Son dönemde en çok tartışılan konulardan birisi, ABD Merkez Bankası Federal Reserve’in –özellikle aylardır ABD kredi ve konut piyasalarında yaşanan çalkantılar sonucu– yükselen baskılar karşısında direnemeyerek, faizlerde önemli düzeyde indirime gitmiş olmasıdır. Uzun süre devam eden tartışmalar ve beklentilerin ardından, FED, bankalararası gecelik faiz oranını, piyasaların beklentilerinin de üzerinde, 5,25 den 4,75 seviyesine indirmiştir. Bu gelişme, sermaye gruplarının değişik kesimlerinden farklı tepkiler ve yorumların ortaya çıkmasına yol açmıştır. Ancak eleştiriler, faiz indirimi meselesini oldukça dar ve piyasa odaklı bir yaklaşımla ortaya koymakta, daha da ötesi, mevcut kapitalist işleyiş ve yapıdan koparmaktadır. FED’in söz konusu faiz hamlesini sadece para politikası perspektifinden ele almak, arkasında yer alan ve sermaye cephesinin çıkarlarını yansıtan önemli gerçeklerin göz ardı edilmesine ve emekçi sınıflar açısından sonuçlarının yanlış değerlendirilmesine yol açacaktır. Bu nedenle, özellikle 2000’li yıllarda dünya ekonomisinde yaşanan yapısal gelişmeleri bütüncül bir yaklaşımla anlamak, birikim ve büyüme süreçlerini, yapılarını, dinamikleri ve aktörleri ile birlikte incelemek, faiz indiriminin nedenlerini ve gerek dünya ekonomisi için, gerekse de Türkiye için olası sonuçlarını bu bütüncül perspektiften okuyarak yorumlamak gereklidir. O halde, öncelikle, dünya ekonomisinde meydana gelen değişimlere bakmak gerekir.
DEĞİŞEN DÜNYA EKONOMİSİ
1970’li yıllarda Bretton Woods[1] para sisteminin yıkılmasıyla birlikte, finans sermayesinin sınırlararası hareketliliğini kolaylaştıracak teori ve politikaların gittikçe dünyayı kuşattığı ve artık yeni bir birikim sürecinin[2] dinamiklerinin ortaya çıktığı gözlenmektedir. Bretton Woods sistemi altında, belirli bir süre üretken sermayenin verimlilik artışları ile büyüdüğü birikim süreci, 1960’lı yıllardan itibaren krize girmiş ve bunun sonucunda merkez kapitalist ülkelerde sermayenin kâr oranlarında hızlı düşüşler ve realizasyon[3] kriziyle karşı karşıya kalınmıştır. Bu sonuç, sermayenin daha çok kâr hırsı ile üretimde emeğin yerine makineleri geçirme ve verimliliği artırarak gerekli emek zamanını azaltma çabasından kaynaklanmıştır. Marx’ın da, Kapital I de, söz konusu krizden yaklaşık 100 yıl öncesinde öngördüğü gibi, değişmeyen sermaye oranındaki artış sermayenin organik bileşimini[4] artırmış ve bu da kâr oranlarında azalışa, diğer yandan da emekçi kesimlerin gelirlerinin erimesine ve buna bağlı realizasyon krizine yol açmıştır.
