikliklerle birlikte, Kürt işçilerinin, Kürt halkının devrimci kurtuluş mücadelesinde oynayacakları rolün arttığına da işaret etmektedir. GAP ise, yalnızca Kürt bölgelerinde değil, Türkiye ve Ortadoğu’da etkileri görülecek yeni bir gelişmenin habercisi oldu. Sanayide kullanılacak tarım ürünlerinin modern tarım teknikleriyle yetiştirileceği Harran Ovası’nda daha bugünden, Sabancı, Koç gibi işbirlikçi yerli tekellerin yanı sıra, Amerikan, Japon ve İsrail tekelleri de rant geliri sağlamak üzere, daha fazla pay kapma dalaşı içindedirler. Bir milyon yedi yüz bin hektar sulanabilir toprağın tümünün kapitalist tekellerle işbirlikçi büyük toprak sahiplerinin ellerinde bulunması nedeniyle bu proje, kapitalist toprak sahipleriyle ücretli yarı-köylüler ve işçiler arasındaki çelişkilerin keskinleşmesini de kaçınılmaz kılmaktadır.
Kapitalizmin ister devlet eliyle yukarıdan, isterse yerel ekonomik ilişkiler içinde ve meta üretimi ve dolaşımı yoluyla olsun, giderek artan ve hızlanan gelişmesi, bütün toplumsal ilişkileri etkiledi. Kent merkezlerinde ticari işlerle uğraşanlar çoğaldı, devlete ait çimento(sonradan özelleştirildi), Tekel ve şeker fabrikalarında, özel ve resmi işletmelerde çalışan işçi ve memurların sayısı arttı, okulların ve okuyanların sayısındaki artışla birlikte, değer yargılarında ve düşünce tarzında değişim giderek hızlandı ve bütün bunlar, Kürt emekçilerinin devletle ilişkilerinde ve geleneksel yerel “otorite”ye karşı tutumlarında değişmeye yol açtı. Küçümsenemeyecek bir küçük burjuva kesim ortaya çıktı ve bu kesimin Kürt toplumunun yaşamı ve örneğin ulusal istemli mücadelesi içindeki rolü giderek arttı.
Büyük toprak sahibi Kürt ailelerinin bir kesimi batıda kurdukları fabrikaları -önemli bir kesimi Kürt kökenli olduklarını da inkâr ederek- büyüttüler ve zamanla işbirlikçi büyük burjuvazinin etkili isimleri arasında yer alacak kadar sermayelerini ve servetlerini artırdılar. Diğer bir kesimi hem toprakları elde tuttular ve bu topraklarda yoksul ve topraksız köylüleri angarya -son yıllarda ücretli çalıştırma da yayıldı- biçiminde çalıştırdılar; hem de devletle girdikleri ekonomik-politik ilişkileri ilerleterek, milletvekili, bakan, genel müdür gibi etkili bürokratik görevlerde bulunarak nüfuzlarını ve sermayelerini artırdılar. Kürt ve Türk gericiliğinin işbirlikçilik ve çıkarlarının sınıfsal ortaklığı temelindeki birliği giderek güçlendi. Kürt köylüsüne zulmeden ve geleneksel feodal ilişkileri köylüyü kul olarak tutmanın aracı olarak kullanan toprak ve aşiret ağaları, devletin “muteber” adamı oldular. Cevheriler, Ensarioğulları, Tatarlar, Zeydan, Babat gibi korucu-başları, Bucak türünden kontrgerillacı korucu ağalan, Kürt emekçilerine karşı yürütülen imhacı ve asimilasyoncu devlet politikasına verdikleri destek oranında palazlandılar.
Kürt bölgelerindeki bu gelişmeler, birbirlerini kaçınılmazlıkla etkileyen başlıca iki sonuç doğurdu.

A) KAPİTALİZMİN GELİŞMESİ VE KÜRT GERİCİLİĞİNİN GÜÇ KAYBI
a) siyasal baskının yığınların öfkesine yol açması ve sonuçları
Resmi Kürt politikasının inkârcı ve imhacı karakteri, insan unsuruna karşı girişilen şiddetin ötesinde, ekonomik ilişkiler üzerinde de dolaysız biçimde etkili oldu. Devletin dize getirme ve teslim alma politikasının bir yanında da köy ekonomisinin tahrip edilmesi, üretim ve tüketimin askeri zor altında tutulması yer aldı. Son on beş yılda daha da pervasızlaşan bu politika, köylülerin büyük çoğunluğunun topraklardan kopmasına yol açmakla kalmadı, tarlaların, orman ve meraların tahrip edilip yakılması ve hayvancılığın yasaklar nedeniyle can çekişmesi nedeniyle de, yerel köy ekonomisinin darbe yemesine yol açtı. Bu, aynı zamanda yerel gericiliğin güç kaybetmesi anlamına da geliyordu. Kürt feodal burjuva gericiliğinin temsilcileri, köylü üzerindeki etkilerini, köyün boşaltılması ve sürgünler sonucu önemli oranda kaybettiler. Bucak gibi, sanayi ilişkilerinden de yararlanan ve topraklarında makineli tarım üretimi gerçekleştirenleri ayrı tutarsak, daha geri Kürt bölgelerindeki Kürt aşiret ağalarının köylüyle ilişkileri, bugün esas olarak, devlete paralı askerlik yapan ve emrindeki katil sürüsüyle kaçakçılık, fidye, faiz ilişkileriyle rant sağlayan savaş ağalarının baskıcı ilişkisi biçimindedir.
Kürtlere karşı izlenen devlet politikasına ortak oldukları oranda Kürt toprak ve aşiret ağalarının, şehir ve kır yoksullarıyla ilişkileri darbe yedi. Gericiliğin Kürt temsilcileri ve işbirlikçileri, korucu orduları oluşturup diktatörlükle birlikte, Kürt emekçilerine saldırdıkça, kaçınılmaz olarak Kürt emekçi köylüsünün, şehir ve kır yoksullarının nefretini kazandılar ve yerel “otorite”lerini kaybettiler. Onların, köylü üzerindeki geleneksel etkisi darbe yedi, giderek yerini devlet hesabına parayla çalışan kelle avcılığına bıraktı ve köylülerin büyük kesimiyle kopmalarına yol açtı.
Kapitalizmin Kürt bölgelerindeki gelişmesi, ucuz işgücü bolluğu ve onun sömürüsüyle sağlanan sermaye birikimi, gericiliğin toplumsal temelinde bir değişimi de zorunlu kıldı. Feodal-yarı feodal dayanaklar zayıflarken, burjuva kapitalist dayanaklar giderek güçlendi. İşçi ve emekçi hareketinde bir değişimi de zorunlu kılan bu gelişme ve bununla birlikte devletin Kürt politikası, Kürt gericiliğinin eski güçlü konumunu sarsmakla kalmadı, aynı zamanda diktatörlüğün ve düzen partilerinin güç kaybı ve güven yitimine de yol açtı. Düzen partileri, ikiyüzlü politikalarının yığınlarca anlaşılması oranında güç kaybettiler.
12 Mart sonrası yıllarda “Ne ezilen, ne ezen, insanca hakça bir düzen” ve “Su kullananın, toprak işleyenin” sloganlarıyla ortaya çıkan CHP ve lideri Ecevit, Kürt kentlerinde önemli bir halk desteğini arkasına alarak, ‘74′ Koalisyon hükümetini kurarken; koalisyon ortağı MSP’nin de Kürt bölgelerinde, özellikle orta ve zengin köylülük ile şehir esnafı arasında küçümsenemez bir seçmen kitlesi vardı. Kitle hareketinin gelişmesi, sendikal ve siyasal hakların savunusu ve iş-toprak ve özgürlük istemi etrafında odaklanan bir muhalefet hareketinin yükselmesi, kaçınılmaz olarak Kürt bölgelerinde de, düzen partilerinin ikiyüzlü politikalarına öfke duyan kesimlerin, bu partilerden uzaklaşmaları ve yeni bir arayış içine girmelerine yol açtı. Bu dönemde bir yandan KDP gibi burjuva-feodal güçlerin ağırlıklı etkisi altındaki Kürt örgütlerinin Kürt emekçilerine yönelik faaliyeti artarken, diğer yandan özellikle Kürt gençliği ve aydınlarının politik aktivitesiyle başlıcaları TKSP, PKK, Şivancılar, Rızgariciler, Kawacılar gibi Kürt grupları; çoğunluğu daha önce TİP ve DDKO (Devrimci Doğu Kültür Ocakları) içinde toplanmış kişilerin yönlendirmesinde, Kürtlere karşı yürütülen saldırgan ayrımcı politikaya karşı mücadele etme iddiasıyla ve süreç içinde belirginleşen ulusal istemlerin ağırlıklı yer tuttuğu programlarıyla ortaya çıktılar.
Kendilerini Kürt partisi, ya da örgütü olarak adlandıran bu grup elemanlarının Kürtler içinde, özellikle genç kesim ve şehirli meslek grupları içindeki faaliyeti, sınırlılığına ve ortaya konan programların bulanıklığına karşın, düzen partilerinin işini belirli oranda zorlaştıran bir gelişmeydi. Örneğin CHP ve lideri “Karaoğlan” Ecevit bu gruplar tarafından mitinglerde atılan “Halklara özgürlük” sloganından duyduğu rahatsızlığı -bu rahatsızlık özünde partiyi destekleyen kitle içinde bir çözülme ihtimali kaynaklıydı-, “Bunlar MHP’li bölücü bozkurtlardır” suçlamasıyla dile getiriyordu.
Bu yıllarda, özellikle güneydoğu illerinde yerel etkili feodal ailelerle ilişki içindeki AP (Adalet Partisi), ve bazı doğu illerinde CHP, henüz önemli bir desteğe sahipti ve yeni örgütlenen faşist ve gerici-dinci partiler de emekçilerin çeşitli talep, duygu ve beklentilerini istismar ederek, Kürt bölgelerinde güç toplamaya çalışıyorlardı. MHP, faşist milliyetçiliği temel alarak, Türk nüfusun bulunduğu bazı doğu illerinde, açık Kürt ve emekçi karşıtlığı çizgisinde örgütlenir ve baskı ve cinayetlerle güç toplamaya çalışırken; MSP, daha ilk yıllardan başlayarak, İslam kardeşliği propagandasıyla geleneksel değer yargılarının Kürtler üzerindeki güçlü etkisinden yararlanma yolunu izledi ve doğrusu bunda da sonraları sıkıyönetim, Olağanüstü Hal ve Çekiç Güç konusunda izlediği ikiyüzlü politikanın da etkisiyle başarılı oldu.
