13 Temmuz’da İran ve Türkiye arasında “sürpriz” olarak nitelenen büyük çaplı bir doğalgaz anlaşması, daha doğrusu doğalgaz anlaşmasına ilişkin bir ön mutabakat zaptı imzalandı. İmzalanan anlaşmaya göre, Türkiye, İran’ın Güney Pars bölgesindeki üç doğal gaz sahasında arama, çıkarma ve geliştirme çalışması yapacak. Üstelik bu sahalar, Türkiye’ye ihalesiz olarak açılmış durumda. Bunun yanı sıra Türkiye, Türkmenistan doğalgazı ve Güney Pars bölgesinden çıkarılacak doğalgazı Avrupa’ya (Nabucco hattıyla) taşıyabilecek. Bunun için yapılacak boru hatlarına, 3-4 milyar dolar yatırım yapılması gerekmektedir.
İmzalanan anlaşmayı “sürpriz” ve “tarihi” bir anlaşma olarak nitelemek, İran ile Türkiye arasında 1998 yılında yapılan ve 2001 yılından bu yana yılda 3 milyar metreküpe ulaşan gaz alımını ve bunu 2007’den itibaren yıllık 10 milyar metreküpe çıkarmayı hedefleyen anlaşmayı görmezden gelmek olursa da, anlaşmanın, Temmuz 2007 koşullarında yapılmış bir anlaşma olarak önemi açıktır ve ABD emperyalizminin tepkilerine yol açması da anlaşılmaz değildir.
Çünkü söz konusu anlaşma; başta nükleer programı gerekçesiyle sıkıştırılan ve boyun eğmeye zorlanan, Suriye ve Kuzey Kore ile birlikte “şer ekseni” ülkeler kategorisine konarak, ABD’nin saldırı hedefine girmiş bir İran ile Türkiye arasında imzalanmıştır. Yine bu anlaşma, ABD ile “Stratejik Vizyon” belgesine imza atmış, “Geniş Ortadoğu’da barış ve istikrarın demokrasi yoluyla sağlanması”, “İran’ın nükleer programı…”, “ Enerji güvenliği…” vb. birçok konuda, ABD’nin bölgeye yönelik planlarına bağlanmış bir Türkiye ile İran arasında imzalanmıştır.
GAZ ANLAŞMASINA ABD’NİN TEPKİLERİ
ABD’nin, ’98 yılında yapılan İran-Türkiye gaz anlaşmasından duyduğu rahatsızlık, bu anlaşmayla daha da boyutlanmıştır. ABD, uluslararası planda tecrit ve izole etmeye çalıştığı İran ile stratejik müttefiki Türkiye’nin; enerji gibi, Ortadoğu hegemonyası için temel bir meselede ilişkilerini geliştirmesini, kendi etkinliğini sınırlayıcı ve hareket alanını daraltıcı bir adım olarak görmektedir.
Anlaşmanın hemen ardından yapılan Amerikan açıklamaları da, anlaşmanın yarattığı rahatsızlığı açığa vurmaktadır.
Anlaşmadan üç gün sonra yapılan Dışişleri açıklamasında, sözcü Mc Cormack, “…İran’ın petrol ve gaz sektörüne yatırım yapmak için bu aşamanın uygun zaman olup olmadığına ilişkin bizim görüşümüzü soracak olursanız, hayır, biz bu görüşte değiliz. Biz, politika olarak, bu sektöre (enerji sektörü) yatırım yapmak için zamanın uygun olmadığını düşündüğümüzü açıkça dile getirdik.” dedi
Yine 20 Eylül’de, Ankara’da görüşmeler yapan, ABD’nin Dışişleri Bakanlığı müsteşarı Nicholas Burns, İran’ı “tehlikeli bir ülke” olarak tanımladı ve “Birleşmiş Milletler de İran’a yaptırım uygulama kararı aldı. Türkiye’nin yaptırımları uygulamasından da memnunuz. Ancak hiçbir ülkenin İran’la ilişkilerinin eskisi gibi olmaması gerekir…” diye konuştu.
Dışişleri sözcüsü Tom Casey, “…şu sıra herhangi bir ülkenin İran’da ekonomik faaliyetlerini genişletmesi için uygun bir zaman değil. Uluslararası toplumun, BM Güvenlik Konseyi kararlarına uymayan İran’ı ikna etme yönünde tam desteğe ihtiyacı var ve biz elbette Türkiye’nin, bu çerçevede tam işbirliği yaptığını görmek isteriz.” dedi.