Sermayenin yaşadığı kriz süreci, diğer yandan para sermayenin de çok hızlı bir biçimde büyümesine; üretken sermayeden, reel sektörden uzaklaşmasına yol açmıştır. Yeni kapitalist dinamiğin en önemli özelliklerinden birisi, üretim ve yatırımlardan kopma eğilimindeki finansal faaliyetlerin büyümesi, sanal bir ekonomi oluşması eğiliminin gelişmesi ve mali sermayenin rantiye niteliğinin herkes tarafından görülür hale gelmesi, ama tüm dünyaya hükmetmeyi sürdürmesidir. Bunun en çarpıcı göstergelerinden biri “sıcak para” vurgunculuğundaki artış, bir diğeri de Euro piyasalar ve Eurodolardır. Eurodolar piyasası, Batı Avrupa bankalarına yatırılan dolar fonları ile oluşmuştur. Eurodolarlar, ilk kez 1950’lerde, dolarlarını Amerikan hükümetinin dondurmasından tedirgin olan SSCB’nin dolar birikimlerini Avrupa bankalarına yatırmalarıyla oluşmuştur (Chacholiades, 1990, s. 275). Bu fonlar, 1950’lerden sonra, Almanya ve Japonya’nın artan ihracat gelirleri karşılığı ve ABD’nin Batı Avrupa’da doğrudan yatırım yapması ile sürekli artmıştır. Bu fonlar, 1958’de 1 milyar dolar iken, 1973’te 132 milyar dolara çıkmıştır (Şişman, 2003, s. 47). Euro döviz piyasalarının hızla gelişmesinin ABD’nin katkılarıyla gerçekleştiği söylenebilir. ABD’nin artan cari işlemler açığı ve ABD’nin piyasa mekanizmasının serbestçe işlemesini engelleyici düzenlemeleri, ABD toprakları dışında bir serbest piyasanın oluşmasını ve gelişmesini desteklemiştir. 1963’te yürürlüğe giren Faiz Eşitleme Vergisi (Interest Equalization Taxes)[5], bu düzenlemelerin en önemlisidir (Sönmez, 1998, s. 196-200).
Para sermayenin devletçe konulan kısıtlamalardan kurtulması, 1973’te büyük sanayi ülkeleri arasındaki sabit kurların kaldırılmasıyla başlamıştır. O zamana dek, döviz ticareti de devlet gözetimindeydi; büyük tutarlarda transfer ve değişim birçok ülkede izne bağlıydı. ABD, Federal Almanya, Kanada ve İsviçre, 1970’den başlayarak, sermaye akımlarının denetimine son verdiler. 1979’da İngiltere, son kısıtlamaları da kaldırdı. Bir yıl sonra, İngiltere’yi Japonya izledi. Fransa ve İtalya, 1990’da para ve sermaye akımlarını serbest bıraktılar. İspanya ve Polonya ise, 1992’ye kadar dayandılar (Martin ve Schumann, 1997, s. 57-58).
PLANLAMADAN YAPISAL UYUMA..
Finansal liberalizasyon[6] olarak isimlendirilen ve her türlü parasal hareketlerin yanı sıra mali akımların da hiçbir kısıta tabi olmadan özgürce hareketini koşut kılan olgu, 1980’li yıllardan itibaren, çevre ülkelerine, nam-ı diğer emerging markets’a (yükselen piyasalar) dayatılmaya başlamıştır. Bu dönemde, yükselen piyasalarda yaşanan dış borç krizleri de, liberalizasyon politikalarının uygulanmasına elverişli bir ortam hazırlamıştır. Sözü edilen dış borç krizlerinin aşılması amacıyla IMF kaynaklı ödünçler veriliyor, ancak buna karşılık, “yapısal uyum programları” ismi ile bilinen bir dizi liberalizasyon politikası dayatılıyordu. Uluslararası kuruluşlar tarafından belirlenip devletlere empoze edilen bu politikalar, John Williamson’un 1990 yılında yazdığı makaleden yola çıkılarak, standart hale getirilmişti. Buna göre, herhangi bir ülke IMF’den ödünç para almak istediğinde, Washington konsensusu olarak bilinen kuralları uygulamak zorundaydı. Bu kurallar özetle şöyledir:
* Mali disiplin,
* Devlet harcamalarında sağlık, eğitim, altyapı yatırımlarına öncelik verilmesi,
* Vergi reformu (düşük oranlı geniş vergi tabanı),
* Faiz oranlarının piyasa güçlerince belirlenmesi,
* Rekabetçi kur politikası,
* Serbest ticaret rejimi; gümrük vergilerinin en aza indirilmesi,
* Doğrudan yabancı sermayenin serbestleşmesi ve teşvik edilmesi,
* Özelleştirme,
* Deregülasyon,
* Özel mülkiyet haklarının güvence altına alınması.
