Sermayenin Krizi

Son dönemde en çok tartışılan konulardan birisi, ABD Merkez Bankası Federal Reserve’in –özellikle aylardır ABD kredi ve konut piyasalarında yaşanan çalkantılar sonucu– yükselen baskılar karşısında direnemeyerek, faizlerde önemli düzeyde indirime gitmiş olmasıdır. Uzun süre devam eden tartışmalar ve beklentilerin ardından, FED, bankalararası gecelik faiz oranını, piyasaların beklentilerinin de üzerinde, 5,25 den 4,75 seviyesine indirmiştir. Bu gelişme, sermaye gruplarının değişik kesimlerinden farklı tepkiler ve yorumların ortaya çıkmasına yol açmıştır. Ancak eleştiriler, faiz indirimi meselesini oldukça dar ve piyasa odaklı bir yaklaşımla ortaya koymakta, daha da ötesi, mevcut kapitalist işleyiş ve yapıdan koparmaktadır. FED’in söz konusu faiz hamlesini sadece para politikası perspektifinden ele almak, arkasında yer alan ve sermaye cephesinin çıkarlarını yansıtan önemli gerçeklerin göz ardı edilmesine ve emekçi sınıflar açısından sonuçlarının yanlış değerlendirilmesine yol açacaktır. Bu nedenle, özellikle 2000’li yıllarda dünya ekonomisinde yaşanan yapısal gelişmeleri bütüncül bir yaklaşımla anlamak, birikim ve büyüme süreçlerini, yapılarını, dinamikleri ve aktörleri ile birlikte incelemek, faiz indiriminin nedenlerini ve gerek dünya ekonomisi için, gerekse de Türkiye için olası sonuçlarını bu bütüncül perspektiften okuyarak yorumlamak gereklidir. O halde, öncelikle, dünya ekonomisinde meydana gelen değişimlere bakmak gerekir.

DEĞİŞEN DÜNYA EKONOMİSİ

1970’li yıllarda Bretton Woods[1] para sisteminin yıkılmasıyla birlikte, finans sermayesinin sınırlararası hareketliliğini kolaylaştıracak teori ve politikaların gittikçe dünyayı kuşattığı ve artık yeni bir birikim sürecinin[2] dinamiklerinin ortaya çıktığı gözlenmektedir. Bretton Woods sistemi altında, belirli bir süre üretken sermayenin verimlilik artışları ile büyüdüğü birikim süreci, 1960’lı yıllardan itibaren krize girmiş ve bunun sonucunda merkez kapitalist ülkelerde sermayenin kâr oranlarında hızlı düşüşler ve realizasyon[3] kriziyle karşı karşıya kalınmıştır. Bu sonuç, sermayenin daha çok kâr hırsı ile üretimde emeğin yerine makineleri geçirme ve verimliliği artırarak gerekli emek zamanını azaltma çabasından kaynaklanmıştır. Marx’ın da, Kapital I de, söz konusu krizden yaklaşık 100 yıl öncesinde öngördüğü gibi, değişmeyen sermaye oranındaki artış sermayenin organik bileşimini[4] artırmış ve bu da kâr oranlarında azalışa, diğer yandan da emekçi kesimlerin gelirlerinin erimesine ve buna bağlı realizasyon krizine yol açmıştır.

Sermayenin yaşadığı kriz süreci, diğer yandan para sermayenin de çok hızlı bir biçimde büyümesine; üretken sermayeden, reel sektörden uzaklaşmasına yol açmıştır. Yeni kapitalist dinamiğin en önemli özelliklerinden birisi, üretim ve yatırımlardan kopma eğilimindeki finansal faaliyetlerin büyümesi, sanal bir ekonomi oluşması eğiliminin gelişmesi ve mali sermayenin rantiye niteliğinin herkes tarafından görülür hale gelmesi, ama tüm dünyaya hükmetmeyi sürdürmesidir. Bunun en çarpıcı göstergelerinden biri “sıcak para” vurgunculuğundaki artış, bir diğeri de Euro piyasalar ve Eurodolardır. Eurodolar piyasası, Batı Avrupa bankalarına yatırılan dolar fonları ile oluşmuştur. Eurodolarlar, ilk kez 1950’lerde, dolarlarını Amerikan hükümetinin dondurmasından tedirgin olan SSCB’nin dolar birikimlerini Avrupa bankalarına yatırmalarıyla oluşmuştur (Chacholiades, 1990, s. 275). Bu fonlar, 1950’lerden sonra, Almanya ve Japonya’nın artan ihracat gelirleri karşılığı ve ABD’nin Batı Avrupa’da doğrudan yatırım yapması ile sürekli artmıştır. Bu fonlar, 1958’de 1 milyar dolar iken, 1973’te 132 milyar dolara çıkmıştır (Şişman, 2003, s. 47). Euro döviz piyasalarının hızla gelişmesinin ABD’nin katkılarıyla gerçekleştiği söylenebilir. ABD’nin artan cari işlemler açığı ve ABD’nin piyasa mekanizmasının serbestçe işlemesini engelleyici düzenlemeleri, ABD toprakları dışında bir serbest piyasanın oluşmasını ve gelişmesini desteklemiştir. 1963’te yürürlüğe giren Faiz Eşitleme Vergisi (Interest Equalization Taxes)[5], bu düzenlemelerin en önemlisidir (Sönmez, 1998, s. 196-200).

Para sermayenin devletçe konulan kısıtlamalardan kurtulması, 1973’te büyük sanayi ülkeleri arasındaki sabit kurların kaldırılmasıyla başlamıştır. O zamana dek, döviz ticareti de devlet gözetimindeydi; büyük tutarlarda transfer ve değişim birçok ülkede izne bağlıydı. ABD, Federal Almanya, Kanada ve İsviçre, 1970’den başlayarak, sermaye akımlarının denetimine son verdiler. 1979’da İngiltere, son kısıtlamaları da kaldırdı. Bir yıl sonra, İngiltere’yi Japonya izledi. Fransa ve İtalya, 1990’da para ve sermaye akımlarını serbest bıraktılar. İspanya ve Polonya ise, 1992’ye kadar dayandılar (Martin ve Schumann, 1997, s. 57-58).

PLANLAMADAN YAPISAL UYUMA..

Finansal liberalizasyon[6] olarak isimlendirilen ve her türlü parasal hareketlerin yanı sıra mali akımların da hiçbir kısıta tabi olmadan özgürce hareketini koşut kılan olgu, 1980’li yıllardan itibaren, çevre ülkelerine, nam-ı diğer emerging markets’a (yükselen piyasalar) dayatılmaya başlamıştır. Bu dönemde, yükselen piyasalarda yaşanan dış borç krizleri de, liberalizasyon politikalarının uygulanmasına elverişli bir ortam hazırlamıştır. Sözü edilen dış borç krizlerinin aşılması amacıyla IMF kaynaklı ödünçler veriliyor, ancak buna karşılık, “yapısal uyum programları” ismi ile bilinen bir dizi liberalizasyon politikası dayatılıyordu. Uluslararası kuruluşlar tarafından belirlenip devletlere empoze edilen bu politikalar, John Williamson’un 1990 yılında yazdığı makaleden yola çıkılarak, standart hale getirilmişti. Buna göre, herhangi bir ülke IMF’den ödünç para almak istediğinde, Washington konsensusu olarak bilinen kuralları uygulamak zorundaydı. Bu kurallar özetle şöyledir:

* Mali disiplin,

* Devlet harcamalarında sağlık, eğitim, altyapı yatırımlarına öncelik verilmesi,

* Vergi reformu (düşük oranlı geniş vergi tabanı),

* Faiz oranlarının piyasa güçlerince belirlenmesi,

* Rekabetçi kur politikası,

* Serbest ticaret rejimi; gümrük vergilerinin en aza indirilmesi,

* Doğrudan yabancı sermayenin serbestleşmesi ve teşvik edilmesi,

* Özelleştirme,

* Deregülasyon,

* Özel mülkiyet haklarının güvence altına alınması.

Kısacası, “Yapısal Uyum” politikalarının ve Washington konsensusu kurallarının hayata geçirilmesi ile birlikte, çevre ülkeler, devlet yönelimli kalkınma sürecinden kopmuştur. Tamamen IMF ve Dünya Bankası denetiminde uygulanan bu politikalar, ÇUŞ’lerin (Çok Uluslu Şirketler) önlerindeki tüm engellerin kaldırıldığı serbest dolanımına ve her türlü finansal faaliyetin tam serbestiyle gelişimine olanak sağlayacak finansal piyasaların gelişimine yol açmıştır. Bu dönemde finansal piyasalar da içinde sermaye piyasalarının alabildiğine ve engelsizce büyüyüp geliştiği, –gümrük duvarları hemen neredeyse sıfırlanarak, ulusal paraların dövize çevrilebilirliği gerçekleştirilerek, “üst kurullar” aracılığıyla uluslararası mali denetim sağlanarak vb.– tüm ülke ekonomilerinin uluslararası kapitalist ekonomiye entegrasyonunun sağlandığı, dolayısıyla mali sermayenin, üretim ve finans süreçlerinin uluslararasılaşmasının devasa adımlarla ilerlediği gözlenmektedir. Böylelikle 1980’li yıllarda, yükselen piyasalar, sermayenin serbestçe dolanımını ve kârlılığını sağlayabilecek yapıya kavuşturulmuştur. 1987 yılında yaşanan borsa krizi sonrası, uluslararası –özellikle kısa vadeli (sıcak para)– sermayenin hareketliliği ivme kazanmıştır.

Uluslararası finansal piyasaların liberalizasyonu, sermayenin kârlılığı için tek başına yeterli değildi. Finansal liberalizasyon; özelleştirme, emek piyasalarının ve sosyal güvenlik sisteminin esnekleştirilmesi gibi politikalarla da desteklenmeliydi. Neo-liberal politikalar olarak isimlendirilen bu politikalar, aynı zamanda, yeni birikim sürecinin de temel yapısını oluşturuyordu. Böylelikle uluslararası sermaye, küresel ekonomiyi kendi çıkarları doğrultusunda artık çıplak gözle görülebilecek biçimde örgütleyebiliyor (IMF ve Dünya Bankası aracılığıyla), uluslararası finansal sermayeyi ilah konumuna getiriyor, özelikle çevre ülkeler için kalkınmanın amentüsü ilan ediyordu. Yeni birikim modelinin ortaya çıkardığı en önemli unsur, “sıcak para” olarak bilinen kısa vadeli sermaye hareketleridir. Yüksek faiz – düşük kur karakterine sahip piyasalara girme eğiliminde olan sıcak para, en ufak bir riski bile kaldıramayacak kadar hassas ve bu bağlamda ülke politikaları üzerinde baskı yaratacak bir bünyeye sahiptir. Nitekim ’90’ların sonunda, finansal piyasalarda yarattığı aşırı şişkinlik daha fazla sürdürülemez hale gelince, sıcak para daha fazla risk almayıp bulunduğu ülkeleri tek tek terk etmeye başladı. Bunun sonucunda Asya krizi meydana gelmiş ve tüm dünyaya yayılan kriz, en çok ekonomileri daha savunmasız olan “yükselen piyasalar”ı etkilemiştir. Yaşanan sürecin faturası ülke yönetimlerine çıkarılmış ve IMF programları dikte edilerek, küresel krizden, merkez ülkelerine çevre ülkelerden kaynak transferi yoluyla çıkılması planlanmıştır.

YENİ WASHİNGTON KONSENSUSU..

Dünya ekonomisinde yaşanan Asya krizi ile başlayan ve neredeyse tüm çevre ülkelerini önemli ölçüde etkileyen olumsuzluklar sonrası, Washington Konsensusu altında dayatılan politikalar gözden geçirilmiş ve uluslararası finansal sistemin yönetişimi masalı altında, çevre ülkelerine krizden çıkma iddiasıyla yeni politikalar dayatılmıştır. Yeni politikaların en önemli özelliği, yine çevre ülkelerin dış borçlarının sürdürülebilirliğini sağlamak için aşırı faiz dışı fazlalar ve cari fazlalar yaratmalarını sağlamaktır. Krizden çıkış yolu olarak önerilen bu politikaların, aslında ABD’nin uzun yıllardır kronik hastalığı ve büyümesinin de en önemli kaynağı olan şiddetli cari işlem açıklarını kapatmak üzere dizayn edildiği ve uygulatıldığı hasır altındaki gerçektir.

 

Tablo1: Dünya Ekonomisinin Cari İşlem Dengeleri (Milyar Dolar)

 

1996

2003

2006

ABD

– 118

– 527

-857

Japonya

66

136

170

Diğer Batı

88

89

36

Çevre

– 85

228

631

Petrol İhracatçıları

39

109

396

Çin

7

46

239

Kaynak: IMF, World Economic Outlook’dan aktaran Korkut Boratav, “Dünya Ekonomisinde değişimler ve Türkiye’ye yansımaları”dan değiştirilerek alınmıştır. http://www.bagimsizsosyalbilimciler.org/Yazilar_Uye/Boratav_Mayis07. pdf, Erişim: 20/10/2007

 

Tablo 1’den de anlaşılacağı gibi, ABD ekonomisi gittikçe artan biçimde cari işlem açıkları vermektedir. ABD’nin mevcut büyümesinin cari açıklarının fütursuzca genişlemesinin başlıca dayanağı, Amerikan dolarının küresel ekonomide hegemon bir güce sahip olmasının verdiği güvenin yanında[7], çevre ve petrol ihracatçısı ülkelerde gerçekleşen cari işlem fazlalarıdır. Dünya cari işlemler hesabının sıfır toplamlı bakiye vermesi gerekliliği de hesaba katılırsa, ABD’nin cari açıklarının, çok net bir biçimde, büyük ölçüde çevre ve petrol ihracatçısı ülkeler, kısmen de Çin tarafından karşılanmakta olduğu gözükecektir.

Ancak yine de özellikle ABD’de büyümenin % 3 seviyesine indiği 2005 sonrası, bu durumun artık sürdürülemeyeceğine olan inancın artmaya başlaması, ABD’nin rekor düzeylere yükselen cari açıklarını önleyebilmek adına, Çin, Japonya gibi ülkelerle pazarlıklara girişmesi, uluslararası finansal sermayenin mevcut gelişmelerden oldukça tedirgin olduğunu ve kırılgan hale geldiğini ortaya koymaktadır. Küresel bir aktör olarak ortaya çıkan Çin’in özellikle mal piyasalarındaki üstünlüğü, başta ABD olmak üzere, birçok merkez kapitalist ülkeyi dış ticaretlerini Çin’e karşı koruyucu/engelleyici bir dizi önlemler almaya, hatta yaptırımlarda bulunmaya yöneltmiştir. Çin’in, bu hamleler karşısında, yaz başında, dolar rezervlerini elden çıkartmaya yönelik ve Çin Yeni’nin değerlenmesi esasına dayalı bir dizi ekonomi politikalarını hayata geçirmek için adım atmış olması, cari açıklarını dolar basarak ve bunu başta Çin olmak üzere diğer çevre ülkelere satma yoluyla finanse eden ABD’de ciddi kırılganlığa ve endişeye yol açmıştır.

FAİZ PARADOKSU

Çin ve petrol ihracatçısı ülkeler başta olmak üzere çevre ülkelerin fonlarıyla ayakta duran ABD iç talebinin, kredi ve konut piyasalarında 2006 yılından beri süregelen spekülasyonlara karşı artık direnemeyecek noktaya gelmiş olması, FED’i, iç talebe yönelik bir hamle yapmaya zorlamıştır. Üstelik fiyat düzeyinin orta ve uzun vadede artışlar gösterebileceği beklentisinin çok kuvvetli olduğu bir dönemde, FED’in böyle bir riski göze alarak faiz indirimine gitmesi, oldukça paradoksal bir durumdur. Merkez Bankalarının yegane görevinin fiyat istikrarını temin etmek olduğu retoriğini çevre ülkelere yutturmaya çalışan neo liberal ideolojinin hegemon gücü ABD’nin, fiyat istikrarı ilkesini görmezden gelerek, faiz indirimine gitmesi, oldukça anlamlıdır.

Dünya ekonomisinde Asya krizi sonrası yaşanan ve yukarıda özetlenen birikim sürecinin de sonuna gelinmiştir. FED’in faiz indirimi sonrası, çevre ülkelerde –Türkiye de dahil– sevinç nidaları yükselmiştir. Risk algılamaları bir yana, faizin nispeten yüksek olduğu ülkelere hareket ettiği bilinen spekülatif finansal sermayenin, yeni durumda çevre ülkelere akacağı tahmin edilmiştir.

Ancak ortada şöyle bir tehlike vardır. Birincisi, söz konusu gelişme, çevre ülke paralarının daha da değerli hale gelmesine ve cari işlemler açıklarının artışına yol açacaktır. Bunun yanında, daha çok sıcak para, daha çok borç anlamına gelmektedir. Bu durumda, ABD cari açıklarının karşılanabilmesi, yine petrol ülkeleri ve Çin üzerine havale edilmektedir. Bu da, ABD ve diğer ülkeler arasında yaşanan gerilimlerin artması anlamına gelmektedir.

Mevcut durumun sürdürülemezliğine olan inancın gittikçe artması, uluslararası finansal sermayenin risk beklentisini yükseltecektir. Bu durumda, çevre ülkelerini tehdit eden bir başka olgu söz konusudur. Sıcak para, küresel ekonomide riskin yükseldiği zamanlarda, çevre değil, daha güvenli bulduğu merkez ülkelerine hareket etmektedir. Bu da, sıcak paranın Türkiye gibi ülkelerden ani ve sert bir biçimde –geçmişte olduğu gibi– kaçması demektir. Dünya ekonomisinde yaşanacak krizden elbette merkez ülkeler en az zararla çıkacaklardır.

TÜRKİYE’YE YANSIMALARI..

Yüksek reel faiz avantajı (?) ile ABD’de yaşanan kırılma sonucu sıcak para girişi beklentisi içerisine giren Türkiye, yukarıda açıkladığımız sebeplerle, bu beklentisine karşılık bulamamıştır. Gerek enflasyon hedeflenmesinden yaşanan sapma ve gerekse de “güvenli piyasa” imajını sürdürmek maksadıyla, Türkiye Merkez Bankası, FED’in faiz indirimini takiben, ilki çeyrek, ikincisi yarım puanlık faiz indirimlerine gitmiştir. Uzun zamandır ulusal üretken sermayenin özellikle kısa vadeli faizlerin düşürülmesi yönündeki taleplerine kulak tıkayan MB’nin, FED’in faiz indirimi hamlesinden sonra sadece yarım puanlık göstermelik bir indirime gitmiş olması, Türkiye’nin, sıcak paraya dayalı büyüme dışında hiçbir ulusal kalkınma perspektifinin ya da gücünün olmadığını kanıtlamaktadır.

SONUÇ

Enerji fiyatlarında yaşanan artışlar, kredi ve konut piyasasında yaşanan durgunluk, ABD ekonomisini ciddi biçimde sarsmaya devam etmektedir. Bu gelişmelerin yanında ABD cari açıklarının da çok hızlı büyüdüğü, doların diğer rezerv paralar karşısında ciddi değerler kaybı yaşadığı son dönemde, ABD’de yaşanan bu olumsuzlukların dünya ekonomisine yayılmasından endişe edilmektedir. Öyle ki, ABD Merkez Bankası FED, gittikçe yükselen enflasyon baskısını hiçe sayarak faiz indirimine gitmiş, biraz olsun tüketim talebini yükseltmek ve cari açıkları küçültmeyi amaçlamıştır. Kısa vadeli bir önlem olduğu çok açık olan bu hamle, mevcut kapitalist işleyişe nefes aldırabilecek gibi algılansa da, IMF’nin 2008 yılı büyüme tahminleri sermaye çevrelerince tatmin edici kabul edilse de, yakın gelecekte özellikle çevre ekonomileri için ciddi tehlikeler mevcuttur. Çünkü spekülatif mali sermaye –sıcak para– hareketlerine dayalı emekçi kesimlerin aleyhine büyüme süreci tıkanmış görünmektedir. Yaşanan bu tıkanıklığın aşılması adına atılacak adımlar, Türkiye gibi ülkelerin ve emekçi kesimlerin iyice yoksullaşmasına yol açacaktır.

 

Yararlanılan Kaynaklar

Boratav, Korkut (2007). “Dünya Ekonomisinde Değişimler ve Türkiye’ye Yansımaları”. http://www.bagimsizsosyalbilimciler.org/Yazilar_Uye/Boratav_Mayis07.pdf, Erişim: 20 /10/2007

Chacholiades, M. (1990). International Economics, McGraw-Hill International Editions, Literatür Yayınevi

Marx, K. (1997). Kapital, Alaattin Bilgi (çev.), Cilt 1, Ankara: Sol Yayınları

Mandel, E. (1998). Marksist Ekonomi Kuramına Giriş, çev. Ali Ünlü, İstanbul: Toplumsal Dönüşüm Yayınları

Martin, H. P. ve H. Schumann. (1997). Globalleşme Tuzağı, (çev). Ö. S. Karadana, M. Kahraman, Ankara: Ümit Yayıncılık

Sönmez, S. (1998). Dünya Ekonomisinde Dönüşüm, Ankara: İmge Yayınları

Şişman, M. (2003). Mali Sermayenin Küreselleşmesi, İstanbul: Set Yayınları

Williamson, J ve M. Mahar. (2002). Finansal Liberalizasyon Üzerine Bir İnceleme, (çev). Güven Delice, Ankara: Liberte Yayınları



[1] Bretton Woods sistemi, 1944‘te Bretton Woods‘da toplanan Birleşmiş Milletler Para ve Finans Konferansı’nda ortaya çıkan iktisadi bir yaklaşımdır. Bretton Woods uluslararası para sistemi, dünyanın önde gelen devletleri arasındaki ticari ve finansal işlemlerde dayatılacak kuralları belirlemiştir. Uluslararası para sisteminin kurallarını belirleyen bu anlaşma ile, Dünya Bankası ve Uluslararası Para Fonu’nun (IMF) kurulmasına karar verilmiştir. Dolara anahtar para rolü biçilen yeni para sisteminde, altına dönüştürülebilen tek para biriminin dolar olmasına, diğer para birimlerinin değerlerinin de dolara göre ayarlanmasına karar verilmiştir. Tüm para birimleri, çeşitli kurlardan, IMF gözetiminde dolara endekslenmiştir. Zamanla, dolara ve dolayısıyla altına endeksli sabit kur sistemi, altın-dolar paritesinin sürdürülemeyeceğinin anlaşılması ve 1971‘de ABD’nin doları altına endekslemekten vazgeçtiğini açıklamasıyla çökmüştür.

[2] Savaş ertesinden altmışlı yılların sonlarında belirmeye başlayan krize kadar, sermaye birikiminin altın çağını yaşadığı dönemde, yoğun ve Fordist birikim modeli ile tekelci düzenleme tarzı geçerlidir. (Sönmez, 1998,89). Üretimin ve parasal dolanımın başta devletçe ve de dolaylı olarak kapitalizmin uluslararası kurumlarınca düzenlendiği bu birikim modeli, yerini, üretim ve para dolanımının düzensiz ve kuralsız hale getirildiği ve faiz, kur farklılıkları, bilanço oyunları, spekülasyon, geleceğin satıldığı kredili pazarlama, spekülasyon ve düpedüz vurgunculuğun önem kazandığı finansal faaliyetlerin öne çıktığı ve mali sermayenin rantiye niteliğinin daha belirgin hale geldiği bir “model”e bırakmıştır. Bu sürecin en temel özelliği, mali sermaye birikiminin “reel ekonomi” ve üretimden kopuşu zorlaması ve karşılıksız finansal işlemlerin çoğalması olmuştur. Bir kısmı tamamen sanal mali araç ve piyasalardaki büyüme ve “sermaye fazlası”nın artık “sıcak para” biçimiyle kap-kaça, tutsata vb. yönelmesi ve bu sürecin devamının IMF türü aygıtlarla özellikle “yükselen piyasalar”a dayatılması ve salt mali yönden de uluslararasılaşmanın olağanüstü gelişmesi, “modelin tanımlayıcıları arasındadır. Karşılıksız finansal faaliyetlerin yükleri ve sermayenin karşılaştığı/karşılaşacağı risklerin üretken kesimleriyle topluma –özellikle de emekçi kesimlere– mal edilmesinden başka yol olmadığı ve sürecin böyle ilerlediği ise kuşkusuzdur.

[3] Üretimde sermaye mallarının kullanımının artırılması sonucunda aşırı üretim sorunu ortaya çıkmıştır. Bir yandan üretim aşırı düzeyde artarken, diğer yandan üretim için gerekli emek-zamanı azaltıldığı için emek gelirlerinde de azalma ortaya çıkmıştır. Bu azalışa paralel olarak, üretilen mallar piyasada “efektif” taleple karşılanamamıştır. Bu durum, realizasyon krizini, tüketimin üretimi karşılayamaz olmasını, yani üretimin realize olamayışını (gerçekleşememesini), “aşırı üretim krizi” olarak da nitelenen kapitalizmin krizini işaret etmektedir.

[4] Kâr oranının kendisi, artı değer oranı (s/v) ile sermayenin organik bileşimine (c+v) bağlıdır. Artı değer oranının (s/v) sabit olduğu varsayıldığından, zaman içinde teknolojik yenilikler nedeniyle sermayenin organik bileşimi (c+v) artacak ve bu durum kâr oranının düşmesine neden olacaktır. Diğer bir deyişle, zaman içinde, rekabet nedeniyle değişmeyen sermaye yatırımları (c ) artacak ve sömürü oranı (s/v) sabit olduğundan kâr oranı düşme trendine girecektir. Kâr oranı sıfır olduğu zaman ise, artık yeni yatırımlar olmayacak, dolayısıyla toplam talep azalacağından, buhran kaçınılmaz olacaktır (Marx, 1997).

[5] Faiz Eşitleme Vergisi, 1963’te ABD’de yürürlüğe giren, yerleşiklerin yabancılar tarafından ihraç edilen tahvil ve hisse senedi yatırımlarının vergileme kanalıyla engellenmesi ve sermaye çıkışlarının denetlenmesine yönelik bir uygulamadır.

[6] Finansal baskı politikalarına karşı McKinnon ve Shaw tarafından geliştirilen finansal liberalizasyon, dar anlamda mevduat ve kredi faiz oranları üzerindeki faiz oranlarının kaldırılması, geniş anlamda farklı nitelikli kurumların faaliyetlerini ayıran sınırlamaların ve döviz kontrollerinin kaldırılması, yerleşiklerin yabancı finansal piyasalara girmelerine olanak tanınması ve finansal kazançlar üzerindeki yüksek oranlı vergilerin azaltılması olarak tanımlanabilir (Williamson ve Mahar, 2002, s. 9). Finansal liberalizasyonun en önemli marifetlerinden biri, kısa vadeli spekülatif sermayeyi yaratmasıdır. Bir ülkeden bir başka ülkeye yalnızca arbitraj gözeterek hareket eden bu spekülatif fonlar, sıcak para olarak adlandırılmaktadır. Giriş yaptıkları piyasaları geçici bir süre rahatlattıktan sonra, kârlılık koşullarının kaybolma yönünde bir işaret bulduklarında ülkeyi terk etme eğiliminde olan bu fonlar, çıkış yaptıklarında mevcut ekonomik koşulları daha da kötüleştirirler.

 

[7] Amerikan doları hegemon bir güce sahiptir. Dünya üzerinde geçerli en önemli rezerv para konumuna sahip olmasından ötürü, ABD, dilediği kadar borçlanma ve tüm borcunu dolar basarak kapatma şansına sahiptir.

Kürt Sorununun Diğer Yüzü: Yoksulluk

GİRİŞ

AKP’nin, 22 Temmuz Seçimleri’nden Bölge’deki güç ve etkisini arttırarak çıkmasından sonra, çeşitli çevreler tarafından yapılan değerlendirmelerde, “Kürtlerin önceliklerinin değiştiği”, “DTP/ulusal hareketin artık Kürtleri temsil edemeyeceği” ve “Kürtlerin yeni yönelimlerini AKP’nin temsil ettiği” gibi tespit ve yorumlar yer aldı. Bölgede ‘din’ faktörünün etkili olması ve AKP’nin Kürt sorunu konusunda geleneksel şovenist inkarcı politikalardan farklı bir yaklaşım içindeymiş görüntüsü yaratmaya çalışması, bu yönlü görüşlerin etkili olmasına neden oluyor. AKP’nin, Kürt emekçilerini ve özellikle de Kürt burjuva kesimleri “İslam kardeşliği” vb. söylemler üzerinden ve Kürt sorununda sözde daha demokratik yöntemlerden yana görünerek kazanmaya yönelik politikası tam bir iki yüzlülük içermesine karşın –ki, AKP Hükümeti’nin gündeme getirdiği ve Meclis’te DTP dışındaki partilerin destekledikleri sınır ötesi operasyon tezkeresinin, halkın bu konudaki beklenti ve yönelimi üzerinde önemli bir etkisinin olacağı göz ardı edilmemelidir–, bölgede, öteki düzen partilerinden farklı olarak, belirli bir etki sağlamasını olanaklı kılıyor. Bu etkiyi veri alarak ve seçim sonuçları üzerinden söylenenleri, “ulusal taleplerin halkın önceliği olmaktan çıktığı, açlık ve yoksulluğun halkın önceliği haline geldiği” biçiminde özetlemek mümkündür. Oysa, AKP hükümetinin işbaşında olduğu dönem açısından da, ekonomik-sosyal ve politik olgu ve gelişmeler aksini gösteriyor. Öncesi bir tarafa, çatışmalı süreç ve zorunlu göçün yaşandığı son 15 yılda, yoksulluk, işsizlik ve açlık, başta Diyarbakır olmak üzere, bölge kentlerinde halkın yaşantısının en görünür olguları haline gelmiştir. Ama bu olgulardan hareketle ulusal taleplerin öncelik olmaktan çıktığı sonucunu çıkarmak, bu sonuçlara varılmasında Kürt ulusal hareketinin “önce barış ve demokrasi, sonra ekmek” biçiminde ifade edilebilecek ve söz konusu ‘olgu’ları bugün için bir mücadele konusu olarak görmeyen yaklaşımının etkisini göz ardı etmemek gerekmekle birlikte, gerçeğin ters yüz edilmesidir. Kapitalizmin işsizlik, açlık ve yoksulluk üreten bir sistem olması gerçeğini saklı tutarsak, bölgede yoğun biçimde yaşanan yoksulluk, işsizlik ve açlık ile devletin seksen yılı aşkın süredir uyguladığı politikalar arasında koparılamaz bir bağ vardır. Bu, özellikle son 20 yılda Kürt halkının yürüttüğü ulusal demokratik mücadele ve devletin bu mücadele karşısında uyguladığı politikalar sonucunda bu denli görünür hale gelmiştir. Bunun da ötesinde, bu ‘görünür olgular’ın, Kürt sorununun çözümü ve bölgede yaşamın normalleşmesinden bağımsız olarak ele alınıp çözüme kavuşturulması da mümkün değildir.

Son dönemlerde yapılan araştırmalar ve hazırlanan raporlar, bölgede halkın yaşam koşulları, talep ve beklentileri konusunda önemli veriler sunmaktadır. Bu verilerden doğru sonuçlar çıkararak, halkın bütün talep ve beklentilerini kucaklayacak bir mücadele hattının oluşturulması, sınıf partisi ve tüm demokrasi güçleri için, egemenlerin bölgede özellikle AKP ve diğer gerici güçler üzerinden sürdürdüğü demokrasi ve halk düşmanı politikalarla hesaplaşmak bakımından büyük önem taşımaktadır.

YOKSULLUĞUN COĞRAFYASI

Ekonomi ile ilgili olarak farklı kurum ve çevreler tarafından yapılan araştırmalar ve çıkarılan istatistiklerde, Bölge’de Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı 21 ilin Türkiye’nin yoksulluk coğrafyasının en belirgin hatlarını oluşturduğu görülmektedir. Devlet Planlama Teşkilatı tarafından 2003 yılında yayımlanan illerin sosyo-ekonomik gelişmişlik sıralamasında, bölgedeki 21 ilin 17’si, en alt yüzde 20’lik dilimin içinde yer almıştır. Açlık ve yoksulluğu ortadan kaldırmayı vaat eden AKP Hükümeti’nin başa geldiği 2002 ile 2006 yılları arasında, Bölge’ye yapılan yatırımların Türkiye toplamındaki payı, sadece yüzde 4.4’tür. Aynı dönemde, bu yatırımlar içinde İstanbul’un payı ise, yüzde 25 civarındadır. Yine, bölgedeki 21 ilin toplam teşvikli yatırımları, bu dönemde Bursa’nın tek başına aldığı yatırımların altında kalmıştır.*

2006 yılı itibariyle Türkiye genelinde resmi işsizlik oranının yüzde 9.9 olarak açıklanmış olmasına rağmen, aynı dönemde, Ankara Ticaret Odası tarafından hazırlanan rapora göre, “Mardin-Batman-Şırnak-Siirt” yüzde 35.9 ile işsizliğin en yüksek olduğu iller durumundadır. Bu illeri, yüzde 34.8 ile Diyarbakır ve Şanlıurfa takip etmektedir. Bir işte çalışanların çalışabilir yaştaki nüfusa oranını gösteren istihdama katılma oranı, Mardin-Batman-Şırnak-Siirt’te yüzde 25.8; Şanlıurfa-Diyarbakır’da yüzde 28.4 ve Gaziantep-Adıyaman-Kilis illerinde yüzde 34.3 olarak gerçekleşmiştir. En çok göç veren iller sıralamasında en önde yer almalarına rağmen, 2004-2006 yılları arasında bu bölgelerde işsizlik, sırasıyla, yüzde 12.7 ve 6.9 oranında artış göstermiştir.** Rakamlar, bölgede bugün çalışabilir durumdaki nüfusun yüzde 65 ile 75’inin istihdama katılmadığını, yani işsiz olduğunu ortaya koymaktadır.

Başbakan Erdoğan’ın, “Yaptığımız yatırım ve hizmetlerle vatandaşın devlete bakışını değiştirdik” açıklamasına rağmen, ülke genelinde yapılan araştırmaların ortaya çıkardığı sonuçlar, açık bir şekilde, bölge illerinin en az yatırım yapılan ve işsizliğin en yoğun olduğu iller olduğunu, üstelik AKP Hükümeti döneminde bu durumun öncekinden daha da kötüye gittiğini göstermektedir. Burada şunu da belirtmek gerekir ki, AKP Hükümeti’nden önce de, “Bölgenin ekonomik geri kalmışlığını ortadan kaldırmak için” birçok hükümet tarafından ekonomik-sosyal eylem planları hazırlanmış, paketler açılmıştı. Ama bunlar, halkın talep ve ihtiyaçlarını karşılamak bir tarafa, halk üzerindeki baskıları, halkın açlık ve yoksulluğunu derinleştirmek üzere, egemen güçlerin bölgedeki uzantılarına kaynak aktarımını sağlayan girişimler olmanın ötesine gitmemiştir.

Ülke genelinde yapılan çalışmalar, bölgede açlık, işsizlik, yoksulluk, göç verme gibi olguların ülke geneli ile kıyaslanamayacak kadar belirgin olduğunu; başka bir deyişle, bölgenin, ülkenin yoksulluk coğrafyasını oluşturduğunu göstermektedir. Ama bu çalışmalar, bölgedeki bu açlık, işsizlik, yoksulluk, göç verme gibi olguların nedenlerini doğru kavramak bakımından yeterli veriler sunmaktan uzaktır. Bu bakımdan, söz konusu olguların nedenlerini anlamak ve bu temelde bir çözümü gündeme getirebilmek için, bölgede halkın yaşam koşulları; talep ve beklentileri konusunda yapılan ‘özgün’ araştırma ve çalışmalara bakarak gerekli sonuçları çıkarmak gerekmektedir.

ÇATIŞMALI SÜREÇ VE ZORUNLU GÖÇÜN ETKİSİ…

Bölgede son yıllarda yapılan araştırmaların hemen hepsi, halkın yaşayışının en görünür olguları haline gelen işsizlik ve yoksulluk ile çatışmalı süreçte uygulanan politikalarla dayatılan zorunlu göç arasında belirleyici bir ilişki olduğunu orta koymuştur. 1998’de hazırlanan TBMM Göç Komisyon Raporu’na göre, ‘güvenlik gerekçesi ile boşaltılan’ yerleşim birimi sayısı, 1997 itibariyle 3.428’dir. Bölgede çeşitli kurumlar tarafından hazırlanan raporlarda, bu rakamın 4 bin civarında olduğu tespit edilmiştir. Zorunlu göç mağdurlarının bir kısmı bölgedeki kentlere yerleşirken, önemli bir kısmı da İstanbul, İzmir, Mersin gibi kentlere göç etmiştir. Zorunlu göçün yoğun olarak yaşandığı 90’lı yılların ilk yarısında, Diyarbakır’ın nüfusu 350 binden 1 milyona çıkmıştır. Kentlerin bu ani nüfus artışını kaldıracak yapısal mekanizmalara sahip olmaması, kentsel yoksulluğun, barınma, iş, aş, sağlık, eğitim gibi sorunlarla görünür hale gelmesinde belirleyici olmuştur.

Burada gözden kaçırılmaması gereken önemli noktalardan biri de şudur: Yoksulluğun bütün kentsel yaşamı tahrip edecek boyutlara varmasında, zorunlu göç olgusu elbette belirleyici olmuştur. Ama uzun vadede, Cumhuriyet rejiminin Kürt halkının ulusal demokratik istemli kalkışmalarına karşı bölgenin yarı-feodal unsurları ile ittifak yapması ve bu temelde bölgeyi geri bıraktıran politikaların uygulanması, kapitalist sömürünün ürünü olmalarının yanı sıra bu tahrip edici sonuçların ortaya çıkmasında başlıca etkenler oldukları unutulmamalıdır.