ABD’nin bu anlaşmaya ilişkin tutumunu, diplomatik nezaket kaygısından uzak, açık ve net olarak ortaya koyan ise, ABD’nin Ankara Büyükelçiliği sözcüsü Kathryn Schalow’un açıklaması oldu; “ABD, İran ile yapılan her türlü işbirliğine karşıdır.”
26 Eylül’de, ABD Temsilciler Meclisi, İran’ın enerji sektörüne 20 milyon dolardan fazla yatırım yapacak şirketlere yaptırım uygulanmasını tavsiye etme durumundan çıkarıp zorunlu hale getiren bir yasa tasarısını, büyük bir çoğunlukla kabul etti.
ABD’li yetkili ve sözcülerin açıklamalarından da anlaşılacağı üzere, ABD, yapılan anlaşma, sadece bir ön mutabakat zaptından ibaret olup nasıl şekillenip nereye varacağı belirgin olmasa da; anlaşmayı, Ortadoğu ve İran planlarına aykırı, zayıflatıcı ve hareket alanını daraltıcı bir gelişme olarak görmekte ve engellemek için adeta “tam saha pres” uygulamaktadır.
Örneğin, Ekim başlarında, 1915 Ermeni soykırımı yasa tasarısı, yeniden, daha güçlü bir biçimde gündeme alındı ve Dış ilişkiler Komitesi’nde çoğunlukla kabul edildi. Bir takım girişimler ve görüşmeler sonucu, Temsilciler Meclisi gündemine alınmaması, gündeme alınsa da reddedilmesi yönündeki bazı gelişmeler; Türkiye’yi baskılama ve hizaya getirme çabalarından bağımsız ve tesadüfi gelişmeler sayılamaz.
İRAN YALNIZLAŞTIRILMAK İSTENİYOR
ABD’nin, petrol ve doğalgaz zenginliğiyle (dünya petrol rezervlerinin % 9’una, doğalgaz rezervlerinin ise %15,3’üne sahiptir ve petrol zenginliği açısından, Suudi Arabistan ve Irak’ın ardından üçüncü, doğalgaz zenginliği açısından ise, Rusya’nın ardından ikinci ülkedir) Ortadoğu’nun ilgi çeken ülkelerinden biri olan İran’a yönelik ilgi ve düşmanlığının kökleri, enerji zenginliğinin yanı sıra, sağlam bir işbirlikçisi olan Şah’ı deviren 1979 İran Devrimi’ne dayanmaktadır. Bunun yanı sıra bugün İran, Ortadoğu’da ABD’nin boyun eğdiremediği, kendi çıkarlarına tabi kılamadığı bir ülkedir.
ABD’nin Ortadoğu’ya dönük planının (GOP) uygulanması; boyun eğmeyen ve kendisiyle işbirliği içine girmeyen ülkelerin saldırı ve işgallerle teslim alınması, zorla da olsa, bu ülkelerde “demokrasi ve özgürlüklerin egemen kılınmasına” dayanmaktadır. Tabii ki, “şer ekseni” içinde saydığı ülkeler (İran, Suriye ve Kuzey Kore) başta olmak üzere. Bunun için gerekli bahaneler (gerçek ya da uydurma) her zaman bulunabilir. Irak’a saldırı ve işgalin bahanesi hatırlanacaktır: kitle imha silahları, kimyasal ve biyolojik silahlar! İşgalin beşinci yılında, Irak’ın yakılıp yıkılmasına, 1 milyona yakın Iraklının katledilmiş olmasına rağmen hâlâ bulunamamış olan kitle imha silahları!