Kısacası, “Yapısal Uyum” politikalarının ve Washington konsensusu kurallarının hayata geçirilmesi ile birlikte, çevre ülkeler, devlet yönelimli kalkınma sürecinden kopmuştur. Tamamen IMF ve Dünya Bankası denetiminde uygulanan bu politikalar, ÇUŞ’lerin (Çok Uluslu Şirketler) önlerindeki tüm engellerin kaldırıldığı serbest dolanımına ve her türlü finansal faaliyetin tam serbestiyle gelişimine olanak sağlayacak finansal piyasaların gelişimine yol açmıştır. Bu dönemde finansal piyasalar da içinde sermaye piyasalarının alabildiğine ve engelsizce büyüyüp geliştiği, –gümrük duvarları hemen neredeyse sıfırlanarak, ulusal paraların dövize çevrilebilirliği gerçekleştirilerek, “üst kurullar” aracılığıyla uluslararası mali denetim sağlanarak vb.– tüm ülke ekonomilerinin uluslararası kapitalist ekonomiye entegrasyonunun sağlandığı, dolayısıyla mali sermayenin, üretim ve finans süreçlerinin uluslararasılaşmasının devasa adımlarla ilerlediği gözlenmektedir. Böylelikle 1980’li yıllarda, yükselen piyasalar, sermayenin serbestçe dolanımını ve kârlılığını sağlayabilecek yapıya kavuşturulmuştur. 1987 yılında yaşanan borsa krizi sonrası, uluslararası –özellikle kısa vadeli (sıcak para)– sermayenin hareketliliği ivme kazanmıştır.
Uluslararası finansal piyasaların liberalizasyonu, sermayenin kârlılığı için tek başına yeterli değildi. Finansal liberalizasyon; özelleştirme, emek piyasalarının ve sosyal güvenlik sisteminin esnekleştirilmesi gibi politikalarla da desteklenmeliydi. Neo-liberal politikalar olarak isimlendirilen bu politikalar, aynı zamanda, yeni birikim sürecinin de temel yapısını oluşturuyordu. Böylelikle uluslararası sermaye, küresel ekonomiyi kendi çıkarları doğrultusunda artık çıplak gözle görülebilecek biçimde örgütleyebiliyor (IMF ve Dünya Bankası aracılığıyla), uluslararası finansal sermayeyi ilah konumuna getiriyor, özelikle çevre ülkeler için kalkınmanın amentüsü ilan ediyordu. Yeni birikim modelinin ortaya çıkardığı en önemli unsur, “sıcak para” olarak bilinen kısa vadeli sermaye hareketleridir. Yüksek faiz – düşük kur karakterine sahip piyasalara girme eğiliminde olan sıcak para, en ufak bir riski bile kaldıramayacak kadar hassas ve bu bağlamda ülke politikaları üzerinde baskı yaratacak bir bünyeye sahiptir. Nitekim ’90’ların sonunda, finansal piyasalarda yarattığı aşırı şişkinlik daha fazla sürdürülemez hale gelince, sıcak para daha fazla risk almayıp bulunduğu ülkeleri tek tek terk etmeye başladı. Bunun sonucunda Asya krizi meydana gelmiş ve tüm dünyaya yayılan kriz, en çok ekonomileri daha savunmasız olan “yükselen piyasalar”ı etkilemiştir. Yaşanan sürecin faturası ülke yönetimlerine çıkarılmış ve IMF programları dikte edilerek, küresel krizden, merkez ülkelerine çevre ülkelerden kaynak transferi yoluyla çıkılması planlanmıştır.
YENİ WASHİNGTON KONSENSUSU..
Dünya ekonomisinde yaşanan Asya krizi ile başlayan ve neredeyse tüm çevre ülkelerini önemli ölçüde etkileyen olumsuzluklar sonrası, Washington Konsensusu altında dayatılan politikalar gözden geçirilmiş ve uluslararası finansal sistemin yönetişimi masalı altında, çevre ülkelerine krizden çıkma iddiasıyla yeni politikalar dayatılmıştır. Yeni politikaların en önemli özelliği, yine çevre ülkelerin dış borçlarının sürdürülebilirliğini sağlamak için aşırı faiz dışı fazlalar ve cari fazlalar yaratmalarını sağlamaktır. Krizden çıkış yolu olarak önerilen bu politikaların, aslında ABD’nin uzun yıllardır kronik hastalığı ve büyümesinin de en önemli kaynağı olan şiddetli cari işlem açıklarını kapatmak üzere dizayn edildiği ve uygulatıldığı hasır altındaki gerçektir.