Diyarbakır’da, ‘Sarmaşık/Yoksullukla Mücadele ve Sürdürülebilir Kalkınma Derneği’ tarafından, 4 mahallede 5.706 hane ve 36.221 kişi ile görüşülerek hazırlanan ‘Kent Yoksulluk Haritası’ çalışması, zorunlu göç uygulamasının yıkıcı sonuçlarını bütün açıklığı ile ortaya sermektedir. Araştırma kapsamında görüşülen hanelerin yüzde 46.5’i göç etmemiş (yerli) olduklarını belirtirken, hanelerin yüzde 36.4’ü, çatışmaların yoğun olduğu 1990 ile 2000 yılları arasında zorunlu göç sonucu kente yerleştiklerini belirtmişlerdir. 1990 -2000 yılları arasında Diyarbakır’a göç eden hanelerin yüzde 51.6’sı çatışmalı süreci göç nedeni olarak gösterirken, yüzde 30.5’i de, göç nedenini “ekonomik” olarak göstermişlerdir. Burada, göç nedenlerini ekonomik olarak belirtenlerin, esas olarak, Olağanüstü Hal (OHAL) döneminde yaygın olarak yürürlüğe konulan yayla ve mera yasağı, gıda ambargosu, seyahat kontrolü gibi uygulamalarla mağdur edilen bir kesim olduğu göz önünde bulundurulduğunda, bu dönemde Diyarbakır’a göç edenlerin yüzde 80’ninden fazlasının, çatışmalı süreç ve bağlı olarak uygulan politikalar nedeniyle göç etmek zorunda kaldığı ortaya çıkmaktadır. Yine bu dönemde göç edenlerin, göçten önceki geçim kaynağına bakıldığında, hanelerin yüzde 92.5’i, geçim kaynağını tarım ve hayvancılıkla ilgili faaliyetlerle sağladığını belirtmiştir.* Bununla birlikte, kente, göçle veya göç öncesinde yerleşmiş toplam hanelerin aylık net gelir tablosu, yoksulluğun zorunlu göç mağdurlarıyla sınırlı bir olgu olmadığını göstermektedir:

Tablo 1 – Hanenin Aylık Net Gelir Kategorisi

 

 

Hane sayısı

%

Kümülatif %

Net gelir yok

309

5,4

5,4

1-50 ytl

64

1,1

6,5

51-150 ytl

916

16,1

22,6

151-250 ytl

807

14,1

36,7

251-350 ytl

1.419

24,9

61,6

351-500 ytl

1.258

22,0

83,6

501 ytl-üzeri

933

16,4

100,0

Toplam

5.706

100,0

100,0

Kaynak: Kent Yoksulluk Haritası raporu. Tablo: 7

 

Türk Harb İş Sendikası tarafından, Eylül 2007 verileri dikkate alınarak yapılan araştırmaya göre, Türkiye’de açlık sınırı 635 YTL, yoksulluk sınırıysa 1.953 YTL olarak açıklanmıştır. Bu verilere göre, Diyarbakır’da yaşayan halkın yaklaşık yüzde 85’i, açlık sınırının altında yaşamını sürdürmeye çalışmaktadır. Söz konusu rakamların 4 kişilik bir aile baz alınarak hazırlandığı, oysa Diyarbakır’daki araştırmanın konusu olan hanelerde hane başı kişi sayısının ortalama 6.34 olduğu dikkate alındığında, durumun çok daha vahim olduğu ortaya çıkmaktadır. Elbette, büyük çoğunluğunun geliri açlık sınırının yarısını bile bulamayan hanelerdeki en temel sorun işsizliktir. Sarmaşık Derneği’nin çalışmasında görüşülen hane reislerinin yüzde 20’si uzun süreli işsiz olduklarını ve yüzde 38.1’i ise, hamallık, pazarcılık, ayakkabı boyacılığı, tarla ve inşaatlarda gündelikçilik, seyyar satıcılık ve temizlikçilik gibi düzensiz işlerde çalışan ‘vasıfsız işçi’ olduklarını belirtmişlerdir. İşsizliğin ya da düzenli bir işe sahip olamamanın diğer bir boyutunu sosyal güvenceden yoksunluk oluşturmaktadır. Sağlık Emekçileri Sendikası Diyarbakır Şubesi’nin hazırladığı 2006 Sağlık Raporu’na göre, Diyarbakır genelinde hane reislerinin yüzde 19.3’ü hiçbir sosyal güvenceye sahip değilken, yüzde 54.3’ü, bir sosyal güvenlik mekanizması olmaktan çok sınırlı düzeyde bir sağlık destek mekanizması olarak işlev gören ‘yeşil kart’ sahibidir.

 

 

Tablo 2 –Hane Reisinin Sosyal Güvence Durumu

 

 

Hane sayısı

%

Yok

1.101

19,3

Yeşil Kart

3.098

54,3

Bağ-Kur

150

2,6

Emekli Sandığı

185

3,2

SSK

1.149

20,1

Özel sigorta

23

0,4

Toplam

5.706

100

Kaynak: (SES) Diyarbakır Şubesi 2006 Sağlık Raporu

 

Eğitim durumuna bakıldığında, ‘Kent Yoksulluk Haritası’ raporunda görüşülen hanelerin yüzde 71.5’inde, 6 yaşından büyük okuma yazma bilmeyen en az bir kişinin bulunduğu tespit edilmiştir. Yine bu hanelerin yüzde 18.1’inde, halen okul çağında olup okula gitmeyen en az bir çocuk olduğu görülmüştür. Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu (SHÇEK) 2003 verilerine göre, Diyarbakır’da sokakta çalışan çocuk sayısı 30 bindir. Bu çocukların yüzde 79.4’ünü zorunlu göçe tabi tutulan ailelerin çocukları oluştururken, yine bu çocukların yüzde 23.7’si okula devam etmemekte ve bu çocukların her ikisinden biri madde bağımlısı kategorisi içinde yer almaktadır.

Yukarıda kısmen aktardığımız çalışmaların ortaya koyduğu veriler, AKP Hükümeti’nin “yatırımlarda bölgeye öncelik verildiği”, “bölgede açlık ve yoksulluğu ortadan kaldıracak çalışmalar yapıldığı” yönlü açıklamalarının aldatmacadan ibaret olduğunu, aksine, AKP Hükümeti döneminde, bölgede işsizlik, açlık ve yoksulluğun derinleştiğini gözler önüne sermektedir. 2006 yılında, Türkiye bütçesinden “savunma ve güvenlik” için yapılan harcamaların ülke ortalaması 299 YTL olmasına rağmen, bu rakamın bölgenin 21 ilindeki ortalamasının 439 YTL olması*, Hükümet’in bölgede nelere öncelik verdiği ve yaşanan yıkımın nedenleri hakkında fikir vericidir.

TALEP VE BEKLENTİLER…

Kalkınma Merkezi tarafından, 2006’da, Diyarbakır’da hazırlanan ‘Zorunlu Göç Ve Etkileri’ raporunda, görüşülen zorunlu göç mağdurları, öncelikli sorunları olarak, işsizlik, geçim sıkıntısı, barınma, eğitim ve sağlık sorunlarını sıralarken, Kürt kimliğine sahip olmanın kendileri için vazgeçilmez olduğunu ifade etmişlerdir. Aynı katılımcılar, Kürt sorunu çözülmeden ne köye dönüşün mümkün olacağına, ne de bölgeye yatırım yapılacağına inandıklarını belirtmişlerdir.** Raporda katılımcılar tarafından ortaya konan görüşler, Kürt sorunu ile işsizlik, açlık gibi sorunların karşı karşıya konmadığını; aksine, bu sorunların çözümü arasındaki ilişkiye dikkat çekildiğini göstermektedir.

Raporda ortaya konan görüşlerden çıkarılması gereken sonuç, demokrasi ve ekmek mücadelesinin Kürt emekçiler bakımından iç içe geçmiş durumda bulunduğudur. Sarmaşık Derneği’nin raporundaki araştırmaya katılan hanelerin %79,7’sinin hanenin temel gereksinimlerini karşılamak için yardıma ihtiyaç duyduklarını belirtmesi, iş, aş, barınma, eğitim ve sağlık gibi ihtiyaçların ‘yarın’a ertelenemeyecek kadar güncel talep ve ihtiyaçlar olduklarına işaret etmektedir. Aynı raporda, hanelerin sadece yüzde 29.1’i düzenli veya düzensiz yardım alır durumda olduklarını belirtirken, hanelerin yüzde 70.9’u, hiçbir yardım almadıklarını/alamadıklarını ifade etmişlerdir. Aşağıdaki tablo; temel gereksinimleri için yardıma ihtiyaç duyan hanelerin ihtiyaç konusundaki önceliklerini göstermektedir:

 

Tablo 3 – Öncelikli İhtiyaç Sıralaması

 

 

Hane sayısı

%

Gıda

1.743

38,3

Giyim

208

4,5

Kira

558

12,3

Sağlık

240

5,3

Yakacak

312

6,9

Eğitim

292

6,4

Sıcak aş

123

2,7

Ev eşyası

189

4,2

İş

882

19,4

Toplam

4.547

100

Kaynak: Kent Yoksulluk Haritası Raporu, Tablo: 32

 

Zorunlu göç veya başka biçimlerde çatışmalı süreçten etkilenen; kentlere göç etmek zorunda kalan veya kentlerde yaşamını sürdüren Kürt emekçileri, gıda, iş, barınma, eğitim, sağlık gibi en temel ihtiyaçlarını bile karşılayamaz durumda yaşamını sürdürmeye çalışmaktadır. Güney’de bir Kürt Federe Hükümeti kurulmuş olmasına rağmen, egemenlerin ülke sınırları içindeki Kürtlerin ulusal demokratik istemleri karşısında baskı ve şiddet politikalarında ısrar etmesi; operasyonların yaygınlaştırılması, OHAL benzeri uygulamaların yeniden gündeme getirilmesi ve en son ‘savaş tezkeresi’ ile operasyon ve çatışmaların sınır ötesine taşınması yönündeki adımlar, zaten en temel gereksinimlerini bile karşılayamaz durumda olan kentlerdeki Kürt yoksullarının gelecekle ilgili beklentilerini olumsuz etkilemektedir:

 

 

 

Tablo 4 – Gelecekten Beklentiler

 

 

Hane sayısı

%

Kümülatif %

Hiçbir şey değişmeyecek

2 886

50,6

50,6

Daha da kötü olacak

1 151

20,2

70,8

Daha iyi olacak

1 669

29,2

100,0

Toplam

5 706

100,0

Kaynak: Kent Yoksulluk Haritası Raporu, Tablo: 38

 

 

Ağır yaşam koşulları ve sorunlarını çözme konusundaki çaresizlikleri, kentlerdeki Kürt yoksullarının geleceğe kötümser bakmalarına neden olmakta; gelecek konusundaki karamsarlık, dini etki altındaki bu geniş emekçi yığınların AKP’den Hizbullahçı derneklere kadar gerici örgütlenmelerin hedefi haline gelmesine yol açmaktadır. Diyarbakır’da Ramazan ayında kentin her tarafında iftar çadırları açan ve yardıma muhtaç halka ianeci bir tarzda yaklaşarak halkı kazanmaya çalışan bu çevreler, bölgede güç ve etkilerini artırmakta ve devlet, önceki süreçlerde olduğu gibi, bu kesimlerin halkın ulusal demokratik mücadele ve taleplerine karşı bir odak olarak şekillenmelerine zemin hazırlamaktadır.

Son seçimlerde bölge genelinde görüldüğü gibi, açlık, yoksulluk ve ağır yaşam şartları nedeniyle halkın karamsarlığa düşmesi ve bunun sonucu olarak ortaya çıkan eğilimler, demokrasi mücadelesini ciddi biçimde tehdit eder hale gelmiştir. Ortaya çıkan durum, halkın, sadece ulusal demokratik talepleri değil; ama, aynı zamanda insanca yaşam konusunda kendilerini acil olarak dayatan ihtiyaç ve talepleri üzerinden örgütlendiği bir mücadele hattının oluşturulmasının güncel ve ertelenemez bir görev haline geldiğini ortaya koymaktadır.

SONUÇ YERİNE: SAVAŞ VE YOKSULLUĞA KARŞI MÜCADELE

Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana, egemenlerin Kürt halkı ve ulusal demokratik istemlerini reddi ve bu temelde yürütülen mücadeleyi baskı ve şiddet yöntemleriyle engellemesinden kaynaklı bir sorun olan Kürt sorununa ilişkin olarak uygulanan politikalar, bölgede halkın yaşamını siyasal, sosyal, ekonomik, çok yönlü olarak tahrip etmektedir. Bu da, şiddet ve çatışmaların sona erdirilmesini; halkın demokratik istemlerinin karşılanmasını, halk kitlelerini açlık, işsizlik ve yoksulluğa mahkum eden politikaların terk edilmesini gerektirmektedir.

Bu temelde:

Kürt kimliği ve kültürünün anayasal güvenceye alınması, genel siyasi bir affın ilan edilmesi ve siyasal alanın demokratikleştirilmesi,

Devletin Bölgedeki ‘özel savaş’ örgütlerinin ve koruculuk sisteminin dağıtılması,

Köye geri dönüşlerin önündeki engellerin kaldırılması; zorunlu göç mağdurlarının zararlarının karşılanması ve üretimi teşvik edici politikaların geliştirilmesi,

Toprak reformunun gerçekleştirilmesi ve GAP’ın halkın ihtiyaçlarını gözeten bir temelde yeniden düzenlenmesi,

Bölgelerarası eşitsizliği ortadan kaldırmak üzere, devletin yatırımlarda bölgeye öncelik vermesi, bölgeye yatırımların teşvik edilmesi,

Anadilde eğitimin önündeki engellerin kaldırılması, eğitim ve sağlık hizmetlerinin bütün halkın ulaşabileceği parasız hizmetler haline getirilmesi,

‘Yeşil kart’ uygulaması yerine bütün halkın sosyal güvenlik sistemi içine alınması gibi siyasal, sosyal ve ekonomik talepler, bu mücadele hattını en geniş halk kitleleriyle birleşerek oluşturmak için böylesi bir örgütlenme ve mücadele hattının güncel talepleri olarak ele alınıp sahiplenilmelidir.

Kürt sorununun demokratik barışçıl yöntemlerle çözümünü temel almak ve savaş-çatışmalara aktarılan milyarlarca dolarlık kaynakları ülkede yaşayan halkların insanca yaşayabileceği koşulların yaratılması için kullanmak… Bu, sadece Kürt halkının değil; ülkede yaşayan bütün halkların ve her milliyetten emekçinin barış ve kardeşlik temelinde insanca yaşayabildiği bir ülke kurma mücadelesinin en temel talep ve ihtiyacı durumundadır.



* Mustafa Sönmez, Doğu-Güneydoğu’da Kaynaklar Asker ve Polise, 03.10.2007 tarihli Evrensel Gazetesi

** Ankara Ticaret Odası, İşsizliğin Ve Göçün Coğrafyası Raporu, 2006

* Sarmaşık Derneği, Kent Yoksulluk Haritası Raporu, Diyarbakır- 2007

* Mustafa Sönmez, agy.

** Kalkınma Merkezi, Zorunlu Göç ve Etkileri Raporu, Diyarbakır-Mayıs 2006

Sol Üzerine Tartışmalar

Birgün, söyleşilerin ardından yayımladığı “katkılar”la ancak geçtiğimiz günlerde sona eren uzun bir yazı dizisiyle “solun durumu ve geleceği”ni masaya yatırdı. ÖDP ağırlıklı olmakla birlikte hemen her “sol çevre”den çok sayıda kişiyle yapılan söyleşilerde, seçimler ve seçim sonrasını kapsayarak solun izlediği çizgi ve tutumlar, bu tutumlar üzerinden “solun geleceği”ne ilişkin perspektifler tartışma konusu edildi.

ÖDP-MERKEZCİLİK

Yalnızca söyleşi için seçilen kişilerin ağırlıklı aidiyeti değil, söyleşinin konusu da ÖDP-merkezci, hatta denebilirse ÖDP ve iç tartışmalarına ilişkindi. “Dışarıdan” söyleşilenler, genellikle, bu görüntüden kaçınabilmek ve fazla ÖDP-içi tartışma tablosu çizmemek için seçilmiş gibiydiler. Onlara sorulan sorular, doğrudan ÖDP içine ve geleceğine ilişkin olmasa bile, bu dolayımlıydı ve şu ya da bu yönden bu tartışmaya bağlanma veya bu tartışmanın dış koşullarına ilişkin kılınma eğilimini ifade ediyordu. Dolayısıyla sol ve durumu tartışılıyor gibi yapılıyordu; ancak bunun gerekleri neredeyse hiç ortada yoktu.

Eğer genel bir sol tartışmasıysa murat edilen, en azından sosyalist solu ve öznesi olan işçi sınıfını, mevcut durumu ve gelişme olanaklarını, perspektiflerini vb. de kapsamalıydı, böyle bir tartışma. Ama sosyalizm, ÖDP Kongre kararı olan “özgürlükçü sosyalizm” kapsamında, o da genellikle adı geçirilerek konu edilmişti, tartışmalarda. Sosyalizm üzerine konuşabilecek kişilere de, sorular farklı yönlerden sorulmuştu. İşçi sınıfına ilişin sorular ise, hemen sadece sendika uzmanı Aziz Çelik ile DİSK Başkanı S. Çelebi’ye ve tahmin edilebileceği gibi hemen tamamen sendikal yönüyle yöneltilmişti.

A. Çelik, bilindiği gibi, netti ve “solda emeğe dayalı politik bir hareketin olmaması”nı önsel bir saptama olarak kaydedip, bunun, bazı meslek örgütlerini, sendikaları basınç altına al”dığı ve bu örgütlerin “daha siyasallaşmasına yol açabil”mekte olduğunu ileri sürüyordu. “Emeğe dayalı politika”yı aradığı yer de netti, “kendi AB taraftarı söylemine, demokrasi söylemine ters düştü; bu konuda ilerici olamadı” diyerek eleştirdiği AKP’nin “kağıt üzerinde kalan” AB’ciliğinin yerine hakiki AB’cilik önermekteydi. Solun durumuna da buradan hareketle yaklaşıyor ve “sol birlik”, “çatı partisi” gibi konulara ilişkin soruları, “Türkiye’de solun, sol partilerin bir araya gelmesinden ya da bir çatı partisi altında birleşmesinden daha çok, bir zihniyet, bir program, bir yaklaşım probleminin olduğunu düşünüyorum” şeklinde yanıtlıyordu. İşçiler de aslında başlıca özne değillerdi artık ve Çelik sendikaları da işçi örgütleri, sınıf örgütleri olmanın ötesinde işlevlerini muğlaklaştırarak tanımlıyordu: “Sadece fabrikaya dayalı sendika modeline ek olarak hak temelli, piyasanın yarattığı tahribat karşısında mağdur olan toplumsal kesimlerin örgütlenmeleri ortaya çıkıyor”du ve “Çalışma ile ilgili hakları savunmak doğrudan doğruya üretim sisteminin içinde olmayı gerektirmeyebilir”di!*

İkinci “işçi sözcüsü” ise DİSK Başkanı’ydı. “Devrim” deyince aklınıza ne gelir sorusunu “DİSK” diye yanıtlayan Çelebi de, tam bir işçi temsilcisi gibi davranmaktaydı söyleşisi boyunca! “CHP’yi açıkça desteklediniz. Sol parti misyonunu kaybettiği söyleniyor CHP’nin, siz hâlâ sol olarak mı görüyorsunuz?” diye sorusuna, tarafsız biri gibi, sorunun kendisini ilgilendirmediği düşüncesiyle yaklaşmakta ve yanıtı CHP’ye bırakmaktaydı: “CHP’nin sol parti misyonunu kaybettiği ya da sol parti olmadığı yargısı da en çok CHP tarafından bilinmesi ve eğer öyleyse o şekilde ifade edilmesi gereken bir özelliktir.” Yine, “burjuvaziye fazla yakınlaşma” içerikli eleştirel bir soruyla Mustafa Koç’a yargılanmaması için destek verme konusundaysa, “Sadece ezberlerle ve siyah- beyaz kafayla olayları yorumlamak veya aşmak pek yeterli olmaz… 301’in kaldırılması veya bundan ötürü bir yargılanmanın başlaması karşısında ‘bana ne, o işveren’ mi demek doğrudur… Geçmişte veya bugün sol içi tartışmalarda da yaşanan ‘o benim gibi düşünmüyor, ben de onunla yürümem’ gibi yerlere varmasından dün de korkmuşumdur bugün de doğru bulmam.” demektedir.

“Sol”dan işçilerle ilişkili sorulara yalnızca bu iki sendikacının muhatap olmasının bir anlamı olmalıdır. Herhalde sol ile işçi sınıfı, ancak görüş ve pozisyonları ortada olan bu tür sendikacılar şahsında bir araya getirilebilmektedir! Geriye kalan “sol” tartışması ise sınıfsızdır. Sol sınıfsız anlaşılmaktadır! Ve “sınıflı sol”, ancak AB destekli bir “sol ya da sosyalizm anlayışıyla yer bulabilmektedir kendisine. ÖDP-merkezci bir sol tartışması ancak böyle yürüyebilmektedir.

*

Peki, işçi sınıfıyla bağlantısı önemsenmeden ve ne sınıfın günlük talepleri ne de dünya görüşü olarak sosyalizmin –kuşkusuz günümüzdeki– sorunları üzerinden yürütülmeyen “sol tartışmaları”, nereden kurgulanmıştır?

Söyleşi dizisindeki “sol tartışmaları”, genel olarak seçim taktiğini bile değil, seçimlerde “bağımsız sol adaylar” gösterilmiş olmasını, özel olarak U. Uras’ın adaylığını ve sonuçlarını tartışma konusu edinmiştir. Uras’ın adaylığı ve bu adaylığın ÖDP Parti Meclisi tarafından desteklenmemiş olması, Uras “Bin Umut adayı” olurken ÖDP’nin “Bin Umut adayları”nın karşısına aday çıkarmasının kendisi değil, ama ortaya çıkardığı problemli durumla bu durum çerçevesine sıkıştırılmış “solun hali” ve “geleceği” dizinin başlıca tartışma konusunu oluşturmuştur.

Genel olarak seçim sonuçları üzerinden tartıştığı izlenimi oluşturmak üzere, hemen her söyleşi yaptığı kişiye AKP başarısı ve nedenlerine ilişkin sorular da yönelten dizinin soruşturduğu başlıca konulardan biri, B. Oranı’ı da kapsayarak, ama daha çok U. Uras şahsında “bağımsız sol adaylık” süreci oldu. Bu fikri kimin ortaya attığından başlayarak, “sol” açısından yarattığı durum ve Uras’ın Meclis’te bir şey yapıp yapamayacağına dair sorular, hemen herkese soruldu. O. Müftüoğlu, örneğin, “bağımsız adaylık süreci”nin “ÖDP için problem yaratmış” olduğunu söyleyerek, “Türkiye solu için iyi kötü bir şeyler çıkartabilecek güçlü bir birikimi taşıyan bir partiyi korumak yerine bu kadar karıştıracak bir şey yapılmamalıydı” dedi. Ve “Bağımsız aday projesinden duyulan heyecan”ı, “bunda parlamentoya endekslenmiş bir bakış açısının mutlaklaştırılmasının da rolü var” saptamasını yaparak yorumladı. “Bağımsız adaylık”ın “daha kolay yoldan başarı kazanma anlayışlarını güçlendiren bir siyaset anlayışına götür”düğü düşüncesindeydi. “DTP’nin önerisiyle Ufuk Uras’ın bağımsız aday olması sürecinde biraz eleştirel baktım meseleye. Parti Meclisi’nde kabul edilmeden, dışarıdan bir emrivaki ile getirilmiş olmasına…” diyor ve şöyle toparlıyordu: “Bağımsız aday gösterilemez diye bir düşünceye sahip değilim. Fatsa’da 80 öncesinde Fikri Sönmez’i gösterdik ve kazandık. Ama kendi gücümüze güvenerek kazandık. Şimdi ise biraz abartılı bir şekilde Kürt hareketinden istifade ederek bir şeyler yapma anlayışı çok fazla öne çıktı…

KESK Başkanı İ. H. Tombul da, “ortaya atılan projenin örgütlü bir güce dayanarak mücadele yerine, yalnızca parlamentoya girmenin yaratacağı etki ile solu ve toplumu yukardan dizayn etmeye dayanan bir beklenti”ye dayalı olduğu düşüncesindeydi. “İstanbul’daki bağımsız aday kampanyalarında sol hareketin zeminini değiştirmeye dönük kültür-kimlik tanımlı bir anlayış ortaya kondu. Oysa sol dendiğinde, sınıfsal perspektif doğrultusunda politikalar belirleyen, emekçilerin çıkarlarını savunmayı esas alan mücadele akla gelir.” demekteydi. Oysa Uras’ın “bağımsız sol adaylığı”, “DTP’nin önerisi ile gündeme gelen ve daha çok DTP’nin oradaki oy potansiyeli üzerinden Meclis’e girmeyi öncülleyen bir çalışmaydı.

Tombul, bir adım daha atarak, oluşan durumu, ÖDP ile bağlantılı olarak, “kriz” olarak niteliyor ve “ÖDP, bu krizden çıkışı aşağıdan-yukarıya doğru bütün üyeleriyle, illeriyle, ilçeleriyle organlarıyla tartışarak karar vermek durumundadır.” diyordu. ÖDP’de “ikili hayat” yaşanmaktaydı ve Tombul, “bugün yaşanan ikili hayatı ortadan kaldıracak olan, tartışma sürecinin kendisidir” düşüncesindeydi.

“ÖDP’de kriz”, Birgün’ün de saptaması. M. Kürkçügil’e yöneltilen soru; “ÖDP de bugün geldiği hayat açısından bir kriz yaşıyor.. Neyin üzerinden bu krizi aşabilir?” şeklinde ve şöyle yanıtlanıyor: “Kriz olmayan bir organizma düşünmek mümkün değildir. Bu kriz son seçimle ortaya çıkmış bir şey değildir, yapısal krizdir. Türkiye sosyalist hareketinin bütününde benzer türden krizler söz konusu. Esas olarak bu kendini yapılandıramama, büyümeme, gerileme krizidir.

Kürkçügil’in bağımsız adaylık sorununa yaklaşımı da taktik olmaktan çok stratejikti: “Biz neyi konuşacağız? Gerçekten bir sosyalist alternatifi öngören bir programa mı yöneleceğiz, yeni insanlar mı kazanacağız, yeni mücadelelere daha güçlü bir şekilde mi katılacağız yoksa şu veya bu sözcüyü Meclis’e mi taşıyacağız? Hayatın içinde yeterince güçlü değilseniz, temsili organlara kendi gücünüzün ötesinde bir atlama yaparsanız, bunun hayatta karşılığı olmaz.” İkisinin karşı karşıya konulması bir yana bırakılırsa, bu yaklaşımın genel olarak doğru olduğundan kuşku duyulamaz; hata, sürece ÖDP merkezli bakıştadır. Yoksa herhangi birini değil, ama sosyalist ve demokratik hareketin sözcülerini Meclis’e taşımakla sosyalizmi, sosyalist programı alternatif kılmak neden çelişsin ve karşı karşıya getirilsin! Kuşkusuz sosyalist bir programa sahip olarak, seçimlere buradan hareketle oluşturulacak dönemsel taktik platforma denk düşen bir seçim platformuyla yeni insan vb. kazançlarını çoğaltmak üzere katılmak ve Meclis’i ve “sözcü” “taşıma”yı her şey saymamak gerektir. Ancak bu, bağımsız adaylar taktiğinin yanlışlığı anlamına gelmeyecektir. Bu taktiğin konusu olması gereken gelişmelere ilgisiz genel yaklaşım, “TKP oy kriteri açısından başarılı olmamıştır” saptamasını yapan TKP Başkanı A. Güler’in de tutumu. O da, Uras’ın adaylığına karşı çıkmış olan ÖDP PM çoğunluğu gibi, bağımsız aday taktiğine karşı. Hem de taktik bakımından değil, genel olarak.. Karşı olmak bir yana, bunu parti olmanın reddi olarak anlıyor: “Bağımsız aday taktiği güden diğer sol partiler ise seçimde fiilen yoktu… kitlelere ‘biz örgütlü olarak yapamadık, şimdi bireysel olarak yapacağız’ dediler.” Başka? “Solda bağımsız aday çalışması yürüten çevreler ve partiler, birincisi, solcu olmayan bir politik platformda yer almışlardır. İkincisi, bu herhangi bir konuda yapılmış önemsiz bir hata değil, sermaye sınıfı ve emperyalizmle ilintili bir büyük yanlış olmuştur. Üçüncüsü, ..kitlelere örgütsüzlük tavsiye etmişlerdir.” Birgün ve ÖDP’liler ÖDP-merkezci tartışırken, Aydemir TKP-merkezci tartışıyor. Ama şunu söyleyen de kendisi: “Açık olmamız lazım; solun bugün Türkiye’de oyu yoktur.” Bütün tartışması mugalata olmuyor mu bu durumda? “Sol olmayan” (sağcı) platform, “sermaye ve emperyalizmle ilintili büyük yanlış” ve bütün partiler parti olarak da girer (ve üstelik girdikleri yerlerde TKP’den çok da oy alırlarken) ve bağımsız adaylarla girilen yerlerde seçim kampanyalarını parti olarak yürütürlerken “bireysel olarak yapacağız” dedikleri iddiaları, mugalata olmanın ötesinde, taktikten hiç anlamamak ve halkı ve sorunlarını değil kendisini esas almak değil de nedir?

M. Pekdemir, “postmodern siyaset tarzı düzleminde AKP söylemiyle sol liberal söylemin paralelliği(ni) şaşırtıcı” bulmamakta ve “bağımsız adaylıklar”la bağlantısını kurmaktadır: “Mesela Ferhat Kentel, ‘Baskın Oran aday olmasaydı oyumu AKP’ye verecektim’ demişti. Zaten Baskın Oran da, BirGün’deki köşesinde ‘oyumu AKP’ye veririm’ diye yazmıştı.” Ona sorulan sorular neredeyse tümüyle bağımsız adaylık-ÖDP bağlantısına ilişkindi: “Seçim süreci ÖDP’nin iç hayatını da etkiledi. Pek çok kesim bu noktada ÖDP’de yaşanan tartışmaları izliyor. Peki ÖDP bu türden sorunlarla mücadele edebilecek niteliklere sahip mi?” ve “Ufuk Uras’ın kişisel konumu çok ön plana çıktı mı diyorsunuz?” gibi… O da yüklendikçe yüklenmiş, Uras’ın eski söyledikleriyle “yeni” tutumu arasındaki çelişki üzerinde durmuş ve eğer Uras yeniden ÖDP başkanlığına aday olursa “bu kadarını şahsen kaldıramam!” demişti.

Troçkist Doğan Tarkan, ilginç görüşleriyle tartışmaya katıldı: Bağımsız sol adaylar gösterilmesi iyi olmuştu, çünkü “… bir tek Ufuk Uras’ı değil, 10 tane sosyalisti orta sınıfın oylarıyla, hatta zengin semtlerinin oylarıyla da olsa Meclis’e sokabilsek, zaten işçi sınıfı kendine bir güven duymaya başlar” diyordu. Ve “Solda birlik kalesi bugün daha bir canlı, çünkü Ufuk parlamentoda!

“AB” denince “Muassır medeniyet”i, “borsa” denince “artık dikkate alınması gereken unsurlardan biri”ni anlayan ve “aday olmamı sivil toplum istedi” diyen Baskın Oran da, kuşkusuz “iyi oldu” düşüncesindeydi. Seçim kampanyası, geleceğe iyi şeyler devretmişti. “Bizim amacımız, Meclis’e nasıl kanun ve anayasa yapılması gerektiğini öğretmektir” diyor ve Meclis çalışmalarına ilişkin olarak, “Ufuk orada Meclis’in çalışmasını baltalamak için değil, Meclis’i adam gibi çalıştırmak için var” düşüncesini dile getiriyordu.

Eğitim Sen Başkanı Alaattin Dinçer de bağımsız aday kampanyalarını olumlu bulanlardandı ve “İstanbul 1. bölgede önemli bir çalışma yürüdü”ğünü düşünüyordu. Seçimde, “bağımsız aday tartışmasının ÖDP’yi büyütme projesinin bir parçası olduğu fikrini destekle”miş ve “ÖDP projesinin daha geniş kesimlerle buluşması; sosyal demokratlardan Kürtlere kadar diye tarif ettiğimiz daha büyük gelişmiş bir toplumsal projeye, emekçileri, toplumsal muhalefetin tüm örgütlü kesimlerini kapsayacağı bir projeye dönüşmesi konusundaki fikrin savunulması noktasında, Ufuk Uras’ın bağımsız aday kampanyasında görev al”mıştı. Burada, “solun yenilenmesi” sorununa geliyoruz ki, seçim kampanyaları ve üzerinden gerçekleşen tartışmalarla Birgün dizisine ve soruşturmalarına yüklenen asıl anlam herhalde budur.

Ancak geçmeden söylenmelidir ki, seçimlere katılımın biçimi ve taktiğini belirleyecek olan, halk ve sorunlarından, birleşme ve örgütlenme ihtiyaçlarından kopuk bir parti ya da parti-içi hesaplar olamaz.

“SOLUN YENİLENMESİ” VE ÖDP’NİN TEREKEMESİ

“Sivil toplum”dan, en iyi “ben Bin Umut adayı değilim ki, ben bağımsız sol adayım” diyen B. Oran’ın belirttiği gibi, “bağımsız adaylar” değil, ama “bağımsız sol adaylar” taktiğinin geliştirilmesinde inisiyatif alanların temel bir yönelimi, evet, “artık partilerin aşılması” kaygısıydı. Dolayısıyla, bu özel taktik, artık ÖDP’nin de aşılması ya da ÖDP yönlendiricileri kastedilerek ’emekliliklerinin başlangıç zamanı geldi’, ‘nostalji kulübü’, ‘keşişhane’, ‘sol cemaatçilik’ (A. İnsel) gibi nitelemelerle ileri sürüldüğü gibi, yeni bir “siyaset tarzı” ve “yeni bir sol”a ya da “solun yenilenmesi” ihtiyacına vurgu yapılarak ortaya atılmıştı. Dizide de, İnsel, “Bizim artık biraz iki binli yıllarda yaşamamız lazım. 1960-70’lerin sol mobilizasyon geleneğiyle beraber oluşmuş dünyamızı aşmamız lazım. Duyduğum kadarıyla ’emekli’ lafına birçok kişi alınmış. Fakat bir kuşağın devrinin kapanmasının zamanının geldiğine fazlasıyla inanıyorum.” diyordu. Örneğin yakın zamana kadar adı ÖDP ile birlikte anılan TTB Başkanı G. Gürsoy da, dizide bunu açıkça dile getirmişti: “Özellikle Ufuk Uras, onu destekleyen partili ve partisiz arkadaşlar ve seçilmemiş olsa da Baskın Oran’ın seçim kampanyasıyla oluşturduğu dinamik kadro yeni bir siyaset tarzının öncüleri olabilir. Bu nedenle daha seçim öncesinden bir ÖDP tartışması havası da doğmamış değildi ve “taktik” tartışılırken, Birgün ve ÖDP PM çoğunluğunun, buraya kadar örnekleriyle üzerinde durulduğu gibi, ÖDP-merkezci tutuma sıkışmış olmaları, doğru olmasa da, anlaşılmaz değildir. Hata, “Bin Umut Adayları” karşısında ÖDP listesiyle seçime girmek vb. gibi yanlış bir zeminde “kavgaya tutuşmak” olmuştur. Yoksa ÖDP’nin, ancak halka giderek ve halk güçleriyle birleşerek savuşturabileceği “organize bir saldırı” ile karşı karşıya kaldığı ortadadır. Üstelik bu saldırı, ÖDP’nin hatalı karşı koyuşa yönelmesinden de beslenerek “sen-ben kavgası” gibi görünmüş ve “yeni”nin “eski”ye başkaldırısı gibi sunulmuş; tümü de “yenilenmeci” organizatörleri güçlendirmiştir. Birgün dizisinde hâlâ bu hatalı ÖDP PM yaklaşımının sürmesi, tartışma ve ayrılığın asıl içeriğinin anlaşılmasını zorlaştırarak “ÖDP krizi”ni geliştirici ya da bu “kriz”in tersinden çözümünü güçlendirici olduğu gibi, ısrarla sorunun ODP-merkezci ele alınması, “sol” tartışmasının işçi ve sosyalizm davasına bağlanması ve gerçek bir ilerleme sağlanabilmesinin önünü kesmektedir.

Eleştiriler neler, eleştirmenler kimler? “Eski” örgüt ve zihniyetle “yeni” koşulların karşılanamayacağı ve solun yenilenmesi gerektiği ana fikirdir. Kısa bir özet yapalım:

TİP’den ÖDP’ye kadar bir sürü parti kurduk, kapattık, kapattırdık, dağıttık, yaşattık ama hiçbirisini iç kavgalardan arınmış, kendi başına ayakta durabilen, kendi dışına dönmüş, halka az buçuk güven veren ve gelecek vaat eden bir parti haline getiremedik. Ben de bu hazin geçmişin mirasçılarından biri olarak, düş kırıklıklarından, yas tutmaktan, geçmiş yiğitliklerle avunmaktan bıktım ve uzunca bir süredir hedefi belli, mütevazı sivil toplum örgütleri ve kendi meslek örgütümde çalışmayı seçtim… Eski ezberleri bir oranda bozmayı başarmış durumdayız ama yeni yol haritamız henüz ortada yok… Şimdilik derli toplu muhalefet gücü (olmak), daha gerçekçi bir hedef olarak görünüyor. Ancak bunun için bile ciddi bir anlayış değişikliğine ihtiyaç var.” (Gencay Gürsoy)

Sol hareketin … içtenlikle ve samimiyetle bir özeleştiri yapması gerekiyor… başka bir sol seçeneğin yaratılması açısından da önemlidir (bu).” (Aladdin Dinçer)

60 ve 70’lerdeki sol anlayışı devam ettirmek mümkün değildir.” (Baskın Oran)

Durum artık 70’lerdeki gibi değil; büyük bir işçi hareketi yok, grevler yok, faşistlerle çatışmalar, eskiden gelen örgütlerimizin devamlılığı yok. Eski örgütlerimiz artık torunlarının çocuklarını bekleyebilir ancak.

