Fabrika çalışmamızın bazı sorunları

Fabrikalardan ve bölgelerden gelen haber ve mektupların değerlendirilmesi; fabrika çalışmamızı, çeşitli yönleriyle, daha önceden yazılıp çizilmiş bazı meselelerin tekrarı pahasına, yeniden ele alma ve irdelemeyi zorunlu kılıyor.
Biliniyor ki; işçi sınıfı içinde çalışma, özel olarak da fabrika çalışması, partimiz için her dönemin temel meselesidir. Bu durum; partimizin, bir işçi partisi olması ile ve parti olarak varlık nedeniyle doğrudan bağlantılıdır. Fabrikalar ve işyerleri, özellikle de büyük fabrikalar, partimizin temel çalışma ve örgütlenme alanlarıdır. Dolayısıyla, fabrikalarda süren çalışmamızın ve örgütlenme faaliyetlerimizin, hem işçi hareketinde yaşanan gelişmeler hem de çalışmanın ilerletilmesi ve çalışmada ortaya çıkan sorunlar bağlamında yeniden ele alınıp işlenmesi, anlaşılır bir durumdur.
Sorun, parti çalýþmasýnýn þu veya bu yönüne iliþkin görüþ birliði deðil, görüþ ve irade birliðine uygun bir çalýþmanýn, tüm yönleriyle örgütlenmesi ve istikrarlý olarak yürütülmesidir. Ýþçi sýnýfý içinde çalýþma ve mevzilenme, kadrolarýn ve güçlerimizin belli baþlý büyük fabrika ve iþyerlerinde yoðunlaþtýrýlmasý, hareketin asýl gücünün yattýðý büyük fabrikalarda örgütlü bir güç haline gelme, iþçi ve emekçi hareketine fabrika ve iþyerlerindeki örgütlü güçlerimizle katýlma ve geliþtirme, mücadeleci ve güçlü bir sendikal hareketin, bu güce dayanarak geliþtirilmesi – tüm bu konularda, parti örgütlerimizde tam bir görüþ birliðine raðmen, buna uygun bir çalýþmanýn yürütülmesinde önemli sorunlarýmýz, eksiklik ve yetersizliklerimiz varolmaya ve bunlarýn aþýlmasý, çalýþmanýn güçlendirilmesi, önümüzde bir görev olarak durmaya devam ediyor.
Örgüt çalışmasında gerekli olan, herkesi yeteneğine, özelliklerine ve deneyimine uygun, yapabileceği bir parti işinde görevlendirmektir. Ancak bu, her partilinin her işte görevlendirilebileceği, her birim ya da alanda sorumlu kılınabileceği anlamına gelmez. Hele de belli bir yerel alanda öncelikli çalışma ve yoğunlaşma birimleri ve alanları söz konusu olduğunda, mevcut kadro olanakları içinde en gelişkin, en yetenekli ve tecrübeli kadroları görevlendirmek doğru olanıdır.
Partimizin, öteden beri, işçi sınıfı içindeki çalışmada, büyük fabrika ve işyerlerinde görevlendirme konusundaki tutumu ve özeni bilinmektedir. Buna rağmen, yerel örgütlerimizde yapılan bazı görevlendirmeler, yerel plandaki temel fabrikalar, yoğunlaşarak çalışacağımız büyük fabrika ve işletmeler belirlemesine ve aynı zamanda, bu fabrika ve işletmelerin, işçi hareketi içinde tuttuğu yer ve öneme de uygun değildir.
Hâlâ, şekli türden ya da “bu fabrikaya da birini görevlendirdik” diyebilmek için görevlendirmeler yapılabilmekte. Böylesi durumlarda, görevli ya da görevliler de, çoğunlukla zaten ilişkide olunan işçilerle, temsilcilerle görüşerek, onlara partiden aktarmalar yaparak, elbet de bir şeyler yapmaya çalışarak, “ne uzar ne kısalır” seyrinde “görevini yerine getiriyor”! Yönetici organlarımız ve ilgili alan sorumlularımız, düşünce planında böyle bir görevlendirme ve “görevi yerine getirme” tarzını, böyle bir çalışmayı, hele de böyle bir yoğunlaşmayı savunmasalar da, fiilen yürüyen, daha doğrusu yürümeyen çalışma, bu oluyor. Yani, partimizin bunca yıllık işçi sınıfı içinde, fabrika ve işyerlerinde çalışma (tüm olumlu ve olumsuz yanlarıyla) deney, tecrübe ve birikimine hiç de uygun olmayan ve hatta bu birikime yabancı bir çalışma…
Böylesi durumlarda, ilgili fabrika ve işletmedeki çalışmanın seyri, ilişki içinde olduğumuz işçilerin, partiden bekledikleri ve almaları gereken yardım ve desteği alamadan yapmaya çalıştıkları ve yapabildiklerine bağlanıyor, ve zaman içinde, umduğunu bulamama kaynaklı bıkkınlık belirtileri ve idare etme durumları ortaya çıkıyor. İşin kötüsü, bu ve benzer durumlar, sanki çok zor görülebilir durumlarmış gibi, sürüyor ve gerekli müdahale yapılarak, gerekli önlemlerin alınması ve doğru bir çalışma hattına girilmesi uzun zaman alabiliyor. Böyle bir  fabrika çalışması nasıl kabullenilebilir, neyle açıklanabilir?
Şu anlaşılabilir bir durumdur; mevcut kadro olanaklarımızla bugün onlarca fabrika ve işyerinde değil de, az sayıda büyük fabrikada çalışma yürütebiliriz, diğer fabrika ve işyerlerindeki çalışmayı da, bu fabrikalardaki çalışmaya, ama gerçek anlamda bir çalışmaya bağlı olarak ele alır ve böyle çalışabiliriz. Mümkün olan en uygun ve kısa zamanda ve çalıştığımız fabrikalardaki gelişmelere ve çalışmanın ilerlemesine bağlı olarak, yine önem sırasıyla, diğer fabrikaları gündemimize alır ve çalışma yürütürüz. Ama, temel çalışma alanı olarak belirlediğimiz bir fabrika ya da işletmede böyle bir görevlendirme, böyle bir çalışma ve böyle bir çalışmanın yönetici organlarca ve sorumlularca kabulü  ve böyle sürmesinin müdahalesiz izlenmesi, anlaşılabilir tutumlar değildir.
Mektup ve haberler de ortaya koymaktadır ki; “fabrika ve işletmelerde düzenli ve istikrarlı  olarak sürdürülen, örnek bir parti birim çalışması azdır.” Ve birçok büyük fabrika ve işletmede ve yanı sıra onlarca fabrikada rutin ve yüzeysel bir çalışma sürmektedir. Örgütleme ve hele de yoğunlaşarak çalışma belirlemesiyle, büyük bir fabrikada yürüttüğümüz çalışma; sadece “bizden” ya da birkaç partili işçiyle sürdürülen bir ilişki ve bunun olanak verdiği bir çalışma, bildiri, broşür, gazete dağıtımı ve zaman zaman yapılan sendika toplantılarına katılma ya da toplantı düzenlemeyle sınırlı bir çalışma olmamalıdır.
Doğru ve işe uygun bir görevlendirme yapılmalı, görevlendirilen kadro veya kadrolar, fabrika işçilerinin arasına girmeli, yaşamını, sorumluluğu gereği işçiler arasında kurmalı ve işçiler arasında yaşamalıdır. İşyeri, sendika, işçilerin oturdukları semt ve mahallelerde, kahvelerinde, evlerinde kısaca işçi yaşamının tüm alanlarında işçilerle birlikte olabilmelidir. İşçilerin tümünü tanımaya çalışan ve giderek tanıyan, aynı zamanda işçilerce de tanınan, hepsiyle oturup konuşan, sohbet edip, (sadece politik meseleleri değil, gündelik yaşamın tüm sorunlarını, geçim, çoluk-çocuk ve sorunları, eğitim, kültür, sinema, müzik, edebiyat vb.) tartışabilen, güven veren ilişkiler içinde olabilmelidir. Sorumlu olduğu aydınlatma çalışmasını, ilerleme, mücadeleye daha ileriden katılma eğilimi, isteği ve çabasında olan işçiye yardım etmeyi, onları partide örgütlemeyi ve partili işçiler olarak gelişmelerine destek olmayı da, ancak böyle bir ilişki ve çalışma tarzı ile yerine getirebilir.
Ancak, büyük il örgütlerimizin öncelikli çalışma alanları olarak belirledikleri sanayi havzalarındaki gerek büyük fabrika ve işletmelerde, gerekse de organize sanayi sitelerindeki fabrika ve işyerlerinde (ki; bu fabrika ve işyerlerinin çoğunluğu, uzun yıllardır öncelikli ve önemli, yani yoğunlaşarak çalıştığımız ya da böyle belirlediğimiz fabrikalardır) yürütülen çalışmaya baktığımızda, çalışmamızın birçok yönünde zayıflıklar görülmektedir. Birçok fabrikada uzun zamandır çalışma yürütüyor olmamıza rağmen, ilişkilerimiz, birçok fabrikada üçer-beşer partili işçi ve onların dar çevresiyle sınırlıdır. Bazı işyerlerinde, birkaç işçiyle tanışılmış, ama epeydir görüşülemiyordur! Hemen tüm bölgelerde fabrika çalışmasında görevlendirecek kadro sıkıntısı çekilmektedir. Öncelikle çalışma yürüttüğümüz fabrika ve işyerlerinde, günlük gazete okur sayısı, ya partili işçiler kadar ya da birkaç fazlası, bazı işyerlerinde ilişkide olduğumuz işçi sayısının bile gerisindedir. Partili, çalışmaya katılan ve çevremizdeki işçilerin eğitimi ve geliştirilmesi, ilerletilmesi sorunu yaşanmaktadır.
Bütün önlemlere ve değiştirme çabalarına rağmen, fabrika çalışmamızda, özellikle de öncelikli çalışma birimleri olarak belirlediğimiz fabrikalardaki çalışmamızda, yeterli ve gerekli yoğunlaşma ve derinleşmeyi sağlayabilmiş değiliz. Bu fabrikalardaki çalışmalar, büyük ölçüde görevlendirilmiş kadroların yetenek, tecrübe, sebat ve kararlılıklarına (bu elbette gerekli ve önemli, ama yeterli değil, mektuplardan da bu çıkıyor) bağlı olarak sürüyor. Özellikle fabrika çalışmasında yeni ve tecrübeden yoksun kadrolar açısından, bu, ciddi bir sorun oluşturuyor. Buralarda süren çalışmaya yönetici organların ve sorumluların katılımlarının zayıflığı da, önemli bir sorun olmaya devam ediyor. Görevlilerimiz, çoğunlukla partili işçilerle ve sınırlı bir çevreyle ilişkiyi aşamıyor. İlişkilerin gelişimi ve yaygınlaşması; ilişkide olduğumuz işçilerin ya da partili işçilerin yeni işçiler tanıştırmasına (bu, elbette gereklidir ve olacaktır, ama sadece bu yolla ilişkilerin yeterince genişleyemeyeceği açıktır) kalıyor. Görevlilerimizin işçiler arasına katılımı, semt, mahalle, işçi kahveleri, işçi evleri, doğal işçi kümelenmelerine girebilme, buralarda yeni işçiler tanıma, tanıdıklarıyla ilişkilerini ilerletme, işçi yaşamını derinlemesine tanıma ve katılma düzeyi hâlâ yetersizdir. Ayrıca, hem gazetenin parti çalışmasının temel aracı haline gelmesi ve böyle bir araç olarak kullanılması, hem de içlerinde olduğu ve onlardan biri olarak yaşadığı işçiler arasından gazeteye, kendi çalışmasını da kolaylaştıracak ve geliştirecek haber, yazı ve röportajlar çıkarma, yazma, yani gazeteye ciddi bir katılım (burada vurgulanan, işçi mektupları ve işçilerin yazdığı haberler değil, parti görevlilerimizin gazeteye katılımıdır) da oldukça yetersizdir. 
Parti çalışmamız; hiçbir zaman olmadığı gibi, bugün de, sorunlar, zaaflar ve olumsuzluklar toplamından ibaret bir çalışma değildir. Partimiz, tüm parti üye ve militanları ve parti gençliği; işçi sınıfına ve emekçi halka sarsılmaz bir bağlılık, işçi sınıfı ve halkın çıkarlarını tüm gücü ve samimiyetle savunma konumundadır. Herkesçe bilinmektedir ki; partimizin içinde yer almadığı, tüm gücüyle desteklemediği bir işçi eylemi ve mücadelesi yoktur. Günlük işçi gazetesi; işçi sınıfı ve emekçilerin sesi, soluğu; tüm haklarının, eylem, direniş ve mücadelelerinin sesi ve savunucusu olmuştur. Ve işte bu niteliği ve özellikleri dolayısıyla partimiz; kendi hata ve zaaflarına karşı her zaman uzlaşmaz bir tutum içinde olmuştur.
Fabrika çalışmamızın yalnızca olumsuzluklardan ibaret olmadığını söyledik. Yoğunlaşarak çalıştığımız, önemli ölçüde ilerleme sağladığımız, düzenli işleyen parti birim örgütlerimizin kurulduğu ve çalıştığı, işçi çevremizin genişlediği, gazetenin daha çok işçiye ulaştığı ve bir aydınlatma ve örgütlenme aracı olarak kullanımında ileriye adımların atıldığı fabrika ve işyeri çalışmalarımızın olduğu da bir gerçektir. Gerek fabrika ve işyerleri gerekse de organize sanayi sitelerinde, yakın çevremizi aşan, birkaç yüz işçinin katıldığı, işçi sınıfı ve ülkenin çeşitli sorunlarının tartışıldığı (iş yasası değişikliği ve buna karşı mücadele, Irak’a saldırı, Amerikan işgali, Irak’a asker gönderme, demokratikleşme vb.), aydınların ve sendikacıların da katılımıyla toplantılar düzenleniyor.
Buralarda, daha canlı ve günlük bir ajitasyon ve aydınlatma çalışması; gazeteye haber, yazı ve röportajlar gönderme ve bunların çıktığı günlerde, daha yaygın olmak üzere, gazetenin dağıtımı daha düzenli ve daha yaygın yapılıyor. İşçi yaşamına katılma, işçiler arasında yaşama,doğal işçi kümelenmelerine girme, işçi semt ve mahallelerini, işçi evlerini ve işçilerin bir araya geldiği mekanları (kahveler, yöre dernekleri vb.) fabrika çalışmasının sürdürüldüğü, devam ettirildiği alanlar haline getirmede gözle görülür ilerlemeler yaşanıyor. Ayrıca, yönetici organlarımız ve üyelerinin çalışmaya ilgisi, takibi ve katılımı daha ileriden ve olumlu. Sürdürülen çalışma, daha yakından izleniyor, içinde olunuyor ve destekleniyor.
Bu alanlarda sürdürülen ve olumluluklarıyla öne çıkan çalışmayı –daha da geliştirip güçlendirerek–, tüm alanlarda sürdürdüğümüz çalışmanın özellikleri haline getirme görevi ve sorumluluğu önümüzde duruyor. Dolayısıyla, bu yazıda parti çalışmasında ortaya çıkan olumsuzlukların ve eksikliklerin irdelenmesi ve eleştirisi; ne olumlulukları görmeyen ne de çalışmalara samimiyetle katılan tek tek partili ve işçileri hedef alan eleştirilerdir, ama, gerek anlayış planında gerekse de pratik çalışmada yaşamaya devam eden sorunları ve zaafları, olumsuzluk ve eksiklikleri hedef almaktadır.
Daha net görülebilmesi için, değerlendirilen ve eleştirilen sorunları mektuplardan örneklemeye çalışalım. Aynı sektörden işyerlerinin bulunduğu büyük bir komplekste uzunca bir süredir çalışma yürütüyoruz. Son birkaç yıldır da yoğunlaşarak çalıştığımız ve çalışmada görülür bir ilerlemenin, işçi çevremizde genişlemenin yaşandığı bu birim örgütümüz, mektubunda “şimdiye kadar neredeydik” dedirtecek bir değerlendirmeyle; grup üyelerimizin tanıdığı, az çok samimi olduğu işçilerle, başta gazete aboneliği olmak üzere parti çalışmalarına katma hedefiyle, mahalle ve evlerinde ilişki kurmayı önüne görev olarak koyuyor. Bu durum; birim örgütümüzün çalışmasındaki olumlu gelişmelere rağmen, işyeri çalışmamızın işyeri dışındaki alanları olarak ele almamız gereken işçi mahalleleri ve işçi evleri, işçilerin toplanma yerleri (ki bu alanların, işe başlarken gündemimize girmesi gereklidir) gibi alanlarda çalışmayı, en azından şimdiye kadar önemsemediği ya da es geçtiğini gösteriyor. Ve parti görevlilerimizin işçi yaşamına katılma, onlar arasında yaşama konusundaki zayıflıklarına işaret ediyor. Çalışmanın bu yönünü geliştirmeli ve güçlendirmeliyiz.
Bir başka mektupta ise, “2000’in üzerinde işçi çalışıyor. Bölgenin en büyük fabrikası durumunda. Üç işçiyle düzensiz bağımız var, oturdukları mahalleleri biliyoruz. Fabrikanın bulunduğu bölgedeki semt çalışmasını genişleterek, (fabrika çalışmasını) sürdürmek gerekiyor.” değerlendirmesi yapılıyor. Memleketimizde iki bin işçinin çalıştığı kaç büyük fabrika var diye sorulsa, verilecek yanıt, açıktır ki, çok az olacaktır. Ve bu bölge, parti olarak, en az iki-üç yıl önceden yoğunlaşacağımız işçi havzalarından biri olarak belirlenmiştir. Gelinen yerde, yoğunlaşma alanlarımızdan birinde, bir işçi havzasında, bölgenin en büyük fabrikasında çalışmamızın düzeyi; “üç işçiyle düzensiz bir bağ” ve işe tersinden başlamayı öneren bir değerlendirme: “semt çalışmasını genişleterek sürdürmek”! İşte önümüzde uzunca bir zamandır sürdürülen, yoğunlaşarak sürdürülen fabrika çalışmasının sonuçları. Bu manzara kabul edilebilir mi? Alanda görevli ve sorumlu organımız görevini, sorumluluğunu yerine getirmedi, “düzensiz bağlarla” idare etti diyelim, bu alanın asli sorumlusu, yönetici organ ve üyeleri nerede? Bu durum karşısında ne yaptı, ne gibi önlemler aldı, bu fabrikadaki çalışmayı nasıl düzelteceğiz, nasıl örgütleneceğiz?
Baþka bir bölgeden gelen mektupta ise, o bölgede yoðunlaþarak çalýþma görevi belirlenmiþ büyük bir metal fabrikasýndan (yaný sýra, bazý fabrikalardan) hiç söz edilmiyor. Daha önceki bilgilerimizden, bu fabrikada tanýþýp görüþtüðümüz iþçiler vardý. Bu fabrika, iliþkide olduðumuz iþçilerde “beklenen” ilerleme görülemediði için gündemimizden düþtü mü? Ýþçi partisi olarak, büyüklüðü (iþçi sayýsý) ve iþçi hareketi içinde tuttuðu ya da tutabileceði yer nedeniyle, yönelmemiz ve sürekli bir çalýþma içinde olmamýz gereken yerde, yani büyük fabrikalardaki çalýþmayý örgütlemede kararlý ve ýsrarcý olacak mýyýz; yoksa iliþkide olduðumuz iþçilerin bize az çok daha yakýn ya da partili olduklarý iþyerleri ve fabrikalarda mý çalýþma yürüteceðiz? Ýþçi hareketinin ana gücünün yattýðý büyük fabrikalarda, zor ama iþçi hareketinin geliþimi açýsýndan önemli olaný mý, yoksa hemen çevremizdeki iþçilerin çalýþtýðý (elbette önemsiz deðil, ama ikincil olaný) bir anlamda elimizin altýndakini, kolay olaný mý seçeceðiz? Herhalde, her partilinin yanýtý, büyük fabrikalardaki çalýþma olacaktýr.
Yukarıda mektuplardan ve hergün gözlediğimiz çalışmanın tümünden sonuçlar çıkaracak olursak; öncelikle işçi sınıfının ve işçi hareketinin ana gücünü taşıyan büyük fabrika ve işletmelere yönelik çalışmayı esas alacak, örgütümüzü ve kadro potansiyelimizi buna uygun olarak mevzilendireceğiz. Büyük fabrika ve işletmelerde çalışma ve örgütlenmenin zorlukları nedeniyle, birkaç ay yönelip gazete, bildiri dağıtımı yaparak, birkaç işçiyle tanışıp kısa vadede beklediğimizi bulamayınca yüz-geri etmeye, yönelim ve çabanın rolantiye düşürülmesine, ilişkilerin “düzensiz bağa” dönüştürülmesine, kolaycı bir yaklaşımla  “bizimkilerden” bir çevrenin olduğu küçük  istikrasız işyerlerine “yoğunlaşılmasına” müsaade etmeyeceğiz.
Büyük fabrika ve işletmelere yönelik çalışmada; “en kararlı, en gelişkin, en yetenekli kadrolarla işçi sınıfına, büyük fabrika ve işletmelere” tutumuyla hareket ederek, doğru ve yerinde görevlendirmeler yapacağız. Ama kadroların, ancak çalışma içinde yetişecekleri ve yeteneklerini geliştirebileceklerinin bilincinde olarak; ilerleme istek ve çabasındaki her işçiyi, kararını vermiş işçi sınıfına ve mücadelesine bağlanma tutumu içindeki genç ve okumuş kesimlerden partilileri ve genç aydınları da (ileri, profesyonel kadrolarımızın yanında, yayın ve materyal dağıtımı, işçilerle okuma, onların politik eğitimlerine yardımcı olmak üzere mutlaka iş vermeliyiz) cesaret ve girişkenlikle görevlendirmekten kaçınmayacağız. Onlara çalışma içinde yakın durarak, işlerini tökezlemeden öğrenmelerine, yetenek ve becerilerinin gelişmesine ve politik ilerlemelerine yardımcı olacağız. Fabrika çalışmasında görevlendirecek  kadro sıkıntısını aşmanın başkaca bir yolu da yoktur.
Yönetici ve sorumlu organlar, sorumlu oldukları alanda, her gün hangi fabrikada ne olup ne bitiyor, hangi fabrikada ne gibi gelişmeler yaşanıyor, oradaki parti grubumuz ya da görevlimiz hangi tutumu aldı, yarın ne yapacağız, şu fabrikaya yönelik çalışmanın sorunları, zayıflıkları neler, nasıl giderebiliriz, hangi birimde gazete dağıtımı nasıl gidiyor, oradaki şu gelişme gazeteye yazılmalıydı, neden yazılmadı vb. ölçüsünde, yürüyen çalışmanın tüm yönlerine hakim olabilmelidir. Çalışmaya böyle derinlemesine bir hakim olma çabası, aynı zamanda alanda tüm birimlerde yürüyen çalışmaya en yakın olmaya doğru, ileri bir adım da olacaktır.  Ancak çalışmaya böyle bir hakimiyet ve yakınlık, iyi yapılmış, yoğunlaşacağı alan, fabrika ve işletmeleri belirlemiş yerel planları, plan düzeyinde kalmaktan kurtarabilir. Yönetici organlar, çalışmaya ancak, böyle bir hakimiyet ve yakınlıkla, gevşekliklerin, rehavetin olduğu gibi, zorluklar karşısında pes etmenin, çalışmayı ara sıra görüşme ilişkisine dönüştürmenin, kolaycılığın önüne geçebilir, gereken müdahaleyi gereken yerde ve zamanda yapabilir ve gerçek anlamda yönetici bir organ düzeyine yükselebilir. 
Bunun yanı sıra yönetici ve sorumlu organlar, görevli kadrolara çalışma içinde olabildiğince yakın olmaya çalışarak, yürüttüğü çalışmanın sorunlarını, gelişmeleri, ihtiyaçları, atılması gereken yeni adımları vb. yakından izleyip denetleyerek, çalışmanın değerlendirmesi ve eleştirisinden öğrenmesini destekleyerek, ileriye doğru teşvik etmekle yükümlüdür. İleriye doğru atılmış her adımı, her olumlu gelişmeyi teşvik edeceğiz. Ama yapılan iyi işlerden, olumlu gelişmelerden  dolayı kendinden memnuniyet duygusuna ve rehavete kapılmalarına, çabuk ilerleme kaydedememiş olmaktan, olumsuz gelişmelerden “bu iş olmuyor, beceremiyoruz” vb. duygulara  ve umutsuzluğa kapılmalarına müsaade etmeyecek; sabırlı, ısrarlı ve inatçı bir çalışmayı kavramalarına ve sürdürmelerine yardımcı olacağız. Ki; partimizin ihtiyacı olan gelişkin ve donanımlı parti militanları da, ancak böyle bir çalışma ve pratik günlük çalışmada görevlendirme, sorumlu kılma, işini yapmasına ve geliştirmesine, politik ve teorik eğitimlerine yardımcı ve destek olma ilişkisi içinden yetişecektir.
Profesyonel kadro azlığını tespit etmek yetmez, çalışmaya ve çalışma içindeki kadrolara bakmak, en ileri olanları, eğilim gösterenleri daha yakından desteklemek ve teşvik etmek gerekir. Parti çalışması içinde yakınen gözlenen ve çok yönlü gelişimi teşvik gören partili işçi genç ve militanları profesyonel çalışmaya hazırlamak, özellikle de işçi kökenli partilileri hazırlamak ve teşvik etmek, önemli bir görevimizdir.   
Mektuplarda, yerel sendikal platformlara ilişkin olarak, yeterince istikrarlı, etkili ve işlevli olmadıkları değerlendirmesi yapılıyor. Hareketin durumundan bağımsız olarak, böyle genel geçer bir tespit doğru değildir. Ve bunun yanı sıra, bazı samimi çabaları saymazsak, platformun bir araya getirdiği şubeler de, işçi sınıfı içinde, fabrika ve işyerlerinde örgütlü bir güç durumunda değiller ve asıl zayıflıkları burada yatıyor. Her ne kadar, iyi niyetli ve mücadeleci istek ve eğilimlerle platformda bir araya gelmiş olsalar da, kendi zayıflıkları nedeniyle, aslında kendi zayıflıklarını aşmanın bir yolu olduğu halde, platformu mücadeleci bir sendikal mihrak haline getirecek kararlar almada ve adımlar atmada  güvensiz ve tereddütlü bir konumdadırlar. Ancak tüm bu zayıflıklarına rağmen, yerel  sendikal platformlar, geçmişte nasıl işçi hareketi içinde ileri, geliştirici ve konfederasyon merkezlerini de zorlayan bir rol oynamışlar ise, bugün de hareketin toparlanmasının ve ilerlemesinin gücü ve dayanaklarından biri olabilirler.
Sendikal platformların ve bir bütün olarak sendikal hareketin mücadeleci bir çıkış yapabilmesinin yolu; işyeri ve fabrikalarda özellikle de büyük fabrikalarda sınıfın sendikalarına, kendi öz örgütleri olarak sahip çıkmasından ve sendikalarını buna dayanarak yeniden örgütlemesinden ve yönetmesinden geçmektedir. Ayrıca bugün sendikasız işyerlerindeki güçlü sendikalaşma eğilim ve çabası da görülmeli ve teşvik edilmelidir. Mücadeleci sendikacıların, özel olarak da partili sendikacıların rolü ve çabası da bu yönde olmak ve bu güce dayanmak zorundadır. Ancak partimiz sendikal hareketin ve yerel platformların durumundan bağımsız olarak, büyük fabrika ve işletmelerde çalışma yürütmek ve örgütlenmek sorumluluğundadır. Sendikal hareketin ve yerel sendikal platformların güçlenmesi ve güçlendirilmesi de, partimizin bu temel sorumluluğunun bir parçası olarak ele alınmalıdır. Öte yandan son dönemlerde, öncekilerden farklı özellikler gösteren (Uşak‘taki sendikalaşma hareketi gibi) bir sendikalaşma dalgası gözleniyor. Bu sendikalaşma istek ve çabaları, sendikaların taze ve genç bir işçi kuşağıyla güçlenmesinin olanağı olarak, hem parti çalışması ile hem de mücadeleci sendika ve sendikacılarca desteklenmeli ve teşvik edilmelidir. Sonuç olarak; başta büyük fabrikalar olmak üzere fabrika ve işyerlerinde çalışma ve örgütlenmemizin sorunlarını aştığımız, çalışma ve örgütlenmeyi güçlendirdiğimiz ölçüde, mücadeleci bir sendikacılığın ve sendikal hareketin gelişiminin yolunu da açmış olacağız.

Gazetenin, günlük parti çalışmasının temel aracı olarak kavranması ve kullanılması, fabrika ve işyerlerindeki çalışmamızın da önemli yönlerinden biridir. Yani, gazetenin işçiler arasında düzenli ve genişleyen tarzda dağıtımı. İşçiler arasında okunmasının sağlanması, işçilerin gazete etrafında, gruplar halinde bir araya getirilmesi ve bunun üzerinden örgütlenmeleri. Parti üyelerinin, fabrika ve işyerlerindeki parti görevli ve sorumlularının işçiler arasından gazeteye, işçi yaşamının tüm yönleriyle (sadece eylemleri değil) ilgili haber, yazı, araştırma ve röportaj vb. (gibi değil, muhabir olarak) yazması, işçileri gazeteye, mektup, haber yazmaya teşvik etmesi. Gazetenin, fabrika çalışmamızın, canlı ve zengin bir aracı olarak kullanılması; ancak böyle mümkündür.
Gazetenin günlük çalışmanın temel aracı olarak kullanılması ve sorunları, partimizde sürekli (kampanya dönemi daha yoğun olarak) olarak ele alındı, konuşulup tartışıldı ve günlük çalışmada  kullanılma düzeyi geliştirilmeye çalışıldı. Doğaldır ki; gazete ve gazetenin parti çalışmasındaki yeri, ele alınışı ve kullanılışında, düne göre belli bir ilerleme kaydedilmiştir. Gazete daha geniş işçi ve emekçi kitlesine ulaşıyor, daha çok fabrika ve işyerine gazetemiz giriyor, işçiler gazeteyi, bir işçi gazetesi olarak benimsiyor ve kendi yaşam ve çalışma koşullarını, sorunlarını, eylemleri ve mücadelelerini gazeteye yazıyor, tartışıyor. Ancak bu görece ilerleme, gazeteyle ilgili (daha doğrusu çalışmayla ilgili. Çünkü gazete, doğrudan parti ve örgütsel çalışma sorunudur) sorunlarımızın tümüyle çözüldüğü anlamına gelmiyor ve bu açıdan, farklı görünümlerde olsa da, çeşitli sorunlar; önümüzde çözülmek üzere duruyor.
Bir başka bölgeden gelen bir mektupta ise, gazete ve kampanya değerlendirilerek, şu tespitler yapılıyor. “Gazeteyi  taşıdığı önem ve potansiyel biliniyor olmasına rağmen, gereği gibi kullanmadık. Kampanya dönemini dışta tutacak olursak,gazeteyi kitle içinde parti çalışmasının bir dayanağı haline getiremedik. Abonelik ve hafta sonu satışlarını iki bölge dışında istikrarlı bir biçimde yapamadık. Ancak önemli sayılması gereken bir gelişme yaşandığını söyleyebiliriz. Özellikle, üyelerin gazeteyi alıp okumalarını sağlamak, geri bir noktadan başlamak anlamına gelse bile, bir ‘iş’ sayılmalı. Bunun yanında, kampanya döneminde on beşin üzerinde haber ya da mektubun gazetede yayınlanması, okur toplantılarının örgütlenmesi ve özellikle A işyerindeki eylemlilik sürecinin bütün aşamalarının gazeteye yansıtılması ve gazetenin işçilere ulaştırılması, tartıştırılması, bundan sonra nasıl ele almamız (gazeteyi) gerektiğini pratik olarak gösterdi. Dar anlamda gazetenin parti örgütünün omurgası haline geldiğini söylemek mümkün, ancak daha da yayılması ve sahiplenilmesi gereği de ortada.”
Biliniyor olmasına rağmen kullanılmıyor, birkaç mahallede hemen ulaşılabilir az sayıda kişi abone yapılıyor, iki üç mahallede hafta sonu satışı yapılıyor, partililerin gazeteyi alıp okuması sağlanıyor, bu bir ‘iş‘ sayılıyor, okur toplantıları örgütleniyor ve tüm bunların sonucu olarak; gazete dar anlamda parti örgütünün omurgası haline geliyor. Karamsar  bir değerlendirmenin elbette gereği yok, ama kendi çalışmazlığımızı ve ataletimizi bu kadar rahat, hoşgörü ve iyimserlikle değerlendirmenin de alemi yok. Gazetenin parti örgütünün dar anlamda omurgası haline gelmesi ne demek? Gazete bir işçi ve halk gazetesi olarak, parti çalışmasının temel aracıdır, parti üyelerinin alıp okumasının aracı değil. Dolayısıyla üyelerin gazeteyi alıp okumalarını sağlamak; bir ‘iş’  sayılamaz, sayılmamalı.                
Kampanya döneminde örgütlediğimiz okur toplantıları; eğer kitleler içinde yürütülen çalışmaya dayanmıyor ve bu çalışma üzerinden gazete çevresinde bir araya getirilmiş, yeni okurların toplantısı (ki bu toplantıların, kampanya dönemlerini dışta tutarsak, çalışma yürüttüğümüz  birimler temelinde yapılması; doğru ve örgütleme faaliyeti açısından işlevli olanıdır) olarak yapılmıyorsa, bunlara okur toplantısı değil, olsa olsa üye toplantısı denilebilir. Üyelerin dışına taşan bir katılımla yapıldılarsa da, “her  yerde yapılıyor, biz de yapalım” yaklaşımıyla yapılmış toplantılar haline geliveriyor. Sadece ilgili bölge için değil, birçok il, ilçe ve bunların çalışma yürütülen bölgelerinden biliyoruz ki; kampanya adına, gazeteyi yaygınlaştırma, okur sayısını artırma, en önemlisi gazeteyi günlük parti çalışmasının bir aracı haline getirme adına pek bir şey yapılmadı, ama okur toplantıları yapılmadık memleket köşesi neredeyse kalmadı. Böyle bir yaklaşım ve ele alış; aslında faydalı olabilecek bir aracın (okur toplantıları) faydasızlaştırılması ve görsünler, desinler için yapılan işler haline getirilmesidir.
Aslında ilgili bölgede bir iyi iş yapılmış ve bir işyerindeki eylemler gazeteye yansıtılmış, eylemdeki işçilere gazete ulaştırılmış, ve bu çaba gazeteyi “bundan  sonra nasıl ele almamız gerektiğini pratik olarak gösterdi.” sonucuna varılmış. Eğer pratik iş yapma ve çalışmanın gösterdiğini gerçekten görebilmiş ve kavrayabilmişsek, işe buradan sarılmalı ve ilerlemeliyiz. Yani gazeteyi işyerinde, fabrikalarda ve diğer çalışma alanlarımızda günlük parti çalışmasının temeli, aydınlatmanın ve örgütlemenin temel aracı olarak kavramak ve kullanmak.
Bir başka bölgenin mektubunda da “…gazete-örgüt ilişkisini olması gereken temele oturtan bir çalışma içinde mevzilendiriliyor.” denilerek, muhabir olarak daha önceden görevlendirilmiş bir arkadaşın bölge organında görevlendirilmesi anlatılıyor, ve böylece, gazeteyle örgüt çalışması ilişkisinin daha iyi bir tarzda kurulacağı değerlendirmesi yapılıyor. Benzer bir yaklaşımla, çalışma birim ve alanlarımızdan, işçi ve emekçilerin yaşamının tüm yönleriyle ilgili olarak gazeteye (haber, yazı, araştırma ve röportajlar) yazılması sorununu çözmek üzere muhabir görevlendirmek, birçok bölgede başvurulan bir yöntem olarak karşımıza çıkıyor.
Gazetenin görevli muhabirlerinin olabildiğince çok  sayıda olması, mümkünse her bölgede bir muhabirin olmasının yararı tartışılmaz. Ama bir işçi emekçi gazetesi olarak gazetemizin parti çalışması ile ilgili asıl sorunu, muhabir eksikliği midir? Fabrika ve işyerlerinde, semtlerde günlük çalışma yürüten bir parti örgütünün görevlileri ve üyelerinin, bir görev ve sorumluluk olarak yazmalarının yerini tutabilir mi? Tüm parti üye ve militanlarının görevi olmasının yanında, esas olarak da, fabrika ve işletmelerde süren çalışmada görevli ve sorumluların, yönetici organ üyelerinin  görev ve sorumluluğunda olan bir işi muhabire yüklemek, ve bu görevi gereğince yerine getirebilmesini beklemek, ne kadar doğrudur?  
Gazeteye haber ve yazı yazma konusunda asıl sorunumuz, günlük parti çalışması içinden yazma sorunudur. Sorun; işçi sınıfı içinde, fabrika ve işyerlerinde çalışma yürüten, semtinde, mahallesinde, kahvesinde, evinde, işçi ve emekçiler arasında yaşayan, doğal işçi kümelerine girebilmiş, onlardan biri olabilmiş parti görevli ve sorumlularının, yönetici organ üyelerinin yazması sorunudur. Ayrıca, gazete ve parti çalışması, birbirinden ayrı yürüyen ve aralarında ilişki kurma sorunu olan iki ayrı çalışma değil, tek bir çalışmadır. Gazetenin gereği gibi kullanılmadığı bir çalışma, politikasız bir çalışma; parti çalışması olamaz, parti çalışması olarak adlandırılamaz. Günlük parti çalışmasında gazeteyi kullanmanın olmazsa olmaz bir yönü, unsuru ve bir ayağı olan; işçiler arasından gazeteye haber yazma olmaksızın, gazete, çalışmanın temel aracı olarak kullanılmış olamaz. Buradan çıkarılacak sonuç; parti örgütünün tümüyle gazetenin muhabirler ağı olması gerektiği, özellikle de, partinin yöneticilerinin, sorumlu ve ileri partililerin, işyeri ve fabrikalardaki görevlilerinin; aynı zamanda, gazetenin muhabirleri olduğudur.
Doğrudan parti çalışmasına bağlı ve oradan çözülebilecek bir sorunu, muhabir görevlendirerek çözemeyiz. Böyle bir “çözüm”, ayrıca doğru da değildir ve kendi sorumluluğumuzdan kolaycı bir sıyrılma ve sorumluluğumuzu bir başkasına yükleme anlamına gelecektir. Bu sorunu ancak, günlük çalışma içindeki, işçiler arasına girebilmiş, işçiler arasında yaşayan görevli ve sorumlu partililerin ve tüm parti üyelerinin gazeteyi günlük çalışmada temel bir araç olarak kullanmasının bir unsuru, bir yönü olarak kavrayıp, aynı zamanda, gazete muhabirleri, muhabirler ağının bir unsuru olarak, gazeteye (haber, yazı, araştırma yazıları, röportajlar) yazmasıyla çözebiliriz. 
Gazetenin işçi, emekçi, halkçı özelliklerini daha da geliştirebilmesinin ve günlük parti çalışmasına daha ileriden katkıda bulanabilmesinin yolu, bu sorunu çözmekten geçmektedir. Ayrıca, işçi ve emekçilerin gazeteyi benimsemelerini (ki gazete, ulaştığı ve ulaştırıldığı işçi ve emekçilerce benimsenmektedir. İşçi mektuplarının giderek artan sayısı ve mektuplarda dile getirilenler, bu benimsemenin bir kanıtıdır) geliştirecek olan da budur.
Fabrika ve bölgelerden gelen mektuplar vesilesiyle, parti çalışmasında, esas olarak da işçi sınıfı içinde çalışma, başta büyük fabrikalar olmak üzere, fabrika ve işyeri çalışmasında ve buna bağlı olarak ortaya çıkan ve çözümü de doğrudan bu çalışmaya bağlanmış olan eksiklik ve olumsuzlukları konu ettik. Elbette ki; parti çalışmamız, sınıf içinde, fabrika ve işyerlerindeki çalışmamız, tümüyle olumsuzluk ve eksikliklerden ibaret değil ve böyle de olamaz. Ancak partimizin, örgütlerimizin ve kadrolarımızın, işçi sınıfı içinde, büyük fabrika ve işyerlerindeki çalışmamızdaki olumluluklar ve ileriye doğru gelişmelerden çıkaracağı sonuç; rehavete  kapılmak ve   oyalanmak değil, çalışmamızdaki olumluluk ve iyiye gelişmelerden güç alarak,  olumsuzluk ve zaaflarımızın üzerine gitmek, çalışmamızı bunlardan arındırarak daima ileriye doğru geliştirmek ve güçlendirmektir. Sorunlarımızı ve olumsuzluklarımızı eleştirmek, çözmek ve ilerlemek zorundayız.
Sözünü ettiğimiz sorunları, mektuplardan örneklemeye (sorunların daha net görülebilmesi için) çalışarak bitirelim. Aynı sektörden işyerlerinin bulunduğu, uzunca bir süredir çalışma yürüttüğümüz, son birkaç yıldır da yoğunlaştığımız ve çalışmada görülür bir ilerlemenin, işçi çevremizde bir genişlemenin yaşandığı büyük bir kompleksteki bir birimimizden gelen mektubun bir yerinde “grup üyeleri, …çalışan işçilerden, az çok samimi olduğu arkadaşların isim ve nerede oturduklarını tespit edecekler, (150 civarında isim çıkacağını tahmin ediyoruz) bu işçileri özel olarak ziyaret edeceğiz, başta gazete aboneliği olmak üzere parti çalışmalarına katmayı hedefleyeceğiz.” deniyor. Evet, doğru bir tespit ve yerinde bir çaba, üzerinde durulması, uğraşılması gerekiyor. Ve hedeflenen amaca, en azından işçilerin bir kesimi açısından ulaşılabilir. Ama bu doğru ve yerinde tespit için bu kadar beklememiz mi gerekiyordu? Bu tespit ve önümüze koyduğumuz görev, bunca zamandır sürdürmemiz ve çalışmamızın önemli bir yönü olması gereken bir iş değil miydi?