Kürt bölgelerinde ’90’lı yıllara kadar yapılan bütün seçimlerde, düzenli bir biçimde oy potansiyelini ve aldığı oyları artıran, parti önceli MSP olan RP idi. ’80’li sıkıyönetim dönemlerinde izlediği Kürt düşmanı politikayla Kürtler içindeki desteğini kaybeden ise en başta Ecevit oldu. Özal’ın kurduğu ANAP ve Demirel’in AP-DYP’si de Kürt bölgelerinde küçümsenemez bir desteğe sahip oldu.
Ancak özellikle iki olgu; kapitalist gelişmenin sınıf çelişkilerini keskinleştirmesi ve işçi ve emekçilerin diktatörlüğe ve düzen partilerine karşı mücadeleleri ile siyasal şiddet politikası; özellikle sıkıyönetimin süreklileştirilmesi ve Olağanüstü Hal uygulaması; bölge valiliği tesisi ve korucu ordularının oluşturulması, özel tim ve JİTEM gibi kontracı güçlerin Kürt emekçilerin üzerine sürülmesi, köylerin ve kasabaların bombalanması ve yakılıp boşaltılması, işkence ve kurşuna dizmelerin süreklileşerek artması, sürgünlerin sistematik bir hal alması ve şehir ve kır yoksullarının açlık, hastalık ve işsizliğin girdabına sürüklenmesi; Kürt emekçi yığınlarının, şehirli meslek grupları, işçi, memur ve esnafın genel olarak devlete ve kurumlarına, özel olarak düzen partilerine güvenlerinin ciddi biçimde sarsılmasına yol açtı ve bu parti ve kurumlar, eski kitle desteklerini önemli oranda kaybettiler. En az yıpranan ise RP oldu. Çünkü bu parti, yukarıda değinildiği gibi, hem İslam kardeşliği propagandasıyla ayrımsız bir politika izleneceği görüntüsü veriyor; hem de Kürtler bakımından zulmü artıran araçlar olarak görülen Olağanüstü Hal uygulamasına, Çekiç Güç’ün bölgede üslenmesine ve koruculara karşı çıkıyor ve yığınlar nezdinde “daha demokrat” bir görünüm sergiliyordu.
RP’nin, DYP ile kurduğu koalisyon hükümeti, başka şeylerin yanı sıra, RP’nin vaatleri ve uygulamaları arasındaki çelişkiyi de açığa çıkardı. RP’nin ikiyüzlülüğü kitlelerin önemli bir kesimi tarafından daha kolay anlaşılır olmaya başladı. Onun da bütün diğer düzen partileri gibi, emperyalizmin ve işbirlikçi burjuvazinin ekonomik ve siyasal (Kürt politikası da içinde olmak üzere) plan ve programlarına bağlılık gösterdiği; tekelci sermayenin belli kesimlerinin partisi olarak, tekellerin halk kitleleri ve küçük ve orta üreticiler üzerindeki baskısıyla uyumlu bir hatta yürüdüğü; ABD’nin Türkiye’ye biçtiği bölge jandarmalığı rolünün başarıyla yerine getirilmesi için, İslam dinini ve yığınların duygularını kullanmaktan geri kalmadığı görüldü.
Kürt işçi ve emekçileri, kendi taleplerini ve sürdürülen imha ve zulüm politikasına duydukları öfkeyi seçimlerde oya tahvil etmek isteyen düzen partilerinin ikiyüzlülüğünü, bu partilerin katıldıkları hükümetlerin uygulamalarıyla gördükleri oranda düzen partilerinden uzaklaştılar. ANAP, DYP-CHP ve RP-DYP koalisyon hükümetleri döneminde, seçimlerde vaat edilenin aksine baskı ve terör daha da arttı. Sürgünler devam etti, işsizlik büyüdü, satın alma gücü sürekli olarak düştü, şehirlerin kenar semtlerinde kalabalık gruplar halinde biriken sürgün edilmiş kır emekçileri içinde hastalık ve açlık baş gösterdi, işsizlik, okulsuzluk ve barınaksızlığın umut kırıcı etkisi giderek büyüdü.
b) işbirlikçi gericiliğin, Kürt hareketini yedekleme çabası ve reformist Kürt çevrelerinin uzlaşmacı, işbirlikçi tutumu:
İşbirlikçi Türkiye gericiliği, yetmiş üç yıllık Kürt politikasının çıkmaza girdiğini, son on-on beş yılın gelişmeleri içinde daha net olarak anladı. Generaller ve Demirel gibi resmi politikanın sürdürülmesinin kararlı savunucuları bile, “bölücü teröre karşı mücadelenin başarısı için askeri tedbirlerin yanı sıra sosyal-ekonomik önlemlerin gerekli olduğunu” söylemekten ve bu yönlü uygulamalar için hükümetleri sıkıştırmaktan geri durmadılar.
Diktatörlüğün temsilcileri, uygulanan şiddet politikasının, Kürt toplumundaki geleneksel ilişkileri sarstığını; köy ekonomisinin tahrip edilmesi ve korucu uygulamasının ve işbirlikçi aşiret ağalarının azgın faşist baskıya ortak olmaları nedeniyle teşhir olmalarının, Kürt gericiliğinin devlete sağladığı dayanakları zayıflattığını gördüler. Kürt sorununun “bölücü terör” kaba çığırtkanlığı ve kesintisizleşen vahşi devlet terörüyle çözümlenemeyecek denli kapsamlı oluşu, Kürt kitlelerini “kazanma” çabalarını kaçınılmaz kılarken; işbirlikçi burjuvazinin çeşitli kesimleri ve düzen partileri arasında, “kazanmanın yolları” tartışması da yoğunluk kazandı. Cem Boyner hareketi, Kürt sorununu “militarizmsiz çözme” iddiasıyla ortaya çıktı ve kısa sürede, şiddet politikasının kararlı savunucuları tarafından püskürtüldü, izlenen saldırı politikasının ekonomi üzerindeki olumsuz etkisinden hareketle uygulamaları eleştiren Sabancı’nın, iş bilir bir kapitalist olarak, Kürt bölgelerinde yatırımların bir an önce başlatılmasını istemesi, geleneksel inkârcı politikanın savunucusu çevrelerin ve kontrgerillanın sözcülüğüne soyunan Türkeş’in, “Çizmeyi aşma!” tehdidiyle karşılaştı ve kardeş Sabancı’nın öldürülmesiyle bu tutum arasında bağ kuranlar oldu.
Kürt sorununun bir bölgesel ve uluslararası sorun olması; sorunla dolaysız ilişkili tüm bölge gericiliklerini ve onların emperyalist efendilerini, Kürt emekçilerinin ulusal eşitlik talebinden, kendi gerici çıkarları için yararlanma tutumuna yöneltmektedir. Bölge ülkelerinin gerici egemen sınıfları için, Kürt sorununda sistemici bir “çözüm” bile, birbirlerine üstünlük kurma ve “kendi Kürtleri”ni yedeklemiş olarak, diğer ülkelerdeki Kürtlerden yararlanma amacı taşımaktadır. Emperyalistler ve işbirlikçileri, Kürt sorununu, Ortadoğu’ya ilişkin planları ve politikalarının bir unsuru olarak ele almakta ve bölge halklarının tümüne yönelik bir baskı, şantaj ve egemenlik aracı olarak değerlendirmektedirler. Onlar (özellikle ABD), stratejik bir konuma sahip bulunan ve zengin petrol ve hammadde kaynaklarını barındıran Ortadoğu’ya yönelik pazar kavgalarında, Kürt sorununu, halkları ateşe atacak bir çatışmanın gerekçesi olarak elde tutmaya çalışmalarına karşın, Kürt özgürlük mücadelesine karşı işbirlikçi uşaklarını her yolla desteklemekten de geri durmamaktadırlar. Körfez Savaşı ve Irak’a yapılan saldırı ile ABD ve İngiltere’nin yönlendirdikleri ve Türkiye’nin de “gözlemci” olarak katıldığı Dublin ve Ankara toplantıları, (Kuzey Irak Kürt gericiliğiyle girilen “himaye” ilişkileri), bu politikayı somutlayan saldırı ve girişimlerdi. Kürt halkına karşı uluslararası emperyalist gerici politikanın özü, dünya hâkimiyeti mücadelesinde, bu sorunu da yararlanabilir bir unsur olarak “göz önünde tutma”; harekete sızma ve kendine tabi kılma olarak ifade edilebilir. Türkiye egemen sınıflarının izlediği Kürt politikasında esaslı bir değişiklik ise, ancak ya halk kitlelerinin, eşit ilişkileri temel alan özgürce bir birlik için yürüttüğü mücadelenin başarısı; ya da bütün bölgede ilişkileri yenilemeyi zorunlu kılan, askeri ve politik kapsamlı bir gelişmeyle olanaklıdır.
Ancak egemen sınıflar, sorunu eski tarz ele almanın ve hiçbir değişiklik yokmuş gibi davranmanın olanağına da sahip değildirler. İşbirlikçi büyük burjuvazinin çeşitli kesimleri bakımından işlerin eskisi gibi gitmeyeceği ve kimi “iyileştirme ve değişiklikler için adım atma”nın zorunlu olduğu, en azından tartışma konusudur. Genelkurmay ve generallerin, resmi politikanın sürdürüleceğine dair açıklamalarına ve aralıksız sürdürülen saldırı ve operasyonlara karşın; sistemi yeniden yapılandırma gereksinimi, gericiliğin kitle temelini Kürt bölgelerinde de güçlendirme ve genişletmeyi zorunlu kılmaktadır. Kürt dili üzerindeki yasağın kaldırılması ve Kürtçe yayın yapan radyo, TV’lerin kurulmasının serbest bırakılması vb. değişiklik önerilerinin bir süreden beri tartışılmasının bir nedeni de budur.
İşbirlikçi büyük burjuvazi, Kürt emekçileri üzerindeki egemenliğini sürdürmek için, gerici aşiret çevrelerinin desteğinin yetmediğini görmektedir. Geniş Kürt kitlelerinin düzen partilerine, diktatörlüğün kurumlarına, militarist güçlere ve bir bütün olarak devlete duydukları güvensizliğin, bir kopuşu da içermek üzere giderek büyümesi; Kürt işçi ve emekçi kuleleriyle ilişkileri “onarma” ihtiyacı doğurmaktadır. Halkla ilişkilerin yenilenmesine duyulan bu ihtiyaç, Kürt orta sınıflarıyla, liberal Kürt çevrelerinin yedeklenmesini, diktatörlük bakımından pratik bir sorun olarak gündeme getirmektedir.