Bugün dünden gelen örgütlenmeleri savunmaya çalışmak yanlıştır, çünkü dünün örgütleri Stalinizm’in hakim olduğu… bir başka dünyada kurulmuştu… Bugünkü dünyada başka bir durumla karşı karşıyayız… Hem Baskın Oran hem de Ufuk Uras kampanyasında gördüm ki; eski sol diye bir şey yok. Yeni bir oluşum, yeni bir politik ses, yeni aktivistlerin oluşumuyla gerçekleştirilmelidir.

ÖDP’nin etrafında birleşerek yeni bir hareket oluşturamayacağımızı düşünüyorum, ama ÖDP’nin böyle bir süreçte önemli bir yer tutacağı da kesindir.” (Doğan Tarkan)

Ertuğrul Kürkçü de, içerik farkı olmakla birlikte, özellikle ÖDP ile ilgili olarak benzer düşüncededir: “ÖDP 2000-2007 yılları arasındaki gibi azalarak ve daralarak yola devam etmeyi seçemez. Hep birlikte ÖDP’lilerin de kendilerinde bir parçasını bulabilecekleri sosyalist yeniden kuruluş süreci yaşamak zorundayız. Eğer Uras kendisini Meclis’e taşıyan kuvvetlerin ortak sözünü ÖDP’nin sözü kılabilirse, ÖDP bu süreçte çok yapıcı bir rol oynayacaktır. Ama Uras bu tartışmayı kaybederse ve onu Meclis’e göndermek istemeyenler kazanırsa, ÖDP çok yapıcı bir rol oynayamaz ve ötekilerden biri olarak kalır.

Tabii yeni dönemin merkezinin ÖDP olacağını da düşünmek büyük bir yanılgıya eşittir; çünkü ÖDP’nin kapsayamadığı kadar geniş bir alanda sosyal ve siyasal bir birikim var. Bu yeni kuruluşun merkezinde yer alacağı neredeyse kesindir ama direk merkezi de olamaz. Zaten ÖDP’nin ‘bana gelin’ demesi bu kuruluş dinamiğinin doğasına da uygun olmaz.

Türkiye’de solun, sol partilerin bir araya gelmesinden ya da bir çatı partisi altında birleşmesinden daha çok, bir zihniyet, bir program, bir yaklaşım probleminin olduğunu düşünüyorum.” (Aziz Çelik)

“…solun yeni bir kimlik, yeni bir zihniyet oluşturması gerekiyor… soğuk savaş öncesi dönemle, soğuk savaş sonrası dönem arasında büyük fark olacaktır…

Hâlâ ÖDP’yi solun diğer kesimlerinden farklı gören bir takım solcu aydınlar vardı. Onların ÖDP’yle kurduğu ilişkiler vardı. Ama görüldü ki ÖDP’yle bu iş olmaz. ÖDP solun yeniden kuruluşunun birliğini sağlayacak bir odak olmaktan çıktı… bugünkü ÖDP ile solun problemlerinin çözülebileceğini düşünmüyorum, ama bugünkü ÖDP’nin başka birtakım odaklarda da olduğu gibi solun problemlerini çözmek için, yeniden kuruluş sürecinde bu parçalanmışlığı aşmak için yapacağı bir sürü şey olacaktır.” (Seyfi Öngüder)

ÖDP’li H. Tahmaz da yalpalar görüntüdedir: “Bu seçimlerin en önemli götürülerinden biri, ÖDP’nin, solun yeniden yapılandırılması konusundaki önderliğinin ciddi bir zayıflamaya uğramasıdır.

Ahmet Türk’ün dizideki görüşleri de bu doğrultudadır: “…değişen dünyamızda sol, muhafazakâr olarak kalamaz. Solun değerleri mükemmel ama sol muhafazakârlaştığı için dünyada iflas etti. Dönüşümünü gerçekleştiremedi.

Bugün sol sadece Marksist bir ideoloji ile beslenen bir sol olmaktan çıkmıştır. Çevre, doğa, sağlık, eğitim ile ilgilenen, dünyadaki gelişmeleri, uluslararası ittifakların nedenlerini çok iyi tahlil eden yeni bir sola ihtiyaç var.” (A.Türk)

Ve bir sosyal demokrat: “ÖDP parti olarak, zaten yüzde 10 barajından ötürü bir şansı yoktu. Ufuk Uras başarılı bir kampanya ile girdi. Şimdi bundan sonra, bence solda genel olarak yapılması gereken şey sosyalist solu da buna katıp, örgütlü solu da içine alıp bir kitlesellik yaratmak.” (Ercan Karakaş)

Karşı görüşler de var kuşkusuz ve buradan tartışmanın içeriğine girmek mümkün olacak:

Geçmiş pratikleri küçümseyerek, devrimci mücadeleyi tarihsel bir süreklilikten kopartarak, tarihsizleştirerek, özgürlükçü sol bir çizginin gelişebileceğini dillendirenler bir hayli yaygın… Elbette geçmişin eleştirilmesi gereken yönleri var. Ama bunun karşısında tamamen sorumsuz, tamamen disiplinsiz, tamamen kendisini sürekli bir çabanın içinde konumlandırmayan, kampanya tarzı, anlık bir siyaset tarzı oluşuyor. Böyle bir anlayışın devrim hedefinde etkili olması beklenemez. Her solcunun, her devrimcinin kendisini ve hayatını çalışma alanlarında anlamlı kıldığı bir örgütsel hayata, sürekliliğe dayanan bir pratiğe ihtiyaç var.

Bu fikrin, örneğin B. Oran tarafından savunulan “‘Hiçbir zaman partili olmadım ve olmayacağım’ dedim. ‘Herhangi bir partiye girecek misiniz?’ diye sorsalardı, yine ‘asla’ diye cevap verirdim.” türü örgütlülüğü ve örgütlü mücadeleyi reddeden, en azından küçümseyen fikirlere karşı ileri sürüldüğü belli. Ama sadece bireyin üstünlüğünün savunulması da değil. Değineceğiz, forumlar ve sosyal hareketler, çevresel etkinliklerin dayanak olarak ileri sürülmesi karşısında da tartışma çıkmış gözüküyor.

Ama ilerlemeden O. Müftüoğlu’nun ÖDP ile sol ve geleceği arasında kurulan ilişki üzerine söylediklerini de görelim. Görüşlerde, eleştiriler ve oluşan yeni durum karşısında belirli bir gerileme görünmekte, ama yine de ÖDP savunulmakta ve üzerinden yürünmesi öngörülmektedir: “… son birkaç yıldır ÖDP aslında kuruluş döneminden bu yana gelen misyonunu belli ölçüde tamamlamış, kendisini yenilemesi gereken, kendisini aşması gereken bir duruma gelmiştir. Çünkü artık Türkiye ÖDP’nin kurulduğu koşullarda değil. ÖDP’nin kurgulanış biçimi artık eskidi. ÖDP’nin artık daha geniş, kapsayıcı, kitleselleşecek, kitle ilişkilerine önem veren, kitle çalışmasına, sokak çalışmasına önem veren bir parti haline dönüşmesi gerekiyor. Parti son birkaç yıl içerisinde yapması gereken değişimi, sıçramayı gerçekleştiremedi. Sanırım bağımsız adaylık sürecinde bazı dış müdahalelere de uğradı ve iç problemler yaşamaya başladı. Partiyi yarılmaya sürükleyen bir durum zorlanıyor. Bu handikapı atlatması gerekiyor ÖDP’nin.

Ve Müftüoğlu karşı saldırıya geçmektedir: “…burada mesele solun seksen öncesi devrimci yönelimleriyle bağlarının kopartılması meselesidir. Seksen öncesi dönem doğrusuyla yanlışıyla yüz binlerce insanın katıldığı ve Türkiye devrimci mücadele tarihinin en büyük süreçlerinden biridir. Bu dönemi silip atarak Türkiye’de hiçbir şey yapılamaz. O grupları aynen yaşatmaya kalkmak bir yanlışsa, bu dönemi silip atmak, ‘İşte bir şeyler olmuş, artık onlar geride kaldı’ demek de aynı derecede yanlıştır. Sol köksüz olamaz ve kökünü en çok buralardan almak zorundadır, buralardan alacaktır.

Yapılmak istenen aslında ‘yenilenme’ diye diye geçmişin devrimci değerlerini çürüterek liberal-sol bir projenin önünü açmaya çalışmaktan başka bir şey değil. Dünya çapında esen büyük sol-liberal fikirlerin hegemonya mücadelesi yaşanıyor. Bu hegemonyaya direnenleri, sol-liberal fikirlerin rahat gelişmesi için engel olarak görüyor, ortadan kaldırmak istiyorlar.

Müftüoğlu’nun bu son söyledikleri, kuşkusuz, doğrudur. Troçkist-liberal karmaşası burjuva solcu yaklaşımlarla, sadece ’80 öncesi devrimci yönelimlere değil (Müftüoğlu’nun yanlışı belki buradadır), sadece Marksizme ve işçi sınıfıyla birlikte proleter sosyalizme değil, bütünüyle devrimciliğe, düzen ve emperyalizm karşıtlığına saldırılmakta ve tamamen düzen-içi liberal bir sol öngörülmektedir.

ÖNERİLEN “YENİ SOL” NE?

Önce, ÖDP-merkezci tartışmalara temellik eden ÖDP ile kurulan bunca bağlantı ile ilgisi bakımından, öngörülen “yeni sol”un yolunun nasıl açılacağı ve dayanaklarının ne olacağı üzerinde durmak gerekiyor.

“Sınıfsızlık” ya da işçi sınıfı ve örgütleriyle ilişkisizlik, sendikalarla bile kurulacak ilişkinin, ancak yamanmacı AB’ci burjuva liberal yaklaşımlarla bir yedekleme ve kullanma ilişkisi olarak öngörülmesi, “yeni sol” olarak tasarlanan şeyin birinci özelliğidir. “Yeni sol”, sosyalist ve öyleyse zorunlu olarak bir devrimci ve politik işçi örgütlenmesi olmayacak, ama “toplumsal hareket”i kucaklayacaktı. A. İnsel, bu yaklaşımın AB tartışmaları ve AB’ye karşı alınacak tutumla da bağını kurarak, ÖDP’den istifasının nedeni olduğunu söylemektedir: “Ben ve azınlıkta olan arkadaşlar ÖDP’nin Türkiye’nin Avrupa Birliği konusunda daha aktif ve daha açık bir sosyal Avrupa modeli üzerinden üyeliğini desteklemesinin Türkiye’deki toplumsal hareketliliği kucaklaması açısından daha uygun olduğunu düşünüyorduk.

İnsel’e soruyor Birgün: “Rolünü oynayamayan bir soldan bahsediyorsunuz. AB ile olan ilişkilerde de yine rolünü oynayamıyor mu Türkiye solu? “Eski sol”un yerine “yenisi”nin geçirilmesi için “bağımsız sol adaylık”a rol yükleyen yanıt şöyle: “Evet, özgüven eksikliği var. Zaten bağımsız adaylık konusunu tartıştığımızda da en azından ben ve birkaç arkadaşım böyle düşünüyorduk. Artık solun bir başarıya imza atması gerekir dedik.

İnsel’in “yeni”nin örgütlenmesi konusundaki düşünceleri de, “örgüt”ün ne tür bir şey olacağını ortaya koyuyor: “Şu anda klasik siyasal örgütlenme geleneklerinin ötesine gidebilecek arayışların çok sınırlı izlerini görebildiğimiz bir yerdeyiz… Yeni oluşum daha çok yeni bir zihniyetle olur. Ve bu, hemen beş kişiyi toplayıp bir örgüt kurmakla olmaz. Yeni oluşum Türkiye’de alternatif ve geleceğe güvenle bakan bir toplum projesi. Özgürlükçü insanların bir araya gelip somut bir şeyler yaparak ilişkilerini pekiştirmesiyle olur.

Öngörülen “solun yenilenmesi” konusunda iki şey kesin: 1.) “Yenilenme” ve “yeni sol”, “klasik siyasal örgütlenme”; yani bilinen, işçi sınıfının en üst örgüt biçimi olan parti örgütü olarak tasarlanmıyor ve 2.) parti olarak tasarlanmadığı gibi, bir sınıf örgütü olarak da tasarlanmıyor. “Özgürlükçü insanların bir araya gelmesi” ile ortaya çıkacak “yeni sol”! Sınıfsallığı olmayacak. Hangi sınıftan olursa olsun “özgürlük isteyenler” bir araya gelecekler!. Ama her farklı sınıftan insanların farklı “özgürlük” anlayışları olurmuş – ne gam! Varsayılan, ortalamanın örgütü olarak sınıflarüstü bir “yeni örgüt”tür… “Yeni zihniyet” bu yönde olacak!

Aktarmıştık: G. Gürsoy, “Özellikle Ufuk Uras, onu destekleyen partili ve partisiz arkadaşlar ve seçilmemiş olsa da Baskın Oran’ın seçim kampanyasıyla oluşturduğu dinamik kadro yeni bir siyaset tarzının öncüleri olabilir.” demekte ve bir araya gelecek “özgürlükçü insanlar”ın “öncüleri”nin “bağımsız sol adaylar”ın seçim kampanyalarında görev almış “dinamik kadro” olabileceğini söylemekteydi. Buradan ve “Önümüzdeki dönemlerde bağımsız milletvekillerinin başlattığı siyasi hareketlenme içinde, onların da içinde bulunabileceği bir sol dirsek teması düşünülebilir”di. (G. Gürsoy) B. Oran’ın seçim koordinasyonu içinde yer alan H. Tahmaz, bu “dinamik kadro”yu, “Her ne kadar bazı örgütler destek vermiş de olsa kampanyanın omurgasını bireyler oluşturdu” diyerek tanımladı. ’70’lerden kalma örgütler eskimişti, artık örgütlere gerek yoktu, bireylerden hareket edilecekti!

B. Oran da bu fikirdeydi: “Türkiye’de ezilmiş ve dışlanmışların örgütlenmeye ihtiyaçları olduğu hiçbir tartışma götürmez. Ama bu ezilmiş ve dışlanmışların bir grup oluşturmanın yanı sıra bir birey olduklarını da artık öğrenmelerinin zamanı gelmiştir. Birey olmak ile örgütlü olmak birbirini tamamlayan şeylerdir, birbirini dışlayan şeyler değildir. Türkiyeli insanın artık oturup bunu öğrenmesi gerekmektedir. Bugüne kadar bilmediği bir şeydir bu ve bunu öğretmeye çalıştık biz.” Örgüt reddedilmiyordu; ama ancak “ezilmiş ve dışlanmışlar” gruplarının bireyleri olarak. Yani? Yani, en başta işçi sınıfı gibi bir sınıf olmadıkları zaman! Hatta grup olurken bile öncelikle birey olduklarını öğrendikleri durumda.* Troçkist Tarkan da aynı düşüncede ve partilerden daha fazla ettiğini düşündüğü bu “yeni aktivistler”e güvenme çağrısı yapmaktadır: “Baskın Oran kampanyası 3 bin 600 kişiyi seferber etmiş. Bunu İstanbul için üçle çarpınca 10 bin kişinin üstünde eder ki, bu bütün bir Türk solunun toplamından çok daha büyük bir iştir. Çünkü bunlar 45 gün boyunca hiç durmadan çalışan ciddi aktivistlerdir. Bu güce güvenmek lazım.

Ancak B. Oran, “birey” vurgusunun yanında bir başka sınıfsızlaştırma vurgusu daha yapmaktadır ki, bu konuda tek başına değildir: “Ezilmiş ve dışlanmışlar”. Sosyalizmi dayanakları ve asıl önemlisi, tarihsel öznesi dolayısıyla muğlaklaştırmaktan başka bir şey değildir bu. “Dışlanmışlar”, tıpkı “öteki/ötekiler” gibi, neo-liberal yaklaşımların ortaya attığı bir terminoloji unsuru olmanın ve işçi sınıfını tarihsel özne olmaktan çıkarmak ve onun yerine ikame edilmek üzere sınıf perspektifini muğlaklaştırmanın ötesinde iktisadi ve sosyal süreçlerden olduğu kadar devlet yönetimine ilişkin olan siyasal süreçlerden de dışlanmayı ifade ederek kullanıldığında sorun çıkmayacaktır. Tıpkı, ezilen sınıflar, ezilen halklar… türünden kategorileri nitelemek üzere kullanıldığında “ezilenler” gibi. Ancak ne kullanımları ne de durum budur.

Oran, Birgün söyleşisinde de, “sol”un “kucaklayacakları” arasında saymaktadır, ama “eski sol”un yerine geçirilecek dayanaklar ya da özneler olarak, zaten farklı bir anlamda kullanmaktadır: “71 ve 80 askeri darbeleri ile dümdüz edilen, dağıtılan sol, dağıtıldıktan sonra ortaya birçok ezilmiş ve dışlanmış gruplar çıkmıştır. Aleviler’den tut, eşcinsellere kadar, saymaya lüzum yok, Romanlar’a varıncaya kadar, Çerkesler’e varıncaya kadar. Şimdi sol bunları kucaklamazsa hiçbir şey yapamaz.**

En açık ve net formüle eden ise, Ö. Laçiner’dir: “Bütün insanlar sosyalizmin öznesidir, spesifik olarak birileri bunun sahibi falan değildir.” Ve eklemektedir: “Biz sosyalizm derken farklı duyarlılıkları olan feministleri, eşcinselleri, ekolojistleri de kapsayan bir anlayışı savunuyoruz, ama geleneksel sol bu insanları içinde kaynaştıracak yaklaşımdan yoksun. ÖDP de bunu yapamadı…. Sosyalizm, insanların tümüne hitap edecek bir bütünsel anlatı kurmak zorundadır; kendinde devrim yapamayan dogmatik bireylerin işi değildir bu.” Evet, sorun “özne”nin yerine “yeni”sinin konması girişimidir; işçi sınıfının tarih sahnesi dışına atılarak ve onun davası olan sosyalizmin sosyalizm olmaktan çıkarılarak yeniden tanımlanmasıdır. Yenilenecek sol, böyle bir soldur! BAK önemlidir onun için.. Sosyal forumlar önemlidir. “Toplumsal hareket sendikacılığı” önemlidir, ekolojist, feminist, homoseksüel hareket önemlidir; ama işçi sınıfı ve örgütlü sendikal ve siyasal hareketi önemsizdir, işe yaramazdır!

D. Tarkan, hem de sosyalizm adına, emeği ve mücadelesini açıktan bir yana atmakta ve yerine örneğin homoseksüelleri ve hareketini önemli saymakta sakınca görmemektedir: “Bugün ben emekten yanayım demek kolay iş, çünkü ortada emeğin mücadelesi yok; ortada grev, direniş, fabrika işgali yok. Dolayısı ile durum çok çok sınırlı. Ama ben Ermeniyim demek zor iş, ben Kürtler’den yanayım demek zor iş, savaş dursun demek zor iş, eşcinsellerin haklarını savunarak onların mahkemesine gittiğinde bir eşcinsel gibi fotoğrafının çekilmesi zor iş ve Baskın Oran bunları yaptı.

Yine de asıl yolgösterici fikirler ve teori düzeyine yükseltme Laçiner’indir: “Bugün sosyalizm öyle illegal, sert, çekirdek unsurlarla gerçekleşecek bir şey değil; bu gericilik üretir sadece. Sosyalizm insanlar arasındaki her çeşit eşitsizliğe karşı çıktığı için hiyerarşik örgütlenme modellerinden kesinlikle kaçınmak zorundadır. Biz o bakımdan ‘parti olmayan partiden’ söz ediyoruz. Bunu derken yumuşatılmış bir partiden bahsetmiyorum. Hâlâ o geleneksel kafada ısrar eden muhafazakârlar bunu böyle anlıyorlar. Bizce bir parti, sosyalizmi iktidar hareketinden ziyade bir hayat tarzı olarak düşünmelidir öncelikle. Sosyalizm, gündelik hayattan, grupsal ilişkilere, bugünden yaşanmalıdır. Parti, insan hayatının aktığı yerlerde kurulan sosyal örgütlenmelerin koordine edildiği bir yer olmalıdır. Parti, sosyalizm mücadelesinin beyni falan değildir; birtakım adamların millete akıl ve emir dağıttıkları bir yer değildir. İnsana, topluma dair söylemleri ve sosyal örgütlen-meleri koordine eden bir platform olmalıdır parti. Biz ÖDP’ye de bu perspektifi önerdik, ama o insanlar geleneksel düşündükleri için bunlar olmadı. ‘Parti olmayan parti’ sadece slogan olarak kaldı ÖDP’de. Onlar homojen bir parti istiyorlar.

Laçiner’in bu özetinde hem işçi sınıfı ve partisinin (tabii ki proleter sosyalizminin de) açık inkarının, hem de ÖDP’den umut kesilmesinin nedenleri verilmektedir.

NASIL “SOSYALİZM”?

Öznesi ve itici güçleri üzerinde durulan ve sıkılmadan “sosyalizm” olarak tanımlanması sürdürülmeye çalışılan “yeni sol”un yaklaşımları ne olacaktır peki? Bunlar A. İnsel ile Ö. Laçiner’de tanımlıdır. Önce Laçiner:

En baştan beri ‘sosyalizm yeniden tanımlanmalıdır’ diyoruz; bu tanımın unsurlarını araştırıyoruz. Türkiye sosyalist hareketi böyle bir çabayı ya anlayamıyor veya kendisi o kadar muhafazakârlaşmış ki ısrarlı çabalarımıza cevaplar alamıyoruz.

İnsani ve toplumsal varoluşumuzun bütün boyutlarına yeni bir perspektifle bakan bir sosyalist hareket yaratılmalı. İktisat penceresinin dışında yaratıcı anlamda hayatı kuşatan böylesi bir perspektif Türkiye solunda yok.

Sosyalizmi sadece paylaşım konusuna odaklanmış, demokrasi sosuyla tatlandırılmış biçimde algılamakta ısrar ediyorlar. Bu toplumda gerçek bir devrim, metod ve araçlar olarak geleneksel solun kavradığının çok dışında olacak.

İktisat penceresinden bakmayacak bir sol… Paylaşım konusuna odaklanmayacak bir sol… Demokrasi ile sınırlanmayacak bir sol. Sosyal, kültürel “aidiyetler”, alt kimlikler vb.’den bakacak bir sol.. Ve kuşkusuz hem AB’ci (bu milliyetçiliğin karşıtı ve enternasyonalizmin gereği olarak öngörülüyor: “Bizi millet sınırlarının dışına taşırabilecek her türlü girişime prensip olarak ‘evet’ diyoruz.”) ve hem de burjuvazinin, kuşkusuz “ilerici hamleleri”nin destekçisi ya da kucağında bir sol! Çünkü “AKP’nin seçim zaferi bizce Türkiye’de gerçek bir burjuva devrimi yaşanmış olduğunu gösteriyor. Süreç içinde bir burjuva devrim tamamlandı ve oturdu. Türkiye’nin otantik burjuvazisi, geleneğiyle, göreneğiyle yüz yıldır iktidar mücadelesi verdiği asker, sivil bürokrata karşı verdiği savaştan galibiyetle ayrıldı… Bu aşamadan sonra sosyalizmin temsil ettiği idealleri savunanların önünde bu idealleri gerçekleştirme hedefi birincil olarak gündemdedir. Toplum, artık burjuva demokratik devrimin gerektirdiği kurum ve değerleri sindirmiştir.” Sözde ileri bir noktada durulmaktadır. Ama bu arada AKP şahsında burjuvaziyi “demokratik devrim” yaptırılmıştır. Destekçisi de AB’dir!

A. İnsel de, “ÖDP’nin belkemiğini oluşturan çevrenin AB konusunda çok fazla hamle yapmayacağına, yenilik noktasında gerekeni yapabilecek kapasiteleri olmadığına kanaat getirdim ve istifa ettim” demekte ve bir “sol yenilenme” için AB ve AB’ci hamleleri gerekli görmektedir. O da, “Türkiye’de en önemli değişim dinamiği ekonomik planda. Bazen çok vahşi bir kapitalist iktisat yapısı gibi görünse de, Türkiye kapitalist bir iktisat yapısını gittikçe oturtmaya başladı… Türkiye’de bir değişim dinamiği var. Ama bu iktisadi anlamdadır; kültürel ve siyasal alanda değil. Zaten bütün sıkıntı orada… sermaye sahibi olarak değerlendireceğimiz sınıf yani bir burjuvazi giderek toplumu bir iktisadi dönüşüme ve değişime -ama bu iyi olur kötü olur- doğru itiyor.” diyor. Ekliyor:

Ben solun kendini iktisat mantığı içerisine hapsederek bütünüyle sermaye süreci birikiminin bir tür esiri olduğu kanısındayım. Sol iktisadi gelişmelerin aslında sahte gelişmeler olduğunu söyleyerek bir muhalefet yaptığını zannediyor. Türkiye toplumunun büyük bölümü de bunun sahte bir gelişme değil bir tür değişme olduğunu görüyor. Fakat biz bunun bir gelişme olduğunu, fakat bizim istediğimiz bir gelişme olmadığını anlatamıyoruz. Hâlbuki Türkiye’de bir gelişme olduğu açık… Diğer türlü inandırıcı olamıyoruz. İnsanlar sonuç olarak Adalet ve Kalkınma Partisi’nin söylediğini daha inandırıcı ve daha doğru kabul ediyorlar. İktisat ideolojisinin esiri olmuş bir sol olarak kalırsak o zaman iktisat ideolojisinin marjinal kalmış bir muhalif grubu olmaya devam ederiz.

Gelişmeyi görmek gerekiyor İnsel’e göre de.. Ve yine iktisadi mantığa sıkışıp kalmamak gerekiyor. İnsan haklarıyla, kimlik sorunlarıyla, insanlığı savunmak durumunda olmak gerekiyor. Burada, “ilerlemeci”, burjuva devrimini oturtmakta olan AKP ve ardındaki “ilerici” AB’yi kerteriz alıp sosyalleşme yönünde eleştirilerde bulunmak kalıyor geriye. Ve bunun eşcinsellerin, ekolojistlerin, feministlerin –tabii BAK ve sosyal forumların da– vb. vb.. hareketleriyle oluşacak toplumsal hareketler üzerinden örgütlenmesi. Sol, işte bunlar ve CHP’nin Baykal’la boşalttığı alanda sosyal demokratlarla da birlikte bir araya gelinerek yenilenecektir!

Ve ÖDP…

İki ara başlık altında üzerinde durulan fikirlerin aslında ÖDP tarafından, sadece şurasından burasından değil, ama ciddi biçimde savunulmuş olduğu bilinmektedir. Söyleşisinde bunu E. Baş dile getirmektedir: “Çok trajikomiktir, çünkü bu fikrin babası ÖDP’dir. Bireyi öne çıkartan, örgütsüzlüğü körükleyen ve bizlere tarikat diyen ÖDP, şimdi Ahmet İnsel tarafından suçlanmakta.” Doğrudur. Sadece bireye ilişkin olanları değil, üzerinde durulan diğer benzeri fikirlerin de ortaya atılıp savunulur olmasına ÖDP en azından zemin olmuştur. Ve üstelik şimdi O. Müftüoğlu, haklı olarak, “İstenen şey bana göre AKP’nin bir sol versiyonu.” diyor. “Emperyalizme, kapitalizme, onun politikasına karşı durmayan bir politika.” “Avrupa Birlikçi bir sol aslında birinci cephenin bir versiyonu olur. Yani AKP’nin yürüttüğü neo-liberal politikalar doğrultusunda rejimin demokratize edilmesiyle yetinen, bunu benimseyen, bazı eksiklikleri işte ‘Yeteri kadar demokratik değil diyerek’ eleştiren, biraz daha demokratik, sosyal haklar vesaire ile beslenmiş bir üçüncü cephecilik bana göre ikinci cephenin bir sol versiyonudur.” diyor, doğru. Şu dediği de doğru: “‘Artık devrime ihtiyaç yok, devrim dönemleri kapandı’ diyorlar. Bu konudaki inanç yitimi en büyük sorunudur solun. Gündelik başarı arayışlarına yol açan nedenlerden biri de bu.

Ancak E. Baş’ın dediği de doğru ve Müftüoğlu, üstelik Birgün’deki söyleşisinde de kabul ediyor bunu: “Dünyada sosyalizm mücadelesinin bir dönemini sona erdiren önemli gelişmelerin yaşandığı, bugünkü koşullarda hareketin geçmiş çizgisini sürdürmenin mümkün ve doğru olmadığı, devrimci düşüncenin şimdi ancak geçmiş geleneksel sosyalizm süreçlerinin devrimci bir eleştirisi üzerinden kendisini yenileyerek ilerleyebileceği, bunun için geniş, taban inisiyatiflerine dayanan, sol ve emek güçlerinin bütün potansiyellerini içerisinde birleştiren bir kitle partisiyle neo-liberal değişim sürecine karşı bir direnme odağı oluşturulabileceği şeklindeki düşüncelerle ÖDP’nin kuruluşuna öncülük ettik.

Müftüoğlu’nun bu üzerinde durduğu, İnsel’in, Laçiner’in ve diğerlerinin önce Müftüoğlu ile birlikte savundukları, sonra aynı görüşlerden güç almakla birlikte, yetersiz bularak üzerine basarak yürüdükleri aynı zemin değil mi?

Ya da Alper Taş’ın şu söyledikleri: “Solda ve hatta ÖDP içerisinde bir Devrimci Yol fobisi var. Özgürlükçü sol bir politik mücadeleyi bu topluluğun daralttığına ilişkin düşünceler var. Ama reel sosyalizm eleştirisi ile, özgürlükçü sol-sosyalizmin ideolojik, politik, pratik düzlemde yeniden üretilmesinde bu topluluğun ortaya koyduğu çabalar göz ardı ediliyor.

Nasıl anlamak gerekiyor bunu? Eski arkadaşlara yöneltilmiş bir “birlikte yapmamış mıydık?” sitemi mi?

Herhalde ÖDP artık karar vermelidir: Evet AKP’nin bir sol versiyonu önerilmektedir “solun yenilenmesi” önerisiyle. Ama buna cepheden karşı çıkmak ve bugünkü “yeni sol” ileri adımların temeli olan yeni zihniyetin birlikte tahkim edilen mevzilerinden bu çatışmanın kazanılamayacağını bilerek ve solun, öyle “özgürlükçü sol”un değil, bildiğimiz sosyalizmin öğretilerini savunmaya yeniden dönerek. Yol ayrımı, gerçek bir yol ayrımı olursa işe yarayacaktır. Marksizm ve proleter sosyalizmi ile sosyal demokratlarla birlikte yenilenecek AKP’nin sol versiyonu olacak liberal solun yol ayrımı.


* Çelik’in görüşlerine bunca ilgimizin nedeni, bu yaklaşımın, Birgün’ün söyleştikleri arasında oldukça fazla savunucusu olmasındandır.

* Genel olarak solda kimsenin örgütle bireyi karşı karşıya getirmediği ve belli dinsel yaklaşımlar bir yana “örgüt=sürü” düşüncesine sahip olmadığı açıkken, “Türkiyeli insanın bugüne kadar bilmediği” ve “artık öğrenmesi gerektiği” iddiasıyla böyle bir birey vurgusu, herhalde başka bir anlama gelmez. Marksist örgütlere, giderek genel olarak örgüte, bireyi yok sayma suçlamasını burjuvazinin, bizde en çok 12 Eylül Generallerinin yönelttiği hatırlanmalıdır.

** Bu görüşlere E. Kürkçü de isyan ederek şöyle demektedir: “… kapitalizme karşı duran bir halk oluşturma çabası olmadan, emek mücadelesini listenin en başına yazmadan sol bir kampanya mümkün olamaz. Bu nedenle ben Baskın Oran kampanyasının tamamen zayıf olduğu kanısındayım. Ve kendisi sola bu kuvvetle katılamaz. Çünkü eşcinsellerin hakları ile emeğin hakları meselesinin aynı düzleme yerleştirildiği bir yerde, sol bir politikadan söz etmek imkansızlaşır.

abd’nin iran’a saldırı tehditleri ve gelişmeler

 

13 Temmuz’da İran ve Türkiye arasında “sürpriz” olarak nitelenen büyük çaplı bir doğalgaz anlaşması, daha doğrusu doğalgaz anlaşmasına ilişkin bir ön mutabakat zaptı imzalandı. İmzalanan anlaşmaya göre, Türkiye, İran’ın Güney Pars bölgesindeki üç doğal gaz sahasında arama, çıkarma ve geliştirme çalışması yapacak. Üstelik bu sahalar, Türkiye’ye ihalesiz olarak açılmış durumda. Bunun yanı sıra Türkiye, Türkmenistan doğalgazı ve Güney Pars bölgesinden çıkarılacak doğalgazı Avrupa’ya (Nabucco hattıyla) taşıyabilecek. Bunun için yapılacak boru hatlarına, 3-4 milyar dolar yatırım yapılması gerekmektedir.

İmzalanan anlaşmayı “sürpriz” ve “tarihi” bir anlaşma olarak nitelemek, İran ile Türkiye arasında 1998 yılında yapılan ve 2001 yılından bu yana yılda 3 milyar metreküpe ulaşan gaz alımını ve bunu 2007’den itibaren yıllık 10 milyar metreküpe çıkarmayı hedefleyen anlaşmayı görmezden gelmek olursa da, anlaşmanın, Temmuz 2007 koşullarında yapılmış bir anlaşma olarak önemi açıktır ve ABD emperyalizminin tepkilerine yol açması da anlaşılmaz değildir.

Çünkü söz konusu anlaşma; başta nükleer programı gerekçesiyle sıkıştırılan ve boyun eğmeye zorlanan, Suriye ve Kuzey Kore ile birlikte “şer ekseni” ülkeler kategorisine konarak, ABD’nin saldırı hedefine girmiş bir İran ile Türkiye arasında imzalanmıştır. Yine bu anlaşma, ABD ile “Stratejik Vizyon” belgesine imza atmış, “Geniş Ortadoğu’da barış ve istikrarın demokrasi yoluyla sağlanması”,  “İran’ın nükleer programı…”, “ Enerji güvenliği…” vb. birçok konuda, ABD’nin bölgeye yönelik planlarına bağlanmış bir Türkiye ile İran arasında imzalanmıştır.

 

GAZ ANLAŞMASINA ABD’NİN TEPKİLERİ

ABD’nin, ’98 yılında yapılan İran-Türkiye gaz anlaşmasından duyduğu rahatsızlık, bu anlaşmayla daha da boyutlanmıştır. ABD, uluslararası planda tecrit ve izole etmeye çalıştığı İran ile stratejik müttefiki Türkiye’nin; enerji gibi, Ortadoğu hegemonyası için temel bir meselede ilişkilerini geliştirmesini, kendi etkinliğini sınırlayıcı ve hareket alanını daraltıcı bir adım olarak görmektedir.

Anlaşmanın hemen ardından yapılan Amerikan açıklamaları da, anlaşmanın yarattığı rahatsızlığı açığa vurmaktadır.

Anlaşmadan üç gün sonra yapılan Dışişleri açıklamasında, sözcü Mc Cormack, “…İran’ın petrol ve gaz sektörüne yatırım yapmak için bu aşamanın uygun zaman olup olmadığına ilişkin bizim görüşümüzü soracak olursanız, hayır, biz bu görüşte değiliz. Biz, politika olarak, bu sektöre (enerji sektörü) yatırım yapmak için zamanın uygun olmadığını düşündüğümüzü açıkça dile getirdik.” dedi

Yine 20 Eylül’de, Ankara’da görüşmeler yapan, ABD’nin Dışişleri Bakanlığı müsteşarı Nicholas Burns, İran’ı “tehlikeli bir ülke” olarak tanımladı ve “Birleşmiş Milletler de İran’a yaptırım uygulama kararı aldı. Türkiye’nin yaptırımları uygulamasından da memnunuz. Ancak hiçbir ülkenin İran’la ilişkilerinin eskisi gibi olmaması gerekir…” diye konuştu.

Dışişleri sözcüsü Tom Casey, “…şu sıra herhangi bir ülkenin İran’da ekonomik faaliyetlerini genişletmesi için uygun bir zaman değil. Uluslararası toplumun, BM Güvenlik Konseyi kararlarına uymayan İran’ı ikna etme yönünde tam desteğe ihtiyacı var ve biz elbette Türkiye’nin, bu çerçevede tam işbirliği yaptığını görmek isteriz.” dedi.

ABD’nin bu anlaşmaya ilişkin tutumunu, diplomatik nezaket kaygısından uzak, açık ve net olarak ortaya koyan ise, ABD’nin Ankara Büyükelçiliği sözcüsü Kathryn Schalow’un açıklaması oldu; “ABD, İran ile yapılan her türlü işbirliğine karşıdır.

26 Eylül’de, ABD Temsilciler Meclisi, İran’ın enerji sektörüne 20 milyon dolardan fazla yatırım yapacak şirketlere yaptırım uygulanmasını tavsiye etme durumundan çıkarıp zorunlu hale getiren bir yasa tasarısını, büyük bir çoğunlukla kabul etti.

ABD’li yetkili ve sözcülerin açıklamalarından da anlaşılacağı üzere, ABD, yapılan anlaşma, sadece bir ön mutabakat zaptından ibaret olup nasıl şekillenip nereye varacağı belirgin olmasa da; anlaşmayı, Ortadoğu ve İran planlarına aykırı, zayıflatıcı ve hareket alanını daraltıcı bir gelişme olarak görmekte ve engellemek için adeta “tam saha pres” uygulamaktadır.

