Türkiye’de uzunca bir süredir, ekonomik alanda kapitalist kriz ve siyasal alanda (merkezinde Kürt sorunu bulunan) demokrasi meselesi gündemin başına oturmuş bulunuyor. İşçi sınıfı ve diğer ezilen toplumsal kesimlerle birlikte milyonlarca genç de, bu iki sorunu derin bir biçimde yaşıyor.
Ekonomik kriz, işçi ve emekçi sınıflar için yoksullaşma, daha fazla işsizlik ve eldeki kazanımların bir bir budanması anlamına geliyor. Gençlik yığınları için; iş, güvenilir bir gelecek ve parasız eğitim her geçen gün daha uzak bir hayale dönüşüyor. Genç bir nüfusa sahip olan ülkemiz, milyonlarca genç işçinin kapı önüne konduğu, genç işçilerin kahve köşelerine itildiği, beş parasız gençlerin sokaklara düştüğü işsizler ordusu tablosuyla işsizlik sıralamasının zirvesine tırmanıyor.
Fabrikalarda, sanayi sitelerinde, atölyeler ve tarım işçiliğinde çalışan işçi gençliğin hep süregelen sorun ve talepleri krizle birlikte önemli ölçüde bastırılmış ve geriye itilmiş durumda. Her zaman yaşadıkları işten atılma korkusu krizle birlikte tırmanışa geçen genç işçiler, çalışma saatlerinin yükseltilmesine, iş yükünün her türden ağırlaştırılmasına, ücretlerin düşürülmesine ve esnek çalışmaya sessiz kalmayı tercih ediyorlar. En azından bir dönem daha böyle gitmeyi bile şans sayacakları anlaşılıyor. Çünkü dışarıda bekleyen bir işsizler ordusu var, bu her defasında kafalarına vuruluyor. Elbette genç işçilerin bütün bu gelişmelere rağmen, hak arayan, patron baskısına karşı direnen, eyleme geçen, sendikalaşan girişimleri hiç yok değil. Fakat bu dönem baskın olan eğilimin, daha çok; rekabet, kendini kurtarma çabası ve çalışma şansını bulmuşsa kabuğuna çekilme olduğu söylenebilir. İşçi gençlerin birbirlerine rakip kılınması ve yarıştırılmaları kadar bir önemli mesele de, işsiz gençlerle olan rekabette kendini gösteriyor. Bu durumda, yaşamak ve ayakta kalmak için boyun eğmek, kabuğuna çekilmek ve yalnızlaşmak tek çözüm yolu olarak dayatılıyor.
İşsiz kalan, iş bulamayan, yoksul mahallelerde çaresiz bırakılmış emekçi gençler için; çalışmak dışında bir gelir kapısı, koruyucu bir uygulama ve güvence bulunmuyor. Devlet ya da belediyeler tarafından tanınması gereken “işsizlik ödeneği”, “ücretsiz sağlık ve ulaşım hakkı” gibi haklar, yoksul gençlerin pek de tanıdık olmadıkları kavramlar. Destek, hak ve güvencenin olmadığı yerde yalnızlık ve çaresizlik duygusuna kapılan gençler ya da gençlik kümeleri için rekabet, çözülme, kendi içinde çatışma ve umutsuzluk öne çıkıyor.
Elbette kapitalist bir sistemde, topluma egemen olan sosyal çözülme ve bireycilik sadece kriz dönemlerinde açığa çıkmaz. Fakat ekonomik kriz süreçleri bu çözülmeyi hızlandıran koşullar oluşturuyor. İşçi, işsiz, kır emekçisi gençliğin yanı sıra öğrenci gençliğin de bu süreçten derinden etkilendiğini söylemek gerekiyor. Gelir adaletsizliğindeki uçurumun derinleşmesi, emekçi ailelerin yıkıma uğraması ile birlikte emekçi çocuklarının eğitim alma olanakları giderek daralıyor. Okulların ardından, artık aynı okul içindeki sınıflar bile parası olan-olmayan ayrımına göre çeşitlendiriliyor. Okul okumak, bitirmek, üniversiteyi kazanmak, iş bulmak; bütün bunlar, paranın gücüne göre geçilebilecek engeller olarak gençlerin önüne çıkıyor. Böylesi bir sistemde kaçınılmaz bir sonuç olarak ortaya çıkan elemecilik, öğrenci gençlerin büyük bir bölümünü daha erken yaşlarda yarışın dışında bırakıyor. Sınav bunalımı, kayıt bunalımı, barınma-ulaşım-beslenme bunalımı birbirini izleyerek öğrencide toplam bir bunalıma ve çöküşe yol açıyor. Elemecilik ve ayak çelmecilik ana karakter olarak özendirilirken, gençler arasındaki sosyal dayanışma sürekli bir biçimde dinamitleniyor.
Kapitalist krizin tetiklediği sözü edilen bu gelişmelere, aynı zamanda, burjuva propaganda aygıtlarının siyasal, kültürel ve “sanatsal” bombardımanı da eşlik ediyor. Bu kuşatma altında, gençliğin çürümeye, yozlaşmaya, uyuşturucuya, çeteleşmeye, özgüvensizliğe ve umutsuzluğa kapılması genel bir karakter olarak ortaya çıkıyor.