Uzun yıllardır ABD’nin hedefinde olan İran için de bahane bulunmuştur: İran’ın nükleer programı. İran, Nükleer Silahsızlanma Anlaşması’nı (NPT) imzalamış bir ülke olarak, tüm nükleer programını, Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın (UAEA) bilgi ve denetimine açık olarak yürütmektedir. Ve UAEA ile İran arasında, İran’ın nükleer programına ilişkin, 21 Ağustos’ta varılmış bir mutabakat yürürlüktedir ve Ajans, bu mutabakat doğrultusunda yürüttüğü çalışmalara ilişkin raporunu Kasım ayında açıklayacaktır. Kaldı ki, İran’ın nükleer faaliyetleri yeni değildir ve ABD, Almanya, Fransa ile anlaşma ve işbirliği içinde Şah döneminde başlamıştır. Yine bu ülkelerle, o dönemde imzalanmış reaktörler kurulması anlaşmaları söz konusudur. Şah yönetimindeki İran’ın nükleer faaliyetleri ABD için sakıncalı değilken, kendine boyun eğmeyen İran’ın barışçıl amaçlı nükleer faaliyetleri, ABD’nin saldırı hedefine girecek kadar tehlikeli bir gelişme sayılmaktadır. Nükleer silahlara sahip olduğu tüm dünyaca bilinen İsrail tehlikeli bulunmazken, Hindistan ve Pakistan’ın nükleer silahlara sahip olmasına yeşil ışık yakılır ve onaylanırken, İran’ın enerji amaçlı nükleer programı, ABD ve yandaşlarının izolasyon politikalarına ve yaptırımlarına neden olmaktadır. Çifte standart denilen tutum ve politika bu olsa gerektir.
ABD, tüm çabalarına rağmen, Aralık 2006’ya kadar, BM Güvenlik Konseyi’nde İran’a yönelik bir yaptım kararı (uyarı nitelikli ve sınırlı önlemler içeren 1696 sayılı GK kararı dışında) alınmasını başaramamıştı. Bu yönlü talepleri, Rusya ve Çin’in itirazları ve vetoları ile karşılaşıyordu. 23 Aralık 2006’da alınan 1737 sayılı Güvenlik konseyi kararı, Rusya ve Çin’in itirazları dikkate alınarak hazırlanmıştır ve sadece hassas nükleer teknolojiler alanı ve bununla ilgili kişilerin seyahat izinlerinin sınırlanması ve malvarlıklarının dondurulmasını kapsamaktadır. Ayrıca bu karar, İran’a karşı kuvvet kullanımını ve askeri hareket seçeneğini dışlamaktadır. Kararın böyle çıkmasında, Rusya ve Çin’in itirazları belirleyici olmuştur.
ALMANYA VE FRANSA’NIN ABD İLE BİRLEŞEN VE AYRIŞAN TUTUMLARI
İran ile ekonomik ve ticari ilişkiler içinde olmalarına ve İran’da özellikle petrol ve diğer alanlarda yatırımları bulunmasına rağmen, Fransa ve Almanya (BM Güvenlik Konseyi’ne daimi üye olma talebini daha güçlüce dillendiren Almanya, bulunan 5+1 formülüyle fiilen daimi üye muamelesi görmekte ve öyle de davranmaktadır), BM Güvenlik Konseyi’nde bu kararın alınmasında, İngiltere ile birlikte, karar metninin hazırlayıcıları olarak, önemli bir rol oynadılar. Hemen her uluslararası meselede ABD ile birlikte tutum alan İngiltere’yi saymazsak, Almanya ve Fransa’nın bu tutumunda ABD baskısının belirleyici olduğu açıktır. Ayrıca bu ülkeler de, nükleer güç sahibi bir İran istememekte, böyle bir gelişmeyi İran ile hem bugün hem de gelecekteki ilişkileri açısından çıkarlarına uygun bulmamaktadırlar. Ancak her iki ülkenin İran karşısındaki tutumlarının, ABD’nin tutumu ile özdeş olmadığı da belirtilmelidir.
Özellikle Fransa, öncesinden ayrılan bir üslupla İran’a karşı tutum (Eylül 2007) açıklamaktadır. Cumhurbaşkanı Sarkozy, “ya İran bombası ya da İran’a bomba” derken; Dışişleri Bakanı Bernard Kouchner “En kötüsüne hazırlıklı olmalıyız ve en kötü ihtimal de savaştır” diyerek, şimdiye kadar olmadığı ölçüde sert ve açık bir savaş uyarısında bulundular. Ancak, Kouchner’in aynı açıklamasında dikkat çeken bir yan da; bir dizi büyük Fransız firmasından İran’la iş bağlantısı kurmamalarının istendiğini, ancak “Fransız firmalarının orada iş yapmasını yasaklamıyoruz, tavsiyede bulunuyoruz” demesiydi. Oysa ABD, daha önceki tavsiye niteliğinden çıkararak, İran’da 20 milyon dolardan fazla yatırım yapan ya da iş bağlantısı içinde olan şirketlere yaptırım uygulanmasını zorunlu hale getiren bir yasayı Eylül’de kabul etti. Yine Fransa, Avrupa Birliği’nin İran’a yaptırım uygulaması ve yaptırımların artırılmasının, AB gündemine alınmasını istemektedir.