Türkiye gericiliği, toplumsal olay ve gelişmeler karşısında ve “kritik zamanlar”da manevra yapma yeteneğinin hayli gelişkin olduğunu kanıtlamıştır. İkna edici ve inandırıcı en son örnek, generallerin, sistemi yeniden yapılandırma programını, “laik-şeriatçı” ikilemiyle örterek, sendikalardan çeşitli kitle örgütlerine, liberal solculardan muhafazakâr düzen savunucularına kadar geniş bir kesimi yedeklemeyi başarmış olmalarıdır. Bu zeminde kurulan yeni hükümetin, ekonomik ve politik saldın programını uygulamaya devam edecek olmasına karşın; yığınların düzen partilerine ve diktatörlüğe duydukları öfke ve güvensizliği gidermek ya da etkisizleştirmek amacıyla “gerginliği giderici” propagandaya hız vermesi ve tüm toplumsal kesimlere “uzlaşma” çağrıları çıkarması da, reorganizasyon çabalarının bir unsurunu oluşturmaktadır.
Kürt burjuva reformculuğu ise bir reorganizasyon için çoktan beri çağrı çıkarmaktaydı. İlişkileri yenileme manevralarının Kürtlere yönelik yönünün cevapsız kalmayacağının en belirgin kanıtı; Kürt burjuva, küçük burjuva reformist çevreleriyle, liberal Kürt aydınlarının uzun süredir sürdürdükleri uzlaşma ve “diyalog” arayışıdır. Bu uzlaşma ve “diyalog” arayışının uluslararası mali sermaye çevreleriyle, emperyalist büyük devletlerin yönetim kademelerine dek uzandığı bilinmektedir. PKK yönetiminin ABD’nin ve AB, AP üyesi ülkelerin yöneticilerine, “sorunun çözümü için güçlerini kullanma” çağrı ve mektupları; Avrupa Parlamentosu’na, “oluşturacakları bir komitenin vereceği karara uyacakları” yönünde yaptıkları başvuru; ABD’nin öngöreceği yönde “hatalarını düzeltebilecekleri” açıklamaları ve bu çizgide girdikleri başka ilişkiler, sorunla ilgili herkesin bilgisi dâhilindedir. PKK’nin “siyasal çözüm” önerisi ve “barış” çağrıları da, işbirlikçi burjuvazinin, Kürt emekçilerini yeniden kazanma politikalarına güç veren ve Kürt kitlelerinin baskı ve saldırılara karşı mücadelesini baltalayan bir işlev gördü. Kaderini tayin hakkı isteminden geriye çark edişi ifade eden bu politika, burjuva diktatörlüğünün devamına ve onun kurumlarının mevcut işleyiş biçimine herhangi bir itirazı değil; en fazla, Kürtlerin de var oldukları ve dillerini kullanma ve kültürlerini geliştirme haklarının bulunduğunun resmen ilanını ve yasal güvenceye alınmasını içeriyordu. ’90’ll yıllardan itibaren daha fazla öne çıkarılan “diplomasi” ve bunun “bir biçimi” olduğu ileri sürülen “Sürgünde Kürt Parlamentosu”nun faaliyetleri, Kürt işçi ve emekçilerinin taleplerini göz ardı eden -ve daha çok orta sınıfların tutumuna denk düşen-, politikaların ifadesi oldu. HEP’in SHP’yle yaptığı seçim ittifakı, Kürt reformcu burjuvazisinin ve küçük burjuva çevrelerinin, Kürt emekçilerinin istem ve özlemleri üzerinden diktatörlükle ilişkileri yenileme arayışı ve politikasının bir unsuruydu; düzen partileri ve devletten kopuş eğilimini sınırlama ve Kürt emekçilerini yeniden devlete bağlama çabalarına verilmiş bir desteği ifade ediyordu. Bu tutum, Kürt kitleleri içinde, düzen ve hükümet yararına beklentilerin güçlenmesine yol açtı. Burkay’ın TKSP’sine ve Şerafettin Elçi’nin kurduğu liberal Kürt partisine, sermayenin ve egemen sınıfların belli bir kesiminin ‘iyimser’ baktığı bilinmektedir.
Kısacası, Kürt burjuva reformcu çevrelerinde hayli gelişkin olan sistemici çözüm beklentisi, işbirlikçi egemen sınıfların, ilişkileri yenileme ihtiyacına karşılık verilmesine uygun bir zemin yaratmaktadır ve taraflar bu ‘uygun zemin’den yararlanmaya çalışacaklardır.

B- KAPİTALİZMİN GELİŞMESİ VE KÜRT İŞÇİLERİNİN TUTUMU
a) Kürt işçilerinin, Kürt toplumunun yaşamında oynayacağı rolün belirginleşmesi
Bütün sınıflı toplumlarda sömüren ve sömürülen sınıflar bakımından olduğu gibi, herhangi kapitalist, ya da kapitalizmin geliştiği bir toplumda da işçi sınıfı ile burjuvazi (ya da kapitalistler) arasındaki ilişki üretim araçları karşısındaki konumları tarafından belirlenir. Ücretli emek sömürüsü, işçi ile kapitalisti, uzlaşmaz biçimde karşı karşıya getirir. Bu temel ilişki biçimi, yarı-feodal ilişkilerin çözüldüğü Kürt bölgeleri için de geçerlidir. Kürt işçilerinin, devletin Kürt politikasına karşı tutumunun, Kürt burjuva, küçük burjuva kesimlerden bazı farklılıklar göstermesinin temel nedeni gerçekte sınıf karşıtlığı ve uzlaşmaz sınıf çıkarlarıdır. Kürt işçisinin Kürtler üzerindeki ırkçı-asimilasyoncu baskıya bütünüyle duyarsız olduğu iddiaları, hem doğru değil, hem de işçilerin devrimci sınıf sorumluluklarını göz ardı etmektedir. Üretim araçları karşısındaki konumu ve üretim faaliyeti içindeki yeri nedeniyle, toplumun en dinamik ve en devrimci sınıfı olan işçi sınıfının, sömürücü egemen sınıflarla ilişkilerini yalnızca ulusal hakların elde edilmesi ve bunun belirlediği ulusal nitelikli bir mücadele hattıyla sınırlaması, yalnızca proletaryaya değil, tüm ezilenlere zarar verir. Aksine ulusal kurtuluş mücadelesini de istikrarlı ve devrimci kılacak olanakları ancak sermaye ve gericiliği hedefleyen demokratik ve anti-kapitalist bir mücadele genişletebilir ve bunu da her şeyden önce işçilerin tutumu belirler.
Kürt işçilerinin, işbirlikçi gericiliğin ve diktatörlüğün ekonomik-politik uygulamalarına ve bunun Kürtlere yönelik özel ulusal baskıcı biçimine karşı, Kürt kentlerinin yanı sıra; batının büyük sanayi merkezlerinde de, Türk milliyetinden işçi ve emekçilerle birleşmeye hizmet eden bir eğilim göstermelerinin başlıca etkenlerinden biri ve en önemlisi işçi ve ezilen konumda olmaktan gelen sınıf içgüdüsüdür. Son on, on beş yılın olay ve gelişmeleri buna tanıklık etmektedir. Kürt kentlerindeki işçilerin ve onların sendikal vb. örgütlerinin, bütün baskılara göğüs gererek, merkezi sendika konfederasyonlarının çağrı ve eylemlerine genellikle olumlu cevap vermelerinin ve burjuva, küçük burjuva Kürt örgütlerinin çağrı ve dayatmalarını çoğunlukla cevapsız bırakmalarının başlıca ve en önemli nedenlerinden biri de budur.
Kürt işçilerinin, onların sendikal vb. örgütlerinin ve onlarla birlikte göçlerle kent merkezlerine sürülmüş kır yoksullarının, PKK gibi örgütlerin çağrı ve politikalarına olumsuz yanıtları, kuşkusuz aynı zamanda, bu örgütlerin, yığınların günlük acil ekonomik ve politik taleplerine yabancı, onları önemsemeyen salt ulusalcı program ve politik pratikleriydi. PKK, 1990’larda Kürt küçük burjuva kitlelerinin önemli bir desteğine sahip olmasına ve ülke dışındaki bazı işçi kesimlerinin maddi desteğini almasına karşın, giderek belirginleşen bir biçimde yığınların taleplerini göz ardı etmesi ve emperyalist dünya diplomasisinde destek arayışına öncelik vererek, emekçilerin istem ve duygularını önemsememesi sonucu, bu desteği süreç içinde büyük oranda kaybetti. Kimi liberal “sol”cu aydınların ve sınıf mücadelesine ve ulusal kurtuluş davasına çığırtkan bir pazarlamacının kâr güdüsüyle yaklaşan küçük burjuva grupların, reformcu Kürt hareketi karşısındaki yaltakçı tutumu da, emekçilerin çıkarlarına karşıt politikaların sürdürülmesine hizmet etti ve harekete zarar verdi. PKK’nin Kürt işçi ve emekçilerini yığın örgütlerinde örgütleme, onları, sınıfsal talep ve çıkarları temelinde ulusal baskıya karşı harekete geçirme diye bir politikası olmadı. Aksine, PKK sözcüleri, Kürt işçi ve emekçilerinin çıkar ve taleplerinden söz edilmesini ve örneğin Kürt Marksistlerinin işçi ve emekçiler içindeki devrimci faaliyetini, “Kürt ulusal mücadelesinin bölünmesi” olarak niteledi ve reddetti.
Gerek Kürt işçi ve emekçilerinin ileri kitlesinin sınıfsal taleplere kaçınılmaz biçimde verdikleri öncelik, gerekse geniş Kürt emekçi kesimlerinin, PKK gibi reformcu burjuva, küçük burjuva Kürt örgütlerinin uzlaşmacı politikalarını süreç içinde giderek daha iyi görmeye başlamaları, güvensizliğe, yorgunluğa ve umutsuzluğa yol açarken -ve elbette bütün bunlarla ilişkisi içinde- baskı ve saldırılara karşı kitlesel mücadelenin düzeyi Kürt kentlerinde de düştü. Bu durum, PKK’nin, askeri saldırılar karşısında güç kaybetmesine ve gerilemesine de yol açtı.
b) Kürt yoksullarının yönetici sınıflara ve devlete duydukları güvensizliğin, sınıf ve emekçi çıkarlarına uygun bağımsız bir politik gelişmeye yol açması, sınıf farklılıklarının kaçınılmaz sonucu olduğu kadar, diktatörlüğün faşist ulusal ayrımcı politikasına tepkinin de bir ifadesidir.
Yarı-feodal ilişkilerin son otuz-otuz beş yılda giderek hızlanan çözülüşü ve kapitalist üretim ilişkilerinin, hem meta üretimi ve hem de ihraç olunan sermayenin bir kısmının devlet ve işbirlikçi tekeller aracılığıyla başlıca ulaşım, iletişim ve hizmetler alanında yatırıma girmesi sonucunda, toplumsal sınıfların konumu ve oynadıkları roller daha fazla belirginlik kazandı. Bu gelişmenin içinde bulunduğumuz dönemde siyasal etkenler nedeniyle kısmi bir gerileme göstermesi, üretici güçlerin tahribine yol açmakla birlikte, gelişmenin doğrultusunu değiştirmek artık olanaklı değildir. Bu ise, daha bugünden önemli bir sayıya ulaşan işçi sınıfının, toplumsal yaşamdaki ve faşizme, ulusal ayrımcı baskıya ve kapitalizme karşı mücadeledeki rolünün, gelişmenin belirleyici öznesi olma yönünde büyümesinin bir kaçınılmazlık olduğunu göstermektedir.