Tablo1: Dünya Ekonomisinin Cari İşlem Dengeleri (Milyar Dolar)
|
1996 |
2003 |
2006 |
ABD |
– 118 |
– 527 |
-857 |
Japonya |
66 |
136 |
170 |
Diğer Batı |
88 |
89 |
36 |
Çevre |
– 85 |
228 |
631 |
Petrol İhracatçıları |
39 |
109 |
396 |
Çin |
7 |
46 |
239 |
Kaynak: IMF, World Economic Outlook’dan aktaran Korkut Boratav, “Dünya Ekonomisinde değişimler ve Türkiye’ye yansımaları”dan değiştirilerek alınmıştır. http://www.bagimsizsosyalbilimciler.org/Yazilar_Uye/Boratav_Mayis07. pdf, Erişim: 20/10/2007
Tablo 1’den de anlaşılacağı gibi, ABD ekonomisi gittikçe artan biçimde cari işlem açıkları vermektedir. ABD’nin mevcut büyümesinin cari açıklarının fütursuzca genişlemesinin başlıca dayanağı, Amerikan dolarının küresel ekonomide hegemon bir güce sahip olmasının verdiği güvenin yanında[7], çevre ve petrol ihracatçısı ülkelerde gerçekleşen cari işlem fazlalarıdır. Dünya cari işlemler hesabının sıfır toplamlı bakiye vermesi gerekliliği de hesaba katılırsa, ABD’nin cari açıklarının, çok net bir biçimde, büyük ölçüde çevre ve petrol ihracatçısı ülkeler, kısmen de Çin tarafından karşılanmakta olduğu gözükecektir.
Ancak yine de özellikle ABD’de büyümenin % 3 seviyesine indiği 2005 sonrası, bu durumun artık sürdürülemeyeceğine olan inancın artmaya başlaması, ABD’nin rekor düzeylere yükselen cari açıklarını önleyebilmek adına, Çin, Japonya gibi ülkelerle pazarlıklara girişmesi, uluslararası finansal sermayenin mevcut gelişmelerden oldukça tedirgin olduğunu ve kırılgan hale geldiğini ortaya koymaktadır. Küresel bir aktör olarak ortaya çıkan Çin’in özellikle mal piyasalarındaki üstünlüğü, başta ABD olmak üzere, birçok merkez kapitalist ülkeyi dış ticaretlerini Çin’e karşı koruyucu/engelleyici bir dizi önlemler almaya, hatta yaptırımlarda bulunmaya yöneltmiştir. Çin’in, bu hamleler karşısında, yaz başında, dolar rezervlerini elden çıkartmaya yönelik ve Çin Yeni’nin değerlenmesi esasına dayalı bir dizi ekonomi politikalarını hayata geçirmek için adım atmış olması, cari açıklarını dolar basarak ve bunu başta Çin olmak üzere diğer çevre ülkelere satma yoluyla finanse eden ABD’de ciddi kırılganlığa ve endişeye yol açmıştır.
FAİZ PARADOKSU
Çin ve petrol ihracatçısı ülkeler başta olmak üzere çevre ülkelerin fonlarıyla ayakta duran ABD iç talebinin, kredi ve konut piyasalarında 2006 yılından beri süregelen spekülasyonlara karşı artık direnemeyecek noktaya gelmiş olması, FED’i, iç talebe yönelik bir hamle yapmaya zorlamıştır. Üstelik fiyat düzeyinin orta ve uzun vadede artışlar gösterebileceği beklentisinin çok kuvvetli olduğu bir dönemde, FED’in böyle bir riski göze alarak faiz indirimine gitmesi, oldukça paradoksal bir durumdur. Merkez Bankalarının yegane görevinin fiyat istikrarını temin etmek olduğu retoriğini çevre ülkelere yutturmaya çalışan neo liberal ideolojinin hegemon gücü ABD’nin, fiyat istikrarı ilkesini görmezden gelerek, faiz indirimine gitmesi, oldukça anlamlıdır.