İşçi gazetesi ve parti çalışması: ayrılamaz bütün

İşçi sınıfı ve emekçilerin her gün içinde yaşadığı gerçekliğin yanılsama ile algılanmasını, gerçeklerin karartılmasını ve olayların gerçek, sınıfsal karakteriyle kavranmasını zorlaştıracak, zayıflatacak çarpıtmalarla; temsil ettiği, sözcüsü olduğu  burjuvazi ve sermayeye hizmeti amaçlayan burjuva medya organları ve gazeteleri karşısında; bir de, işçi sınıfı ve emekçilere, gerçeğin açıklanması, kavratılması ve değiştirilmesi mücadelesinin bir aracı ve kürsüsü olarak; günlük işçi gazetesi var.
Baskı ve sömürü düzeninin, sermaye egemenliği ve “küreselleşme, piyasa ekonomisinin gerekleri” vb. adına kapitalist emperyalist sistemin savunulmasında, bütün temel meselelerde sistem ve sermaye (ki burjuva basının kendisi de sermaye gruplarını oluşturmaktadır) ile tam bir ideolojik birlik ve anlaşma içerisinde (bazı tali meselelerdeki “muhaliflik” görüntüleri, sistem-içi çekişmelere ve kitleleri aldatmaya dairdir) olan sermaye basını.. Ve bunun karşısında; işçi sınıfı ve emekçilerin çıkar ve özlemlerinin savunucusu, bağımsız demokratik bir Türkiye ve baskısız sömürüsüz bir dünya için mücadelenin sözcüsü ve örgütleyicisi; günlük işçi gazetesi.
Günlük işçi gazetesinin işçi hareketi içindeki yerinin; işçi hareketinin politik mücadeleye genişlemesinin temel aracı, örgütleyici ve yönlendirici organı, bilinen tanımıyla; “sadece kolektif bir propagandacı ve kolektif bir ajitatör değil, aynı zamanda, kolektif bir örgütleyici…”  ve parti örgütlerinin elinde, günlük parti çalışmasının  temel aracı olduğu, gazetesiz bir çalışmanın, politik bir çalışma, merkezi tek bir politik hat üzerinde birleşmiş, gerçek bir parti çalışması olamayacağı üzerinde birleşilen bir gerçektir.
Bu nitelik ve özellikleriyle, günlük gazete, hem işçi sınıfı, emekçiler ve onların burjuvazi ve sermayeye karşı mücadeleleri için hem de işçi sınıfı ve emekçiler içinde yürütülen gündelik parti çalışmasının en temel aracı olarak, önemli ve vazgeçilemez bir olanaktır.
Gazetenin, günlük parti çalışmasına ve bu çalışma içindeki parti örgütlerine, parti örgütçülerine ve her kademeden parti militanlarına, yürütülen çalışmaya katkısı ve desteği öylesine büyüktür ki; yeri, başka hiçbir araçla doldurulamaz.
Dolayısıyla, günlük çalışma içinde gazetenin temel bir araç olarak kullanılması; işçiler, emekçiler ve gençler arasında yaygın dağıtılması, işçi ve emekçilerin gazete etrafında bir araya getirilmesi, örgütlenmesi, gazeteye hem partililerin yazarak (haber, araştırma, yazı ve röportaj) katılmaları hem de işçilerin ve emekçilerin kendi gazetelerine yazmaya teşvik edilmesi; bir yük değil, yürütülen çalışmanın kolaylaştırılması, ilerletilmesi, hatta çalışmanın en önemli bölümüdür.
Gazete; günlük çalışma içindeki bir partiliye, çalışmasında nasıl destek olur, çalışmada kullanmak üzere neler, ne tür malzemeler verir, çalışmaya neler katar? Bu soruyu üç-beş ay geriye dönüp, ülkemizin ve işçi hareketinin içinden geçtiği süreçleri ve parti çalışmasını gözden geçirerek yanıtlamaya çalışalım.

*
Bilindiği gibi, 28 Mart’ta yerel seçimler yapıldı, sonuçları değerlendirildi. 28 Mart’a gelinen yerel seçim çalışmaları sürecine, demokratik halkçı belediyecilik anlayışı üzerinde yükselen, ilgili yerel alandaki, başta işçi sendikaları olmak üzere, kamu emekçi sendikaları, sendikal platformlar, kitle örgütleri, yöre dernekleri, yerel aydınlar ve örgütleri, halk içinde öne çıkmış, ileri gelen, saygın şahsiyetlerin de katılımıyla oluşturulacak yerel platformlar ve yine bu platformların belirleyeceği adaylarla seçime katılmak, merkezi düzeyde oluşacak güç birliğinin de bu yerel platformları desteklemesi ve güçlendirmesi üzerine kurulu yerel seçim taktiğinin açıklanması ve örgütlenmesine yönelmekle başladık.
Altı partinin katılımıyla oluşturulan Demokratik Güçbirliği, bir platform üzerinde birleşmiş (29 Ocak’ta kamuoyuna ilan edilen  Güçbirliği deklarasyonu) olmasına rağmen, süreç istenilen yönde geliştirilemedi. Bazı yerleri saymazsak, yerel platformlar, o güne kadar oluşturulmuş olanlar dahi, devre dışı kaldı, işletilemedi. Demokratik Güçbirliği, kendi adaylarını büyük ölçüde merkezden kendisi belirleyerek seçimlere katıldı.
Demokratik Güçbirliği’nin oluşumu, elbette bir kazanım, işçi sınıfı ve emekçiler açısından, hükümet ve diğer sermaye partileri karşısında demokratik bir seçenekti. Ayrıca ilan edilen Güçbirliği deklarasyonu; Kürt sorununun demokratik çözümünden, ülkenin bağımsızlığı, demokratikleşmesi, özelleştirmelerin durdurulması, IMF ve emperyalizmin ülkeden kovulmasına kadar az-çok ülkenin ve halkın temel taleplerini içeriyordu.
Gazete, gelişimini kısaca özetlediğimiz Demokratik Güçbirliği platformunun çalışmada ve seçimlerde başarılı olabilmesi için önemli bir görev üstlendi ve bunu layıkıyla yerine getirdi diyebiliriz.
Gazete, sadece ülkenin tüm il, ilçe ve beldelerinde sürdürülen seçim çalışmalarını, Demokratik Güçbirliği’nin toplantı, miting, gösteri vb. faaliyet ve etkinliklerini izleyerek haberlerini yapmak, Güçbirliği partilerinin, genel başkanlarının açıklamalarını, miting konuşmalarını vermek, adayları ve platformu tanıtma ve yayma amaçlı röportajlar yapmakla kalmadı.
Tüm bunların yapılması elbette zorunluydu, bunlar, tüm ülkede sürdürülmekte olan parti çalışmasının, yerel alanlarda sürdürülen çalışmanın, partinin seçim taktiği ve Güçbirliği platformu üzerinde birleştirilebilmesi için gerekliydi. Her bir yerel alanda sürdürülmekte olan çalışmanın, bu çalışmayı yürüten parti örgütleri ve militanlarının, tüm ülkedeki çalışmanın haberlerini ve bilgisini edinerek çalışmaya bağlanması, daha olumlu ve ileri olandan öğrenerek, kendi çalışmasına sarılması ve ilerletmesi için mutlaka gerekliydi.
Gazete, bunların yanı sıra, çalışma içindeki parti örgütleri ve üyelerine, her günkü çalışmalarında; işyeri, fabrika, semt, okul ve tüm birim ve alanlarda yürüttükleri çalışmalarda, bu birimlerde yapacakları kitle toplantılarında kullanabilecekleri somut, günlük ve canlı bir teşhir, ajitasyon ve propaganda malzeme ve olanakları sundu.
Yapılacak olan, sadece bir yerel seçim değildi, içinde bulunulan iç ve dış koşullar; onu, yalnızca bir yerel seçim olmaktan çıkarıyor, IMF ve uluslararası tekellerin yönlendiriciliğindeki ekonomik politikaların, her şeyin piyasaya açılması ve tüm kamu sektörünün yok pahasına satılmasının; ülkenin her şeyiyle Amerikan emperyalizminin bölge ve dünya egemenliği plan ve projelerine bağlanması ya da bunların önlenebilmesinin oylanacağı bir süreç haline getiriyordu. Dolayısıyla, bu süreçte yürütülecek çalışma da; işçisi, emekçisi, Kürdü ve Türkü ile tüm halk güçlerini kapsamalı, buna uygun bir içerik ve platformda ve buna uygun bir tarz ve üslup ile yürütülmeliydi.
Seçimlerde iki program çatışacak ve yarışacaktı, burjuva düzen partilerinin, belediyeleri birer rant alanı olarak gören, tüm belediye hizmetlerinin piyasaya çıkarıldığı, tüm hizmetleri alınır-satılır mallar haline getiren, getirecek olan belediyecilik program ve anlayışı ile; Demokratik Güçbirliği’nin halkçı demokratik yerel yönetim programı ve anlayışı…
Kamu yönetimi temel kanunu, bu süreçte hükümetin gündeme aldığı tüm kamu emekçilerine ve tüm halka yönelik bir saldırı, hizmetlerin piyasalaştırılması yolunda önemli adım olma özelliği taşıyordu…
Yüzyılın Amerikancısı Erdoğan ve hükümetin, ABD’nin Ortadoğu’ya yönelik projelerine (BOP), köprü olma istek ve çabası, bu yolda varılan ön anlaşmalar.. Amerikan emperyalizminin, Irak işgaline ortak edemediği Türkiye’yi, tüm Ortadoğu’nun “ıslah” edilmesine ortak etme, İsrail’in yanında, tüm Ortadoğu halklarına düşmanlaştırma plan ve çabaları.. Otuz yıldır çözümsüzlükte direnilen Kıbrıs sorununun, ada halklarının istek ve iradesi hiçe sayılarak, Amerikan çıkarları doğrultusunda “çözümü” için girilen angajmanlar…
TÜPRAŞ’ın haraç mezat ve şaibeli bir konsorsiyuma satışı, ülkenin uluslararası tekellerin at oynattığı, yağmaladığı, çalıp çırptıkları bir alan haline getirilmesi için davetiyeler çıkarılması, yapılan toplantılarda tekellere her türlü olanağın, kaynakların vb. peşkeş çekilmesi…
Bunların yanı sıra bütün sermaye partilerinin, seçimlere yönelik demagoji, rüşvet, yalan ve boş vaatlerinin teşhir edilmesi ve yüzlerinin açığa çıkarılması ihtiyacı.
Hükümet ve AKP’nin, halkı hizmet vermemekle tehdit ederek oy toplama çabaları…
Medya tekellerinin şimdiye kadar görülmemiş düzeyde hükümet ve AKP’nin arkasında mevzilenmesi ve desteği.. Buna bağlı olarak, “% 57 oy alarak DP’nin rekorunu kıracak” şiarıyla estirdiği anket terörü…
Bu koşullarda yerel seçimler yapıldı; sonuçları ve süreç sınıfın partisince olumlu, eksik ve yetersiz yanlarıyla değerlendirildi; gerek Demokratik Güçbirliği olarak yürütülen çalışma gerekse parti çalışmasından sonuçlar çıkarılarak, gelecek döneme ve çalışmaya ilişkin görevler belirlendi. Bunlara ek olarak, şu söylenmelidir: Yerel seçim çalışmalarında işçi gazetesinden ne kadar yararlanılabildi, gazete günlük çalışmanın temel bir aracı olarak ne kadar kullanılabildi? Gazetenin, işyerlerinde, fabrikalarda, okullarda ve semtlerde yaygın dağıtılan ve okunan bir gazete olması yolunda atılan adımlar tartışılabilir, ama, onun, yerel seçim çalışmalarına katkıları, parti örgütlerine ve parti örgütçüsü ve militanlarına sunduğu olanakların tartışılır yanı yoktur.

*
İşçi hareketinin, sınıfın birliği ve mücadelesinin, sendikal hareketin mücadeleci gelişiminin organı olarak işçi gazetesi; işçi sınıfının uluslararası birlik, dayanışma ve mücadele günü 1 MAYIS’a gelinen süreçte de, 1 Mayıs’ın, küçük burjuva liberal parti ve “sol” gruplar ve sendikaların yöneticileri tarafından sorumsuzca, işçi hareketinin çok gerisinde kalmış bir “meydan”/“alan” tartışması üzerinden bölünmesine karşı; işçi sınıfının ve emekçilerin birliğinin, sendika, konfederasyon farkı gözetmeksizin birlikte mücadelesinin savunucusu oldu. Türk-İş yönetiminin sağcılığı ileri sürülerek, Türk-İş’in (bir işçi örgütü olduğuna göre, doğal ki, üyesi işçilerin de) uzlaşmacı, sınıf işbirlikçisi vb. olarak suçlanması ve onlarla kopuşulmasına karşı, konfederasyon yönetimlerinin uzlaşmacı, sınıf işbirlikçisi tutum ve çizgileri nedeniyle, işçilerin ve emek hareketinin, özelde 1 Mayıs’ın bölünmesine karşı, sınıfın ve hareketin birliği tutumuyla hareket etti. 1 Mayıs’a fabrika ve işyerlerinden, organize sanayi sitelerinden,okullardan ve semtlerden, 1 Mayıs komiteleri üzerinden örgütlenerek, örgütlü  ve kitlesel katılmanın çağrısını yaptı.

*
Amerikan emperyalizminin dünya egemenliği stratejisinin bir ayağı olan BOP (büyük Ortadoğu projesi), bu projede Türkiye’ye biçilen rol ve bu projenin ele alınacağı İstanbul NATO zirvesi, ülkemizde işçi ve emekçilerin, gençliğin önemli bir gündemini oluşturuyor. Aylar öncesinden oluşan NATO ve Bush karşıtı platformlar, özellikle 6 Mayıs Deniz’leri anma eylemlerinden başlayarak, emekçilerin ve gençliğin gündemine ağırlıklı olarak ve eylemlerle girdi.
Gazete, BOP nedir-ne değildir, Amerikan emperyalizmi bu projeyle neyi amaçlıyor sorularının yanıtları üzerinde durdu. ABD’nin bu projesinde Türkiye’nin yeri nedir? NATO, kuruluşu ve amaçları, dünü ve bugünü, Ortadoğu’nun monarşik, dine dayalı yönetimlerine, “Ilımlı İslam” ve “demokratik” model ülke olarak Türkiye’ye bölge halkları karşısında ne rol biçiliyor? Gazete, aydınlatma görevini üstlendi.
BOP ve NATO’nun bölgeye, Müslüman halklara ve bunun içinde ülkemize ilişkin işlevi ve anlamını, bu proje ve planların uygulanması ve bölge ülkelerine kabul ettirilmesi çabalarını, ülkemizde gerek “Ilımlı İslami” misyoner gerici dinci çevreleri, gerekse de “Ortadoğu’ya demokrasi”, “Ortadoğu’nun parlayan yıldızı ve demokratik model ülke Türkiye” gibi kendinden geçme havasında girilen işbirliği ve Amerikan destekçiliğini tüm yönleri ve bağlantıları ile konu etti, işledi.

*
Bilindiği gibi, parti çalışması, işyeri, fabrika, okul, semt, mahalle birimlerinde yürütülen günlük bir çalışmadır. Parti örgütleri ve parti militanları, günlük çalışma içerisinde, aydınlatma ve örgütleme çalışması yürütürler, ve günlük işçi gazetesi, bu çalışmanın en temel ve önemli aracıdır. Gazete, aydınlatıcı ve örgütleyici bir araç olmasının yanında, görevli partililer ve gençlerin yürüttükleri çalışmanın; kaba, soyut ve slogancı bir propaganda ve teşhir değil, somut, canlı, içerik olarak zengin, diğer olay ve gelişmelerle bağlantı içinde bir çalışma olabilmesinin de başlıca aracıdır.
Gerek seçim çalışmaları, gerek 1 Mayıs, gerekse de NATO zirvesi üzerinden yürütülen anti-emperyalist içerikli çalışmalarda izleyip gördüğümüz gibi, gazetenin çalışma içinde temel bir araç olarak kullanılıp ondan yararlanıldığı birimlerde*, çalışmanın tüm yönleriyle, hem kitle ilişkileri ve bu ilişkilerin parti çevresinde bir araya getirilmeleri ve çalışmaya katılmaları, hem de çalışmaların ve çalışma yürütülen alandaki işçi ve emekçilerin yaşam ve mücadelelerinin gazeteye yansıtılması açısından daha ileri bir  gelişme düzeyi yakalanabilmiştir.
Kıraç, Çiğli, Adana ve Tuzla gibi alanlarda, sınıfın partisinin örgütlerinin yürüttüğü çalışma, işçi ve emekçiler ve gençlik içinde kurulan ilişkiler, yüzlerce işçi, emekçi ve gencin katılımıyla yapılan toplantılar ve yine yüzlerce işçi, emekçi ve gencin yürütülen çalışmaya çeşitli biçimlerde katılımı ve bu alanlarda gazetenin dağıtımının belirgin bir artışı –tüm bunlar, gazetenin, çalışmada yönlendirici ve geliştirici katkıları ve gazetenin günlük çalışmada bir araç olarak kullanılması açısından öğrenmek, uygulanmak ve ilerletilmek gereken olumlu çalışma örnekleridir.
Ancak, yine aynı dönemlerde ve bugün de çalışmanın yerinde saydığı, gazeteyi el ucuyla tutan ve bir yük gibi gören, gazeteyi çalışmada temel bir araç olarak kullanmayı çalışmanın temeli ve önemli bir bölümü olarak görmediği gibi, bunu, çalışmanın diğer yönlerini “aksatan” bir işmiş gibi ele alan yaklaşımların varlığını sürdürdüğü birimlerin varlığı da bir gerçektir. İleri ve olumlu olandan öğrenerek, gerilik ve olumsuzlukların üstüne gitmek, ileri ve olumlu olanı, tüm parti örgütleri ve tüm parti çalışmasına egemen kılmak da, işçi partisi ve onun örgütlerinin bir sorumluluğudur
Gazetenin günlük çalışma içinde, parti örgütüne ve partililere, çalışmanın hem nitelik hem de nicelik açıdan  zenginleşmesinde ve gelişip güçlenmesinde katkı ve faydalarını örneklemeye çalıştık. Parti örgütleri ve parti görevlileri, kendi çalışmalarını, eleştirel bir bakışla irdelediklerinde, gazetenin, bilgi birikimlerini, propaganda ve ajitasyon becerilerini geliştirmede parti örgütleri ve tüm parti çalışanlarına katkılarının daha yakın örneklerini görebilecekler ve çalışmanın bütün alanlarında gazeteden daha iyi ve daha ileriden yaralanmayı öğrenecek ve bunu başarabileceklerdir.
Günlük işçi gazetesinin parti çalışmasındaki yeri ve öneminin anlaşılması ve buna uygun ele alış açısından, düne göre daha ileride olunduğu doğrudur. Ancak gelinen yerin, atılan olumlu adımların yeterli olmadığı da doğrudur. Bu, hem gazetenin işçi ve emekçiler arasında, özellikle de işyerleri ve fabrikalardaki (elbette uygun biçim ve yöntemlerle) dağıtımı, hem gazete etrafında işçi, emekçi ve gençlerin bir araya getirilmesi, yapabilecekleri bir parti işi üzerinde örgütlenmeleri (ve eğitimleri), hem de gazeteye yazarak, gazete okuru her işçiyi yazmaya teşvik ederek katılma ve kullanma açısından böyledir.
Ve gazeteyi çalışmada daha ileri bir mevziye taşımak, ilerletmek için yeni ve güçlü bir hamle yapma ihtiyacı apaçık ortadadır. Sorun, doğru bir bakış açısı (gazetenin daha yaygın dağıtımından, gazeteye, işçiler ve emekçiler arasından ve onların yaşamının tüm yönlerini yansıtmaya çalışan haber, yazı, araştırma yazıları, röportajlarla yazarak katılmaya, gazete ulaştırılan işçi ve emekçileri bir araya getirme ve bir parti işi çevresinde örgütlemeye kadar) ile ele alınıp, sınıfın partisi ve parti gençliğinin gücü ve enerjisi seferber edildiğinde, daha ileri hamleleri başarıyla gerçekleştirebilmenin önünde hiçbir engel yoktur.

İşçi sınıfının devrimci partisi; görevlerimiz, sorumluluklarımız

Parti, işçi hareketiyle sosyalizmin bileşimidir diye de tarif edilir. Bu, bir yandan, parti, işçi sınıfının, hareketin öne çıkarıp geliştirdiği, ileri ve mücadeleci işçileri kapsamalı ve örgütlemeli anlamına gelirken, aynı zamanda, partinin, işçi sınıfı kitlesi ile sağlam ve güçlü bağlara sahip olması, tüm varlığı ile işçi sınıfına bağlı ve onun ayrılmaz bir parçası olması anlamına gelir. İşçi sınıfı partisi için, sınıfın mücadeleci ve ileri unsurlarını partide örgütleme ve işçi sınıfının ana gövdesiyle sıkı ve güçlü bağlara sahip olması gereği, her dönemin temel görevi ve sorumluluğudur. Ve işçi sınıfı ile parti arasındaki bu bağ ve ilişki sürekli geliştirilmek ve güçlendirilmek durumunda ve zorunluluğundadır. Bu olmaksızın, parti üstlendiği görev ve sorumlulukları yerine getiremez, işçi sınıfına her günkü mücadelede ve sosyalizm için mücadelesinde öncülük edemez.
Parti işçi sınıfı içinde yürüttüğü çalışmada, işçi hareketinde önemli yer tutan büyük fabrika ve işletmelerde yürüttüğü çalışmaya temel bir önem ve değer verir. Çünkü hareketin her döneminde büyük fabrikalar, işçilerinin mücadele tutumu, işçi kitlelerinin tutumu ve mücadeleye çekilmeleri açısından büyük önem taşır ve işçi kitlelerinin gözü ve kulağı da buralarda ortaya çıkacak ileri tutumda ve mücadelededir.
O zaman sınıfın partisinin, ülkenin sanayi merkezlerinde, büyük fabrika ve işletmelerde yürüttüğü çalışmayı sürekli olarak irdelemeli, gerek kadro görevlendirme gerekse de yürütülen çalışma ve çalışmanın ilerletilmesi ve geliştirilmesinin sorunlarına ilgi açısından gündemimizde tutmalı ve izlemeliyiz.
Sınıfın partisi, dünden bugüne, büyük fabrika ve işletmelerde parti çalışmasının yürütülmesine ve geliştirilmesine önem verdi ve parti kadrolarını buna uygun olarak mevzilendirmeye, parti yönetici organları da, buralardaki çalışmaya yakın olmaya çalıştı. Ancak, partinin büyük işletme ve fabrikalardaki çalışmasına ve hatta genel olarak fabrika çalışmasına baktığımızda, eleştiriye ve yenilenmeye muhtaç durumda olduğu görülecektir.

BÜYÜK FABRİKA VE İŞLETMELERDE ÇALIŞMANIN ÖNEMİ
Anlaşılır ve bilinir bir durumdur ki; işçi sınıfı içinde çalışma, özel olarak da büyük fabrikalar ve organize sanayi bölgelerinde yürütülen çalışma ve bu çalışmanın ilerlemesi ve gelişme kaydetmesi, bu fabrikalarda örgütler kurmak; sabırlı ve sebatkar bir çalışmayı gerektirir. Güçlü fabrika örgütleri kurmak zaman alabilecek, bazen partinin kendisine dair acemilikler ve tedbirsizliklerinden, bazen de parti dışından kaynaklanan nedenlerle, sorunlar ve gerilemeler, hatta tasfiyeler yaşanabilecektir. Ancak bunların hiçbirisi, bu fabrika ve işletmelerde yürütülen çalışmanın tavsamasını, ilgi ve yoğunlaşmada gevşeklikleri, hatta zaman zaman belli başlı fabrika ve işletmelerdeki çalışmanın tümüyle parti gündeminden çıkmasını ve çalışmada kendiliğinden ve kolaycı bir eğilim ve tutumun egemen olmasını açıklayabilecek nedenler değildir.
Büyük fabrika ve işletmelerdeki parti çalışması, işçi hareketinde bir canlanma ve yükselişin yaşandığı dönemlerde sürdürülen ve yaygınlaştırılan ajitasyon faaliyeti ile sınırlı olamaz.Toplu sözleşme, grev ya da sendika kongresi süreçlerinde canlanan ve nispeten genişleyen bir çalışmayla da fabrika ve işyerlerinde örgütlü bir güç olunamaz. Sınıf partisinin çalışma yürüttüğü, yoğunlaştığı fabrika ve işyerleri, sadece parti üyelerinin olduğu ya da bazı parti militanlarının işe girdiği veya gireceği fabrikalar olamaz. Esasen, temel sanayi dallarıyla ilgili oluşu, hareket içindeki yeri, işçi sayısı vb. açıdan büyüklüğü ve taşıdığı önem üzerinden belirlenmiş fabrika ve işyerlerinde yoğunlaşılmalı, çalışma sürdürülmelidir. Bu yapıldığı ve gereğine uygun çalışma sürdürüldüğünde, bu fabrika ve işyerlerinde de, birçok işçi parti üyesi olacaktır. Bir dönem önce çalışma yürütme ve yoğunlaşmanın görev olarak belirlendiği büyük, ve büyük olduğu kadar, işçi hareketinde bir geçmişe sahip olan fabrikalardan şu veya bu nedenle uzaklaşıp, önemsiz değilse de, öncelikli olmayan, ama belirli bir parti çevresinin olduğu işyeri ve atölyelere yönelme ve buralarda çalışma yürütme kolaycılığı kabul edilemez olmalıdır.
Çoğunlukla yaşanan; fabrika ve işyerlerindeki çalışmanın dar ilişkiler çevresinde sürdürülüyor olması, görevli ve sorumlu kılınmış parti kadro ve üyelerinin, fabrikadaki parti üyeleri ve ilişkileri etrafında bir çalışma içinde olmalarıdır. Birçok durumda, fabrikadaki üyeler ve ilişkiler, fabrikanın bütününe, bütün işçi kitlesine açılmak ve geniş ve yaygın bir çalışma yürütmek için iyi bir başlangıç olması gerekirken; içinde ve etrafında dolanılıp durulan bir çevre olarak kalıyor. Diğer yandan, yine birçok durumda, fabrikadaki çalışmanın gelişmesi ve güçlenmesi, yalnızca oradaki parti çevresi ve üyelerinin yapabildikleri ve yürütebildikleri çalışmaya bağlı oluyor. Yani, çalışmanın gelişip güçlenmesi, çalışmanın ve örgütlenmenin sorumluluğu; çalışmada deney, tecrübe ve birikim düzeyi açısından daha yeni ve geliştirilme ihtiyacında olan üyelerin sırtına yıkılıyor.
Hareketin durgunluk ve geri çekilme dönemlerinde de parti çalışmasının, durgunluk ve geri çekilmenin dağılmaya ve umutsuzluğa yol açmasını önleme ve bir dönem sonraya hazırlanma içeriğiyle sürdürülmesi temel önemdedir. Ki; böylesi dönemlerde, ileri ve mücadeleci işçilerin ve işçi kitlesinin, partinin ve parti çalışmasının yardım ve desteğine daha çok ihtiyacı olacaktır.
Yani, hareketin her döneminde, içinde bulunulan sürecin özelliklerine uygun içerik ve biçimler altında, ama mutlaka sürekli ve sistemli bir parti çalışması. Gerek sınıfın partisinin, gerek üye ve kadrolarının deney, tecrübe ve birikimleri, gerekse de potansiyel olarak böyle bir çalışma olanaklı mıdır? Evet, hem de düne göre, artan ölçüde olanaklıdır.
Ancak, olanaklı olanın örgüt çalışmasında hayata geçirilebilmesi için, parti çalışmasının değerlendirilmesinden çıkarılan sonuçlara ve derslere, işçi hareketinden ve sınıftan öğrenilenlere uygun adımlar atmalı ve bunlar üzerinden ilerlenmelidir.
Öncelikle, şekli görevlendirmelerden kaçınmak ve en gelişkin ve yetenekli üye ve kadroları büyük fabrika ve işyerlerindeki çalışmada görevlendirmek ve sorumlu kılmak gereklidir. Görevli ve sorumlu kadrolar, tüm yaşam ve ilişkilerini bu fabrikadaki çalışmanın örgütlenip yürütülmesinin ihtiyaçlarına göre düzenlemeli, fabrika işçileri arasına girmeli ve onlar arasında yaşamalıdır. Bunun  için fabrika ve işyerlerinde varolan parti ilişkileri ve üyeleri, parti çalışmasında, başlangıç için bir olanak olmalıdır. Çalışmanın, belli aralıklarla toplantı ve görüşmeler yapma yoluyla sürdürülemeyeceği ya da böyle bir çalışmanın, çalışmayı geliştiren gerçek bir parti çalışması olamayacağı gün gibi ortadadır. Görevli kadrolar, gerçek anlamda işçilerin çalışma ve yaşam ortamlarında bulunmayı ve buralarda, işçiler arasında  yaşamayı becermelidir. Güçlü fabrika örgütlerine sahip olabilmenin yolu, parti kadrolarının kendilerini işçiler arasına atması ve günlük çalışmayı buralarda sürdürmesinden geçmektedir.

