Kentsel Dönüşümün Yeni Stratejisi: İstanbul 2010

Kentsel dönüşüm, başlangıçta, plansız ve kontrolsüz bir biçimde yapılanan kentler ve metropoliten alanların iyileştirilmesini öngören olumlu bir kavram olarak karşımıza çıktı. Dönüşüm projeleri ile plansız ve kontrolsüz yapılanmış kentsel alanların ve özellikle buralarda yaşayan yoksulların yaşam koşullarının iyileştirileceği umuldu. Kaldı ki, genel kamuoyu açısından ancak bu gerekçelerle bu alanlara yapılacak müdahaleler kabul edilebilir bir nitelik taşıyabilirdi. Ayrıca suç ile özdeşleştirilen bu alanların dönüştürülerek iyileştirilmesine yönelik müdahaleler, suçu ve şiddeti azaltacaktı. Kentte yaşayan herkes için ortak bir fayda olarak öne sürülen bu iddia ile de, kentsel dönüşüme olumlu anlamlar yüklemek mümkündü. Ancak sınıflı bir toplumda “herkes” için ortak bir fayda iddiası ortaya atıldığında, o “herkes”in kim olduğuna daha yakından bakmak gerekir.

Kentsel dönüşüm kavramı ve kentsel dönüşüm adı altında gerçekleştirilen projeler, hem Türkiye’de hem de dünyanın başka yerlerinde meşrulaştırıcı söylemlerle ortaya çıksa da, bu iddiaların arkasındaki amaç ve politikaların anlaşılması uzun sürmedi. Kentsel dönüşüm, en genel ve basit açıklaması ile kent arazisinin metalaşması ve bir meta olarak küresel pazara sunulması anlamına geliyordu. Sağlıklı bir çevrede yaşama ve barınma hakkı gibi “refah dönemi” kentinin iddiaları bile, kentsel arazinin eskiye oranla artan bir hızla küresel pazar için meta haline gelmesiyle, gündem dışına itildi. Hiç kuşkusuz, kentin küresel pazar için meta haline gelebilmesi, “refah dönemi kenti”nin “sosyal devlet” iddialarından bile geri düşülmesi, sınıflar arasında devam eden mücadelenin, özellikle Sovyetler’in yıkılmasından sonra, sınıf hareketinin geri çekilmesi ve sınıf örgütlenmesindeki zayıflamayla, sermaye lehine sonuçlanması, kentin örgütlenmesinde emekçi sınıfların taleplerinin geri düşmesine de neden oldu. Egemen sınıfların, her zaman sınıf mücadelesinin yeniden yükselme potansiyelini göz önünde bulundurarak “tehlikeli sınıflar” olarak gördüğü, kent merkezinden uzaklaştırılmak istediği emekçi sınıfların, barınmanın yanında eğitim, sağlık gibi tüm sosyal hakları budayan politikaların karşısında bir güç olarak duramaması, egemen sınıfın politikalarını hayata geçirmesini de kolaylaştırdı.