Örneğin, Ekim başlarında, 1915 Ermeni soykırımı yasa tasarısı, yeniden, daha güçlü bir biçimde gündeme alındı ve Dış ilişkiler Komitesi’nde çoğunlukla kabul edildi. Bir takım girişimler ve görüşmeler sonucu, Temsilciler Meclisi gündemine alınmaması, gündeme alınsa da reddedilmesi yönündeki bazı gelişmeler; Türkiye’yi baskılama ve hizaya getirme çabalarından bağımsız ve tesadüfi gelişmeler sayılamaz.

 

İRAN YALNIZLAŞTIRILMAK İSTENİYOR

ABD’nin, petrol ve doğalgaz zenginliğiyle (dünya petrol rezervlerinin % 9’una, doğalgaz rezervlerinin ise %15,3’üne sahiptir ve petrol zenginliği açısından, Suudi Arabistan ve Irak’ın ardından üçüncü, doğalgaz zenginliği açısından ise, Rusya’nın ardından ikinci ülkedir) Ortadoğu’nun ilgi çeken ülkelerinden biri olan İran’a yönelik ilgi ve düşmanlığının kökleri, enerji zenginliğinin yanı sıra, sağlam bir işbirlikçisi olan Şah’ı deviren 1979 İran Devrimi’ne dayanmaktadır. Bunun yanı sıra bugün İran, Ortadoğu’da ABD’nin boyun eğdiremediği, kendi çıkarlarına tabi kılamadığı bir ülkedir.

ABD’nin Ortadoğu’ya dönük planının (GOP) uygulanması; boyun eğmeyen ve kendisiyle işbirliği içine girmeyen ülkelerin saldırı ve işgallerle teslim alınması, zorla da olsa, bu ülkelerde “demokrasi ve özgürlüklerin egemen kılınmasına” dayanmaktadır. Tabii ki, “şer ekseni” içinde saydığı ülkeler (İran, Suriye ve Kuzey Kore) başta olmak üzere. Bunun için gerekli bahaneler (gerçek ya da uydurma) her zaman bulunabilir. Irak’a saldırı ve işgalin bahanesi hatırlanacaktır: kitle imha silahları, kimyasal ve biyolojik silahlar! İşgalin beşinci yılında, Irak’ın yakılıp yıkılmasına, 1 milyona yakın Iraklının katledilmiş olmasına rağmen hâlâ bulunamamış olan kitle imha silahları!

Uzun yıllardır ABD’nin hedefinde olan İran için de bahane bulunmuştur: İran’ın nükleer programı. İran, Nükleer Silahsızlanma Anlaşması’nı (NPT) imzalamış bir ülke olarak, tüm nükleer programını, Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın (UAEA) bilgi ve denetimine açık olarak yürütmektedir. Ve UAEA ile İran arasında, İran’ın nükleer programına ilişkin, 21 Ağustos’ta varılmış bir mutabakat yürürlüktedir ve Ajans, bu mutabakat doğrultusunda yürüttüğü çalışmalara ilişkin raporunu Kasım ayında açıklayacaktır. Kaldı ki, İran’ın nükleer faaliyetleri yeni değildir ve ABD, Almanya, Fransa ile anlaşma ve işbirliği içinde Şah döneminde başlamıştır. Yine bu ülkelerle, o dönemde imzalanmış reaktörler kurulması anlaşmaları söz konusudur. Şah yönetimindeki İran’ın nükleer faaliyetleri ABD için sakıncalı değilken, kendine boyun eğmeyen İran’ın barışçıl amaçlı nükleer faaliyetleri, ABD’nin saldırı hedefine girecek kadar tehlikeli bir gelişme sayılmaktadır. Nükleer silahlara sahip olduğu tüm dünyaca bilinen İsrail tehlikeli bulunmazken, Hindistan ve Pakistan’ın nükleer silahlara sahip olmasına yeşil ışık yakılır ve onaylanırken, İran’ın enerji amaçlı nükleer programı, ABD ve yandaşlarının izolasyon politikalarına ve yaptırımlarına neden olmaktadır. Çifte standart denilen tutum ve politika bu olsa gerektir.

ABD, tüm çabalarına rağmen, Aralık 2006’ya kadar, BM Güvenlik Konseyi’nde İran’a yönelik bir yaptım kararı (uyarı nitelikli ve sınırlı önlemler içeren 1696 sayılı GK kararı dışında) alınmasını başaramamıştı. Bu yönlü talepleri, Rusya ve Çin’in itirazları ve vetoları ile karşılaşıyordu. 23 Aralık 2006’da alınan 1737 sayılı Güvenlik konseyi kararı, Rusya ve Çin’in itirazları dikkate alınarak hazırlanmıştır ve sadece hassas nükleer teknolojiler alanı ve bununla ilgili kişilerin seyahat izinlerinin sınırlanması ve malvarlıklarının dondurulmasını kapsamaktadır. Ayrıca bu karar, İran’a karşı kuvvet kullanımını ve askeri hareket seçeneğini dışlamaktadır. Kararın böyle çıkmasında, Rusya ve Çin’in itirazları belirleyici olmuştur.

 

ALMANYA VE FRANSA’NIN ABD İLE BİRLEŞEN VE AYRIŞAN TUTUMLARI

İran ile ekonomik ve ticari ilişkiler içinde olmalarına ve İran’da özellikle petrol ve diğer alanlarda yatırımları bulunmasına rağmen, Fransa ve Almanya (BM Güvenlik Konseyi’ne daimi üye olma talebini daha güçlüce dillendiren Almanya, bulunan 5+1 formülüyle fiilen daimi üye muamelesi görmekte ve öyle de davranmaktadır), BM Güvenlik Konseyi’nde bu kararın alınmasında, İngiltere ile birlikte, karar metninin hazırlayıcıları olarak, önemli bir rol oynadılar. Hemen her uluslararası meselede ABD ile birlikte tutum alan İngiltere’yi saymazsak, Almanya ve Fransa’nın bu tutumunda ABD baskısının belirleyici olduğu açıktır. Ayrıca bu ülkeler de, nükleer güç sahibi bir İran istememekte, böyle bir gelişmeyi İran ile hem bugün hem de gelecekteki ilişkileri açısından çıkarlarına uygun bulmamaktadırlar. Ancak her iki ülkenin İran karşısındaki tutumlarının, ABD’nin tutumu ile özdeş olmadığı da belirtilmelidir.

Özellikle Fransa, öncesinden ayrılan bir üslupla İran’a karşı tutum (Eylül 2007) açıklamaktadır. Cumhurbaşkanı Sarkozy, “ya İran bombası ya da İran’a bomba” derken; Dışişleri Bakanı Bernard Kouchner “En kötüsüne hazırlıklı olmalıyız ve en kötü ihtimal de savaştır” diyerek, şimdiye kadar olmadığı ölçüde sert ve açık bir savaş uyarısında bulundular. Ancak, Kouchner’in aynı açıklamasında dikkat çeken bir yan da; bir dizi büyük Fransız firmasından İran’la iş bağlantısı kurmamalarının istendiğini, ancak “Fransız firmalarının orada iş yapmasını yasaklamıyoruz, tavsiyede bulunuyoruz” demesiydi. Oysa ABD, daha önceki tavsiye niteliğinden çıkararak, İran’da 20 milyon dolardan fazla yatırım yapan ya da iş bağlantısı içinde olan şirketlere yaptırım uygulanmasını zorunlu hale getiren bir yasayı Eylül’de kabul etti. Yine Fransa, Avrupa Birliği’nin İran’a yaptırım uygulaması ve yaptırımların artırılmasının, AB gündemine alınmasını istemektedir.

Ancak, hem Almanya hem de Fransa’nın İran konusundaki tutum ve pozisyonlarında Ekim ayında bir değişim gözlenmektedir. Önce, Almanya, İran’a yönelik yeni yaptırımları içerecek yeni bir kararın BM Güvenlik Konseyi’nden çıkarılmasına karşı olduğunu; UAEA ile İran arasındaki 21 Ağustos mutabakatına şans tanınması için bütün yaptırımların ertelenmesini ve Ajans’ın Kasım raporunun beklenmesini tercih ettiğini açıkladı. Ardından, Fransa Dışişleri Bakanı Kouchner, Ekim’in ilk günlerindeki Ankara ziyaretinde, basına; ülkesinin İran konusundaki tutumunda son dönemde bir sertleşme olmadığını, “saygı duyulan büyük bir ülke” olarak İran’la ilişkilerinin ve görüşmelerinin sürdüğünü, ancak bu ülkenin de, uluslararası anlaşmalara ve kurallara uyması gerektiğini açıkladı. Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy ise, Ekim başlarında yaptığı Moskova ziyaretinde, Putin’le görüşmesinin ardından gazetecilere, “İran ve diğer hassas konulardaki pozisyonlarımız daha da yakınlaştı” dedi. İran konusunda Rusya ile ‘yakınlaşma’nın, ABD’den uzaklaşma anlamına geleceği ise anlaşılmaz değildir.

 

RUSYA VE ÇİN ABD’NİN BÖLGE VE İRAN POLİTİKALARINA KARŞI İRAN’IN YANINDA

Rusya ve Çin, İran’la ‘80’lerin ortalarından bu yana askeri alanda ilişkilere sahip. Her ikisi de, İran’a gelişmiş füzeler ve füze teknolojileri sattılar. İran’ın uzun menzilli balistik füzeler geliştirmesinde Rusya ve Çin ‘in yardımları söz konusudur. İran, Çin ve Rusya’nın etkin birer güç olarak yer aldıkları Şanghay İşbirliği Örgütü’ne gözlemci statüsünde katılmakta ve üye olmak istemektedir. İran’ın, ŞİÖ’ye katılımı ve buradaki iki büyük ortağın BM Güvenlik Konseyi daimi üyeleri olmaları; İran açısından, yüz yüze kalacağı olası yaptırım ve ambargoların önlenmesi ve ABD’nin tek taraflı politikalarını BM’ye ve üye ülkelere dayatmasını önleme açısından önemli bir olanak ve destektir. Ve şimdiye kadar, İran’a yönelik geniş çaplı yaptırım ve ambargo kararlarının engellenmesinde, Rusya ve Çin’in tutumları belirleyici olmuştur.

Rusya’nın İran’a yatırımları giderek artmaktadır. Aralarındaki silah ticaretinin yanında, İran’ın nükleer programının yürütülmesinde Rusya’nın rolü ve desteği bilinen bir durumdur. Rusya, Buşehr’de bir nükleer santral inşa ediyor ve santralin inşa faaliyetleri, Güvenlik Konseyi’nin yaptırım kararı dışında tutulmuştur.

15-16 Ekim’de İran’da yapılan, Hazar Denizi’ne kıyısı olan ülkeler zirvesinde, ABD’nin İran’a yönelik saldırı planlarına ve baskıların artırılması çağrılarına karşı, İran’a destek mesajları çıktı. Zirve sonrası yayınlanan bildiride, ABD kast edilerek, “Hiçbir koşulda birbirimize saldırmayız ve diğer uluslara, kendi topraklarımızı, aramızdan birine askeri operasyon düzenlenmesi için kullandırtmayız” vurgusu yer aldı.

Zirvede, Putin, nükleer programı konusunda İran’a yardımcı olduklarını ve Rusya’nın İran’ın ilk nükleer santralini inşa ettiğini ve bunun da barışçıl amaçlar çerçevesinde olduğunu söyleyerek, nükleer programı nedeniyle İran’a daha ağır yaptırımlar uygulama ve uygulatma çabası içinde olan ve saldırı planlarına sahip ABD’ye ve onunla birlikte davranan diğer Batılı güçlere karşı, İran’ın yanında olduğunu açıkca ortaya koydu.

Çin, silah, füze ve askeri teknoloji satışının yanı sıra, İran’la 2004’te, 25 yıllık doğalgaz anlaşması yapmış ve bunu, 100 milyar dolar yatırımı öngören yeni anlaşmalar izlemiştir. Bu anlaşmayla Çin, aynı dönemde, günlük 150.000 varil petrol de alacaktır. Şimdiden Çin, İran’ın büyük ve önemli doğalgaz ve petrol ihraç pazarı olmaya adaydır.

Çin ve Rusya’nın İran’la ilişkileri, İran’ın barışçıl nükleer enerji programını desteklemeleri ve yaptırımların önüne geçmeleri, saldırı ve silahlı müdahale seçeneklerini dışlayan tutumları, her ikisi açısından (farklılaşan çıkarları olmasına rağmen) da, ABD’nin tek taraflı politikalar dayatmasına karşı bir tavır, öte yandan, ABD’nin Asya, Orta Asya ve Ortadoğu’da etkisi ve yayılma politikasının sınırlandırılması anlamına gelmektedir.

Ayrıca İran, Rusya için, Ortadoğu ile tek bağlantı ülkesi olarak da önem taşımaktadır Çin açısından ise, artan enerji ihtiyacını karşılamada önemli ve güvenilir bir kaynak ülke durumundadır.

 

İRAN İZOLASYON VE SALDIRI TEHDİTLERİNE KARŞI ÇOK YÖNLÜ BİR ÇABA İÇİNDE

ABD’nin Ortadoğu politikalarında temel unsur, zengin petrol ve doğalgaz kaynakları ve bu kaynakların etkin denetimi olmuştur. Ve elbette, etkin denetime bağlı olarak, enerji ulaşım hatları ve güvenliği sorunudur. İran, ’79’dan itibaren, hem enerji kaynakları hem de Şah’ın devrilmesiyle ABD denetiminden çıkması nedeniyle, ABD’nin hedefinde yer alıyor. Irak’ın İran’a saldırmasında, on binlerce insanın ölümüne ve ülkenin harap edilmesine yol açan savaşta ABD’nin kışkırtıcı rolü ve desteği biliniyor. Savaş sonrasında ise, İran, yaptırımlar, ekonomik, diplomatik ambargolarla yüz yüze kaldı. 2000’den itibaren, Bush’un başkanlığı dönemiyle birlikte, ABD’nin saldırı tehditleri artarak sürüyor.

ABD’nin saldırgan politikaları ve doğrudan saldırı tehditleri karşısında, İran; başta bölge ülkeleri Rusya, Çin, Hindistan ve Ortaasya ülkeleri olmak üzere, sınırlı da olsa Avrupa ülkeleri ile ekonomik, ticari, askeri ve diplomatik (her biriyle farklı alan ve düzeyde) ilişkiler kurup geliştirerek; çevresinde örülmeye çalışılan tecrit çemberini kırmaya, ABD saldırganlığını püskürtmeye çaba gösteriyor.

İran’ın, bu çabalarında başarısız olduğu söylenemez, ama kısmen başarılı olduğu bile söylenebilir. Bunun en açık göstergesi; ABD’nin, Çin ve Rusya bir yana, Almanya ve Fransa’yı bile kendi uyguladığı düzeyde ağır ve geniş çaplı bir yaptırım ve ambargo uygulama tutumuna kazanamamış olmasıdır.

İran’ın, Rusya ile ekonomik, ticari, askeri ve nükleer ilişkileri; Rusya ile hem Şanghay İşbirliği Örgütü, hem de Hazar Denizi Ülkeleri gibi platformlarda yan yana olması önemlidir.  Bu platformlarda her konuda hemfikir olunmasa da, yeni ilişki alanları ve çıkar ortaklıkları oluşması, İran için hayatidir.

Çin ile zengin enerji kaynaklarının sunduğu avantajla yapılan enerji anlaşmaları, hem yatırımlar ve ekonomik kazanımlar açısından, hem de ilişkilerin geleceği ve sürekliliği bakımından olanaklar sunmaktadır. ’80’lere dayalı ekonomik ve özellikle askeri alandaki ilişkileri, İran’ın savunmasını güçlendirmesine önemli bir destek işlevi görmektedir. Çin İran’ın şimdilik gözlemci olarak katıldığı Şanghay İşbirliği Örgütü’nün güçlü bir üyesidir.

İran’ın, her ikisi de BM Güvenlik Konseyi daimi üyesi olan Rusya ve Çin’le olan güçlü ilişkilerinin, her bir ülke için farklı amaç, çıkar ve anlamlar taşıyor olduğu açıktır. İran’ın, bu ilişkiler sayesinde, BM Güvenlik Konseyi’nde veto hakkına sahip ve kendi çıkarlarını savunmanın zorunlu bir gereği olarak, İran’a yönelik olumsuz kararları önlemek, en azından sınırlamak durumunda olan iki dost kazandığı açıktır. Rusya ve Çin’in şimdiye kadar aldıkları tutum da, bunun için yeterli bir göstergedir. Rusya ve Çin’in ABD politikalarına karşı ikirciksiz ve net tutumları; İran’ın nükleer programını onaylamaları, İran için, ABD’yi kendinden uzak tutma anlamı da taşımaktadır. Bunun yanında, İran’ın Şanghay İşbirliği Örgütü’ne gözlemci olarak kabul edilmesi; İran için Ortaasya ülkeleri ile ilişkilerini geliştirme ve ABD’nin tecrit çemberini kırma olanağı demektir.

 

İRAN–TÜRKİYE İLİŞKİLERİ

Türkiye ile İran arasında yapılan doğalgaz anlaşması ve bu anlaşmaya ABD’nin tepkileri; İran’a saldırı hazırlıkları içinde olan ABD’nin Türkiye ile ilişkilerinden, Ortadoğu’ya ilişkin planlarından, İran’ın da içine itilmek istendiği tecrit çemberini kırma çabalarından    bağımsız değerlendirilmemelidir.

İran’ın, 16 Ağustos’ta, Irak sınırındaki PJAK kamplarına yönelik başlattığı ve Kandil ve Hacı Ümran bölgesindeki PJAK ve PKK kamplarını Kuzey Irak’ın 5 km içlerine kadar girerek, havadan ve karadan bombalamasına genişleyen operasyon da, bu ilişki ve bağlantılar içinde değerlendirilmelidir.

Yapılan doğalgaz anlaşmasının, akıbetinden (çünkü daha önceki anlaşmalar, halen, Türkiye’den kaynaklanan yatırım ve inşa çalışmaları nedeniyle, ulaşması gereken düzey ve kapasitenin gerisinde kalmıştır. Ve yeni anlaşmaya göre Türkiye’nin yapması gereken 3-4 milyar dolarlık yatırım ve bunun için dış finansman gereği ve zorlukları vardır) bağımsız olarak, ekonomik anlamda her iki ülkenin de yararına olduğu açıktır. İran, üç doğalgaz sahasında, doğalgaz çıkarma hakkını, Türkiye’ye ihalesiz vermiştir. Üstelik Türkiye, bu anlaşmayla alacağı gazla, hem kendi ihtiyacını karşılayacak, hem de Nabucco hattına bağlayarak, Avrupa’ya taşıyacak ve bundan para kazanacaktır.

İran açısından ise, mesele, tecridin kırılmasıdır; bir komşu ülkenin, kendisine yönelecek saldırıda, saldırganın yanında yer almasını önlemektir. Ki bu ülke, saldırgan ABD’yi “stratejik müttefiki” sayan bir ülke ise, onunla iyi ilişkiler kurmak, ticareti geliştirmek, kesin olmasa da, bu ülkenin, saldırgan ABD’nin yanında muharip güç olarak yer almasını, topraklarını saldırı için kullandırmasını önleyici bir etken olabilir. Bunu zaman gösterecektir.

Kürt sorunu, İran ve Türkiye’nin ortaklaştığı bir sorundur. Her iki ülkede, Kürt halkı, ulusal hak ve özgürlüklerden, eşitlikten yoksun olarak, her iki ülkenin gerici egemen güçlerinin baskısı altında yaşıyor. Her iki ülke egemenleri de, bu sorunu, baskı ve inkarla çözmeyi politika edinmiştir. Her iki ülke de, Kuzey Irak’ta bağımsız bir Kürt devleti ihtimalini kendileri için tehlike saymakta ve “Irak’ın toprak bütünlüğünü”, Iraklılara karşı ve onlardan daha fazla savunur görünen bir pozisyonda durmaktadırlar. Bu, Irak’a komşu ülkeler toplantılarında (Suriye de dahil) kuvvetle birleştikleri bir tutumdur.

İran, Türkiye egemenlerinin Kürt sorunundaki gerici hassasiyetine seslenmektedir. Üstelik PJAK ve PKK kamplarına saldırısı, zamanlama olarak, Türkiye’de PKK’ye karşı sınır ötesi harekat tartışmalarının yoğunlaştığı ve ABD ile bu sorun üzerinden gerginliklerin yaşandığı bir döneme denk gelmiştir. PKK’ye, hem de Kuzey Irak’a girerek saldıran, PKK’ye zarar veren bir İran’a, Türkiye’nin, ayak sürüyen ABD karşısında duyacağı minnet ve muhabbet anlaşılır olacaktır. İran’ın, PJAK ve PKK kamplarına saldırdığı ve bombaladığı günlerde, Türkiye yazılı ve görsel medyasının konuya ilgisisinin, “Türkiye’nin yapamadığını İran yapıyor” türünden provokatif ve kışkırtıcı başlıklarda ifadesini bulması da bunun bir göstergesidir.

İran–Türkiye ilişkilerinin hangi yönde gelişeceği ve nasıl bir seyir izleyeceği, İran’ın son “jest”lerinden umduğunu bulup bulamayacağı, önümüzdeki dönemde yaşanacak gelişmelere bağlı olarak şekillenecektir. Özellikle de, Türkiye’nin yapması muhtemel sınır ötesi harekat öncesi ve sonrasında ABD ile ilişkilerde yaşanacak gelişmeler, ve bir sınır ötesi harekatın kendisinin gündeme getireceği gelişmeler; ilişkilerin seyri açısından, önemli etkenler ve belirleyenler olacaktır.

Ancak, şunlar söylenmelidir ki; Türkiye’nin laikçi ordusu, bir İslam Cumhuriyeti olarak (radikal dinci, şeriatçı bir yönetim altındaki) İran’dan hazzetmemekte, onu Türkiye’nin “laik” yapısı için tehlike kaynağı olarak görmektedir. Ve aynı ordu, nükleer güce sahip bir İran’ı da ciddi bir tehlike saymaktadır. İslamcı kökenli, milliyetçi ve piyasacı hükümet de, nükleer güç sahibi bir İran istemediğini, Amerikan yetkilileri önünde tekrarlayıp durmaktadır. Ayrıca, hükümet, ABD’nin “Genişletilmiş Ortadoğu Projesi”nin hararetli bir destekçisidir ve bu projenin “model ve köprü ülkesi” olmaya teşne bir tutum içindedir. ABD ile zaman zaman gerilimler yaşansa da, hemen tüm egemen güçler, stratejik müttefik olmaktan övünç duymaktadırlar. Türkiye-İran ilişkilerinin gelişim seyrinde, tüm bu durum ve özellikler, ağırlıkları ölçüsünde etkili olacaklardır.

Sonuç olarak; ABD, İran’a doğrudan saldırı tehditlerini yoğunlaştırarak sürdürüyor. Buna paralel saldırı hazırlıkları içinde olduğu da açıktır. ABD, Irak’ta bir batağa saplanmış durumda. Irak’a “demokrasi ve özgürlükler” yerine, getirdiği, tam bir felaket, katliam ve yıkım olmuştur. Buna rağmen, Bush’un başkanlık dönemi sona ermeden, İran’a nükleer potansiyelini çökertecek bir saldırı çabası ve hazırlıkları hissedilir ve görünür hale geliyor. İran, elbette bir Irak değil; ancak İran, ABD’ye saldırı üssü olabilecek ülkelerle (Irak, Türkiye, Afganistan, nükleer Pakistan) çevrelenmiş durumda ve İsrail uzakta değil. Hint Okyanusu ve Basra Körfezi, ABD donanmasına, uçak gemilerine ve saldırı silahlarına limanlık ediyor.

İran’a ABD saldırısı, gündemdeki bir sorun olarak, Ortadoğu’nun diğer sorunlarının önüne geçmiştir. Sonuçları ne olur, nasıl olur, çok şey söylenemese de; hem İran ve bölge için, hem de ABD ve dünya için daha büyük bir felaket olacağı şimdiden söylenebilir.

 

 

 

 

“mahalle baskısı” tartışmaları ve emekçiler

 

”Mahalle baskısı” tartışmaları, AKP’nin oy desteğini %47’lere çıkarması ve ikinci kez hükümet kurması üzerine yoğunluk kazandı. Şerif Mardin başta olmak üzere, bazı sosyologlar ile bazı gazete yazarları, İslami gelenek ve inançların etkisindeki “mahalle insanları”nın, AKP ve hükümetinin dini bir araç olarak kullanma politikasından destek alarak, kendileri gibi düşünmeyenler üzerinde baskı kurmakla kalmayıp, hükümet üzerinde de dinin toplum yaşamındaki rolünü güçlendirmesi yönünde baskı oluşturma olasılığının arttığını ileri sürüyorlardı. Tartışmayı başlatanlar, AKP’nin din istismarcısı bir parti olarak hükümette bulunması ve yönetim aygıtının önemli kurumlarının birçoğunu kendi politikaları doğrultusunda yeniden organize etme olanağını elde etmesini veri alıyor; bu politik güç kazanma ve mevzilenmenin, zaten muhafazakar olan ve Sünni İslam’ın yaygın etkisindeki “mahalle”yi daha etkin role yönelteceğini; ve tersinden bu “baskın rol”ün etkisi altında, AKP yönetiminin, “istemese de”(!), “laiklik karşıtı politikalara daha fazla yoğunlaşacağını iddia ediyorlardı.

 

Tartışma, on yıllardır dinin toplum yaşamındaki rolünü güçlendirmek için çalışan dinci-tarikatçı çevrelerden, din istismarcısı sözde laiklere ve sözde demokrat-ilerici liberal yazar ve aydınlara dek hemen her kesimden örgüt, parti, kurum veya kitle örgütü temsilcisiyle sosyolog, bilim insanı, psikolog ve politikacıların katılmasıyla devam ediyor. Laikliği savunma iddiasındaki birçok sosyolog ve politikacıyla kimi liberal gazete yazarı, bu tartışmayı, “içki yasağı”, “saç sakal uzatılması, tesettür giyim ve türban takılması” çerçevesinde darlaştırıp sürdürürlerken, din istismarcılığı ve “politik İslam”ın toplum yaşamına yön vermek üzere kullanılmasıyla dini inancın (ya da inançsızlığın) kişinin kendi iradesiyle karar vereceği bireysel tutum ve sorunu olması arasında fark gözetmemekte; sözüm ona laikliği savunma adına, bir yandan kitleleri generallerin ve sözde laik gerici kesimlerin yedeğine çekmeye çalışmakta; öte yandan, dindar kitleleri aşağılayıcı anlayış ve tutumlarıyla onların din istismarcısı parti ve hükümeti tarafından –inanç ve diğer özgürlüklerinin savunulduğu yanılsamasıyla– yedeklenmelerine hizmet etmektedirler.

Bu kesimlerin sürdürdükleri tarzla bu tartışma, kentlerin özellikle kenar semtlerinde yaşayan yoksul yığınlar başta olmak üzere, işçi sınıfı ve emekçilerin, bir kez de dini ideolojiyle ilişkileri ya da karşısındaki tutumları üzerinden bölünmeleri; “laiklikten yana-laiklik karşıtı” olarak karşı karşıya getirilmeleri tehlikesini de içeriyor. AB’ciler ve diğer sağ ve “sol” liberallerin türban tartışmasını demokrasi ve insan hakları sorunu kapsamında göstermeleri ve güncelleştirmeleri, onun bir “özgürlük simgesi” olarak görülmesini, dolayısıyla da “mahalle” tartışmalarının bir yanı olarak yandaş bulmasını sağlıyor.[1] AKP’nin, bir yandan bugün artık büyük sermaye düzeyinde temsil olunan “yeşil sermaye” çevrelerinin çıkarları da içinde olmak üzere tekelci burjuvazinin çıkarlarını savunması, kentli orta kesimi kazanmaya dönük politikalarla toplumsal dayanaklarını güçlendirmeyi öngören politikalar izlemesi, öte yandan Anayasa tartışmaları, türban serbestisi, cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi vb. de içinde olmak üzere, çeşitli konularda “demokrasiden yana” ve “alt sınıfların söz hakkı”nı önemsiyormuş görüntüsü vermesi, hem liberal çevrelerin bir kesiminin onun yanında yer alarak kitlelerin aldatılması yönünde çaba göstermelerini sağlıyor, hem de onun ideolojik-politik alanda güç kazanmasına yol açıyor. Hükümetin –uluslararası sermaye ve ABD gibi işgalci emperyalistlerle işbirliği içinde olmasına karşın– “muhafazakarlık ve dindarlık” adına, dinsel önyargı ve dogmaların halk üzerindeki etkisini istismara daha fazla yönelmesi ve devlet üst bürokrasisinde edindiği mevzileri de kullanarak, “türban yasağının kaldırılması” tartışması etrafında kendini yeniden tahkim etmeye çalışması, “mahalle baskısı” tartışmasına ilgiyi artırıyor. “Karşı taraf” ise, “şeriatçılık” korkuluğuyla, modern yaşam tarzını benimseyen kentli orta kesimler başta olmak üzere, laiklikten ve aydınlanmadan yana olanları yedeklemeye çalışarak, antidemokratik baskı aygıtını takviye etmeye ve şovenizme geliştirerek konumunu güçlendirmeye çalışıyor. Ülkenin politik yaşamında son dönemin en önemli politik kutuplaşmalarından biri olarak yer alan ve aslında hakim sınıf güçlerinin devlet yönetiminde ve yönetim organlarındaki konumlarını güçlendirme temelinde ortaya çıkan “laiklikten yana-laiklik karşıtı” kutuplaşmasının zararını ise, gerçekte işçi sınıfı, emekçiler, kent ve kırın ezilenleri ve genel olarak “mahalleliler” görüyor.

Bu durum ve gelişmeler, işçi sınıfı başta olmak üzere kent ve kırdaki “mahalle emekçisi”nin, bu gelişmeler karşısında, burjuva gericiliğinin hiçbir kampına yedeklenmeden, emekçiler olarak tutum almalarını önemli kılıyor.

“MAHALLE”YE YÖNELİK EGEMEN POLİTİKA VE “MAHALLE”NİN DİNİ İSTİSMARI

Kentlerin en alt yerleşim birimlerini oluşturan ve küçük-orta kesimlere mensup olanlar bir yana bırakılırsa, esas olarak düşük gelir grubundan kitlelerin yaşadıkları ”mahalle”nin; İslami ideolojik-politik ve sosyal baskının belirleyici kaynağı olarak gösterilmesi, yanılgı değilse eğer, önemli bir saptırmadır! Radikal siyasal İslam’ın “siyasal rejimi tehdit etmeye başladığı”ndan söz edenler (özellikle Cumhuriyet gazetesi çevresi), “rejim”in “mahalle” ile ilişkilerini tersten kurmakta, dini ideolojinin etkisi altındaki emekçilerin büyük bir kesimini “gericiliğin gücü” olarak niteleyip karşıya alırken, diğerleriyle birlikte laiklikten yana olan herkesi de büyük sermaye başta olmak üzere burjuvazinin baskıyla oluşturulmuş ve dayatılmış politik-askeri sistemi olan “rejim”in yedeğine çekmeye çalışmaktadırlar. Oysa, dini inancı ve dini tarikat mensupluğunu grup ve “kalabalıklar”ın siyasal davranışlarının bir tür gösterimi olarak ve başka inançtan insanlara karşı kullanma tutumu, öncelikle, kitlelerin içinde bulundukları üretim ilişkileri ve toplumsal koşullarla bağlantılıdır. Türkiye, evet kapitalistleşmiş bir ülke; kapitalizmin egemen üretim biçimi olduğu bir ülkedir. Ancak kapitalizmin Türkiye’deki gelişme sürecinin önemli oranda emperyalizm koşullarında gerçekleşmiş olması ve feodalizmin bir burjuva devrimi aracıyla ve köylü kitlelerinin de katılımıyla devrimci tarzda tasfiye edilmemiş olması, başka sonuçları ve etkilerinin yanı sıra, tutucu-muhafazakar görüşlerin kitleler içinde örgütlenmesini ya da daha doğru ifadeyle burjuvazi eliyle “mahalle”de yeniden üretilmesini kolaylaştırmaktadır. Bu bakımdan, bugünkü biçimiyle “mahalle baskısı”nı, mahallelinin gerici tutum ve anlayışı olmak/sayılmak yerine –sorunun bu yanına yazı içinde ayrıca ve gerekli olduğu kadarıyla değinilecek– öncelikle onu, burjuva egemen sınıfın ve onun çeşitli temsilcilerinin, kapitalizm öncesi toplumsal ilişkiler ve ideolojik biçimlenmeleri de miras edinerek halk kitleleri içinde yeniden ürettiği ve üretmeye çalıştığı gericilik olarak anlamak gerekir. Güncel tartışmaya konu olan “mahalle baskısı”, mahalleden başlayarak değil, merkezlerden başlayarak ve mahallede yeniden üretilerek geliştirilmekte; mahallelinin tutucu-muhafazakar görüş ve tutumlarıyla egemen sınıf temsilcisi kurum ve siyasal oluşumların kendilerini mahallede üretme çabaları birleşmekte ve bu ikincisinin rolü yönlendirici/sürükleyici olmaktadır. Yani kitlelerin bir kesiminin dini ve dini inançlarını başkalarına karşı bir baskı gücü olarak kullanma tutumu ya da bunun hükümetler üzerinde bir baskı aracı olarak kullanılarak toplumsal yaşamda dinin rolünün güçlendirilmesini sağlama çabası, ne bürokratik-askeri politik yönetim aygıtından ve dini politik bir araç olarak kullanan sermaye partileri ve örgütlerinden bağışıktır, ne de esas olarak ve sadece “mahalle”ye ilişkindir. Buna rağmen, “mahalle”ye karşı ya da “mahalle” karşısında, halka yabancı bürokratik üst tabaka seçkinciliğinin dayatmacı-hor görücü anlayış ve tutumu, bu tartışma kapsamında bir kez daha görüldüğü üzere, “mahalle” emekçisiyle ilişkisinin her alanında ortaya çıkabilmektedir.

Çok çeşitli inanç ve görüşlere sahip çeşitli sınıf ve kesimlerden insanların “bir arada” yaşadıkları alan olarak mahalle, çeşitli sınıflar adına politika yürütenlerin, deyiş yerindeyse kılcal damarlarının uzandığı “verimli toprak”tır. Bir başka ifadeyle, devlet aygıtını elinde tutanlar, hükümetler, sermaye partileri ve sınıflar mücadelesinde yer alan diğerleri, kitleleri kazanmak, örgütlemek ve yönlendirmek istiyorlarsa eğer, politik faaliyetlerini “mahalle”ye yöneltmek; “mahalle”yi yönlendirmek zorundadırlar. “Mahalle” ve “mahalleli” ise, politika yapanlarla ilişkilerini, öncelikle çıkarlarına en kısa yoldan ulaşma; o güne kadar sahip olduğu ‘değerler’e karşı alınan tutum ve kendisini az-çok güvende hissedeceği bir yaklaşım vb. üzerinden oluşturacaktır. Bu durum, “mahalleli”nin sosyal-siyasal-kültürel “şekillenişi”nde, davranış ve inanışında, yönetim aygıtını elinde tutanlarla hemen tüm sorunlara öncelikle kendisinin günlük ihtiyaçları üzerinden bakan halk kitleleri arasındaki ilişkinin şekillenişinde önemli bir hareket noktasıdır. Burjuva liberal aydınların bir kesimiyle sözde laik parti ve kurumların yöneticileri ise, her türden gerici anlayışın kitleler içinde(“mahalle”de) örgütlenmesi ve üretilmesindeki kendi rollerini bir kenara bırakıyor, gericiliğin kaynağını halk kitlelerinde, “mahaleli”de arıyor ya da onları gerici-baskıcı olarak göstererek, deyiş yerindeyse aradan sıvışmaya çalışıyorlar. Oysa, kitlelerin şu ya da bu gerici ideolojik-politik görüşün etkisinde bulunmaları; birinci olarak içinde bulundukları toplumsal ilişkiler bütünüyle, ikinci olarak tüm gerici rolleri ve görüşlerini onlar üzerinden hayata geçirmeye çalışan sermaye kurumları ve partilerinin tutumuyla ilişkilidir. Bundandır ki, kitleler, burjuva bürokratik ‘seçkinci’ ve sözde laik parti ve kurumlara mesafeli davranır, bu kesimlerle ilişkilerinde bir yabancılaşma durumuna düşer ve burjuva modernizmini kasvetli bir yabancı değerler sistemi olarak görürlerken, geleneksel muhafazakar değerleri öne çıkaran ve “mahalle”yi din, Kur’an kursu, türban, milliyetçilik vb. üzerinden yönlendirmeye çalışan parti ve güçlere daha yakın durmaktadırlar.[2]

Türkiye’nin toplumsal-siyasal gerçeği göz önüne getirildiğinde, sermaye partileri ve öteki kurumlarının “alt sınıflar”dan yığınlarla ilişkilerini esas olarak tutucu-muhafazakar değer yargıları ve politikalar üzerinden kurdukları; ve kitlelerin sosyal-iktisadi ve politik taleplerini bu muhafazakar değerler “manzumesi”nin ardına itmeyi başardıkları oranda, sorunları, erteleyerek de olsa, geçiştirdikleri görülür. Bunun başlıca nedeni, kuşkusuz, onların kapitalizmin temsilcileri olmaları, kapitalist sömürü sistemini sürdürmeye çalışmalarıdır. Bunu yaparlarken, yukarıda da işaret edildiği üzere, kapitalizmin, hakim üretim biçimi olmakla birlikte, kapitalizm öncesi ilişki biçimleriyle “değer yargıları”nı da yedeklemesinden güç almakta, onların toplumsal gözbağcı etkilerinden yararlanmakta, kır emekçisinin kentte özgür birey ve emekçi olması önündeki engel olan geri ilişki biçimlerini kullanmaktadırlar. İlişki buradan kurulduğu için de, dini tarikat ve örgütlerin en önemli dayanağı, devlet kurumları ve sermaye partileriyle hükümetleri olmaktadır. Sermayenin sağ-muhafazakar, gerici-faşist ve şoven milliyetçi partileri dini ve Sünni İslam’ı istismar etmekte, tarikatların desteğini korumak için politik-mali olanaklar sağlamakta ve tersinden onların mali-politik ve ideolojik güç ve etkisini kendi politikaları için kullanmaktadırlar. Bu ‘karşılıklı ilişki’de, “dinsel etki ve örgütlenme”nin mahalle “ayağı”nın oluşumunda ve güç kazanmasında, üst yönetici merkez, bürokratik askeri-siyasal kast, burjuva partileri ve burjuva devlet kurumları belirleyici rol oynamaktadırlar. Buna, ABD başta olmak üzere uluslararası alanda tekelci gericiliğin dini daha etkin tarzda ve F. Gülen tarikatı gibi Amerikancı “ılımlı İslam politikası”nı sürdüren uluslararası örgütlerin AKP hükümetine desteği eklenmiştir. Sünni İslam inancını ve onun çeşitli tarikatlarını açıkça kullanan ve destekleyen anlayışa sahip bir “geleneğin” temsilcisi olan AKP ve hükümetinin din istismarcılığındaki yoğunlaşması, “dinci akım”ın politikleşmesi ve milliyetçi-şovenizmin bayraktarlığını üstlenmeye de soyunarak kitleler üzerindeki etkisini artırmasını sağlamış, muhafazakarlık ve dini ideolojinin toplumsal etki alanı genişlemiştir.