İşçi, işsiz ve yoksul gençlik kesimleri içinde milliyetçi ya da dinsel motifli burjuva ideolojiler bu dönemde prim yaparken, küçük-burjuva ve daha çok genç aydın öğrenciler içinde çeşitli türden liberal söylemlerin etki uyandırdığını söylemek mümkün. Dolayısıyla ülkedeki genel ekonomik-sosyal gelişmeler kadar siyasal gelişme ve taraflaşmaya da paralel bir gençlik profilinden söz edilebilir. En çok da demokratikleşme ve Kürt sorunu üzerinden gençlik içinde siyasal bir tartışma ve ayrışmanın yaşandığı gözleniyor. Kürt sorununda yaşanan güncel yeni gelişmelerin de bunda önemli bir payı bulunuyor.
Çerçevesini ana hatlarıyla çizmeye çalıştığımız yukarıdaki tabloyu ve nesnel durumu değerlendirmeden gençliğe dair sonuçlar çıkarmak, devrimci çalışmada çoğunlukla yanılmayı beraberinde getirebiliyor. Gençlik çalışmasında “kolay ve hızlı sonuç almayı” temenni edip çoğunlukla hayal kırıklığına uğramanın bir nedeni de budur. Emek Gençliği’nin faaliyetinde (aynı zamanda bir zayıflık olarak ele alınması gereken) görülen sürekli genel bir sesleniş ve genel bir mücadele çağrısıyla sınırlı çalışma tarzı da, yine buradan kaynaklanmaktadır. Oysa ki, en geniş gençlik kesimleri için birleşmek, birbirlerine güven duymak ve dayanışmayı öğrenmek öncelikli gerekler haline gelmiş bulunmaktadır. Bu gerekler yerine gelmeye başladıkça, her birimde en çok zorluk çekilen örgütlenme sorunu da aşılmaya başlayabilecektir.
İçinden geçmekte olduğumuz ekonomik kriz, toplumsal mücadele potansiyelini hiç kuşku yok ki güçlendirmektedir. Hemen her yerde, en küçük devrimci bir yardım ve müdahalede gençlik kesimlerinin bu müdahale etrafında toparlanmaya başladığı görülmektedir. İşçi basınımıza da konu olan işten atmalara, işsizliğe, paralı eğitime karşı yürütülen çalışmalara sorunun mağduru gençler yanıt vermekte, ama örgütlenme (özelde mücadelenin örgütlenmesi) çoğunlukla başarılamamaktadır.
İşçi, işsiz, köylü, öğrenci gençliğin devrimci politik gençlik örgütü olan Emek Gençliği’nin 5. Konferansı işte bu gelişmeler ve sorunların ele alınması ve tartışılarak sonuçlar çıkarılması bakımından önemli bir süreç olarak değerlendirilmelidir. Genel değerlendirmelerin de ötesinde; Emek Gençliği’nin ve onun örgütlerinin bu gelişmeler karşısında kendi rolünü tartışması, çalışma tarzını gözden geçirmesi, hem gençlik hareketinin gidişatı açısından hem de Emek Gençliği’nin güç kazanması ve kitleselleşmesi açısından gerekli görünmektedir.
Elinizdeki bu yazı, bu sürece katkı sunmak amacıyla; gençlik hareketi açısından kimi güncel gelişmelere dikkat çekmeyi ve ortaya çıkan sorunlara işaret etmeyi hedeflemektedir.
Öncelikle gençliğe dair geçtiğimiz günlerde basına konu olan çarpıcı bazı örneklere bir göz atalım.
KRİZDEN GENÇLİK MANZARALARI
Yapılan açıklamalara göre, Türkiye’de lise çağında bulunan ve eğitim alması gereken gençlerin yüzde 47’si örgün eğitimden yararlanamıyor. Son resmi verilere göre, genç nüfusta işsizlik oranı yüzde 23.5’e yükseldi. İstanbul Çağlayan’da işsiz kalan üç genç paralarını birleştirip öğlen tek simit yiyor. Türkiye’de eğitim almış her 3 gençten biri işsiz geziyor. Kayseri Erciyes Üniversitesi’ne 200 TL karşılığında kobaylık yapmak için başvuranların sayısı 12.000’i geçerken, bu oranın içinde öğrenciler kitlesel olarak bulunuyor ve büyük bir yer tutuyor.
Aynı günlerde Marmara Üniversitesi Rektörü Necla Pur, öğrencilerin çoğunun günde bir öğün yemek yediğini ve derste açlıktan bayılanlar olduğunu söyledi. 900 öğrenciye (içine ekmek kırıntıları atarak) sabah çorbası vermeye başladıklarını söyleyen Pur hayırseverlere de şöyle sesleniyor: “Hayır yapmak sadece Ramazan’da kalmamalı. Sabah kahvaltısı verebilirsiniz. 10 ev kadını buluşup bin poğaça yapıp sabahları çorbanın yanında dağıtsa bu çocuklara bundan daha büyük hayır olur mu?”