Kürt kentlerinde son yıllarda, tüm engelleme ve baskılara karşın, işçi ve kamu çalışanı emekçilerin; sendikal faaliyetin engellenmesine, düşük ücret politikasına, üyelerine yönelik tutuklama, işkence ve sürgünlere; Kürt emekçilerinin potansiyel suçlu sayılmalarına; gözaltı kayıplarına, köylerin boşaltılması ve zora dayalı göçlere karşı protesto ve tepkilerinde belirgin bir gelişme görüldü. Diyarbakır ve Dersim’de oluşturulan sendika şube platformları, yaptıkları açıklamalarda yalnızca üyelerinin ekonomik haklarıyla değil, ama Kürt halkının ulusal hak eşitliği ve bütün emekçi kesimlerin acil ekonomik ve politik talepleriyle ilgili olduklarını dile getirdiler. Diyarbakırlı sendika temsilcilerinin, baskılara karşı mücadelenin başarısının, “salt ulusal taleplerin aşılmasına bağlı olduğu” yönündeki açıklamaları; devrimci bir yönelişe işaret etmekteydi. Kürt kentlerindeki kitle örgütleri, işçi ve emekçilere karşı sermaye politikalarını ve hükümetlerin uygulamalarını protesto eylemlerine kendi bölgelerinde, polis, asker ve özel tim terörüne göğüs gererek ve sürgün, gözaltı gibi uygulamaları göze alarak katılmakla kalmadılar; merkezi olarak düzenlenen işçi yürüyüş ve mitingleriyle kamu çalışanı emekçilerin eylemlerine de polis barikatlarını aştıkları oranda katıldılar.
Ünaldı işçileri, kitlesel direnişleri ve kararlılıklarıyla Antepli dokuma patronlarına, polise ve il bürokrasisine geri adım attırmakla kalmadılar, ama ondan da önemlisi; bütün Türkiye’deki sendikasız ve sigortasız genç işçi kitlelerini, direnmeleriyle, örgütlü mücadelenin ve onun kazanımlarının önemi üzerinde düşünmeye sevk ettiler. On binlerce genç işçinin, çoğu kez karın tokluğuna, ağır çalışma koşulları içinde, sendikasız ve sigortasız olarak çalıştırıldığı Antep’te gelişen bu direniş, Kürt kentlerinde, işçilerle kapitalistlerin ilişkilerinin bundan sonra, bundan öncekine benzemeyeceğini de göstermiş oldu.
Gerçekte bu tutum ve gelişme, Kürt kentlerinde mücadelenin, ancak, işçi ve emekçilerin, kent ve kır yoksullarının somut siyasal ve ekonomik talepleri üzerinden gelişebileceğini; yığınların çıkarlarını savunmanın, emekçilerin ileri kesimlerinin bu devrimci tutumuyla birleşildiği oranda gerçekleşeceğini göstermektedir. Kürtlere yönelik ulusal ayrımcı baskının, diktatörlüğün ekonomik ve siyasal saldırı politikasından bağımsız olmadığı; Kürt işçi ve emekçilerini, burjuva-feodal Kürt gericiliğiyle “ortak ulusal çıkarlar” temelinde harekete geçirme girişim ve çabalarının başarısızlığa mahkûm olduğu, böylece bir kez daha açıklık kazanmaktadır.
Kürt burjuva, küçük burjuva reformcu çevrelerinin dayattıkları reformist ve uzlaşmacı program, ileri Kürt işçisi ve emekçisinin ilgisini geçmişteki kadar çekmemekte, desteğini görmemektedir. İleri Kürt işçisi ve emekçisi, örneğin polis baskısını, işkence ve tutuklanmayı, sürgünü göze alarak, kendi demokratik kitle örgütünün yönetiminde yer almaktan kaçınmamakta, işsizliğe, işten atmaya, düşük ücret ve maaş dayatmasına, sürekli zamlara, köylerin boşaltılması ve köy ekonomisinin tahrip edilmesine karşı çıkmakta; ancak, burjuva reformcu Kürt gruplarının, işbirlikçi sermaye ve emperyalistlerle uzlaşmayı esas alan “ulusalcı” (!) platformuna katılma çağrıları karşısında isteksiz davranmaktadır.
Diyarbakır’da, Antep’te, Mardin’de, Kızıltepe’de, Dersim’de, Malatya ve Batman’da, Belediye-İş, Petrol-İş, Yol-İş üyesi işçilerin ve KESK’e üye sağlık ve eğitim emekçilerinin çeşitli eylemlerinin, Kürt yoksullarının özgürlük ve demokrasi mücadelesinin ilerletilmesindeki yerini küçümseyenler, gerçekte, işçi ve emekçilerin mücadelesine değil, kendilerinin kurulmuş-hazırlanmış dayatmalarına önem vermektedirler. Kürt kentlerindeki bu gelişmelerin daha da ilerletilmesi yalnızca Kürt emekçilerinin sermaye ve gericiliğe ve onun ırkçı ve asimilasyoncu baskı politikasına karşı mücadelesinin kitlesel boyutlara ulaşması ve saldırıların püskürtülmesi bakımından değil, Türk ve Kürt işçi ve emekçilerinin, birleşmiş gericiliğe ve emperyalizme karşı en sıkı dayanışması ve birliğinin gerçekleştirilmesi ve böylece işçi ve emekçilerin devrimci demokrasi ve sosyalizm mücadelesinin zafere ulaştırılması bakımından da önemli ve zorunludur.
Kürt kentlerinde, ileri işçi ve emekçilerin aldığı bu devrimci tutum bir başka gelişmeyi de doğurdu. EMEP, bu illerin bir kısmında örgütlenmeye başladı ve Kürt emekçilerinin acil politik ve ekonomik taleplerini içeren mücadele platformunu ilan etti. EMEP, Kürt ve Türk işçi ve emekçilerinin dolaysız sınıf çıkarları için mücadele eden, siyasal demokrasinin ve dillerin ve ulusların tam hak eşitliğinin sağlandığı demokratik Türkiye’nin kurulmasını savunan; sömürüşüz bir toplum için mücadele eden bir parti olarak, Kürt işçi ve emekçileri içindeki örgütlenmesiyle, diktatörlüğün faşist baskı politikasına karşı emekçi hareketinin gelişmesine kaçınılmaz olarak hizmet edecektir. İşçi ve emekçilerin kendi bağımsız politik örgütlenmesi ve mücadelesi için bu, önemli bir gelişmedir ve Kürt halkının yararınadır.
Nitekim EMEP’in Tunceli İl Örgütü, Dersim’deki sendika şubeleri platformuyla birlikte, gerçekte tüm bölge halkının acil taleplerine denk düşen, bir acil istemler paketini, bir an önce gerçekleşmesi amacıyla ilan etmiş ve bunun için mücadele edeceğini açıklamıştır.
c) Kürt emekçi kitlelerinin acil talepleri için mücadele edilmeden, Kürt özgürlük mücadelesi ilerletilemez ve Kürt bölgelerinde işçi ve emekçi örgütlenmesi geliştirilip güçlendirilemez.
Kürt işçilerinin ve Kürt kent ve kır yoksullarının, işçi sendikaları ve diğer kitle örgütlerinde ve ileri kesimlerinin proletarya ve emekçilerin devrimci iktidarı için mübadele eden sınıf partisinde örgütlenmeleri; bu örgütlenmenin düzeyi ve yaygınlığı; sermaye ve gericiliğin, Kürtlere yönelik saldırılarının püskürtülmesi ve faşist ırkçı ve asimilasyoncu baskının son bulması için yürütülen mücadelenin geleceğini tayin eden temel etkenlerden biridir. Kim ve hangi nedenle olursa olsun, bu temel koşulu ve temel etkeni göz ardı eder ve buna uygun devrimci bir pratik içinde olmazsa, o yalnızca boş kafalı bir geveze, bir mücadele kaçkınıdır. Çünkü işçi sınıfı ve bütün ezilenlerin, sermaye ve gericilik karşısındaki kölelik durumu ancak, eğer en ileri kesimleri başta olmak üzere, işçi ve emekçiler; birleşik örgütlü mücadeleyle diktatörlük politikalarını etkisiz kılar ve sınıf çıkarları ve temel demokratik talepler için mücadele kararlılığı gösterirlerse değişebilir ve buna hizmet etmeyen tutumların emekçi hareketine, işçilerin devrimci sınıf mücadelesine en küçük bir yaran olmaz.
Kürt kentlerinde işsizlik, açlık ve yoksulluğun, Türkiye ortalamasının oldukça üzerinde olmasının bir nedeni de, Kürtlere karşı sürdürülen “düşük yoğunluklu savaş”tır. Bu faşist vahşetin derhal son bulması, saldırıların ve sürgünlerin durdurulması, köyleri yakılıp-yıkılan köylülerin zararlarının tazmin edilmesi, köylerine dönmek isteyen köylülere koruculuk dayatmasından vazgeçilmesi, köylülere karşılıksız kredi verilmesi, bankalara olan üretici borçlarının iptal edilmesi, büyük toprak sahipleri tarafından gasp edilen toprakların köylüye geri verilmesi acil gerekliliklerdir.
İmha edilen köy yolları ve okullarının yeniden yapılması, yol yasakları ve gıda ambargosunun son bulması, bütün giderleri devletçe karşılanan sekiz yıllık temel eğitime hemen başlanması ve anadilde eğitim hakkının tanınması, faşist imha saldırısı nedeniyle okula gidememiş tüm Kürt çocuklarının eğitimi için ödenek ayrılması ve özel bir plan uygulanması zorunludur.
Emekçilerin en önemli acil taleplerinden bir diğeri, Kürt kentleri ve köylerinde terör estiren, insanları kurşuna dizen, işkence ya da gözaltında kaybeden ve eroin ve silah kaçakçılığından büyük vurgunlar sağlayan asker, polis, korucu ve işbirlikçilerin derhal yargılanması ve cezalandırılmasıdır.
Sağlık ve eğitim başta olmak üzere, doğrudan emekçilerin yaşamıyla ilgili olan alanlara daha fazla yatırım yapılması, işsiz yığınlarına iş bulunması ve yeni iş alanlarının açılması için kaynak sağlanması, işten atmaların durdurulması, sigorta, sendika ve toplu iş sözleşmesi ve grev hakkının tüm işçi ve çalışan emekçiler için genelleştirilmesi, işçi ve emekçilerin yaşamında, ancak kısmi iyileşmeler olmakla birlikte, yığınlar için büyük önem taşımaktadır.