ZORLA MODERNLEŞTİRME VE KİTLELERİN DİNE “İTİLMELERİ”

Geç kapitalistleşme ve emperyalizme bağımlılık koşulları, ulusal Türk burjuvazisinin Batı’daki gelişmelerin etkisi altında giriştiği siyasal reformların “toplumsal bünye ile uyumsuzluğu” gibi bir sonucu da doğuruyordu. Dinin toplum yaşamındaki yeri ve etkisi ve “Mahalle İslamı”nın rolü de dahil, bugünkü birçok sorun, kapitalizmin gelişme süreciyle ve Türkiye’nin modernleşme tarihiyle yakından ilişkilidir. Türk burjuva devriminin, esas olarak, siyasal alanda atılmış kimi adımlarla, siyasal (önemli oranda biçimsel) bağımsızlığın kazanılması, dinin rolüne karşı olanları da içinde olmak üzere çeşitli siyasal reformların gerçekleştirilmesiyle sınırlı yarım bir devrim olması ve bağımlı kapitalist gelişme koşulları, burjuva gericiliğinin dayanakları açısından da belirleyici olmuştur. Burjuvazi, halkın ortaçağcı düşünce ve değer yargılarına karşı aydınlatılması; modern bilimsel eğitimin herkes için ulaşılabilir kılınması yerine, üstten, yasa ve ‘zaptiye’ gücüyle dayatmada bulunarak, halka kendi ‘modernist’ düşünce ve değerlerini benimsetmeye; halk kitleleriyle ilişkilerini buradan hareketle kurmaya çalışıyor, bu da, gizli-açık modernleşme karşıtı tutum ve anlayışları kışkırtıyor ve bu karşı tepki ve tutumla birlikte, burjuvazinin din istismarcılığı, dini ideolojinin “mahalle”deki etkisini artırıyordu.

Cumhuriyetin kuruluş yıllarında, sistemini yerleştirme ihtiyacına bağlı olarak, burjuvazi, dinin devlet örgütlenmesinde ve toplum yaşamındaki rolüne “karşı”, yukarıdan kimi müdahaleleri gündeme getirmişti, ancak, süreç içinde, devlet aygıtını oturtmasına bağlı olarak, bundan da vazgeçerek, dini, yönetim politikasının araçlarından biri olarak kullanmaya daha fazla yöneldi. “Yeni bir ulus yaratma” anlayışıyla hareket eden “genç”-cılız burjuvazi, farklı etnik kökenlerden ve farklı uluslardan topluluklara karşı uyguladığı asimilasyoncu baskıya benzer bir politikayı, güçlü temellere sahip olan “ümmetçilik” anlayışına karşı da uygulamaya koydu. İhtiyaç duyduğu reformları ancak üstten ve merkezi dayatmayla gerçekleştirebileceğini düşünerek, bu yönde politikalar geliştirdi. Ona göre, bu yolla, halk kitleleri aydınlanmacı reformların ilerletici özelliğini görecek ve onları benimseyecekti! İttihat ve Terakki Cemiyeti’nden başlayarak, burjuva ‘modernist’ hareket, “ümmetçilik” ile devrimci tarzda bir ayrışmaya gitmese de, koşulların zorlaması ve Batı’daki pozitivist aydınlanmacı akımın etkisi altında, “ümmetten millete” politikası izledi. “Türklüğü inşa etmek” için bir yandan din ve kurumlarının aracılığından yararlanırken, öte yandan da, onun, ulusçuluk anlayışını zaafa uğratacak kapalı değerlerinin etkilerini sınırlamaya çalıştı. Halifelik ve Şeyhülislamlık makamları kaldırıldı; “en hakiki mürşit ilimdir” anlayışıyla eğitimde bilimsel yöntemlerin kullanılmasının yolu belli biçimlerde açıldı, medrese eğitimi, tekke-zaviye örgütlenmesi üzerinden sağlanan “eğitim” yasaklanarak, genel eğitim politikası geliştirildi. Bu, kuşkusuz burjuva anlamıyla aydınlanmanın adımlarının atılmasını da ifade ediyordu. Ancak bütün bunlar yapılırken, feodalizmin tasfiyesi, feodal değer yargılarının toplum yaşamının her alanında etkisiz kılınması esas alınmadığı ve emperyalizmin hakimiyetine tümüyle son veren bir demokratik toplum yaşamı oluşturulmadığı için, bu reformların etkisi de sınırlı oldu ve bir süre sonra, atılmış ilk adımların aksine, dinin toplum yaşamındaki rolü ve devlet kurumlarındaki etkisi yeniden güç kazanabildi. Ayrıca, bu aydınlatma çabalarının, yukarıdan ilim dışında mürşit aramanın “gaflet ve delalet” olacağını buyurarak, –bir tür tehdit ve aşağılama ile– başarılmaya çalışılması söz konusuydu. Kapitalizm geri, sosyal koşullar yeterince olgun değildi. Feodalizm çözülmeye başlamıştı, ancak toplum yaşamındaki yeri ve etkisi hâlâ oldukça güçlüydü. “Cılız” ve “güçsüz” burjuvazi, baskıyla reformlarını dayatıyor, ancak bu dayatma, toplum yaşamında gerçek bir burjuva değişimi sağlayamıyor, bunun için yeterli alt yapı olmadığı için yetersiz kalıyordu. Cumhuriyetçi sözde laik burjuvazi, karşı tepkileri, bir yandan baskıyla, diğer yandan ve esas olarak devletin laiklik anlayışına uygun bir dini eğitimi merkezi olarak gerçekleştirerek ve bununla yükümlü bir devlet kurumu oluşturarak denetim altında tutma (uzlaşma) yoluna gitti. Burjuvazinin, din ve kurumları karşısındaki tutumu, esas olarak, dinsel ideolojinin ve dinin örgütlenmesinin devlet denetimine alınması; devlet eliyle ve yasal alan ve olanak sağlanarak, resmi kurumlaşmasının güçlendirilmesi biçimindeydi. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın bir devlet kurumu olarak örgütlenmesi ve 100 bin kişilik din ordusunun seferber edilmesiyle bu istismar daha açık hale gelerek, kurumsal özellik kazandı. ‘Dine karşı’ üstten dayatmalarla, dini devlet denetiminde öğretme ve bir devlet dini oluşturma politikalarının sonucu ise, bugün daha açık biçimde görüldüğü üzere, dini ideolojinin toplum yaşamındaki etkisini artırması oldu.

Demokratikleşme girişimleri ve burjuva aydınlanması, “dinle hesaplaşma” ve feodalizmin ‘devrimci tarzda’ tasfiyesiyle değil, dinin rolünün yasalar düzeyinde ve “yukarıdan girişimler” ile sınırlanmasıyla sınırlı kaldı. Dinle uzlaşma ya da dini devlet eliyle örgütleme tutumu süreç içinde güçlendi ve dini etki altındaki geniş yoksul yığınların, dini, kendilerini kurtuluşa götürecek bir seçenek olarak görmeye devam etmelerinin etkeni olarak rol oynadı. Bu da, kitlelerin çok büyük bir kesiminin din istismarcısı partilere yaklaşmalarına ve din istismarcılığında birbirleriyle yarışan düzen partileri ve güçlerinin en inandırıcı olanlarının yanında saf tutmalarına yol açtı.

TOPLUMSAL ÇÖZÜLME, SOSYAL ÇÖKÜNTÜ VE “MAHALLE İSLAMI” EĞİLİMİ

“Laik olma” iddiasındaki politik-askeri üst bürokrasi de dahil, burjuva hükümetlerinin dini ideolojiyle dinsel kurumların toplum yaşamı ve yönetimindeki etkisini artıracak politikalar izlemeleriyle, açık-gizli dini örgütlerin ‘mahalle’deki gücü, özellikle son on yıllarda giderek arttı. Bugün, şu ya da bu biçimde yaşanan “laiklikten yana-laiklik karşıtlığı” çelişki ve gerginliklerinin önemli etkenlerinden biri de, kapitalist sistemin kitlelerin gereksinmelerine cevap verememesi, burjuva parti ve kurumlarının kitlelerin sorunlarının çözümüne değil, daha fazla açmaza düşmelerine yol açan politikalar izlemeleri; bilim ve teknikteki gelişmelerin emekçilerin daha insanca bir yaşam sürdürmeleri için kullanılması yerine, onlara karşı baskı aracına dönüştürülmeleridir. Kır ilişkilerinin çözülmesi ve kentlere nüfus göçü, bir yandan kır emekçisinin yalnızlaşması ve “yabancılaşmasına” yol açıyor, ancak öte yandan, geri toplumsal ilişkilerden, onların ürünü olan anlayış, tutum ve yargılardan kurtulmasının koşullarını oluşturma yerine, onu, bu geri ilişki biçimleriyle anlayışların “girdabı”na bırakıyordu. Kapitalizm, onu kentlerin kenar semtlerine yığmış, bir kesimini fabrikalarda makinelerin çalışma temposuna uyumlu ‘birey’ toplulukları haline getirmiş, birbirlerinden tecrit ederek, birbirleriyle rekabet ve çatışma ortamına çekmiş, kendi ürününe ve kendisine yabancılaştırarak umutsuzluğa ve yoksunluğa sürüklemiş, öte yandan önemli bir kesimini emek gücünü satacak olanaklardan dahi mahrum bırakarak, yoksulluk ve yoksunluğun kucağına atmış, en zorunlu gereksinmelerini karşılayamaz duruma düşürmüş, kırdaki ekonomik dayanaklarından tecrit ederken, büsbütün dayanaksız bırakmış ve fakat akıl ve bilim dışı kaderci anlayışlardan medet umar duruma düşmesinin kapısını da açmıştır. “Birey”in ve “birey emekçi”nin karşı karşıya kaldığı sorun, bununla sınırlı kalmamış; ikiyüzlü burjuva politikaları sonucu, dinin toplumsal yaşamdaki etkisi, onun ‘kamusal alan’a da çekilmesiyle artmış, burjuva parti sözcüleriyle devlet kurumlarının yöneticilerinin söyleminde din yeniden özgün bir yer tutar hale gelmiştir. Diyanet İşleri Başkanlığı gibi devlet kurumlarının ve AKP gibi din istismarcısı partilerin, pratik politik, mali-kültürel ve ideolojik destekleriyle dinsel grupların, tarikatların hem güncel gelişmelere göre yenilenmeleri, hem de güçlenmeleri mümkün olmuştur.

Bu ise, tarihsel gelişme genel olarak dinin etkisinin zayıflamasını getirmesine rağmen, dini ideolojinin hâlâ hakim politikada belirgin bir yer tutmasını, “mahalle”de etkili olmasını/olabilmesini ya da etkisini bir biçimde sürdürmesini olanaklı kılmıştır.[3]

Kuşkusuz, din istismarcısı parti ve hükümetlerle –bugün başlıca AKP–sözde laik askeri-sivil bürokrasi arasında, dinin kitlelerin yedeklenmesi ve yönlendirilmesinin aracı olarak kullanılması konusunda bazı biçim ve tarz farklılıkları da vardı. Ancak, onlar arasında, bireyin din ile ilişkisini, inanma ya da inanmama serbestisi veya bireyin, hiçbir baskı altında kalmadan kendi iradesiyle karar vereceği bir sorunu sayma; devletin din karşısındaki politikasını, devlet-din işlerinin birbirinden tümüyle ayrılması, devletin tüm inanç biçimleri ve grupları karşısında aynı “tarafsızlık” konumunda bulunması ve mali yardım ve olanaklarla din ve mezheplerden biri ya da bazılarını kollayıp korumaması şeklinde belirleme yerine, dinin devlet eliyle örgütlenmesi ve devlet politikasının araçlarından birine dönüştürülmesini geçirme konusunda, esasa ilişkin bir farklılık da yoktu. “Laiklikten yana olma” iddiasındaki askeri üst bürokrasi dahil, burjuva hakim sınıfların hizmetindeki parti ve kurumların yöneticileri, ihtiyaç duydukları her durumda, dini kurumları ve dinsel ideolojiyi, kitleleri etkilemek ve yedeklemek üzere yardıma çağırma ve kullanmada birbirlerinden geri kalmadı.

Ancak, dini ideolojinin güç kazanması ve kitleler içinde dine sarılmayı “sorunlarından kurtuluş” yolu sayma eğiliminin güçlenmesi, sadece din istismarcısı politikalara bağlanamaz. Dini önyargı, dogma ve inançların kökleri uzak geçmişte olmakla birlikte, din istismarcısı politikaların etkili olmasında, kitlelerin sosyal-ekonomik açmazları, sorunlar karşısındaki çaresizlikleri büyük rol oynamaktadır. Kapitalizmin emekçileri karşı karşıya getirdiği sorunların ağırlığı, burjuvazinin dini ideolojiyi kapitalist çıkarlar yararına saydığı oranda sahiplenmesi ve kullanması, kitlelerin karşı karşıya bulundukları sorunlardan kurtuluş arayışı, dini ideolojiye sarılma eğilimin gelişmesi ve güçlenmesinde etkili olmaktadır.

Kapitalist gelişmenin özellikle son on yıllarda hız kazanması, kır ilişkilerinin çözülmesini hızlandırdı; kır emekçilerinin topraktan koparak/koparılarak kentlere sürüklenmesine ve kent varoşları olarak da adlandırılan yerleşim alanlarına yığılmalarına yol açtı. Kentlere, daha ileri, daha modern bir yaşam umuduyla, kırda yüz yüze oldukları sorunların bir bölümü ya da çoğundan kurtulma ‘düşü’ ile gelenler veya kentlere zorla sürülenler, buralarda, beklentilerinin aksine, daha kapsamlı ve çeşitli sorunlarla yüz yüze geldiler. Sosyal-ekonomik sorunların ‘girdabı’nda çözümsüz ve çaresizdiler. Kırın gözbağcı-geriye çekici ilişkilerinden kurtulma ve daha modern ilişkiler içine girme yerine, artan çözümsüzlük ve çaresizlik baskısı altında, kaderci/dinsel ideolojiye daha fazla sarılır duruma geldiler. Okula gidemeyen/gönderilemeyen çocuklar kuran kurslarına, doktora gidemeyenler ‘hoca’lara/muskacılara yöneldiler. Bu yönlü eğilimi besleyen bir “ümmetçilik” zaten tarihsel olarak vardı. Halkın büyük çoğunluğu “cami-cemaat” kültüründen geliyordu. Kentlere nüfus göçü, yığınların yaşamında ve yaşam tarzlarında; dolayısıyla düşünce, anlayış ve alışkanlıklarında bir değişim ve “adaptasyon”u sağlama yerine –bunun bir ölçüde gerçekleştiği söylenmelidir–, kitleleri toprağından, yerinden/yurdundan kopmuş işsiz/muhtaç bireylere dönüştürüyor; kapitalistler ile hükümetlerinin ketleri rant alanlarına çevirip kendilerini de bunun “nesnesi” olarak kullanma politikaları, onları, kırsal değerlere sarılmaya doğru itiyordu.

İşsizlik, yoksulluk, açlık, sosyal hak yoksunluğu ve bütün bunların yol açtığı çöküntü ve çaresizlik, emekçileri, çoğunluğu yönünden, “kendi yaşamları ve geleceklerine dair karar verme”de tereddütlere düşürüp umutsuzluğa sürüklüyor, hakları için mücadele yerine kaderci doğma ve hurafelere bağlanmaya yöneltiyordu. Sosyal çöküntü ve çaresizlik, dine, dini cemaat ve tarikatlara sarılmanın en önemli etkenlerinden biriydi ve geleneksel muhafazakarlığın toplum içindeki ve üzerindeki etkisini artırıcı işlev görüyordu.

İşçi-emekçi hareketinin geriye püskürtüldüğü, sosyal hakların burjuvazi tarafından gasp edildiği koşullarda, din istismarcısı parti, grup ve kuruluşların “halka yakın/halktan yana, ianeci” politikaları yığınlar içinde etkili oluyor; kent varoşlarına yığılan kitlelerin çok büyük bir kesimi, modern toplum ve kentin olanaklarından yararlanma ve bu yaşam ve ilişkileri içinde daha ileri yaşam biçimi ve düşünüş şekilleri edinme yerine, kır ilişkilerinin çeşitli versiyonları da denebilecek ya da onlardan önemli oranda etkilenen tutum, anlayış, hareket ve ilişkileri sürdürüyor ve sözüm ona kendilerine daha yakın duran, değerlerine “değer veren”(!) muhafazakar-din istismarcısı ve sağcı partilere yaklaşıyorlardı.

Kapitalizm elbette sadece bu yönlü gelişmelere yol açmadı. “Mahalle”lerde bir başka eğilim; mücadele ve “kaderine rıza göstermeme” tutumunu da şekilleniyordu. Hızlanan kapitalist gelişme ve “küreselleşme” adı verilen emperyalist yayılmacı-yağmacı ve saldırgan politikanın “neo-liberal uygulamalar”ı, emekçileri kitleler halinde yoksul semtlerine sürer ve buralarda yüz binlerle ifade edilen toplulukların yığılmasına yol açarken, kapitalistler ve temsilcileri için, bunlar (mahalle), yalnızca istismar malzemesi olarak değil, düzenlerine karşı tehdit alanları olarak da görülmeye başlandılar. Generaller, “mahalle”lerin, “varoş”ların “potansiyel patlama alanları” ve “tehdit bölgeleri” haline gelmekte olduğuna dikkat çekerek, hükümetleri önlem almaya çağırmakta gecikmediler. “Mahalle”ye karşı tutum giderek sertleşti. Kentlerin en önemli yeşil alanlarını ve “Hazine toprakları”nı iç-dış büyük sermaye çevrelerine peşkeş çeken hükümetler –AKP en pervasızıydı–, yine çıkarları gereği, oluşmalarına göz yumdukları “mahalle”lere karşı daha sert politikalara başvurmaya başladılar. Kuşkusuz bu açıdan da bir istismara başvurarak ve ayrımcılık politikası izleyerek! AKP’li belediyeler, bir yandan halkın sisteme ve sistem güçlerine tepkisini yumuşatma veya bu tepkiyi kendileri dışındaki partilere ve kurumlara, özellikle de halka üstten bakan, halka yabancı CHP gibi partilere yöneltme; diğer yandan mağdur edilmiş ve etik açıdan düşürülmüş emekçileri “yardım” ve “iane” paketleriyle; evlere kömür, şeker-çay-un kolileri dağıtarak, yanlarına almaya çalıştılar.

DEMOKRASİ İÇİN MÜCADELE EDİLMEDEN EMEKÇİLERİN SİSTEME YEDEKLENMELERİ ENGELLENEMEZ

İşçi sınıfı ve emekçilerin ekonomik-sosyal ve politik temel talepleri için mücadeleye atılmaları bakımından ciddi sorunların yaşandığı; hareketin, zayıflıklar ve zaaflarıyla, dağınıklık ve geri düşmeyle karakterize olduğu bugünkü gibi dönemlerde, hakim sınıf ve temsilcisi kurum ve güçlerin yönlendiriciliğinde, kitlelerin ya da bir kesiminin kendi çıkarlarına aykırı yönde harekete geçirilmeleri ve burjuva partileri tarafından yedeklenmeleri daha kolay sağlanabilmektedir.

“Mahalle baskısı” tartışmalarıyla bir kez daha güncellenen ya da denebilir ki kapsamı genişletilen “laiklikten yana-laiklik karşıtı” bölünmesi, önemli oranda hareketin bu ‘nesnel’ durumundan yararlanılarak gerçekleştirildi. Söz konusu tartışma etrafında gerçekleşen ve gerçekleşmekte olan kamplaşma, kitlelerin güncel-acil talepleri etrafında sermaye ve hükümetine karşı mücadeleyi geriye atma işlevi görmekte, bu tartışma üzerinden dayatılan ‘saflaşma’ emekçilerin kendileri aleyhine bölünmelerini ve bir bölümünün sözde laik, demokrasi karşıtı güçlerin; diğer bir kesiminin, işbirlikçi olduğu kadar din istismarcılığında da pervasızlığı en yoğun tarzda sürdüren bir parti ve hükümetinin politikalarına alet olmaları tehlikesini getirmektedir. Bugünkü biçimiyle “laiklikten yana-laikliğe karşı” kutuplaşması, emekçi kitlelerin bir kez de dinsel inançları üzerinden bölünmesine hizmet etmekte; sosyal, ekonomik ve politik talepleri için burjuva hakim sınıf ve temsilcilerine karşı birlikte mücadele etmesi gerekenlerin, sermayenin konumunu güçlendirip politikalarının pratiğe geçirilmesi olanaklarını genişletecek biçimde, kendi aleyhlerine bir yönelişe girmelerine neden olmaktadır. Bir yanda, “laikliğin tehlikede olduğu” söylemiyle antidemokratik siyasal sistemi ve statükoyu sürdürmeye çalışanlar, öte yanda aynı sistemi temsil ettikleri halde, halkın demokratik taleplerini “türban davası”nın kara örtüsü altına iterek, din istismarcılığı üzerinden güçlerini büyütmeye çalışanlar olmak üzere, sistemin iki gerici “kampı”, aralarındaki güç dalaşına halk kitlelerini de çekmeye çalışarak gerginlik alanını “mahalle”ye kadar genişletmişlerdir.[4]

Bu tartışmayı, “AKP’nin demokratikleşme yönündeki politikalarının önlenmesi çabaları”yla ilişkilendirenler, AKP ve hükümetinin büyük sermaye ve ABD başta olmak üzere emperyalist gericilikle işbirliğini, bununla da uyumlu olarak içerde yürüttüğü antidemokratik baskı politikasını, Kürt sorunundaki gerici-inkarcı tutumunu, din istismarcılığını ve kadının toplumsal konumunu kadının aleyhine geriye çekme çabalarını görmezden gelmekte ve aklamaktadırlar. Bunlar, AKP’nin “bir Anayasa yapma” çabası içinde olmasından ve cunta anayasasının değiştirilmesi yönündeki güçlü toplumsal istem ve eğilimden hareketle, AKP’nin Anayasa değişikliğiyle hedeflediklerini “demokratikleşme” olarak göstermekte ve –onlara göre–, “demokratikleşme yolunda yürüyen”(!) AKP’nin desteklenmesini istemektedirler. “Mahalle baskısı”nı “yaşam tarzları”na yönelik tehdit ve büyüyen bir tehlike olarak görenlerin bir kesimi de, kitlelerin baskı ve aldatmaya duydukları tepki ve içine girdikleri arayış sonucu bir başka tuzağa düştüklerini, dinsel önyargı ve dogmaların da bu aldanmayı kolaylaştırıcı rol oynadığını görmeyerek (veya görmek istemeyerek), “laikliğe sahip çıkma” adına –yanılgı içinde olanları bir yana– “devlet dini”ne sarılmakta; böylece, militarist baskı aygıtının “asker-sivil” statükocu güçlerine tepki duyan yığınların dinci partilerin yedeğine düşmelerinde kışkırtıcı, itici bir rol oynamaktadırlar. Çünkü, “mahalle baskısı” olarak tanımlanan veya böyle şekillenerek ortaya çıkan ‘baskı’, –egemen sınıfın kapitalizm-öncesi toplumsal ilişki ve “değer yargıları”nı kullanmasıyla da beslenerek– kitlelerin içinde tutuldukları ilişkilerden, kendilerini özgürce ifade edebilecekleri ve hak ve taleplerini elde edip kullanma olanaklarından yoksun olmalarından ve burjuva modernizmi adına, kendilerine dayatılan baskı, yasak ve aşağılamayla bunun “en rafine” ifadesi olarak kurulu “rejim”e tepkilerinden bağımsız değildir.

Bundandır ki, yönlendiricileri devlet ve hükümet katından olan bu kamplaşma, bu biçim ve içeriğiyle, emekçiler açısından hedef saptırıcı bir aldatmacaya denk düşmektedir. Ne AKP ve destekçilerinin ne de statükocuların tutum ve politikaları açısından, işçi sınıfı başta olmak üzere halk kitlelerinin siyasal, sosyal ve ekonomik talepleri, bir ölçü, kıstas, hareket noktası, vb. oluşturmamaktadır. AKP, kendisinin ve din istismarcısı öteki kesimlerin politik amaçları doğrultusunda dinin toplumsal yaşamdaki etkisini güçlendirecek yasal boşluklar yaratmaya çalışmakta; bürokratik askeri-politik kastın statükocu gerici kesimi ise, hakimiyetini ve konumunu sağlam tutmak istemektedir. AKP hükümeti, dinin toplumsal yaşamdaki rolünü güçlendirme; kadının toplumsal konumunu daha geriye çekerek dinsel köleleştirilmesine kapıları daha fazla açma; bilim ve aklın yol göstericiliğindeki toplumsal ilerleme ve kazanımları püskürterek, kaderci rıza anlayışını etkin kılma ve böylece iktidar mevzilerindeki örgütlenmesinin dayanaklarını güçlendirme politikası izlemektedir. Bu nedenle de, halktan kopuk ve halk kitlelerini kendilerine ilişkin tartışmaların dışında tutarak ve fakat aynı zamanda aşağılayarak statükocu hakimiyetlerini sürdürmek isteyen bürokratik askeri-politik kastın baskı ve yasağa dayalı “kamplaştırma” politikası, din istismarcısı, işbirlikçi ve takiyyeci bu parti ve hükümetin işine yaramaktadır.

Öyleyse bu iki gerici ‘kamp’tan birinin yanında olmak, emekçilerin çıkar ve kazanımlarına karşı konumlanmak, ilerici-demokratik ve anti-emperyalist bir siyasal hatta yürümekten vazgeçmek, bağımsız, demokratik ve laik bir ülke hedefini bir yana itmek olacaktır. İşçi sınıfı ve emekçilerin ileri kitlesi başta olmak üzere, tüm milliyetlerden ezilenlerin yararına olan ise, bu iki gerici kampın çekmeye çalıştıkları platformu reddederek, kendi bağımsız demokratik platformunu oluşturmak ve “mahalle baskısı” tartışmalarıyla yeni bir Anayasa yapılması çalışmalarına bu kendi platformundan ve kendi taleplerini öne alarak müdahale etmektir.

***

Türkiye’de kapitalizmin emperyalizme bağımlı gelişmesi ve kendinden önceki toplumun kalıntılarıyla uzlaşması, dinin toplum yaşamındaki etkisi ve rolüne karşı etkili bir mücadele yerine dini ideolojiyle uzlaşma ve onun burjuvazi tarafından kullanılması, orta burjuva kesimler başta olmak üzere, toplumun çok geniş bir kesiminin muhafazakar değerlere sahip çıkarak ‘kendi değerleri’ni “Batılı”, “modern” değerlerden üstün görmeleri geleneğinin güçlü olması vb., din istismarcısı parti ve çevrelerin hareket olanağı ve alanını genişletmiştir. Toplum yaşamında bu ilişki ve anlayışların varlığı, onların istismarı olanağını sağlamış, egemen sınıfın “askeri”-“sivil” temsilcileri, bunu kendi çıkarları için ve son dönemde giderek “önem kazanan” kamplaşmanın aracı olarak kullanabilmişlerdir. Bu bakımdan, esas olan, dini ideoloji ve dinsel kurumları kullanmaktan kaçınmayan “rejim”e karşı tutum, din karşısındaki tutum açısından da büyük öneme sahiptir. Dolayısıyla da, “yaşam tarzı” söz konusu olduğunda; “giyim kuşam”ın biçimi ve “türban serbestisi-yasağı”dan önce, demokratik bir siyasal sistemin varlığı-yokluğu; sosyal ekonomik hakların insanca yaşamı olanaklı kılacak biçimde kullanılıp kullanılamadığı belirleyici koşulları oluştururlar. Esas olan, “mahalle”nin, bir ayağı da fabrika, işyeri, atölyede olan emekçilerin yerleşimi, iş ve yaşam alanlarının sorunları üzerinden yürütülecek mücadeledir.

”Mahalle baskısı” olarak tanımlanan “İslamcı” politik ve psikolojik baskının çeşitli yaşam alanlarındaki bugünkü hissedilir varlığı, büyük kentlerin ‘varoşları’nda ya da Anadolu’nun ücra köşelerinde “içe kapalı tarzda yaşayan” coğrafi bölgelere has bir olgu olarak alınamaz.[5] Başka bir deyişle, bu ‘baskı’, “kendi doğruları”nı başkalarına zorla empoze etmeye çalışan “sıradan insan”ın tutumuna indirgenemez. Bugün tartışıldığı türden “mahalle baskısı”nı, mahallelinin de aleyhine olarak örgütleyip kışkırtanlar, burjuva toplumsal sistemin merkezi kurumlarının “tepeleri”nde oturanlardır. Yakın dönem olayları içinde özellikle dikkat çeken 6-7 Eylül 1955 yağmacılığı, Sivas toplu yakması, Maraş-Sivas-Çorum saldırıları gibi olayların tertipçileri şoven milliyetçi, ırkçı, “şeriatçı-dinci” kurum, parti ve örgütlerin yönetim kademelerinde oturanlardı. Öyleyse, eğer koşullar, güncel tartışmanın konusu türünden bir “mahalle baskısı”nı gündeme getirirse, bunun örgütleyicisi ve teşvikçilerini esas olarak bürokratik yönetici kastın içinde; din istismarcısı parti, kurum ve örgütlerin “merkez”lerinde aramak daha doğru olacaktır. Gerçek sorumluları, yukarıda da işaret edildiği üzere, “mahalle”yi tetikçi olarak kullanmaya çalışan, bu amaçla kitlelerin inanç ve istemlerini istismar eden, onları gerici-ortaçağcı doğmaların yardımıyla yedeklemek isteyen kesimlerle yine, kitlelerin talep ve duyarlılıkları karşısında baskıyla dikildikleri halde, “laiklik savunusu” adına kitlelerin bir kısmını karşıya alıp diğerlerini yedeklemeye çalışarak din istismarcılığını başka biçimde sürdüren askeri-siyasi güç ve kesimlerdir.

İster, laiklik savunusu adına “dindar kesim”lerin aşağılanması ve baskıya tabi tutulmaları, isterse din adına farklı din ve mezheplerden emekçilerin, herhangi dini görüşe sahip olmayanların ve laik aydınların baskılanmaları olsun, esas sorumluluk, bu üst kesimin, devlet ve hükümetlerle sermaye partileri ve kurumlarınındır. Karşı çıkılması gereken de, onların din istismarcılığı yapmaları, dini ideolojiyi toplum yaşamını etkilemek üzere kullanmaları, devlet dinini dayatma ya da dindar kitleleri aşağılama tutumları ve emekçileri “laik-laiklik karşıtı” kamplaştırması üzerinden bölme çabalarıdır. “Mahalle baskısı”, işsizlik, yoksulluk ve açlığa karşı; çalışma ve yaşam koşullarının iyileştirilmesi, ücretlerin işçi-emekçi ailesinin insanca yaşamasına yeterli ihtiyaçların karşılanması düzeyinde artırılması, herkes için sağlık ve her düzeyde eğitim olanağının, sağlıklı konut ve barınma koşullarının ve yeterli gıda, temiz suyun sağlanması için söz konusu olduğunda; onun mümkün tüm yol, yöntem ve araçlarla bastırılıp püskürtülmesinde, din istismarcısı “laik” yönetici de, din istismarcısı anti laik gerici de birlikte hareket etmekten kaçınmamışlardır. ‘Mahalle’ desteğindeki işçi direnişleri, “gecekondu” yoksullarının eylemleri, altyapı hizmeti isteyen mahalleli emekçinin protestoları, hükümet, il ve Belediye yönetimleri işbirliğiyle ve polis-asker baskısıyla bastırılmıştır. 1970 Haziran işçi eylemleri ve bu eylemlere karşı tutum unutulamayacak örneklerden biridir. Bir diğer örnek, Zonguldak (1990) işçi direnişi ve Ankara’ya yürüyüşleridir.

Bu eylemler sırasında ‘dincisi-dinsizi’; inananı- inanmayanı; Alevisi-Sünnisi; Kürdü-Türkü, siyasal-sendikal haklar için harekete geçerek, sokaklara ve meydanlara çıkmışlardı. Karşılarında ise, dincisi-dinsizi egemen sınıfın temsilcileri (Diyanet İşleri yöneticileri dahil), devlet ve hükümet kurumları, polisiye-silahlı güçler birlikte davranmakta bir an bile tereddüt etmemişlerdi.

İşçi sınıfı ve emekçiler açısından, bugün karşı karşıya bulundukları önemli tüm sorunlar, kapitalist-emperyalist sistem kaynaklıdır. Toplumsal yaşamın ve siyasal sistemin demokratikleştirilmesinin önündeki engel, sömürücü egemen sınıf ve politik-askeri temsilcileriyle onların kurum ve güçleridir. Kitleleri önce geri ilişki biçimleri ve tutucu anlayışlara mahkum edip, onların inanç ve önyargılarıyla oynayarak kutuplaşmalarını sağlayan ve ardından da, bir kesimi, “mahalle baskısı”nın oluşmasını gerekçe göstererek, buna karşı ve sözüm ona laiklik savunusu üzerinden, ve ötekileri de, “dini inanç özgürlüğünü savunma” adına, yine dini istismar ederek, bu “baskı”dan yararlanmak üzere, bu işi suistimal eden sermaye partileriyle devlet kurumları asıl sorumlulardır. “Türban serbestisi-yasağı” sorunu da dahil, mahallelinin sosyal, ekonomik ve politik sorunları kapitalist ilişkilerden, kapitalist sömürü sisteminden ve devlet ve hükümetlerin politikasıyla Diyanet İşleri Başkanlığı gibi kurumların varlığı ve işlevinden bağımsız değildir. Bu kurum ve güçlerden biri ya da birkaçını sorumluluktan azade tutmak ve demokrasi-laiklik-sosyal haklar mücadelesi cephesinde göstermek, sorunu saptırmak; çözümü için hedeflenecek güç ve kurumları –bilerek ya da bilmeyerek– korumaya almak olacaktır. Toplumsal yaşamın, özellikle de işçi ve emekçi kitlelerin yaşamının yasak ve baskıyla yönlendirilmesi, inanç, söz, basın-yayın, örgütlenme özgürlüğünün bulunmaması, en önemli politik sorundur. Türkiye’nin tüm milliyetlerden işçi ve emekçilerinin mücadelesiyle bu durum değiştirilemediği sürece de, bu sorunlar, artarak ya da güç ilişkilerine bağlı olarak bir ölçüde geriye düşerek, devam edecektir.

Umarsız ve beklenti içindeki kitlelere, “mahalle baskısı” oluşturacak tarzda din istismarcılığı yapıp din üstünden politika götürenlerle, “devlet dini” dayatmacılığıyla dinin etkisini tüm toplumda diri tutma politikası izleyenler, aynı gerici sınıfın, aynı sistemin temsilcileridirler. Onlara bilerek ya da aldanarak yedeklenenler, kendi çıkarları aleyhine saflarda yer almış olacaklardır.

Bu da, emekçilerin, ancak kendi temel talepleri için mücadelede ısrar ederek gericiliğin şu ya da bu kesim ve gücüne yedeklenmekten kurtulabilecekleri anlamına gelir. Kitleler ancak böylesi bir mücadele içinde, inançlarının istismarı olanağını burjuva parti ve kurumları için olanaksızlığa çevirecek, burjuva gericiliğine yedeklenme yerine kendi kaderlerini belirleme yoluna girecek, statükocu ya da sözde reformcu burjuva “kampları”na karşı mücadelede birleşebileceklerdir.

İlerici, “solcu” ya da liberal demokrat aydınların küçümsenemez bir kesiminin “laikliğe sahip çıkma” adına kurulu düzen ve “rejim”i sahiplenmeleri, geleneksel muhafazakar “değer yargıları” ve anlayışların etkisi altındaki geniş emekçi kesimlerin, görünürde kendilerine yakın/”daha sıcak davranan”, “değerlerine ve durumlarına önem veren” sağ muhafazakar-din istismarcısı parti ve çevrelere “sarılmaları”nın nedenleri arasındadır. Kapitalist sömürü ve burjuva baskısı altında bunalan yığınların küçümsenemez bir bölümünün, inançlarıyla oynamalarına karşın, kendilerine “yakınlık gösteren” din istismarcısı AKP gibi partilere yönelmelerinde, kendilerini ve sorunlarını anlamayan ya da anlamaz görünen, kendilerini aşağılayarak her tür gerici anlayışın kaynağı gösteren “laik”-liberal aydın, politikacı çevreleriyle, görevlerini “rejimi koruma ve kollama” olarak saptayıp emekçileri hakim baskı aygıtının mengenelerine sıkıştıran/sıkıştırmaya çalışan askeri-politik üst bürokrasinin tutumu çok önemli bir etken olmaktadır. Bu yığınlar, yaşam tarzlarını ve geleneksel değer yargılarını aşağılama tutumu içindeki birincilerle, baskı sisteminin temsilcisi ikincileri haklı olarak “aynı safta” görmekte ve onlara duydukları tepkiyle muhafazakar-gerici din istismarcısı partilere yönelmektedirler.