Ancak, hem Almanya hem de Fransa’nın İran konusundaki tutum ve pozisyonlarında Ekim ayında bir değişim gözlenmektedir. Önce, Almanya, İran’a yönelik yeni yaptırımları içerecek yeni bir kararın BM Güvenlik Konseyi’nden çıkarılmasına karşı olduğunu; UAEA ile İran arasındaki 21 Ağustos mutabakatına şans tanınması için bütün yaptırımların ertelenmesini ve Ajans’ın Kasım raporunun beklenmesini tercih ettiğini açıkladı. Ardından, Fransa Dışişleri Bakanı Kouchner, Ekim’in ilk günlerindeki Ankara ziyaretinde, basına; ülkesinin İran konusundaki tutumunda son dönemde bir sertleşme olmadığını, “saygı duyulan büyük bir ülke” olarak İran’la ilişkilerinin ve görüşmelerinin sürdüğünü, ancak bu ülkenin de, uluslararası anlaşmalara ve kurallara uyması gerektiğini açıkladı. Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy ise, Ekim başlarında yaptığı Moskova ziyaretinde, Putin’le görüşmesinin ardından gazetecilere, “İran ve diğer hassas konulardaki pozisyonlarımız daha da yakınlaştı” dedi. İran konusunda Rusya ile ‘yakınlaşma’nın, ABD’den uzaklaşma anlamına geleceği ise anlaşılmaz değildir.
RUSYA VE ÇİN ABD’NİN BÖLGE VE İRAN POLİTİKALARINA KARŞI İRAN’IN YANINDA
Rusya ve Çin, İran’la ‘80’lerin ortalarından bu yana askeri alanda ilişkilere sahip. Her ikisi de, İran’a gelişmiş füzeler ve füze teknolojileri sattılar. İran’ın uzun menzilli balistik füzeler geliştirmesinde Rusya ve Çin ‘in yardımları söz konusudur. İran, Çin ve Rusya’nın etkin birer güç olarak yer aldıkları Şanghay İşbirliği Örgütü’ne gözlemci statüsünde katılmakta ve üye olmak istemektedir. İran’ın, ŞİÖ’ye katılımı ve buradaki iki büyük ortağın BM Güvenlik Konseyi daimi üyeleri olmaları; İran açısından, yüz yüze kalacağı olası yaptırım ve ambargoların önlenmesi ve ABD’nin tek taraflı politikalarını BM’ye ve üye ülkelere dayatmasını önleme açısından önemli bir olanak ve destektir. Ve şimdiye kadar, İran’a yönelik geniş çaplı yaptırım ve ambargo kararlarının engellenmesinde, Rusya ve Çin’in tutumları belirleyici olmuştur.
Rusya’nın İran’a yatırımları giderek artmaktadır. Aralarındaki silah ticaretinin yanında, İran’ın nükleer programının yürütülmesinde Rusya’nın rolü ve desteği bilinen bir durumdur. Rusya, Buşehr’de bir nükleer santral inşa ediyor ve santralin inşa faaliyetleri, Güvenlik Konseyi’nin yaptırım kararı dışında tutulmuştur.
15-16 Ekim’de İran’da yapılan, Hazar Denizi’ne kıyısı olan ülkeler zirvesinde, ABD’nin İran’a yönelik saldırı planlarına ve baskıların artırılması çağrılarına karşı, İran’a destek mesajları çıktı. Zirve sonrası yayınlanan bildiride, ABD kast edilerek, “Hiçbir koşulda birbirimize saldırmayız ve diğer uluslara, kendi topraklarımızı, aramızdan birine askeri operasyon düzenlenmesi için kullandırtmayız” vurgusu yer aldı.
Zirvede, Putin, nükleer programı konusunda İran’a yardımcı olduklarını ve Rusya’nın İran’ın ilk nükleer santralini inşa ettiğini ve bunun da barışçıl amaçlar çerçevesinde olduğunu söyleyerek, nükleer programı nedeniyle İran’a daha ağır yaptırımlar uygulama ve uygulatma çabası içinde olan ve saldırı planlarına sahip ABD’ye ve onunla birlikte davranan diğer Batılı güçlere karşı, İran’ın yanında olduğunu açıkca ortaya koydu.