Kürt işçi ve emekçi kitleleri, sekiz saatlik işgünü, ailesiyle birlikte insanca yaşamını sağlayacak biçimde eşit ücret uygulaması ve tüm diğer acil ekonomik ve demokratik talepleri için mücadeleye istekli ve kararlı olduklarını, başta Ünaldı, ambar, belediye, Tekel ve Sümerbank işçileri olmak üzere; çeşitli eylemlerle ortaya koydular. EMEP’in örgütlenme çabaları, reformizmin ve küçük burjuva milliyetçiliğinin etkisi altındaki bir kısım sendika bürokratı dışında, kent ve kırın emekçilerinin yakın ilgisiyle karşılandı, işçiler -özellikle de genç işçiler-, EMEP örgütlerinin yönetimlerinde görev alarak, kendi talepleri için mücadelenin başına geçme isteklerini gösterdiler.
İşçi ve emekçilerin ileri kitlesinin bu tutumu, sermayeye, emperyalizme ve faşizme karşı mücadele eden devrimci partinin ısrarla izleyeceği pratik çizgiye de açıklık kazandırmaktadır. Görev, emekçilerin en acil talepleri başta olmak üzere, temel demokratik ve ekonomik hakları için mücadeleyi kararlılıkla sürdürmek, daha fazla işçi ve emekçinin fabrika, atölye ve sendikalarda kurulan parti örgütlerinde birleşmesini sağlamaktır, işçi sınıfı partisinin ve işçi devrimcinin, başlıca Kürt kentlerinde, önemli tüm fabrika ve atölyelerle bütün sendikalarda yürüteceği çalışma, ısrarla sürdürüldüğü zaman, kaçınılmaz olarak, işçilerin parti olarak örgütlenerek, ezilenlerin hareketinin başına geçmelerini kolaylaştıracaktır.

Ağustos 1997

“Dış düşman” propagandası ve işçilerin tutumu

Emperyalist burjuvazi ve bağımlı ve geri ülkelerdeki işbirlikçileri, iletişim teknolojisini de kullanarak yürüttükleri propagandayla işçi sının ve ezilen halkların dikkatini sürekli olarak “ulusal çıkarlar”a ve “dış düşmanlar”a çekmektedirler. Ulusal çıkarlar ve dış tehdit üzerine burjuva propagandanın sürekli gündemde tutulması kaçınılmaz olarak işçi sınıfı ve emekçilerin mücadelesini etkilemekte; emperyalistlerin ve gerici işbirlikçilerinin, halkın ve ülkenin çıkarlarının aleyhine faaliyetleri, haklı olarak ulusal çıkarların korunması kaygılarına yol açmaktadır. Ancak işçi sınıfı ve emekçiler için “ulusal çıkarlar” sorununda bir karmaşa da devam etmektedir. Korunması, sahip çıkılması gereken ile reddedilmesi zorunlu olan arasında net bir ayrımın yapılamaması, burjuvazinin işine yaramakta ve burjuvazi (günümüzde tekelci burjuvazi) bütün ülkelerde sınıf egemenliğini korumak ve sağlamlaştırmak amacıyla; işçi sınıfı ve bütün emekçilerin yurtsever, ulusal duygu ve değerlerinden yararlanmakta, bu değerleri kendi gerici amaçları doğrultusunda kullanmaktadır.
Uluslararası mali sermayenin dünyanın hemen bütün topraklarını sömürü ağına dâhil ettiği günümüz koşullarında, ulusal çıkarların ve ulusal sınırların, (gene bir burjuva propagandası olan ulusal sınırların ve çıkarların bütünleşmeye doğru yol aldığı iddiasının aksine) varlığını sürdürmesi gerçeği, burjuvazinin bu propagandasının temel dayanağını oluşturmakta; emekçi kitleler ve işçi sınıfı bakımından da yanıltıcı tutumlara yol açabilmektedir. Bütün burjuva devletlerin yöneticilerinin emekçi halk kitlelerini “dış düşman” ve “dış tehdit” umacısıyla yanlarına çekip kendilerine tabi kılma gerici çabalarının sonuçsuz kalmamasının nedenlerinden biri, bu propagandanın maddi temele kavuştuğu bir alanın var olmasıdır. Kapitalizmin dengesiz gelişmesi ve büyük emperyalist ülkelerle uluslararası dev tekellerin dünya hâkimiyeti mücadelesi, kaçınılmaz olarak ulusal düşmanlık üretmektedir. Kapitalizm, üretim araçlarının özel mülkiyeti özelliğiyle öncesi toplumsal sistemlere bağlanmasına ve benzemesine karşın; modern üretim araçlarının üretim sürecine girişi, sermaye ve emek hareketinin ulusal sınırları aşması ve başlıca iki modern sınıf olarak proletarya ve burjuvazinin üretim araçları karşısındaki konumlarının kapitalizm öncesi toplumsal sınıfların durumundan farklılaşan yanlarıyla bu toplumsal sistemlerden ayrılır. İşçinin yarattığı artı-değere kapitalist tarafından karşılıksız el konması ve ücretli emek sömürüsünün sermaye birikiminin ve genişleyen yeniden üretimin temelini oluşturması, ucuz işgücü alanlarına yönelik kapitalist rekabet ve çatışmaları kaçınılmaz kılmaktadır. Özellikle büyük emperyalist devletlerin küçük ülkelere yönelik baskı ve sömürüsü, burjuva ulusçuluk politikasının emekçiler içinde de etkili olmasını sağlamaktadır. Kapitalizmin burjuvazi ve işçi sınıfını oluşturarak gelişmesi, emekçileri toprağa ve onun sahibine bağımlı kılarak her yönden sınırlayan feodal kapalı ekonomi sisteminin parçalanmasına ve emeğin özgürleşmesine yol açması, emek-gücünün “özgür”ce pazarlanması olanağı ve işçinin yaşayabilmek ve soyunu sürdürebilmek için gerekli olan asgariyi elde etmesi, kapitalizmin özgürlük, eşitlik ve kardeşlik toplumu olduğu yönündeki burjuva düşüncesinin kitleler içinde etkili olmasında rol oynamaktadır. Burjuvazinin (günümüzde tekelci burjuvazi), ürünü olduğu toplumsal sistemi, insan doğasına en uygun özgürlükler ve olanaklar sistemi olarak gösterip hemen her ülkede, iç ve dış düşmanlar üzerine propaganda yürüterek, herkesi sisteme ve burjuva devletine sahip çıkmaya çağırması, gücünü, başka etkenlerle birlikte bu etkilerden almaktadır. Ulusal çıkarlar üzerine burjuva propagandasının kitleler üzerindeki etkisi, diğer yandan kapitalist toplumsal sistemin, halkları birbirlerinden ayrı ulusal birimler (ve ayrı sınıflar) halinde bölmesinden güç almaktadır. Ulusal ya da çokuluslu devletlerin kapitalizm ile birlikte şekillenmesi, meta ve sermaye hareketinin genişlemesi, toprakların ve hammadde kaynaklarının ele geçirilmesi mücadelesini kızıştırırken; her bir devletin egemen sınıf (ya da sınıflarının diğerlerine karşı rekabetini de körüklemekte; mali sermayenin yutma ve hâkim olma mücadelesi, burjuvazinin dostluk ve müttefiklik üzerine bütün propagandasını boşa çıkaracak biçimde açık silahlı çatışmalara ve savaşlara kadar genişleyebilmektedir.
“Ulusal düşmanlıkların temelindeki esas etken bu bölünmüşlük ve rekabet durumudur. Güçsüz, küçük ve geri halkların, gelişmiş, askeri, ekonomik ve politik güce sahip büyük devletler tarafından bağımlı hale getirilmesi, sömürülmesi ve sömürgeleştirilmesi kapitalist bölünmüşlük ve rekabetin -günümüzde tekelci rekabet ve egemenlik- kaçınılmaz kıldığı gelişmeler olarak ortaya çıkmakta; kapitalizmin ülkeler ve sektörler bazında eşit olmayan gelişmesi, dünya pazarları ve hammadde kaynakları üzerindeki rekabetin kızışmasına, çatışma ve savaşlara yol açmaktadır.
Kapitalizm koşullarında birbirleriyle müttefik ve “dost” olan ülkelerin egemen sınıfları arasında gizli ya da güce bağlı açık rekabetin, çekişme ve çatışmanın devam etmesinin temel nedeni budur. İç ve dış düşmanlar söylemi uluslararası duruma ve her bir ülkedeki gelişmelere göre artan ya da eksilen bir dozda, ancak kesintisiz sürdürülürken, düşman olarak belirlenenler iç ve dış koşullara bağlı olarak değişkenlik gösterebilmektedir. Gerici egemen sınıflar özellikle geri ve bağımlı ülke halklarının emperyalist çıkarlara bağlanan politikalarla birbirleri aleyhine kışkırtılması çabalarında bu halkların baskı altında tutulmasından kaynaklanan duyarlılıktan yararlanmaya çalışıyorlar. Bir örnek olsun: Türkiye-Yunanistan egemen sınıflarının kendi ülkelerinin halklarını birbirlerine karşı “dış düşman” tehdidi ile kışkırtması, bu iki ülke arasında geçmişte ve bugün var olan çelişkiler nedeniyle emekçileri etkilemekte ve bu ülkelerin egemen sınıflan bundan yararlanmaktadırlar. Burjuvazi bütün ülkelerin işçi ve emekçilerini, bir yanı “barış ve dostluk”, diğer yanı “ulusal çıkarlar ve iç ve dış düşmanlar” söylemi üzerine oturtulan ikiyüzlü propagandayla emperyalist talan ve savaş sistemine bağlamaya ve açlık, vahşet, işsizlik ve savaşların temel kaynağı kapitalizmi kutsamaya çalışıyor.
Emperyalist dünya sistemi parçalanma, rekabet ve çatışmaları kaçınılmaz kılarak, burjuvazinin “ulusal çıkarlar” propagandasına maddi bir temel oluştururken ve kapitalizmin temel gerçeği bu iken, tekellerin çıkarlarının emrindeki politikacı ve yazarlar, dünyanın, ulusların, sınıfların ve ideolojilerin tüm farklılığını ortadan kaldıracak bir yeni aşamaya; küreselleşme aşamasına gelmiş bulunduğunu söylemekten de geri durmuyorlar. Kapitalist dünyanın nesnel parçalanmışlık durumunu bile bile göz ardı eden bu propagandaya inanılacak olunursa, Yeni Dünya Düzeni ya da küreselleşme bütün ulusların ve halkların kavgasız, savaşsız bir biçimde ve kapitalizmin “ebedi geleceği” önünde secde ederek endişeye kapılmadan yaşamalarının bütün olanaklarını yaratmış bulunuyor. Emperyalist kapitalizmin, rekabetin ve çatışmanın zeminini yok ederek, her türden sınıf ve ideoloji ayrımcılığına son verdiği yeni bir gelişme aşamasına ulaştığını vaaz eden burjuva ideologları, böylece insanın refah ve barış içinde yaşamasının olanaklarının yaratıldığını ve savaşsız ve sınıfsız bir dünyanın daha bugünden var edildiğini de söylemiş bulunuyorlar. Bunun için dünya proletaryası ve ezilen halklar mücadeleden geri durmalı ve refah içinde yaşamak için daha fazla fedakarlık yapmalı, burjuva egemen sınıfların dayattığı sömürü ve baskıya ses çıkarmamalıdırlar!