PROFESYONEL ÇALIŞMA
Fabrika çalışmasıyla yakından ve doğrudan bağlantılı bir sorun olarak, profesyonel çalışma ve profesyonelliğin kavranışı sorunları da ciddiyetle ele alınmalıdır. İşçi sınıfı partisi, işçi sınıfının kurtuluşu için mücadelede sorumluluklarını yerine getirebilmek için, profesyonelce bir çalışma ve örgütlenme içinde olmak, giderek artan sayıda, nitelikli ve gelişkin profesyonel kadrolar edinmek durumundadır. Profesyonellik; partice görevlendirilen alanda (ki bu alan, fabrika ya da parti çalışmasının bir başka alanı veya birimi olabilir), çalışmayı, bu alan ya da birimdeki işçi ve emekçi kitleler ya da gençlik kitleleri arasına girip sorumlulukla yürütmek ve alandaki  işçi, emekçi ve gençleri örgütlemektir. Partinin belirlediği ve çalışmada profesyonel olarak görevlendirilen kadrolar, işçi sınıfa ve halka bağlı en ileri, en gelişkin ve yetenekli, en fedakar parti üyeleri olmalıdır. Bir parti üyesinin profesyonel olarak görevlendirilmesi, parti üyesine verilmiş bir mevki ya da kariyer değil, görevli olduğu alandaki çalışmanın ilerletilmesi, geliştirilmesi ve örgütleme görevi ve sorumluluğu almasıdır. Profesyonel görevli kadrodan istenen ve beklenen, görevli olduğu alanda çalışmayı; tam bir sorumluluk, cesaret ve fedakarlıkla, sorunlar karşısında engel tanımaz bir tutumla, görevlerini başarma iddiası ve tutkusuyla, tüm yetenek ve çalışkanlığıyla yürütmesi ve örgütlemesi, çalışmada daha etkin ve verimli olabilmek için kendini teorik, politik, her açıdan sürekli olarak geliştirmesidir. Profesyonel parti üyelerinin çalışma alanları, parti büroları değil, işçi ve emekçilerin çalışma ve yaşam alanlarıdır. Ve profesyonel parti kadroları, buralarda diğer parti üyeleri ve gençleri de çalışmanın yürütülmesi ve geliştirilmesi için örgütlemeli ve seferber edebilmelidir. İşçiler arasında yaygın gazete dağıtımından, propaganda ve ajitasyon materyallerinin dağıtımına, işçiler ve emekçileri gazete etrafında bir araya getirme ve örgütleme, işçi ve emekçi yaşamının tüm yönlerinin gazeteye yansımasını sağlama, gazeteye yazma, işçi sınıfı mücadelesinin çeşitli yönleri, ülkenin ve dünyanın politik meseleleri üzerine toplantılar düzenleme ve bu toplantılara partili ve halkçı aydınların katılımını sağlama, işçi, emekçi ve gençlerin parti üyeleri olarak gelişmelerini ve pratik çalışmaya daha geniş bir ufukla katılmalarını sağlayacak olan eğitimlerinin yapılması ve örgütlenmesini de içerecek bir çalışma; ancak, hayatını ve parti çalışmasını, görevli olduğu alanın işçi ve emekçileri arasında kurarak sürdürülebilir.
Az çok böyle bir çalışmaya yönelip çalışma birkaç ay sürdürüldüğünde, ilgili fabrika ve çalışma alanlarında sağlanan gelişmeler ve az sayıda da olsa elde edilen olumlu örnekler, parti profesyonel kadroları ve üyelerinin bu çalışmayı daha ileriden ve daha gelişkin olarak yürütüp örgütleyebileceklerinin göstergeleridir. Bu örnekler çalışmanın tüm alanlarına yayılabilir, yayılmalıdır.
İşçi sınıfı ve halka güven ve bağlılık, fedakarlık, işçi ve emekçilerden öğrenme tutumu, cesaretle işe sarılma ve çalışkanlık, sınıfa ve halka adanmışlık, yoldaşlarıyla dayanışma ve paylaşma; başta profesyonel parti görevlileri olmak üzere, tüm parti üyeleri için sarılmak ve kişisel özellikleri olarak geliştirilmek gereken parti değerleridir. Ama bu değerlerin hiçbiri soyut ve uhrevi şeyler değil, aksine görevli olunan alan ya da birimde yürütülen/yürütülecek her günkü çalışma içinde somutlanan ve ancak bu çalışma içinde geliştirilebilen/geliştirilebilecek değerlerdir.
Lenin’in Babuşkin üzerine söyledikleri; profesyonel bir parti kadrosunun çalışması hakkında başka söze gerek bırakmıyor:
“İvan Vasilyeviç’in adı yalnızca sosyal-demokratlara yakın ve aziz değildir. Onu bilenlerin hepsi, çalışkanlığı, gevezelikten kaçınışı, derin ve güçlü devrimci ruhu ve davaya ateşli bağlılığı için sever ve sayardı. Bir St. Petersburg işçisi olarak 1885’te, diğer sınıf bilinçli işçilerin bir kümesiyle birlikte çevreler kurarak, kitaplıklar örgütleyerek ve kendi her zaman çok sıkı inceleyerek… Aleksandrof fabrikalarının ve cam fabrikalarının işçileri arasında çok etkindi.
“…İvan Vasilyeviç özgürken, Iskra hiçbir zaman gerçek işçi yazışmalarından eksik kalmadı… İvan Vasilyeviç, Iskra’nın en çalışkan muhabiri ve ateşli destekçisiydi.”
“(1905’de sürgünden dönerken)… Babuşkin Rusya’ ya doğru yola çıktı. Ama Sibirya da mücadeleyle kaynıyordu ve Babuşkin gibi adamlara orada da ihtiyaç vardı, baş aşağı çalışmanın içine daldı, … sosyal-demokrat ajitasyon yürütmesi ve bir ayaklanma örgütlemesi gerekiyordu….”
Babuşkin gibi kişiler,  “… bir ya da iki yıl değil, devrimden önce tam on yıl kendilerini işçi sınıfının kurtuluşu için mücadeleye tam yürekten adayan kişilerdir. Bunlar enerjilerini bireylerin boş terörcü eylemlerinde israf etmeyen, proleter kitleleri arasında, onların bilincini, onların örgütlenmesini ve onların girişkenliğini geliştirmeye yardım ederek, sebatlıca ve şaşmadan çalışan kişilerdir…”
“Böylesi  adamlar olmadan Rus halkı ebediyen köleler ve yarı köleler halkı olarak kalır. Böylesi adamlarla Rus halkı tüm sömürüden tam kurtuluşunu sağlayacaktır.” Nihayetinde, öngörü gerçekleşmiş ve Rus halkı, böylesi devrimci militanların cesur ve adanmış çalışmaları sayesinde “tüm sömürüden tam kurtuluşunu” kazanmıştır.
Ülkemiz işçi hareketi ve mücadelesinin, sınıf partisinin çalışması ve örgütlenmesinin ilerlemesi ve güçlenmesinin yolunun da; başta profesyonel parti kadroları olmak üzere, tüm parti militanlarının böylesi bir çalışmaya ilerletilmesinden geçtiği açık değil midir?

PARTİ DİSİPLİNİNE TAM BAĞLILIK
Parti; ideolojik ve politik birlik, aynı zamanda bir irade ve eylem birliğidir. Bu, partinin alt organlarının üst organların kararlarına, bütün parti örgüt ve organlarının ve bütün parti üyelerinin de merkez organların karar ve direktiflerine uyması demektir. Sınıf partisinin birliği ve disiplini; bilinçli ve gönüllü bir disiplindir ve tartışmayı ve eleştiriyi dışlamaz. Tersine, her parti üyesinin düşünce, eleştiri ve önerilerini, üyesi olduğu parti organında ve katıldığı parti kurullarında dile getirmesini ve tartışmasını gerektirir. Ancak, parti organlarında, gündemdeki konu ve sorunlar yeterince tartışılıp bir sonuca ve karara varıldığında, bu karar; parti organının kararı, tüm parti üyelerinin kararıdır ve bunun gerektirdiği işler ve görevler, başta profesyonel parti görevli ve sorumluları olmak üzere, tüm parti üyelerince irade ve eylem birliği içinde yerine getirilir, hayata geçirilir.
İşçi sınıfının partisinde, gerek parti kurullarında alınmış kararların, gerekse de merkez yönetici organların karar ve direktiflerinin benimsenmesi ve uygulanmasında ortaya çıkan gevşek ve disiplinsizce tutumlar, eleştiriye muhtaç ve sınıfa ve partiye yabancı tutumlardır. Sınıfın partisi, parti kararlarına isteyenin uyduğu, istemeyenin uymadığı, isteyenin istediği kadar uyduğu ve uyguladığı “parti olmayan parti” ya da bir küçük burjuvalar partisi değil, işçi sınıfının demirden disipline sahip devrimci partisidir. Ve sınıf partisinde şu karara uyarım, buna uymam tutumuna izin verilemez. Sorunlar tartışılıp bir karar ortaya çıktığında, önemli ve belirleyici olan; kararın tek tek kişilerin düşüncelerine uyup uymadığı değil, tüm parti organları ve parti üyelerinin, bu kararları kendi çalışma alanı ve biriminde en ileriden hayata geçirme çabasıdır.
Parti, ancak, bu gönüllü ve bilinçli birlik ve disiplin sayesinde ve ondan aldığı güçle, işçi sınıfı ve emekçilerin kurtuluşu için mücadeleyi yönetebilir ve yönlendirebilir. Bu disiplin, irade ve eylem birliği olmadan, sınıfın ve mücadelenin partisi olunamaz ve parti, işçi sınıfının kurtuluşu için mücadelesinde hiçbir görev ve sorumluluğunu yerine getiremez.

GAZETE MERKEZLİ BİR PARTİ ÇALIŞMASI
Günlük işçi gazetesinin, belli gelişmelere rağmen, hâlâ günlük parti çalışmasının politik temeli ve çalışmanın temel aracı haline getirilemediği bir gerçektir. Bu, yalnızca gazetenin işçi ve emekçiler arasında yaygın dağıtımı ve işçilerin örgütlenmesinde etkin bir araç haline getirilmesi açısından değil, esas olarak da, parti örgüt ve üyelerinin, gazeteyi, günlük çalışmanın temel aracı olarak ele alışı, gazeteye yazması ve kullanması bakımından da böyledir.
Kampanya dönemleri dışta tutulursa, günlük gazetenin fabrika ve işyerlerinde, işçi ve emekçi semtlerinde günlük dağıtımı çok yetersizdir. Ve gazetenin yaygın dağıtımı, esas olarak, hafta sonu satışlarıyla sınırlıdır. Hafta sonu satışları, elbette gerekli ve iyi, ancak, hem gazetenin yaygın dağıtımını, hem işçi ve emekçileri bir araya getirme ve örgütlemenin aracı olarak kullanımını sınırlayıcı ve yetersiz olduğu açıktır.
Öte yandan, profesyonel parti görevlileri ve ileri parti üyelerinin, çalışma yürüttükleri alandan, birimden, işçi ve emekçiler arasından gazeteye yazması ve hele bunun bir süreklilik kazanması, yok denecek kadar azdır. Yönetici, profesyonel ve ileri parti üyeleri, gazeteye yazmayı kendi işi saymaz bir tutum içindeler. Şükür ki, işçiler ve bazı işçi parti üyeleri, kendi fabrika ve işyerlerinden haberler yazmayı sürdürüyorlar.
Özellikle profesyonel, ileri ve sorumlu parti üyelerinin gazeteye yazmamaları, anlaşılabilir bir durum değildir. Sınıf partisinin görevli ve sorumluları, kendi alanındaki gelişmeler için dahi gazeteden muhabir çağırıyor, ve eğer muhabir gelememişse, o haber yapılmayabiliyor. Yine gazeteye yazmamada; çalışmaya katılım ve sorumlu olduğu alanda, işçi ve emekçiler arasında yaşama ve işçi kümeleri arasına girmedeki gerilik ve yetersizliğin etken olabileceği ve olduğu da bir gerçektir. Gazeteye yazmayı, haber ve röportajlar yapmayı yalnızca gazetenin yazar ve muhabirlerine bırakmanın, işçi ve halk gazetesi söz konusu olduğunda, bir yanılgı olduğu açıktır. Günlük işçi gazetesi, ancak, işçi ve emekçiler arasında günlük parti çalışması yürüten yüzlerce ve binlerce partili ve çok daha fazla sayıda işçi ve emekçinin, işçi ve halk yaşamının tüm yönlerini içeren haber, yazı ve röportajlarıyla zenginleştirilebildiğinde, çok daha canlı ve etkili bir propaganda, teşhir, ajitasyon ve örgütleme aracı olacaktır.
Gazetenin yaygın dağıtımı sorununun, esas olarak, fabrika, işyeri, işçi-emekçi semtleri, okullar ve diğer birimlerdeki günlük ve düzenli dağıtımı üzerinden çözülebileceği bilinen bir gerçektir. Böylesi günlük ve yaygın bir dağıtımın neden gerçekleştirilemediği, örgütsel ve kişisel tüm nedenleriyle ele alınıp çözülmek ve ilerlenmek durumundadır, bu zorunludur. Hafta sonu satışları, tüm birimlerde günlük bir dağıtımın yapıldığı koşullarda, çok daha anlamlı olacaktır.
Başta profesyonel ve ileri parti üyeleri olmak üzere, tüm parti üyeleri, gazeteye, işçi ve emekçiler arasından ve düzenli olarak yazmanın; görevli ve sorumlu olduğu alandaki çalışmanın bir parçası, bir yönü, ve aynı zamanda, kendi çalışmasına başka hiçbir aracın yapamayacağı bir katkı ve destek olduğu bilinciyle, gazeteye yazmayı kendine iş ve görev saymalıdır. Yazmaya başlayıp sürdürdükçe, kendi çalışma alanı ve birimi hakkında daha çok bilgiye, daha çok işçi ve emekçi ilişkisine ve dolayısıyla çalışmanın geliştirilmesi olanağına sahip olacağı bugünden görülebilir.
Yaşam ve mücadelenin sorunları sınıfın partisinin önüne her gün yeni görevler ve sorumluluklar koymaktadır. Bir yanıyla da, dünün sorunları, gelişmelere bağlı olarak, daha açık seçik ve bir o kadar da çözümü ertelenemez ve üstünden atlanamaz bir biçimde ortaya çıkıyor. Aynı zamanda, sorunları çözmenin ve parti çalışmasını ilerletip güçlendirmenin olanakları da, aranıp bulunabilir oluyor.
Hem parti hem de parti çalışması, sorunlara ve sıkıntılara rağmen gelişiyor. Sorunlar çözülerek ilerlenecek ve ancak böylece, parti, işçi sınıfının kurtuluş mücadelesinde, görevlerini daha ileriden ve daha güçlü bir biçimde yerine getirecektir.

Filistin halkına özgürlük ve barışın yolu

Sekiz Şubat’ta Mısır’ın Şarm el Şeyh beldesinde Mısır, Ürdün ve ABD’nin de temsil edildiği “barış zirvesi”nde biraraya gelen Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas ve İsrail Başbakanı Ariel Şaron, karşılıklı şiddetin sona erdirilmesi konusunda anlaştılar. Filistin Lideri Mahmud Abbas, İsrail ve Filistinlilere karşı her türlü şiddetin durdurulacağı konusunda Şaron ile anlaştıklarını açıklarken, Şaron da, Filistin topraklarındaki askeri operasyonların durdurulacağını ilan etti.
İşgal altında ölümler, katliamlar, keyfi gözaltı ve hapis cezaları, ev ve kasaba hapisleri, seyahat kısıtlamaları, sokağa çıkma yasakları, ev yıkımları, okulların keyfi kapatılması, ekonomik abluka ve aşırı işsizlik koşullarında onlarca yıldır yaşamak durumunda kalan Filistin halkı için ne kadar süreceği, ve isstenen ya da beklenen amaca; kendi topraklarında bağımsız ve özgür bir yaşama varmaya hizmet edip edemeyeceği bir yana, ateşkesin ve barış ortamının anlamı ve önemi açıktır. Ve şimdiye kadar birçok kez olduğu gibi, barış yolunda en küçük adımlar dahi, Filistin halkınca sevinçle karşılanmış ve destek görmüştür.
Kaldı ki, Filistin halkı, barış içinde ama kendi topraklarında özgür ve bağımsız bir yaşam için, İsrail işgali ve saldırganlığına karşı en az elli yıldır kahramanca ve yılmadan mücadele etmiş ve hem Ortadoğu’nun hem de dünyanın barışı en fazla özlemiş ve hak etmiş halkıdır.
Şarm el Şeyh’te yapılan “barış zirvesi”ne nasıl ve hangi gelişmeler üzerinden gelindiğini anlayabilmek ve bu ateşkesin, son dört beş yıldır Filistin halkı üzerinde bizzat Şaron eliyle estirilen aşırı saldırganlık ve terör dalgası ve katliamlar sürecinden sonra adeta birden bire kotarılıvermesini kavrayabilmek için, kısa geçmişi  ve yaşananları gözden geçirmek zorunludur.

*
Filistin halkının elli yıllık bağımsız Filistin uğruna mücadelesinin kahraman lideri Yaser Arafat’ın, 2002 Nisan’ında başlayan ve üç yıl boyunca süren Ramallah’taki başkanlık konutunda İsrail askeri ablukası altında tutulması sırasında, bir yandan İsrail tarafından, Arafat’ın sürgüne gönderilmesi ve İsrail kabinesinde Arafat’ın öldürülebileceği gündeme getirildi. Öte yandan, Amerikan Başkanı Bush, Temmuz 2002’de, “Filistin devletinin İsrail ile müzakereler yoluyla kurulmasını, Filistin liderliğinin değişmesi şartıyla destekleyeceklerini” açıkladı. Arafat’ın ölümünün hemen ardından yapılan ilk açıklamalarında ise, Arafat’ ın ölümünü; Şaron, “Ortadoğu için tarihsel bir dönüm noktası”, Bush ise, “Filistin tarihi açısından önemli bir an” şeklinde değerlendirdiler.
Arafat’ın ölümü sonrasında Filistin’de yapılan geçici düzenlemelerle, Filistin halkı içinde “ılımlı” bir lider olarak  tanınan Mahmud Abbas FKÖ liderliğine getirildi. Mahmud Abbas, Nisan 2003’te, ABD’nin müzakerelere başlamanın şartı olarak öne sürdüğü “lider değişikliği” baskısının da bir sonucu olarak, Filistin Başbakanlığı’na atanmış, kısa süren başbakanlığı süresinde, İsrail ve ABD yönetimleriyle görüşmeler yapmıştı. Mahmud Abbas’ın Başbakanlığı dönemi, aynı zamanda, ABD’nin başını çektiği ABD-Rusya-AB-BM dörtlüsünün “Yol Haritası” adıyla yeni bir “barış planı”nı taraflara sunduğu bir süreçti, ve görüşmeler, bu plan üzerinden sürdürülmekteydi. Mahmud Abbas, hem sözü edilen süreçle ilgili uygulamaları konusunda Arafat’la anlaşmazlıkları hem de Filistinli örgütlerin (Hamas ve İslami Cihad) ateşkesine rağmen İsrail’in terör ve katliamalarına devam etmesinin de baskısıyla, başbakanlıktan istifa etmişti.
Filistin’de 9 Ocak 2005’te yapılan seçimlere, El Fetih adayı olarak katılan Mahmud Abbas, % 62 oyla Devlet Başkanı seçildi. ABD Başkanı Bush, ilk seçim sonuçlarının açıklanmasından hemen sonra, Mahmud Abbası kutlayarak, “Abbas’a İsrail ile barışı sağlama yolunda yardım edeceğini” açıkladı. İsrail’den uzanan barış elini, her seferinde, elinin tersiyle iten (Temmuz 2000’de Camp David’de yapılan ve İsrail tarafının Oslo Antlaşması’nda belirlenmiş olanları hiçe sayarak, yeni toprak ilhakı dayatan Ehud Barak’ın önerilerini, dayatılan onursuz barışı ve teslimiyeti Arafat’ın haklı ve doğru olarak reddetmesi kastediliyor) barışçı olmayan Arafat’tan kurtulunmuş ve ılımlı lider Abbas Devlet Başkanı olmuştur. Başta ABD ve İsrail olmak üzere, ABD ve İsrail’in dost ve müttefikleri sevinebilir, “Abbas’ın seçilmesiyle barış çağının başlayacağını…” (İsrail açıklaması) umabilirlerdi.
Mahmud Abbas, gerek seçime gelen süreçte gerekse seçim sonrasında “barış”  hazırlıklarını sürdürdü, Filistinli örgütlerle, Hamas ve İslami Cihad temsilcileriyle görüşerek, onları, seçim süreci ve sonrasında ateşkes yapma ve intihar saldırılarını durdurmaya ikna etme çabası içinde oldu. Şarm el Şeyh öncesi (7 Şubat), Ramallah’ta, Mahmud Abbas’la görüşen ABD Dışişleri Bakanı Rice, Abbas’ın İsrail’in güvenliği için önemli adımlar attığını, yapılacak “barış zirvesi”nin çok önemli olduğunu, Amerika’nın da üstüne düşeni yapacağını, Filistin’e askeri ve ekonomik destek vereceğini söyledi.
Bu arada Hamas ve İslami Cihad fiili bir ateşkes uygulamış ve İsrail’in saldırılarına karşı yapılan birkaç eylem dışında, ateşkese uyulmuştur. Ancak bu fiili ateşkes, İsrail tarafınca da kabul edilmiş ve resmileştirilmiş değildir.
Öte yandan Şarm el Şeyh’e geliş sürecinde, İsrail’de, Aralık ayı içinde bütçe oylamaları sırasında yaşanan hükümet krizi, Şaron’un dinci partilerle kurduğu koalisyonun bozulması ve İşçi Partisi ile yeni bir hükümet kurulmasına yol açtı. Bu gelişme; fazlaca planlı olmasa da, yeni ve “ılımlı” Filistin liderliğiyle yapılacak “barış” görüşmelerinde, Şaron’un elini hükümet içinde güçlendirici ve rahatlatıcı bir rol oynayacaktı. (Ki buna rağmen, antlaşma gereği, Gazze Şeridi ve Batı Şeria’nın dört yerleşim biriminden çekilme planı, yeni hükümet tarafından bile beş red oyuna rağmen kabul edilebilmiştir.)
ABD, İsrail’e desteğini ve İsrail’i askeri olarak daha da güçlündirme çabalarını bugün de sürdürmektedir. Bu çabanın bir parçası olarak, NATO-İsrail askeri işbirliği ve ortak tatbikatlar gündeme getirildi ve İsrail, NATO üst düzey toplantılarına davet edildi.

ABD NASIL BİR BARIŞ İÇİN ÇABALIYOR?
Şarm el Şeyh “barış zirvesi”ni, öncesinde yaşanan tüm bu gelişmelerle birlikte ve bağlantıları ile değerlendirmek, ve yol açabileceği gelişmeler, gerçek bir barışın yolunu açma ve geliştirme olasılığı, Filistin halkının taleplerini karşılayabilecek bir sürece başlangıç olup olamayacağı konusunda doğru sonuçlara varabilmek açısından, zorunludur.
Şarm el Şeyh “barış zirvesi”ni bu kadar hızlıca gündeme getiren ve kotarılıvermesini sağlayan nedenler, elbette ki, bunlardan ibaret değildir ve çok daha temelli bir arka planı söz konusudur.
ABD, İsrail’in güvenliğini kendi güvenliğinin bir parçası ve bölgedeki çıkarlarının güvencesi saymaktadır. ’67 Arap-İsrail savaşı sonrası pekiştirilen ABD İsrail ilişkileri, süreç içinde askeri, ekonomik çok yönlü gelişerek boyutlanmış ve ve bugünkü düzeyine varmıştır. ABD, ’67’den beri, asıl silah ve askeri mühimmat sağlayıcısıdır. ABD’nin bölge ülkeleriyle ilişkileri, dolayısıyla da bölgedeki çıkarları gelişip boyutlandıkça, İsrail’le olan ilişkileri de giderek güçlendi. Bu ilişkiler, özellikle ’79 İran Devrimi sonrası, ABD’nin bölgedeki çıkarları ve “güvenliği” açısından daha da önemli hale gelmiştir. Bu dönemde  ve seksenli yıllarda İsrail, artık ABD için stratejik müttefik haline gelecek ve ’87’de, ABD Kongresi, İsrail’e, “NATO dışı temel müttefik” statüsü tanıyacaktır.
Elbette ki, ABD, bölgedeki çıkarları açısından, stratejik müttefiği İsrail’in, başta Filistin toprakları olmak üzere, işgallerinin de baş destekçisi olacak, ve bunu, İsrail’in güvenlik içinde yaşamasının bir gereği sayacaktır. ABD’nin Filistin sorununa, Filistin-İsrail barışına yaklaşımını da, doğal olarak, İsrail’le olan stratejik müttefiklik ilişkisi, “İsrail’in güvenliği” ve onun ihtiyaçları yönlendirecektir.
ABD, şimdiye kadar yapılmış tüm “barış” antlaşmalarında bu tutumla yeralmış, “barışın” zeminini hazırlamış, arabulucusu ve teşvikcisi olmuştur. Yani ABD’nin sağlamaya çalıştığı; gerçek bir barış ya da Filistin sorununun, Filistin halkının talepleri ve istemleri doğrultusunda çözümü değildir, onun böyle bir kaygı ve çabası olmamıştır. Dolayısıyla, bundan sonra da olmayacağı açıktır. ABD’nin bir biçimde rol aldığı ya da alacağı barış; olsa olsa bir “Amerikan barışı”, bir Pax Amerikana olacaktır.

BARIŞ ANTLAŞMALARI VE SONUÇLARI
Şarm el Şeyh “barış zirvesi”, Filistin-İsrail arasında yapılmış ilk “barış zirvesi” ya da antlaşması değil, ve sonuncusu olması için de, ortada çok fazla belirti görünmüyor. Şimdiye kadar yapılmış olan “barış” antlaşmalarının içerdikleri ve bunların, İsrail tarafınca ciddiye alınıp “uygulamaya” konması, daha doğrusu konmaması; Şarm el Şeyh “barışı”nın, içeriği bir yana, bu kadarıyla bile “uygulanması” açısından fikir vericidir.
Camp David; 1973 Arap-İsrail savaşı sonrasında gerçekleşir. Enver Sedat’ın Kudüs’ü ziyaretiyle başlayan Mısır-İsrail görüşmeleri, ABD arabulucuğunda sürer ve 1979’da Camp David antlaşması ile sonuçlanır. Camp David Antlaşmasına göre; İsrail Sina Yarımadası’ndan çekilecek, Gazze Şeridi dışında ’67 öncesi sınırlara dönülecekti. Filistinli delegelerin de katılımıyla, Gazze Şeridi ve Batı Şeria’nın özerkliği üzerine görüşmeler yapılacaktı. Bu görüşmeler bir yıl içinde bitirilecek, hemen ardından beş yıllık geçici özerklik dönemi başlayacaktı.
Bu antlaşma, başta FKÖ ve Yaser Arafat olmak üzere, Filistin halkınca reddedildi. Çünkü; İsrail’in önerdiği özerklik statüsü, Filistinlilere toprakları, su kaynakları, savunma ve dış politika konularında hiçbir hak ve kontrol olanağı tanımıyordu. Filistin halkı, ancak, kendi topraklarında bağımsız bir devlet kurmaya varacak bir özerklikten yana olabilirdi. İsrailin önerdiği özerklik ise, İsrail işgalinin başka bir biçim altında sürdürülmesinden başka birşey değildi ve kabul edilemezdi. Ve bu antlaşma hayata geçirilemedi.
Oslo antlaşması’na giden yolda; İsrail’in 1982’de Lübnan’ı işgal etmesiyle, FKÖ Lübnan’ı terketmek zorunda kalmış ve hem Filistin halkının mücadelesi hem de FKÖ açısından zorlu bir süreç başlamıştı. 1987’de ilk İntifada’nın başlaması ve işgal altındaki tüm Filistin topraklarına yayılması, Filistin halkının mücadelesinde yeni bir canlanma ve yükseliş döneminin de başlangıcı olmuştu.
İntifada’nın hem işgal altındaki topraklarda ve Arap halklarında hem de tüm dünyada yarattığı olumlu etki; Kasım 1988’de, işgal altındaki topraklarda (Batı Şeria ve Gazze Şeridi), başkenti Doğu Kudüs olan Filistin Devleti’nin kurulmasına ve tüm dünyaya ilanına olanak yarattı.
Bu gelişmenin hemen ardından, Aralık 1988’de, BM Genel Kurulu’nda Yaser Arafat, iki devletli bir çözümü kabul ettiğini, İsrail’in varolma hakkını tanıdığını, terörizmi kınadığını açıkladı. Bunun üzerine, ABD, FKÖ ile, Filistin sorunun “çözümü” için görüşmelere başlayabileceğini açıkladı.
ABD, 1991 Irak saldırısından, bölgede askeri varlığını, bölge ülkeleri  ve işbirlikçi Arap yönetimleri üzerindeki politik etkinliğini daha da artırmış olarak çıktı. Bu durum ve koşullar, hem kendi çıkarlarına hem de stratejik müttefiki İsrail’in çıkarlarına uygun bir Ortadoğu ve İsrail-Filistin “barışı” için oldukça uygundu. ABD ve SSCB’nin öncülüğünde, Batı Şeria ve Gazze Şeridi’nden Filistinli temsilciler, İsrail, Lübnan, Suriye ve Ürdün’ün katılımıyla, 31 Ekim-1 Kasım tarihleri arasında, Madrid’te, Ortadoğu Barış Konferansı toplandı. Toplanan konferanstan bir sonuç çıkmadı; ancak bu konferans, Oslo Antlaşmasına giden sürecin ve bu süreçte sürdürülen gizli görüşmelerin başlangıcı oldu denebilir.
13 Eylül 1993’te, Oslo Antlaşması, diğer adıyla İlkeler Bildirgesi, Beyaz Saray’da Yaser Arafat’la İzak Rabin arasında imzalandı. Oslo Antlaşması, tüm dünyaya öyle sunuldu ki; yüz yıla yakındır süren Arap-İsrail çatışması sona erecek ve elli yıllık Filistin sorunu çözülecekti.
Oslo Antlaşması neleri öngörüyordu, kazanımları ne olacak ve nasıl uygulanacaktı?
Antlaşmayla, taraflar birbirlerini (İsrail-FKÖ) karşılıklı tanıyorlar, İşgal altındaki topraklarda, antlaşmalarla belirlenen sınırlar içinde bir Filistin özerk yönetiminin kurulmasını kabul ediyorlardı; beş yıl sürecek bu geçici dönemin başlamasından iki yıl sonra, nihai çözüm için görüşmelere başlanacak ve bu görüşmelerle, sorun, nihai olarak çözülecekti.
Bu beş yıllık geçici dönemde, İsrail, kuvvetlerini yeniden konuşlandıracak, belli başlı Filistin şehirlerinde özerk Filistin yönetimi oluşturulacaktı. Beş yıl sonunda, İsrail, BM Güvenlik Konseyi’nin, İsrail’in 1967 savaşında işgal ettiği topraklardan çekilmesine ilişkin 242 ve 338 sayılı kararlarına uyarak çekilecek, ve kalıcı bir antlaşma yapılacaktı.
Bunun karşılığında, Filistin Yönetimi, işgal altındaki topraklarda İsrail’e karşı şiddet eylemlerini bitirmeyi ve bunun için İsrail güvenlik güçleriyle koordineli olarak çalışmayı vaat ediyordu.
Filistinli yazar Edward Said’in, “Filistin Versay’ı” olarak tanımladığı antlaşmaya göre, Filistinliler, İsrail Devleti’ni tanıyıp barış ve güvenlik içinde yaşama hakkını kabul ederken, buna karşılık, İsrail, sadece FKÖ’yü, Filistin halkının temsilcisi olarak tanıyordu. Ve Antlaşmada, Filistin halkının egemenlik ve kendi kaderini tayin hakkı yer almıyordu.
Oslo Antlaşması ve onu takiben yapılan ek antlaşmaların hiçbirinde, Filistin sorununun çözümü için hayati öneme sahip taleplere ve konulara –ki bunlar; Kudüs’ün satüsü, mülteci durumundaki Filistinlilerin geri dönüş hakları, işgal altındaki topraklarda giderek artan Yahudi yerleşimleri ve Filistin’in egemenliğidir– hiç yer verilmiyordu. Bu temel talep ve konuların çözümü nihai görüşmelere bırakılarak, sadece geçici düzenlemeler yapılmıştı.
Ne kadar acıdır ki, daha Oslo Antlaşmasına atılan imzaların mürekkebi dahi kurumadan, İzak Rabin, bir İsrail gazetesine şunları söylüyordu:                                                 
“Bizimle Ürdün arasında bağımsız bir devletin kurulmasına karşıyım. Mültecilerin ve yerlerinden edilenlerin ‘dönüş hakkı’na karşıyım. Bundan dolayı İlkeler Bildirgesi’nde bu konularla ilgili tek bir hece yok. Bu bir anda olmadı, böyle planladık. Kudüs söz konusu olduğunda, bütün bir müzakere süreci boyunca şehrin bölünmemiş şekilde bizim egemenliğimiz ve kontrolümüz altında kalmasını sağladık. Geçici evre boyunca Filistin tarafının Kudüs’te en ufak bir etkisi yok. İşgal altındaki topraklardaki İsrailli yerleşimcilerin güvenliğinden tamamıyla biz sorumluyuz. Yerleşimcilere hiç dokunulmayacak… Filistinliler ve İsrailliler arasındaki çatışmanın nihai çözümü bir Filistin Devleti değil, ulusal statüsü olmayan bir Filistin entitesidir. Entitelerinin başkenti olarak Filistinliler Eriha veya Nablus’u seçebilirler. Bu onların problemi, benim değil.”
İki hafta önce, tarafı olduğu ve Ortadoğu’nun en temel sorununu çözmek üzere antlaşma imzalamış İsrail Başbakanı’nın, antlaşmaya, “çözüme ve barışa” yaklaşımı, kendi ağzından işte böyledir. Çözüm ve barış değil, İsrail’in güvenliği ve işgalin başka bir şekilde sürdürülmesi, başkaca bir şey değil…

CAMP DAVİD  – TEMMUZ 2000 GÖRÜŞMELERİ
Oslo Antlaşmaları’na göre, Mayıs ’99’da geçici dönem sona ermiş ve nihai görüşme ve antlaşmalara geçilmesi gerekmektedir. Temmuz 2000’de Camp David’de, ABD başkanı Clinton’un çağrısıyla biraraya gelen Yaser Arafat ve Ehud Barak, nihai çözüm anlaşması için görüşmelere başlarlar, ancak, görüşmeler anlaşamadan sonuçlanır. Yaygın kanı ve medyanın yaydığına göre, Yaser Arafat, Başbakan Ehud Barak ve İsrail tarafının tüm tavizlerine rağmen, anlaşmaya yanaşmamış, Barak’ın uzattığı “barış” elini elinin tersiyle itmiştir. Halbuki  Barak’ın önerileri, Filistinliler için kabul edilemez önerilerdir.
Ehud Barak, her şeyden önce, Kudüs çevresindeki yerleşimlerin ilhakını öneriyordu. Böylece Batı Şeria ile Kudüs’ün bağlantısı kesiliyor, ve bu, Oslo Antlaşmasında kabul edilmiş olan % 22’lik Filistin toprağının % 10’luk kısmının daha gaspedilmesi anlamına geliyordu. Mültecilerin geri dönüşü de reddediliyordu. Barak’a göre, onbeş yıllık bir süreç içinde “aile birleşimi” yoluyla birkaç bin kişi dönebilirdi ve buna karşılık çatışmanın bittiği ibaresi antlaşmaya eklenecekti. Yahudi yerleşimlerinin boşaltılması bir yana, yeni toprak talebiyle yerleşimler (yerleşimlerde, Oslo Antlaşması’ndan 2000 yılına kadar % 52’lik bir artış söz konusudur. Yerleşimci nüfus, Batı Şeria ve Gazze Şeridi’nde 115.000’den 200.000’e çıkmış ve Doğu Kudüs’tekilerle birlikte 380.000’e ulaşmıştı.) kalıcılaşıyordu.
Yol haritası; Nisan 2002’de Filistin Yönetimi altındaki şehirlerin işgal edilmesi ve Yaser Arafat’ın Ramallah’ta kuşatma altına alınmasından bir yıl sonra, Nisan 2003’te, Mahmud Abbas’ın başbakanlığa atanması sonrasında, ABD, Rusya, AB ve BM dörtlüsü tarafından gündeme getirildi. Bu dörtlü tarafından, yol haritası adıyla taraflara sunulan bu “barış” planı, üç aşamalı bir plandı ve 2005 yılında nihai çözüme ulaşılarak, Filistin Devleti’nin kurulmasını öngörüyordu.
Yol haritasının ilk aşamasında, İsrail askeri güçlerinin, kademeli olarak, 28 Eylül 2000 (Şaron’un Harem ül Şerif provokasyonu sonrasında başlayan çatışmalar ve II. İntifada’nın başlangıcı) öncesi pozisyonlarına dönmeleri, Filistin Yönetimi’nin “terörü” önlemek ve İsrail’in güvenliği için İsrail’le işbirliği yapması şartına bağlanmaktaydı. Burada istenen; “radikal” silahlı grupların üzerlerine gidilmesi ve silahsızlandırılması idi. Hamas ve İslami Cihad gibi grupların bunu kabul etmedikleri koşullarda, bu, Filistinliler arasında çatışmalar ve iç savaş demekti.
Eğer Filistin Yönetimi İsrail’in güvenliği için istenenleri yerine getirirse, ikinci aşamaya geçilecek, ve bu aşamada, anayasasını yaparak demokratik seçimlerini gerçekleştirmiş Filistin’in geçici sınırlara sahip bir devlet olmasını sağlamak üzere, dörtlü öncülüğünde uluslararası bir konferans düzenlenecekti. Üçüncü aşamada ise, 2005 yılı içinde düzenlenecek ikinci bir uluslararası konferansla; sınırlar, mültecilerin dönüşü, yahudi yerleşimleri ve Kudüs gibi temel konularda nihai çözüme varılacak ve Filistin Devleti kurulacaktı.
Yol haritası “barış” planında da, Filistin halkının temel talepleri ve merkezi konular, Oslo Antlaşması’nda olduğu gibi, en son aşamaya bırakılmış, İsrail’in güvenliği için yapılacaklar ise, planın ikinci ve üçüncü aşamalarına geçiş için zorunlu şart olarak konulmuştur.
Sonrasında, Filistin tarafının ateşkes kararı, İsrail tarafından karşılık bulmayınca, yeniden intihar saldırıları ve İsrail terörü, şiddet ve saldırganlığı boyutlanarak sürmüştür.