Küresel pazar için meta haline gelen ve kentsel dönüşüm projelerinin hayata geçirildiği, geçirilmeye çalışıldığı projelerle gündeme gelen kentsel mekânların başında, emekçi yoksul halkın yaşadığı tarihi kent merkezindeki alanlar ve kent merkezine yakın, ulaşım olanakları gelişmiş gecekondu bölgelerinin gelmesi tesadüf değildir kuşkusuz. İstanbul ölçeğinde kentsel dönüşüm projeleri ile gündeme gelen mahalle ve bölgeleri sıraladığımızda, hemen hemen tamamının bu özellikleri taşıdığını görebiliriz. Bunlar arasında, Süleymaniye, Sulukule, Tarlabaşı, Talimhane, Şişhane, Harem, Üsküdar, Balat, Ayvansaray bulunmakta. Özellikle 1950’lerden beri kente göçle gelen ve her türlü sosyal ve ekonomik bedeli ödeyerek ve ödemeye devam ederek gecekondu mahallelerinde yaşayan yoksullarla, yine göçle gelen kentin merkezindeki sağlıksız konut alanlarına yerleşen yoksullar, bu alanların kentsel ranta açılması önündeki en büyük engeldi. Gecekondu mahallelerinde, kent merkezindeki sağlıksız konut alanlarında yaşayan yoksulların buralardan uzaklaştırılması için ve bu alanların ranta açılması için en önemli ve meşru söylemlerin başında, buraların “suç yatağı” ve kent için bir tehlike olduğu geliyordu. Bunun yanında, özellikle gecekondu mahallelerinde mülkiyet hakkı ve imar sorunu konularının çözülmemiş olması, buralarda yaşayan halkı uzaklaştırmak için öne sürülen bir başka gerekçeydi. Diğer taraftan, özellikle kent merkezindeki sağlıksız konut alanlarında yaşayanların, oransal olarak bir gerçeği yansıtmasa da, oturdukları konutlara ait mülkiyet haklarının bulunmadığı ve tamamen işgalci olduklarının slogan haline getirilmesi, bu süreci meşrulaştırmanın bir başka yolu olarak kullanıldı. Yoksul halkın barınma hakkını elinden almak, emekçi, yoksul halkı yerinden etmek için öne sürülen tüm bu gerekçeler ve söylemler, kentsel mekândaki mülkiyet ve kullanım hakkını emekçi sınıftan tamamen almak ve üst sınıfa, sermayeye devretmek için yürürlüğe konmuş senaryolardı. Kentsel dönüşüm projeleri için bu meşrulaştırma senaryoları artık ikna edici olmasa da, projeler, çoğu zaman ikna ve meşruiyet zemini aramaksızın, mahallelerin yıkım ve yerinden etmelere karşı sürdürdüğü mücadeleye rağmen, hayata geçirilmeye devam etmekte. Kentsel dönüşüm projelerinin, bugün artık, kentsel mekânın kullanım ve mülkiyet haklarını belli bir sınıfa devretmeye yönelik projeler oldukları, dönüşüm projelerinin uygulandığı mahallelerde yaşayanların taleplerinin hiç dikkate alınmadığı tartışma götürmeyecek kadar açıkken, bu projeler neden hâlâ uygulanmaya devam etmektedir? Bu sorunun cevaplarından birisi, yukarıda değindiğimiz, sınıf hareketinin, örgütlenme düzeyinin egemen sınıflar açısından tehlike arz edecek bir noktada olmamasıdır. Egemenler, sınıf hareketinin dönemsel geri çekilmesini, kendi politika ve söylemlerini tek gerçekmiş gibi ortaya koymak için bir fırsat olarak değerlendirdi; kentsel dönüşüm projelerinin içinde şekillendiği küreselleşme söylemini ve bu söylemin gerektirdiği politikaları bir gereklilik olarak öne sürdü.

Egemen sınıflar tarafından oluşturulan neo-liberal politikaları meşrulaştırmak üzere, 1980’lerden itibaren ortaya atılan ve yaygınlaştırılan küreselleşme söylemiyle, sermaye, kentleri de bu politikalar doğrultusunda yeniden yapılandırmak istemektedir. Yeni dönemin, sürecin adı gibi sunulan “küreselleşme”, aslında mevcut durumu açıklayan bir kavram olmaktan çok, ekonomik, sosyal, politik, mekânsal alanlara dair bir dizi politika önerisi içermekte, bir dizi talebi dile getirmektedir. Küreselleşme söyleminin kentler için önerisi, kentlerin, kentsel mekânın, kentsel mekândaki mülkiyet ve kullanım haklarının neo-liberal politikalar doğrultusunda el değiştirmesi ve ulusal ve uluslararası sermayenin ihtiyaç ve çıkarları doğrultusunda kentlerin yeniden yapılandırılması oldu. “Küreselleşme”, kentler için bu değişimi önerirken, küreselleşmenin kaçınılmaz bir süreç olduğunu varsayar. Buna göre, dünya ekonomisinin karşı konulmaz piyasa güçleri tarafından yeniden yapılandırılması, üretim süreçlerinde yaşanan dönüşümler, teknolojideki gelişmeler, küreselleşmeyi kaçınılmaz hale getirmiştir. Bu süreçte üretimin ve finansal piyasaların küresel ölçekte genişlemesi ve hareketi, bu alanların kontrolü ve yönetimi için, üretimin değil, ticaret ve hizmet sektörünün kalbi olan küresel kentlere ihtiyaç vardır ve “küresel kentler”, bu sürecin doğal sonuçları olarak ortaya çıkmışlardır. Ancak “küresel kent” söylemi de, tıpkı küreselleşme söylemi gibi, bir durumun/aşamanın adı değil, kentlerin yeniden tanımlanan işlevinin adıdır. Bizim gibi neo-liberal politikalara bütünüyle bağlı ülkelerde, dünya ekonomisini kontrol ettiği, yönettiği iddia edilen merkezler olan “küresel kent”e sahip olmaya çalışmak, merkezi ve yerel yönetimlerin başlıca kent politikası haline gelebilmektedir. Küreselleşmenin, ulus devletlerin küresel ekonomiye küresel kentlere sahip olarak eklemlenebileceğini iddia etmesi ve doğru, gerekli politikalar uygulanırsa küresel kentlere sahip olunabileceğinin ileri sürmesi, büyük kentleri “küresel kentler” arasında yer alabilme yarışına sokmuştur. Merkezi ve yerel yönetimler, gerekli yasal düzenlemeleri yaparak, yabancı yatırımcılara garanti ve teşvik sağlayarak, uluslararası sermayeyi kentlerine çekmeye çalışmışlardır. Uluslararası iş, alışveriş merkezleri, fuar alanları, kapalı siteler, limanlar, havaalanları, teknoloji ve sanayi parkları, oteller, küresel sermayeyi çekmek için “küresel kentler”in yapması gereken yatırımlar arasında sıralanmıştır. 1990’lara gelindiğinde ise, “küresel kent”in gerekleri arasına, festivallere, sergilere, kültür sanat etkinliklerine, dünya çapında önemli organizasyonlara ev sahipliği yapmak gibi kültür ile ilgili maddeler eklenmiştir.