Eğitim yılı başlarken İstanbul’daki 240 okulun elektriğinin borcundan dolayı kesik olduğu bildirildi. Gaz ve su faturalarından dolayı da benzer kesintilerin olacağından endişe ediliyor. Sendikaların araştırmalarına göre, bir öğrenci okula başlarken 40 kalem harcama yapıyor ve bunun veliye maliyeti minimum 2030 TL.
ODTÜ Fizik Öğretmenliği’ni birincilikle bitiren gencin, KPSS sınavında da birinci olmasına rağmen, kadro olmadığı gerekçesiyle ataması yapılmadı.
Üniversitelerde hem okuyup hem de çalışan 20 bin öğrencinin işine son verilince, okulu bırakmayı düşünen öğrencilerin sayısında artış yaşandı. Ataması yapılmayan öğretmen adaylarının sayısı ise, 230 bine yükseldi. 50-d mağduru asistanlar, ödenek almadan, öğrenci statüsü ile çalıştırılıyor. CHP’nin açtığı dava nedeniyle, Belediyelerden burs alan binlerce öğrencinin bursları kesildi…
Haber örneklerini çoğaltmak mümkün, fakat bu kadarı bile, gençliğin karşı karşıya bulunduğu saldırıların boyutunu görmek için yeterli olsa gerek. Yani genel olarak sorunu tarif edip işin etrafında dolanmak gerekmiyor. Rektörleri bile sitem edecek hale getiren bu somut sorunlar karşısında sorulacak soru; “Peki biz bu somut ve çarpıcı sorunlar üzerine somut nasıl bir ajitasyon ve örgütlenme faaliyeti yürüttük, yürütüyoruz?” olmalıdır.
Gençlik çalışmasında kriz ve krizin sonuçları üzerine çok soyut ve genel bir çalışma içinde olunduğu, krizin derinleştirdiği her bir somut soruna inip çalışmanın örgütlenemediği; bu soruya verilecek her bir yanıtta kendisini gösterecektir. Değiştirilmesi gereken öncelikli sorun; herkesin birbirine anlattığı genel ve soyut analizcilik hastalığından kurtulmak ve en küçük birimlerde baş gösteren (sarsıcı genel etki potansiyeli de taşıyan) somut talepler etrafında bir faaliyete koyulmaktır.
Gençlik mücadelesinde YÖK ve 6 Kasım’ın özel bir yer tuttuğu biliniyor. Geçtiğimiz 6 Kasım birçok yönüyle tartışma ve değerlendirme konusu yapılabilir, yapılıyor da. Fakat biz yine faaliyetin rutinliği, soyut ve genelliğine bir ayna tutması bakımından geçtiğimiz 6 Kasım eylemlerine, bir örnek olarak yakından bakalım.
CUNTA BEKÇİLİĞİNDEN PİYASA TACİRLİĞİNE: YÖK DÜZENİ VE 6 KASIM
Üniversitelerin piyasaya açılması tartışması yeni değil, fakat Bologna Planı’nın YÖK eliyle devreye sokulması ile birlikte süreç büyük bir hız kazandı. Üniversitelerin piyasalaştırılması bakımından, YÖK, otobüsten inip uçağa bindi diyebiliriz.
Bologna Planı, başlangıcında bir Avrupa planı olarak ortaya çıktı. Gelişmiş Avrupa ülkelerinin bir araya gelerek başlattıkları üniversiteleri piyasaya açma planına, bir süre sonra bütün Avrupa ülkeleri katıldı. Bugün Bologna Planına 45 ülke imza atmış bulunuyor.
Bologna Planı’nın uzun uzadıya ayrıntılarına girmek, bu yazının kapsamı bakımından gerekmiyor. Fakat özetlemek gerekirse; bir yandan üniversiteler arasında öğretim üyesi ve öğrenci transferleri (hareketliliği) yaratılmak istenirken, öte yandan üniversite yönetimlerine patron örgütlerinin temsilcileri dahil ediliyor. Öğrenci ve öğretim üyesi hareketliliği büyük bir pazar oluştururken, aynı zamanda, üniversitelere ucuz işgücü ve rekabet koşullarında köleliği (küreselleştirerek) getiriyor. “Dış paydaşlar” adıyla üniversitelerin danışma kurullarına çağrılan patron temsilcilerinin oynayacağı rol çeşitli biçimlerde basında tartışıldı. Fakat pek üzerinde durulmayan başka bir unsur, en az bu kadar büyük bir tehlikeyi barındırıyor: “İç Paydaşlar”.
Üniversitelerin danışma kurullarına “dış paydaşlar” kadar üniversite bileşenlerini ifade eden “iç paydaşlar”ın da girmelerini isteyen Bologna Planı, böylece öğrenci temsilcileri ile patron temsilcilerinin yan yana oturmasını istiyor. Yani patronlar satın alacak, kâr alanları oluşturacak, öğrenciler de “demokratik” bir şekilde kafa sallayarak, bu yağmaya onay verecek.
Darbe Anayasası ile kurulan ve darbe yönetimini uzun yıllar üniversitelerde egemen hale getiren YÖK, her fırsatta öğrenci örgütlerinin üzerine baskı ve şiddetle gitti. YÖK düzeninde, örgütlenmenin önü, baskı, sindirme, okuldan atma ve polis-jandarma-sivil faşist terörüyle kesilmeye çalışıldı. Öğretim üyeleri de, bu baskıdan nasibini aldı.