ŞARM EL ŞEYH “BARIŞI” ÇÖZÜMÜN YOLUNU AÇABİLİR Mİ?
Şarm el Şeyh ”barışı”; ABD’nin İrak’ı işgalinin ikinci yılında ve sürmekte olan direnişe rağmen “Demokratik seçimler”in büyük bir ”başarıyla” yapıldığı koşullarda ve ABD’nin buradan da güç alarak, tüm dünyada, özel olarak da Ortadoğu’da daha çok “demokrasi”, “barış” ve “özgürlük”  lafları ettiği bir süreçte, ama aynı zamanda, İran ve Suriye’ye yönelik saldırı tehditleri ve köşeye sıkıştırma amaçlı baskıların (Lübnan eski başbakanı Refik Hariri’nin öldürülmesi sonrasında Avrupa’nın da desteğini alarak, Suriye üzerinde yürütülen tehdit ve sıkıştırma operasyonu halen sürmektedir) yoğunlaştığı bir süreçte yapılmıştır.
Bu süreç, üstelik İran ve Suriye üzerinde yoğunlaşan saldırı tehditlerinde, İsrail’in de önemli roller üstlendiği bir süreçtir. ABD tarafından, “İsrail İran’ın nükleer tesislerine saldırabilir” ya da “eğer İsrail Suriye’ye saldırırsa, biz engel olmayız” benzeri açıklamalar, daha doğrusu, saldırı teşvikleri sıkça dile getirilmektedir. İsrail de bu rolü hiç itirazsız (daha önce İrak’ın nükleer tesislerini bombalamıştı) üstlenmekte, “saldırabiliriz” demekte ve hazırlanmaktadır.
Şarm el Şeyh’te yapılan “barış” zirvesinde yazılı bir metin ve plan da yoktur. Üzerinde birleşilen, karşılıklı olarak şiddetin durdurulmasıdır. Bunun anlamı; Filistinli örgütlerden kaynaklı “terör”ün önlenmesi ve Filistin Yönetimi’nin bunun için gerekli güvenlik reformlarını hızla yapmasıdır. Bu yapılmadığı ya da yapılanlar yeterli bulunmadığında, İsrail’i bağlayacak hiçbir şey yoktur.
Hamas ve İslami Cihad’ın ateşkesi, halen İsrail tarafından kabul görmüş değildir. Şaron, “Filistinlilerin üzerinde çalıştığı ateşkes, ‘terör’ seçeneğini ortadan kaldırmıyor. Bunu kabul edemeyiz” demektedir. “Terör” seçeneğinin ortadan kaldırılmasından kasıt ise, Filistin Yönetimi’nin bu örgütlerin üzerine görülür biçimde gitmesi, silahlarını toplaması, ve gerekirse, bu örgütlerle çatışmaya girişmesidir.
Ancak, ABDnin, bir yandan “liderliği değiştirilmiş”, “barışçı” olmayan Arafat’tan kurtulmuş Filistin’i, “ılımlı” oluşu ile tanınan Mahmud Abbas şahsında, “terörü” önlemek için gerekenleri yapmaya zorlarken; İsrail ve Şaron’u da, “bizim için uygun olan koşulları iyi değerlendirelim” fikrine “zorluyor” olması muhtemeldir. Bu “uygun koşullarda”, hem “Geniş  Ortadoğu”da “demokrasi”, “özgürlük”, “barış”, “insan hakları” savunuculuğuna soyunup, “uygar dünya”yı bu projeye katmaya çabalarken, hem de Ortadoğu’nun elli yıllık en temel sorununa ilgisiz kalmak olamazdı. Asıl amaç ve niyeti, sorunu, gerçek bir barış yoluyla çözmek değil, aksine, saldırganın yanında duruyor ve soruna onun “güvenliği” temel kaygısıyla bakıyor ve buradan “çözüm”arıyor olsa da; dünya aleme çözüyormuş gibi görünmek, çözermiş gibi yapmak gereklidir. Ayrıca, böyle bir tutum ve çaba içinde olmanın bir zararı olmadığı gibi, epey yararı da olacaktır. İşte, ABD’nin bu süreçte Filistin sorununa ve Filistin-İsrail barışına yaklaşımı böylesi bir içeriğe sahiptir ve bu, bugünün dünyasında, ABD açısından, iyi ve akıllıca bir taktiktir.
Bu arada, İsrail cezaevlerinden 500 civarında tutuklu serbest bırakıldı, Eriha’nın yönetimi Filistinlilere devredildi ve önümüzdeki günlerde Batı Şeria’nın dört yerleşim biriminden daha çekilme gündemde. 20 Şubat’ta, İsrail kabinesi, Gazze Şeridi’nden 8000 Yahudi yerleşimcinin çekilmesi planını çoğunlukla onayladı. Bu karar önemsiz değil, ama, işgal altındaki topraklardaki 380.000 Yahudi yerleşimci düşünüldüğünde, “devede tüy” babından bir “çekilme” olduğu görülebilir. Ve bu arada, ırkçı duvarın, Kudüs çevresinde, Batı Şeria’nın İsrail toprakları içinde kalan bölümündeki en büyük yerleşim birimini de içine alan rotası onaylandı. Bu onay, ırkçı duvarın gelecekte Filistinlilerin kuracakları devletin topraklarını kuşatması ve Batı Şeria ile Kudüs bağlantısının kesilmesi anlamına geliyor. Bu nasıl barış, bu duvar neyin duvarı dememek elde mi?
Şarm el Şeyh “barışı” öncesinde yapılmış olan “barış” antlaşmaları ve bunların sonuç ve uygulanmaları göstermiştir ki; barışın ilk şartı olarak, İsrail’in “güvenliğini” esas alan hiç bir antlaşma, gerçek bir barış ve özgürlüğün yolunu açamaz. Hem Filistin halkına barış ve özgürlüğü hem de İsrail halkına barış ve güvenlik içinde yaşamayı getirebilecek bir barış antlaşması; barışın ilk şartı, İsrail’in derhal işgal ettiği topraklardan çıkmasını esas almasıdır. Şimdiye kadar Filistin topraklarında kurulmuş tüm Yahudi yerleşimlerinin boşaltılması, Filistinli mültecilerin geri dönüşünün sağlanmasıdır. Başkenti Doğu Kudüs olan bağımsız Filistin Devleti’nin kurulmasını tanımaktır. Filistin halkının kendi kaderini tayin hakkının kayıtsız şartsız tanınmasıdır. Barış ve güvenliğin yolu buradan geçmektedir.

LONDRA ORTADOĞU KONFERANSI
Londra’da 23 ülkenin katılımıyla yapılan Konferans’a İsrail katılmadı, ama, İsrail’in hak ve talepleri, İngiltere ve ABD tarafından cansiperane bir biçimde savunuldu. Konferans’ta, “barış”ın önündeki engelin İsrail’e yönelik saldırılar olduğundan hareketle, Filistin Yönetimi’ne “terörü” önlemesi ve “İsrail’in güvenliğini” sağlaması yönünde baskı yapıldı. Sonuç bildirgesinde, Filistin’in atacağı adımlara paralel olarak, İsrail’in de, yol haritası çerçevesinde adımlar atması gerektiği, sulandırılmış olarak yer aldı. Filistin temsilcileri, Batı Şeria’daki kontrol noktalarının ekonomik gelişme için gerekli olduğu yönündeki bir ifadenin, zor da olsa bildirgeye girmesini sağlayabildiler.
İngiltere ve Tony Blair’ın Ortadoğu Konferansı’nı düzenlemesi ve İsrail’in “güvenliği” kaygısını tutumunun temeline koyarken “iki devletli bir çözümden yana” olduğunu açıklaması; İrak’a yönelik emperyalist saldırı ve işgalin esas aktörlerinden biri ve Avrupa’da ABD’nin baş destekçisi olmasının yarattığı olumsuz etkilerden, işçi sınıfı ve emekçiler nezdinde kurtulmaya çalışmak; barışçı çabaların da girişimcisi olduğunu ve olabileceği görüntüsü yaratmaktır. Buradan, yarına ve yaklaşan seçimlere yönelik, politik yatırm ve hazırlık yapmaktır. Bunun yanısıra, bölgenin eski bir sömürgeci gücü olarak, bugünün “uygun koşullarında” ortaya çıkabilecek bir “çözüm” ve “barış”ın dışında kalmama çabasıdır.
İsrail ise, yaptığı açıklamada, “Filistin reformlarına ilişkin Londra Konferansı’nın sonuçlarını olumlu karşıldıklarını, ancak Filistin Yönetimi ‘terörizmle’ kararlı şekilde mücadele etmedikçe ve terör örgütlerini dağıtmadıkça, siyasi süreci yol haritasına uygun şekilde sürdürmenin imkansız olacağını” dile getirdi. Bundan da anlaşılabileceği gibi, İsrail, İngiltere’nin “barışçı” çabalarından memnundur, ona müteşekkirdir.

TÜRKİYE KİMİN YANINDA?
Türkiye, Şarm el Şeyh’te varılan ateşkes kararını desteklediğini açıklamıştır. Ancak, biliniyor ki, Türkiye, İsrail’le birlikte, ABD’nin bölgedeki en sadık ve stratejik müttefikidir. Din kardeşliğinden gelen bazı zorunluluklarla davranma durumu olsa da, asıl olarak, İsrail’in yanında ve Filistine baskı yapma pozisyonundadır. Bu tutum; hem Şarm el Şeyh sonrası yapılan destek açıklaması, hem de Dışişleri Bakanı A. Gül’ün İsrail ve Filistin ziyareti sırasında yaptığı konuşma ve açıklamalarla ortadadır.
Dışişleri Bakanı Gül’ün İsrail ziyareti, esasen, Başbakan Erdoğan’ın İsrail’le ilgili yaptığı ve İsrail tarafınca beğenilmeyen açıklamaları için bir özür ziyaretidir. Bakan Gül, ertesi gün Filistin’dedir ve Filistin parlamentosundaki konuşma üslubu baskıcı bir üsluptur. Orada, “Filistin Yönetimi’nin de güvenlik alanındaki yükümlülüklerini yerine getirme konusunda elinden gelen çabayı göstemesi bölge barışı açısından önemli…” görünü dile getirmiştir. Yani demek istiyor ki, İsrail’in güvenliği için gerekenleri yapın.
Yine hükümet, Şarm el Şeyh’i desteklediğini belirtmek için yaptığı açıklamada, “Filistin’de güvenlik reformu bir an önce gerçekleşmeli. Güvenliğin tek çatı altında toplanması gerekiyor” diyor. Aynı şeyleri, ABD dışişleri bakanı Rice’nin de söylüyor olması ve bunların, şimdiye kadar yapılmış “barış” antlaşmalarında “barış”ın ilkşartı olarak yer alması tesadüf olmasa gerek. Türkiye’nin tutumu; Filistin’e “dost” ve “kardeş” bir ülkenin “barışsever” baskısından başka bir şey değildir.
Türkiye işçi sınıfı ve emekçi halkı her zaman Filistin halkıyla dayanışma içinde oldu, ancak bugün, bu tutumunu daha da ilerletme ve bölgede daima ABD politikalarının destekçisi ve İsrail’le askeri, ekonomik yakın ilişki ve anlaşmalar içinde olan Türkiye egemenlerine karşı; Türkiye’nin bölgeye yönelik ABD politikalarına köprü yapılmaması, İsrail’le yapılmış askeri ve ekonomik tüm anlaşmaların feshedilmesi taleplerini de mücadelesinin konusu haline getirerek, Filistin halkının yanında olma sorumluluğundadır.

FİLİSTİN HALKI KAZANACAK!
Filistin halkı, elli yılı aşkın bir zamandan beri, gerçek bir barış ve gerçek bir çözüm için; kendi topraklarında, bağımsız, özgür ve egemen bir halk olarak barış ve güvenlik içinde yaşamak için mücadele ediyor. Ama Filistin halkının istediği barış; teslimiyetin, iç çatışmaların dayatıldığı, onursuz bir barış da değildir.
Filistin halkının elli yıllık mücadelesinde, onyıllarca süren silahlı mücadeleler de vardır, intifadalar da. Kahramanca mücadelesinin engin tecrübesiyle, Filistin halkı; halka, halkın gücüne ve mücadelesine güvensiz, umutsuzluk kaynaklı kör terörcülük ve intihar eylemciliğinin kazandıramayacağının da ayırdında ve bilincindedir. Bunların, doğru olmak bir yana, halk mücadelesinin tüm dünyada ve halklar nezdinde kazandığı saygınlık ve prestiji kemiren ve zayıflatan bir rol oynadığı, düne göre bugün daha belirgin olarak ortadadır.
Filistin halkı, teslim alınamaz mücadele ruhu ile, birleşerek ve halk mücadelesinin ve direnişinin her bir yoluyla direnerek kazanacaktır. Dünya proletaryası ve emekçi halklar Filistin halkının ve mücadelesinin yanında olmalıdır, olacaktır.

Demokratık merkezıyetçi parti yaşantısı üzerine

EMEP’in Mart 2005’te yapılan merkezi konferans sonuç bildirgesinde, partinin amaç ve bugünkü görevlerine ilişkin olarak şu vurgular yapılıyordu. “Konferansımız, partimizin uluslararası ve ulusal planda, işçi sınıfının; sınıfsız, sömürüsüz, barış içinde bir dünya kurma idealinin vazgeçilmez bir mücadele aracı olarak kurulduğunu ve temel görevinin de bu mücadeleyi yönetmek ve yönlendirmek olduğunu bir kez daha açıklıkla ortaya koymuştur.
“Bu amaçla konferansımız; bugün uluslararası sermayenin ve her ülkedeki uzantılarının, halklara ve işçi sınıfına karşı yönelttiği saldırıyı püskürtmek için, ekonomik, siyasi ve ideolojik, hayatın her alanında savaşacak bir parti olmanın bütün yükümlülüklerini yerine getirmenin zorunluluğuna dikkat çekmiştir. Partimizin örgütsel niteliklerini, çalışma tarzını bugün mücadelenin kendisinden istediği düzeye çıkarmanın önündeki tüm engelleri kaldırmayı ve sorunları aşarak ilerlemeyi pratik bir görev olarak belirleyen konferansımız, bunu, bugün partimizin en temel sorumluluğu olarak tespit etmiştir.”
Konferans’ın aldığı tüm kararların hayata geçirilebilmesinin ve parti çalışmasını, çalışmanın tüm yönleri ve alanlarında, derinlemesine ve genişlemesine geliştirebilmenin, sürecin ve işçi hareketinin sınıfın devrimci partisinin önüne koyduğu görev ve sorumlulukları gereken düzey, kapsam ve nitelikte yerine getirebilmenin yolunun; başta profesyonel parti kadroları, yönetici organlar ve ileri partililer olmak üzere, tüm parti örgüt ve üyelerinin, her kademede yüksek bir sorumluluk ve tam bir parti ve iş disipliniyle çalışmaya atılmaları ve çalışmayı ilerleterek sürdürmelerinden geçtiği açıktır.
Konferans sonuç bildirgesinde vurgulanan sınıf partisinin kuruluş ve varlık nedeni; parti ve parti çalışmasının bütün yönlerini, işçi sınıfı hareketine yaklaşımı ve onu ilerletme tutumundan, günlük çalışmaya; günlük parti çalışmasından, teşhir, ajitasyon ve propaganda faaliyetine ve bu faaliyetin içeriğine; örgüt tarzından, işçi sınıfı ve emekçilerin partide örgütlenmesine; parti yaşantısının düzenlenmesinden, parti içi demokrasi ve parti disiplinine kadar parti ve parti çalışmasına ilişkin tüm meselelerde belirleyici ve yönlendirici bir öneme sahiptir.
Bu yazıda amacımız; devrimci sınıf partisinin çözmek ve ilerlemek üzere belirlediği görev ve sorumlulukların yerine getirilmesindeki önemi nedeniyle; parti yaşantısı, parti içi demokrasi ve parti disiplini sorunları üzerinde durmaktır.

DEMOKRATİK MERKEZİYETÇİ İŞLEYİŞ VE PARTİ YAŞANTISI
Sınıf partisi, konferans sonuç bildirgesinin de ortaya koyduğu varlık nedeni üzerinde; üyelerinin ideolojik, siyasal, örgütsel, gönüllü ve mücadeleci birliğidir. Ve parti, sınıf mücadelesinde, sermaye ve burjuvaziye karşı mücadelede örgütsel gücünü, bu irade ve eylem birliğinden alır.
Devrimci sınıf partisinin iç yaşamı, yaşantısı ve işleyişi, parti içi demokrasi ve disiplini; bu gönüllü ve bilinçli birlik üzerinden gelişir ve ancak bu zemin üzerinde hayat bulur.
Partinin iç yaşamı ve işleyişinin belirleyici ve düzenleyici ilkesi; demokratik merkeziyetçiliktir. Demokratik merkeziyetçilik ilkesi, parti yaşantısı ve işleyişinin düzenlenmesinin, irade ve eylem birliğinin şekillenişi ve gelişiminin, parti çalışmasının ve bir bütün olarak partinin, işçi sınıfı ve emekçiler hareketini ve mücadelesini örgütleme, yönetme ve yönlendirme yetenek ve gücünü sürekli geliştirebilmesinin de ilkesi olarak işlev görür.
Demokratik merkeziyetçilik ilkesi, öznel bir seçim ya da tercih değil; sınıf partisinin kuruluş ve varlık nedeniyle koşullu ve işçi sınıfının, sınıfsal nitelik ve özelliklerinin yansıması olan parti yaşantısı ve işleyiş ilkesidir. Ki, parti yaşantısının gelişmesi ve sağlamlaşması, parti örgüt ve organlarının, partililerin işçi sınıfı ve emekçi kitleler içinde yürüttüğü her günkü çalışması ve bu çalışmanın genişleyen ve güçlenen bir tarzda sürdürülmesine bağlıdır. Çünkü; parti yaşamı ve işleyişi, sınıf mücadelesinden ve günlük parti çalışmasından, bu çalışma içinde işçi sınıfı ve emekçilerle kurulan ilişkilerden bağımsız, kendi başına bir şey olmadığı gibi; gelişkin ve sağlam bir parti yaşantısının dayanağı ve parti çalışmasının en önemli amacı; işçi sınıfı ve emekçi kitlelerle kurulan, giderek gelişen ve güçlenen ilişkilerdir.
Ve bu öylesine önemli ve temel bir amaçtır ki; parti örgütleri ve organlarının görevli oldukları birim ve alandaki işçi ve emekçi kitlelerle ilişkilerindeki zayıflama ve kopma, işçi ve emekçi kitlelerle günbegün genişleyen ve güçlenen ilişkilerin parti çalışmasının en temel yönü ve amacı olmaktan çıkması, hem parti örgüt ve organlarının yaşamını hem de doğrudan parti yaşantı ve işleyişini tehdit eder ve bozuşmalara yol açar.
Demokratik merkeziyetçilik; partinin her organında, fabrika, işyeri, okul, semt, tüm çalışma, örgütlenme birim ve alanlarındaki organlarının da yaşantı ve işleyişinin düzenleyicisidir. Parti temel organları olan fabrika ve işyeri organlarının çalışma ve iç yaşamı da, kolektif demokratik bir örgüt ve organ yaşantısıdır. Ve parti yaşantısının temeli ve esası da, bu parti organlarının yaşantısıdır.
Bir fabrika organını ele alalım: Fabrikada yürütülen çalışmanın tüm yönleri (propaganda ve ajitasyon faaliyetleri, parti örgütlenmesi, sendikal çalışma vb.) ve fabrikadaki hareketin ve mücadelenin tüm sorunları ve bilgisi, organın kolektif çalışmasında birleşir ve merkezileşirken; her organ üyesi de, çalışmanın, sorumlu olduğu yönü ve bölümündeki görevlerin yerine getirilmesinden organa karşı sorumlu ve organın denetimine tabidir.
Organ toplantıları; hareketin ve çalışmanın tüm sorun ve yönlerinin tartışıldığı, her organ üyesinin, eşit haklara sahip parti üyeleri olarak tartışmalara katıldığı ve tüm üyelerin, fabrikadaki çalışmanın sorunları ve geliştirilmesi üzerine kafa yorduğu ve geliştirici önerileriyle katıldığı, organ üyelerinin görevlerini yerine getirmedeki tutum ve gelişmelerinin gözden geçirildiği (denetlendiği), görevini yapma çabasında her bir organ üyesinin birbirlerine önerilerle yardımcı ve destek olduğu, görevini savsaklayan ve yapmayanların eleştirildiği, çalışmanın ve örgütlenmenin tüm yönlerde ilerletilmesine ilişkin yeni kararların alındığı, organ (parti) yaşamının somutlaştığı birleşimlerdir.
Organ toplantıları ve bu toplantıların gündem ve içeriği; sadece organın ve üyelerinin, sadece görevli ve sorumlu oldukları işler ve kendi fabrikalarındaki (birimlerindeki) mücadelenin, örgütlenmenin ve bunu ilerletmenin sorunlarından ibaret değildir, olamaz. Ülke ve dünyadaki ekonomik, politik gelişmeler, işçi hareketinin ulusal ve uluslararası gelişimi ve sorunları, tüm bunların, parti ve organın önüne koyduğu görevler, parti çalışmasının tüm ülkedeki çalışması, çalışma ve örgütlenmenin gelişimi ve sorunları; her bir parti organının toplantı gündemi olmak ve gereği yapılmak durumundadır.
Tüm bu sorunlar üzerine yapılan tartışmalar ve bu tartışmalara organ üyelerinin eleştiri ve önerileriyle katılımı; bir yönüyle, parti politikalarının daha ileriden kavranması ve bununla yakından bağlantılı olarak, hem organ çalışmasının hem de her bir organ üyesinin çalışmaya ilerleyen tarzda katılımının, bir yönüyle de, her bir parti üyesinin parti politikalarının oluşumuna doğrudan katılımının sağlanmasının yegane yoludur.
Böyle bir işleyiş ve yaşantı içinde, organ üyesi işçiler, yoldaşça güven, paylaşma, dayanışma, birbirine ve işçi sınıfı davasına adanmayı, demokratik ve özgürce tartışmayı, eleştiri ve özeleştiriyi mücadelenin ve çalışmanın gelişmesi için devrimci bir araç olarak kullanmayı, görevini yapmayan yoldaşlarından görevini yapmasını talep etmeyi öğreneceklerdir. Ve organ işi ve sorumluluğunu en ileriden yerine getirme üzerinden, organ üyelerinin politik eğitim ve gelişmeleri sağlanacaktır.
Böyle bir organ yaşantısı ve çalışmasının geçerli ve işlevli olmadığı bir partide, ne parti çalışmasının gelişen tarzda sürdürülmesi, ne parti üyelerinin çalışmaya inisiyatifle, fedakarca ve çalışkanlıkla katılmaları ve parti politikalarının oluşumuna (parti politikaları, sınıf mücadelesi içinde, parti organ ve üyelerinin günlük çalışması içinde tekrar tekrar sınanır) katkıda bulunmaları, ne de işçi sınıfının, örgütlü öncüsü olarak partinin tarihsel yükümlülüklerini yerine getirmesi mümkün olabilir.
Organların sorumlu oldukları birim ya da alandaki çalışmanın gelişerek sürdürülebilmesi ve organ üyelerinin çalışma içinde karakter sahibi işçi sınıfı devrimcileri olarak ilerlemeleri, ancak ve ancak, organ yaşantısının geliştirilmesi ve sağlamlaşması ile mümkündür.
Parti yaşamının esasını oluşturan temel organ (birim organları) yaşantısıyla birlikte, bu temel organlarla yönetici organlar arasındaki ilişki ve tüm organların, merkez yönetim organlarıyla ilişki ve bağlantısında somutlaşan organlar arası yaşantı; parti yaşantısının tümünü oluştururlar.
Devrimci işçi partisi, merkez yönetim organları etrafında birleşmiş, merkezileşmiş bir partidir. İşçi hareketinin, partinin ve parti çalışmasının tüm yönlerde yönetiminin ve yönlendirilebilmesinin yolu; bu merkezileşmeden, hareketin ve partinin, parti çalışmasının tam ve eksiksiz bilgisinin, merkez yönetim organlarında merkezileşmesinden (bu merkezileşme, organ toplantıları, yönetici organlar ve merkez organlarla yapılan toplantılar, rapor alış verişi ve yayın organları gibi çeşitli yöntem ve araçların işletilmesi ve kullanılmasıyla gerçekleşir) geçer.
Bilinçli irade ve eylem birliğinin parti yaşamı ve günlük parti çalışmasında uygulanması olarak, demokratik merkeziyetçilik; azınlığın çoğunluğa, alt organların üst organların kararlarına uyma zorunluluğu, alt organların üst organlara, tüm parti organ ve üyelerinin parti kongresine ve kararlarına, iki parti kongresi arasında da, tüm parti organ ve üyelerinin, parti kongresince seçilmiş ve görevlendirilmiş merkez yönetim organlarına bağlı ve merkez yönetim organlarının karar ve direktiflerine uyma gereği ve zorunluluğu anlamına gelir. İşçi sınıfı ve emekçilerin iktidarını kurma mücadelesinde; işçi hareketini ve mücadelesini tüm alanlarda yönetme ve yönlendirme sorumluluğunun yerine getirilebilmesi, ancak, böyle bir işleyiş ve organların ve parti üyelerinin birbirlerine karşılıklı olarak bağlılığı ve sorumluluğu ile mümkün olabilir.
İşçi sınıfı partisinin merkezi bir parti olmasının gereği ve zorunluluğu; sosyalizme saldırı amaçlı tüm burjuva propagandalarına ve bunların bir yansıması olan, işçi sınıfı ve onun tüm sömürüden kurtuluşu davasının partisi olma fikri ve tutumundan ürkme ve yüzgeri etmeye dayalı olarak soldan estirilen ‘demokrasi karşıtlığı’, ‘bürokratik diktatörlük’, ‘parti üyeleri için cendere, hapishane’ vb. yaygaralarına rağmen; işçi sınıfının baskı ve sömürünün her türünden kurtuluş mücadelesini, amatörlük ve yerellikten (çalışmanın yerelleşmesi ve yerel alanda derinleşmesinden değil) kurtarabilmenin ve siyasal iktidara yönlendirebilmenin, ancak merkezi bir parti olmakla mümkün olabileceğindendir.
Sınıfın devrimci partisinin, ‘parti olmayan parti’lerden en temel farklılığı; ‘sol’un ‘birlik’ ya da herhangi başka bir ihtiyacını karşılamak üzere ve kendisi için kurulmuş, varlık nedeni bu olan bir parti değil; işçi sınıfı için ve ‘…işçi sınıfının tüm sömürüden kurtuluşu ve sınıfsız, sömürüsüz, barış içinde bir dünya kurma idealinin vazgeçilmez bir mücadele aracı olarak…’ kurulmuş olmasıdır.
Bu nedenle de, işçi sınıfının devrimci partisinin iç yaşam ve işleyiş ilkesi; sınıf dışı ‘sol’a ve solculara, sosyalizmden ürkmüş, ‘reel sosyalizmin eleştirisi’ adına sosyalizme saldırmayı marifet sayan, burjuva kulvarlara savrulmuş ‘aydın’a ve hatta burjuvaziye hoş gelecek, merkeziyetçi olmayan, grupların ve hiziplerin resmi olarak kabul gördüğü, isteyenin istediğini, kafasına yatanı yapıp, istemediğini, kafasına yatmayanı yapmadığı, ‘neşeli bir aşk ve devrim partisi’ işleyişi değil; demokratik merkeziyetçiliktir.
Gönüllü ve bilinçli bir birlik, bir irade ve eylem birliği olarak sınıfın partisinde; ayrı ‘işleyiş’ ve ‘disiplinlere’ sahip, birbirine güvensiz, birbirini kollayan, ‘parti’de “egemen eğilim” olma çabası içinde, ülkenin, işçi sınıfı ve emekçilerin en temel sorunlarında (örneğin 28 Şubat, Kürt  sorunu, özelleştirme saldırıları, Avrupa Birliği gibi sorunlar ve bunlar karşısında alınacak tutum, geçtiğimiz dönemde açığa çıkmış bazı sorunlardır) dahi ‘parti’ olarak tutum alamayan/almayı “özgürlüğünün kısıtlanması” olarak gören gruplara yer yoktur. Ve işçi sınıfı ve halka ve birbirine adanmış, tam ve eksiksiz bir güvenle kaynaşmış yoldaşlar, parti üyeleri açısından sorun; işçi hareketinin ilerletilmesi, hareketin ve mücadelenin sınıf partisinden gereksindiği parti çalışması ve örgütlenmesini gelişen tarzda sürdürebilmek için, demokratik merkeziyetçi işleyişin ve onun temel bir yönü olan merkeziyetçiliğin güçlendirilmesi ve sağlamlaştırılmasıdır.
Sınıfın partisinde demokratik merkeziyetçi işleyiş ve parti yaşantısı; hareketin ve partinin tüm yönlerden yönetim ve yönlendirilmesinde tam ve eksiksiz bir merkezileşme (merkeziyetçilik), parti çalışmasının tüm yönlerinde işbölümü ve kişisel sorumluluk, üstlenilmiş görevlerin yerine getirilmesinde inisiyatif ve sorumluluktan (ademi merkeziyetçilik) oluşur. Demokratik merkeziyetçi işleyiş ve parti yaşantısının aslı ve esası budur.
Sınıf partisinin demokratik merkeziyetçi işleyişi; hem görev ve sorumlulukların inisiyatif ve çalışkanlıkla, giderek gelişen ve etkinleşen tarzda yerine getirilebilmesinin, hem işçi hareketi ve parti çalışmasının tüm yönetiminin, hem de işçi sınıfı ve emekçi halka karşı tarihi görev ve sorumluluğu başarıyla üstlenmenin güvencesidir.