Küreselleşme ve yeni düzen yalanıyla proletarya ve halkların kapitalizme ve emperyalist sömürgeciliğe karşı mücadelesinin önünü kesmeye çalışanlar, emperyalistlerin savaş sanayisini ve yeni silah teknolojisini neden geliştirdiklerini ve sürekli olarak dünyanın çeşitli bölgelerinde çatışma ve savaşlar kışkırttıklarını açıklamaktan kaçınıyorlar. Savaşlara, silahlanmaya ve sınıf mücadelesine gerek kalmadığını propaganda edenler; tekelci burjuvazi ve uşağı tüm burjuva yalancılar çetesi, emperyalistlerin kimyasal ve biyolojik silahlar geliştirdiklerini, ABD’nin İkinci Savaş’tan bu yana insanları nükleer silahların etkilerini ölçme deneylerinde kobay olarak kullandığını, dünya savaş sanayisi ve silah satışında en büyük payı elinde tuttuğunu (61.879 milyar dolarlık satışla baş sırada bulunuyor.) ve bunu bütün halklara karşı tehdit edici bir güç olarak kullandığını; her yıl 40 milyar dolar civarında silahın çeşitli devletler tarafından satın alındığını, yeni silah teknolojisinin uzay boşluğunu da kapsayacak biçimde geliştirildiğini gizlemeye özen gösteriyorlar. Bunu yaparlarken, büyük emperyalist devletler başta olmak üzere, birçok ülkede gerici egemen sınıfların halk kitlelerinin açlığı, yoksulluğu ve ölümü pahasına silah sanayisine yatırım yaptıklarını; yeni bloklar ve ittifaklar kurduklarını; birbirlerinin etki alanlarına sızma ve karşı tarafın etkisini zayıflatma çabalarını artırdıklarını ve birbirlerine gözdağı vermek amacıyla çeşitli nükleer denemeler ve tatbikatlar yaptıklarını göz ardı ediyorlar. (ABD, Ukrayna, Romanya, Bulgaristan ve Gürcistan’ın katıldığı ve 25 Ağustos ’97’de Karadeniz kıyılarında Deniz Meltemi–97 adıyla gerçekleştirilen askeri güç gösterisi de Rusya’ya karşı bir tehdit özelliği taşıyordu). Emperyalistler ve işbirlikçi gerici sınıflar, askeri saldırı ve güç gösterilerini ve yeni silahların geliştirilmesini büyük bir utanmazlıkla “barışın güçlenmesi” ve “dünya barışına hizmet” olarak gösteriyorlar. Burjuva propagandaya göre bütün nükleer, kimyasal ve biyolojik silahlar “barış için” geliştiriliyor!
ABD propagandası bu yağmacı dünya jandarmasının geçmişteki ve bugünkü suçlarını örtbas etmeye yöneltilmiştir. Vietnam halkına kanlı soykırım savaşını ve sömürgeciliği dayatan ABD emperyalistleri değilmiş gibi, bu ülkenin yöneticileri dünyayı kendi çıkartan doğrultusunda yönlendirme politikasını “yeni ve barışçıl dünya düzeni” olarak ilan etmeye devam ediyorlar. Oysa Şili’de halk kitlelerinin desteğiyle iktidara gelen Salvador Allende’yi bir darbe ile devirerek Pinochet faşizmini halkın başına bela eden ABD, hiçbir zaman barış, demokrasi ve ulusal bağımsızlıktan yana olmadı. İspanya’da milyonların kırılmasıyla sonuçlanan karşı devrimi destekleyerek Frankoculuğu işbaşına getiren ve sonrasında da on yıllarca destekleyenler yalnızca Hitler ve Mussolini kuvvetleri ve onların faşist artıkları değildi. İkinci Savaş’tan en fazla kârlı çıkan, dünyanın Avrupa dâhil önemli bir kesiminde egemenlik kurmanın olanaklarına kavuşan ABD, işçi sınıfı, sosyalizm ve halktan yana gelişmeleri kana boğarak dünya jandarmalığını tesis ettirmeye çalışıyordu. ABD ve İngiltere, savaş sona erdiğinde, daha önce dünya politikaları gereği “karşı tutum aldıkları” Franko faşizmine, en büyük desteği veren ülkeler oldular. Birinci ve İkinci Dünya Savaşları, meydana geldikleri koşulların özellikleri ve özgül nedenleri saklı tutulduğunda, esas olarak emperyalist (tekelci kapitalist) dünya sistemi koşullarında, dünya pazarları ve ucuz işgücü alanlarının ele geçirilmesi için yürütülen kapitalist rekabetin ürünü olarak ortaya çıktılar ve toplam olarak 70 milyon insanın ölümüne, yüz milyonlarcasının sakatlanması ve hastalanmasına; yenilmiş olanları başta gelmek üzere hemen tüm savaşan ülkelerin tahrip olmasına yol açtılar. Değişen kapsamda çatışmalar, işgaller ve bölgesel savaşlar sonraki yıllarda da devam edip geldi.
“Bütünleşme” üzerine propagandanın aksine, kapitalist çıkar çatışması, düne kadar birbirleriyle büyük bir dayanışma ve birlik içinde yaşayan halkları, eski SB topraklan ve Yugoslavya gibi ülkelerde birbirleriyle boğazlaşmaya sürükledi. Dev şirketlerin uluslararası özelliği, onların ortaya çıkıp geliştikleri ülkenin damgasını taşımalarına ve bu ülkelerin hükümetleriyle işbirliği içinde diğer ülkelerin tekelci işletmeleriyle çatışmaya girmelerine engel olmamaktadır. Ulusal sınırların sermaye bakımından aşılması, sermaye sistemi ve gerici sınıf iktidarlarının varlığı koşullarında ulusal çatışmaları yok etmemekte; kapitalist rekabet çatışmaları ve paylaşım savaşlarını kaçınılmaz hale getirmektedir.
Clinton, Chirac, Blair, Yeltsin, Kohl, Netanyahu ve Demirel “barış” söylevlerini sürdüredursunlar, onların elbirliğiyle ya da bloklar halinde saflaşarak sürdürdükleri rekabet ve çatışmalarla, her birinin kendi ülkelerinde işçi ve emekçilere karşı uyguladıkları vahşi sömürü ve saldırganlığın yol açtığı ölüm ve gözyaşı dünyanın her tarafında halklara yaşamı çekilmez kılıyor. Hırvatlarla Sırp ve Boşnakların birbirlerine kırdırılarak Yugoslavya’nın etki alanlarına bölünmesinde; Abhaz-Gürcü, Ermeni-Azeri, Çeçen-Rus çatışmalarında, Tutsi-Hutu katliamlarında, Somali ve Etiyopya’daki açlık ve ölümde, Irak Kürdistan’ı ve Türkiye’de Kürtlere karşı sürdürülen kan ve ateş politikasında başlıca sorumlu, başta ABD olmak üzere emperyalist büyük devletlerdir. Açlık, yoksulluk, işsizlik, sömürü ve savaş üreten kapitalist özel mülkiyet sistemi ve emperyalist “dünya düzeni”dir.
Emperyalist burjuvazi geri ülke halklarına köleliği dayatmakta ve bunu askeri-politik gücüyle uygulamaya sokmaktadır. ABD ve batılı büyük devletler, Latin Amerika’dan Asya’ya; Ortadoğu ve Kuzey Afrika’dan Balkanlar ve Doğu Avrupa’ya, yerel burjuva diktatörlükleri arasındaki çelişkileri kullanmakta, bölgesel politik-ekonomik anlaşmazlıkları kışkırtarak çatışmaları körüklemekte ve bölgesel savaşlar çıkararak, etki alanlarını genişletme ve pekiştirme politikası izlemektedirler. Kuşkusuz ne emperyalistler, ne de işbirlikçi gericilik, ulusun çıkarlarını düşünmekte; ancak burjuva ulusallığını sınıf çıkarları ve sistem yararına kullanmaktan da geri durmamaktadırlar. Geri ülkelerin egemen sınıfları emperyalistlerin aleti olmalarına ve ülkenin ve ulusun çıkarlarını emperyalistlere peşkeş çekmelerine karşın, ulusal çıkarlar üzerine propaganda yürütmekten ve bölgelerindeki diğer devletlerin yöneticileriyle çıkar çatışmalarına girmekten kaçınmamaktadırlar.
Gerçek durum bu iken, her bir ülkenin egemenleri tarafından bitip tükenmez biçimde sürdürülen ve bir yanı, “ulusal çıkarlar”, diğer yanı “dostluk” ve “bütünleşme” olan burjuva propagandası dünya işçileri ve emekçilerinin dayanışması ve enternasyonal mücadele birliğini engellemeyi ve halkların birbirlerine kırdırtmasının koşullarını diri tutmayı hedeflemiş bulunuyor. Ulusal çıkarlar ve iç ve dış düşman propagandası, her bir ülkenin egemen sınıfları açısından, işçi sınıfı ve emekçi halk kitlelerinin sömürü ve baskıya karşı mücadelesini etkisizleştirme hedefi gütmekte; emekçilerin bütün dikkatleri “ortak çıkarlar” yalanına çekilerek, onların yurtseverlik duygu ve düşüncelerinden burjuva çıkarlar doğrultusunda yararlanılmaktadır. Bütün bu savaşlar ve düşmanlıklar emperyalist kapitalizmin ürünü olarak ortaya çıkmalarına karşın, sistemin gerici ve liberal savunucuları kapitalizmin özgürlük, dostluk ve refah toplumu olduğu propagandasından vazgeçmiyorlar ve her bir ülkede, dış düşman korkuluğu sallayarak işçi ve emekçilere sömürü ve baskı sistemine sahip çıkma çağrısı yapıyorlar.