Bugün yükseköğrenim gençliğinin büyük zorluklarla kurduğu Kol, Kulüp ve Toplulukları bulunuyor. Üniversitelerde YÖK eliyle getirilen ÖTK temsilciliklerinde muhalif öğrencilerin sayısı ve etkisi her geçen gün biraz daha artıyor. Bologna Planı, kaleyi içerden zayıflatan, patronlarla öğrencileri yönetime taşıyarak öğrencilerin örgütlerini kariyer ve girişimcilik bürolarına çeviren ve öğrencileri nihayetinde mücadeleden alıkoymayı hedefleyen bir planı ifade ediyor. Aynı durum, öğretim üyeleri için de geçerli ve benzerlik gösteriyor.
Gelinen yerde, bugün sadece baskı ve ceberutluk yönünü öne çıkararak YÖK’e karşı bir mücadeleyi ele almak, son derece sığ kalacaktır. Eğitimi piyasalaştırmak, üniversiteleri küresel sermayenin ihtiyaçlarına uygun olarak yeniden biçimlendirmek, kampuslarda şirket büroları açmak; “öğrencilere yeni iş imkanları” olarak yutturulmaya çalışılmaktadır. Etkili ve yaygın, ama derinlemesine bir aydınlatma faaliyeti ve tartışma ortamı yaratılmadan, bugün için, bu gerici kapitalist planları boşa düşürmek mümkün görünmemektedir.
Üniversitelerde yaşanan piyasalaştırma süreci ile birlikte birçok kavram ve uygulama yeniden tartışılmak ve tanımlanmak durumunda. Bu kavramlardan biri de; özerklik.
Başörtüsü yasağını öne sürerek “zulme karşı direneceğiz” sloganıyla meydanlara dökülen siyasal İslam’ın etkisindeki binlerce genç için, YÖK, o yıllarda dağıtılması gereken dikte edici bir aygıttı. Parlamento seçimlerinde sermaye desteğini arkasına alan AKP rüzgarı, kısa bir süre içinde bu gençlerin hareketini bünyesine almayı başardı. “Karşısındaki aygıtı yıkamıyorsan ele geçir” felsefesi, geçerli pragmatist bir felsefe olarak, üniversitelerde de kabul gördü. Dün YÖK’e karşı mücadele eden geniş bir İslami gençlik tabanı, bugün AKP ve YÖK eliyle piyasacılığın savunucuları haline geldiler. YÖK, artık bu kesimler için tasfiye edilmesi gereken dikte edici bir aygıt değil, güçlendirilmesi gereken liberal bir piyasa yöneticisi.
Bologna Planı ile birlikte artık yeni bir özerklik tanımı getiriliyor. Üniversiteler özerk olmalı, ama bu özerklik bilimsel değil, “mali ve idari” olmalıdır. Yani sermayeye hizmet eden, sermayenin tahakkümü altına girmiş bir “bilimsel üretim” öngörülmekte, öte yandan üniversiteler devlet desteğinden yoksun bırakılmaktadır. “Kendi yağınla kavrul” şeklinde bir mali-idari özerklik dayatılmakta ve “kavrulamıyorsan, seni kavuracak bir patron bul” anlayışı yerleştirilmek istenmektedir.
Dolayısıyla Bologna Planı ile devreye konan üniversite projesinde, YÖK, kendine bakir bir yönetsel alan bulmakta, geriliğe karşı modernliği vaat etmekte ve gençlere iş kapısı masalını anlatmaktadır. Bu yaklaşıma göre, özgürlükler ve demokrasi ise zaten piyasaya entegrasyonla gelecektir!
Sermaye çevrelerinin YÖK ve MEB eliyle devreye soktukları bir proje de, üniversite sayılarının arttırılmasıyla ilgilidir. Başbakan Erdoğan, 81 ilde 193 üniversite açtıklarını övünerek her fırsatta söylüyor. Bu üniversitelerin 40 tanesi özel ve vakıf üniversiteler. Böylece üniversite kapılarındaki yığılma azalacak, bütün ülke gençliği üniversite okuyacak, ülkenin eğitim kalitesi yükselmiş olacaktır! İyi ama, Tunceli Üniversitesi’ne profesör bile nice zaman sonra daha yeni atandı. Yeni açılan, tabelası değiştirilen birçok üniversite, gerçekte “kümes üniversiteler”dir. Ama yine de yükseköğrenim gençliğinin mücadele potansiyelinin 81 ile yayıldığını söyleyebiliriz.
Sermaye örgütleri, “Türkiye’nin ihtiyacı asıl olarak ara elemandır” tespitinden hareketle, devlet elindeki Mesleki ve Teknik Eğitim Okullarını, Yüksek Okulları eleştiriyor ve buralara sızmaya çalışıyorlar. Okullardaki mütevelli heyetlerin içine patron temsilcilerinin yerleştirilmesi için hazırlıklar yapılıyor. Bu propagandanın bir sonucu olarak, bir yandan da özel yüksek okullar mantar gibi çoğalmaya başladı. Başını özel Okan ve Işık okullarının çektiği bu yüksek okullarda para karşılığı zanaat öğretiliyor. Özel eğitim sektörüne yeni bir piyasa alanı böylece açılmış oluyor.