Dünya ekonomisinde Asya krizi sonrası yaşanan ve yukarıda özetlenen birikim sürecinin de sonuna gelinmiştir. FED’in faiz indirimi sonrası, çevre ülkelerde –Türkiye de dahil– sevinç nidaları yükselmiştir. Risk algılamaları bir yana, faizin nispeten yüksek olduğu ülkelere hareket ettiği bilinen spekülatif finansal sermayenin, yeni durumda çevre ülkelere akacağı tahmin edilmiştir.
Ancak ortada şöyle bir tehlike vardır. Birincisi, söz konusu gelişme, çevre ülke paralarının daha da değerli hale gelmesine ve cari işlemler açıklarının artışına yol açacaktır. Bunun yanında, daha çok sıcak para, daha çok borç anlamına gelmektedir. Bu durumda, ABD cari açıklarının karşılanabilmesi, yine petrol ülkeleri ve Çin üzerine havale edilmektedir. Bu da, ABD ve diğer ülkeler arasında yaşanan gerilimlerin artması anlamına gelmektedir.
Mevcut durumun sürdürülemezliğine olan inancın gittikçe artması, uluslararası finansal sermayenin risk beklentisini yükseltecektir. Bu durumda, çevre ülkelerini tehdit eden bir başka olgu söz konusudur. Sıcak para, küresel ekonomide riskin yükseldiği zamanlarda, çevre değil, daha güvenli bulduğu merkez ülkelerine hareket etmektedir. Bu da, sıcak paranın Türkiye gibi ülkelerden ani ve sert bir biçimde –geçmişte olduğu gibi– kaçması demektir. Dünya ekonomisinde yaşanacak krizden elbette merkez ülkeler en az zararla çıkacaklardır.
TÜRKİYE’YE YANSIMALARI..
Yüksek reel faiz avantajı (?) ile ABD’de yaşanan kırılma sonucu sıcak para girişi beklentisi içerisine giren Türkiye, yukarıda açıkladığımız sebeplerle, bu beklentisine karşılık bulamamıştır. Gerek enflasyon hedeflenmesinden yaşanan sapma ve gerekse de “güvenli piyasa” imajını sürdürmek maksadıyla, Türkiye Merkez Bankası, FED’in faiz indirimini takiben, ilki çeyrek, ikincisi yarım puanlık faiz indirimlerine gitmiştir. Uzun zamandır ulusal üretken sermayenin özellikle kısa vadeli faizlerin düşürülmesi yönündeki taleplerine kulak tıkayan MB’nin, FED’in faiz indirimi hamlesinden sonra sadece yarım puanlık göstermelik bir indirime gitmiş olması, Türkiye’nin, sıcak paraya dayalı büyüme dışında hiçbir ulusal kalkınma perspektifinin ya da gücünün olmadığını kanıtlamaktadır.
SONUÇ
Enerji fiyatlarında yaşanan artışlar, kredi ve konut piyasasında yaşanan durgunluk, ABD ekonomisini ciddi biçimde sarsmaya devam etmektedir. Bu gelişmelerin yanında ABD cari açıklarının da çok hızlı büyüdüğü, doların diğer rezerv paralar karşısında ciddi değerler kaybı yaşadığı son dönemde, ABD’de yaşanan bu olumsuzlukların dünya ekonomisine yayılmasından endişe edilmektedir. Öyle ki, ABD Merkez Bankası FED, gittikçe yükselen enflasyon baskısını hiçe sayarak faiz indirimine gitmiş, biraz olsun tüketim talebini yükseltmek ve cari açıkları küçültmeyi amaçlamıştır. Kısa vadeli bir önlem olduğu çok açık olan bu hamle, mevcut kapitalist işleyişe nefes aldırabilecek gibi algılansa da, IMF’nin 2008 yılı büyüme tahminleri sermaye çevrelerince tatmin edici kabul edilse de, yakın gelecekte özellikle çevre ekonomileri için ciddi tehlikeler mevcuttur. Çünkü spekülatif mali sermaye –sıcak para– hareketlerine dayalı emekçi kesimlerin aleyhine büyüme süreci tıkanmış görünmektedir. Yaşanan bu tıkanıklığın aşılması adına atılacak adımlar, Türkiye gibi ülkelerin ve emekçi kesimlerin iyice yoksullaşmasına yol açacaktır.