Kitleleri kucaklayan bir demokratik devrimin gerçekleşemediği; burjuva aydınlanması ve toplumun demokratikleşmesi çabalarının sorunlu olduğu ve onu gerçekleştirme iddiasındaki burjuvazinin sınıf karakteri nedeniyle sonuçlanamadığı ülke ve toplum gerçeğini gözardı ederek ve küçümseme ve aşağılamalarla, dahası burjuva baskı aygıtının “laik demokratik ve sosyal hukuk devleti” olarak gösterilmesi aldatmacasıyla araya çok kesin ve belirgin ayrım koymadan, kitlelerin, din istismarcısı parti, örgüt, kurum ve hükümetlerle dogma ve hurafelerin etkisinden uzaklaşmaları sağlanamaz.

Toplumsal gelişmenin yönü kesintilere, geri dönüş ve zikzaklara rağmen ileriye; değişip dönüşmeye doğrudur. Bugünkü ‘somut durum’, yani işçi emekçi hareketinin geriye düşmesi ve sermaye güçlerinin ideolojik-politik, sosyal ve ekonomik alanda saldırı konumlarını güçlendirmiş olmaları, bu gerçeği değiştiremez. Halk kitleleri yaşamdan ders çıkaracak ve burjuvazinin kendisine ördüğü tuzaklardan kurtulmanın yoluna gireceklerdir. En önemli ve gerçek değiştirici güç, kitlelerin kendi yaşadıklarından öğrenmeleridir. Kitleler, ekonomik-sosyal ve politik talepleri için yürüttükleri mücadeleyle kendilerine dayatılan politikalar arasındaki çelişkiyi görerek, gözbağcı-kaderci anlayışlardan uzaklaşmalarının gerekliliği ve zorunluluğunu anlayacaklardır. Emekçilerin ileri kesimleriyle ilerici aydın, bilim insanı çevrelerinin sabırlı, bilinçli yönelişleri ve kararlı, aydınlatıcı çabalarının ısrarla sürdürülmesi, değişime ivme kazandıracağı gibi, dini ideolojinin ve şoven milliyetçiliğin etkisi altındaki kitlelerle bir güven ilişkisinin sağlanmasına da hizmet edecektir.


[1] Kendilerini “laik” ya da “laiklikten yana” olarak tanımlayan/gösteren şoven milliyetçi kesimin din istismarını, farklı din ve mezheplerden insanlara karşı düşmanlık temelinde ve şoven-ırkçı bir milliyetçilik ideolojisiyle donatarak gerçekleştirdiği biliniyor. Bunlar, yürüttükleri şoven milliyetçi propaganda ve statükocu baskı sistemini sürdürmek üzere laikliği istismar etmeleriyle farklı dini inançlara sahip ve farklı milliyetlerden insanların katledilmelerine (rahip Santoro, Hrant Dink, Malatya’da üç kişinin dini-etnik kimlikleri nedeniyle katledilmeleri olaylarında açıkça görüldüğü üzere), dışlanmalarına, aşağılanmalarına yol açan sosyal-siyasal ve kültürel ortamın yaratılmasını sağlamaktadırlar. Bu da, ister kendilerini “laik” isterse “geleneksel dinci” gösteren burjuva kurum ve partilerinin yönetici çevrelerinin din istismarında birleştikleri ve fakat istismar tarz ve araçlarına göre bazı farklılıklar taşıdıklarını gösterir.

[2] Salt bu “somut durum” dahi, kitlelere yaklaşımda, onların etkisi altında oldukları ‘gerici fikir ve değerleri’ etkisiz hale getirmek için, kitleleri karşıya almayan ve uzaklaştırmayan bir aydınlatma ve kazanma tutumunu gerekli ve zorunlu kılar.

[3] Kapitalist modernleşme, doğal gelişim seyri içinde, dinin ve dini kurumların güç kaybetmesine doğru yol alırken, bu, -engelsiz-, düz bir çizgi halinde gerçekleşememekte; “dini inanış ve tezahürler”in toplumsal yaşamdaki etkisini şu ya da bu düzeyde sürdürmesi mümkün olabilmektedir. Bireyin bu etki altında oluşu/kalışıyla devlet, hükümet ve sermaye partilerinin politikaları arasında, ikincilerin belirleyici rol oynadıkları bir ilişki vardır. Birey, “kendi özgül koşullarında” başkalarına dayatmada bulunmazken, “İslam’ın mahalle baskısı”nı kışkırtıp güçlendiren din istismarcılığı ve dayatmacılığı, egemen güçler ile temsilcilerinin politikalarının ürünü olarak gündeme gelebilmektedir. Yine dinin ve dini kurumların, kapitalist gelişmeye paralel belli bir değişiminden de söz edilmelidir. Yukarıdan, devlet eliyle yapılan müdahaleler bir yana bırakıldığında; iktisadi sosyal gelişme, olgu ve gelişmelerin aklın ve bilimin yönlendiriciliğinde irdelenmesi anlayışının bir biçimde ve bir ölçüde güç kazanmasını getirmiştir. “Laiklik savunusu” iddiasıyla sermaye güçlerini kendi etrafında toplamaya ve modern yaşamdan yana ve dahası kendi inançlarının tehdit altında olduğunu düşünen kesimleri yedeklemeye çalışan generaller de içinde olmak üzere, sermaye güçleri, dini ideolojinin toplum içindeki işlev ve etkisini toplumsal gelişmeye karşı bir tür “denge unsuru” olarak elde tutmaya çalışmışlardır.

[4] Kuşkusuz, dini ideolojinin, geleneksel önyargıların, şovenizm ve milliyetçiliğin etkisi altında, “geleneklere aykırı davranan ya da milliyetçi olmayanlar” üzerinde bir baskı gücü ve anlayışı olarak “mahalle baskısı”nın, güçlü muhafazakar geleneği nedeniyle, Türkiye toplumunda ortaya çıkması mümkündür. Emperyalist gericiliğin ve işbirlikçilerinin, kapitalist çıkarlar için dini kullanma ve dini ideolojinin etkisinden yararlanma tutumlarıyla birlikte, dinin ve ortaçağ değerlerinin yeniden “itibarını artırması”, mahalle baskısının ortaya çıkmasına yol açabilir.

[5] 2007 yılı Ramazan ayında, AKP hükümetinin işbaşında olmasından alınan güçle, 42 ilde, il yönetimleriyle Belediyelerin kamu kuruluşlarına ait yemekhaneleri kapattıkları, bazılarında ise, yemek yemek isteyenlerden isim bildirmelerini isteyerek baskı oluşturdukları görüldü.

anayasalar ve sınıf mücadelesi

 

 

12 Eylül askeri faşist cuntası tarafından yapılan ve cunta koşullarında halka kabul ettirilen 1982 Anayasası’nın, artık toplumun ihtiyacını karşılamadığı, yeni bir anayasanın yapılması gerektiği uzun süredir dile getiriliyordu. İşçi ve emekçi yığınlar, yürüttükleri demokrasi mücadelesinde, özellikle kendilerini ilgilendiren ve mücadelelerini anayasal ve yasal sınırlarla boğan darbe anayasasına karşı değişim isteğini zaten dile getiriyorlardı. Burjuva liberal çevreler ve sermaye örgütleri de, kendi cephelerinden, yeni bir anayasanın gerekliliğini dile getirmişler, “demokratikleşme adımı” olarak kendi anayasa taslaklarını hazırlatmışlardı.

AKP Hükümeti de, özellikle cumhurbaşkanlığı krizinin gündeme gelmesi ile birlikte yeni anayasa ihtiyacından sıkça söz eder olmuş, bir akademisyenler grubunu yeni bir anayasa metni hazırlamak üzere görevlendirmişti. Bugün artık tüm politik parti ve eğilimler yeni bir anayasa tartışması içerisindeler ve kendi cephelerinden istek ve önerilerini, taleplerini dile getiriyorlar, anayasa tartışmasına bir biçimde katılıyorlar. Bu tartışmalar, AKP’nin taslağını kamuoyuna açması ile birlikte daha da yoğunlaşacak ve ülkenin politik gündeminde anayasa sorunu çok önemli bir yer tutacak.

Yeni anayasa nasıl bir anayasa olacak ve hangi sorunu çözüme bağlayacak? Genelde anayasalar ve anayasa niteliğindeki metinler nasıl ortaya çıkarlar ve neleri karar bağlarlar? Kuşkusuz bu yazıda anayasa tartışmalarını tüm yönleri ile –teknik hazırlık, maddeler, anayasa hukuku vb. açısından bunu hukukçular ve tartışmaya katılanlar yapacaktır– değil, sınıf mücadelesini ilgilendiren boyutu ile ele alıp irdelemeye çalışacağız. Çünkü bu niteliği ile sorun doğrudan sınıf mücadelesini ve politikayı ilgilendirmektedir.

Konunun ayrıntılarına girmeden önce, sınıf mücadeleleri açısından anayasa tartışmalarının özünü oluştururan bir soruyu sormak ve bu soruyu yanıtlamak gerekir? O temel soru şudur: Anayasalar toplumda tartışılan herhangi bir sorunu çözüme mi bağlarlar, yoksa toplumun bir çözüme bağladığı sorunları temel bir yasa halinde güvenceye alan metinler midir? Bu soruya tarihsel materyalizm ve sınıf mücadeleleri cephesinden verilmesi gereken yanıt şudur: Anayasalar toplumun –sınıf mücadelesinden geçerek– ulaştığı çözümleri, temel yasalar haline getiren metinlerdir.

Toplumda çözülmeyen sorunları çözmeye yönelmek değil, ama ulaşılmış çözümleri, en azından toplumda o anda oluşan yeni güç dengelerine dayalı olan ara çözümleri anayasa maddeleri düzeyine yükseltmek, toplumu yönetmenin genel ilkeleri haline getirmek, devletin işleyişinin kurallarını belirlemek anayasaların temel içeriğini –bu durum aynı zamanda devletin alacağı biçimi de doğrudan şekillendirir– oluşturur. Yoksa anayasalar toplum tarafından olumlu ve olumsuz bir çözüme kavuşturulamamış sorunları çözüme kavuşturmazlar, bu anlamda sorunları çözen sihirli metinler değillerdir. Egemen olan kendi anayasasını da hazırlar, yürürlüğe koyar. Bu söylenenleri tek cümlede şöyle de özetleyebiliriz: Anayasalar toplumun o andaki fotoğrafını çeker ve bize verirler. Bundan ne eksik, ne de fazla!

Bu nedenle, yeni bir anayasa yapılırken, ortaya çıkabilecek anayasanın karakterini saptamak için, o günkü topluma, sınıf mücadelesinin durumuna, güç ilişkilerine bakmak, toplumun o an verdiği fotoğrafı iyi okumak gerekir. Ancak toplumlar ve sınıf mücadelesi –bundan sadece emek ile sermaye, burjuvazi ile işçi sınıfı anlaşılmamalı, toplumun diğer sınıf ve tabakaları, sermaye ve egemenler içindeki farklı kesimler vb. arasındaki mücadele de anlaşılmalı–  söz konusu olduğunda, bu “fotoğraf”ın durağan bir kare olmadığını, sürekli değişmeye ve gelişmeye açık olduğunu sanırız ayrıca vurgulamak gerekmiyor. Her anayasa daha yapıldığı andan itibaren eskimeye yüz tutmaya başlar ve gelişen toplum, ilerleyen sınıf mücadelesi, anayasada yansımış olan fotoğrafın yenilenmesini talep eder. Toplumda güç sahibi olan yeni aktörler fotoğraf karesinde yer almak ve etkili olmak isterler. Bu açıdan anayasalar ile sınıf mücadelesi arasındaki ilişkiyi yazının ilerleyen bölümlerinde açıklamaya çalışacağız ve bu fotoğrafın nasıl çekildiğini dünya ve ülke tarihinden örnekler vererek göstermeye çalışacağız.

      

MAGNA CARTA’DAN İNSAN HAKLARI BEYANNAMESİNE, SENED-İ İTTİFAK’TAN GÜNÜMÜZE

Tarihte modern anayasaların temeli sayılan ilk metin, Magna Carta’dır. Büyük ferman anlamına gelen Magna Carta, İngiltere’de, 1215’te, Kral John ile büyük toprak sahipleri olan soylular arasında imzalanmıştır. Bu ferman, soyluların kendi rızaları olmadan kralın onlardan vergi alamayacağını, can güvenliklerini vb. hükme bağlar. Yani kralla soylular arasında yapılan bir anlaşmadır. Kralın yetkilerini soylular ve din adamları lehine sınırlar. “Hiç kimsenin, ülke kanunlarına göre yasal şekilde yargılanıp hüküm giymeden tutuklanmayacağı, hapsedilmeyeceği, mal ve mülkünden yoksun bırakılmayacağı” gibi maddeler, feodal soyluların kendilerini, mallarını ve mülklerini güvenceye almak için krala dayattıkları ve kabul ettirdikleri maddelerdir. Bu madde, aynı zamanda mülkiyet sahibi sınıfın mülkiyetini güvenceye alması ile, sonraki sınıflı toplumların da değişmez kurallarından birisi olmuştur. Olup bitenin anlamı şudur ki; kralla feodal soylular arasında bir mücadele olmuş, bunun sonucu olarak, kral soyluların bazı haklarını kabul etmek zorunda kalmış, ve ortaya, bu durumu belgeleyen ilk “anayasa benzeri metin” çıkmıştır.

Yüzyıllar sonra, feodal sistem içerisinde gelişip güçlenen soyluluğa ve feodal sisteme karşı mücadele eden burjuvazi, kendini tüm toplumun önderi ve çıkarlarının savunucusu olarak tanımlamış, giderek iktidarı bir devrimle ya da tedricen ele almıştır. Eski feodal düzene karşı burjuvazinin önderliğinde gerçekleştirilen 1789 Büyük Fransız Devrimini’nin şiarı, özgürlük, eşitlik ve kardeşliktir. Burjuva sınıf üretimini rahatça sürdüreceği toplumsal koşullara ihtiyaç duymakta, feodal toplumun dar ve parçalanmış yapısı, kişisel bağımlılık ilkesi, kapitalizmin gelişimine, serpilip güçlenmesine engel olmaktadır.

Kapitalist, iş gücünü bir meta olarak pazarda serbestçe satabilecek “özgür bireyler”e ihtiyaç duymaktadır. Feodal toplumun serfi, toprak sahibinin malıdır, kişiye ve toprağa bağlıdır ve yerini değiştiremez, iş gücünü serbestçe satamaz vb. Ancak toprak beyine çalışabilir ve kalan zamanda da kendine ayrılmış topraklarda geçimini sürdürmek için çalışabilir. Bu durum, üretim için “özgür emekçiye” ihtiyaç duyan burjuvazi açısından kabul edilebilecek bir şey değildir. Burjuvazi özgürlük bayrağını çeker ve tüm toplumun öncüsü olduğunu ilan ederek, toplumu ve bireyleri özgürleştirme mücadelesine atılır. Feodal baskıdan ve sömürüden bunalmış geniş halk yığınları burjuvazinin bu çağrısına kayıtsız kalmazlar ve feodal sistemin kökü kazınır. Bu, büyük bir tarihsel ilerlemedir.

Artık insanın insana kölece kişisel bağımlılığı, yani feodal bağımlılık ortadan kalkmış, tek bağımlılık ilişkisi olarak, modern burjuva toplumun ekonomik bağımlılık ve çıkar ilişkileri egemen hale gelmiştir. Sermaye, burjuvazi artık “özgürleşmiş” insanlarla, onları ücretliliğin kölesi yapacak “özgür iş sözleşmesi”ni rahatça yapabilir olmuştur. Bundan sonra, artık tek bir bağımlılık ilişkisi vardır: Tüm bireyler ve toplum, sermayeye ve onun çıkarlarına –bugün her olayda piyasalar ne der sorusunun sorulmasının nedeni de budur bağlanmıştır. “Değişim ilişkisi” burjuva toplumun temel ilişkisi haline gelmiştir ve burjuvazi, bu ilişkiyi, hem modern devletin temeli olarak, hem de evrensel insan hakları olarak tanımış ve güvence altına almıştır.

Burada da olan biten şudur ki; modern burjuva toplumun temeli, alt yapısı kapitalist ilişkiler tarafından oluşturulmuş, burjuvazi de, burjuva toplumunun bu yapısını, hem kendi devletinin, hem de genel olarak insan haklarının temeli olarak tanımıştır. Yeni devlet, burjuva toplumun ürünü ve sermayenin egemenlik ve yönetim aygıtıdır. Bu toplumun temel belgesi olan anayasalar ve yasalar da burjuvazinin sınıf egemenliğini güvence altına almıştır. Yani sonuçlanmış sınıf mücadelesi, kendi yansısını ve sonucunu anayasal belgelerde dile getirmektedir. Zaman zaman yanlış bir biçimde dile getirilen, anayasaların, toplumla devlet arasında bir “sözleşme” olduğu yolundaki görüşler, devletin sınıf mücadelelerinin ürünü olarak toplumun içinden çıktığı ve egemen olan sınıfın egemenlik aygıtı olarak toplumun üstünde yer aldığı gerçeğini perdelemekte, toplumun devlete gönüllü olarak itaat ettiği fikrini yaymaktadır.

Kuşkusuz, tarihte ve toplumda olup bitenler, burada kısaca özetlenmeye çalışıldığı kadar yalın ve açık seçik değildir. Sınıfların mücadelesi, pek çok ara biçimi ve çözümü de gündeme getirmiş, bu biçimler, bazen burjuvazinin çeşitli kesimleri arasındaki mücadelenin damgasını –büyük, küçük burjuvazi, büyük burjuvazinin çeşitli kesimleri vb. taşımış, bazen de devrim ve karşı-devrim arasındaki dengeyi yansıtmıştır. Ama bu biçimler geçici olmuş, ağır basan taraf, kendi egemenliğini ve damgasını devlete ve anayasaya vurmuştur.

Burjuvazi, emperyalizm dönemi ile birlikte, serbest rekabetin son dönemlerinde iyice görür hale gelen gericileşmesini sürdürmüş, emperyalist dönemin anayasaları, “güvenlik ve terör” bahanesi ile emekçi sınıflara karşı daha da zırhlandırılmış, devletler, emperyalist sistemin yeni ihtiyaçları temelinde yetkinleştirilip güçlendirilmiştir. Örneğin Avrupa’da bazı ülkeler tarafından reddedilen AB Anayasası, emperyalist tekelci sermayenin istek ve arzularını en ileri düzeyde gerçekleştiren, neo-liberal saldırıları temel hükümler haline getiren bir anayasa olma özelliğini taşıyordu.

Buradan da açıkça anlaşılacağı gibi, anayasalar, donmuş ve değişmez metinler değillerdir. Yönetici sınıfın değişen ihtiyaçlarına göre ya da alt sınıfların baskısı sonucu değişebilirler, toplumda oluşan yeni güç ilişkilerini yansıtırlar. Yukarıda verilen örnekler, bu durumu yeterince kanıtlamaktadır. Ancak tarihte sadece egemen sınıfların egemenliklerini pekiştiren ve güvenceye alan anayasalar bulunmamaktadır. Sömürüye ve ücretli kölelik düzenine karşı mücadele eden işçi sınıfının da kendi anayasaları olmuştur. Bu durumun ilk örneği Paris Komünü olurken, Rus işçilerinin Ekim Devrimi ile kurdukları yeni işçi devleti de, sınıfsız topluma doğru ilerlemek için kendi anayasasını yapmış ve iktidarını güvence altına almaya çalışmıştır.

1871’de Paris’te bir ayaklanma ile iktidarı alan işçiler ve onları destekleyen emekçi kitleler, bütün yönleriyle belirlenmiş bir anayasa olmasa bile, ilk işçi anayasasasının temel hükümleri sayılabilecek kararlar almışlardır. Komün, mevcut orduyu ortadan kaldırmış, yerine silahlanmış halkın gücünü koymuş, memurların seçimle işe başlamasını ve yüksek ücretler almamasını karar altına almış, halkın temsilcilerinin seçilmek gibi, görevden alınmasını da halkın kararına bağlamış, fırıncıların gece çalışmasını yasaklamış, kadın ve çocuk emeğinin istismar edilmesini önlemiş, devleti ve kiliseyi birbirinden ayırarak laikliği uygulamış, genel eğitimi başlatmıştır. Bütün bunlar, anayasa hükmündeki kararlardır; ve tarihte ilk kez, sömürenler değil, sömürülenler ve ezilenler, kısa bir süreliğine ve Paris’le sınırlı da olsa iktidarı almışlar, sömürülen ve ezilen sınıfların talep ve isteklerini yönetim ilkesi durumuna yükseltmişlerdir.

1917 Büyük Ekim Devrimi ile birlikte, tarihte ilk kez, işçi sınıfı, eski sömürücü sınıfları devirerek kendi iktidarını tüm ülke çapında kurmuş, yeni işçi iktidarı, işçi sınıfının özgürce gelişiminin önündeki tüm engelleri kaldırmış, çeşitli milliyetlerden Sovyet halklarının eşitliğini güvence altına almıştır. İşçi sınıfı, ilk kez ve uzun süreli iktidara gelerek, sömürücü üst sınıfları tasfiye etmiş, insanın insan tarafından sömürülmesine son vermiştir. Bu dev tarihsel adımlar, önce 1924 Anayasası ile güvence altına alınmış, ardından 1936 Anayasası gelmiştir. Dünyada bugüne kadar yapılmış en demokratik anayasa, kuşkusuz 1936 Anayasası’dır. Bu anayasa, sadece içerdiği demokratik hükümleri, sınıfsız topluma doğru yürümenin yollarını sonuna kadar açması ile değil, yapılış süreci ile de tektir. Çeşitli milliyetlerden Sovyet emekçileri, tartışarak, eleştirerek, yazarak, fabrika, işyerleri, okullar, mahalleler vb.’nde toplantılarla, buralarda oluşturulan öneriler, alınan kararlarla ve sonunda oylayarak, bu anayasanın yapılışının tüm süreçlerine katılmıştır. Bu anayasa, genel niteliği itibari ile sosyalist toplumun ulaştığı gelişim aşamasını yansıtırken, sosyalist kazanımları da güvence altına alan ve geliştiren bir özellik taşıyordu. Sosyalizm ve işçi iktidarı emperyalist kuşatma altında yıkılsa da, ilk kez, sömürüden kurtulmuş işçi sınıfının kurmaya çalıştığı, insanın kendi kendisinin efendisi olmasını sağlamaya çalışan bu yeni uygarlık, geriye derin ve kalıcı izler bıraktı.

 

TÜRKİYE’DE TARİHSEL GELİŞME

Türkiye’de, Osmanlı İmparatorluğu dönemi de dahil olmak üzere, anayasaların tarihi, çok eskilere gitmez. Padişahın sarsılmaz ve tek olan otoritesine karşı, ilk anlaşma sayılabilecek belge, Sened-i İttifak’tır. 1808 Ekim’inde ayanlar –dönemin büyük beyleri ile yapılan uzlaşmanın sonucu olan bu belgeye göre, ayanlar yerel büyük beyler de diyebiliriz merkezi otoriteyi –padişahı tanıdıklarını –iç ayaklanmalarla padişahın otoritesi sarsılmıştır kabul ederler; buna karşılık, kendi hanedanlıklarını, mallarını mülklerini güvenceye alan maddeleri padişaha kabul ettirirler. Halk, vergilerle fazla ezilmemesi tavsiye edilen “fakir, fukara” olarak, bu anlaşmanın önemsiz unsurları arasında yer alır ve ayanın aşırı vergilerle onları bunaltmaması istenir. 1839’da başlayan Tanzimat Dönemi’nde bazı ”modernleşme” hareketleri vardır ve padişahın, özellikle Müslüman olmayan halkların haklarını güvenceye almasına yönelik küçük adımlar atılır. 1856’da yayınlanan Islahat Fermanı’yla, bu adımlar devam ettirilmeye çalışılır.

1876’da ilan edilen 1. Meşrutiyet ve 1876 Anayasası Kanun-i Esasi–, ilk yazılı anayasal metin olarak kabul edilmektedir. Padişahın tek otorite olmasını güvence altına alır ve il yönetimlerinde bazı değişiklikler yapar. Hatırlanacağı gibi, ilk Meclis-i Mebusan’ın kendisi gibi, bu anayasa da kısa sürede rafa kaldırılmıştır. Padişahlığa karşı, 1905 Rus Devrimi ve dönemin diğer ayaklanmalarının da etkisiyle Osmanlı İmparatorluğu’da gelişen hareketler sonucu, 2. Meşrutiyet 24 Temmuz 1908’de ilan edilmiş, meşruti monarşi denebilecek bir yönetim biçimine geçilmiştir.

Bu değişikliklerin kökeninde, toplumsal ilerleme ve burjuvazinin kısmen gelişmesi, Batı ve bazı Doğu ülkelerindeki halk hareketlerinin yansımaları bulunmaktadır. Anayasal düzeyde yapılan her değişiklik, ileriye doğru atılan her adım, toplumun değişen yapısına karşılık düşmektedir.

1. Dünya Savaşı ve Osmanlı İmparatorluğu’nun bu savaştan yenilgiyle çıkmasının ardından Ulusal Kurtuluş Savaşı başlar ve bu dönemi karakterize eden anayasal metin olarak, 1921 Anayasa’sı –Teşkilat-ı Esasiye Kanunu kabul edilir. Anayasa uzmanlarının genel kanısına göre, bu anayasa, Türkiye’de şimdiye kadar yapılan en demokratik anayasadır. İlk toplanan Meclis tarafından kabul edilen bu anayasa da, “Türk devleti”nden değil Türkiye devletinden, “Türkler”den değil Türkiye’den söz eder. Devlet başkanı yoktur ve Meclis hükümeti tanınır. Bu anayasa, işgal koşullarında ve tüm halkın –Türk, Kürt ve diğer unsurlarmücadeleye katılmasını öngören bir yaklaşımla hazırlanmıştır ve bu yaklaşımı, o anda toplumun içinde bulunduğu durumu resmetmesiyle gerçekçi bir anayasadır.

1924 Anayasası, savaşın kazanılmasının ardından yapılmış ve 1921 Anayasası’nı kaldırmıştır. Milliyetçi bir anlayışla yapılan bu anayasa, “Türklük” tanımını ve onun haklarını anayasaya sokmuş, “altı ok” umdeleri anayasa maddesi haline gelmiştir. Bu anayasa, yeni kurulan cumhuriyet’in, kendisini Türk milliyetçiliği temelinde inşa etmesinin anayasası olarak da kabul edilebilir ve anayasa hukukçularının deyimi ile “katı ve otoriter” bir içeriği bulunmaktadır. 24 Anayasası, yeni kurulan Cumhuriyet’i kurumsallaştırmayı, yeni gelişen burjuvaziyi palazlandırmayı hedefler. Bu anayasa, 1960 askeri darbesine kadar yürürlükte kalmıştır.

1961 Anayasası ’60 darbesinden sonra yapılmış, 24 Anayasası’nı kaldırmıştır. ’61 anayasası, genel toplumsal uyanışın üzerine gelmiş, bir taraftan bu uyanışa dayanıyor görünürken, asıl olarak, onu kontrol altına alma ve sınırlamanın çerçevesini çizmiştir. 1982 Anayasası ise, faşist askeri darbe sonucunda, cunta koşullarında yapılan bir anayasadır. Bu anayasanın karakterini, ünlü iki cümle ile belirlemek olanaklıdır. Birinci cümle, dönemin ABD Başkanı Reagan’a aittir ve darbeyi yapanları “bizim çocuklar” olarak tanımlamaktadır. İkinci cümle ise, dönemin TİSK Başkanı Halit Narin’e aittir ve “gülme sırası artık bizde”dir. Özetle ifade edecek olursak; halk hareketi yenilmiş, işbirlikçi egemen sınıflar, bağımlılığı ve faşizmi yansıtan, sermayenin önünü sonuna kadar açan, bunalımın tüm yükünü işçi sınıfı ve emekçi halkın sırtına yıkan “anayasal bir düzen” kurmuşlardır.

 

BUGÜNKÜ DURUM VE ANAYASA TARTIŞMALARI

12 Eylül’ün kurduğu faşist gerici devlet yönetiminde ilk gedikler, işçilerin ’80’li yılların ortalarından itibaren girdikleri mücadele ile açılmaya başlamıştır. İşçi hareketi “Bahar Eylemleri” ile doruğuna ulaşmış, diğer emekçilerin hareketine de alan açmıştır. Kamu emekçisi memurlar kendi talepleri ile hareketlenmişler, yükselen mücadele fiili haklar elde ederek ilerlemiştir. İşbirlikçi egemen sınıflar, arada kendi cephelerini toparlamaya çalışan ataklar yapmışlarsa da –sürgün sansür kararnameleri, 28 Şubat vb.–, 12 Eylül Anayasası, artık topluma “dar gelmeye”, dikilen elbisenin dikişleri patlamaya başlamıştır. Bu dönemin diğer karakteristik özelliklerinden birisi de, çeşitli kanatları ile dinciliğin –radikal, liberal vb.– gelişmesidir.

Bütün bu mücadelelerin bir anayasa tartışmasını gündeme getirmemesi beklenemezdi. İşçi ve emekçiler zaten yıllardır gerici faşist yasa ve uygulamalara karşı mücadele etmekte, demokrasi ve özgürlük talep etmekteydiler. Bu hareketlenmeden endişelenen ve kontrolü ele almak isteyen sermaye kesimleri de, zaman zaman AB ilişkilerini de gündeme getirerek, değişiklik talep etmeye başladılar. Onların istediği, “küreselleşme ve globalleşme çağına” ayak uyduran bir “TÜSİAD demokrasisi” idi. Bugün artık özellikle burjuva liberal çevreler başta olmak üzere, pek çok çevre, şu görüşü daha yüksek sesle dile getirmektedir: “1982 Anayasası artık hızla gelişen ve değişen topluma dar gelmekte, ‘modern Türkiye’nin ihtiyacını karşılamamaktadır.’ Yeni bir anayasa yapılmalı, toplum rahatlatılmalıdır.” Eğer durum böyleyse, bugün hazırlıkları yapılan yeni anayasa çalışmalarının gerçekte neyi ifade ettiğini ve hangi sorunları çözüme bağlayacağını doğru saptamak gerekir.

Öncelikle, bugün anayasa tartışmalarının nereden çıktığını, farklı mevzilerde duruyormuş gibi görünen güçlerin gerçek niteliğini olanca açıklığı ile belirlemek gerekiyor. Anayasaların çözüme bağlanmış sınıf mücadelelerinin sonuçlarını yansıtan politik metinler ve egemen sınıfın temel yönetim ilkelerini yansıttıklarını, yazının önceki bölümlerinde açıklığa kavuşturmaya çalıştık. Bugün, yöneten ve yönetilen sınıflar arasında büyük bir hesaplaşma mı yaşanmakta, yönetilenler –işçi sınıfı ve emekçi halk kitleleri– yöneten sınıfa –işbirlikçi tekelci burjuvazi– kendi taleplerini zorla kabul ettirmeye mi çalışmaktadırlar? Ve bugün demokratik bir anayasa olanaklı mıdır?

Bugün ülkede böyle bir durumun olmadığı görülmekte ve bilinmektedir. Ülkede büyük bir alt-üst oluş durumu, sınıflar arasında az-çok bir denge durumu ya da emekçi sınıfların ağır basarak devrimci bir anayasa yapma güçleri şimdilik bulunmuyor. İşçi sınıfının ve emekçi halkın, işbirlikçi egemen sınıfa ve onun gerici yönetimine karşı bir mücadelesi olsa da, bu mücadelenin egemen sınıflara yeni bir anayasa yaptıracak, işçi ve emekçi kitlelerin hak ve özgürlüklerini kabul ettirmeye zorlayacak bir gelişkinlikte olmadığını tespit etmek zorundayız. İşçi ve emekçi yığınlar, henüz bağımsız, birleşik bir hareket içerisinde değillerdir ve hakları saldırı altındadır, gaspedilmektedir, en ileri noktada küçük bazı kazanımlarla yetinmek zorunda kalıyorlar. Kürt ulusal hareketinin ise, böyle bir güce –temel hak ve özgürlüklerini anayasal düzeyde kabul ettirmek– sahip olmadığını biliyoruz. Böyle olmakla birlikte, işçi, emekçi yığınlar ve kürt ulusal hareketi eğer etkin bir tutum alabilirse, yeni anayasada bazı önemli demokratik hakların yer almasını sağlayabilecekleri de ayrı bir gerçekliktir. Ama bunun, ivmesi bugünkünden daha yüksek bir mücadele sürecini zorunlu kıldığı/kılacağı kabul edilmelidir.

Bugün yeni bir anayasa için ortaya gerçek bir politik güç koyan kesimler, seçimlerden de aldıkları moral güçle, AKP’de simgelenen –din karşısında liberal tutumları ile öne çıkan– işbirlikçi tekelci burjuva kesimler ve liberal aydın takımıdır. AB sürecinden ve AB’den de destek alan, geniş bir orta burjuva tabakaya dayanan ve palazlanan bu büyük tekelci sermaye kesimi iktidardan pay almak istemekte, kendi sınıfsal isteklerini, “demokrasi” talebi olarak –Demirel’in yasaklı olduğu dönemde “kendim için birşey istiyorsam namerdim” demesi gibi– dile getirmektedir. Bu sermaye grubu, dini ve dinin etkisini, tarikat ilişkilerini yedeklemiş durumdadır. “Özgürlük”, bu sermaye kesiminin literatüründe, devlet olanaklarından ve iktidar nimetlerinden daha fazla yararlanmanın yanında dine biraz daha fazla alan açma özgürlüğü anlamına gelmektedir. Dine daha fazla özgürlük tanımayı –şeriatçılık iddialarına güç verecek biçimde– vadetmesi, asıl olarak, geniş kitleleri peşinden sürüklemek ve örgütlülüğü ve gücünü buradan tahkim etmek içindir. Ülkenin politik yaşamına damga vuran çelişki de, tam da bu nedenle, –kimi liberaller “halkla seçkinler (bürokrasi) arasındaki çelişme” olarak gösterseler de– egemenler arasındaki dalaşmayı ifade eden “laik-dinci” kutuplaşması olmuştur.

Eğer yapılabilirse, yeni anayasa, kuşkusuz bir şeriat anayasası olmayacaktır. Ancak bugüne kadar yürütülmüş olan dini faaliyetleri anayasal bir çerçeveye alacağı, onlara daha fazla alan açacağı da kesindir. Buna rağmen, siyasal demokrasi çerçevesine girecek haklar bakımından, 12 Eylül Anayasası’ndan daha geri ve gerici olması imkanı da herhalde pek yoktur. Bunun nedeni, AKP’nin bunu istemesi değil, işçi ve emekçi yığınların bugüne kadar yürüttükleri demokrasi mücadelesinin, AKP’ye asıl olarak din için değil, ekonomik ve sosyal durumlarını düzelteceği beklentisi ile destek veren halk kesimlerinin bu beklentilerinin etkisi olacaktır. İki gerici gücün karşı karşıya geldiği –laikçiler ve liberal dinciler– durumda, ortaya eskisinden daha gerici bir anayasa çıkma ihtimali bugün bulunmamaktadır. Bir paradoks gibi görünen bu durumun köklü ekonomik, politik ve sosyal nedenleri bulunmakta, uluslararası koşullar da buna bugün için olanak vermemektedir. Öncelikle, sahneye gelen güçlerden birisi, kendisi için de olsa “demokrasi” talep etmekte, “cumhur”un –halk– söz sahibi olmasını istemektedir. Bu durumda, göstermelik ve eğreti de olsa, bazı hak ve özgürlüklerin tanınmak zorunda kalınması olanaklıdır. Yoksa geniş halk kitlelerinin –“cumhurun”– aldatmaya dayalı desteğini bile sağlayabilmek, kendi sosyal tabanını güçlendirebilmek olanaklı değildir. Bu durum, demokrasi isteklerini kışkırtan bir rol oynamaktadır. AKP’nin burada işlevi, demokrasi taleplerini olabildiğince budamak ve güdükleştirmek olarak öne çıkacaktır. Gelişmelerin, AKP’yi yeni anayasa yapma işinden vaz geçmeye götürebileceğini de gözden ırak tutmamak gerekir.

Geçmişte pek çok çevre tarafından liberalleştiği ve demokratikleştiği kabul edilen, yıllar öncesinden yeni bir anayasa taslağı hazırlatmış olan büyük patronların örgütü TÜSİAD, bugünkü anayasa çalışmalarına açık bir destek vermiş olmasa da, yeni anayasanın “TÜSİAD demokrasisi”ni hedefleyeceği ve onu yansıtacağı kesin gibidir. TÜSİAD’cılar, büyük sermaye güçleri içindeki bu güç mücadelesinde eski imtiyazlı konumlarından uzaklaşmayacaklar, ama bu konumlarını AKP’nin sağladığı olanaklarla semiren/semirmekte olan yeni sınıfdaşları ile paylaşmak zorunda kalacaklardır. Onlar için yeni anayasanın tek olumsuz yanı bu olacaktır!