Çin, silah, füze ve askeri teknoloji satışının yanı sıra, İran’la 2004’te, 25 yıllık doğalgaz anlaşması yapmış ve bunu, 100 milyar dolar yatırımı öngören yeni anlaşmalar izlemiştir. Bu anlaşmayla Çin, aynı dönemde, günlük 150.000 varil petrol de alacaktır. Şimdiden Çin, İran’ın büyük ve önemli doğalgaz ve petrol ihraç pazarı olmaya adaydır.
Çin ve Rusya’nın İran’la ilişkileri, İran’ın barışçıl nükleer enerji programını desteklemeleri ve yaptırımların önüne geçmeleri, saldırı ve silahlı müdahale seçeneklerini dışlayan tutumları, her ikisi açısından (farklılaşan çıkarları olmasına rağmen) da, ABD’nin tek taraflı politikalar dayatmasına karşı bir tavır, öte yandan, ABD’nin Asya, Orta Asya ve Ortadoğu’da etkisi ve yayılma politikasının sınırlandırılması anlamına gelmektedir.
Ayrıca İran, Rusya için, Ortadoğu ile tek bağlantı ülkesi olarak da önem taşımaktadır Çin açısından ise, artan enerji ihtiyacını karşılamada önemli ve güvenilir bir kaynak ülke durumundadır.
İRAN İZOLASYON VE SALDIRI TEHDİTLERİNE KARŞI ÇOK YÖNLÜ BİR ÇABA İÇİNDE
ABD’nin Ortadoğu politikalarında temel unsur, zengin petrol ve doğalgaz kaynakları ve bu kaynakların etkin denetimi olmuştur. Ve elbette, etkin denetime bağlı olarak, enerji ulaşım hatları ve güvenliği sorunudur. İran, ’79’dan itibaren, hem enerji kaynakları hem de Şah’ın devrilmesiyle ABD denetiminden çıkması nedeniyle, ABD’nin hedefinde yer alıyor. Irak’ın İran’a saldırmasında, on binlerce insanın ölümüne ve ülkenin harap edilmesine yol açan savaşta ABD’nin kışkırtıcı rolü ve desteği biliniyor. Savaş sonrasında ise, İran, yaptırımlar, ekonomik, diplomatik ambargolarla yüz yüze kaldı. 2000’den itibaren, Bush’un başkanlığı dönemiyle birlikte, ABD’nin saldırı tehditleri artarak sürüyor.
ABD’nin saldırgan politikaları ve doğrudan saldırı tehditleri karşısında, İran; başta bölge ülkeleri Rusya, Çin, Hindistan ve Ortaasya ülkeleri olmak üzere, sınırlı da olsa Avrupa ülkeleri ile ekonomik, ticari, askeri ve diplomatik (her biriyle farklı alan ve düzeyde) ilişkiler kurup geliştirerek; çevresinde örülmeye çalışılan tecrit çemberini kırmaya, ABD saldırganlığını püskürtmeye çaba gösteriyor.
İran’ın, bu çabalarında başarısız olduğu söylenemez, ama kısmen başarılı olduğu bile söylenebilir. Bunun en açık göstergesi; ABD’nin, Çin ve Rusya bir yana, Almanya ve Fransa’yı bile kendi uyguladığı düzeyde ağır ve geniş çaplı bir yaptırım ve ambargo uygulama tutumuna kazanamamış olmasıdır.
İran’ın, Rusya ile ekonomik, ticari, askeri ve nükleer ilişkileri; Rusya ile hem Şanghay İşbirliği Örgütü, hem de Hazar Denizi Ülkeleri gibi platformlarda yan yana olması önemlidir. Bu platformlarda her konuda hemfikir olunmasa da, yeni ilişki alanları ve çıkar ortaklıkları oluşması, İran için hayatidir.
Çin ile zengin enerji kaynaklarının sunduğu avantajla yapılan enerji anlaşmaları, hem yatırımlar ve ekonomik kazanımlar açısından, hem de ilişkilerin geleceği ve sürekliliği bakımından olanaklar sunmaktadır. ’80’lere dayalı ekonomik ve özellikle askeri alandaki ilişkileri, İran’ın savunmasını güçlendirmesine önemli bir destek işlevi görmektedir. Çin İran’ın şimdilik gözlemci olarak katıldığı Şanghay İşbirliği Örgütü’nün güçlü bir üyesidir.