Yararlanılan Kaynaklar
Boratav, Korkut (2007). “Dünya Ekonomisinde Değişimler ve Türkiye’ye Yansımaları”. http://www.bagimsizsosyalbilimciler.org/Yazilar_Uye/Boratav_Mayis07.pdf, Erişim: 20 /10/2007
Chacholiades, M. (1990). International Economics, McGraw-Hill International Editions, Literatür Yayınevi
Marx, K. (1997). Kapital, Alaattin Bilgi (çev.), Cilt 1, Ankara: Sol Yayınları
Mandel, E. (1998). Marksist Ekonomi Kuramına Giriş, çev. Ali Ünlü, İstanbul: Toplumsal Dönüşüm Yayınları
Martin, H. P. ve H. Schumann. (1997). Globalleşme Tuzağı, (çev). Ö. S. Karadana, M. Kahraman, Ankara: Ümit Yayıncılık
Sönmez, S. (1998). Dünya Ekonomisinde Dönüşüm, Ankara: İmge Yayınları
Şişman, M. (2003). Mali Sermayenin Küreselleşmesi, İstanbul: Set Yayınları
Williamson, J ve M. Mahar. (2002). Finansal Liberalizasyon Üzerine Bir İnceleme, (çev). Güven Delice, Ankara: Liberte Yayınları
[1] Bretton Woods sistemi, 1944‘te Bretton Woods‘da toplanan Birleşmiş Milletler Para ve Finans Konferansı’nda ortaya çıkan iktisadi bir yaklaşımdır. Bretton Woods uluslararası para sistemi, dünyanın önde gelen devletleri arasındaki ticari ve finansal işlemlerde dayatılacak kuralları belirlemiştir. Uluslararası para sisteminin kurallarını belirleyen bu anlaşma ile, Dünya Bankası ve Uluslararası Para Fonu’nun (IMF) kurulmasına karar verilmiştir. Dolara anahtar para rolü biçilen yeni para sisteminde, altına dönüştürülebilen tek para biriminin dolar olmasına, diğer para birimlerinin değerlerinin de dolara göre ayarlanmasına karar verilmiştir. Tüm para birimleri, çeşitli kurlardan, IMF gözetiminde dolara endekslenmiştir. Zamanla, dolara ve dolayısıyla altına endeksli sabit kur sistemi, altın-dolar paritesinin sürdürülemeyeceğinin anlaşılması ve 1971‘de ABD’nin doları altına endekslemekten vazgeçtiğini açıklamasıyla çökmüştür.
[2] Savaş ertesinden altmışlı yılların sonlarında belirmeye başlayan krize kadar, sermaye birikiminin altın çağını yaşadığı dönemde, yoğun ve Fordist birikim modeli ile tekelci düzenleme tarzı geçerlidir. (Sönmez, 1998,89). Üretimin ve parasal dolanımın başta devletçe ve de dolaylı olarak kapitalizmin uluslararası kurumlarınca düzenlendiği bu birikim modeli, yerini, üretim ve para dolanımının düzensiz ve kuralsız hale getirildiği ve faiz, kur farklılıkları, bilanço oyunları, spekülasyon, geleceğin satıldığı kredili pazarlama, spekülasyon ve düpedüz vurgunculuğun önem kazandığı finansal faaliyetlerin öne çıktığı ve mali sermayenin rantiye niteliğinin daha belirgin hale geldiği bir “model”e bırakmıştır. Bu sürecin en temel özelliği, mali sermaye birikiminin “reel ekonomi” ve üretimden kopuşu zorlaması ve karşılıksız finansal işlemlerin çoğalması olmuştur. Bir kısmı tamamen sanal mali araç ve piyasalardaki büyüme ve “sermaye fazlası”nın artık “sıcak para” biçimiyle kap-kaça, tutsata vb. yönelmesi ve bu sürecin devamının IMF türü aygıtlarla özellikle “yükselen piyasalar”a dayatılması ve salt mali yönden de uluslararasılaşmanın olağanüstü gelişmesi, “modelin tanımlayıcıları arasındadır. Karşılıksız finansal faaliyetlerin yükleri ve sermayenin karşılaştığı/karşılaşacağı risklerin üretken kesimleriyle topluma –özellikle de emekçi kesimlere– mal edilmesinden başka yol olmadığı ve sürecin böyle ilerlediği ise kuşkusuzdur.