TÜRKİYE GERİCİLİĞİNİN IRKÇI PROPAGANDASI, YA DA DÜŞMANA DUYULAN İHTİYAÇ
Türkiye egemen sınıfları, “ulusal çıkarlar” ve “dış ve iç tehdit” üzerine gerici propagandayı son birkaç aydır giderek yoğunlaşırdılar. İşbirlikçi egemen sınıfların politik ve askeri temsilcileri, 30–31 Ağustos “Zafer Bayramı” ve 1 Eylül Dünya Barış Günü nedeniyle, Kıbrıs ve adalar sorununu da gündemde tutarak, ulusal çıkarlara ve dış tehditlere bir kez daha dikkat çekerek, işçi ve emekçi kitleleri burjuvazinin yanında yer almaya çağırdılar. “Barış Günü” nedeniyle yapılan açıklamalarda ise burjuva ikiyüzlülüğü bütün çıplaklığıyla açığa çıktı. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin ülkenin iç ve dış düşmanlarını dize getirecek güçte olduğuna yapılan özel vurgu; bölge ülkelerine karşı sürdürülen tehditler ve Türkiye’nin son aylarda düzenlenen birden fazla askeri tatbikata katılarak komşularına karşı gövde gösterisine girişmesi “barış ve dostluk” üzerine propagandanın sahteliğini göstermesine karşın, onlar, dünyada ve bölgede barışın gerekliliği üzerine demagojik açıklamalar yapmaktan ve M. Kemal’in “Yurtta sulh, cihanda sulh” sözüne göndermede bulunarak, Türkiye’nin “barışseverliği”ni propaganda etmekten kaçınmadılar. 30 Ağustos kutlamaları Türk’ün gücünü dünyaya göstermeyi hedefliyordu ve zaten Türk’ün vatanseverliğini kanıtlayan bir anti-emperyalist savaşın “zafer günü”ne denk geliyordu. Mustafa Kemal önderliğindeki Türk ulusu (Kürtler bir ulus olarak kabul edilmedikleri için Kürt emekçilerinin Türk ulusundan emekçilerle birlikte bu savaşta üstlendikleri ülke savunmasından söz etme ihtiyacı duyulmuyor) yabancı işgalcileri kovarak “Türk’ün üstün vasıflarını bütün dünyaya kanıtlamış” ve zaferi elde etmişti.
“Barış” üzerine açıklamaları ise, uluslararası burjuvazinin bütün temsilcilerinin yürüttükleri propagandayla aynı özelliği taşıyordu. Onlar “barışsever”di ama “barış” tan söz eden ülke aydınlarına ve emekçi kesimlere karşı derhal savaşçı kesiliyorlardı. 1 Eylül Dünya Barış Günü etkinlikleri kapsamında çeşitli gösteriler yaparak, diktatörlüğün Kürt emekçi kitlelerine karşı sürdürdüğü faşist saldırı ve imha harekâtının son bulmasını isteyen işçi, emekçi, aydın ve sendikacılara karşı gerçekleştirilen saldırı ve gözaltı ve “barış” gösterilerine karşı uygulanan polis ve asker kuşatması bunu bir kez daha kanıtladı.
Türkiye’yi yönetenler yetmiş yıldır Türk Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın dünyanın bütün ezilen milletlerine, kurtuluş mücadelelerinde yol gösterdiğini propaganda ediyor; emperyalistler hesabına üstlendikleri taşeronluk rolünü gizlemek için Türk ulusal kurtuluş savaşından ve M. Kemal dönemindeki bazı uygulamalardan yararlanmaya çalışıyorlar. Kendileri, Türkiye’yi emperyalist sömürü ve yağmaya sonuna dek açtıkları halde, M. Kemal’in anti-emperyalist eylemini sömürmeye ve bağımlı-yeni sömürge Türkiye’yi bağımsız göstermeye devam ediyorlar.
İşbirlikçi egemen sınıflar ve onların devlet asalakları çetesinin anti-emperyalizmden, bağımsızlıktan, ulusal kurtuluştan, halkların barış içinde bir arada yaşamasından söz etmeleri ikiyüzlü bir tutumun ifadesidir. Onların bütün pratiği bu sözcüklerin içeriğinde anlam bulan değerlerle zıtlık içindedir. Anti-emperyalist değildirler, çünkü ülkeyi emperyalistlerin çıkarlarına bağlamışlardır. Yüzyılın başında padişah Vahdettin’in o dönemin güçlü devleti İngiliz emperyalizminin himayesine girmesi ve Damat Ferit ile birlikte İngiliz işgalini ve vesayetini kabullenmesi Türkiye’nin sömürgeleşmesini hızlandırdı. Ardından gelen yabancı işgale karşı milli Türk ticaret burjuvazisinin önderliğinde ve halk kitlelerinin büyük fedakârlıklarıyla başlatılan anti-emperyalist mücadele, işgal kuvvetlerinin kovulması ve siyasal bakımdan bağımsız bir devletin kurulmasıyla sonuçlandı. Ancak mili burjuvazinin uzlaşmacı sınıf karakteri nedeniyle, Ulusal Kurtuluş Savaşı Türkiye’nin emperyalizmin hâkimiyetinden tam olarak kurtulmasına yetmedi. M. Kemal’in başında bulunduğu burjuva-feodal önderlik, emperyalistlerle imzalanan Lozan Antlaşması’yla “bağımsız” devlet statüsüne uluslararası kabul sağladı, ekonomide kısmi ulusallaştırmaya gitti, devlet eliyle ekonomik kalkınma politikası izledi ve padişahlığı ve halifeliği kaldırarak, daha modern bir yaşam yönünde uygulamalara geçti. Ulusal Türk ticaret burjuvazisinin ikili ve uzlaşmacı sınıf karakteri, işçi ve emekçi hareketinden ve Sovyetler Birliği’nde sosyalist devrimin zaferi nedeniyle sosyalizmin bölgede diğer halklarla birlikte Türkiye halkını etkilemesinden duyulan korku vb. nedenler, anti-emperyalist ve ulusal politikanın daha ileri düzeyde sürdürülmesini engelledi. Ekonomik ve mali bağımlılık temeli üzerinde ülkenin yarı-sömürge statüsü devam etti. Türkiye’yi yönetenler, her zaman dönemin güçlü emperyalistleriyle, dünya hegemonya mücadelesinde öne çıkmış ekonomik ve askeri güç sahibi ülke (ya da ülkeler) ile efendi-uşak ilişkisini sürdürdüler. Birinci Dünya Savaşı’na Almanların yanında katılmalarında rol oynayan etkenlerden biri de buydu. İkinci Dünya Savaşı’na öngelen yıllarda yeniden atak yapan Alman emperyalizmiyle ilişkilerini geliştirdiler ve Türkiye faşizmi Nazilerden güç aldı. İkinci Dünya Savaşı dünya dengelerini altüst edip Amerika Birleşik Devletleri dünyanın yeni jandarması olarak sahneye çıkınca, işbirlikçi sınıflar efendi değiştirmekte gecikmediler. 50 yılı aşkın bir zamandır Türkiye, ABD emperyalizminin dünya ve bölge planları doğrultusunda ezilen halklara karşı kullanılmakta ve ülkenin bütün kaynakları bu emperyalist haydut başta olmak üzere emperyalistlere peşkeş çekilmektedir. 1945’ten itibaren ve yıllar ilerledikçe artan bir biçimde, işbirlikçi egemen sınıflar ve onların politik ve askeri temsilcileri eliyle ülke ABD’nin ekonomik, askeri ve politik çıkarlarına bağlanmış ve onun çıkarlarının yön verdiği bir çizgiye çekilmiştir. Türkiye egemen sınıfları, kendileriyle doğrudan hiçbir ilişkisi olmayan Kore’ye, emperyalistlere karşı ülkesini savunmaya çalışan Kuzey Korelileri imha etmek ve ABD’nin emrinde savaşmak üzere asker göndermekten ve bağımsızlık mücadelesi yürüten Cezayir halkına karşı Fransız emperyalistlerinin yanında saf tutmaktan geri durmadılar; Ortadoğu Arap ve İran halklarına karşı ABD’nin vurucu gücü olan İsrail ile işbirliği yaparak, “mazlum halklar”a karşı emperyalistlerin safında yer aldılar. Anti-emperyalizm üzerine demagojik açıklamaların örtemediği gerçek budur. Türkiye’nin işbirlikçi egemenleri Ortadoğu’da, Balkanlar ve Kafkasya’da halkların yaşamına, ABD emperyalizminin bir ileri kıtası olarak müdahalede bulunmaktan, buralarda ulusal boğazlaşmaların gerçekleşmesi için rol almaktan geri kalmıyorlar. Bosna, Çeçenistan ve Azerbaycan’da giriştikleri komplo, kışkırtıcılık ve çatışmalarda taraf olarak yer alma gibi olaylar bugün de çeşitli biçimlerde devam ediyor. Türkiye, ABD’nin Irak’ta giriştiği işgal ve sürdürdüğü baskıdan yararlanarak Irak topraklarında kısa aralıklarla askeri harekâtlar düzenlemektedir. Kürtlerin ezilen ulus statüsünü sürdürmek için emperyalistlerin desteğinde Irak Kürt burjuva feodal gericiliği ile ilişkilerini geliştirmekte; onu kendine tabi kılarak bölgedeki etkisini Kürt sorunu üzerinden de artırmaya çalışmaktadır. Türkiye egemen sınıflarının ulusal bağımsızlık, ulusal kurtuluş ve “barış” üzerine propagandaları tam bir ikiyüzlülüğün ifadesidir.
Türkiye egemen sınıfları, ülke emekçi kitlelerini komşu halklara karşı sürekli olarak şoven ve ırkçı ideolojiyle eğitmeye; Türkiye’nin dış düşmanları propagandasıyla komşu ülkelere karşı bir güvensizliği diri tutmaya ve bunu içerde emekçi kitlelerin sömürü ve baskıya karşı mücadelesinin bir dalgakıranı olarak ayakta tutmaya çalışmaktadırlar.
Yürütülen propagandaya bakılırsa “Türk’ün düşmanı” hiç eksik olmaz! Dahası “Türk’e Türk’ten başka dost yoktur”. Bu demagojik propaganda; faşist, ırkçı ve şoven ideolojiye kan taşıyan bir kaynaktır ve içerde Kürt emekçilerine ve dışarıda bütün komşu halklara karşı düşmanlık güdülerini ayakta tutmak için yeni unsurlarla desteklenerek sürdürülmektedir. Uzun süre düşman “Moskova’dan gelecek” komünizm idi. Truman ve Churcill’in Sovyetler Birliği’ni kuşatmak ve yıkmak için sürdürdükleri emperyalist yağmacı politikaya bağlanan Türkiye gericiliği, ABD’nin “yeşil kuşak” politikasının başaktörlerinden biri oldu. ABD, dünya hâkimiyeti mücadelesinde diğer emperyalist büyük devletlerle çatışmasına karşın; sosyalist Sovyetler Birliği’ni yok etmeyi baş görev sayıyor; SB’yi, aralarında Türkiye, İran, Körfez ülkeleri, Mısır ve Pakistan’ın da bulunduğu gerici İslam ülkeleriyle kuşatarak, bu devletleri Sovyetler Birliği’ne karşı saldırıda kullanmayı hedefliyordu. Türkiye’nin işbirlikçi egemen sınıfları “komünizme karşı savaş” adına ABD planlarının uygulanması için büyük çaba gösterdiler. Ülke toprakları ABD’nin askeri üsleri ve nükleer silah depolarıyla dolduruldu. İkili askeri ve stratejik işbirliği anlaşmalarıyla Türkiye emperyalistlerin tam bir yeni-sömürgesine dönüştürüldü. Türkiye gericiliğinin sosyalizme karşı emperyalist gerici savaşta ve sosyalizmin tasfiyesi eyleminde özel bir görevi ve rolü oldu.