İran’ın, her ikisi de BM Güvenlik Konseyi daimi üyesi olan Rusya ve Çin’le olan güçlü ilişkilerinin, her bir ülke için farklı amaç, çıkar ve anlamlar taşıyor olduğu açıktır. İran’ın, bu ilişkiler sayesinde, BM Güvenlik Konseyi’nde veto hakkına sahip ve kendi çıkarlarını savunmanın zorunlu bir gereği olarak, İran’a yönelik olumsuz kararları önlemek, en azından sınırlamak durumunda olan iki dost kazandığı açıktır. Rusya ve Çin’in şimdiye kadar aldıkları tutum da, bunun için yeterli bir göstergedir. Rusya ve Çin’in ABD politikalarına karşı ikirciksiz ve net tutumları; İran’ın nükleer programını onaylamaları, İran için, ABD’yi kendinden uzak tutma anlamı da taşımaktadır. Bunun yanında, İran’ın Şanghay İşbirliği Örgütü’ne gözlemci olarak kabul edilmesi; İran için Ortaasya ülkeleri ile ilişkilerini geliştirme ve ABD’nin tecrit çemberini kırma olanağı demektir.
İRAN–TÜRKİYE İLİŞKİLERİ
Türkiye ile İran arasında yapılan doğalgaz anlaşması ve bu anlaşmaya ABD’nin tepkileri; İran’a saldırı hazırlıkları içinde olan ABD’nin Türkiye ile ilişkilerinden, Ortadoğu’ya ilişkin planlarından, İran’ın da içine itilmek istendiği tecrit çemberini kırma çabalarından bağımsız değerlendirilmemelidir.
İran’ın, 16 Ağustos’ta, Irak sınırındaki PJAK kamplarına yönelik başlattığı ve Kandil ve Hacı Ümran bölgesindeki PJAK ve PKK kamplarını Kuzey Irak’ın 5 km içlerine kadar girerek, havadan ve karadan bombalamasına genişleyen operasyon da, bu ilişki ve bağlantılar içinde değerlendirilmelidir.
Yapılan doğalgaz anlaşmasının, akıbetinden (çünkü daha önceki anlaşmalar, halen, Türkiye’den kaynaklanan yatırım ve inşa çalışmaları nedeniyle, ulaşması gereken düzey ve kapasitenin gerisinde kalmıştır. Ve yeni anlaşmaya göre Türkiye’nin yapması gereken 3-4 milyar dolarlık yatırım ve bunun için dış finansman gereği ve zorlukları vardır) bağımsız olarak, ekonomik anlamda her iki ülkenin de yararına olduğu açıktır. İran, üç doğalgaz sahasında, doğalgaz çıkarma hakkını, Türkiye’ye ihalesiz vermiştir. Üstelik Türkiye, bu anlaşmayla alacağı gazla, hem kendi ihtiyacını karşılayacak, hem de Nabucco hattına bağlayarak, Avrupa’ya taşıyacak ve bundan para kazanacaktır.
İran açısından ise, mesele, tecridin kırılmasıdır; bir komşu ülkenin, kendisine yönelecek saldırıda, saldırganın yanında yer almasını önlemektir. Ki bu ülke, saldırgan ABD’yi “stratejik müttefiki” sayan bir ülke ise, onunla iyi ilişkiler kurmak, ticareti geliştirmek, kesin olmasa da, bu ülkenin, saldırgan ABD’nin yanında muharip güç olarak yer almasını, topraklarını saldırı için kullandırmasını önleyici bir etken olabilir. Bunu zaman gösterecektir.
Kürt sorunu, İran ve Türkiye’nin ortaklaştığı bir sorundur. Her iki ülkede, Kürt halkı, ulusal hak ve özgürlüklerden, eşitlikten yoksun olarak, her iki ülkenin gerici egemen güçlerinin baskısı altında yaşıyor. Her iki ülke egemenleri de, bu sorunu, baskı ve inkarla çözmeyi politika edinmiştir. Her iki ülke de, Kuzey Irak’ta bağımsız bir Kürt devleti ihtimalini kendileri için tehlike saymakta ve “Irak’ın toprak bütünlüğünü”, Iraklılara karşı ve onlardan daha fazla savunur görünen bir pozisyonda durmaktadırlar. Bu, Irak’a komşu ülkeler toplantılarında (Suriye de dahil) kuvvetle birleştikleri bir tutumdur.