Peki, üniversiteler için yeni modele uygun bir kefen dikilirken, 2009 6 Kasım eylemleri neyi gösterdi?
Birincisi, en azından YÖK’ü protesto eden öğrenciler bakımından, YÖK’ün kaldırılması için güçlü bir isteğin olduğu bir gerçek. Parasız, bilimsel, demokratik ve anadilde eğitim talepleri de öne çıkan talepler oldu. Ama Bologna Planını da içeren sermayenin yeni atılımları ile YÖK’ün taşeron rolü arasındaki bağ sergilenemedi. “Gençlere iş kapısı, kaliteli eğitim, yabancı okullarda okuma” vb. propagandaları içeren yalanların üzerine gidilemedi. Bir dönem “ulusalcılık” adına AKP’ye direnen, YÖK’ün ve onun rektörlerinin safında yer tutan kimi politik çevreler, bugün bağırmaya başladılar. Kimi çevrelerden yükselen ve sadece “üniversiteleri AKP’ye teslim etmeyeceğiz“, “AKP’nin YÖK’ünü istemiyoruz” sloganına sıkışan yaklaşımda da yeni dönemi anlamayan bir darlık kendini gösterdi. AKP’nin değil de kimin YÖK’ü mubah olabilir ki? CHP’nin mi, askerin mi, devletin mi YÖK’ü kabul edilebilir?
AKP gerici bir partidir, bilime düşmandır, üstelik üniversitelerde kadrolaşmaktadır ve buna karşı mücadele edilmelidir. Ama Y. Z. Özcan’a gelinceye kadar YÖK’ün AKP’nin elinde olmadığı ve yine savunulacak yanı olmadığı yaşandı, biliniyor. Ve en nihayetinde perde arkasında iş yürüten ve üniversiteler üzerinde büyük bir planı devreye sokan emperyalistler ve işbirlikçi kapitalistlerdir ve esas onlara karşı birleşmek neredeyse unutulmuştur.
İkincisi, birçok ilde 6 Kasım bir tek alanda protesto edildi ve sınırlı sayıda öğrenci bu eylemlere katıldı. Sınıflarda tartışmalar, amfilerde konuşmalar, fakültelerde protesto gösterileri ve forumlar örgütlenerek hareket edilmedi. Geleneksel protestocu ve kitlelerden kopuk yaklaşım bir kez daha öne geçti. Mevcut cılızlıklarına karşın öğrenci kulüp, topluluk ve temsilcilikleri öne çıkarılamadı, tersine ötelendi. Böyle olunca, en geniş gençlik kesimleri karar ve eylem süreçlerine katılamamış oldu.
Üçüncüsü, son yıllarda yükseköğrenim gençliğinde iş, meslek ve güvenilir bir gelecek kaygısı öne geçmiş görünüyor. Zira, ataması yapılmayan öğretmenler, peyzajcılar, genç eczacılık öğrencileri, işsiz ve düşük ücretli mühendisler, fen-edebiyat öğrencileri vb. kesimler iş talebiyle sayısız eylemler yaptılar, platformlar kurdular. Özellikle 3. ve 4. sınıf öğrencileri de, bu platformlara ve eylemlere katılmaya başladı. Örneğin İTÜ’de yapılan “işsiz mühendisler ve düşük ücretli mühendisler kurultayı”, bu açıdan büyük bir önem taşıyor. Meslek örgütleri ile öğrenciler arasındaki ortak mücadele ve örgütlenme daha da güçleniyor. Bütün sözü edilen bu kesimlerin kendi talepleriyle 6 Kasım protestolarında yer almamaları, bu eylemlerin bir bileşeni olmamaları, eylemi örgütleyen kesimlerin ele alıp tartışmaları gereken bir sorun olarak durmaktadır. Çünkü bundan sonraki mücadele de bu eksen üzerinde devam edecektir.
Dördüncüsü, devlet üniversiteleri kadar özel üniversite ve özel yüksek okullarda da büyük bir nüfus oluşmaktadır. Üstelik bu öğrencilerin önemli bir bölümü geçmiş yıllardan farklı olarak artık zengin çocuğu da değildir. Dolayısıyla bu kesimlerin mücadeleye çekilmesi ve bu okullarda da mücadele örgütlerinin kurulması hareketin genel gidişatı açısından da önem taşımaktadır.
Peki, yukarıda dört maddede bahsedilen görevler yerine getirilemez görevler midir? Gelişmeler bu imkanları ortaya çıkarmışsa, Emek Gençliği neden bu süreci gerektiği örgütleyememiştir? Elbette, soruyu tek bir nedenle açıklamak doğru olmaz. Ama genel doğruları söylemenin ve sadece eleştirel bir tavır içinde bulunmanın da Emek Gençliği’ni ilerletmeyeceği açık olsa gerek. Temel mesele; ortaya konan platforma uygun pratik adımların atılamaması, en somut talepleri baz alarak çalışmanın örgütlenememesinde yatmaktadır. Her defasında kolay yola sapılarak çıkmaz sokağa çıkılırken, en aşağıdan başlayarak somut çalışma ve örgütlenmeyi ilerletmede, esas zorlu patika yollarda adım atılmamaktadır. Nadiren de olsa bu yola atılan adımlarda sonuç alındığı görülmektedir.