Yeni anayasa tartışmalarından en fazla rahatsızlık duyan iki kesim, eskilerin deyimi ile “askeriye ve mülkiye”dir. Üst düzey komuta heyetini oluşturan genarallerde temsil edilen “askeriye”, sadece 82 Anayasası ile değil, neredeyse tüm Cumhuriyet tarihi boyunca devlet yönetiminde ayrıcalıklı kesim olmuştur. ’82 Anayasası, bu kesiminin ayrıcalıklarını iyice pekiştirmiş ve pratik devlet yönetiminde belirleyici mevzileri tutmalarını –milli güvenlik kurulu, devlet kurumlarında ve kurullarında temsil edilme vb.– garanti altına almıştır. Genel olarak genelkurmay, ikinci bir devlet iktidar gibi ya da bir başka deyişle, asıl devlet iktidarı olarak hareket etmektedir. Cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde verilen muhtıra ve devlet organlarının –Anayasa Mahkemesi dahil– hizaya getirilmesi yaşanmış gerçeklerdir. Ancak seçimler ve sonrasında ortaya çıkan tablo, bu kesimi daha dikkatli ve hesaplı adımlar atmaya zorlamış durumdadır. Kullandıkları temel malzeme laikliktir ve işçi, emekçi kitleleri laik-dinci olarak bölmenin, ilerici sol çevreler dahil, halkın bazı kesimleri arasında “şeriat geliyor” korkusu yayarak, onları yedeklemenin artık uzmanı olmuşlardır. İşaretlerine göre davranan ve sözcülüklerini yapanların yanında yaklaşım ve tutumlarını önemle dikkate alarak kendisine çeki düzen veren medya destekleri de ihmal edilemeyecek güçtedir. Her dönemde halkın önüne yeni bir sorun atılmakta –“mahalle baskısı”, türban vb.–, işçi ve emekçi kitleler arasında gerici bir bölünme her fırsatta derinleştirilmek istenmektedir.

Askerlerin asıl sorunları, devlet yönetimindeki ayrıcalıklı konumlarını kaybedecek olmaları korkusudur. AB sürecine uyum için atılan bazı adımlardan duydukları rahatsızlıkları zaten dile getirmekteydiler. Hatırlanacağı gibi, bu “uyum süreci” açısından MGK’nın yapısında bazı değişikliklerin yapılması gibi gelişmeler, komutanlar tarafından hoşnutsuzlukla sineye çekilmek zorunda kalınmıştı. Bugün ordu, sınıflı bir toplumdaki olağan mevzisinde bulunmakla, yani devletin temel kurumu olma ve gerektiğinde harekete geçireceği güç olma özelliği ile yetinmemekte, doğrudan günlük politika ve devlet işlerinde söz sahibi olma konumunu korumak istemektedir. Kuşkusuz yeni bir anayasada orduyu “olağan yerine çeken” köklü değişiklikler olmayacaktır. Ancak bugünkü duruma sınır getirecek bazı adımların atılmak isteneceği de görülmektedir. Bu bir mücadele konusudur ve bu durumun yeni anayasada nasıl yer alacağını belirleyecek olan bu mücadelenin seyri olacaktır. Ordunun Kürt sorununu zorlayarak, “güvenlik sorunlarını” alevlendirerek, laikçi kesimleri hareketlendirip, yedekleyerek mevcut hükümeti ve genel olarak hükümetleri geriye ittiği ve sınırlandırdığı bilinmektedir.

Yüksek yargı ve sivil bürokrasi diyebileceğimiz “mülkiye” takımı da, anayasa tartışmalarından ciddi rahatsızlık duymakta ve bu sürecin durdurulması için uyarı bayraklarını kaldırmaktadır. Sıklaşan rektörler toplantıları, yüksek yargının her vesileyle yaptığı çıkışlar, devlet yönetiminde hangi kliklerin ağır basacağı mücadelesinin dışa vurumlarıdır. Hükümetin gerek ordu, gerekse de sivil yüksek bürokrasi karşısındaki pozisyonu, demokrasiyi savunmak değil, “benden olsunlar, yerlerinde kalsınlar” pozisyonudur. Ancak Cumhuriyet dönemi boyunca geleneksel politikaların uygulayıcısı ve savunucusu olan bu kesimlerin, kendi konumlarını sarsacak herhangi bir değişikliğe gönüllüce razı olacaklarını gösteren en küçük bir belirti bile bulunmamaktadır. Yeni anayasa –eğer yapılacak olursa!–, bütün bu sorunları kalıcı bir çözüme bağlamaktan çok, geçici ara çözümlere yönelecektir. Çünkü bugünkü güç ilişkileri daha fazlasına izin vermemektedir.

 

NASIL BİR ANAYASA?

Bu sorunun yanıtını vermek, kuşkusuz burada demokratik, halkçı bir anayasanın tek tek maddelerini sıralamak değildir. Ama gerek işçi sınıfının, gerekse emekçi halk yığınlarının yıllardır uğruna mücadele ettikleri talepler bellidir. Bunları genel olarak ifade edecek olursak; bu anayasa; söz, basın ve örgütlenme –sendikal vb. dahil– hakkı üzerindeki her türlü yasaklama ve baskıyı ortadan kaldıran, emperyalizm ve işbirlikçileri karşısında halkın çıkarlarını koruyan, demokratik içeriği ile Kürt halkı üzerindeki baskı ve terörü ortadan kaldırarak, politik ve kültürel hakları tanıyan bir anayasa olmalıdır.

Özetle, yukarıdakilerin yanı sıra, aşağıda genel olarak dile getirilen şu genel talepler demokratik bir anayasanın belirtisidir; işçi sınıfı ve emekçi yığınlar, bu taleplerin anayasada yer alması için mücadele etmelidir:

a) Kürt sorununun demokratik, eşit ve halkçı çözüm yolunu açan, halklarını kardeşliğini esas alan, Kütçe’nin kamusal alanda kullanılmasını güvenceye alan,

b) Laisizmi, devlet dini dayatması ve Diyanet İşleri üstünden Sünniliğin bir yorumu olan “devlet dini”nin destekçisi olmaktan çıkarıp; dinler, inançlar karşısında tamamen yansız olacağı bir temele oturtan, din ve vicdan özgürlüğü temelinde laikliği güvence altına alan, dinsel baskının her türüne karşı vatandaşı koruyan,

c) İşçi sınıfı ve emekçilerin kazanılmış haklarını güvenceye alan, işsizlik ve yoksulluğa karşı önlemler almayı asli görevi sayan, 18 yaşına gelmiş her vatandaşa iş bulmayı garanti altına alan, iş buluncaya kadar işsizlik ödeneği sağlayan,

d) Uluslararası sermayenin dünya egemenliğinin politikası olan küreselleşme politikalarına karşı; Türkiye’nin sanayisini, tarımını, emeğinin birikimlerini koruyan, kamu sağlığı ve eğitimini hak sayan ve garanti eden,

e) Dünyanın ve Türkiye’nin doğasını ve tarihi varlıklarının korunmasında devleti sorumlu kılan,

e) Gerici Ortaçağ değerleri ve bilim dışı öğretilere karşı; insanlığın ileri kültürel değer ve birikimlerinin korunup geliştirilmesini teşvik eden, bilim özgürlüğünü savunan ve bu alandaki hakları güvence altına alan… bir anayasa.

Burada temel sorun, elbette, işçi ve emekçi kitlelerin mücadelesinin henüz böyle bir anayasayı koparıp alacak gelişkinlikte olmamasıdır. Ancak demokrasi ve özgürlükler için mücadele etmek, bu mücadeleyi yeni anayasa tartışmaları sırasında da yükseltmek, bütün bu talepleri elde etme olanağı tanımasa da, gerici yönelimleri, daha da geriye çekme –laikçi, milliyetçi cephe bunun için bastırmaktadır– çabalarının bazı girişimlerini engelleyebilir. Bütün bunlar, açık ki, soyut akademik tartışmaların, doktiriner yaklaşımların, anayasa taslakları hazırlamayı iş ve görev edinen bir anayasa yazıcılığının değil, somut mücadelenin konusudurlar.

Eğer işçi sınıfının iktidar mücadelesi gibi bir sorunu, demokrasi ve bağımsızlık isteyen güçleri arkasına toplama diye bir sorunu varsa –olduğuna her halde kimse itiraz edemez–, anayasa gibi önemli politik bir sorunda atıl kalması söz konusu değildir. Bütün bu sorunlar ve mücadeleler iktidar mücadelesinin ön çarpışmalarıdır ve işçi sınıfı bu okuldan geçmek zorundadır.

ekim devrimi ve demokrasi tartışmaları

 

 

“Son yüzyıl içinde, üstünde en çok spekülasyon yapılan kavramların başında ‘demokrasi’ kavramı gelmiştir” dersek abartı yapmış olmayız. “Demokrasi”, kimi zaman sınıflar üstü, “halkın halk tarafından yönetimi” olarak idealleştirilip, insanlığın varabileceği son düzenin adı olarak ilan edilmiş, kim zaman “burjuvazinin egemenliğinin örtüsü” olarak lanetli bir kavram olarak ilan edilip, onun yarattığı imkanlardan yararlanmayı savunmak bile “burjuva reformisti” olmaya yetmiştir. Öyle ya da böyle; “demokrasi”, 20. yüzyılın bu en popüler siyasi kavramı, aynı zamanda en yalama olmuş kavram olarak da siyaset piyasasında var olmuştur. Bugün de aynı; kimi zaman idealize edilmiş bir sınıfsız, zümresiz yönetimi tarif etmek üzere, kimi zaman da aşağılama sıfatı olarak kullanılmaya devam edilmektedir. Ve öyle görünmektedir ki, daha hayli bir zaman “demokrasi” kavramı, siyaset piyasasında tedavülde kalmaya devam edecektir.

Ekim Devrimi’nin* 90. yılında, “demokrasi” üstüne bir tartışma, bir yandan bir ironiye karşılık gelirken, öte yandan da, burjuva propagandanın “demokrasi” ve Ekim Devrimi için yaratmaya çalıştığı sis perdesini aralamak için güncel bir ihtiyaçtan da kaynaklanmaktadır.

Demokrasinin ne olduğu, gerçekten her derde deva bir yönetimi tarzına mı karşılık geldiği açısından bakıldığında, Ekim Devrimi, burjuva demokrasisinin (burjuva demokrasilerinin değil) sonunu ilan ederken, aynı zamanda, onları, aşılanarak kendilerini yenilemeye zorlayan bir güç odağı, bir baskı odağı olarak da rol oynamıştır.

 

BURJUVAZİNİN EGEMENLİĞİNİ SAKLAMANIN ARACI OLARAK DEMOKRASİ

Demokrasi kavramına karşılık gelen yönetim biçimleri, ilk sınıflı toplum olan kölecilikten beri; krallıkların, monarşik yönetimlerin karşıtı olarak kullanılagelmiştir. Ve genelde, “halkın doğrudan ya da temsilcileri aracılığı ile kendi kendini yönettiği düzen” biçiminde anlaşılmıştır. Bu yüzden de, örneğin Aristoteles, Platon, Makyavelli gibi ünlü düşünürler ve devlet kuramcıları tarafından “toplumda anarşiye, başı boşluğa yol açtığı” için eleştirilse de, “halkın kendi kendini yönetmesi” gibi sihirli bir tanıma sahip olduğu için, her zaman popüler bir talep olmuştur.

Demokrasi; tanımındaki, bütün o; “halkın kendi kendini yönetmesi” gibi cazip ifadeye karşın, Antik Yunanistan’da, Roma’da köleci, feodal İngiltere’de feodal bir demokrasi biçiminde şekillenmiş, ama, “halkın kendi kendini yönettiği bir yönetim biçimi” olarak değil; açıkça köle sahipleri ya da derebeyleri için/açısından bir demokrasiyken, en demokratik dendiği dönemlerde bile, köleler ya da serfler üstünde bir diktatörlük olarak cereyan etmiştir.

Köleciler, feodal krallar ya da egemenler; güçlerini tanrısallıklarından ya da soylarındaki, kanlarındaki asaletten alırken, demokrasiye, sadece mecbur kaldıklarında; ezilenlerin baskıları karşısında egemen sınıfın kendi arasındaki çatışmalara son veren bir uzlaşma için başvurmuşlardır. Dolayısıyla demokratik yönetimler, feodal ve köleci düzenlerde rastlantısal ve gelip geçiciyken, kapitalizm çağında demokrasi, burjuvazinin klasik yönetim biçimi olarak, kapitalizmle, burjuvazinin egemenliği ile özdeşleşen bir yönetim biçim olmuştur. Çünkü burjuvazi egemenlik hakkını tanrısal bir güçten ya da kan bağından almıyor, tersine tümüyle sermayeye, üretim araçlarının mülkiyetine sahip olmak gibi dünyevi dayanaklardan alıyordu. Dolayısıyla da; burjuvazinin, egemenliğine, toplumun çoğunluğu karşısında bir meşruiyet sağlaması için (kendi egemenliğini gizlemek için), demokrasinin ikiyüzlülüğüne ihtiyacı vardı. Yani hem burjuvazi, egemen sınıf olarak, devlet olarak örgütlenecek, hem de onun bu egemenliği; başta işçi sınıfı olmak üzere tüm halk tarafından sanki kendi egemenliğiymiş gibi algılanacaktı, burjuvazinin ihtiyacı buydu. Buna, tarihsel bakımdan, bir prestije sahip olan ve “halkın halk tarafından yönetilmesi” olarak bilinen (sanılan) demokrasiden daha iyi uyan bir üst yapı olamazdı. Daha doğrusu, demokrasi, kapitalizmin, özel mülkiyet hakkını kutsamayı temel alan burjuva egemenliğinin temeli olmuştur.

 

BURJUVAZİNİN DEVRİMCİ ÇAĞI VE DEMOKRASİ

Kuşkusuz ki; burjuva demokrasisi bakımından, zirve, Büyük Fransız Devrimi’dir. Silahlanmış işçi ve köylüleri peşine takan burjuvazi, soyluluğun ve Kilise’nin egemenliğine son verirken, “Özgürlük Eşitlik ve Kardeşlik” sloganı etrafında amaçlarını tüm uygar dünyaya yaymanın da yolunu açmıştır.

Devrimin eski düzene ve kalıntılarına karşı mücadelesi; herkese eşitlik ve özgürlük getireceği umudu; yoksul köylü yığınları ve kentlerde oluşmaya başlayan işçiler arasında büyük bir heyecanla karşılanmıştır. Dahası aydınlar, sanatçılar devrimin tüm toplumu özgürleştireceğini umarak, heyecanla devrimin ideallerine sarılmışlardır. Ama aradan çok geçmeden, işçi ve köylü yığınlarını silahlarından tecrit eden burjuvazi, aristokrasiyle, eski düzenin kalıntılarıyla ittifak kurarak, kendi egemenliğini pekiştirme yoluna girmiş, hem emekçi yığınlar hem de aydınlar arasında büyük hayal kırıklığına yol açmıştır.

Bu hayal kırıklığı, önce burjuva aydınlar, ütopik sosyalist düşünürler ve burjuva-sosyalist çevreler tarafından bir kapitalizm eleştirisi olarak biçimlendirilirken; bu eleştirici tutum, 19. yüzyılın ortalarında, Marks ve Engels tarafından bilimsel temellere oturtulmuş ve kapitalizmi yıkma stratejisi üstüne temellendirilen bir teorinin, Marksizmin biçimlenmesiyle; siyasetin, ekonominin ve felsefenin pek çok temel kavramı gibi, demokrasinin içeriği de sorgulanmış, demokrasi, işçi sınıfı ile burjuvazinin kendi dünyalarını kurma mücadelesi açısından yeniden anlamlandırılmıştır.

Böylece “Eşitlik Özgürlük, Kardeşlik” sloganında dile gelen idealler, 19. yüzyıl boyunca, hatta nispeten 20. yüzyılda da, demokrasi ve özgürlük bayrağının dalgalandığı her yerde uğruna ölümlerin göze alındığı idealler olmaya devam etmiştir; ama, iktidarı ele geçirdiği her yerde, burjuvazinin ilk yaptığı işin, arkasından sürüklediği emekçileri yeniden tarlalara, fabrikalara sürme, eski düzen kalıntılarıyla ittifak ederek, emekçi yığınların taleplerini bastırarak, onları basit ücretli kölelere dönüştürme olması geleneği, yıllar ilerledikçe daha katı bir kural olarak işlemiştir.

İlk kez 1640 İngiliz Devrimi’nden başlayarak, burjuvazinin önderlik ettiği bütün devrimler aynı kaderi paylaşmıştır. Slogandaki özgürlük; gerçek hayatta, burjuvazini mülk edinme özgürlüğü ile serflerin (toprak kölelerinin) ücretli köleler olarak “yaşama” ya da açlıktan ölme özgürlüğü olarak şekillenmiştir. Herkese verildiği ilan edilen ifade özgürlüğü, inanç ve vicdan özgürlüğü gibi özgürlükler ise, burjuvazinin çıkarlarıyla bağlı olarak ve sadece yeterince servete sahip olanların kullanabileceği özgürlükler olarak, işçiler ve köylü yığınları tarafından ulaşılamaz kalmıştır. Ulusların özgürlüğüne dair söyleneler ise; burjuvazin bu en devrimci çağının aynı zamanda sömürgeciliğin en parlak çağı olmasından bile anlaşılır ki; bu özgürlük, sadece Avrupa’nın zengin uluslarına ait ve onların çıkarıyla uyumlu olduğu ölçüde meşru görülen bir özgürlüktür.

“Eşitlik”; gerçekleşme koşullarından yoksun olarak, herkesin yasalar önünde eşitliğine indirgenmiştir. “Kardeşlik” ise, kapitalist rekabet tarafından çoktan çöpe atılmış; ana-baba bir kardeşlerin bile birbiriyle rekabete girdiği bir kurtlar sofrası olan kapitalizmde sadece bir cila olarak kalmıştır.

 

EKONOMİDEKİ SERBESTLİK VE SİYASAL ÖZGÜRLÜKLER SORUNU

17. yüzyılın ortalarından başlayıp 19. yüzyılın sonuna kadar süren burjuvazinin bu en devrimci dönemine toplam olarak bakıldığında; kapitalizmin yaptığı en devrimci şeyin, feodalizm tasfiye ederek, serfleri özgürleştirmesi ve meta üretiminin evrenselleşmesini sağlaması olduğunu görebiliriz. Bu, ekonomik temeldeki dönüşüm, siyasal üst yapıda burjuva demokrasisi; genel oyla seçilen vekillerden bileşen temsili meclislerin oluşması olarak yansır.

Ülkeden ülkeye araçları ve biçimleri değişse de; burjuva demokrasisinin geldiği en ileri aşama budur. Ancak, kapitalizmin bu devrimci çağında demokrasinin en gelişkin olduğu yerlerde bile, burjuvazi, temsilcilerin, vekillerin seçimini hep sınırlamış, meclisler genellikle yetişkin erkelerin seçtiği seçimlerle olmuştur. Seçilme ise daha da zor olmuş, İngiltere gibi bir ülkede bile, uzunca bir zaman, belirli bir vergi ödeyecek kadar mülke sahip olanların seçilme hakkının olduğu bir seçim sistemi yürürlükte kalmıştır. Kadınların oy hakkı ve seçilme hakkı ise, birkaç ülke dışında, ancak 1930’lardan sonra mümkün olmuştur.

Bu iki buçuk yüzyıllık döneme bakıldığında, bugün kimi önyargılara karşı mücadele bakımından iki şey önemlidir.

Bunlardan birincisi; seçimlerin, herkesin eşit olarak (bir oy) oy kullandığı ve herkesin aday olabildiği ideal haline gelmesinin, burjuvazinin ve onun demokrasisinin bir lütfu olduğuna dair ön yargıdır. Son çeyrek yüzyılda, neo-liberal iktisatçıların (ve düşünürlerin) iddiası da buydu. “Eğer, devlet ekonomik alandan, mal ve hizmet üretiminden çekilir, piyasa kuralları her alanda tam uygulanırsa, kaçınılmaz olarak demokrasi de gelir; çünkü ekonomik serbestlik siyasette de özgürlüğü gerektirir” diyorlardı. Mantıksal bakımdan oldukça makul görünen bu iddia gerçeği yansıtmamaktadır, gerçekte hiç böyle olmamıştır. Burjuvazi, bütün 18. ve 19. yüzyıl boyunca ekonomide serbestiyi savunmuştur, ama demokrasi konusunda, tam tersine; kendi egemenliği için her önlemi almış; burjuva demokrasinin en olmazsa olmazı sayılan oy hakkını, yığınların oylarıyla devlet yönetimine katılmasını, siyaseti etkilemesini engellemek için olmadık seçim sistemleri geliştirmiş; kadınların, köylü yığınlarının, yerine göre işçilerin oylarının sonucu etkilemesini önleyen sınırlamalar getirmiştir. Tıpkı bugün en gelişmiş ülkelerde bile uygulanan seçim barajları; partiler arasında eşitsizlik yaratacak uygulamalar; halkın oylarının yaratabileceği istikrasızlıklardan parlamentoları koruma amaçlı seçim sistemleri icat edilmesi gibi…

Başka bir söyleyişle, burjuva demokrasisinin, işçi ve köylü yığınlarının demokratik haklarından, özgürlüklerden az çok yararlandıkları dönemlerinin, sadece devrimci ayaklanma dönemleri, yığınların silahlanarak bir güç olabildikleri, en azından örgütlülüklerinin onları bir güç olarak sahneye sürdüğü dönemler olduğu görülür. Yani demokrasi denilen şeyden emekçilerden yararlanması, günümüz burjuva liberalleri ve sosyalistlerinin söylediği gibi, her şeyin burjuvazi için güllük gülistanlık olduğu, toplumda “sükunet”in hüküm sürdüğü koşullarda değil, tersine toplumsal ilerlemenin yığınların devrimci atımları tarafından ilerletildiği dönemlerde olabilmiştir.

 

EKİM DEVRİMİ VE BURJUVA DEKMOKRASİSİ

Lenin, 1917 Şubat Devrimi sonrasının Rusya’sını değerlendirirken; “Feodal, Avrupa’nın en geri ülkesi olan Rusya bir anda dünyanın en demokratik ülkesi oldu” der. Çünkü yasalarda demokratik haklar; örgütlenme vc ifade özgürlüğü, halkların kaderlerini tayin etme hakları bakımından bir ilerleme olmamıştır; ama devrim eski düzeni parçalarken köylüleri serbestleştirmiş, işçi ve köylü yığınları Şubat Devrimi’nin getirdiği özgürlük ortamı içinde hakların savunmak için Sovyetler içinde örgütlenip silahlanmışlar; demokrasiyi ilerleterek, demokrasi mücadelesini, işçi sınıfının kendi düzenini kurma (sosyalizm) mücadelesinin bir dayanağı olarak geliştirmek üzere davranmışlardır.

Böylece işçiler hakların savunmak ve görüşlerini serbestçe ifade etmek üzere grevlere, mitinglere başvurmuşlardır. Kendi matbaalarına, kağıda, izin almadan toplantılar ve hakları için gösteri yapma hakkına kavuşmuşlardır. Dolayısıyla feodal-monarşist, otokratik Rusya, bir anda demokratik bir ülke olup çıkmıştır. Üstelik de, herhangi bir Avrupa ülkesinden farklı olarak, işçilerin örgütlenme ve ifade özgürlükleri, kağıt üstünde bir hak olmanın ötesinde, fiilen kullanılabilir duruma gelmiştir.

Burjuva Kerenski Hükümeti, bu özgürlüklere sadece 6 ay tahammül etmiş; 1917 Temmuz’unda işçi önderleri tutuklanmış, matbaaları basılıp mühürlenmiş, bildiri, broşür ve gazete çıkarmaları yasaklanmıştır. Ama altı aylık demokratik bir düzen ve açık alanda yürütülen demokrasi mücadelesi bile, işçilerin eğitiminde, onların kendi aralarında birleşme ve öteki sınıflarla ilişkilerinde (özellikle köylülükle ittifak konusunda) olağanüstü bir ilerleme sağlamıştır.

Yukarıdan beri söylenenler göz önüne alındığında; 1917 Şubat’ı sonrasında Rusya’da olanlar bir rastlantı değildir. Çünkü tarihte, bütün egemenler; kendi düzenlerin kurarken yoksulları (köylüleri, serfleri, işçileri) silahlandırmış ya da onların silahlanmasına göz yummuştur. Ta ki, kendisi iktidara gelip egemen sınıf olarak örgütlenerek, devleti, ezilen ve sömürülenler üstünde bir baskı aracı olarak kullanmaya başlayıncaya kadar. Ancak Rusya’da, bütün kapitalizm çağı boyunca Avrupa’da gördüğümüzden farklı bir şey vardı. O da; işçi sınıfının, devrimci bir sınıf olarak, devrime, kendi partisinin önderliğinde örgütlenmiş, iktidarı almaya aday bir sınıf olarak katılmış olmasıydı. Bunu, burjuvazi yakın bir tehdit olarak gördü ve en acil işi olarak, silahını işçilere, köylülere yöneltti. Daha işçilerle ve köylülerle ittifak içinde Çarlığa karşı savaşırken bile, işçilerin ve köylülerin taleplerine karşı Çarlığın kalıntılarıyla ve emperyalist burjuvaziyle işbirliğine yönelmekten çekinmeyen Rus burjuvazisi ve onun siyasi temsilcileri, Menşevikler, sosyalist devrimciler gibileri, devrimi bir karşı devrimle tamamlamak üzere, silahların işçilere, köylülere, onların partilerine ve Sovyetlere yöneltmekte tereddüt göstermediler. Bu yüzden de, Lenin’in sözün ettiği Rusya’nın Avrupa’nın en demokratik ülkesi olması tespiti, ancak 1917’nin Temmuz’una kadar sürebildi. Şubat Devrimi’nden sonra, burjuvazi, yönetici egemen bir güç olarak, sadece 8 ay yaşayabildi. Bolşevik Partisi’nin önderliğinde birleşen Rusya’nın işçi, köylü ve asker Sovyetleri, burjuvazinin iktidarını alaşağı ederek, tarihin ilk sosyalist devrimini gerçekleştirdiler.

Bu, tarihin, “Ekim Devrimi’den önce ve Ekim Devrimi’nden sonra” olarak, gerçekten ikiye bölünmesiydi. Çünkü Ekim Devrimi’nden önceki tarih, mülk sahibi sınıfların arasndaki bir egemenlik mücadelesiydi ve tarihin ilerlemesi, bir mülk sahibi sınıfın ötekinin yerine geçmesiyle olurken, Ekim Devrimi’yle birlikte, ilk kez, ezilen, sömürülen bir sınıfın, işçi sınıfının, son mülk sahibi sınıf olan burjuvazinin iktidarını yıkması ve yerine işçi sınıfının iktidarını kurması, sınıfsız bir insanlık toplumunun kurulma yolunun açılması anlamına geliyordu.

Ekim Devrimi, aynı zamanda dünyanın orta yerinden ikiye bölünmesi; kapitalist ve sosyalist dünya olarak ikiye bölünmesi demekti. Üstelik bu bölünme, siyasi literatürde sözü edilen, yoksulların dünyası, zenginlerin dünyası, işçinin dünyası kapitalistlerin dünyası, ezilen halkların dünyası, emperyalistlerin dünyası gibi, edebi, propagandif anlamda bir bölünmeden çok öte; gerçek, ele tutulur bir bölünmeydi. Çünkü, dünya coğrafyasının altıda biri üstünde, yeni; sömürüsüz, baskısız, işçilerin, köylülerin egemen olduğu ve insanlığın sınıfsız, savaşsız bir dünya idealinin büyütüldüğü bir düzen kurulması demekti. Ve artık dünyanın altıda biri üstünde; kapitalizmin ekonomik yasaları, ideolojik, siyasi, hukuki, kültürel, sanatsal değerlerinin geçerli olmadığı anlamına geliyordu.

Hani son yıllarda popülist kim siyasi çevrelerin, “önemli” bir gelişme olduğunda, “artık hiç bir şey eskisi gibi olamaz” diye parlak nutuklar attıkları (tabii, bugün olduğu gibi, vırt zırt her değişikliğe bakıp, huşu içinde, “artık hiçbir şey eskisi gibi olamaz” naraları atanların söylediği anlamda değil) anlamda değil, ama gerçekten “hiçbir şeyin artık eskisi gibi olmadığı” bir dünyanın kapısını açtı Ekim Devrimi.

Böylesine bölünmüş bir dünyada; hiçbir şeyin artık eskisi gibi olmasının mümkün olmadığı bir dünyada, elbette burjuva devletin ideal biçimi olarak tanımlanan demokrasi de artık eskisi gibi kalamazdı. Çünkü eskisi gibi kalırsa, artık burjuvazinin yığınları aldatması için bile bir işe yarayamazdı.

Bu açıdan bakıldığında, Ekim Devrimi, kapitalizm çağının sonunu ilan ederken (proleter devrimleri çağını açtı), burjuva demokrasisinin de tarihsel bakımdan ömrünü tamamladığını ilan etti.

2. Enternasyonalcilerin önderi Karl Kautsky’nin, Ekim Devrimi’ne yönelttiği en temel eleştirisi; “Bolşeviklerin demokrasiye kılıç çekmiş olması”dır. Kautsky, burada, elbette, burjuva demokrasisine hayranlığını dile getirmekte, proletaryanın iktidarının burjuvazinin iktidarına göre daha az demokratik olduğunu, hatta baskıcı, kaba saba bir diktatörlük olduğunu ifade etmektedir. Kautsky, bu gerekçesi bakımdan elbette haksızdır ve burjuvazinin ucuz propagandacılarından biri olarak davranmaktadır. Ama bu eleştiri, aynı zamanda, Bolşeviklerin ve Ekim Devrimi’nin burjuva demokrasisi çağının sonunu ilan ettiklerini ifade etmesi bakımından da anlamlıdır. Kautsky gibi burjuvaziye hayran bir eski Marksist’in bunu sezmiş olması da, onun için bir erdem sayılmalıdır!

 

EKİM DEVRİMİ’NİN BÖLDÜĞÜ DÜNYADA DEMOKRASİNİN İÇERİĞİ

Elbette burada Ekim Devrimi’nin burjuva demokrasisinin sonu ilan etmesinden kasıt, artık hiçbir ülkenin burjuva demokrasisiyle yönetilen ülke olarak kalamayacağı ya da kalmadığı değildir. Tersine, tıpkı 1789 Büyük Fransız Devrimi’nin burjuvazinin egemenliğinin zaferini ilan etmesine karşın, daha yüz yıllarca feodal yönetimlerin de (mutlak krallıklar ve imparatorluklar) Avrupa başta olmak üzere dünyanın her yanında hüküm sürmeye devam etmesi gibi, elbette Ekim Devrimi’nden sonra da dünyada pek çok ülke burjuva demokrasisiyle yönetilmiş, kimi devrimler burjuva karakterde bir demokrasiyle sonuçlanmıştır. Ama şu da bir gerçektir ki; Ekim Devrimi sonrasının dünyasında, artık burjuva demokrasisi, insanlığın en ileri, en devrimci yönetim biçim olmaktan çıktığı ve eskiye ait bir yönetim biçimine dönüştüğü gibi, burjuva demokrasileri de artık eskisi gibi kalamamış; ancak sosyalizm tarafından “aşılanıp” terbiye edilmiş çeşitli versiyonlarıyla yaşamayı sürdürmüştür.

Burjuva demokrasilerinin nasıl biçimleneceğini ve özgürlüklerin ne ölçüde geçerli olacağını belirleyen ise, işçi sınıfı ve öteki emekçi sınıfların yeni devrimlerdeki etkisi olmuştur. Örneğin Türkiye gibi, işçi sınıfının, emekçilerin bağımsız siyasi güçler olarak devrimde yer alamadığı ülkelerde, yeni burjuva rejimler, despotik özellikleri ağır basan burjuva yönetimler olarak biçimlenirken; Doğu Avrupa ve Asya’da, işçilerin ve köylülerin etkisinin daha derin olduğu, emekçilerin ve işçi sınıfı partilerin bağımsız politik tutumlarla katıldığı devrimlerde, devrimlerin karakteri burjuva olmasına karşın, derin işçi ve emekçi damgası, bu ülkelerdeki demokrasileri, burjuva demokrasisini bir hayli aşan “halk demokrasileri” olarak adlandırılan biçimler olarak şekillendirmiştir. Ya da, İkinci Dünya savaşı sonrasında Avrupa’nın eski faşist yönetimlerinin yıkılmasıyla veya faşizmin baskısı altındaki ülkelerde kurtuluş mücadelesi sonucu kurulan devletlerde, burjuva özgürlükler, savaş öncesi ya da Ekim Devrimi öncesiyle kıyaslanamayacak biçimde bireysel özgürlüklere önem verir biçimde oluşup şekillenmişlerdir. Sadece bireysel özgürlükler bakımından değil; emekçi sınıfların hakları ve sınıfsal özgürlükleri bakımından da, savaş sonrasının Avrupa demokrasileri, emekçi sınıfların haklarını açıkça tarif eden; grev hakkı, örgütlenme hakkı bakımından, bu hakları onaylayan yasa ve anayasalarla güvenceye alındı. Bu dönemde, gelişmiş Avrupa ülkelerinde (Fransa, Almanya, İtalya gibi ülkeler başta olmak üzere) anayasalar, 1936 Sovyetler Birliği Anayasası’nda yer alan özgürlükleri kendi anayasalarına koymak zorunda kaldılar.

Bu “zorunluluğun” birinci nedeni, Ekim Devrimi’nin böldüğü dünyada; dünyanın öteki yarısının da faşizm ve onun zulmünden dünyanın sosyalist yarısı olan SB tarafından kurtarılmasıdır. Burjuva demokrasilerindeki işçi damgasının ikinci nedeni ise; bütün İkinci Dünya Savaşı içinde, halkların, komünist partilerin ve işçi sınıfının nasıl gerçek yurtseverler olduklarını, burjuvazinin ise nasıl vatan satıcılığı yaptığını görmelerinden de güç alarak, bu ülkelerde işçi sınıfının, burjuvaziyi iktidardan alaşağı edemese de, örgütlenme seviyesini ondan büyük tavizler koparacak kadar yükseltmiş ve burjuvazi karşısındaki ağırlığını artırmış olmasıdır.

Daha genel bakıldığında ise, şu söylenebilir: Evet, 1917 Ekimi’nde işçiler ve köylüler Rusya’da devrimi yapmışlardır; ama, bu devrimin bütün kapitalist ülkelerde reformcu sonuçları olmuştur. Kapitalist ülkelerin burjuvazisi; az ya da çok, bir biçimde SB’nin yarattığı baskı karşısında kendisine çeki düzen vermiş; işçilerin, emekçilerin, halkın isteklerini gözetmek, onların istemlerini ciddiye almak, bu nedenle, daha demokratik rejimlere rıza göstererek, politikalarını ve egemenliğinin koşullarını yenilemek zorunda kalmıştır. Daha genel olarak söylersek; sosyalist Sovyetler Birliği’nin tarih sahnesine çıkması; emperyalizmi ve emperyalist ülkeleri; dünya üstündeki egemenliklerini serbestçe sürdürmeleri, emperyalist ülkelerin kendi aralarındaki rekabeti sonuna kadar götürmeleri, ülkeleri yağmalama, halkları sınırsız bir biçimde sömürüp baskılama gibi emperyalizmi emperyalizm yapan pek çok bakımdan sınırlamıştır. Yani, emperyalist sistem, sosyalist sistem tarafından eli kolu bağlanan bir sistem olarak, sürekli kendisine çeki düzen vermek zorunda olan bir sistem olarak kalmıştır.

Başka bir söyleyişle, Ekim Devrimi sonrasının dünyasında, ulusal ve uluslararası çapta gelişen bütün başlıca politik olaylar, devrimler, karşı devrimler, reformcu girişimler; sosyal-kültürel yaşamadaki önemli her gelişme, Ekim Devrimi’nin etkisi hesap edilmeden anlaşılamaz olacak kadar, bu devrimin damgasın taşımıştır.

Konumuz (demokrasi) açısından bakıldığında, Ekim Devrimi’nin iki önemli boyutunun olduğunu söyleyebiliriz. Bunlardan birincisi, uluslararası alanda, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkının kayıtsız koşulsuz kabulü üstüne oturtulan bir devletler arası ilişkiyi egemen kılarak, sömürgelerin kurtuluş mücadelesine yeni bir dinamizm getirirken; aynı zamanda, sömürgelerin kendi ulusal tarımları ve sanayilerini geliştirmelerinin yolunu açarak, burjuva ulusçuluğun bittiği bir çağda, yeni ve emperyalizmin manevra alanlarını sınırlayacak ulusal devletlerin ortaya çıkmasının imkanlarını geliştirmiştir. Bu, gelişmiş kapitalist (emperyalist) ülkelerin, neredeyse iki yüz yıllık uluslararası diplomasi ve uluslar arasındaki ilişkileri yönlendirme tekelinin yıkılması; dolayısıyla, bu ilişkilerin demokratikleşmesi anlamına geliyordu. İkincisi ise; Ekim Devrimi öncesi dünya, özel mülkiyetin korunması üstüne kurulan ve bireysel özgürlüklerin, sadece biçimsel ve sadece belirli bir mali güce sahip kişi ve çevrelere özgü (burjuva toplumda bireysel özgürlükler emekçiler için olanak olarak vardır, yasalar tarafından tanınır, ama emekçiler bu özgürlüklerden fiiliyatta yararlanamaz. Bunun içindir ki, burjuva demokrasisi iki yüzlü bir yönetim biçimidir) olduğu bir dünyadır. Ekim Devrimi, öncelikle Sovyetler Birliği’nde bu özgürlükleri kullanılır hale getirirken, diğer ülkelerde de işçi sınıfının örgütlenme ve mücadele düzeyine yaptığı katkı ve özgürlüklerin yasa ve anayasalarla güvenceye alınmasının yolunu açmasıyla da; bu ülkelerde işçilerin burjuva demokrasisinin imkanlarından yararlanmalarının imkanlarını artırmıştır. Örneğin Ekim Devrimi öncesi dünyasında, işçilerin sendika ve sınıf partilerini kurma hakkı, sosyal güvenlik, parasız eğitim, sağlık hakları gibi haklar, sadece gelişmiş birkaç ülkede tanınan (o da kısmen) haklarken; Ekim Devrimi sonrası dünyasında, bu haklar, uluslararası standartlara kavuşturularak, her uygar sayılan ülkede tanınan, yasal ve anayasal güvencelere bağlanan haklar olmuştur. Öyle ki, bu hakların tanımadığı ülkeler, demokratik ülkeler olarak görülmez olmuştur.