PARTİ İÇİ DEMOKRASİ
Parti içi demokrasi; demokratik merkeziyetçi parti işleyişi içinde, parti organları ve üyelerinin görev ve sorumluluklarını giderek gelişen ve mümkün olan en verimli tarzda yerine getirmeleri üzerinde gerçekleşir. Ve parti organ ve üyelerinin çalışmalarını ilerletmelerinin, gelişmelerinin; demokratik tartışma, eleştiri ve özeleştirinin sağlam ve devrimci bir zeminde işlemesinin, parti üyeleri arasında yoldaşça kaynaşma, birbirine güven, dayanışma, paylaşma, sınıfa ve yoldaşlara adanma tutum ve ruhunun, kolektif örgüt, kolektif çalışma anlayışı ve ruhunun tüm parti örgütleri, organları ve partililerde gelişip güçlenmesinin aracı olarak işlev görür.
Demokrasinin de gelişip işlevini göreceği zemin; demokratik merkeziyetçi işleyiş ve parti yaşantısının da aslı olan organ yaşantısı ve organ çalışmasıdır.* Sorumlu olduğu birimde, hareketin ve parti çalışmasının mümkün olan en ileriden sürdürülmesi ve geliştirilmesi için çalışmanın değerlendirilmesi ve eleştirisi, tüm organ üyelerinin, organ çalışmasının tüm yönleri ve sorunları üzerine görüş, düşünce ve önerileriyle canlı ve demokratik bir tartışma yürütmeleri, sorumlu oldukları çalışmanın eksik ve aksayan yanlarıyla görevini yerine getirmeyen, sorumluca işe sarılmayan organ üyelerinin eleştirisi ve bu organ üyelerinin özeleştiri yapması ve hatta görevini yapmayan yönetici organ üyelerinin eleştirisi ve görevini yerine getirmesinin talep edilmesi; organ (birim organı) üyesi işçilerin, yetkin işçi önderleri ve partililer olarak gelişmeleri ve ilerlemeleri – işte işçi sınıfının devrimci partisinde parti içi demokrasinin gerçek amacı ve işlevi budur.
Parti içi demokrasinin bu asıl işleyiş ve işlevinin yanısıra; sınıf partisinin çeşitli kurulları, il, ilçe, bölge ve merkez konferansları ve kongreleri de, parti içi demokrasinin araçları olarak işlev görmektedir. Ve ilçe, il, bölge ve merkez organlarının oluşumu, bu parti platformlarında delegeler ve parti üyelerinin seçim ve onayı ile oluşmaktadır.
Kaldı ki, işçi sınıfının devrimci partisinde, demokrasi; seçimlik bir olay değildir. Yerel ve merkezi yönetim organlarının oluşturulması sözkonusu olduğunda, seçimden öte, asıl olan; görevlere, görevi yapabilecek en iyi ve en gelişkin kadroların seçimi ve görevlendirilmesi, görevin üstesinden gelemeyenin, görevini yapamayanın görevden alınıp, yerine daha uygun bir parti kadrosunun görevlendirilmesidir. Temel kıstas, organ ya da parti kadrosunun sorumlu kılındığı görevi, olabilir en ileriden ve en verimli tarzda yapması ve sürdürmesidir. Ve sınıf partisinin merkez yönetim organları bundan görevli ve sorumludur.
Görevini yapmayan, kitle ilişkilerinden ve sınıftan kopma ve yozlaşma içindeki bir partilinin, görevden alınması değil, alınmaması; parti demokrasisine terstir. Çünkü işçi sınıfı partisinde demokrasi, kendi başına amaç değil, işçi hareketinin önümüze koyduğu parti işleri ve görevlerinin mümkün olan en ileriden ve en verimli tarzda yürütülmesi ihtiyacından doğar, ve işleyişi, parti işleri ve görevlerinin daha ileriden ve daha verimli olarak yürütülmesini sağlar.
Böyle ele alınmadığında, demokrasi; partinin amaç ve varlık nedeninden, görevlerden ve sorumluluklardan soyutlanmış ve amaç haline getirilmiş olur. Bu da, işçi demokrasisinin bir ifadesi ve unsuru olan işçi sınıfının devrimci partisinin iç demokrasisi değil, olsa olsa küçük burjuva “demokratçılık” olur.
Burada,’80’li yılların sonlarında Kuruçeşme toplantılarıyla başlayan ‘sol’u birleştirme amaçlı çabalar, bitmek bilmez ‘tartışma süreçleri’ sonunda, ‘parti olmayan parti’ kurma sonucuna varılarak kurulan ÖDP’nin, gruplar ve fraksiyonlar koalisyonu bileşimindeki ‘demokrasi’, ‘demokratik işleyiş’ ve bunların üzerinde şekillendiği parti anlayışına kısaca değinmek gerekiyor.
Bir kere, bu partiyi oluşturan anlayış ve anlayışların, kendi ifadeleriyle; partinin bir işçi emekçi partisi olma diye temel bir kaygısı yoktur ve olmamalıdır. Belki ‘emekten yana’ bir parti olunabilir, ama ‘işçi-emekçi’ partisi asla olunmamalıdır. Çünkü ‘sınıf eksenli siyaset’ yapmak; ‘ortodoks sola özgü bir geçmiş dönem özelliği’dir ve geçmiş dönem, her şeyiyle, özellikle olumlu yanları reddedildiği için, reddedilmelidir. Sosyalizm sorgulanmalı ve ‘yeni bir sosyalizm’, bir “özgürlükçü sosyalizm” aranmalı, bulunmalıdır. Ama bulunacak ‘yeni sosyalizm’, ‘…emek/işçi sermaye çelişkisi esası üzerine kurulu’ olmamalıdır. Çünkü, böylesi bir sosyalizm; ‘… totaliter, merkeziyetçi, devletçi, özgürlüklerden nasipsiz yapılar oluşturmak’tadır ve bu da, ‘karşıtlarının en fazla eleştirdiği, en fazla prestij kaybına neden…’ olmuştur, olacaktır.
Kuruluşunda bu tartışma ve arayışların, yani bozuk bir mayanın belirleyici olduğu ‘parti olmayan parti’, 13 sol grup ve eğilimi ‘birleştirerek’ kuruldu. İşçi sınıfının yüzelli yıllık mücadele, örgütlenme ve parti deneyimine, bilimsel sosyalizme saldırı ve inkar, bu ‘birleştirici’, ama ‘parti olmayan parti’nin asıl niteliğini oluşturuyordu. Ama olsun, bu kadarcık kusur, kadı kızında da bulunabilirdi.!
Evet, bu partide tüm gruplara, eğilimlere özgürlük ve demokrasi vardı ve bu parti merkeziyetçi değildi. Her grup kendi yayın organını, bültenini çıkarabilirdi. Gruplar, ülkenin, işçi sınıfı ve emekçilerin temel meselelerinde (AB, 28 Şubat, Kürt sorunu vb.) birbirine zıt tutumlar alsalar ve birbirlerine karşı ‘bülten savaşları’na girişseler de, işçi ve emekçilerin talepleri ve çıkarları için ‘parti’olarak hiçbir şey yapılamasa da, 13 sol grup ve eğilim, ‘demokrasi’, ‘hak eşitliği’ ve ‘merkeziyetçi olmayan bir parti’ ortamında ‘birleştirilmiştir’. Önemli olan da zaten bu değil miydi?! İşte ‘parti olmayan parti’nin manzara i umumi’si tamamıyla ve aslen budur.
Ancak, manzaranın özelliği ve güzelliği, bilindiği gibi, fazla uzun ömürlü olamadı. Parti yönetiminde egemen olan grup, partide geçerli onca ‘demokrasi’ye ve ‘hak eşitliği’ne rağmen, ‘disipline’ uymayan grup ve eğilimleri tasfiye ediverdi. Sihir bozuldu, ‘solun birliği’, ‘demokrasi’ filan da fayda etmedi.
ÖDP’nin parti, parti içi demokrasi, grupların ve hiziplerin varlığı ile bağdaşabilen parti disiplini vb. anlayış ve uygulamalarının, sınıfın devrimci partisi açısından bir değeri yoktur, ve sınıf partisi açısından, bu anlayışlarla tartışma da geride kalmış tartışma ve meselelerdir. Ele alışımız ve değinmemiz; karşılaştırma amaçlıdır.
Sınıf partisinin varlık nedeni temelden farklı olduğu için, parti içi demokrasi anlayışı ve parti içi demokrasinin amaç ve işleyişi de temelden farklıdır. EMEP, işçi sınıfının partisidir ve varlık nedeni; işçi sınıfının tüm sömürüden kurtuluşu, sosyalizm ve sınıfsız toplum için mücadeledir. Sınıfın partisinde demokratik merkeziyetçi parti yaşamı ve işleyişi de, parti içi demokrasi ve parti disiplini de, partinin varlık nedeniyle doğrudan bağlantılıdır.
Bu nedenle sınıfın partisi; grupların ve hiziplerin varlığı ile bağdaşmaz, hizip ve grup örgütleme girişim ve çabalarına yer olmayan bir partidir. Dolayısıyla gruplar ve hizipler için hiçbir hak ve hukuka sınıf partisinde yer yoktur ve olmayacaktır.
İşçi sınıfı partisi, üyelerin, herhangi bir kişisel çıkar ya da çıkarlar için değil, işçi sınıfının kurtuluşu davası için üye oldukları, organlarda örgütlendikleri bir partidir. Bu durum, partide, tüm üyeler arasında gerçek anlamda bir eşitliğin, hak eşitliğinin temelini ve ortamını oluşturur. Sınıfın partisinde geçerli demokrasi ve eşitliğin, işçi sınıfının sınıfsal niteliklerine, dolayısıyla partisinin mücadele ve örgüt tarzına aykırı ‘grup ve eğilimlerin hakları ve eşitliği’ ve burjuva ‘bireysel hak’ ve ‘hak savunusu’ ile hiçbir ilgisi yoktur.
İrade ve eylem birliği olarak partiyle parti üyesi arasındaki ilişki; “haklar” üzerine değil, parti işi, parti görev ve sorumlulukları üzerine kuruludur. İşçi sınıfının devrimci partisinde, parti üyelerinin görev ve sorumluluklarından soyutlanmış “hakları” yoktur. Eğer görev ve sorumluluklardan soyutlanmış ve öncelikli hale gelmiş “haklar” sözkonusu olursa, tartışılan, işçi sınıfı partisi değil, sınıf dışı küçük burjuva bir parti, yukarıda andığımız türden ‘parti olmayan parti’dir. Çünkü işçi sınıfı partisinde haklar, görev ve sorumlulukların mümkün olan en ileri ve en verimli tarzda yerine getirilmesi içindir, başkaca bir şey için değil.    Dünya işçi sınıfı ve işçi sınıfı devrimcileri açısından bu tartışma, geçen yüzyılın başlarında sonuçlanmış bir tartışmadır. Ve sonuç; “demokratçılık” yerine, içerisinde eksiksiz karşılıklı güvenin, paylaşma, dayanışma ve adanma ruhunun hüküm sürdüğü, yakın ve kaynaşmış yoldaşlar topluluğundaki gerçek demokratik işleyiş ve işçi sınıfının kurtuluşu davası ve işçi sınıfı partisinin çıkarlarının her şeyin üzerinde olduğudur.

PARTİ DİSİPLİNİ
Sınıf partisinin gönüllü ve bilinçli bir irade ve eylem birliği oluşu üzerinden doğan ve gelişen parti disiplini de, gönüllü ve bilinçli bir disiplindir. Sınıf partisinin disiplini; demokratik merkeziyetçi parti işleyişi, parti yaşantısı ve parti içi demokrasi ortamında şekilenir. Mücadelenin ve parti çalışmasının gelişip güçlenmesinde ve sınıf dışı eğilim ve alışkanlıklara karşı bağışıklık kazanılmasında güçlü bir araç olarak işlev görür.
Sınıf partisinin disiplini, herşeyden önce bir iş disiplinidir. İşçi sınıfının tüm sömürüden kurtuluşu davasına gönüllüce bağlanmış, parti birliği olarak, irade ve eylem birliğini gönüllü ve bilinçlice benimsemiş işçi sınıfı devrimcilerinin, üstlendikleri parti işini verimlilik ve giderek gelişen tarzda ve sınıf disiplini içerisinde yerine getirmesidir.
Demokratik merkeziyetçi işlerlik içinde çalışan parti organları ve üyelerinin üstlendikleri parti görevleri ve işini verimlilikle yaparak, parti içi demokrasi ortamında, görevlerin ve parti işlerinin daha ileriden, daha verimli ve gelişen tarzda yapılabilmesi için değerlendirme, eleştiri ve tartışmalar sonucunda kararlar alındıktan sonra, tüm organ üyelerinin kararları canla başla sahiplenerek, bu kararları büyük bir enerji ve atılganlıkla uygulamak, hayata geçirmek için çalışmalarıdır. Ve işçi sınıfı partisinde disiplinin en önemli işlevlerinden biri de; işini yapanla, işini yapmayanın ayrıştırılması, sınıfa ve partiye yabancı unsurların, organ ve parti yaşantısı ve parti içi demokrasi ortamında ortaya çıkarılıp gereğinin yapılmasıdır. Parti disiplininin özü budur: parti işinin yapılması, parti çalışmasının tüm yönlerde ilerletilmesi ve geliştirilmesi.
Sınıfın partisinde demokratik tartışma ve eleştiri ortamı; isteyenin istediği konu ya da sorunu, istediği yer ve platformda tartışmaya açtığı bir karmaşa ortamı değildir. Her şeyin, her konunun yerinde ve zamanında tartışılması ve sonuca bağlanması esastır. Bu bizi, demokratik merkeziyetçi işlerlik içindeki parti organ yaşantısına, her parti üyesinin, konu ve sorunları organında tartışmaya açmasına ve organ olarak sonuçlandırılmasına götürür. Kaldı ki, her şey gibi, tartışma ve görüşlerin söylenmesi ve savunulması da kendi başına bir şey olarak değil; parti işinin ve çalışmanın ilerletilmesi, özünde işçi sınıfı davasının ilerletilmesi amacı ve içeriğiyle ele alınmak durumundadır. Tartışma ve eleştiri de, iş ve sınıf disiplini içinde yürütülmelidir.
İşçi sınıfı partisinin disiplinini üyeler için ‘cendere’ olarak anlayan ve reddedenlerin feryadı; ele alındığı üzere, işçi sınıfı ve işçi sınıfının kurtuluşu davası için, sosyalizm için mücadele adına bir sorun ve çabaları olmayan ‘sol’ grup ve bireyleri ‘birleştirmiş’ olmaktan ve buna uygun ‘disiplin’ ve ‘demokrasi’ arayışlarından kaynaklıdır. Ve işçi sınıfı partisinin disiplininden korku ve ürküntülerinde haklıdırlar. Çünkü, işçi sınıfı partisinde grup ve hiziplere yer olmadığı gibi, grupların ayrı ‘disiplin’lerine de, ‘parti’de egemen olma amaçlı rekabet ve çatışmalara da yer yoktur.
Baskı ve sömürünün her türünü, özel mülkiyet sistemini ortadan kaldırmaya, sosyalizmi ve geleceğin sınıfsız, özgürlükler toplumunu kurmaya yetenekli tek sınıf olan işçi sınıfının, kıymeti kendilerinden menkul ‘solu’ ‘birleştirme’ye ve böyle bir ‘birliğe’ ihtiyacı yoktur.
İşçi sınıfının ihtiyacı; sınıf olarak birleşme, irade ve eylem birliği olarak kendi partisinde örgütlenme ve proleter sınıf ve iş disipliniyle, mücadeleye atılma, mücadele ve örgütlenmesini her alanda geliştirmedir.
Parti disiplini; parti ve organ yaşantısının, demokratik merkeziyetçi parti işleyişinin bir unsuru olarak güçlendirilmeli, tüm parti örgütüne ve partililerin çalışmasına, proleter sınıf ve iş disiplini egemen kılınmalıdır.
Yazıyı, Parti Konferansı’nın belirlediği bir göreve dikkat çekerek noktalayalım: “Partimizin örgüsel niteliklerini, çalışma tarzını bugün mücadelenin kendisinden istediği düzeye çıkarmanın önündeki tüm engelleri kaldırmayı ve sorunları aşarak ilerlemeyi pratik bir görev olarak belirleyen konferansımız, bunu bugün, partimizin en temel sorumluluğu olarak tespit etmiştir.”** “Ve GYK’mız, bütün örgüt ve üyelerimizi, partimizin 4. Kongresi’ne giderken, bu koşulları ve olanakları devrimci bir tarzda değerlendirmeye, görev ve sorumluluklarımızı yerine getirme konusunda ileri adımlar atmaya çağırmaktadır.”***
———————————-
Dipnotlar:
*Sınıfın devrimci partisinde, parti üyelerinin bir parti işi üzerinde ve parti organlarında örgütlenmesi ve buna bağlı olarak, organ çalışması ve organ yaşantısına ilişkin sorunların olduğu bir gerçektir. Ancak bu sorunlar, zaten yerel konferansları ve merkezi konferansı zorunlu kılan nedenler ve bu konferansların amaçları arasındadır. Ve merkezi parti konferansı gündem ve tartışma raporu, hem parti örgütünün zayıflıkları ve sorunlarını, hem de parti çalışmasındaki zaafları enine boyuna ve devrimci eleştirel bir tutumla ve parti örgütünün yeniden inşasının ve parti çalışmasındaki zaafların aşılması planı olarak ortaya koymaktadır. Konferans raporu, konferans sonuç bildirgesi ve GYK’nın konferans değerlendirmesi; partinin yukarıdan aşağıya yeniden inşası ve çalışmasının zaaflarından arındırılarak, tüm yönleriyle geliştirilip güçlendirilmesi faaliyetinin temel belgeleri olma özelliği taşımaktadır.
**  Merkez Konferans Sonuç Bildirgesi’nden.
***  GYK konferans değerlendirmesinden.

işçi ve emekçi kitleler içinde çalışmanın geliştirilmesi

Yerel örgütlerimizin gerek konferans raporlarında gerekse de konferanslarında en önemli yeri, tartışma ve konuşmaların büyük bölümünü; işçi sınıfı ve emekçi kitleler içinde yürüttüğümüz günlük parti çalışması ve bu çalışmanın sorunları oluşturmuştur. Böyle olması hem normal hem de gereklidir.
Çünkü, partinin işçi sınıfı ve emekçi kitleler içinde yürüttüğü çalışmanın zayıflıkları, sorun ve zaaflarından hızla arındırılması ve geliştirilmesi zorunluluğuyla, bugün daha açık ve daha belirginleşmiş olarak yüzyüzeyiz.
Nihayetinde, parti çalışmasının temeli; işçi ve emekçi kitlelerin aydınlatılması; işçi ve emekçilerin nasıl bir dünyada yaşadıklarını, emek ile sermaye, proletarya ile burjuvazi arasındaki ilişki ve çelişkinin niteliğini anlama ve kavramalarını; bu dünyanın değiştirilmesi, baskısız ve sömürüsüz bir dünyanın kurulması mücadelesinde işçi sınıfının kendi rolünü kavramasını sağlamaya yöneliktir.
Ve bu ancak, işçi sınıfı ve emekçi kitleler içinde yürütülen sürekli, sistemli ve kesintisiz bir günlük çalışma ile ve bu çalışmanın sorunları ve eksiklerinin aşılmasıyla ve giderek gelişen, güçlenen, işçi sınıfı ve emekçilerin ana kitlesini kucaklayan bir çalışma düzeyine ilerlemesi ile mümkün olabilir.
Çalışmanın bu sorunları, zayıflık ve eksiklikleri, birçok parti belgesinde ele alınıp eleştiri konusu yapıldığı ve olması gerekene işaret edildiği gibi; birçok Özgürlük Dünyası yazısının da konusu olmuştur. Bu yazıda işçi ve emekçi kitleler içinde yürütülen çalışmada görevlendirilmiş ve sorumluluk almış kadroların, sorumlu oldukları birim ve alanda mevzilenişine ve doğru mevzilenmeye bağlı olarak yürüttükleri çalışmaya ilişkin sorunlar üzerinde duracağız.

İŞÇİ, EMEKÇİ KİTLELER İÇİNDE MEVZİLENME, KİTLELER İÇİNDE YAŞAMA
Yerel parti örgütlerinin, kendi alanlarında işçi sınıfı içinde çalışmayı ilerletme ve geliştirme amaçlı olarak belirlediği; hangi fabrikalarda, işyeri ve organize sanayi bölgelerinde çalışmaya öncelik vereceğine, yoğunlaşarak faaliyet sürdüreceğine ilişkin bir planı vardır. İşçi sınıfı içinde yürtülen çalışma, konferans ve kongreler vesilesiyle yeniden değerlendirilmiş ve bazı sonuçlara varılmıştır.
İşte bu değerlendirmelerden bazı alıntılar:
“Temel işçi havzalarında ve diğer temel işyerlerinde belli  başlı talepler için yaşanan direnişler, yine bu alanlarda sürdürdüğümüz aydınlatma ve örgütlenme çalışmaları, gazete satışları birçok ileri işçiyle, doğal işçi önderiyle buluşmamızı sağlıyor. Ancak, bu işçi ve emekçilerle kurduğumuz bağların kalıcı olması, sadece mücadelenin sıcak olduğu dönemlerde değil, günlük yaşam içerisinde de sürmesi, yönetici ve üyelerimizin bu işçi önderleriyle doğal, canlı bağlar sürdürmesi çoğunlukla gerçekleşmemektedir. Dışardan kalmak, sıcak hareketlilik geçince peşini kovalamamak, doğal insani ve sosyal ilişkilerimizi sürdürmemek, adeta alışkanlıklarımıza ve kendi çevremize geri dönmek bir türlü kurtulamadığımız zayıflıkların başında gelmektedir.
“Dahası, fabrika ve işyeri çalışmalarımız, sınırlı sayıdaki işçiyle görüşmekle yetinip, bütün işçilere seslenen, onların politik eğilimlerini, etkilenmelerini dikkate alarak, bütününü kucaklama ve birleştirme perspektifinden uzaklaşan bir darlığa düşmektedir. Bu durumu değiştirmek için  ortaya koyduğumuz çaba, pratik zorluklar ve koşullara dair çeşitli nedenlerle çok çabuk kırılabilmekte ve bizi, cesaretsiz, şikayetçi, sihirli formül arayan bir konuma sürükleyebilmektedir.
“Oysa azımsanmayacak sayıda işçiyle, emekçiyle şu veya bu vesileyle biraraya geliyoruz. Bu işçi ve emekçilerle, örgütlü bir mücadele için yeniden ve yeniden, her türlü politik, sosyal, ekonomik, kültürel vb. vesile ile biraraya gelmek, mücadeleye daha ileriden katılmalarına yardımcı olmak ve partiye kazanmak için çaba sarfetmek…” yönetici kadro ve üyelerimizin temel işi olmalıdır.
Bir başka yerel örgütümüzün raporunda ise şunlar vardır:
“Partimiz, öncelikli alanlar olarak belirlediği bu alanlarda yaşanan direniş ve örgütlenme mücadelesinin ya başından beri örgütleyicisi ya da sonradan destekleyicisi oldu. Bu süreç, partimizi, birçok fabrika ve işyerlerinde çalışmakta olan işçi ve emekçiler tarafından tanınan ve saygınlığı olan bir parti konumuna getirdi. Ancak; bunca ilişkiye rağmen fabrika ve işyerlerinde işçi örgütleri oluşturma, yaratılan etkinin örgütlülüğe dönüştürülmesini sağlama sorunu, kimi yerlerde olumlu adımlar atılmasına rağmen, çözülememiştir. Partiye yeni üye kazanmada yaşanan darlıkların aşılmasındaki sıkıntılarımız devam etmektedir.”
Yerel örgütlerin raporlarından yapılan (uzunca da olsa) alıntılar; işçi sınıfı içerisinde, hem genel olarak, hem de öncelikli birim ve alanlar olarak belirlenmiş belli başlı fabrika ve işyerlerinde sürdürülmekte olan çalışmanın durumunu, gerek olumlulukları gerekse de sorun ve olumsuzluklarıyla ortaya koymaktadır.
Evet, işçi sınıfı içindeki parti çalışması; gerek büyük fabrika ve işletmelerin hareket içindeki yeri ve önemi, gerekse de kadro gücü ve olanaklarımız nedeniyle, büyük fabrika ve işletmelerde, organize sanayi bölgelerinde yoğunlaşmak zorundadır.
Belli bir fabrikayı öncelikli olarak belirleyip yoğunlaşmanın ilk gereğinin, uygun ve nitelikli bir görevlendirme; özellikleri ile, çalışkanlığı, kararlılığı, birikimi, ısrarı ve sabrıyla uygun bir görevlendirme olduğu açıktır. İşçi sınıfı içindeki çalışmanın gereksinimleri ve zorlukları da, böylesi bir görevlendirmeyi gerekli kılmaktadır.
Görevlendirme ve sorumlu kılma kadar önemli ve temel bir sorun da, görevlendirilen, sorumluluk alan kadroların sorumlu olduğu birim ve alanda mevzilenmesi sorunudur. Parti kadro ve görevlilerinin, görevli olduğu fabrika işçileri içindeki çalışmayı gelişen ve ilerleyen bir çalışma olarak sürdürebilmesinin temel şartı; bu alanda doğru bir mevzilenme içine girebilmesidir. Kadro ve görevlilerin, yaşamlarını, sorumlu oldukları fabrika işçileri arasında yeniden kuracak tarzda mevzilenmeleridir.
Bu; evini barkını, sorumluluğunu aldığı fabrika işçilerinin çoğunlukla yaşadığı semte, mahalleye taşıyan ve yaşamını tümüyle burada, fabrika işçileri arasında yeniden kuran, günlerinin ve gecelerinin çoğunu bu fabrika işçileri arasında geçirecek tarzda bir mevzilenme sorunudur.
İşçiler arasına ve günlük yaşamlarına, onlardan biri olarak, doğallığıyla girebilen, ilişkilerini günbegün geliştiren, onlarla yaşamın ve mücadelenin tüm sorunlarını paylaşabilen, evlerinde, kahvelerinde, düğününde, cenazesinde, sinemada, tiyatroda, gezmesinde, eğlencesinde vb. birlikte olmayı özel bir amaç edinen, işçilerle sıkı bağlara sahip, işçi kitlesinin çoğunluğunu tanıyan ve işçilerce de tanınan, işçilerin evlerine girip çıkabilen, kendi evi de işçilere açık olan ve işçilerin gidip geldiği bu sıcak ve samimi ilişkiler içinde, işçi kitlesinin güvenini kazanmayı başarabilecek tarzda bir mevzilenme sorunudur.
İşçi sınıfı içindeki çalışmamızın en belirgin ve en temel eksiği; yukarıda raporlardan yaptığımız alıntılarda da görülebileceği gibi, parti kadro ve görevlilerinin mevzilenmesi sorunudur. Doğru bir mevzilenme içine giremedikçe “dışardan kalmak” tan kurtulunamaz ve “…alışkanlıklarımıza ve kendi çevremize geri dönmek bir türlü kurtulamadığımız zayıflıklar” olmaya devam eder. Fabrika işçileri arasına kendimizi boylu boyunca atıp, yaşamımızı onlar arasında ve işçilerden oluşan bir çevre içinde yeniden kurabildiğimizde, işçilerle kurduğumuz ilişkileri, kendi çevremiz haline getirebildiğimizde ve buna bağlı olarak alışkanlıklarımızı değiştirebildiğimizde, “… alışkanlıklarımıza ve kendi çevremize geri dönmek…” kurtulabileceğimiz  bir zayıflık haline gelecektir.
Aslında “dışardan kalmak, sıcak hareketlilik geçince peşini kovalamamak, doğal, insani ve sosyal ilişkilerimizi sürdürmemek, adeta alışkanlıklarımıza ve kendi çevremize geri dönmek…” durumu, işçi sınıfı içindeki çalışma açısından, deyim uygunsa, ikili bir yaşam durumunun açık bir tarifidir. Yani biri; partililerden oluşan, aynı dili konuştuğumuz çevrede sürdürdüğümüz, diğeri ise; belli bir süre yönelerek, aydınlatma ve örgütleme çalışması, gazete satışları yaptığımız ve bunları yaparken pek çok işçiyle tanışıp ilişki kurduğumuz, şu veya bu taleple gelişen eylem, direniş ve mücadeleler sürecinde olabildiğince yakın olduğumuz ama, hareket ve eylemler geçince, uzaklaştığımız ya da sınırlı sayıda işçiyle görüşmekle yetindiğimiz olmak üzere, ikili bir yaşam.
Şu söylenebilir ki; işçi sınıfı içindeki çalışmamızda, fabrika ve işyeri çalışmasında görevli kadrolarımızın büyük çoğunluğunun evi başka yerde, görevli, sorumlu olduğu fabrika işçilerinin yaşadığı semt ve mahalleler başka yerdedir. Aslında bu açıdan bakıldığında; propaganda ve ajitasyonumuzu yapıp, birkaç işçiyle görüştükten sonra; “evli evine, köylü köyüne” durumu yaşanmaktadır. Evet, bütün parti kadroları işçilerin yaşadığı semte, mahalleye taşınamayabilir ama, bu durumda bile, işçiler arasında yaşamak, o semtteki bir partilinin evini paylaşmak, giderek işçilerin evlerinde kalabilir, onlarla yaşayabilir hale gelmek mümkündür ve bu yapılabilir. Ve ikili bir yaşam sürdürmekten, böylece; kadroların kendini işçi kitleleri arasına atması, işçiler arasında ve işçi ve emekçilerden oluşan bir çevre içinde yaşar duruma gelmeleriyle kurtulunabilir.
Elbette ki mevzilenme, kendi başına çalışmamızın sorunlarını çözüverecek bir şey değildir. Ama, işe doğru ve sağlam bir yerden başlamak demektir. Doğru bir mevzilenme içinde olan görevli ve kadrolarımız, çevrede bulunan parti üyelerini de, çalışmanın çeşitli yönlerinde işin içine katarak, çalışmasını genişleterek sürdürebilir.

FABRİKA, İŞYERİ ÇALIŞMASI
Parti il örgütleri, raporlarında, fabrika çalışmalarını, yukarıdaki alıntılarda da görülebileceği gibi; “… bunca ilişkiye rağmen fabrika ve işyerlerinde işçi örgütleri oluşturma, yaratılan etkinin örgütlülüğe dönüştürülmesini sağlama sorunu, kimi yerlerde olumlu adımlar atılmasına rağmen, çözülememiştir.” ya da “… fabrika ve işyeri çalışmalarımız, sınırlı sayıda işçiyle görüşmekle yetinip, bütün işçilere seslenen, onların politik eğilimlerini, etkilenmelirini dikkate alarak, bütününü kucaklama perspektifinden uzaklaşan bir darlığa düşmektedir.” şeklinde, eleştirel bir bakışla değerlendiriyorlar.
İşçi ve emekçi kitleler içine kendimizi boylu boyunca atarak, kitlelerle içiçe  yaşama ve giderek genişleyen işçi, emekçi ilişkileri içinde olamadıkça; sınırlı sayıda işçiyle görüşmekle yetinen bir ilişki ve çalışma tarzından kurtulamayız, işyerlerinde işçi örgütleri oluşturma sorununu çözemeyiz. Eğer işçilerin içinde değilsek, onlarla içiçe yaşamıyorsak; bir hareketlenme ve eylem sürecinde ya da ajitasyon ve aydınlatma çalışmaları, gazete satışları sırasında kurduğumuz ilişkilerin (bu ilişkiler, elbette önemli ve sürdürülmesi gereken ilişkilerdir) kalıcı bağlara dönüşmesi zor olacaktır. Çünkü dışarıdan gidiyoruz ve işimizi bitirince, kendi çevremize geri dönüyoruz.
Ama, işçilerin yaşam alanlarında onlarla birlikteysek, gazetemizi satıp, bildirimizi dağıttıktan sonra ya da ilişkide olduğumuz işçilerle görüştükten sonra döndüğümüz yer, yine işçilerin arası ve onların yaşam alanları olursa, buraları döndüğümüz kendi çevrelerimiz haline getirebilirsek; kurulan her ilişkinin sürdürülmesi de, kalıcı bağlara dönüşmesi de kendi doğallığı içinde mümkün olabilecektir. Böyle bir ortam içinde, işçi ve emekçilerle ilişkilerimizi geliştirebilir ve bu ilişkiler içinde işçileri partiye kazanabiliriz. Partiye katılan işçilerin eğitimlerine yardımcı olma, ileri partililer olarak gelişmeleri için  destekleme ve teşvik etme görevimizi de ancak bu durumda başarabiliriz.
Kadrolarımızın işçi kitleleri (elbette öncelikli olan, büyük fabrikaların işçi kitleleri) arasında ve içinde mevzilenişinin sorunlu olması, partiye katılan işçiler  ve onların diğer işçilerle ilişkilerini de daraltıyor. Çoğunlukla da bizimle ve parti çevresindeki sınırlı işçi ilişkilerine kadar daralıyor. Doğrudan söyleyecek olursak; bizim kadrolarımızın işçi kitleleriyle olan sınırlı ve dar ilişkileri, kendini işçi kitleleri arasına atamamış olması, partiye katılan işçiyi ve onun işçi kitlesiyle olan ilişkilerini de koşulluyor ve ilişkilerini daraltıyor. Kısacası; içinde olduğu işçi ilişkilerini, partili bir işçi olarak, bilinçle, daha da genişleterek sürdürmesini sağlama ve teşvik etme yerine, kendimize (bizim işçi kitleleri içinde ve arasında yaşıyor olmayışımız) benzetiyoruz ve ilişkilerinin, partililer ve partili işçiler çevresine daralmasına yol açıyoruz.
Parti grupları ve organlarının olduğu fabrika ve işyerlerine baktığımızda da, bu durumu görebiliriz. Parti grubunun da işçi kitlesiyle olan ilişkilerinin çok da geniş olmadığı görülecektir. Yürütülen çalışmanın genişliği (darlığı), fabrika işçileri arasında dağıtılan gazete (fabrikada, mahallesinde, evinde) sayısı bunun bir göstergesidir. Parti kadroları ve görevlileri işçi kitleleri arasına kendini atar ve işçiler içinde bir yaşam kurarsa; yani kendi mevzilenişini, çevresini ve alışkanlıklarını devrimci tarzda değiştirebilirse, bu; ileri işçi, partili işçi için de öğretici olacaktır.
Büyük fabrikalara yoğunlaşan, bu fabrikaların işçileri arasında ve içinde mevzilenmeye dayalı ve işçiler arasında gazetenin olabildiğince yaygın dağıtımı üzerinden gelişen ve yaygınlaşan, bu fabrikalar işçilerinin bütününe seslenen ve bütününü kucaklayan, ve giderek partide örgütleyen bir parti çalışması; bugünkü parti çalışmasının ilerlemesi ve ulaşması gereken düzey olmalıdır.
İşçi, emekçi kitleler içinde yaşama, onlarla içiçe olma ve buna bağlı olarak, giderek genişleyen ve güçlenen ilişkiler; gazetenin kitle çalışmasının temel ve parti örgütünün üzerinde, etrafında kurulacağı ve yükseleceği bir araç olarak kullanıldığı kitlesel bir çalışma; parti çalışmasının birçok yönünü de olumlu etkilecek ve güçlendirecektir.
Sağlam temeller üzerinde gelişen bir semt, mahalle çalışmasının yürütülebilmesi için; parti kadroları ve görevlilerinin işçi kitleleri arasında mevzilenişi, semtteki işçiler, emekçiler, kadınlar ve gençler arasında da geniş ilişkiler olanağı yaratacaktır. Aynı zamanda, birçok başka fabrika ve işyerinde çalışan işçi ilişkileri, başka fabrika ve işyerlerinde de parti çalışmasını güçlendirecektir.
İşçi, emekçi kitlelerle ilişkilerin sınırlılığı ve fabrika çalışmalarının bilinen darlıkları; burjuvazi ve sermayenin saldırıları karşısında, hem saldırıların teşhiri ve sorunların gerçek sahiplerine, yani işçi, emekçi halka maledilmesi (aydınlatma çalışmaları) çalışmalarını ve bunun biçimlerini, hem de işçi sınıfı ve emekçilerin karşı koyuşunu ve mücadelesini ilerletme çabalarını sınırlıyor.
Aynı sınırlılık ve darlıklar, saldırılar karşısında tutum alma; bildiri yazıp dağıtma, sendikaların ya da politik çevrelerin “kitlesel” basın açıklamalarına hapsoluyor. İşçi ve emekçi kitlelerin daha geniş katılımını sağlayacak biçimlere, işyeri işçi toplantıları, semtlerde halk toplantıları vb.’ni yapmada cesaretsiz tutumlara yol açıyor.
İşçi kitleleri arasında ve geniş ilişkiler içinde hareket edilebildiğinde, parti bildirileri daha işlevli olacak, eksikliği eleştirilen sözlü ajitasyon daha da genişleyecek ve etkinleşecektir. Baskının ve sömürünün her türüne karşı işçi ve emekçi kitlelerin öfke ve tepkisini örgütlemek üzere, kitlelere daha cesaretle ve güvenle gidecek, partinin, işçi ve emek hareketini ilerletme ve yönetme gücü, her adımda daha da ilerleyecektir.