PARALI EĞİTİM, BASKI VE ÖSS KISKACINDA, LİSELİ GENÇLİK
Yükseköğrenim gençliğine nazaran ortaöğrenim gençliğinin son yıllarda daha hareketli ve örgütlenme arayışı bakımından daha dinamik olduğu görülüyor. Bu tespiti pekiştiren bazı gelişmelere bir kez daha bakmakta fayda var.
Eğitim ve öğrenim yılının açılması ile birlikte birikmiş sorunlar da çığ gibi öğrencilerin ve velilerin üzerine devrildi. Sivas’ta hademe olmadığı gerekçesiyle okulun temizlik işleri velilere yaptırıldı. Liselerde büyük bir yığılma yaşanırken, okullaşma ve derslik sayılarında yaşanan uçurum daha da büyüdü. ÖSS sınavlarında sıfır çeken, başarı ortalaması düşük olan okulların öne çıkan sorunlarından biri, zaten sınıf mevcutlarının çok fazla olması ve öğretmen sayısının yetersiz kalışıdır. Ankara merkezli başlatılan ve tüm illere doğru genişletilen yeni bir uygulama ile okul kapılarına beli silahlı polisler dikilmeye başlandı. Bu gelişmenin ardından, okullardaki polis vukuatları da artmaya başladı. Okul önlerine asılan pankartlarda üniversiteyi kazananların listeleri sıralanıyor. Okullar başarılarını üniversiteyi kazananlarla reklam edip marka olmaya çalışırken, kazanamayanların listesini soran bile olmuyor. “Meslek lisesi memleket meselesi” sloganı ile yeni bir operasyonun sinyalini veren TÜSİAD ve özellikle Koç Grubu, okulların başına patron temsilcilerini oturtmaya hazırlanıyor. ÖSS sınavları yeniden 2 aşamalı hale getirilirken, gençlerin yarış atı olarak birbirleriyle rekabet ettirilmesinden vazgeçilmiyor. Dershane sektöründe ise, trilyonlar dönmeye devam ediyor.
Elbette, sorunları daha fazlasıyla sıralamak mümkün. Fakat liseli gençlik bu gelişmeler karşısında hepten boynu eğik de değil. Örneğin Hakkari’de dershane hakkından mahrum kaldıkları için 500 öğrenci yürüdü. Kantin boykotu, müdür baskısını protesto, parasız eğitim için imza kampanyaları vb. birçok eylem, bu dönemde ortaya çıktı. Öğrenci Meclis seçimlerine katılım oranı yükselirken, meclisler de mücadelenin sorunlarına el atmaya başladılar.
Liseli gençliğe dönük en küçük faaliyetin bile hızla sonuç aldığı bir gerçek. Örneğin İstanbul Yenibosna Lisesi’nde parasını verene özel sınıfların kapıları açılırken, parası olmayanlar bakımsız sınıflara gönderiliyor. Emek Gençliği sorunu işçi basınına haber olarak taşıyor ve bu haber üzerinden yapılan dağıtım okulda bir uyanışın örgütlenmesini sağlıyor. Nihayetinde, okul önünde yapılan açıklamaya 50 civarında öğrenci katılıyor, 6 Kasım’da ise, ilçe milli eğitim müdürlüğü önünde yapılan eylemle öğrenciler topladıkları imzayı yetkililere teslim ediyorlar. Liseli gençlik, en küçük yardımda ve birazcık özgüven kazandığında, kitlesel olarak mücadeleye atılıyor ve Emek Gençliği saflarına katılıyor. Dolayısıyla liselere dönük çalışmada birkaç ilişki üzerinden değil, lisenin tüm öğrencilerine seslenen daha cesaretli bir çalışma yürütmek gerekiyor.
BARIŞ, KÜRT SORUNU VE EMEK GENÇLİĞİ
Siyasal alanda ne Kürt sorunu ne de demokratikleşme meselesi eski yerinde duruyor. Gençlik içinde milliyetçiliğin kışkırtılması sürekli pompalanırken, sorunun bir biçimde çözümüne ilişkin beklenti de güç kazanıyor.
Geçtiğimiz yıl, anadilde eğitim talebiyle on binlerin katıldığı eylemler düzenlendi. Eylemler, bu eğitim ve öğrenim yılının açılmasıyla birlikte devam etti. Yine eğitim yılı başlarken, Diyarbakır’da, temsili Kürtçe Fizik dersi yapıldı.
Bir dönem önce üzerine konuşulması bile düşünülemeyen, üniversitelerde Kürt dili ve edebiyatı ya da Kürdoloji bölümlerinin açılması, YÖK, MEB ve rektörlerin tartıştığı, hazırlık yaptıkları bir çalışma haline geldi. Anadilde eğitim, artık gerçekleşmesi gereken ana taleplerden biri durumuna gelmiş bulunuyor ve gelinen yerde bu talebin gerisine artık düşülemez.