Ancak, sosyalizmin baskısı karşısında, sosyalizme taviz olarak ortaya çıkan ve “sosyal devlet” denilen, devletin sosyal yükümlülüklerini, burjuvazi, nasıl ki sosyalizme karşı bir tuzağa dönüştürdüyse (sınıf mücadelesinin yerine reformları ve kapitalist refahtan pay almayı geçiren modern revizyonistler ve sosyal demokrasinin desteği ile); demokrasi ve özgürlükler alanında, Ekim Devrimi ve sosyalist dünyanın baskısıyla yenilediği “demokrasi normlarını” da, soğuk savaş silahına dönüştürmüştür. Bu yüzden de; özellikle ikinci savaş sonrası dönemde, “demokrasi”, sosyalizme karşı bir ideolojik silaha dönüştürülmüştür.

Bugün kapitalizmin ideologları, bireysel özgürlüklerin önemi üzerine kampanyalar sürdürüyorlar. Onlara göre; kitlesel örgütlerde birleşmek, ortak eylemlerle taleplerde bulunmak, bireyin gelişmesini engellemektedir. Bireyin gelişmesinin yolu, bireysel özgürlüklerin geliştirilmesinden, bireyin bu haklarını kullanmasından geçmektedir.

Son çeyrek yüzyılda burjuva propagandasının ana iddiası budur ve bu tutumun, burjuva özgürlüklerin iyice biçimselleştirilip “sanallaştığı” bir dönemde öne çıkması şaşırtıcı da değildir. Çünkü; bireysel özgürlükler ne kadar idealize edilirse edilsin; işçilerin, emekçilerin bunları etkin olarak kullanmasının imkanları azalmaktadır.

Örneğin, burjuva özgürlüklerin merkezinde olan ifade özgürlüğünün kullanımı bile, ancak büyük sermaye sahipleri için olanaklıdır. Gazete, TV ve öteki tür yayın araçları yoluyla yayılamayan fikrin bir kıymetinin kalmadığı bir dönemden geçiyoruz. Ve işçilerin, emekçilerin bunu başarmasının tek yolu; kendi gazetesini çıkaracak, kendi televizyon kanalını kuracak, kendi yayın evlerini oluşturacak kadar örgütlenebilmelerinden geçmektedir. Emetçiler de, kapitalist bir toplumda, bunları, ancak kendi ekonomik, siyasi ve entelektüel güçlerini birleştirerek yapabilirler. Yani, örgütlenerek, imkanlarını birleştirerek. Aksi halde, dünyanın en kusursuz ifade özgürlüğünün bile emekçilere bir faydası olamaz. Bugün bunu çok açıkça görüyoruz. Ve işçiler, emekçiler, ancak kendi partileri etrafında birleşerek, burjuva sistemin kendilerine tanıdığı özgürlüklerden yararlanabilmekte; kendi dünyalarını kurmak için burjuva özürlüklerini kullanabilmektedirler.

 

EKİM DEVRİMİ’NİN DAMAGASINI SİLME SAVAŞI

Son çeyrek yüzyılda, neo-liberal ekonomi politikalarının (küreselleşme politikaları da denilebilir) pratik amacı, “Ekim Devrimi’nin dünyaya vurduğu damga”yı silmektir.

“Peki, Ekim Devrimi’nin (sosyalizmin) insanlığa vurduğu damga nedir?” sorusuna, nicelik bakımından; şu alanda şu, bu alanda bu diye pek çok yanıt verebiliriz. Hatta yukarıdan beri söylenenleri göz önüne alırsak, “Ekim Devrimi’nin damgasını yememiş bir tek taş bile gösterilemez dünyada” diyebiliriz. Tersten de sorabiliriz. Ancak, söylenenlerin anlaşılır olması bakımından, bu soruya başka bir soruyla yanıt da verilebilir: Eğer Ekim Devrimi olmasıydı; dünya nasıl bir dünya olurdu?

Örneğin Ekim Devrimi emperyalizm ve emperyalist devletlerin elini kolunu bağlamamış olsaydı; sömürgelerin ve ezilen ulusların kurtuluşu ve ulusal bağımsızlığına sahip yeni ülkeler (onlarca ve onlarca) olanaklı olabilir miydi?

Avrupa Hitlerci faşizmi yenilgiye uğratabilir, dünyanın faşist imparatorluklar tarafından yönetilmesi önlenebilir miydi?

Dizginlenmemiş kapitalizm koşullarında, işçi sınıfı ve emekçi sınıfların haklarının yasalara geçirilmesi, anayasal güvencelere alınması ve bütün demokratik ülkelerin uyması gereken uluslararası standartlar haline gelmesi olanaklı olabilir miydi?

İnsan hakları ve demokrasi normları bakımından, dünya, 19. yüzyıldan farklı olabilir miydi; ya da tam tersine, gericileşen ve çürüyen kapitalizm çağı olan emperyalizm çağında, emekçiler ve ezilenlerin, önceki işçi sınıfı mücadeleleri ve devrimler içinde kazandığı haklar bile, –hele faşizmin olası zaferi düşünüldüğünde– emperyalist burjuvazinin ayakları altında kalmaz mıydı?

Burjuvazinin bir zamanlar pek öğündüğü, burjuva ideologlarının bir bölümünün (kimi ekollerini hâlâ savunduğu) “sosyal devlet” diye ifade edilen ve aslında sosyalizm karşısında burjuvazinin işçi ve emekçi sınıflara vermek zorunda kaldığı tavizlerin terbiye ettiği burjuva devlet versiyonu ortaya çıkabilir miydi?

Bu tür sorular, bilimden sanata, kültürden siyasete kadar hayatın her alanındaki ilerlemeleri kapsamak üzere çoğaltılabilir. Ama tarih, bu tersten sorulara verilen tersten yanıtlar olarak yazılamaz elbette. Çünkü tarih, “öyle olmasaydı nasıl olurdu?”nun tartışıldığı bir spekülasyon alanı değil, olanların neden, nasıl ortaya çıktığının anlaşılmasının bilimidir. Bu yüzden, tersten sorular ve yanıt sorular, sadece ufuk açmak bakımından önemlidir. Ama şu da bir gerçektir: Ekim Devrimi sonrasının dünyası, emperyalist burjuvazinin isteğine göre ya da sadece emperyalist ülkelerin aralarındaki çelişmelerin biçimlendirdiği* bir dünya değildir. Sosyalizmin bastırması karşısında kapitalist dünyanın razı olduğu, boyun eğmek zorda olduğu bir dünyadır. Onun içidir ki, son çeyrek yüzyılda daha açıkça görüldüğü gibi, SB’nin çökmesiyle kollarındaki bağlar çözülen emperyalizm; Ekim Devrimi’nde simgelenen, işçi sınıfının dünyaya vurduğu damgayı silmek için çalışmaktadır. Özelleştirmelerden ulusal ekonomilerin çökertilmesi planlarına, esnek çalışmanın yaygınlaştırılmasından IMF ve DTÖ üstünden dünya ekonomisinin yeniden şekillendirilmesine, eğitim, sağlık, belediye hizmetleri gibi temel kamusal alanlarda üretilen tüm mal ve hizmetlerin tümüyle piyasalaştırılmasına yönelik plan ve programların uygulanmasına kadar ulusal ve uluslararası sermaye güçlerinin tüm çabası, Ekim Devrimi’nin insanlık tarihine vurduğu damgayı silmek içindir. Belki buradan dönüp, eğer Ekim Devrimi olmasıydı, emperyalizmin insanlığa sunacağı dünya nasıl olurdu sorusuna yanıt verebiliriz, Bu dünya, sermayenin ve onun dolaşımının önündeki tüm engellerin kaldırıldığı; sömürü ve yağmanın sınırsız geliştirildiği, milyarlarca insanın açlık, yoksulluk ve doğal afetlerle yok olmaya terk edildiği bir teknolojik barbarlık dünyası olurdu. Tıpkı, bugün insanlığın böyle bir dünyaya sürükleniyor olması gibi.

 

İNSANLIK VE İŞÇİ SINIFI KAZANIMLARINI UNUTMAZ

Peki, burjuvazi bu çabasında başarılı olabilir mi?

Yani Ekim Devrimi’nin başarılarını, izlerini tümüyle ortadan kaldırabilir, bu devrimi olmamış gibi yapabilir mi?

Elbette ki, bu olanaksızdır. Çünkü; bir kez o devrim olmuş, insanlık tarihi o damgayla şekillenmiştir. Karşı devrimin onu geri döndürme çabaları kısmen başarılı olabilir, ama onu yaşanmamış hale getiremez. Nitekim de; ulusal ve uluslararası alanda devasa olanaklarla saldırmalarına karşın, sermaye güçlerinin çabaları başarısızlıklarla sonuçlanmaktadır. SB’nin yıkılmış olması onlara büyük bir moral vermiş, işçi sınıfı ve devrimci güçler cephesinde çok önemli moral bozukluğu ve dağılmalara yol açmış olmasına kaşın; sermaye güçleri, adeta bu “tek kale oynuyor” göründüğü “maç”ı kazanacak umudu da taşımamaktadır. Onu için de, sürekli olarak, bugünkü başarısızlıklardan bile, Lenin’i, Stalin’i, yetmezse Marks ve Engels’i suçlamaktadır. Bu suçlamaların bir bölüm karalamak içindir, ama bir bölümü, özellikle kapitalizmin çözümsüzlükleri ve hayatiyetine yöneltilen tehditlerle ilgili burjuvazinin söyledikleri büyük ölçüde gerçektir. Başka bir söyleyişle, bugün de, kapitalizm her yerde Ekim Devrimi ve sosyalizmin insanlığa vurduğu damgayla savaşmaktadır ve çözümsüzlükleri büyüdükçe, korkuları da büyümekte; sadece işsizlik, yoksulluk, açlık değil, ama aynı zamanda dünyanın doğasını da yok ederek insanlığın geleceğini tehdit eden bir düzen olduğu görüldükçe de, Ekim Devrimi’nin yol göstermiş olduğu güçlerin birleşip yeniden insanlığın kaderini eline almasının imkanları büyümektedir. Yani kapitalizmin mezar kazıcılarının birleşerek, Ekim Devrimi’nin izinden ilerlemelerinin imkanları genişlemektedir. Dahası, bugün işçi sınıfı, olduğu kadarıyla sınıf partileri ve insanlığın, Ekim Devrimi sonrasının zafer ve yenilgilerinin dersleriyle de donanmış olarak ve bilim ve teknolojideki devasa gelişmelerin yaratacağı imkanları da arkasına alarak ilerlediği ve yeni devrimlerle taçlandırılması için her gün pek çok olanağın ortaya çıktığı bir dönemden geçmektedir.


* Bu yazı boyunca Ekim Devrimi, bazen dar anlamda Ekim Devrimi kastedilerek, bazen de işçi sınıfının bütün mücadele ve kazanımlarının ve bütün devrimci güçlerin insanlığı ileriye götürme çabasının simgesi olarak geniş anlamda kullanılmıştır. Ki, Ekim Devrimi’ni, 250 yıllık işçi sınıfı mücadelelerinin olduğu kadar, önceki bütün devrimlerin, tarihin her çağındaki tüm ileri doğru hamlelerin de temsil edildiği bir devrim, bir zirve olarak görmek gerçeğin bir ifadesidir.

* Ekim Devrimi sonrasının dünyası, emperyalist ülkeler arasındaki çelişmenin yanı sıra; sosyalizmle kapitalizm, işçi sınıfı ile burjuvazi, emperyalist ülkelerle ezilen halklar arasındaki çelişmelerin de artık dünyanın başlıca çelişmeleri durumunda olduğu bir dünyadır.

Milliyetçi kışkırtıcılıkla nereye kadar!

 

Altı ay içinde ülkeni üstünden “tanklar” iki kez geçti! Birincisinde gerekçe; “Şeriat geliyor; cumhuriyet elden gidiyor”du; ikincisinin gerekçesi ise; “Bölücü terörün kökünü kazımak”dı.

Günümüzde tankların geçmesi, gerçek tankların bir o yana bir bu yana sürülmesiyle de olmuyor her zaman. Tersine çoğu zaman “tankların geçişi” basınıyla, TV kanallarıyla, internet sitelerine konan muhtıralarla, sokaklara salınan aklı karıştırılmış kitlelerin yarattığı baskıyla,… oluyor. Gerçek tanklar ise; onların hemen arkasında mevzilenmiş ve kamufle olmaya bile pek özen göstermeden “hareketsiz”miş gibi duruyorlar.

Yani, son altı ayda cumhuriyetin çözemediği iki temel sorundaki çözümsüzlük; laisizm ve Kürt sorununun çözülmemiş olmasından gelen rejimdeki tıkanma artık sadece genel anlamada bir “asayiş” sorunu, kim kontra güçlerin provokasyonlarıyla toplumu terörize edilmesi ya da politika gündemi olmasıyla sınırlı kalmamaktadır. Tersine “olağan” oyalama, erteleme ve asimilasyon yönetmelerinin yerine giderek daha yaygın bir biçimde “özele harp” yöntemleriyle yığınların sokağa dökülerek, demokratik ve barışçı çözüm yöntemlerini savunanları sindirmek, silahtan, “askeri çözüm”den  başka seçeneklerin politika alanın dışına itildiği bir süreç işletilmektedir.

Açıklamalar, cenaze törenleri,  gösteriler, meclis kürsüsünün  ve meclisin kullanılmasına, bayrak sallamalara eklenen büyük bir askeri harekat için birliklerin büyük bir gürültüyle yer değiştirilmesiyle Irak sınırında mevzilendirilmesi biçimindeki eylemler üstünden kamuoyunu hizaya getirilmesi çabaları bütün bir etim ayanın ikinci yarısını kapsamıştır. Ekranlardan sürdürülen pervasız savaş ve ırkçılık kışkırtması bir Kürt- Türk çatışmasını da kapsayacak girişimlerle ilerlemektedir.

 

KÜRT SORUNUNUN DEMOKRATİK ÇÖZÜMÜ SEÇENEĞİNİN YOK EDİLMESİ

İlk bakışta her kafadan bir ses çıkmaktadır ve olanlar kendiliğinden, “duyarlı vatandaşların girişimi” gibi görünmektedir. Ancak olanlar daha yakından bakıldığında ve bu senaryonun yazarı ve yönetmenlerinin tutumu değerlendirildiğinde görülmektedir ki; ilk yapılmak istenen şeylerden birisinin  “Kürt sorununun demokratik çözümü” seçeneğini ortadan kaldırılması olduğu anlaşılmaktadır. Bunu içindir ki; öncelikle DTP’li vekiller ve uzunca bir zamandan beri hedefe konmuş olan seçilmiş belediye başkanları ile DTP hedefe konmuştur. Dün marjinal kimi Kürt düşmanı şovenist çevrelerden gelen belediye yönetimlerinin, DTP’nin, “terörün yatakçısı”, “teröristlerin destekçisi” olduğu suçlamalarının meclise taşınması, hatta başbakan ve bakanlarına kadar uzandığına tanık olduk. meclis kürsüsünden yapılan açıklamalar; basındaki  kışkırtmalar DTP binalarının ateşe verilmesi, Kürt emekçileri saldırılması, Kürtlerin kimliklerini saklamaya zorlanmasına kadar vardı. DTP milletvekilleri hakkında açılmış davaların yasa dışı bir biçimde sürdürülmesi ve “PKK’ye terörist demeyen teröristtir” baskısı giderek yoğunlaşmaktadır. Dahası, uzunca bir zamandan beri bölge illerinden ve batıdaki illerden Kürt gençlerinin yeniden dağlara gitmeye başladığı haberleri gelmektedir.

Seçilmiş belediye yönetimleri, milletvekilleri, DTP’nin varlığı; gerek içerdeki demokrat çevrelerden gerekse bu uluslar arası planda sorunun barışçıl çözümünden yana olan mihraklar tarafından; “Türkiye bu seçilmiş temsilcilerle oturup konuşarak Kürt sorun çözüm konusunda adım atabilir” fikirin öne çıkarılmasın getirmektedir. Sorunun “askeri çözümü”nden, daha doğrusu yüz yıllık çözümsüzlükte ısrar edenler şimdi; fırsat ele geçmişken bu seçeneği yeniden gömmek istemektedirler. Ve bu seçeneği gömebilirlerse, Kuzey Irak’a sefer için cephe gerisini de sağlam alacaklarını düşünmektedirler. Bu yüzdendir ki; DTP. Milletvekilleri ve belediye yönetimleri üstünde yaratılan baskıyı sadece bu çevreyi ve seçilmiş temsilcileri sindirmekten öte; herkes için giderek daha çok meşru bir çözüm seçeneği olan bu odağı tasfiye etme amaçlı olarak görmek gerekir.

Bu da özellikle Türk kökenli aydınlar, demokratlar, ilerici çevrelerin bu legal seçeneği savunması, seçilmiş temsilcilerin sindirilmesinin önlenmesi için gerekli çabayı gösterme yükümlülüğünü getirmektedir. Çünkü; seçilmiş vekillerin varlığı ve legal siyaset alanı sadece Kürtler için değil Türk kökenli demokratlar ve halk için de, Türkiye’nin demokratik bir ülke olmasında son derece önemli bir dayanaktır.

 

‘SINIR ÖTESİ’ ASKERİ BİR HAREKATTA AMAÇ NE?

Hakkari’de 12 askerin yaşamanı kaybedip, 16’sının yalandığı, 8’nin de esir alındığı çatışmanın arkasından yürütülen kampanya ve AKP Hükümeti’nin meclisten sınır ötesi için harekat için yetki almasıyla operasyonu “içeriye” dönük yanı da yeni bir safhaya geçmiş bulunmaktadır.

“Sınır ötesine sefer” düzenlenmesinde birleşen siyasi odakların “stratejileri” farklı ve öyle görünmektedir; giderek üstünde çatışacak kadar da farklılaşacaktır.

Hükümet, meclisten; “PKK’ye yönelik bir operasyon için sınır ötesine asker göndermek için” için yetki almıştır. Öyle anlaşılmaktadır ki; Genelkurmay’ın da isteği bu doğrultudadır. Ancak sokaklara dökülen kitleleri yönlendiren CHP-MHP merkezili şoven milliyetçi odaklar ve devletin içindeki (asker ve sivil) kimi güçler ise, bu yetkiyi yeterli bulmamakta; “Hayır operasyonu hedefi sadece PKK olamaz; asıl hedef Kuzey Irak’taki Kürt yönetimi olmalıdır” diyorlar. CHP’nin Genel Başkanı Deniz Baykal; bu tezi net biçimde açıkladı. Baykal, bugüne kadar terörle mücadelenin yanlış bir strateji üstünden yüründüğünü; “asıl görülmesi gerekenin PKK değil PKK üstünden Türkiye’yi karşı örtülü bir savaş yürütüldüğü, bu savaşın arkasında bazı devletlerin olduğu (ABD ve Avrupa ülkeleri kast ediliyor olmalı) ve Irak’taki Kürt bölgesi yönetiminin terörü besleyip destekleyen güç olarak ilk hedefe konması gereken güç olduğunu” iddia ediyor. Dolayısıyla CHP’ye göre “sınır ötesi” bir operasyon her şeyden önce Kuzey Irak’taki Kürt yönetimin de hedef almalıdır. Yani oradaki “devlet oluşumu”nu da tahrip edecek, bir askeri harekat olarak girilmelidir Kuzey Irak’a!

Elbette söylenen budur. Ama biraz daha yakından bakıldığında Baykal’ın Kuzey Irak’a müdahale ile Kuzey Irak’ta istikrarsızlık yaratılmasıyla aslında sadece Barzani ve Talabani’yi “hizaya getirmek”le de yetinilmeyeceğini, tersine burada Kürtlerin de merkezi Irak gibi bataklığa dönüştürülerek istikrarın TSK tarafından sağlanması dışındaki seçenekleri ortadan kaldırmayı amaçladığını, Baykal’ın eski Kerkük-Musul üstünde egemenlik iddialarını yenilediğini anlamak için çok derin siyasi analizler yapmak gerekmez. 

MHP, bu CHP girişimine destek vermekte; basında ünlü kalemler bu doğrultuda yazıp çizmektedir. Ve yaratılan baskı AKP içinde de benzer seslerin yükselmesine; resmiyette olmasa da Kuzey Irak Kürt yönetiminin, Barzani ve Talabani’nin asıl hedef olduğu giderek güç kazanmaktadır.

 

TÜRKİYE’Yİ TECRİT EDİP BÖLÜNMEYE GÖTÜRECEK BİR YOL

Hükmet ve Genelkurmay’ın CHP’nin dillendirdiği stratejiyle ciddi bir çelişkileri yoktur. Onlar da; milliyetçi-Osmanlıcı Kerkük-Musul hayalleriyle içli-dışlıdırlar. Ama, sınırlı davranma konusundaki hassasiyetlerin iki nedeni vardır.  Bunlardan birincisi, Irak’ta ABD ile karşı karşıya gelerek ABD ile “stratejik ittifakları”nın bozulması endişesidir. Nitekim Erdoğan’dan sonra Genelkurmay Başkanı Büyükanıt’ın da; “Askeri harekatın Bush’la görüşmeden sonra olacağı” açıklaması, (eğer bu açıklamalar yakın bir askeri harekatı gizleme amaçlı değilse), bu çekinmenin bir itirafıdır.

Hükmet ve Genelkurmay’ın hassasiyetin ikinci nedeni ise; bölgeye yapılacak bir askeri harekatın askeri bakımdan da başarısız, büyük kayıplara yol açan ve Türkiye’yi Kuzey Irak’ta kalmaya, Irak’taki büyük bataklığa çeken bir asker harekata dönüşmesi ihtimalidir. Ve elbette daha da önemlisi; hükmet ve askerin bu harekatın altında kalma ihtimalidir.

Elbette ki; Kuzey Irak’a yönelik bir askeri harekatın Kürt yönetimini çökertmeye ve Irak’a yönelik egemen güçlerin, Osmanlıcı ve milliyetçi odakların emperyal hayallerinin yön verdiği bir harekata dönüşmesi sadece bu harekatın siyasi ve askeri sorumluları bakımından değil tüm ülkenin kaderini etkileyecek gelişmelere yol açacaktır. Çünkü böyle bir durumda bölgedeki tüm Kürtler, Araplar, İranlılar bütün ülke hükümetleri ve halkları Türkiye’nin karşısında olacaktır. Avrupa ve tüm diğer ülkelerin de Türkiye’ye karşı tavır alması kaçınılmazdır. İçerde ise; bütün ülke altüst olacağından, bugün sokaklarda “Kuzey Irak’a sefer çağrısı yapan aklı karışık ”kalabalıkların” bile bu bölünüp biribirne karşı mücadeleye gireceğinden şüphe duymak için hiç bir olumlu neden kalmayacaktır. Türkiye’ni “tek dostu” da muhtemelen Irak’ta Türkiye’yi kendi yarattığı bataklığında kendi yanında bulan ABD olacaktır. Bu tablo, ne yazık ki Türkiye’nin milliyetçi, emperyal hayaller peşinde koşan güçler tarafından bölünmesin tablosudur ve Yugoslavya, Rusya ve öteki ülkelerin bölünmesine de pek çok bakımdan benzemektedir. 

Bu yüzden Kuzey Irak’a bir askeri harekat ve bu harekatın Kuzey Irak yönetimini çökertmesi, Türkiye’nin bölünmeye sürüklenmesinin de en kestirme yoludur. Bu yüzden de bugün demokrasi güçleri Kuzey Irak’a bir askeri harekata karşı çıkarken, sadece Türk-Kürt kardeşliğin zedelenmemsi için değil, doğrudan Türkiye’nin Kürt sorunun demokratik çözüm olanaklarını ortadan kaldırması ve ülkeni bir kaosa sürüklenmesin önün kesmek için çaba harcamaktadırlar. Yığınların bu doğrultuda aydınlatılması ve gerçeklerin cesaretle açıklanmasının önemi de buradadır.

 

ŞOVÖEN-MİLLYETÇİ ODAKLARIN ANTİ AMERKANCILIĞI SAHTEDİR

Bugün, ”sınır ötesi harekat”ı savunan güç odaklarının tezlerini temelinde, “PKK ve onun eylemlerinin içerde değil sınır ötesinde, Kuzey Irak’ta olduğu” tezine dayanmaktadır. Oysa gerçek tam tersinedir. Çünkü sorun kaynağı; yüz yılı aşkın bir zamandan beri, “Kürt sorununun çözülememiş olması”dır. Bu varsayım, egemenlerin “terörizmle mücadele” adına Irak’a, Suriye’ye müdahalesini getirdiği gibi, içerde de dışardan beslenen terörizm, “Türkiye’nin bölünmesi için yabancılarla işbirliği yapan teröristler” suçlamasıyla Kürt sorunu asimilasyon ve baskıya indirgenmesine dayanarak kullanılmaktadır.

“Sınır ötesi operasyon” söz konusu olduğunda; çeşitli milliyetçi odaklar, bir yandan ABD’nin Irak’a müdahalesine meşruiyet sağlayan bir dayanak olarak gösterilirken ABD’nin Türkiye’nin böyle bir girişimine karşı çıkması ise; anti Amerikancı bir tepki olarak gösterilmektedir. Dolayısıyla son 50 yıllık yakın tarihte oluşup şekillenen anti emperyalizm ve anti Amerikancılık şimdi sınır ötesi bir harekatın dayanağı olarak, en kaşarlanmış Amerikancılar tarafından  istismar edilmektedir. Ve özellikle sokağa çıkan yığınlar anti emperyalist sloganlar atarken başbakan, Genelkurmay Başkanı ve öteki yetkililer; “Amerika Irak’ta ne arıyorsa biz de Kuzey Irak’ta onu arıyoruz” demeye gelen, asla anti emperyalist olmayan  bir anti Amerikancılık yapmaktadırlar.

Başka bir ifadeyle milliyetçiliği, şovenizmi kışkırtarak sonuç almaya çalışan güç odakları, anti Amerikancılığı (AB karşıtlığını) da kullanmaktadır.

İlk bakışta bu söylem ve gösterilerde atılan sloganlar anti emperyalist bir tepkiyle karşı karşıya olunduğu duygusu uyandırmaktadır. Ama, gerçek tamamen tersidir. Çünkü bu güçler, Amerikan ve Avrupa karşıtlığı, Türkiye’nin “sınır ötesi harekatı”nı izin vermemesi ya da bunların “PKK’ye destek verdikleri” gibi gerekçelere dayanmaktadır.Bu yüzden de onlar, Türkiye’nin anti emperyalist mücadele geleneğinin en temel talepleri olan  NATO’dan çıkılması, ABD üslerin kapatılması ve ABD ile askeri anlaşmaların iptal edilmesi, İsrail’le askeri işbirliği anlaşmalarının ilga edilmesi, ABD’nin bölgeden çekilmesi gibi taleplerden uzak durmaktadırlar. Eğer ABD, Türkiye’nin Kuzey Irak’a asker göndermesine karşı durmasa, Irak’taki kırıntılardan yararlandırmak için cimri davranmasa (Başbakan Erdoğan bunu; “ABD bizi bölgedeki işlere karıştırmamak için özel bir çaba harcıyor” diye yakınıyor), milliyetçilerin ne anti Amerikancılığı, ne anti emperyalizmi kalacaktır. Tersine onların milliyetçiliği, bütün geçmişlerinde emperyalizme hizmet sunmuş, kariyerlerini komünizme karşı mücadele içinde yapmış olan (milliyetçi, sosyal demokrat, asker ve sivil çeşitli kişi ve çevreler)  bu odakların üstünde anti Amerikancılık çok iğreti durmaktadır. Bunların anti Amerikancılığı öyle sahtedir ki; Kuzey Irak’a ambargo kararı alıp, oradaki sivil,yaşlı, çocuk Kürtlerin yiyecek içeceğini, elektriğini kesmekte bir sakınca görmezken Amerikan askerlerinin lojistik ihtiyaçlarına yönelik olarak bir ambargo yada kısıtlama asla akıllarına gelmemektedir. Çünkü sokağa çıkan yığınlarını arkasındaki güç odakları, son 60 yılda ABD’nin Ortadoğu’ya yerleşmesinin onların dünya egemenliğinin ileri karakolu olarak görev yapmayı strateji olarak kabul etmişlerdir. Onu içindir ki; en zor durumda bile “stratejik ortağımız ABD” demekte ısrar etmektedirler.

Kaldırılan toz duman; bu gerçeklerin üstünü örtmekte, hayt huytla gerçekler saptırılmaktadır. Bu yüzden de, nüfusun çok büyük çoğunluğu anti Amerikancı bir tutumdan yana olmasına karşın, bu türden bir anti Amerikancılık ABD’nin çıkarlarına hiç bir zarar vermemektedir. Dahası bu politika orta ve uzun vadede Türkiye’yi ABD’nin kucağına kayıtsız koşulsuz düşmesinin taşlarını da döşemektedir.

Bu güçlerin, Amerika’ya ve onu stratejik hedeflerine karşı olması çok güçtür., olan; kendisine yeni bir strateji de belirlemek zorundadır. Bunun ön koşulu ise; komşu ülkelerle eften püften çelişkileri bir yana bırakarak komşularla barışı; kendi iç sorunların çözerek ülke içinde kardeşleşmeyi ve huzuru sağlamaktır. Bununun bugünkü anlamı ise, kendi Kürtleriyle eşitlik ve kardeşlik temelinde anlaşmak ve Kuzey Irak Kürtleriyle dostluk ve kardeşliği geliştiren bir barışçı tutum; bu barışçı tutumun zeminini de ulusların kendi kaderlerini tayin üstüne oturtmaktır. Bu çerçevede, Kürtlerle, İranlılarla, Araplarla, Ermenistan’la,Yunanistan’la dostluk ve bölge sorunların çözümünde ortaklaşma bölgedeki anlaşmazlıkların bölge ülkeleri arasındaki yapılacak görüşmelerle çözülmesi için inisiyatif almak, bugün Amerikan karşıtlığının tek seçeneğidir. Böylece kendi bölgesinde barışı içinde halkların birliğini esas alan ve bir anti Amerikan bir mücadele cephesi de oluşturan bir Türkiye ABD’ye karşı bir tutum alabilir.

Aksi halde; ırkçı milliyetçi duyguların kışkırtılması üstünden bir anti Amerikancılık bir yandan kamuoyunu aldatma, halka karşı takiye olacağı gibi, ülkeyi de içerde iç çatışmalara, kargaşaya dışarıda da kanlı maceralara sürüklemek anlamına gelir.

 

EGEMEN GÜÇLERİN POLİTKASINI TARTIŞMAYA AÇAMAK

Özel harp yöntemleriyle psikolojik bir savaş yürütüldüğü bir gerçektir. Bu savaşı yürütmekte amaç, Kuzey Irak’tan çok içeride sonuç almaktır. Sonuçta Kuzey Irak’a asker çıkarılmasa bile “içeriyi” sanki bir dış savaş yürütülüyormuş gibi “düzenlemek”tir. Nitekim, daha şimdiden MHP-CHP cenahından, şiddet ve savaş politikasının basındaki uzantılarından “sıkı yönetim ilan edelim”, “OHAL ilan edelim” teklifleri gelmeye başlamıştır bile.

Bu psikolojik savaşta amacın, halkın olup bitenler üstüne düşünmesini, bunca acının, yıllardır başımıza yağan bunca belanın hangi politikaların sonucu olduğunu, bu politikaları kimlerin oluşturup uyguladığını düşünmeden sokaklara çıkıp; “daha çok ölüm, daha çok şiddet, daha çok şehit” diye bağırmasıdır. Sanki bugüne kadar Kuzey Irak’a hiç operasyon yapılmamış gibi ve sanki bu asker ölümleri, cenazeler 20 yıldır olmuyormuş gibi davranmasıdır halkın. Oyunun yazar ve yöneticileri, yığınların böyle sorular sormasını önleyecek darbeleri üst üste indirmektedir. “Bu ölümler olmasın artık” diyenlerin bile üstüne çullanılmaktadır.

Kuşkusuz ki; milliyetçilikle zehirlenip kafası karıştırılan kalabalıklarla normal bir diyalogun kurumasının, olayları açık yüreklilikle konuşlanın zorluğu ortadadır.  zorluğu ortadadır. Bu yüzden de yığınlar içindeki aydınlatma faaliyetinin geleneksel araç ve yöntemleriyle sürdürmenin yetmeyeceği, tersine çoğu zaman her duruma uygun araç ve üslup geliştirme zorunluluğu da ortadadır. Bunu için de yukarıdaki şiddet ve sınır ötesi operasyona (operasyonlara) dayanan politikaların eleştirilmesi, bu politikaların üstündeki cilanın kazınarak altındaki halkları biri birine  karşı kışkırtmaya dayalı, Türkiye’yi bölünmeye doğru sürükleyen gerçeğin gösterilmesi son derece önemlidir. Bunu için de; bu politikan temeli olan varsayımları tartışmaya açmak, bunları her kesim halkın içende tartışılmasını sağlamak bugün yapılacak en önemli iştir.  

Örneğin;

– Çeyrek yüzyıldır süren çatışmalar, ölümler, köy boşaltmalar, yakılıp yıkılmaların kökleri Kuzey Irak’ta mıdır yoksa Türkiye’nin içindeki sorunlar mı buna yol açmaktadır?

– “Kürt sorunu” gibi devasa bir sorun, “terör ve “bölücülük” suçlamalarıyla geçiştirilebilir mi?

– 15-20 milyon Kürt’ün isteklerini ciddiye alarak onlarla konuşmak, sorunun nasıl çözüleceğini onlarla birilikte belirlemek gerekmez mi; böyle bir şey Türkiye’yi küçültür mü, yoksa uluslar arası alanda onu yüceltir mi?

– Kendi Kürtleriyle konuşmayıp, sorunu Irak Hükümeti’yle, ABD ile AB ile görüşerek, uluslar arası bir sorun haline dönüştürmek, Türkiye’nin bu emperyalist, gerici güçler tarafından köşeye sıkıştırılmasına fırsat vermez mi?

– Kendi Kürtleriyle konuşmayı kabul etmeyen Türkiye, dışarıda da Irak Kürtlerinin liderleriyle de görüşmeyi kabul etmeyerek; Kürtler adına ABD’yle Irak merkezi hükümetiyle konuşurken, Irak Kürtlerinin meşru temsilcilerine, “aşiret reisleri”, “Ortadoğu’nun dansözler” filan gibi sıfatlarla aşağılaması sorunların çözümünü zorlaştırdığı gibi, aynı zamanda Kürt düşmanlığını da kışkırtmıyor mu?

……

Yığınları sokaklara döken ve bugün Kürt sorunu sorun olarak bile reddeden ya da çözümü Irak’a asker çıkarmakta gören güçlerin; bu soruların yanıtlarını, hatta böyle düşüncelerin soru halline getirilmesini bile istemediği apaçıktır. Elbette bu soruların sayısı çoğaltılabilir? Ama gidişat öyledir ki; eğer CHP, MHP, ayak sürüyerek onlara katılan AKP ve öteki milliyetçi şoven güç odaklarının amacı; dışarıda “sınır ötesi operasyon” adına Türkiye’nin Irak’taki çatışmaya sürüklenmesi yanı sıra, içeride de bir Kürt-Türk çatışmasına kadar gerilimi tırmandırmaktır. Lafta, bu çevreler, “böyle bir çatışmaya karşı” olduklarını söylemektedirler. Ama bu odakların girdikleri yolun kaçınılmaz sonucu budur. Elbette bu yol, Türkiye’nin gerçekten bölünmesine giden, yakın tarihte sınanarak görülmüş en popüler yoldur.

 

BARIŞI VE DEMOKRASİYİ SAVUNMAKTA ISRAR ETMEK

Son çeyrek yüzyılda ülkelerde bölünmeyi yaratan, milliyetçi azınlıkların başkaldırması değil, bu azınlıkların, ezilen ulusların istemelerini ezmek için ezen ulus milliyetçiliğini şahlandıran milliyetçiler olmuştur. Hem Rusya’da , hem Yugosylavya’da, hem Irak’ta hem de tüm diğer ülkelerde böyle olmuştur.

Onun içidir ki; bugün Türkiye’yi bölünmeye sürükleyen de; Kürtler cenahından gelen tepkiler, milliyetçi eğilimler değil asıl olarak CHP, MHP gibi partilerin dillendirdiği ama devletin ideolojisi olarak da 80 yıldır yürürlükte olan politikalarıdır.

Açıktır egemen güç odakların, ayrıntıda farklılıkları olsa da üstünde uzlaştıkları politika bölücü politikalardır. Bu politikaların amaçları doğrultusunda sokağa dökülenler de Türkiye’nin bölünmesini çabuklaştıranların değirmenine su taşımaktadırlar.

Ancak şu da bir gerçektir ki; bugün milliyetçi şoven odakların etkilediği kesimlere yanıldıklarını göstermek, en azından işler sarpa sardığında dönüp benimseyebilecekleri gerçekleri bugünden onların arasında tartıştırmak sadece bugün için değil orta vadede yığınların kazanılması bakımından son derece önemlidir. Barış ve demokrasiyi, halkların kardeşliğini savunmakta ısrar etmek; bu mücadeleyi karşıt politikalar etrafında birlemiş güçlerin mücadelesi olarak ele almak, mücadeleyi böyle bir aydınlatma faaliyetinin yoğunlaştırılması temeline oturtmak günümüz koşullarında önem kazanmış bulunmaktadır.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