[3] Üretimde sermaye mallarının kullanımının artırılması sonucunda aşırı üretim sorunu ortaya çıkmıştır. Bir yandan üretim aşırı düzeyde artarken, diğer yandan üretim için gerekli emek-zamanı azaltıldığı için emek gelirlerinde de azalma ortaya çıkmıştır. Bu azalışa paralel olarak, üretilen mallar piyasada “efektif” taleple karşılanamamıştır. Bu durum, realizasyon krizini, tüketimin üretimi karşılayamaz olmasını, yani üretimin realize olamayışını (gerçekleşememesini), “aşırı üretim krizi” olarak da nitelenen kapitalizmin krizini işaret etmektedir.
[4] Kâr oranının kendisi, artı değer oranı (s/v) ile sermayenin organik bileşimine (c+v) bağlıdır. Artı değer oranının (s/v) sabit olduğu varsayıldığından, zaman içinde teknolojik yenilikler nedeniyle sermayenin organik bileşimi (c+v) artacak ve bu durum kâr oranının düşmesine neden olacaktır. Diğer bir deyişle, zaman içinde, rekabet nedeniyle değişmeyen sermaye yatırımları (c ) artacak ve sömürü oranı (s/v) sabit olduğundan kâr oranı düşme trendine girecektir. Kâr oranı sıfır olduğu zaman ise, artık yeni yatırımlar olmayacak, dolayısıyla toplam talep azalacağından, buhran kaçınılmaz olacaktır (Marx, 1997).
[5] Faiz Eşitleme Vergisi, 1963’te ABD’de yürürlüğe giren, yerleşiklerin yabancılar tarafından ihraç edilen tahvil ve hisse senedi yatırımlarının vergileme kanalıyla engellenmesi ve sermaye çıkışlarının denetlenmesine yönelik bir uygulamadır.
[6] Finansal baskı politikalarına karşı McKinnon ve Shaw tarafından geliştirilen finansal liberalizasyon, dar anlamda mevduat ve kredi faiz oranları üzerindeki faiz oranlarının kaldırılması, geniş anlamda farklı nitelikli kurumların faaliyetlerini ayıran sınırlamaların ve döviz kontrollerinin kaldırılması, yerleşiklerin yabancı finansal piyasalara girmelerine olanak tanınması ve finansal kazançlar üzerindeki yüksek oranlı vergilerin azaltılması olarak tanımlanabilir (Williamson ve Mahar, 2002, s. 9). Finansal liberalizasyonun en önemli marifetlerinden biri, kısa vadeli spekülatif sermayeyi yaratmasıdır. Bir ülkeden bir başka ülkeye yalnızca arbitraj gözeterek hareket eden bu spekülatif fonlar, sıcak para olarak adlandırılmaktadır. Giriş yaptıkları piyasaları geçici bir süre rahatlattıktan sonra, kârlılık koşullarının kaybolma yönünde bir işaret bulduklarında ülkeyi terk etme eğiliminde olan bu fonlar, çıkış yaptıklarında mevcut ekonomik koşulları daha da kötüleştirirler.
[7] Amerikan doları hegemon bir güce sahiptir. Dünya üzerinde geçerli en önemli rezerv para konumuna sahip olmasından ötürü, ABD, dilediği kadar borçlanma ve tüm borcunu dolar basarak kapatma şansına sahiptir.