Kürt halkının mücadelesiyle gelinen bu sürecin aynı zamanda sancılı ve zikzaklar çizen bir süreç olduğu da gözler önünde. Operasyonlara yer yer devam edilirken, Meclis sınır ötesi harekatı içeren tezkereyi bir yıl uzatma kararı aldı. Bugün hala 3000 Kürt çocuk siyasi nedenlerle yargılanıyor. 1000’den fazla Kürt çocuğu ise, demir parmaklıkların arkasında büyüyor. Tarım işçisi binlerce Kürt çocuğu eğitim hakkından mahrum kalırken, bölge okulları da içler acısı durumda olmayı sürdürüyor. Müfredatta gerici, şoven, milliyetçi öz korunmaya devam ediyor. Evinde Kürtçe kurs veren çocuklara ceza yağdırılıyor.
Öcalan’ın çağrısı ile Türkiye’ye gelen Barış Grubu’nu yüz binler karşıladı. Sorunun artık bir şekilde çözülmesi eğilimi geniş bir taban bulurken, medya, MHP ve CHP’nin kışkırtmasıyla, Barış Gurubu’nun gelişi sokaklarda milliyetçi gösterilere dönüştürüldü. Provokasyonların beklendiği üniversite ve liselerde ise, genel olarak sağduyu hakim oldu. Kürt sorununun demokratik çözümünü tartışmak, sorunun esasta Türk gençliğinin bir sorunu olduğunu anlatmak için oldukça uygun koşullar oluşuyor.
AKP Gençlik Kolları, caddelere, Başbakan Erdoğan’ın “Annelerin gözyaşının ideolojisi olmaz” sözlerinin yazılı olduğu pankartlar asıyor. Fakat hükümetin ve devletin uygulamaları ile analar ağlamaya devam ediyor.
Peki, bu gelişmeler yaşanırken, Emek Gençliği ne tür çalışmalar yapmaktadır?
“İki Dil Bir Bavul” filminin gösterimlerini örgütleyen Emek Gençliği grupları ve devrimci öğretmenler, kardeşleşme açısından önemli bir çalışmayı yerine getirmektedir. Boğaziçi Üniversitesi, 9 Eylül ve ODTÜ’de Barış ve Kardeşlik etkinlikleri düzenlenmekte, birçok üniversitede de benzer kararlar alınmaktadır. İstanbul Bağcılar’da Emek Gençliği’nin düzenlediği 68 söyleşisi, Kürt sorununun tartışıldığı bir foruma dönüşmüş ve tartışma ortamı açıldığında gençlerin buna hızla ve coşkuyla yanıt verdiklerini göstermiştir. Bu yöndeki çabaların arttırılması ve hızlandırılması günün temel görevlerindedir.
Ne var ki, bu yönde atılan adımların oldukça cılız ve reflekslerin de zayıf olduğunu belirtmek gerekiyor. Örneğin bir önceki Emek Gençliği Bölge Konferansı’nda üniversitelerde Kürdoloji, Kürt Dili ve Edebiyatı bölümlerinin açılması için kampanya yürütülmesi kararlaştırılmıştı. Bugün gelinen yerde bunu rektörler tartışıyor. İ.Ü rektörü Söylet, Kürdoloji bölümlerinin açılması için hazırlık yaptıklarını söylüyor. Anadilde eğitime hayır diyen ve Kürt öğrencilere soruşturma terörü uygulayan YÖK, açılım havarisi kesilebiliyor. Ama kabul etmek gerekir ki, pratik refleksler ve çalışmanın örgütlenmesi bakımından Emek Gençliği grupları oldukça atıl kalmış bulunuyor. Yine bu dönemde, Eğitim-Sen İstanbul 3 No’lu Şube’nin “Anadilde Eğitim Kurultayı” yapmasına Emek Gençliği’nin tepkisiz kalması, pratik reflekslerin durumuna bir işaret olsa gerek. Oysa ki, çeşitli üniversitelerden öğrencileri ve örgütlerini bu kurultayın bir parçası yapmak pek ala mümkünken, bu işin bir görev olarak saptanmamış olduğu anlaşılmaktadır.
Öte yandan, 6 Kasım protestoları nedeniyle oluşan platformlarda Kürt sorunu ve anadilde eğitim talebi çeşitli tartışmalara neden oldu. TKP, Öğrenci Kolektifleri, Gençlik Muhalefeti ve Emek Gençliği bazı illerde eylem birliği yaparken, birçok ilde daha geniş birlikler sağlandı. Fakat bazı illerde TKP ve Öğrenci Kolektifleri, Kürt yurtsever gençlerin eylemlere katılmamasını şart koşan “ilkeler” öne sürebildiler. Anadilde eğitim talebinin basın metinlerine ve dövizlere yazılması uzun tartışmalardan sonra olabildi. “Yaşasın Halkların Kardeşliği sloganı bir kez atılsın” denilerek, iş trajikomik bir hale getirildi. Fakat bütün bu tartışmalar neticesinde sözü edilen demokratik gençlik hareketlerinin Emek Gençliği’nin ısrarıyla daha ileri bir çizgiye geldiklerini, gelmek zorunda kaldıklarını da belirtmek gerek. Zira bu süreçte sadece Kürt sorunu üzerine çeşitli eylem ve etkinliklerin de yapılması yönündeki önerilere de sıcak bakılıyor.