GAZETE; PARTİ ÇALIŞMAMIZIN TEMEL ARACI

Yaşamını işçiler ve emekçiler arasında kurmuş, işçi ve emekçilerle geniş ilişkiler içinde olan kadrolar ve parti üyelerinin kesintisiz bir günlük çalışma sürdürebilmeleri için ellerindeki en önemli araç ise, günlük gazetedir
Gazete, işçi ve emekçi kitleler içinde yürütülen çalışmanın temeli olarak alınmalıdır. Gazetenin dağıtımı ve gazete çevresinde işçilerin bir araya getirilmesi, gazetenin işçilerle birlikte okunması, fabrikadaki çalışma ve mücadeleden, işçilerin ve ailelerinin yaşamından haberler yazılması, işçilerin gazeteye yazmasının özel olarak teşvik edilmesi; işçi ve emekçi kitleler içindeki çalışmanın başlıca unsurları olmalıdır.
İşçi ve emekçilerin kendi fabrikalarından, mücadele ve yaşamlarından yapılan haber ve röportajlara olan ilgisi ve “yine öncelikli işçi havzalarında, fabrika ve işyerlerinde gazetemize haber, mektup, röportaj vb. yapma, dosyalar hazırlama konusu en çok üzerinde durduğumuz, ancak, işçi ve emekçiler içerisindeki çalışmamızın hala en zayıf olduğu, en çok kesintiye uğrayan işlerin başında geliyor” olduğu düşünüldüğünde; gazeteye yazmanın, gazetenin buradaki muhabiri sorumluluğuyla davranmanın önemi ortadadır.
Parti kadroları, görevlileri ve üyelerinin gazeteye haber ve röportajlar yapma, dosyalar hazırlama konusundaki tutumu, sadece yazma konusunda bir zayıflık ve olumsuzluk olarak değerlendirilemez. Bu zayıflığın asıl nedeninin, işçi ve emekçi kitlelerle girilen ilişkinin sınırlılığı ve işçilerin günlük yaşamına girme ve nüfuz etme açısından yaşanan sınırlılık olduğunu bilmeliyiz. İşçiler arasında, onların içinde yaşayan, gazeteyi günlük çalışmasının temeli ve aracı haline getirebilmiş kadrolar ve parti üyeleri için, gazeteye çeşitli biçimlerde yazmak ve katılmak; ekstra, kendi işi olmayan bir iş olmaktan çıkacak, yürüttüğü çalışmayı geliştiren ve çalışmasının önemli bir parçası ve bir yönü olacaktır. Ayrıca, işçi ve emekçi kitleler arasına girebilmiş ve geniş ilişkiler içinde olan bir partili gazeteye yazmak için, haber ve konu sıkıntısı da çekmeyecektir. Gazetenin işçi ve halkçı niteliğini geliştirme ve ilerletmesinin yolu da, buradan, işçi ve halk yaşamının tüm canlılığı ve tüm yönleriyle gazeteye yansıtılabilmesinden geçmektedir.
İşçiler ve emekçiler arasında yaşıyor olmanın, işçilerin duygu ve düşüncelerini, yaşamlarının her türlü sorunlarını, ülke ve dünyadaki olaylar ve gelişmeler üzerine tepki ve öfkelerini içlerinden izleyip gözlüyor olmanın, en canlı, işçi ve halk yaşamı açısından önemli ve çarpıcı haberler yapmada, bize sağlayacağı olanak ve avantajlar açıktır. Böylesi olanaklar, hiçbir gazetecinin, muhabirin sahip olmadığı ilişki ve olanaklardır.
İşçiler arasından yaptığımız her haber ve röportajın, bizi işçilere daha da yakınlaştıracağını, işçi ve emekçilerle daha geniş ve güçlü bağlar anlamına geleceğini ve işçilerin güvenini kazanmada ileriye atılmış adımlar olacağını bilmek durumundayız. Buna uygun davranıldığında “parti, gazete muhabirleri ağı olarak örgütlenmelidir” bolşevik anlayış ve tutumu gerçekten ve somut olarak kavranmış olacaktır.
Bizde en önemli sorunlardan biri işçi ve emekçi kitleler içine girme, yaşamını onlar arasında kurma ve çalışmayı buradan sürdürme ise; diğeri, örgüt çalışması ile gazetenin (politika) birbirinden ayrı ve kopuk olarak ele alınmasıdır. Böyle olunca da, kurulan işçi ilişkileri, çoğunlukla politikadan uzak kişisel ilişkiler olarak sürüyor, gazete temeli ve etrafında (günlük çalışmada gazeteyi çok yönlü kullanmaya dayalı) politik bir örgüt olma ve politik bir çalışma yürütmede sorunlar yaşanıyor. Günlük gazete de, günlük parti çalışmasının temel bir aracı haline gelemiyor ve gerçek işlevini (kollektif bir ajitasyon, propaganda ve örgütlenme aracı) görme düzeyine ulaşamıyor.
Oysa, parti kadroları, görevlileri ve tüm parti üyeleri açısından; dağıtımından, gazete etrafında işçi ve emekçilerin bir araya getirilmesine, okunmasına, işçilerin eğitimi ve ilerletilmesinin bir aracı olmasına, gazeteye işçiler ve halk arasından yaşamın ve mücadelenin tüm yönlerini ve sorunlarını yansıtacak çeşitlilikte haber, yazı ve röportajlar yapılmasına ve işçilerin, emekçilerin mektup, haber yazmasının teşvik edilmesine kadar; gazetenin günlük parti çalışmasının temel bir aracı haline getirilmesi – gazetenin ele alınışı böyle bir tutuma ilerlediğinde, parti çalışması da çok yönlü olarak gelişecek ve güçlenecektir.
Mart Konferansı, değerlendirmeleri ve kararlarıyla, parti örgütünün yeniden inşası sürecini başlatmıştır. Konferans ve Kongreler ise, bu süreci daha ileriye taşıyacaktır.
Yeniden inşanın en temel meselesi, işçi ve emekçi kitleler içinde sürdürülen çalışmanın sorunları ve bu sorunların aşılmasıdır. İşçi ve emekçi kitlelerin yaşamıyla işçi ve emek hareketine nüfuz edebilmenin ve işçi hareketinin partinin önüne koyduğu görev ve sorumlulukların üstesinden gelebilmenin yolu; işçi sınıfı içinde yürütülen çalışmayı, eksik ve zaaflarının üstesinden gelerek, her yönüyle geliştirip güçlendirmekten geçiyor.

Yoldaşların Ardından…

15 Ocak Şeref Aydın yoldaşın doğum günüdür. Onu elli altıncı doğum gününde, özlem ve sevgiyle anarken diyoruz ki; iyi ki doğdun Şeref yoldaş, iyi ki bizler seni tanıdık ve seninle el ele, omuz omuza mücadeleyi, sevgiyi ve saygıyı, iyi kötü, acı tatlı ne varsa paylaşarak, arkadaşlığı, dostluğu ve yoldaşlığı yaşadık.

Yüreği, ülkesine ve halkına derin bir sevgiyle bağlı, işçi sınıfı ve emekçilerin baskı, sömürü, ezilmişlik ve sefalet koşullarına öfkeyle dolu bir dava adamını; yarının baskısız, sömürüsüz, sınıfsız dünyasını, insanlığın altın çağını kurma yolunda bir ömür mücadele etmiş, gerçek bir insanı, bir halk adamını, arkadaşımızı, dostumuz ve yoldaşımız Şeref Aydın’ı birkaç ay önce, 24 Eylül 2006’da yitirdik.

Şeref yoldaşı yitirmenin acısı ve hüznünü yaşarken, işçi sınıfı içinden yetişmiş yetkin bir devrimciyi, yaşamı boyunca işçi, mücadeleci bir sendikacı olan, işçi davasının, kurtuluş mücadelesinin yiğit bir önderini, partimizin merkez yöneticilerinden Memet Kılınçaslan yoldaşı 1 Aralık’ta yitirmek, tüm arkadaşlarını, dost ve yoldaşlarını,hepimizi bir kez daha acı ve hüzne boğdu.

Memet ve Şeref yoldaşları böyle erkenden yitirmemiz, işçi hareketi için, partimiz için, arkadaşları  ve yoldaşları olarak hepimiz için büyük kayıp ve bizler, parti çalışmamızda mücadelemizde, yokluklarını omuz başlarımızda her zaman hissedeceğiz, unutmayacak, mücadelemizde yaşatacağız.

İnsanın, insanlığın tarihinde ilerletici, geliştirici ve değiştirici önemli rol oynamış büyük insanlar; büyük akıllar ve büyük kahramanlar vardır. Her biri tarihsel gelişim ve değişime önemli katkılarda bulunarak, değişimin asıl gücü olan halkların ve sınıfların mücadelesine büyük katkılarda bulunmuş, bu mücadeleler içinde yer almış ve öncülük etmiş insanlardır.

İnsanlığın dünden bugüne, olumlu, ilerletici, değiştirici ve devrimci tüm değerlerinin bugünkü mirasçısı ve temsilcisi işçi sınıfı ve işçi sınıfının mücadele tarihi açısından da, bu böyledir. Dünya proletaryası, baskı, sömürü ve eşitsizliğe karşı mücadeleye girdiği ilk günden bu yana, bütün ülkelerde hem kendi içinden böyle gelişkin öncüler yetiştirmiş, hem de diğer sınıflardan işçi sınıfı mücadelesine katılan namuslu aydınlar ve emekçiler arasından sınıf mücadelesine teorik, politik ve örgütsel tayin edici katkılar sunan öncüler, ustalar ve öğretmenler yetiştirmiştir.

Brecht, bir şiirinde, “… En güçlüleri ama, ömür boyu / savaşanlardır / Onlarsız olmaz” diyerek, yaşamını mücadeleye adayanları ve böyleleri olmaksızın işçi sınıfı ve emekçilerin kurtuluşunun, insanlığın kurtuluşunun olanaksızlığına çarpıcı bir biçimde işaret eder.

Şeref ve Memet yoldaşlar, mücadeleye ve partiye katılmaları, farklı alanlardan ve başka biçimlerde olsa da, bir insanlık mücadelesinde, işçi sınıfı ve emekçilerin kurtuluş davasında, sosyalizm mücadelesinde, sınıf partisinde bir araya gelmiş; Brecht’in dediği “Onlarsız olmaz” “soy”undan, ömür boyu mücadele eden devrimciler, işçi sınıfı devrimcileri ve halk adamlarıdır.

Şeref Aydın, yaşamının her döneminde, işçi sınıfı ve emekçilerin mücadelesinin ve koşulların partisine ve kadrolarına, dolayısıyla kendisine yüklediği görev ve sorumlulukları, olumsuzluklara ve olanakların yetersizliğine bakmaksızın (işkencede, cezaevinde ve dışarıda, yurtiçinde, yurtdışında ve hastalığının ilerlediği koşullarda dahi), en ileriden yerine getirme tutumuyla öne atılmış bir militan, bir parti yöneticisidir.

Sadelik, tevazu ve içtenlik, hata ve zaaflarla uzlaşmazlık ama, dostça, yoldaşça, ilerletici eleştiriden ve özeleştiriden kaçınmazlık, arkadaşlarına ve yoldaşlarına yardım etme, destek olma ve paylaşma; karamsarlık ve umutsuzluk karşısında proleterce iyimserlik, her durumda soğukkanlılığını koruyarak çözümler bulma ve parti çalışmasında önemli önemsiz, küçük büyük ayrımı yapmaksızın işe sarılma, işçi sınıfı ve halka yakınlık, işçi ve emekçi kitleler içinde yaşamaya ve çalışmaya verdiği özel önem; Şeref Aydın’ın kişilik ve karakter özellikleridir.

’70’lerin başında katıldığı THKO’nun partileşme sürecinde yaşadığı bütün ideolojik ve örgütsel dönemeçlerde, yüz yüze kalınan saldırılar ve yaşanılan zorluklarda sarsılmadan, sağlam bir tutumla, partiyle olmuş, 1975’de öğretmenliği bırakıp, profesyonel bir devrimci olarak, mücadeleler içinde sağlam ve yetkin bir devrimci, işçi sınıfı devrimcisi olarak gelişmiş; çalışmanın hemen tüm alanlarında görevler, sorumluluklar üstlenmiş ve yaşamının sonuna kadar sürdürmüştür.

Öncesi bir yana, yirmi yıl öncesinin gerçekten olumsuz koşullarında; Marksizmden ve sosyalizmden kaçış, güvensizlik ve örgütten kaçış ve tasfiyeci saldırıların egemen olduğu koşullarda dahi, yakınma ve şikayetlenmeye değil; tüm enerjisiyle, varolan sınırlı güç ve olanaklarla, dağılmış, kopmuş ilişkileri yeniden kurma ve toparlama, işçi sınıfı ve emekçi kitleler içinde, fabrikalarda ve işyerlerinde gündelik bir çalışmayı örgütleme, merkez yayın organı Devrimin Sesi’nin yayınlanması, basım ve dağıtımının örgütlenmesi, güvensizlik ve örgütten kaçış eğilimlerinin kırılması ve tersine çevrilmesi, tasfiyeci saldırıların püskürtülmesi işine girişmiştir.

Şeref yoldaş, örgütsel dağınıklık ve tasfiyecilik döneminde, tasfiyeci saldırılar karşısında, örgütsel toparlanma ve çalışmayı örgütlemedeki kararlı tutum ve çalışmasıyla parti ve mücadele açısından tayin edici bir yer tutmuştur. Onu tanıyanlar açısından, cezaevinden çıkmış olması ve tasfiyecilik karşısındaki tutumu; güvensizliklerin kırılması ve çalışmaya katılma açısından bir güven kaynağı olmuştur.

Sorunlardan, yetersizlik ve olanaksızlıklardan yakındığı, şikayetlendiği duyulmamış, umutsuzluk ve karamsarlığı görülmemiştir. Olması gerektiği yerde, yapması gerekeni yapacak tarzda işinin başında olmayı; “Türkmen göçü yolda düzelir, biz de örgütümüzü mücadele içinde, işçi sınıfının ve  emekçilerin günlük mücadelesi içinde, günlük çalışma içinde ve daha çok günlük iş yaparak kuracak ve geliştireceğiz. Sorunlarımızı böyle çözebilir, olanaklarımızı böyle geliştirebiliriz”  diyerek, kendine ilke edinmiştir.

O, mücadeleye katıldığı günden itibaren, gençlik içerisinde, maden ve tarım işçileri arasında, tütün ve pancar üreticisi köylüler içinde, demir çelik ve demiryolu işçileri arasında sabırla ve enerjik bir çalışma yürütmüş, bilgi ve birikimini bu çalışmalar içinde geliştirmiştir. Değişik yayın organlarında yayınlaşmış yazılarının içeriğinden de anlaşılabileceği gibi; işçi sınıfı hareketinin sorunları ve hareketin geliştirilmesi ve ilerletilmesinde ileri işçiler ve partinin görev ve sorumlulukları en temel meselesi olmuştur.

Şeref Aydın’ın işçi sınıfı içinde yürüttüğü çalışmanın niteliğinin anlaşılması açısından; Onun kurduğu ve yönettiği fabrika, işyeri hücrelerinin bir kısmının, darbe yılları boyunca varlığını sürdürdükleri, sınırlı da olsa çalışma içinde kaldıkları ve yıllar sonra yeniden bağ kurulduğunda, yıllarca aidatlarını toplamış ve biriktirmiş (altın) olarak teslim etmeleri, yine bir madendeki parti hücresi çevresinin sendikal çalışma içinde önemli bir yer edinmeleri ve diğer işyerleri ile ilişkiler içinde olmaları, dikkat çekici örneklerdir.

Şeref yoldaş, gelişkin, kararlı ve öncü bir Marksist-Leninisttir. Ve onun, hem ülkesinde hem de uluslararası planda, sapmalara, çarpıtmalara ve saldırılara karşı kararlı bir savunucusudur.

Ama Onun için, Marksizm Leninizmin savunusu; bir fikrin, bir ideolojinin “aydınca” bir “bağlılıkla” savunulmasından öte bir şeydir. Ülkesine ve halkına, derin bir sevgiyle bağlılıktır. İnsanın ve halkların baskı sömürü ve ezilmişlik koşullarının değiştirilmesidir.

İşçi sınıfı ve emekçilerin aydınlatılması, sınıfın, kendi değiştirici, yaratıcı ve yeniden kurucu gücünün bilinciyle harekete geçirilmesi, örgütlenmesidir. İşçi sınıfına, sosyalizm davasına, tüm yaşamıyla somut, capcanlı, mücadele ve eylemle bağlılığıdır.

Uluslararası hareketin küllendirilmiş ve üstü örtülmüş bilimsel, kültürel, tarihi ve politik birçok bilgi, belge ve eserin Türkçeye kazandırılmasında ve bu alanlarda da sürmekte olan mücadelenin araçları, yetişmekte olan genç aydın ve devrimci kuşaklarının ideolojik ve kültürel gelişmelerinde, değerli kaynaklar haline gelmelerinde, arayıp bulmaktan çevirisi ve basımının sağlanmasına, bazılarının da çevirisine kadar özel bir katkısının olduğu da vurgulanması gereken bir gerçektir.

Bu açıdan, Evrensel Kültür dergisinin bir dönem yayınladığı Bilim Eki’ne, yaptığı çevirilerle ve birçok makaleyi arayıp bularak, Bilim ve Düşünce kitap dizisine, planlanması ve yine çevirileriyle katılmıştır. Maurice Pianzola’nın Lenin İsviçre’de adlı eseri, Andre Bonard’ın Sovyet Edebiyatı Üzerine (çevirmenlerinden biridir), İnsan ve Trajedi, Antik Yunan Uygarlığı eserlerinin Türkçeye kazandırılmasında katkı ve çabaları önemlidir.

Memet Kılınçaslan, genç yaşta kundura işçisi olarak başladığı işçilik yaşamını, Ülker ve Alboy fabrikalarında sürdüren, çalıştığı tüm fabrikalarda önder özellikleriyle öne çıkan bir işçi önderi, sınıfının öncü ve gerçek temsilcisidir. Onun tüm işçilik yaşamı mücadeleler, işten atılmalar, grevler ve direnişlerle ve bu mücadelelerin, direnişler ve grevlerin örgütlenmesi ve başarıya ulaşması için canla başla çalışmayla geçmiştir.

O işten atıldığında, Ülker işçilerinin temsilcilerine sahip çıkması ve işe geri alınması için eylemler yaparak patronu püskürtmeleri ve başarmaları boşuna değildir. Onun mücadeleci ve öncü bir işçi olarak, işçi arkadaşlarına ve sınıf kardeşlerine verdiği güven ve kararlılıktan dolayıdır.

12 Eylül’ü grevde, grev çadırlarında karşılayan on binlerce işçiden biri, öncü işçilerden biridir. 1 Mayıs’ın yasaklı olduğu yıllarda, “bütün fabrikalar, her yer 1 Mayıs alanı” şiarıyla İstanbul proletaryasını 1 Mayıs’a çağıranlardandır. Gözaltına alınır, tutuklanır, ceza alır ve hapis yatar, sendikacılık yapması yasaklanır, ama, Onun için bunlar, işçi sınıfının burjuvaziye ve sermayeye karşı mücadelesinde karşılaşılabilir olağan işlerdendir, yaşama ve mücadeleye devam eder, mücadeleye daha bir hınçla ve daha ileriden sarılır.

Memet Kılınçaslan, çalıştığı fabrikalarda hakları ve talepleri için gündeme gelen mücadelelere katılan, yalnızca mücadeleci bir işçi değil, önder ve örgütleyici özellik ve yetenekleriyle de öne çıkan kararlı, öncü ve örgütçü bir işçidir. Bu özellikleriyle sendikal mücadelede işyeri temsilciliğinden şube yöneticiliğine ve genel örgütlenme sekreterliğine kadar görevler almış ve bu görevleri hakkıyla ve sendikal bürokrasinin çarklarına kapılmadan, namuslu, mücadeleci ve güvenilir bir sendikacı olarak sürdürmüştür.

Sendikacılık Onun için ekmek kapısı, geçim kapısı değildir. İşçiden, sınıftan, sınıfın sorunları ve mücadeleden kopmak, koltuğunu koruma kaygısıyla hareket etmek hiç değildir. Türkiye işçi sınıfı mücadelesinde ’89 Baharı, Kılınçaslan gibi namuslu, mücadeleci ve öncü işçilerin, sendikacıların omuzlarında yaşanmıştır.

Kılınçaslan’ın sendikacılık yılları da, bu karakterine uygun olarak, grevlerle, mücadele ve direnişlerle ve bunların örgütlenmesi içinde yaşanmıştır. O, Kazlıçeşme deri işçilerinin grevlerinde, direnişlerinde, Maga Deri işçilerinin direnişlerinde hep ve her zaman yanlarında ve en öndedir.

Memet yoldaş, işte böylesi bir işçilik, sendikacılık; mücadele, grev ve direnişlerle geçen yaşamı içinde yetişmiş, kendini ve sınıf bilincini, siyasal bilincini geliştirmiş, okuma ve öğrenme azmini, isteğini hiç yitirmemiş ve yetkinleşmiş bir örgütçü ve önder bir işçi sınıfı devrimcisidir.

Kılınçaslan, içinden geldiği, gücünü ve eksik ve ihtiyaçlarını bildiği, kanında ve canında hissettiği işçi sınıfı ve mücadelesi açısından, politik örgütlenmenin, sınıfın kendi partisinde örgütlenmesi ve kendi partisinde, işçi ve emekçi iktidarı için, sosyalizm için mücadele etmesi gereğini en ileriden kavrayan bir işçi önderi olarak, sınıf partisin kurulmasında ve örgütlenmesinde de tüm varlığı, enerjisi ve yetenekleriyle yerini almış, işçi sınıfı devrimcilerindendir.

O, işçi sınıfı ve emekçilerin mücadelesine ve parti çalışmasına, günlük bir işçi gazetesinin katacaklarını, ileri işçilerin, parti örgütü ve partililerin gazeteyi nasıl ele alması gerektiğini, sınıf sezilerinden hareketle kavramış ve çalışmada gazetenin yerinin ilerlemesi için sürekli bir çaba içinde olmuştur.

Memet yoldaş, partisinin genel başkan yardımcısıdır, il başkanıdır, tüm ülkede sürdürülen parti çalışmasının içindedir, nerede bir işçi, emekçi mücadelesi varsa, nerede bir grev, direniş varsa orada, işçi ve emekçilerin yanında ve onlarla omuz omuzadır.

O, partimizde işçi sınıfı içinden gelen, sınıf tutumunu ve sınıf ruhunu en ileriden temsil eden işçi devrimcilerinden biridir. Parti çalışmasının şu veya bu alanında Onunla birlikte çalışmış tüm yoldaşlar bileceklerdir ki; işçi hareketi ve hareketin ilerletilmesi, fabrika ve işyerlerinde sürdürülen çalışmanın sorunları ve bir bütün parti çalışması ve geliştirilmesi konularında işçi tutumu ve sınıf sezgisiyle, yaman proleter bilinciyle partimize, parti çalışmasına katkıları büyüktür.

Kılınçaslan, parti yöneticisi olarak, partimizin genç kuşaklarının yetişme ve gelişmesine, hesapsız içtenliği ve sıcaklığıyla, çalışmasıyla, işçi tutumuyla, açık sözlülüğüyle, eleştiri ve önerileriyle, genç parti yöneticileri ve gençleri, çalışma içinde teşvik edişiyle de örnek bir parti yöneticisidir.

Parti kurullarının, parti çalışmasına ve mücadeleye ilişkin aldığı, parti örgütlerinin, partililerin önüne yeni görevler koyan yeni kararları heyecanla ve şevkle benimseyen, hayata geçirmek üzere aynı heyecanla çalışmaya atılan, parti örgütlerinin de aynı heyecan ve aynı tutumla çalışmasını örgütlemek için sınıf tecrübesi ve sınıf tutumuyla, sorumlulukla çalışan, gerçek bir sınıf partisi yöneticisidir.

Kılınçaslan, birçok platformda partisinin temsilcisidir. O, katıldığı platformlarda, sınıfının ve partisinin haklılığından ve ideolojik politik netliğinden aldığı güçle, partisini onur ve kararlılıkla temsil etmiştir.

Memet yoldaş, işçi ve halk toplantılarının, mitinglerin yetkin bir propagandacısı ve ajitatörüdür. Esip savuran, kuru ajitasyon yapan ya da ne dediği anlaşılmayan değil, kime seslendiğini bilen, gerçeklere dayalı, sorunları açık seçik ortaya koyan, somut çağrılar yapan bir propagandacı ve ajitatör.

Şeref ve Memet yoldaşları, işçi sınıfı davasının, sosyalizm mücadelesinin  kararlı ve yılmaz mücadelecilerini bu kadar erken ve birbiri ardına yitirmenin acısını ve derin hüznünü yaşadık, yaşıyoruz. Ancak, şimdi bize düşen, yoldaşların kararlıca savunucusu ve savaşçısı oldukları işçi sınıfı davasını, devrim ve sosyalizm mücadelesini daha ileriden savunmak ve bu uğurda mücadeleyi her günkü çalışmamızda bütün yönlerden geliştirmek, güçlendirmek ve bu davayı; onlara verdiğimiz anda sadık olarak zafere ulaştırmak için, daha bir öfke ve mücadele azmi ve enerjiyle çalışmak, mücadeleye atılmaktır.

Memet ve Şeref yoldaşların da yaşam ve çalışmalarında büyük önem verdikleri parti çalışmamızın çok yönlü ilerletilmesi, işçi sınıfı içinde çalışma, fabrika ve işyeri örgütlenmesi,  günlük işçi basınını parti çalışmasının temeli olarak daha ileriye taşıma, işçi hareketi ve partinin, burjuvazi ve sermayenin yalan, demagoji ve aldatmaya dayalı propagandasına karşı mücadelesini yeni araçlarla güçlendirme, parti çalışmasını tüm bu yönlerde geliştirmek üzere açılmış kampanyayı başarıyla sürdürme ve hedeflerine ulaştırma görevleri bütün somutluğuyla ortada ve gündemimizdedir.

Gazetenin, parti çalışmasındaki, çalışmanın ve örgütün ilerletilmesi, geliştirilmesindeki yeri, onu günlük çalışmamızın, işyeri, fabrikalar başta olmak üzere, tüm alan ve birimlerde süren çalışmanın temeli haline getirme çabamız, hem düne göre daha açık ve belirgin olarak önümüzdedir, hem de günlük dağıtımını daha genişletme, çalışmanın içinden, işçiler, emekçiler arasından ve onların yaşam ve mücadelelerinden canlı haberler ve röportajlarla daha etkin bir gazete haline getirme, birim ve alanlarda buna dayanarak güçlü örgütler kurma görevini savsaklanamaz ve ertelenemez bir biçimde yürütme sorumluluğu ile yüz yüzeyiz.

İşyeri ve fabrikalarda çalışmamızı, gazete temelinde, işçiler arasına, onların günlük yaşamlarına boylu boyunca girerek, yaşamımızı onlar arasında yeniden kurarak, nitelik olarak değiştirebilir ve geliştirebiliriz.

Şeref ve Memet yoldaşların da büyük bir heyecan ve coşkuyla benimsedikleri işçi sınıfı ve hareketinin ve partimizin burjuvazi ve sermayeye karşı mücadelenin araçlarını çok yönlü geliştirme, ilerletme ve mücadelenin gerekleri haline gelmiş yeni araçları kurma kampanyamızı en güçlü tarzda sürdürme ve başarma görevi omuzlarımızdadır.

İşçi sınıfı davası, devrim ve sosyalizm davası haklılığından ve büyüklüğünden gelen gücüyle, ölümsüz savaşçılar ve önderler yetiştirmiştir. Memet ve Şeref yoldaşlar, yaşamları ve mücadeleleriyle bunların en ileri örneklerindendir.

Onların davası ve mücadelesinin sürdürücüleri olarak bize düşen; işçi hareketini, çalışmayı ve mücadeleyi hedeflerimize doğru geliştirmek ve güçlendirmek; bunun için onlardan ve mücadelelerinden öğrenerek, örnek alarak, militan ve savaşçı bir ruh ve tutumla görevlere sarılmak, ileri atılmaktır.

Şeref ve Memet yoldaşlar,

Bir ömür mücadeleniz mücadelemiz; davanız davamızdır.

Söz veriyoruz.

Seçimlerden Bugüne Filistin

Filistin’de, aylardır devam eden siyasi kriz ve Hamas ile El Fetih arasında süren ve yüze yakın Filistinlinin ölümüne, yüzlercesinin yaralanmasına yol açan çatışmaları sona erdirmesi, Filistin’in uluslararası tecritine ve uygulanan ekonomik ambargoya son vermesi amaçlanan ulusal birlik hükümeti kuruldu ve 17 Mart’ta güvenoyu alarak göreve başladı.

Ancak bekleneceği gibi, hemen ertesinde, İsrail ve ABD’nin “veto”suyla yüzyüze kaldı. İsrail hükümeti hızla ulusal birlik hükümetinin boykot edilmesi kararını onayladı ve “uluslararası toplum”a yeni Filistin hükümetini boykot etmeleri çağrısı yaptı. Ki henüz ulusal birlik hükümeti kurma çalışmaları sürerken, İsrail ve ABD, kurulacak ulusal birlik hükümetini tanıyıp tanımama konusunda tam bir anlaşma içinde olduklarını, İsrail’i ve barış anlaşmalarını (İsrail kendisinin onayladığı halde sadık kalarak uyduğu, uyguladığı bir barış anlaşması varmış ve halen adeta canı istedikçe Filistin topraklarına saldırmıyormuş gibi; Filistin hükümetinden barış anlaşmalarını tanımasını isteyebiliyor!) tanımayan, ‘Ortadoğu Dörtlüsü’nün (Rusya, BM, AB ve ABD) çağrılarını yerine getirmeyen bir Filistin hükümetini tanımayacaklarını ilan etmişlerdi.

Yeni kurulan Filistin ulusal birlik hükümetini; BM, Rusya, Arap Birliği, Fransa ve Norveç olumlu bularak, memnuniyetle karşıladılar. Avrupa Birliği Dışişleri sözcüsü Javier Solana, Washington’da ABD dışişleri Bakanı Rice’la görüşmesinden sonra yaptıkları ortak açıklamada; yeni Filistin hükümetini, “uluslararası toplum”un taleplerini yerine getirmediği koşullarda tanımama konusunda anlaştıklarını belirti. Solana, yeni Filistin hükümetinde Hamas üyeleriyle değil, Abbas’a yakın olan hükümet üyeleriyle görüşebileceklerini açıkladı. Türkiye adına açıklama yapan Dışişleri Bakanı da; “… Ulusal birlik hükümetinin bu görevi yerine getirebilmesi ve halkın beklentilerine cevap verebilmesi için uluslararası toplumun tam desteğini arkasına alması temel bir gerekliliktir. Böylece yeni hükümet Filistin ve İsrail arasında diyalog ortamının yeniden tesis edilmesine de yardımcı olacaktır. Bu çerçevede uluslararası toplumun da yeni Filistin hükümetine karşı önyargısız ve teşvik edici bir yaklaşım benimsemesi beklenmektedir.” dedi. Yeni Filistin hükümeti, ABD, İsrail ve “uluslararası toplum”un kendisinden istediklerini, şart ve dayatmalarını yerine getirmelidir ki, “uluslararası toplum”un, İsrail ve ABD’nin tecrit ve ambargosundan kurtulabilsin diyen açıklama, şart koşmanın ve dayatmanın Arapça’sından başka bir şey değildir.

ABD ve İsrail’in şart olarak dayattıkları Ortadoğu Dörtlüsü’nün çağrılarına bakılacak olursa; bu yıl içinde iki kez toplanarak, adeta yeniden diriltilmeye çalışılan Dörtlü’nün, en son 21 Şubat’ta Berlin’de, AB dönem başkanlığını üstlenmiş bulunan Almanya’nın çaba ve insiyatifiyle yapılan toplantısından, tam da ABD ve İsrail’in son bir yıldır Hamas hükümetine, Filistin’e dayattıkları; “İsrail’i ve barış anlaşmalarını tanımalı, terörü reddetmeli” çağrısı çıktı.

SEÇİMLERDEN HAMAS ÇIKINCA…

Geçtiğimiz yıl 25 Ocak’ta yapılan Filistin seçimlerinden Hamas büyük bir zaferle çıkmış ve 132 üyeli Filistin parlamentosunun 76 üyeliğini kazanmıştı. Öncesinde büyük bir çoğunluğa sahip olan El Fetih ise ancak 43 üyelik kazanabilmişti. El Fetih, en güçlü olduğu bölgelerde dahi kaybetti ve El Fetih’in önde gelen yönetici ve adayları meclis dışında kaldılar. Seçim sonuçları, yaklaşık 50 yıldır, Filistin mücadelesinin laik ve demokratik karakterli öncüsü El Fetih’in bu rolünü yitirmesi, İslamcı ve şeriatçı Hamas’ın öncülüğü ele geçirmesi anlamına geliyordu.

El Fetih’in yenilgisi, Hamas’ın zaferi, ortaya çıkan bu sonucun nedenleri, Hamas’ın şeriatçılığı ve Filistin halkının mücadelesinde bugüne kadarki tutumu, eylem çizgisi ve Filistin mücadelesinde bundan sonra üstleneceği rol, Filistin davasını ileriye doğru ve kazanımlarla ilerletip ilerletemeyeceği elbette tartışmalıdır. Ancak ortada; başta işgal koşulları ve İsrail’in çıkardığı güçlükler olmak üzere, bütün zorluklara rağmen yapılmış, özgür ve demokratik seçimler vardır, Filistin halkının tercihi ve iradesi gibi bir gerçeklik vardır.

Ve seçimlerin özgür ve demokratik niteliğine ilişkin bir karşı iddia ya da itiraz olmadığına göre (ki Filistin seçimleri, Ortadoğu’da gerçekleşmiş en özgür ve demokratik seçimler olmuştur), hiç kimse ve hiçbir ülke; Filistin halkına, neden Hamas’ı çoğunlukla seçtin, neden şeriatçı bir örgütü iktidara getirdin diye sorma, onu suçlama ve buradan tutum geliştirme hakkını kendinde bulamaz, bulamamalıydı.

Ancak, durum böyle olmadı, Filistin halkı ve Filistin olmadık tepki, şart koşma ve dayatmalarla karşı karşıya bırakıldı.

İsrail Başbakanı Ehud Olmert, seçimin hemen ertesinde, tek başına hükümet kuracak bir çoğunluk sağlayan Hamas’ı barış ortağı olarak kabul etmediklerini, Hamas’ın yeralacağı bir hükümet kurulması durumunda, Filistin yönetiminin terörizmi destekleyen bir yönetime dönüşeceğini ve bunu hem İsrail’in hem de dünyanın tanımayacağını açıkladı. İşçi Partisi dahil diğer İsrail partileri de benzer açıklamalar yaptılar.

ABD Dışişleri Bakanı Rice, Hamas’ın Bush yönetiminden destek alamayacağını ve Hamas’ın İsrail’i tanımaması durumunda Ortadoğu barış sürecinin tamamıyla duracağını ilan etti. Başkan Bush ise, “Birliğin durumu” konuşmasında, “Filistin seçimlerinin galibi olan Hamas İsrail’i tanımalı, silahsızlanmalı, terörizmi reddetmeli ve kalıcı barış için çalışmalıdır” dedi. Aksi takdirde mali yardımların kesileceği tehditleri Amerikan sözcüleri tarafından ilan edildi. ABD, bu tutumunu, izleyen günlerde, “Hamas yabancı bir terör örgütüdür ve ABD Hamas’la veya onun üyeleriyle görüşmeyecektir”, “Mahmud Abbas’la temas ve görüşmelerimiz sürecek” diyerek, hem olası İsrail­-Filistin görüşmeleri ve barış çabalarını ortadan kaldırma hem de Filistin içinde ve Filistinliler arasında ayrılıkları kışkırtma ve ilişkileri provoke etme noktasına vardırdı.

Avrupa Birliği de, Hamas İsrail’i tanımaz ve terörü reddetmezse mali yardımların askıya alınacağını, AB Dışişleri Sözcüsü Javier Solana aracılığıyla duyurdu. Ortadoğu Dörtlüsü adına yapılan açıklamada, Hamas’ın İsrail’in varlığını tanıması ve silahsızlanması istendi.

Rusya, Batılı emperyalistlerden farklı bir tutum aldı ve Rusya Devlet Başkanı Putin, yıllık olağan basın toplantısında, Filistin seçimlerinden Hamas’ın galibiyetle çıkmasını “Ortadoğuda Amerikan çabalarına büyük bir darbe” olarak değerlendirerek, “Filistin halkına yardımı reddetmek hata olur”, “Hamas barışçı bir diyaloğa girmelidir” ve “Rusya, Hamas’ı hiçbir zaman bir terörist örgüt olarak ilan etmedi” dedi. Putin, böylece, Rusya’nın Ortadoğu meselelerinde ABD ve AB’den farklı tutum aldığını ortaya koydu. Rusya bu tutumunu, Şubat sonunda Hamas’ın sürgündeki Siyasi Büro Başkanı Halid Meşal’i Moskova’ya davet ederek ve görüşmeler yaparak sürdürdü.