İran, Türkiye egemenlerinin Kürt sorunundaki gerici hassasiyetine seslenmektedir. Üstelik PJAK ve PKK kamplarına saldırısı, zamanlama olarak, Türkiye’de PKK’ye karşı sınır ötesi harekat tartışmalarının yoğunlaştığı ve ABD ile bu sorun üzerinden gerginliklerin yaşandığı bir döneme denk gelmiştir. PKK’ye, hem de Kuzey Irak’a girerek saldıran, PKK’ye zarar veren bir İran’a, Türkiye’nin, ayak sürüyen ABD karşısında duyacağı minnet ve muhabbet anlaşılır olacaktır. İran’ın, PJAK ve PKK kamplarına saldırdığı ve bombaladığı günlerde, Türkiye yazılı ve görsel medyasının konuya ilgisisinin, “Türkiye’nin yapamadığını İran yapıyor” türünden provokatif ve kışkırtıcı başlıklarda ifadesini bulması da bunun bir göstergesidir.
İran–Türkiye ilişkilerinin hangi yönde gelişeceği ve nasıl bir seyir izleyeceği, İran’ın son “jest”lerinden umduğunu bulup bulamayacağı, önümüzdeki dönemde yaşanacak gelişmelere bağlı olarak şekillenecektir. Özellikle de, Türkiye’nin yapması muhtemel sınır ötesi harekat öncesi ve sonrasında ABD ile ilişkilerde yaşanacak gelişmeler, ve bir sınır ötesi harekatın kendisinin gündeme getireceği gelişmeler; ilişkilerin seyri açısından, önemli etkenler ve belirleyenler olacaktır.
Ancak, şunlar söylenmelidir ki; Türkiye’nin laikçi ordusu, bir İslam Cumhuriyeti olarak (radikal dinci, şeriatçı bir yönetim altındaki) İran’dan hazzetmemekte, onu Türkiye’nin “laik” yapısı için tehlike kaynağı olarak görmektedir. Ve aynı ordu, nükleer güce sahip bir İran’ı da ciddi bir tehlike saymaktadır. İslamcı kökenli, milliyetçi ve piyasacı hükümet de, nükleer güç sahibi bir İran istemediğini, Amerikan yetkilileri önünde tekrarlayıp durmaktadır. Ayrıca, hükümet, ABD’nin “Genişletilmiş Ortadoğu Projesi”nin hararetli bir destekçisidir ve bu projenin “model ve köprü ülkesi” olmaya teşne bir tutum içindedir. ABD ile zaman zaman gerilimler yaşansa da, hemen tüm egemen güçler, stratejik müttefik olmaktan övünç duymaktadırlar. Türkiye-İran ilişkilerinin gelişim seyrinde, tüm bu durum ve özellikler, ağırlıkları ölçüsünde etkili olacaklardır.
Sonuç olarak; ABD, İran’a doğrudan saldırı tehditlerini yoğunlaştırarak sürdürüyor. Buna paralel saldırı hazırlıkları içinde olduğu da açıktır. ABD, Irak’ta bir batağa saplanmış durumda. Irak’a “demokrasi ve özgürlükler” yerine, getirdiği, tam bir felaket, katliam ve yıkım olmuştur. Buna rağmen, Bush’un başkanlık dönemi sona ermeden, İran’a nükleer potansiyelini çökertecek bir saldırı çabası ve hazırlıkları hissedilir ve görünür hale geliyor. İran, elbette bir Irak değil; ancak İran, ABD’ye saldırı üssü olabilecek ülkelerle (Irak, Türkiye, Afganistan, nükleer Pakistan) çevrelenmiş durumda ve İsrail uzakta değil. Hint Okyanusu ve Basra Körfezi, ABD donanmasına, uçak gemilerine ve saldırı silahlarına limanlık ediyor.
İran’a ABD saldırısı, gündemdeki bir sorun olarak, Ortadoğu’nun diğer sorunlarının önüne geçmiştir. Sonuçları ne olur, nasıl olur, çok şey söylenemese de; hem İran ve bölge için, hem de ABD ve dünya için daha büyük bir felaket olacağı şimdiden söylenebilir.