Bu dönem, batı gençliği içinde Kürt sorunu üzerinden bir çalışmayı ve birleşmeyi önemli kılarken, bu çalışmaları Kürt demokratik gençlik çevrelerine iyi anlatmak gerekiyor. Çünkü çeşitli etki ve duygulara açık olan Kürt siyasal gençlik çevreleri, batıdaki böylesi çabaları Kürtlerden uzaklaşma ve Kürtlere karşı bloklaşma olarak anlayabiliyor. Nitekim Günlük gazetesinde yayınlanan ve Ankara 6 Kasım’ını konu edinen “6 Kasım’da Ergenekon ayrışması mı?” başlıklı haber, tam da bu yanlış algıyı kışkırtan bir üslupta yazılmış bir haber olarak dikkat çekti. Oysa ki, Ankara’da Emek Gençliği her hangi bir siyasal grupla eylem birliği içine girmemiş, kol ve topluluklar üzerinden yapılan eylemin örgütlenmesine güç vermişti. Kendi başına bu örnek bile, atılan adımlarda Kürt yurtsever gençleriyle ilişkilerin önemine işaret etmektedir.
Kürt sorunu, barış ve yapılacaklara ilişkin değerlendirmeler, politik duruş, Emek Gençleri tarafından, birçok platformda kararlılıkla dile getirilmektedir. Fakat Emek Gençliği görevlerini bununla sınırlayamayacağı gibi, her alanda bunu bir çalışmanın planı haline getirip uygulamaya geçirmelidir.
SONUÇ OLARAK
Yazımızın da başlığını ifade eden “Gençliğin gündemi ve güncel görevler…” derken, elbette bütün bu yazılanlardan kendi örgütsel çalışmamıza bir takım görevler çıkarmamız gerekiyor. Buradan hareket edersek, birkaç meseleye 4 madde üzerinden dikkat çekmek faydalı olacaktır.
1- Gençlik yığınlarının içinde bulunduğu geleceksizlik ve bunalımı gözeten milliyetçi, muhafazakar ya da liberal akımlar, düne göre daha yoğun bir propaganda içine girmiş bulunmaktadırlar. Yine bu gerici akımlar için daha açık kürsülerin oluşturulduğunu belirtmek gerekiyor. Emek Gençliği, bu akımlarla “kavga”yı ve polemiği gerçekleştirmeden bir kitle gücüne erişemez. Öte yandan, bire bir dar ilişki ağından çıkıp, kürsüyü sokağa, işyerlerine ve okullara kurmak gerekmektedir. Böylesi bir açıklık ve cesaretten yoksun bir çalışmanın gençlik yığınlarını örgütlemesi beklenmemelidir.
2- Dünyanın bütün proleter devrimci partileri ve komünist gençlik örgütleri, gençliği gazete ile örgütlemiş ve harekete geçirmiştir. Gazete, gençliğin hem bir kürsüsü, hem de mücadelesinin örgütlenmesine yardımcı olan en etkili silahtır. Ama bizde 15 günlük dergi periyodu gazetenin önüne geçmiştir. Bunu, kelimeyi eğip bükmeden, açıkça tespit etmek gerekir. Yeni ve devrimci olan ise, aylık ya da 15 günlük değil, günlük mücadele platformuna adım atmaktır. Bu adım geciktikçe, diğer bütün atılan adımlar gerçek bir dönüşümü sağlamaya yeterli olamayacaktır.
3- Sosyalist ve toplumcu gerçekçi yayın külliyatının gençlik çalışmasında bulduğu yer ne kadardır? Cevabın oldukça düşündürücü olduğu aşikârdır. Örneğin Keynes iktisadının tartışıldığı bir dönemde “Keynes’e Karşı Marx” kitabı, aradan haftalar geçmesine rağmen, hala birçok üniversiteye ulaşmıyorsa, yürütülen gençlik çalışmasının karakteri nasıl tanımlanabilir? Yönetim kademelerinden başlayarak, yayınlar ve bunların etrafında ideolojik bir eğitimin ve propagandanın gerçekleşmediği bir gençlik çalışmasının kök salma şansı bulunmamaktadır.
4- Yabancılaşmanın ve çelişkinin aşılmasında devrimci gençlik örgütü, kendi sınıfından öğrenmek zorundadır. Emek Gençliği çalışmasının uzunca bir dönemdir yaşadığı temel meselelerden biri, kendi sınıfının gençliği içinde çalışma yürütmekten kopmuş olmasıdır. Emek Gençliği’nin omurgası olarak tanımlanan işçi gençlik içinde çalışmanın örgütlenmesi ve buradan kazanılacak deneyler, diğer başka sorunların da aşılmasını hiç kuşku yok ki kolaylaştıracaktır. İşçi gençlik ile birlikte yoksul semt gençliği, işsiz ve köylü gençlik içinde çalışma yürütmek de, bu görevin bir parçasıdır.