FİLİSTİN’E “DOST” VE “KARDEŞ” ÜLKE TÜRKİYE’NİN TUTUMU

Türkiye hükümetinin de irdelenmeyi gerektiren bir tutum aldığı bilinmektedir. Önce Başbakan Erdoğan, Dünya Ekonomik Forumu toplantıları nedeniyle bulunduğu Davos’ta; Hamas’ın silahı bırakması ve İsrail’i tanıması, İsrail’in de üzerine düşenleri yapması ve ‘seçimi tanımıyorum’ anlayışından vazgeçmesi gerektiğini söyleyerek, “Biz iki ülke arasında arabuluculuk görevi üstlenebiliriz. Bu noktada Hamas’ın bundan sonraki adımı büyük önem arzediyor” açıklamasını yaptı.

16 Şubat’ta, Hamas’ın Siyasi Büro Başkanı Halid Meşal başkanlığında bir Hamas heyeti Ankara’ya geldi ve görüşmeler yaptı. (Hamas Türkiye’ye gelmeden önce, Mısır ve Katarı ziyaret etmiş ve görüşmeler yapmıştı.) Hükümet birkaç gün önce, İsrail dışişleri yetkililerinin Türkiye’den, ‘Hamas’ı kabul etmeyeceğine dair güvence’ isteğine; Dışişleri Bakanı Gül, ‘Hamas yetkilileriyle görüşülmeyeceği’ yanıtını vermişti. Görüşme öncesi, Dışişleri’nden “Ziyaret, Hamas tarafının talebi üzerine yapılmakta olup, Bakanlık ile yapılacak görüşmelerde 25 Ocak’ta yapılan Filistin Yasama Konseyi seçimlerinden sonra ortaya çıkan durum ışığında uluslararası toplumun beklentileri en açık şekilde iletilecektir.” açıklaması yapıldı.

Hükümet bu açıklamayla kalmamış, görüşme öncesinde ABD ve İsrail’li yetkilileri ziyaret ve görüşme hakkında bilgilendirerek, onların telkin ve ‘önerilerini’ almayı da ihmal etmemişti. Amerikan yetkilileri, “uluslararası toplum”un Hamas’tan beklentilerini açıkça ortaya koyduğunu ve Türkiye’den “uluslararası toplum”un beklentileri çerçevesindeki mesajları Hamas’a iletmesini talep etmişlerdi. İsrail Dışişleri Bakanı Livni ise, İsrail’in Hamas’la görüşmelere karşı olduğunu ve Hamas’ın “uluslararası toplum”un da ortaya koyduğu koşulları görüşmeye açık olmadığını belirtmiş; Gül ise cevaben, Türkiye’nin de “uluslararası toplum”un ortaya koyduğu koşulların yerine getirilmesinden yana olduğunu ve bu yöndeki görüşlerini Hamas ile yapılacak görüşmelerde dile getireceğini söylemişti.

Sonuçta, Ankara’ya gelen Hamas heyetiyle görüşmeler, hükümet olarak değil (ki Başbakan Erdoğan Hamas heyetine randevu vermedi, görüşmedi) Dışişleri bakanlığı olarak da değil, AKP olarak yapıldı. Görüşmede, “uluslararası toplum”un (esasen “uluslararası toplumu” hemen her durumda –bazen müttefikleriyle birlikte bazen tek başına– temsil eden ABD ve İsrail’in) talepleri (şart ve dayatmaları demek daha doğru olacaktır), Hamas heyetine Türkiye’nin ‘önerileri’ olarak iletildi. “Hamas İsrail’i tanımalı, silah bırakmalı, terörü reddetmeli, artık Hamas değil Filistin olarak davranmalı ve dünyayı şaşırtan bir tutum almalı”ydı.

ABD, stratejik müttefiki Türkiye’nin, görüşme öncesi ilettiği taleplerine uygun davranacağından emin ve rahattır. Görüşme sonrası, Dışişleri sözcüsü Sean Mc Cormack, “Bunlar nihayetinde ülkelerin kendi kararları. Eğer buna (görüşmeye) karar verirlerse, biz onların, bu tür görüşmeleri Hamas’ın uluslararası beklentileri karşılaması yönünde verilecek samimi mesajlar için kullanmalarını isteriz ve bu ülkeleri bu yönde destekleriz. Henüz Türk tarafından bu görüşmelerle ilgili bilgilendirmeyi almadım. Ancak kesinlikle bu mesajların verildiğini umuyoruz.” demiştir.

Ama İsral’i, görüşme öncesinde bilgilendirilmek, şart ve dayatmalarının Hamas’a iletileceğinin taahhüt edilmesi vs. kesmemiştir. İsrail sözcüsü Raanan Gissin, Hamas’ı ABD ve AB’nin terörist örgütler listesine koyduğunu belirterek, “Türkiye neden böyle bir hata yaptı, anlamıyoruz. Biz, Abdullah Öcalan ile bir araya gelsek, siz ne hissedersiniz?” açıklamasını yaptı.

TÜRKİYE BAĞIMSIZ BİR DIŞ POLİTİKA MI İZLİYOR?

Gerçekten bağımsız bir ülke ve onun yöneticileri; resmen tanıdığı bir ülkenin, bir devletin ya da o ülke halkını belli ölçüde de olsa temsil yetenğine sahip bir partinin temsilcileriyle, yöneticileriyle görüşmek için bir başka ülke ya da ülkelerin yöneticilerinden izin alma gereği duyar mı? Hele de bu olayda olduğu gibi, söz konusu olan, halkı tarafından büyük bir çoğunlukla seçilmiş, parlamentoda çoğunluğu sağlamış ve hükümeti kuran bir partiyse (partinin ideolojik ve politik kimliğinden bağımsız olarak) başka ülke ya da ülkelerin ‘tamam görüşebilirsin, şu şu şartları ve talepleri iletmelisin’ vb. onayına ihtiyaç duyulabilir mi? Elbette hayır, kimseden ya da hiçbir ülkeden izin alma gereği duymayacağı, onayına ihtiyacı olmayacağı gibi, buna karışan, karışmaya yeltenenlere karşı; ‘Bizim ülkemiz bağımsız bir ülkedir. Bizler de bağımsız bir ülkenin yöneticileriyiz, hangi ülkeyle ve hangi ülkenin, hangi temsilcileriyle görüşeceğimizi size soracak değiliz ve sizin de bunu sorma ve karışma hakkınız yoktur. Bağımsız bir ülkenin yöneticileri olarak bizler, hiçbir ülkenin ya da ülkelerin talepleri ve mesajlarının ileticisi değiliz, hiç kimse bize kiminle neyi görüşüp neyi konuşacağımızı öneremez, dikte edemez’ diyerek haddini bildirir.

Ama, büyük ve “bağımsız” Türkiye’nin tutumu nedir? Önce İsrail’in ‘talebini’, “Türkiye’nin Hamas’ı kabul etmeyeceğine” dair güvence isteğini, “Hamas yetkilileriyle görüşülmeyecek” (Dışişleri Bakanı, Gül) diye yanıtla; ardından Hamas’ın ziyaret ve görüşme talebini kabul et, ama ABD ve İsrail’i görüşme öncesinde bilgilendir, talep ve önerilerini al. Önce Başbakan olarak da kabul edip görüşeceğini duyur, sonra randevuyu iptal et. Önce Dışişleri Bakanlığı olarak görüşeceğini açıkla; sonra vazgeç, hükümet olarak değil, AKP olarak görüş. Dışişleri Bakanın da görüşmeye bakan olarak değil, AKP’li kimliğiyle katılsın! İşte “Bağımsız” Türkiye’nin “bağımsız”, “şahsiyetli” ve “aktif” dış politikası.

Türkiye’yi Geniş Ortadoğu Projesi’nin (GOP) ve dolayısıyla ABD’nin bölge politikalarının köprü ülkesi yapmaya ahdetmiş, bölge politikalarında ABD ve İsrail rotasından çıkamayan işbirlikçi burjuvazi ve hükümetlerinin bu tutumu; elbette anlaşılmaz değildir. Kürt sorununu, demokratik ve halkçı bir tarzda çözememiş bir Türkiye için, bu sorun, başta ABD olmak üzere emperyalistler ve İsrail’in elinde, onu kendi politikalarına bağlamak üzere kullanacakları bir şantaj ve tehdit unsuru olmaya devam edecektir.

Hükümet (AKP olarak) Hamas’la görüşmeden bir takım partisel çıkarlar (tabanına, “ben yerimdeyim, değişmedim” gibi bir mesaj verme) ummuş olabilir, ama bu açıdan bile faydası olmayacak, bir ağzına yüzüne bulaştırma durumu ortaya çıkmıştır. Zaten görüşmeyi takip eden günlerde, Hamas’la görüşmenin ABD’nin izniyle olduğu da yazılıp çizildi. Hükümet, ABD’nin Müslüman elçisi işlevi görmüş oldu.

Türkiye ve yönetenleri, son bir yılda, ABD, İsrail ve Avrupalı emperyalistlerin, Hamas’ı ve Filistin’i tecrit (aslında yürütülen tecrit kampanyası ve ekonomik ambargo doğrudan Filistin halkına yönelmiştir ve sonuçlarını, acısını Filistin halkı yaşamaktadır) etmeleri, mali yardımların kesilmesi, ülkenin siyasi kriz ve iç çatışmalara sürüklenmesine karşı hiçbir şey yapmazken, İsrail’le ekonomik ve siyasi ilişkilerini, her yönden geliştirmiştir. Bu yılın 14-15 Şubat günlerinde, İsrail  Başbakanı Ehud Olmert Ankara’daydı. Olmert ile Erdoğan’ın dışında, Cumhurbaşkanı Sezer, Dışişleri Bakanı Gül, Savunma Bakanı Vecdi Gönül ve TOBB Başkanı da görüştüler. ABD ile ilişkiler daha da geliştirilerek, geçtiğimiz yıl Temmuz’da Ortak Vizyon Belgesi ile taçlandırıldı. Bu yılın Şubat ayında ise, önce Dışişleri Bakanı Gül, ardından Genelkurmay Başkanı Büyükanıt, peşpeşe ABD’ye gittiler. Ve Dışişleri Bakanı Gül, ABD’ye giderken, “Hamas’la mesafe” ve “İsrail’le yakınlaşma”dan söz etti.

BURJUVA, EMPERYALİST İKİ YÜZLÜLÜK VE DEMOKRASİ

Filistin seçimleri ve sonuçları; emperyalistlerin bayraktarlığını yaptıkları (“Geniş Ortadoğu Projesi”nde, ‘insan hakları, kadın hakları ve özgürlükler, özgür ve demokratik seçimlerle işbaşına gelmiş hükümetler; bölge ülkelerinin bunlara dayalı yönetimlere kavuşması’ söylemleri hatırlardadır) özgür, demokratik seçim sloganları ve demokrasi anlayışlarının sahteliğini ve iki yüzlülüklerini bir kez daha (yakın geçmişte Gürcistan, Ukrayna ve Beyaz Rusya’da yapılan seçimleri ve sonuçlarını tanımama, diplomatik ambargo, ilişkileri kesme tehditleri, seçimi kaybeden işbirlikçi parti ve çevreleri, her yönden destekleyip kışkırtma ve bu yolla seçimleri geçersiz kılma ve yeniletme vb. tutumları hatırlanacaktır) ortaya çıkardı. Bir kez daha tüm açıklığı ile ortaya çıkmıştır ki; “demokrasi”, “özgür ve demokratik seçimler” ve böyle yapılmış seçimlerle işbaşına gelen hükümetlerin ülkeleri yönetmesi, “insan hakları ve özgürlükler”; emperyalist burjuvazi ve devletlerin elinde ve dilinde; egemenlik ve pazar alanlarını genişletme, ülkeleri ekonomik, politik, askeri ve kültürel her alanda bağımlılaştırmanın demagojik araçlarından başka bir şey değildir.

Öz olarak denilen ve yapılan şu olmaktadır: Seçimler ne kadar özgür propaganda ve seçim çalışmaları ortamında, ne kadar demokratik koşullarda yapılmış olursa olsun, istediğimiz sonuçlar çıkmaz ya da hükümeti oluşturacak olan parti veya partiler, şartlarımıza uymaz ve bunları yerine getirmezse; bu seçimi, sonucunu ve oluşacak hükümeti tanımayız ve ekonomik, siyasi ve diplomatik her türlü yaptırım ve ambargoyu uygularız.

Yapılan, ülke ya da ülkelerin içişlerine, ulusların ve halkların iradesine; kendi kaderlerini belirleme haklarına doğrudan bir müdahale ve ambargo koymaktır. Filistin örneğinde de yapılan, Filistin halkının iradesine müdahale etme ve iradesini tanımamadan başka bir şey değildir. Seçimler sonucunda hükümeti oluşturacak parti ya da partilerin politik kimlikleri onaylanmayabilir, eleştirilebilir ama, bir ulusa, bir halka; sen bu parti ya da partileri niye seçtin veya şu partiyi niye seçmedin diye sorulamaz. Bu sorular sorulduğunda ortaya çıkacak olan, ülkelerin içişlerine karışma, ulusların ve halkların iradesini ve kaderini tayin hakkını tanımama ve müdahale etme olacaktır. Temelinde ulusların ve halkların kendi kaderini tayin hakkı ve buna saygı olmayan bir demokrasi olamaz.

HAMAS VE SEÇİM GALİBİYETİ

Hamas’ın, Filistin seçimlerinden net bir çoğunlukla, 132 üyeli parlamentoda 76 üyelik kazanarak galibiyetle çıktığı açıktır. Buna rağmen, şu belirtilmelidir ki; Hamas ile El Fetih’in oy oranları arasındaki fark % 2 civarında iken, kazanılan milletvekili sayısındaki fark 33’tür. Bu durum da seçim sisteminin bir cilvesi olsa gerektir. Hamas’ın galibiyetini; bu örgütün İslamcı, Şeriatçı hattı ve ’93’ten başlayarak bir eylem çizgisi haline getirdiği, halka ve halkın mücadelesine güven duymayan, umutsuz, hatta bazı dönemlerde provokatif bir işlev gören, kör terörcü intihar eylemciliğiyle doğrudan ilişkilendirmek hatalı bir değerlendirme olacaktır. Yani, Hamas’a verilen oyların büyük çoğunluğunun, İslamcılık ve Şeriatçılık veya Filistin halkı içinde sadece ve tek başına bu eğilimin artışı ile doğrudan ilgisi olduğu söylenemez. (Genel olarak Ortadoğu’da ve İslam ülkelerinde, Müslüman halklar arasında dinci eğilimlerin artışı tespit edilmelidir. Ancak bu artışın, ABD ve müttefiklerinin 2001 sonrası başlattığı “haçlı seferi”, Afganistan’ın ve Irak’ın işgali, işgal sonrası Irak’ta Müslüman halkın yaşamak durumunda kaldığı şiddet ve vahşet ortamı, “Medeniyetler çatışması” teorileri eşliğinde beslenip sürdürülen “uygar Batı ve Hristiyanlık”, “ilkel Doğu ve İslam” gibi demagojik karşıtlıklar, İslam’ın ve Müslüman halkların aşağılanması vb. gibi gelişmeler zemini ve koşullarında yaşandığı da tespit edilmelidir.) Bu oyların asıl özelliği; tepki oyları olmasıdır. El Fetih’in başında olduğu yolsuzluk ve adam kayırmanın arttığı, halktan kopma durumuna gelmiş yönetime duyulan tepki; barış görüşmelerinin her seferinde çıkmaza girmesi, işsizlik, ekonomik sıkıntılar, işgal koşullarının yarattığı güçlük ve sıkıntılardan kaynaklı tepkiler.. Mahmud Abbas’ın uzlaşmacı ve İsrail karşısında, Amerika’dan medet uman çizgisine duyulan tepkiler.. Tüm bunlar, El Fetih’in yenilgisi ve Hamas’ın galibiyetinin nedenleri ve zeminini oluşturdu.

Filistin Yönetiminin güvenlik yetkililerinden birinin seçim sonuçlarına ilişkin “Barış sürecinin çökmesi, yolsuzluk ve kanunsuzluk, Filistin halkını, El Fetih’e oy vermenin boşuna olduğu fikrine götürdü” değerlendirmesi anlamlıdır. Yine İsrail’li yazar ve Gush-Shalom barış örgütü yöneticisi Uri Avnery; seçim sonuçlarını “…Hamas’a verilen oyların çoğunun barış, din veya köktencilikle değil, tepkiyle ilgisi vardı. El Fetih’in elindeki Filistin yönetimi yolsuzlukla lekeli. ‘Sokaktaki adam’ tepedekilerin onunla ilgilenmediğini hissediyordu. El Fetih, işgalin yarattığı durumdan ötürü de suçlanıyordu. Bu arada, muzaffer şehitler ve olağanüstü güçlü İsrail ordusuna karşı yürütülen inatçı savaş, Hamas’ın popülerliğini artırdı.” şeklinde değerlendiriyor. Hamas’ın zaferi ve El Fetih’in yenilgisine ilişkin değerlendirmelerin, ortaklaştığı nokta; El Fetih’in elindeki Filistin yönetiminin yolsuzluk, rüşvet, adam kayırma ve kanunsuzluk içine düşmesi, halktan uzaklaşması ve İsrail’e karşı uyguladığı ABD ve Batı’dan beklentici, uzlaşmacı çizgidir.

HAMAS’IN GEÇMİŞİNE KISA BİR BAKIŞ

Geçmişine bakıldığında, HAMAS’ın Müslüman Kardeşler kökenli, gelişiminde ABD’nin komünizme karşı “yeşil kuşak” stratejisinden epeyce nasiplenmiş, Suudilerin mali desteğine sahip, Arap milliyetçiliğine, ’70’li ve ’80’li yıllarda Filistin ulusal hareketine, FKÖ ve El Fetih’e düşmanlık ve çatışmalarla şekillenmiş, aynı yıllarda, El Fetih, FHKC, FDKC gibi ulusal örgütlere saldırılar düzenlemiş bir örgüt olduğu görülecektir. Hamas’ın kurucusu ve İsrail tarafından öldürülünceye kadarki lideri Şeyh Ahmet Yasin, Arap milliyetçisi ve Filistin ulusal hareketinin destekçisi Mısır Devlet Başkanı Abdülnasır’a yapılan suikast girişimcisidir. Yaser Arafat, Hamas’ın, İsrail’in kurduğu bir örgüt olduğunu iddia etmiştir. Hamas doğrudan İsrail tarafından kurulmuş olmasa bile; Filistin ulusal hareketine, ulusal, laik ve demokratik karakterli Filistin örgütlerine, FKÖ’ye, El Fetih’e düşmanca çizgisi ve saldırılarıyla, faaliyetleri ve gelişip güçlenmesi, İsrail tarafından görmezden gelinmiş, bu yolla teşvik edilmiş bir örgüt olduğu da açıktır. Uri Avnery; “Kimileri, Hamas’ın en başından itibaren bir İsrail icadı olduğuna inanıyor. Bu bir abartma. Ama ilk intifada’dan önceki yıllarda, Hamas’ın işgal altındaki topraklarda serbestçe faaliyet yürüten tek örgüt olduğu doğrudur. Mantık şuydu; düşmanımız FKÖ. İslamcılar, laik FKÖ’den ve Yaser Arafat’tan nefret ediyor. Öyleyse onları FKÖ’ye karşı kullanabiliriz.” diyordu.

Hamas, intihar eylemlerine asıl olarak ’93’de başlamış ve bu eylemleri işgale karşı mücadelenin asıl biçimi haline getirmiştir. Hamas, eylem çizgisi, FKÖ ve El Fetih’e karşı çatışmalara varan tutumuyla, bu süreçte; hem Filistin İsrail görüşmelerini provoke eden, hem İsrail karşısında Filistin yönetimini, FKÖ ve El Fetih’i zora sokan hem de Filistin halkını zor durumda bırakan bir hat izlemiştir. Hamas, sahip olduğu camileri, hastane ve okulları dinci şeriatçı çalışmasının alanları ve araçları olarak (işgalin, halk yaşamında yarattığı yoksunluk ve yoksulluk koşullarının da yardımıyla) ‘iyi’ kullanabilen bir örgüttür. Son yıllarda, yönetimde bulunduğu yerleşim alanlarında, laik yaşama karşı şeriatçı yasaklar koyarak, halkın yaşamını baskılayan ve zora sokan bir yönetim tarzı içinde olmuştur.

HAMAS’IN POLİTİKALARI GERÇEKÇİ DEĞİL, ÇELİŞKİLİ VE TUTARSIZ

Son bir yılda bazı temsilcilerince farklı görüşler dile getirilmiş olsa da, Hamas’ın ‘İsrail’i tanımama’ ya da ‘İsrail yok edilecek düşman bir devlet’ sayma gibi tutumları, gerçekçi ve bölgenin gerçeklerine uygun tutum ve politikalar değildir. Bu, sadece bölgenin gerçeklerine aykırı değil, aynı zamanda Filistin’in ve Filistin halkının gerçeklerine de aykırıdır. Filistin yönetimi ve önceki Filistin hükümetleri, İsrail’i bir devlet olarak tanımış ve İsrail’le, Filistin’in ve Filistin halkının özgürlük ve bağımsızlığı, sınırlar, Yahudi yerleşimleri, mültecilerin dönüşü ve tüm diğer hakları üzerine görüşmeler yürütmüş, anlaşmalar (içerikleri, zayıflıkları ve uygulanıp uygulanmamalarından bağımsız olarak) imzalamıştır. Bunlar yok sayılamaz ve yok sayılmaları, Filistin’in de, Filistin halkının da yararına değildir.

Hamas politikaları çelişkilidir ve tutarsızlık içindedir. Örneğin Hamas Siyasi Büro Başkanı Halid Meşal, daha önce “yok edilmesi gereken devlet” dediği İsrail’le “belli şartlara uyması halinde, barış müzakerelerine başlayabileceklerini” söyleyerek, çelişik tutumlar almaktadır. Yine Halid Meşal, bu yılın Ocak ayında, Madrid’deki Ortadoğu toplantısı nedeniyle yaptığı açıklamada; “İsrail devletinin bir gerçeklik olduğunu ve Filistin devletinin kurulmasından sonra tanınabileceğini” söyledi. Öte yandan hemen ardında, Hamas sözcüsü İsmail Rıdvan’ın, açıklamasında; “İsrail’in tanınmasının söz konusu olmadığını, Hamas’ın tutumunda bir değişiklik olmadığını” söylemesi gibi, örgüt açıklama ve tutumlarında tutarsızlık ve çelişkiler sık görülmektedir.

İsrail devletinin kuruluşu ve bugünkü pozisyonu, işgalcilik ve saldırganlığı, ABD’nin bölgedeki ileri karakolu durumunda olması; Yahudi halkının varlığı ve devlet olma hakkını yok saymanın gerekçesi olamaz. Kaldı ki, İsrail’in saldırganlığı ve işgal koşulları, çatışmalar ve savaşlar; giderek İsrail halkı açısından da bezdirici ve çekilmez hale gelmektedir. Ve İsrail halkının da önemli bir çoğunluğu; İsrail- Filistin sorununun barışçı görüşmeler yoluyla çözümüne yönelmektedir. 18–19 Mart’ta İsrail gazetelerinde yayınlanan kamuoyu araştırmasına göre; İsrail halkının % 39’u, Hamas-El Fetih hükümetinin tamamıyla, % 17’si ise, El Fetih’li bakanlarla diyalog kurulmasını istiyor.

SEÇİMLERDEN ULUSAL BİRLİK HÜKÜMETİ’NE; KISA BİR ÖZET

Seçimlerden çoğunlukla çıkan Hamas, hükümetini kurdu ve 28 Mart’ta, Filistin meclisinden güvenoyu alarak görevine başladı. Başbakan Haniye, Hamas’ın silah bırakmayacağını ve İsrail’i tanımayacağını açıkladı ve Amerika, Avrupa Birliği, Rusya ve Birleşmiş Milletler’e çağrı yaparak, Ortadoğu barış sürecine yardım etmelerini istedi.

ABD, İsrail ve AB mali yardımları durdurdu. Sadece Filistin’de insani krizi önleme amaçlı yardımlara devam edeceklerini açıkladılar. Rusya ve bazı Arap ülkeleri yardım edeceklerini ve yeni Filistin yönetimiyle diyalog içinde olacaklarını söylerken, ABD Dışişleri Bakanı Rice, çıkacağı Ortadoğu gezisi öncesinde, “Hamas’a mali yardımda bulunmayı aklından geçiren ülkelerin, bunun Ortadoğu’ya yapacağı etkiyi bir daha düşüneceğini umarım” diyerek, bu ülkeleri tehdit etti.

Uluslararası doğrudan mali yardımların durdurulmasının yanı sıra, İsrail’in uyguladığı yaptırımlar; Filistin adına İsrail yönetimince toplanan tüm vergi gelirlerinin dondurulması (Vergi gelirleri aylık 50-60 milyon doları bulan, Filistin açısından önemli bir gelir kaynağı durumundadır), Filistin’li işçilerin (50 bine yakın Filistinli işçi İsrail’de çalışıyordu) İsrail’de çalışmalarının yasaklanması, Filistinlilerin, Gazze Şeridi ile Batı Şeria arasında gidiş-gelişlerinin önlenmesi, Hamas üyelerinin Batı Şeria’da dolaşım özgürlüğünün sınırlandırılması gibi en temel insani hakların kısıtlanması boyutuna vardı.

İÇ ÇATIŞMALAR VE SİYASİ KRİZ

Seçimlerin ertesinde, Hamas ve El Fetih üyeleri arasında karşı karşıya gelmeler, zaman zaman çatışmalara dönüştü. Çatışmaları durdurma açıklamalarını, şu veya bu nedenle, küçük çaplı da olsa, yeni çatışmalar takip etti. Nisan başında, Hamas yönetimi Gazze Şeridi’nde sokaklardan ‘silahları kaldırma’ sözü vermesine rağmen, hemen ertesinde çıkan çatışmalar ölümlere ve yaralanmalara neden oldu. Öte yandan, İsrail saldırı ve operasyonları da şu veya bu vesileyle devam etti.

Hamas hükümetinin yeni bir güvenlik birimi (Hamas militanlarından oluşacak) kurma kararı ve Abbas’ın bu kararı ‘anayasa ve yasalara aykırı’ olduğu gerekçesiyle veto etmesi, Filistin’de bir siyasi krize yol açtı. Halid Meşal, veto kararının ardından, Abbas’ı hükümetin yetkilerini kısmakla, ABD ve İsrail’den talimat almakla, işbirlikçilikle suçlayarak, ‘Siyonistler ve ABD tarafından desteklenen askeri darbe başarıya ulaşamayacak’ dedi ve halkı sokaklara çıkmaya çağırdı. Bu açıklama ve çağrı gerginliği artırdı ve karşılıklı gösterilerde çatışmalar yaşandı. Birkaç gün sonra Hamas ve El Fetih görüşmeleri sonucunda, ‘çatışmaları durdurma, ulusal birliği bozacak bir çatışma içine girmeme’ kararına varıldı ve bu yönde çağrı yapıldı. Ancak bilindiği gibi, iç çatışmalar, Mart (2007) ayı ortalarına kadar, şiddeti azalıp artarak (Başbakan Haniye’nin konvoyuna ateş açılması, Devlet Başkanı Abbas’ın konutuna saldırı gibi boyutlara vardı) sürdü. Ve 100’e yakın Filistilinin ölümüne, yüzlercesinin yaralanmasına sebep oldu.

Filistin’de siyasi krize bir çözüm bulma amacıyla, İsrail cezaevlerinde olan, ileri gelen Filistinli siyasetçiler, Mayıs’ta “mahkumlar belgesi” adıyla, bir bildirge hazırladılar ve bu belge üzerinden, Hamas-El Fetih görüşmeleri yürütüldü. Ancak, “mahkumlar belgesi”ne Hamas’ın itirazlarına karşı, Abbas, belgeyi referanduma götüreceğini ilan etti. Yeniden görüşmeler, Hamas’a belge üzerinde anlaşmak üzere süre tanıma, süre uzatmalar sonucunda, Abbas’ın erken seçim tehdidi ve yine çatışmalar, yeniden bozulmak üzere, çatışmaları durdurma kararları gündeme geldi.

İSRAİL SALDIRISI, YIKIM VE KATLİAM

Haziran sonunda, Hamas militanlarının bir İsrail güvenlik noktasına saldırısı, iki askerin öldürülmesi ve bir askerin kaçırılmasının ardından İsrail oldukça geniş çaplı bir saldırıya girişti. Bu, Filistin’de devlet binaları da dahil kentleri, su ve ulaşım sistemlerini yıkıp yok etmeyi hedefleyen, 8 Bakan, 20 milletvekili, onlarca hükümet görevlisi ve Hamas yöneticisiyle belediye başkanlarının tutuklandığı bir saldırıydı. (İsrail, bu saldırıyı daha sonra, Lübnan’a genişleterek boyutlandırdı, yol açtığı kıyım, yıkım ve sonuçları biliniyor.) İsrail, askeri kaçıran militanların ve Başbakan Haniye’nin ateşkes çağrılarını dikkate almaksızın, iki hafta boyunca, yaktı, yıktı ve katletti. Bu saldırı süresince, 50’yi aşkın Filistinli, çocuk ve yaşlı ayrılmadan katledildi.

Bu saldırı ve sonrasında aralıklarla devam çatışmalar, İsrail ablukası, kesilen mali yardımlar ve vergi gelirleri; bir yandan siyasi krizi boyutlandırırken, bir yandan da ekonomik bir çöküntüye ve halkın yaşamının oldukça kötüleşmesine, ciddi boyutlarda, gıda ve ilaç sıkıntılarına yol açtı. Eylül’e gelindiğinde, 170 bin kamu çalışanı, maaşlarının ödenmesi talebiyle genel greve (2 Eylül) gidiyordu. Mali yardımların kesilmesi ve vergi gelirlerinin dondurulması nedeniyle, maaşlarının küçük bir bölümünün ödenebilmesi; kamu çalışanlarının yoksullaşmasına neden olmuştu.

11 Eylül’de, “mahkumlar belgesi” üzerinden bir ulusal birlik hükümeti kurulması yönünde uzlaşıldığı açıklansa da, sürdürülemeyen ve ilerletilemeyen uzlaşma kadük oldu. 15 Aralık’ta, Abbas, iktidardaki Hamas örgütüyle El Fetih arasında aylardır yürütülen ulusal birlik hükümeti oluşturma görüşmelerinin başarısız olması nedeniyle, bir erken seçim çağrısı yaptı.

Hamas, Abbas’ın erken seçim kararını reddetti. Aynı günlerde, Başbakan Haniye’nin konvoyuna yapılan saldırı ve oğlunun yaralanması sonrasında çatışmalar yeniden başladı. Bu arada ABD, AB ve İsrail, Abbas’ın erken seçim kararını desteklediklerini açıkladılar. Bu açıklamalar ve Abbas’ı “destekleme” tutumları, Filistinli örgütler arasındaki güvensizliği artırıcı ve çatışmaları kışkırtıcı bir işlev gördü.

Hamas-El Fetih görüşmeleri; Ocak’ta Suriye’de, Şubat’ın ilk haftasında da Mekke’de, Mahmud Abbas ve Halid Meşal arasında yapılan görüşmelerle sürdü. Ve sonunda, Mekke’de, iç çatışmalara, kardeş kavgasına son verilmesi ve bir ulusal birlik hükümeti kurulması üzerinde birleşildi. Mekke’de varılan uzlaşma ve anlaşmanın sonucu olarak, çatışmalar durduruldu ve ulusal birlik hükümeti kuruldu. Ulusal birlik hükümeti; Hamas’ın 14, El Fetih’in 7, bağımsızların da 4 bakanlığı paylaştıkları 25 üyeden oluşuyor. Yeni Filistin hükümeti 17 Mart’ta meclisten güvenoyu alarak görevine başladı.

ABD VE İSRAİL’İN KIŞKIRTMALARINA KARŞI FİLİSTİN HALKININ BİRLİĞİ

İsrail, dün olduğu gibi bugün de, gerçek ve adil bir barıştan yana değildir. Ve günümüz dünyasının koşulları; ona bu pozisyonunu sürdürme ve ilerletme olanağını vermektedir. Filistin’de seçimlerden, İsrail’i ve daha önce yapılmış Filistin-İsrail anlaşmalarını tanımayan, ABD ve AB’nin terörist örgütler listesinde yeralan bir Hamas’ın çoğunlukla çıkması, tek başına hükümet olması ve çizgisinde ısrarı, İsrail’in yararlandığı, “Filistin tarafında, barışın ortağı ve tarafı yok” tutumuyla inkarcı çizgisinde ısrar etmesinin yeni bir “olanağı” olmuştur. İsrail seçimlerinde (28 Mart 2006), Başbakan Olmert’in partisi Kadima’nın propagandasının temel unsurlarından biri, “2010 yılına kadar, İsrail’in nihai sınırlarını kendimiz belirleyeceğiz. Hamas’ın İsrail’i tanımasını bekleyecek değiliz” olmuş ve bu planı, son aylarda yeniden gündeme almıştır. Mahmud Abbas, İsrail planını, tepkiyle karşılamış ve bunun “Filistin-İsrail savaşının yeniden başlamasına davetiye çıkarmak” olacağını belirtmiştir.

ABD ve İsirail, bir yıl boyunca, seçimler ve sonuçları üzerinden dayatmalarda bulunmakla kalmaksızın, Filistin’in içişlerine her yolla karışmaktan geri durmadılar. Bir yandan Filistin halkının iradesini tanımazken, öte yandan “Abbas’la görüşmelere devam edeceğiz” tutumlarıyla; Filistin’e mali yardımları durdurup, vergi gelirlerinin ödenmesini askıya alır, Filistin halkını kıtlığa, ilaçsızlığa iter ve Filistin halkını en temel insani haklarından mahrum ederken, Mahmud Abbas’ın kendi güvenlik biriminin organizasyonunda kullanması için 86 milyon dolar (bu paranın gönderilmesi ABD Kongresi tarafından askıya alındı) gönderme tutumlarıyla Filistin içindeki ayrılıkları büyütme ve kışkırtma tutumu izlemişlerdir. Benzer müdahale ve kışkırtmaların süreceği açıktır. Filistin halkı ve temsilcileri ABD ve İsrail’in bu ve benzeri oyunlarına karşı uyanık olmayı ve bozmayı bilecektir.

Hamas’ın; geçmişi, ideolojik, politik hattı ve eylem çizgisi, (geçmişte FKÖ’ye karşı saldırgan ve provokatif tutumları biliniyor) çelişkili ve tutarsız politik tutumları ve seçimden zaferle çıkmanın verdiği “güven”le, son bir yılda yaşanan iç çatışmalarda, önemli bir payı olduğu açıktır. Sözcülerinin, çeşitli gelişmeler karşısında yaptığı açıklamalar, çatışmaya çağrı (Abbas’ı; “siyonistlerden ve ABD’den talimat almak”la, “işbirlikçilik”le ve “askeri darbe yapmak”la suçlaması vb.) işlevi görmüştür. El Fetih’in ise, seçim yenilgisine tepki ve hazmedememe gibi nedenlerle, gerginlik ve çatışmaları yaratmış olmasa da, sürmesinde, yayılmasında payı olduğu açıktır.

Ulusal birlik hükümetinin kurulması ve çatışmaların bitirilmesi üzerinde anlaşılmış olması önemli bir adım olmakla birlikte, mevcut koşullarda yeni çatışmaların çıkabilecek olması beklenmez değildir. Filistin davasını ve halkın birliğini ve çıkarlarını öne alan bir tutum, provokasyonları ve provokatörleri püskürtebilir, yeni çatışmaların önüne geçebilir.