“Dış tehdit” ve “ulusal çıkarlar” söylemi ekonomik kriz ve politik istikrarsızlık dönemlerinde yoğunluk kazanmakla birlikte, burjuva propagandasının kesintisiz bir unsuru olageldi. Komşu ülkelerin Türkiye üzerindeki emellerinden ve düşmanlarla çevrili olduğumuzdan söz edilerek yeni nesillere gerici ve şoven önyargıların aktarılması için özel bir çaba gösterildi. Egemen propagandaya göre Yunanistan “ezeli bir düşman”dı, Rusya’dan komünizm gelirdi ve Suriye Hatay’ı istiyordu! Rusya ile Boğazlar sorunu, Suriye ile Hatay, Yunanistan ile Kıbrıs ve adalar ve Bulgaristan ile Batı Trakya’daki Türk nüfus sorunu bu propagandanın güçlendirici unsurları olarak işlendi. İşbirlikçi egemen sınıflar propagandalarının etkili olması için, Birinci Dünya Savaşı’nın sonuna doğru Yunan ordularının İngiliz ve Fransız emperyalistlerinin maşaları olarak Türkiye’ye karşı saldırı ve işgale girişmesini referans olarak alırken, Yunanistan’la sınır ilişkileri, Ege Denizi, adalar ve Kıbrıs’taki anlaşmazlıkları, (iki devletin yöneticileri de bunu kendi çıkarları doğrultusunda ve emekçi kitleleri yedeklemek amacıyla kullanmaktadırlar.) ulusal düşmanlığı körüklemenin ve şoven bir milliyetçiliği ayakta tutmanın gerekçesi olarak kullanılmaktadır. Bulgaristan’la, Türk azınlık; Suriye ile Hatay sorunu (sonrasında PKK desteği gerekçesi de eklendi) nedeniyle yaşanan gerginlikler “Türk’ün düşmanı” propagandasının zenginleştirici unsurları haline getirilmiş bulunuyor. Türkiye egemen sınıfları, bütün diğer burjuva devlet yöneticilerinin yürütmekten geri durmadıkları bu tür bir propagandayla, ülke işçi ve emekçilerinin işbirlikçi kapitalistler ve büyük toprak sahipleriyle “ortak çıkarlar”da birleşmelerini sağlamaya çalışmaktadırlar.
Ülkelerini seven işçi ve emekçilerin yurtseverlik duyguları gerici, emperyalist ve sömürücü çıkar ve amaçlara alet edilmek istenmektedir, işçi sınıfı kitleleri ve emekçiler, burjuvazinin bu ikiyüzlü, emperyalist ve gerici propagandasına aldandıkları oranda, sermaye egemenliği sisteminin güvencede olacağı düşünülmektedir. Düşmanlarla kuşatıldığımız propagandasının temel amacı budur. Yoksa işbirlikçi egemen sınıflar ne yurtsever, ne emperyalizme karşı, ne de barışseverdirler. Emperyalist orduların Irak işgalini protesto ederek savaşa ve Türkiye’nin savaşa katılmasına karşı çıkanların hain olarak damgalanıp gözaltına alınması, bunun kanıtlarından yalnızca bir tanesidir. Türkiye egemenleri, Irak’ın işgali savaşını içerde işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin baskı ve sömürüye karşı mücadelesini kırmanın aracı olarak kullandılar. Zonguldak grev ve direnişinin Mengen’deki barikatlara takılıp kalmasında ve sonra da etkisinin kırılmasında bu savaş borazanlığı küçümsenemez bir rol oynadı. Burjuvazi, işçilerin ve onları destekleyen şehir emekçilerinin yurtseverlik duygularından sonuna kadar yararlandı.
Bu durum, sınıf bilincine ulaşmış işçilerin ve işçi sınıfının devrimci partisinin, burjuvazi ve emperyalizme karşı mücadelenin başarısı için, burjuva propagandanın ikiyüzlü, aldatıcı ve karşı devrimci içeriğini teşhir etmesi ve burjuva gericiliğinin işçi ve emekçileri yedekleme çabasını boşa çıkarmak için günlük ve kesintisiz bir biçimde emekçiler içinde ajitasyon ve siyasal teşhir faaliyeti yürütmesinin ne denli önem taşıdığını da ortaya koymaktadır. Bu görevin ihmal edilmesi koşullarında işçi sınıfının bilincinin bağımsız politik sınıf bilincine yükselmesi gerçekleşemez.

* * *
Bütün ülkelerin işçi ve emekçileri, uluslararası burjuvazinin “ulusal çıkarlar” üzerine propagandasının sahte ve ikiyüzlü olduğunu bilmek zorundadırlar. Burjuva yurtseverliği genel olarak ömrünü tamamlamış bulunuyor. Emperyalist burjuvazi bütün ezilen halkların olduğu kadar, emperyalist ülke halklarının da düşmanıdır ve bütün dünyada halkları birbirine kırdırmaya hizmet eden bir politika yürütmektedir. Emperyalist büyük devletlerin ve dev uluslararası tekellerin çıkarları halkların özgürlüğü ve eşitliğe dayalı ilişkilerini değil; yağma, hâkimiyet ve baskıyı gerektirmektedir. Dünyanın çeşitli bölgelerinde ortaya çıkan bölgesel çatışmalar emperyalistler tarafından kışkırtılmakta; halkların imhası ve yoksulluğu pahasına onlar bu savaşlardan büyük kârlar elde etmekte ve silah sanayisini geliştirmek üzere kaynak sağlamaktadırlar.
Uluslararası gericiliğin bu politikası, proletarya ve ezilen halkların uluslararası dayanışmasıyla karşılanmak zorundadır. Herhangi bir ülkenin işçi sınıfı ve emekçilerinin kendi ülkelerinin egemen sınıflarına karşı verdikleri mücadelenin, gerçekte tüm ülkeler emekçilerinin uluslararası gericiliğe karşı mücadelesi demek olduğunun anlaşılması, işçi hareketi ve ezilen halkların kurtuluş mücadelesi bakımından önemli bir ilerleme olacağı gibi, burjuvazinin ulusal çıkarlar yalanıyla emekçileri yedekleme politikasının başarısızlığa uğratılması bakımından da büyük bir gelişme olacaktır. Emperyalizme bağımlı geri ülkelerde ulusal çıkarların savunulması işçi sınıfı ve emekçilerin en önemli görevlerinden biridir. İşbirlikçi burjuvazinin ikiyüzlülüğünü açığa çıkarmak, ancak emperyalizme karşı ülkenin ve halkın çıkarlarının korunması ve ülkenin kaynaklan ve haklarına sahip çıkmakla mümkündür. Sınıf bilincine ulaşmış işçiler buna azami dikkat gösterirlerken, burjuvazinin gerici emellerinin de farkında olmak ve başka halklara düşmanlığı içeren bu gerici emellere alet olmamak zorundadırlar. Sınıf bilincine ulaşmış işçilerin ve bütün ülkelerde var olabildiği kadarıyla işçi sınıfı ve emekçilerin devrimci partilerinin önündeki en önemli görevlerden biri, iletişim teknolojisiyle etkisi artan burjuva propagandanın etkisiz kılınması ve uluslararası dayanışmanın geliştirilmesidir.
Türkiye’nin bütün milliyetlerden işçi ve emekçilerinin, uluslararası düzeyde yürütülen küreselleşme ve dostluk propagandasının ve içerde süreklilik kazanan ulusal çıkarlar ve iç ve dış düşmanlar propagandasının gerici özünü kavramaları; her şeyden önce sermaye ve gericiliğe karşı mücadelenin ilerletilmesi için bir zorunluluktur. Sınıf bilinçli işçi ve emekçilerin devrimci partisi, emekçi kitleler içinde kesintisiz bir çalışma ile işbirlikçi burjuvazinin ulusal çıkarlar üzerine ikiyüzlülüğünü teşhir etmeli; halkın ve ulusun haklarını, büyük emperyalist devletlere ve uluslararası tekellere peşkeş çeken ve ülkeyi bağımlı duruma düşüren ulusal ihanetçi burjuvaziye karşı daha etkili bir faaliyet yürütmeli ve devrimci ajitasyon ve siyasal teşhir çalışmasını güçlendirmelidirler. Türkiye ikili ve çok taraflı askeri-politik ve ekonomik işbirliği anlaşmaları ile başta ABD olmak üzere emperyalist büyük devletlerin etki alanına çekilen bir ülkedir ve gerek dış politika alanında, gerekse içerde izlenen politikalar bütünüyle halkın çıkarlarına aykırıdır. İşbirlikçi burjuvazi ve büyük toprak sahiplerinin “ulusal çıkarlar” ve “iç ve dış düşmanlar” üzerine propagandası içerde emekçileri aldatmaya, Türk işçi ve emekçilerini Kürt halkına karşı şoven önyargılarla kışkırtmaya; Türk ve Kürt işçi ve emekçilerinin mücadele birliğini engellemeye yönelmiştir. Bu gerici çabanın teşhir edilerek boşa çıkarılması devrimci sınıfın ve partisinin başlıca görevlerinden biridir. Türkiye işçi ve emekçileri burjuvazinin propagandasına alet olmayı reddetmelidirler. Türk ve Kürt halkının bölge ülkeleri halklarıyla herhangi bir sorunu yoktur ve bütün sorun gerici egemen sınıf kliklerinin çıkar çatışmalarına emekçileri de alet etmek istemelerinden kaynaklanmaktadır. Emperyalistler ise bu çatışmaların baş kışkırtıcılarıdır. Türk ve Kürt işçi ve emekçileri emperyalist kışkırtmaya, emperyalistlerin bölgeye ve ülkeye müdahalesine karşı mücadele etmeli; içişlerine karışmama ilkesinin benimsenmesi için çaba göstermelidirler. Emperyalizme karşı mücadele demokratik bir devletin kurulması mücadelesi olarak gelişmeden, Kürt sorunu, emperyalistlerin ve bölge gerici rejimlerinin müdahalesi olmadan ve kaderini tayin hakkına saygı gösterilerek demokratik biçimde çözülmeden, emperyalistlerin bölgeye müdahalesine ve emperyalist hâkimiyete son vermek mümkün olmamaktadır. Türk ve Kürt işçi ve emekçileri bilmelidirler ki, düşmanları komşu ülkelerin emekçileri değil; Türkiye’nin işbirlikçi egemen sınıflarıdır.

Ekim 1997

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