FİLİSTİN DAVASI, FİLİSTİN HALKININ MÜCADELESİ VE GELECEĞİ

Ulusal Birlik Hükümeti’nin kurulmasının; Filistin davası ve Filistin halkı ve iç çatışmaların önüne geçebilme açısından olumlu bir gelişme ve ileriye doğru atılmış bir adım olduğu açıktır. Her iki örgüt ve hükümetin, Filistin mücadelesi ve Filistin halkının zorlukları ve sorunları karşısında sorumlulukla ve bağlılıkla hareket etmesi, yeni gerginlik ve iç çatışmalara meydan vermemeleri zorunludur.

Filistin halkı, 50 yıldan bu yana, işgale son vermek için, bağımsız ve özgür bir Filistin için mücadele ediyor. Filistin davası ve Filistin halkının geçmişi; direnişler, savaşlar, çatışmalar, görüşmeler, uzlaşmalar ve yine direniş ve mücadeleler, intifadalar tarihidir. Filistin halkının kazanımları, bu uzun ve dirençli mücadelesi sayesinde olmuştur. Filistin halkının en önemli kazanımlarından biri, işgal koşullarını kıramamış olsa bile, bir yönetim olarak örgütlenmesidir. Uluslararası tanınma, sorunlara rağmen her dönem birliğini koruma ve bağımsız ve özgür Filistin için her koşulda mücadeleyi sürdürme kararlılığı da; Filistin halkının önemli kazanımlarındandır. Bugün, Filistin halkı, kazanımlarını savunma ve geliştirmekle yüzyüze.

ABD ve İsrail, kendi şart ve dayatmalarını, “uluslararası toplumun talepleri” ve dayatmaları haline getirebilmiş ve buradan da güç alarak, Filistin halkını ve yeni Filistin hükümetini, siyasi, mali, diplomatik açılardan çok yönlü sıkıştırma, Filistin halkının boğazını sıkma ve boyun eğdirmeye yönelmiştir. İsrail’in tanınması-tanınmaması sorunu; “uluslararası toplumun” (ABD ve İsrail’in) elinde, Filistin halkına, baskının ve ambargonun, en önemlisi; işgali ve ilhakı sürdürmenin hatta genişletmenin “gerekçesi” haline getirilmiştir; aynı zamanda içerde İsrail halkını, Filistin halkına karşı yedeklemenin, barıştan yana emekçi ve ileri kesimleri geriletmenin de demagojik bir olanağı olarak kullanılmaktadır.

İsrail emekçileri, barışçı ve demokratik güçleri açısından, Filistin yönetimi ve önceki Filistin hükümetlerinin, İsrail bir devlet olarak tanıdıkları ve anlaşmalar yaptıkları bilinen bir gerçektir. Ama İsrail Siyonizmi ve gericiliğinin buna rağmen,  Filistin sorununun adil bir barışla çözümü için yapması gerekenleri (işgale son verme) yapmadığı, yapmak istemediği de bilinmez değildir. Yani İsrail Siyonizmi ve gericiliği, İsrail’i tanıyan Filistin hükümetleriyle de barışmak için değil barışmamak için uğraşmış, yapılan analaşmalara uymamış, gereklerini yerine getirmemiştir. Bu yüzden, Hamas’ın İsrail’i tanımaması, Siyonistler için bir demagojiden başka bir şey değildir. Gerçekte İsrail Siyonizmi ve gericiliğinin Filistin’de ve Ortadoğu’da barış diye bir derdi yoktur. Seçimlerden Hamas’ın çıkması da Siyonistler ve gericilik için bulunmaz bir fırsat olmuştur.

Yeni Filistin hükümeti ve asıl olarak da Hamas, İsrail’i tanımamalarını; ABD, İsrail ve emperyalistler elinde Filistin halkına ve Filistin’e karşı kullanılan demagojik bir koz olmaktan çıkarmalıdır. Üstelik yakın geçmişte Filistin yönetimi ve Filistin hükümetleri, İsrail’i hem tanımış, hem de onunla anlaşmalar imzalamışlardır. Filistin halkı bu nedenle bir şey kaybetmemiş, ama kazandıkları olmuştur. Filistin halkının mücadelesinde en yakın müttefikinin (sorunun sıkıntı ve acısını da çeken) İsrail emekçileri, barışçı ileri güçleri olduğu unutulmadan, İsrail emekçilerini ve barışçı güçlerini gericilik karşısında güçlendirmek gözetilmelidir.

Çünkü, Filistin-İsrail sorununun, gerçek, adil bir barışa dayalı çözümünün asıl güçleri Filistin ve İsrail halkıdır. İsrail emekçilerinin barış hareketlerini ve İsrail Siyonizmine karşı mücadelesi, bugün de görmezden gelinemez bir güçtür. Ve İsrail halkı içinde, Siyonizme ve gericiliğe rağmen, Filistin ulusal birlik hükümetinin tanınmasını ve görüşülmesini isteyenler, küçümsenemez bir çoğunluk oluşturmaktadır.

Sorunun aslı; İsrail’in tanınıp tanınmaması değil, İsrail’in Filistin topraklarında işgalci olarak varlığı ve bundan kaynaklı sorunlardır. İşgale son verilmesi, İsrail’in ’67 öncesi sınırlarına çekilmesi, Filistinli mültecilerin geri dönüşünün sağlanması, Yahudi yerleşimlerinin boşaltılmasıdır. Yapılacak adil bir barış, temeline, İsrail’in güvenliğini değil, Filistin halkının taleplerini koymalıdır. İsrail’in güvenliği, böyle bir barış sağlandığında, sorun olmaktan çıkacaktır.

Filistin davası ve Filistin halkının zor bir dönemden geçtiği tüm açıklığı ile ortadadır. Ama 50 yıllık mücadeleci tarihine bakıldığında; Filistin halkının daha zor dönem ve koşullarda davasına sahiplenerek direniş ve mücadelesini sürdürmüş, birliğini korumayı bilmiş bir halk olduğu görülecektir. Filistin halkı, geçmişinden de güç alarak, birliğini güçlendirecek ve bağımsız ve özgür Filistin yolunda ilerleyecek, direnen Filistin kazanacaktır.

abd’nin iran’a saldırı tehditleri ve gelişmeler

 

13 Temmuz’da İran ve Türkiye arasında “sürpriz” olarak nitelenen büyük çaplı bir doğalgaz anlaşması, daha doğrusu doğalgaz anlaşmasına ilişkin bir ön mutabakat zaptı imzalandı. İmzalanan anlaşmaya göre, Türkiye, İran’ın Güney Pars bölgesindeki üç doğal gaz sahasında arama, çıkarma ve geliştirme çalışması yapacak. Üstelik bu sahalar, Türkiye’ye ihalesiz olarak açılmış durumda. Bunun yanı sıra Türkiye, Türkmenistan doğalgazı ve Güney Pars bölgesinden çıkarılacak doğalgazı Avrupa’ya (Nabucco hattıyla) taşıyabilecek. Bunun için yapılacak boru hatlarına, 3-4 milyar dolar yatırım yapılması gerekmektedir.

İmzalanan anlaşmayı “sürpriz” ve “tarihi” bir anlaşma olarak nitelemek, İran ile Türkiye arasında 1998 yılında yapılan ve 2001 yılından bu yana yılda 3 milyar metreküpe ulaşan gaz alımını ve bunu 2007’den itibaren yıllık 10 milyar metreküpe çıkarmayı hedefleyen anlaşmayı görmezden gelmek olursa da, anlaşmanın, Temmuz 2007 koşullarında yapılmış bir anlaşma olarak önemi açıktır ve ABD emperyalizminin tepkilerine yol açması da anlaşılmaz değildir.

Çünkü söz konusu anlaşma; başta nükleer programı gerekçesiyle sıkıştırılan ve boyun eğmeye zorlanan, Suriye ve Kuzey Kore ile birlikte “şer ekseni” ülkeler kategorisine konarak, ABD’nin saldırı hedefine girmiş bir İran ile Türkiye arasında imzalanmıştır. Yine bu anlaşma, ABD ile “Stratejik Vizyon” belgesine imza atmış, “Geniş Ortadoğu’da barış ve istikrarın demokrasi yoluyla sağlanması”,  “İran’ın nükleer programı…”, “ Enerji güvenliği…” vb. birçok konuda, ABD’nin bölgeye yönelik planlarına bağlanmış bir Türkiye ile İran arasında imzalanmıştır.

 

GAZ ANLAŞMASINA ABD’NİN TEPKİLERİ

ABD’nin, ’98 yılında yapılan İran-Türkiye gaz anlaşmasından duyduğu rahatsızlık, bu anlaşmayla daha da boyutlanmıştır. ABD, uluslararası planda tecrit ve izole etmeye çalıştığı İran ile stratejik müttefiki Türkiye’nin; enerji gibi, Ortadoğu hegemonyası için temel bir meselede ilişkilerini geliştirmesini, kendi etkinliğini sınırlayıcı ve hareket alanını daraltıcı bir adım olarak görmektedir.

Anlaşmanın hemen ardından yapılan Amerikan açıklamaları da, anlaşmanın yarattığı rahatsızlığı açığa vurmaktadır.

Anlaşmadan üç gün sonra yapılan Dışişleri açıklamasında, sözcü Mc Cormack, “…İran’ın petrol ve gaz sektörüne yatırım yapmak için bu aşamanın uygun zaman olup olmadığına ilişkin bizim görüşümüzü soracak olursanız, hayır, biz bu görüşte değiliz. Biz, politika olarak, bu sektöre (enerji sektörü) yatırım yapmak için zamanın uygun olmadığını düşündüğümüzü açıkça dile getirdik.” dedi

Yine 20 Eylül’de, Ankara’da görüşmeler yapan, ABD’nin Dışişleri Bakanlığı müsteşarı Nicholas Burns, İran’ı “tehlikeli bir ülke” olarak tanımladı ve “Birleşmiş Milletler de İran’a yaptırım uygulama kararı aldı. Türkiye’nin yaptırımları uygulamasından da memnunuz. Ancak hiçbir ülkenin İran’la ilişkilerinin eskisi gibi olmaması gerekir…” diye konuştu.

Dışişleri sözcüsü Tom Casey, “…şu sıra herhangi bir ülkenin İran’da ekonomik faaliyetlerini genişletmesi için uygun bir zaman değil. Uluslararası toplumun, BM Güvenlik Konseyi kararlarına uymayan İran’ı ikna etme yönünde tam desteğe ihtiyacı var ve biz elbette Türkiye’nin, bu çerçevede tam işbirliği yaptığını görmek isteriz.” dedi.

ABD’nin bu anlaşmaya ilişkin tutumunu, diplomatik nezaket kaygısından uzak, açık ve net olarak ortaya koyan ise, ABD’nin Ankara Büyükelçiliği sözcüsü Kathryn Schalow’un açıklaması oldu; “ABD, İran ile yapılan her türlü işbirliğine karşıdır.

26 Eylül’de, ABD Temsilciler Meclisi, İran’ın enerji sektörüne 20 milyon dolardan fazla yatırım yapacak şirketlere yaptırım uygulanmasını tavsiye etme durumundan çıkarıp zorunlu hale getiren bir yasa tasarısını, büyük bir çoğunlukla kabul etti.

ABD’li yetkili ve sözcülerin açıklamalarından da anlaşılacağı üzere, ABD, yapılan anlaşma, sadece bir ön mutabakat zaptından ibaret olup nasıl şekillenip nereye varacağı belirgin olmasa da; anlaşmayı, Ortadoğu ve İran planlarına aykırı, zayıflatıcı ve hareket alanını daraltıcı bir gelişme olarak görmekte ve engellemek için adeta “tam saha pres” uygulamaktadır.

Örneğin, Ekim başlarında, 1915 Ermeni soykırımı yasa tasarısı, yeniden, daha güçlü bir biçimde gündeme alındı ve Dış ilişkiler Komitesi’nde çoğunlukla kabul edildi. Bir takım girişimler ve görüşmeler sonucu, Temsilciler Meclisi gündemine alınmaması, gündeme alınsa da reddedilmesi yönündeki bazı gelişmeler; Türkiye’yi baskılama ve hizaya getirme çabalarından bağımsız ve tesadüfi gelişmeler sayılamaz.

 

İRAN YALNIZLAŞTIRILMAK İSTENİYOR

ABD’nin, petrol ve doğalgaz zenginliğiyle (dünya petrol rezervlerinin % 9’una, doğalgaz rezervlerinin ise %15,3’üne sahiptir ve petrol zenginliği açısından, Suudi Arabistan ve Irak’ın ardından üçüncü, doğalgaz zenginliği açısından ise, Rusya’nın ardından ikinci ülkedir) Ortadoğu’nun ilgi çeken ülkelerinden biri olan İran’a yönelik ilgi ve düşmanlığının kökleri, enerji zenginliğinin yanı sıra, sağlam bir işbirlikçisi olan Şah’ı deviren 1979 İran Devrimi’ne dayanmaktadır. Bunun yanı sıra bugün İran, Ortadoğu’da ABD’nin boyun eğdiremediği, kendi çıkarlarına tabi kılamadığı bir ülkedir.

ABD’nin Ortadoğu’ya dönük planının (GOP) uygulanması; boyun eğmeyen ve kendisiyle işbirliği içine girmeyen ülkelerin saldırı ve işgallerle teslim alınması, zorla da olsa, bu ülkelerde “demokrasi ve özgürlüklerin egemen kılınmasına” dayanmaktadır. Tabii ki, “şer ekseni” içinde saydığı ülkeler (İran, Suriye ve Kuzey Kore) başta olmak üzere. Bunun için gerekli bahaneler (gerçek ya da uydurma) her zaman bulunabilir. Irak’a saldırı ve işgalin bahanesi hatırlanacaktır: kitle imha silahları, kimyasal ve biyolojik silahlar! İşgalin beşinci yılında, Irak’ın yakılıp yıkılmasına, 1 milyona yakın Iraklının katledilmiş olmasına rağmen hâlâ bulunamamış olan kitle imha silahları!

Uzun yıllardır ABD’nin hedefinde olan İran için de bahane bulunmuştur: İran’ın nükleer programı. İran, Nükleer Silahsızlanma Anlaşması’nı (NPT) imzalamış bir ülke olarak, tüm nükleer programını, Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın (UAEA) bilgi ve denetimine açık olarak yürütmektedir. Ve UAEA ile İran arasında, İran’ın nükleer programına ilişkin, 21 Ağustos’ta varılmış bir mutabakat yürürlüktedir ve Ajans, bu mutabakat doğrultusunda yürüttüğü çalışmalara ilişkin raporunu Kasım ayında açıklayacaktır. Kaldı ki, İran’ın nükleer faaliyetleri yeni değildir ve ABD, Almanya, Fransa ile anlaşma ve işbirliği içinde Şah döneminde başlamıştır. Yine bu ülkelerle, o dönemde imzalanmış reaktörler kurulması anlaşmaları söz konusudur. Şah yönetimindeki İran’ın nükleer faaliyetleri ABD için sakıncalı değilken, kendine boyun eğmeyen İran’ın barışçıl amaçlı nükleer faaliyetleri, ABD’nin saldırı hedefine girecek kadar tehlikeli bir gelişme sayılmaktadır. Nükleer silahlara sahip olduğu tüm dünyaca bilinen İsrail tehlikeli bulunmazken, Hindistan ve Pakistan’ın nükleer silahlara sahip olmasına yeşil ışık yakılır ve onaylanırken, İran’ın enerji amaçlı nükleer programı, ABD ve yandaşlarının izolasyon politikalarına ve yaptırımlarına neden olmaktadır. Çifte standart denilen tutum ve politika bu olsa gerektir.

ABD, tüm çabalarına rağmen, Aralık 2006’ya kadar, BM Güvenlik Konseyi’nde İran’a yönelik bir yaptım kararı (uyarı nitelikli ve sınırlı önlemler içeren 1696 sayılı GK kararı dışında) alınmasını başaramamıştı. Bu yönlü talepleri, Rusya ve Çin’in itirazları ve vetoları ile karşılaşıyordu. 23 Aralık 2006’da alınan 1737 sayılı Güvenlik konseyi kararı, Rusya ve Çin’in itirazları dikkate alınarak hazırlanmıştır ve sadece hassas nükleer teknolojiler alanı ve bununla ilgili kişilerin seyahat izinlerinin sınırlanması ve malvarlıklarının dondurulmasını kapsamaktadır. Ayrıca bu karar, İran’a karşı kuvvet kullanımını ve askeri hareket seçeneğini dışlamaktadır. Kararın böyle çıkmasında, Rusya ve Çin’in itirazları belirleyici olmuştur.

 

ALMANYA VE FRANSA’NIN ABD İLE BİRLEŞEN VE AYRIŞAN TUTUMLARI

İran ile ekonomik ve ticari ilişkiler içinde olmalarına ve İran’da özellikle petrol ve diğer alanlarda yatırımları bulunmasına rağmen, Fransa ve Almanya (BM Güvenlik Konseyi’ne daimi üye olma talebini daha güçlüce dillendiren Almanya, bulunan 5+1 formülüyle fiilen daimi üye muamelesi görmekte ve öyle de davranmaktadır), BM Güvenlik Konseyi’nde bu kararın alınmasında, İngiltere ile birlikte, karar metninin hazırlayıcıları olarak, önemli bir rol oynadılar. Hemen her uluslararası meselede ABD ile birlikte tutum alan İngiltere’yi saymazsak, Almanya ve Fransa’nın bu tutumunda ABD baskısının belirleyici olduğu açıktır. Ayrıca bu ülkeler de, nükleer güç sahibi bir İran istememekte, böyle bir gelişmeyi İran ile hem bugün hem de gelecekteki ilişkileri açısından çıkarlarına uygun bulmamaktadırlar. Ancak her iki ülkenin İran karşısındaki tutumlarının, ABD’nin tutumu ile özdeş olmadığı da belirtilmelidir.

Özellikle Fransa, öncesinden ayrılan bir üslupla İran’a karşı tutum (Eylül 2007) açıklamaktadır. Cumhurbaşkanı Sarkozy, “ya İran bombası ya da İran’a bomba” derken; Dışişleri Bakanı Bernard Kouchner “En kötüsüne hazırlıklı olmalıyız ve en kötü ihtimal de savaştır” diyerek, şimdiye kadar olmadığı ölçüde sert ve açık bir savaş uyarısında bulundular. Ancak, Kouchner’in aynı açıklamasında dikkat çeken bir yan da; bir dizi büyük Fransız firmasından İran’la iş bağlantısı kurmamalarının istendiğini, ancak “Fransız firmalarının orada iş yapmasını yasaklamıyoruz, tavsiyede bulunuyoruz” demesiydi. Oysa ABD, daha önceki tavsiye niteliğinden çıkararak, İran’da 20 milyon dolardan fazla yatırım yapan ya da iş bağlantısı içinde olan şirketlere yaptırım uygulanmasını zorunlu hale getiren bir yasayı Eylül’de kabul etti. Yine Fransa, Avrupa Birliği’nin İran’a yaptırım uygulaması ve yaptırımların artırılmasının, AB gündemine alınmasını istemektedir.

Ancak, hem Almanya hem de Fransa’nın İran konusundaki tutum ve pozisyonlarında Ekim ayında bir değişim gözlenmektedir. Önce, Almanya, İran’a yönelik yeni yaptırımları içerecek yeni bir kararın BM Güvenlik Konseyi’nden çıkarılmasına karşı olduğunu; UAEA ile İran arasındaki 21 Ağustos mutabakatına şans tanınması için bütün yaptırımların ertelenmesini ve Ajans’ın Kasım raporunun beklenmesini tercih ettiğini açıkladı. Ardından, Fransa Dışişleri Bakanı Kouchner, Ekim’in ilk günlerindeki Ankara ziyaretinde, basına; ülkesinin İran konusundaki tutumunda son dönemde bir sertleşme olmadığını, “saygı duyulan büyük bir ülke” olarak İran’la ilişkilerinin ve görüşmelerinin sürdüğünü, ancak bu ülkenin de, uluslararası anlaşmalara ve kurallara uyması gerektiğini açıkladı. Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy ise, Ekim başlarında yaptığı Moskova ziyaretinde, Putin’le görüşmesinin ardından gazetecilere, “İran ve diğer hassas konulardaki pozisyonlarımız daha da yakınlaştı” dedi. İran konusunda Rusya ile ‘yakınlaşma’nın, ABD’den uzaklaşma anlamına geleceği ise anlaşılmaz değildir.

 

RUSYA VE ÇİN ABD’NİN BÖLGE VE İRAN POLİTİKALARINA KARŞI İRAN’IN YANINDA

Rusya ve Çin, İran’la ‘80’lerin ortalarından bu yana askeri alanda ilişkilere sahip. Her ikisi de, İran’a gelişmiş füzeler ve füze teknolojileri sattılar. İran’ın uzun menzilli balistik füzeler geliştirmesinde Rusya ve Çin ‘in yardımları söz konusudur. İran, Çin ve Rusya’nın etkin birer güç olarak yer aldıkları Şanghay İşbirliği Örgütü’ne gözlemci statüsünde katılmakta ve üye olmak istemektedir. İran’ın, ŞİÖ’ye katılımı ve buradaki iki büyük ortağın BM Güvenlik Konseyi daimi üyeleri olmaları; İran açısından, yüz yüze kalacağı olası yaptırım ve ambargoların önlenmesi ve ABD’nin tek taraflı politikalarını BM’ye ve üye ülkelere dayatmasını önleme açısından önemli bir olanak ve destektir. Ve şimdiye kadar, İran’a yönelik geniş çaplı yaptırım ve ambargo kararlarının engellenmesinde, Rusya ve Çin’in tutumları belirleyici olmuştur.

Rusya’nın İran’a yatırımları giderek artmaktadır. Aralarındaki silah ticaretinin yanında, İran’ın nükleer programının yürütülmesinde Rusya’nın rolü ve desteği bilinen bir durumdur. Rusya, Buşehr’de bir nükleer santral inşa ediyor ve santralin inşa faaliyetleri, Güvenlik Konseyi’nin yaptırım kararı dışında tutulmuştur.

15-16 Ekim’de İran’da yapılan, Hazar Denizi’ne kıyısı olan ülkeler zirvesinde, ABD’nin İran’a yönelik saldırı planlarına ve baskıların artırılması çağrılarına karşı, İran’a destek mesajları çıktı. Zirve sonrası yayınlanan bildiride, ABD kast edilerek, “Hiçbir koşulda birbirimize saldırmayız ve diğer uluslara, kendi topraklarımızı, aramızdan birine askeri operasyon düzenlenmesi için kullandırtmayız” vurgusu yer aldı.

Zirvede, Putin, nükleer programı konusunda İran’a yardımcı olduklarını ve Rusya’nın İran’ın ilk nükleer santralini inşa ettiğini ve bunun da barışçıl amaçlar çerçevesinde olduğunu söyleyerek, nükleer programı nedeniyle İran’a daha ağır yaptırımlar uygulama ve uygulatma çabası içinde olan ve saldırı planlarına sahip ABD’ye ve onunla birlikte davranan diğer Batılı güçlere karşı, İran’ın yanında olduğunu açıkca ortaya koydu.

Çin, silah, füze ve askeri teknoloji satışının yanı sıra, İran’la 2004’te, 25 yıllık doğalgaz anlaşması yapmış ve bunu, 100 milyar dolar yatırımı öngören yeni anlaşmalar izlemiştir. Bu anlaşmayla Çin, aynı dönemde, günlük 150.000 varil petrol de alacaktır. Şimdiden Çin, İran’ın büyük ve önemli doğalgaz ve petrol ihraç pazarı olmaya adaydır.

Çin ve Rusya’nın İran’la ilişkileri, İran’ın barışçıl nükleer enerji programını desteklemeleri ve yaptırımların önüne geçmeleri, saldırı ve silahlı müdahale seçeneklerini dışlayan tutumları, her ikisi açısından (farklılaşan çıkarları olmasına rağmen) da, ABD’nin tek taraflı politikalar dayatmasına karşı bir tavır, öte yandan, ABD’nin Asya, Orta Asya ve Ortadoğu’da etkisi ve yayılma politikasının sınırlandırılması anlamına gelmektedir.

Ayrıca İran, Rusya için, Ortadoğu ile tek bağlantı ülkesi olarak da önem taşımaktadır Çin açısından ise, artan enerji ihtiyacını karşılamada önemli ve güvenilir bir kaynak ülke durumundadır.

 

İRAN İZOLASYON VE SALDIRI TEHDİTLERİNE KARŞI ÇOK YÖNLÜ BİR ÇABA İÇİNDE

ABD’nin Ortadoğu politikalarında temel unsur, zengin petrol ve doğalgaz kaynakları ve bu kaynakların etkin denetimi olmuştur. Ve elbette, etkin denetime bağlı olarak, enerji ulaşım hatları ve güvenliği sorunudur. İran, ’79’dan itibaren, hem enerji kaynakları hem de Şah’ın devrilmesiyle ABD denetiminden çıkması nedeniyle, ABD’nin hedefinde yer alıyor. Irak’ın İran’a saldırmasında, on binlerce insanın ölümüne ve ülkenin harap edilmesine yol açan savaşta ABD’nin kışkırtıcı rolü ve desteği biliniyor. Savaş sonrasında ise, İran, yaptırımlar, ekonomik, diplomatik ambargolarla yüz yüze kaldı. 2000’den itibaren, Bush’un başkanlığı dönemiyle birlikte, ABD’nin saldırı tehditleri artarak sürüyor.

ABD’nin saldırgan politikaları ve doğrudan saldırı tehditleri karşısında, İran; başta bölge ülkeleri Rusya, Çin, Hindistan ve Ortaasya ülkeleri olmak üzere, sınırlı da olsa Avrupa ülkeleri ile ekonomik, ticari, askeri ve diplomatik (her biriyle farklı alan ve düzeyde) ilişkiler kurup geliştirerek; çevresinde örülmeye çalışılan tecrit çemberini kırmaya, ABD saldırganlığını püskürtmeye çaba gösteriyor.

İran’ın, bu çabalarında başarısız olduğu söylenemez, ama kısmen başarılı olduğu bile söylenebilir. Bunun en açık göstergesi; ABD’nin, Çin ve Rusya bir yana, Almanya ve Fransa’yı bile kendi uyguladığı düzeyde ağır ve geniş çaplı bir yaptırım ve ambargo uygulama tutumuna kazanamamış olmasıdır.

İran’ın, Rusya ile ekonomik, ticari, askeri ve nükleer ilişkileri; Rusya ile hem Şanghay İşbirliği Örgütü, hem de Hazar Denizi Ülkeleri gibi platformlarda yan yana olması önemlidir.  Bu platformlarda her konuda hemfikir olunmasa da, yeni ilişki alanları ve çıkar ortaklıkları oluşması, İran için hayatidir.

Çin ile zengin enerji kaynaklarının sunduğu avantajla yapılan enerji anlaşmaları, hem yatırımlar ve ekonomik kazanımlar açısından, hem de ilişkilerin geleceği ve sürekliliği bakımından olanaklar sunmaktadır. ’80’lere dayalı ekonomik ve özellikle askeri alandaki ilişkileri, İran’ın savunmasını güçlendirmesine önemli bir destek işlevi görmektedir. Çin İran’ın şimdilik gözlemci olarak katıldığı Şanghay İşbirliği Örgütü’nün güçlü bir üyesidir.

İran’ın, her ikisi de BM Güvenlik Konseyi daimi üyesi olan Rusya ve Çin’le olan güçlü ilişkilerinin, her bir ülke için farklı amaç, çıkar ve anlamlar taşıyor olduğu açıktır. İran’ın, bu ilişkiler sayesinde, BM Güvenlik Konseyi’nde veto hakkına sahip ve kendi çıkarlarını savunmanın zorunlu bir gereği olarak, İran’a yönelik olumsuz kararları önlemek, en azından sınırlamak durumunda olan iki dost kazandığı açıktır. Rusya ve Çin’in şimdiye kadar aldıkları tutum da, bunun için yeterli bir göstergedir. Rusya ve Çin’in ABD politikalarına karşı ikirciksiz ve net tutumları; İran’ın nükleer programını onaylamaları, İran için, ABD’yi kendinden uzak tutma anlamı da taşımaktadır. Bunun yanında, İran’ın Şanghay İşbirliği Örgütü’ne gözlemci olarak kabul edilmesi; İran için Ortaasya ülkeleri ile ilişkilerini geliştirme ve ABD’nin tecrit çemberini kırma olanağı demektir.

 

İRAN–TÜRKİYE İLİŞKİLERİ

Türkiye ile İran arasında yapılan doğalgaz anlaşması ve bu anlaşmaya ABD’nin tepkileri; İran’a saldırı hazırlıkları içinde olan ABD’nin Türkiye ile ilişkilerinden, Ortadoğu’ya ilişkin planlarından, İran’ın da içine itilmek istendiği tecrit çemberini kırma çabalarından    bağımsız değerlendirilmemelidir.

İran’ın, 16 Ağustos’ta, Irak sınırındaki PJAK kamplarına yönelik başlattığı ve Kandil ve Hacı Ümran bölgesindeki PJAK ve PKK kamplarını Kuzey Irak’ın 5 km içlerine kadar girerek, havadan ve karadan bombalamasına genişleyen operasyon da, bu ilişki ve bağlantılar içinde değerlendirilmelidir.

Yapılan doğalgaz anlaşmasının, akıbetinden (çünkü daha önceki anlaşmalar, halen, Türkiye’den kaynaklanan yatırım ve inşa çalışmaları nedeniyle, ulaşması gereken düzey ve kapasitenin gerisinde kalmıştır. Ve yeni anlaşmaya göre Türkiye’nin yapması gereken 3-4 milyar dolarlık yatırım ve bunun için dış finansman gereği ve zorlukları vardır) bağımsız olarak, ekonomik anlamda her iki ülkenin de yararına olduğu açıktır. İran, üç doğalgaz sahasında, doğalgaz çıkarma hakkını, Türkiye’ye ihalesiz vermiştir. Üstelik Türkiye, bu anlaşmayla alacağı gazla, hem kendi ihtiyacını karşılayacak, hem de Nabucco hattına bağlayarak, Avrupa’ya taşıyacak ve bundan para kazanacaktır.

İran açısından ise, mesele, tecridin kırılmasıdır; bir komşu ülkenin, kendisine yönelecek saldırıda, saldırganın yanında yer almasını önlemektir. Ki bu ülke, saldırgan ABD’yi “stratejik müttefiki” sayan bir ülke ise, onunla iyi ilişkiler kurmak, ticareti geliştirmek, kesin olmasa da, bu ülkenin, saldırgan ABD’nin yanında muharip güç olarak yer almasını, topraklarını saldırı için kullandırmasını önleyici bir etken olabilir. Bunu zaman gösterecektir.

Kürt sorunu, İran ve Türkiye’nin ortaklaştığı bir sorundur. Her iki ülkede, Kürt halkı, ulusal hak ve özgürlüklerden, eşitlikten yoksun olarak, her iki ülkenin gerici egemen güçlerinin baskısı altında yaşıyor. Her iki ülke egemenleri de, bu sorunu, baskı ve inkarla çözmeyi politika edinmiştir. Her iki ülke de, Kuzey Irak’ta bağımsız bir Kürt devleti ihtimalini kendileri için tehlike saymakta ve “Irak’ın toprak bütünlüğünü”, Iraklılara karşı ve onlardan daha fazla savunur görünen bir pozisyonda durmaktadırlar. Bu, Irak’a komşu ülkeler toplantılarında (Suriye de dahil) kuvvetle birleştikleri bir tutumdur.

İran, Türkiye egemenlerinin Kürt sorunundaki gerici hassasiyetine seslenmektedir. Üstelik PJAK ve PKK kamplarına saldırısı, zamanlama olarak, Türkiye’de PKK’ye karşı sınır ötesi harekat tartışmalarının yoğunlaştığı ve ABD ile bu sorun üzerinden gerginliklerin yaşandığı bir döneme denk gelmiştir. PKK’ye, hem de Kuzey Irak’a girerek saldıran, PKK’ye zarar veren bir İran’a, Türkiye’nin, ayak sürüyen ABD karşısında duyacağı minnet ve muhabbet anlaşılır olacaktır. İran’ın, PJAK ve PKK kamplarına saldırdığı ve bombaladığı günlerde, Türkiye yazılı ve görsel medyasının konuya ilgisisinin, “Türkiye’nin yapamadığını İran yapıyor” türünden provokatif ve kışkırtıcı başlıklarda ifadesini bulması da bunun bir göstergesidir.

İran–Türkiye ilişkilerinin hangi yönde gelişeceği ve nasıl bir seyir izleyeceği, İran’ın son “jest”lerinden umduğunu bulup bulamayacağı, önümüzdeki dönemde yaşanacak gelişmelere bağlı olarak şekillenecektir. Özellikle de, Türkiye’nin yapması muhtemel sınır ötesi harekat öncesi ve sonrasında ABD ile ilişkilerde yaşanacak gelişmeler, ve bir sınır ötesi harekatın kendisinin gündeme getireceği gelişmeler; ilişkilerin seyri açısından, önemli etkenler ve belirleyenler olacaktır.

Ancak, şunlar söylenmelidir ki; Türkiye’nin laikçi ordusu, bir İslam Cumhuriyeti olarak (radikal dinci, şeriatçı bir yönetim altındaki) İran’dan hazzetmemekte, onu Türkiye’nin “laik” yapısı için tehlike kaynağı olarak görmektedir. Ve aynı ordu, nükleer güce sahip bir İran’ı da ciddi bir tehlike saymaktadır. İslamcı kökenli, milliyetçi ve piyasacı hükümet de, nükleer güç sahibi bir İran istemediğini, Amerikan yetkilileri önünde tekrarlayıp durmaktadır. Ayrıca, hükümet, ABD’nin “Genişletilmiş Ortadoğu Projesi”nin hararetli bir destekçisidir ve bu projenin “model ve köprü ülkesi” olmaya teşne bir tutum içindedir. ABD ile zaman zaman gerilimler yaşansa da, hemen tüm egemen güçler, stratejik müttefik olmaktan övünç duymaktadırlar. Türkiye-İran ilişkilerinin gelişim seyrinde, tüm bu durum ve özellikler, ağırlıkları ölçüsünde etkili olacaklardır.

Sonuç olarak; ABD, İran’a doğrudan saldırı tehditlerini yoğunlaştırarak sürdürüyor. Buna paralel saldırı hazırlıkları içinde olduğu da açıktır. ABD, Irak’ta bir batağa saplanmış durumda. Irak’a “demokrasi ve özgürlükler” yerine, getirdiği, tam bir felaket, katliam ve yıkım olmuştur. Buna rağmen, Bush’un başkanlık dönemi sona ermeden, İran’a nükleer potansiyelini çökertecek bir saldırı çabası ve hazırlıkları hissedilir ve görünür hale geliyor. İran, elbette bir Irak değil; ancak İran, ABD’ye saldırı üssü olabilecek ülkelerle (Irak, Türkiye, Afganistan, nükleer Pakistan) çevrelenmiş durumda ve İsrail uzakta değil. Hint Okyanusu ve Basra Körfezi, ABD donanmasına, uçak gemilerine ve saldırı silahlarına limanlık ediyor.

İran’a ABD saldırısı, gündemdeki bir sorun olarak, Ortadoğu’nun diğer sorunlarının önüne geçmiştir. Sonuçları ne olur, nasıl olur, çok şey söylenemese de; hem İran ve bölge için, hem de ABD ve dünya için daha büyük bir felaket olacağı şimdiden söylenebilir.

 

 

 

 

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