HER DÖNEMİN POLİTİKASI: KÜRESEL KENT İSTANBUL

“Küresel kent”in, zaman içinde yeni argümanlar eklenerek oluşturulan söylemiyle, İstanbul ölçeğinde uygulanan kentsel politikalar arasında sıkı bir bağın olduğu, 1980’lerden bu yana İstanbul’da yaşanan dönüşümleri, kentin imajı ve işlevi konusunda üretilen sloganları, popülerleşen söylemleri şöyle bir hatırlayan birinin bile gözünden kaçmayacaktır. Küreselleşmenin “küresel kent” söylemi, 1980’lerden sonra iktidara gelen merkezi ve yerel yönetimlerin İstanbul için temel politikası olmuş ve kentsel politikalar bu söylem üzerinden belirlenmiştir. Bu süreçte, merkezi iktidarların küresel dünya ekonomisine eklemlenme yönündeki çabaları ile, İstanbul’u küresel kent hiyerarşisinde üst sıralara çıkarmaya dönük politikalar paralellik göstermiştir. 1980’lerden bugüne, İstanbul yerel yönetiminde iktidara gelenler, belli farklarla birlikte, kentsel politikalarını, küresel kent söylemi üzerinden şekillendirmişlerdir. Küresel kent söyleminin süreç içinde çeşitlenmesi ve genişlemesine de paralel olarak, 1984’te yerel yönetimde iktidara gelen ANAP, İstanbul’u Ortadoğu’dan Avrupa’ya uzanan bir coğrafyanın küresel kenti yapma hedefiyle, emlak ve turizm eksenli projeleri hayata geçirmek için adımlar atmış, bu dönemde lüks oteller, alışveriş merkezleri, konutlar yapılmaya başlanmıştır. Daha sonra iktidara gelen SHP de, küreselleşme politikalarını sosyal politikalarla birleştirerek uygulamaya çalışmıştır. Küresel kent her türlü sosyal politikayı dışladığından, bu yarışın gereklerinin bu dönemde yeteri kadar yerine getirilmediğini düşünen kimi çevreler bu dönemin politikalarını eleştirmişler, bu dönemin, küresel kent yarışında İstanbul’a zaman kaybettirdiğini öne sürmüşlerdir. Daha sonra yerel yönetimde iktidara gelen RP ve FP, İstanbul için geleceği, küresel kent projesinin sürdürülmesinde görmüş ve bu yönde politikalar üretmiştir. Tarihi kent dokusunu korumak, uluslararası ölçekte, spor, kültür, ticaret alanları inşa etmek, uluslararası kongre, konferans, kültür sanat mekânları yaratmak, turizmi canlandırmak, sanayiyi tamamen kent dışına çıkarmak, kent merkezinde hizmet sektörünün gelişmesini sağlamak, bu dönemin temel hedefleri arasındadır. Ayrıca kentsel dönüşüm projeleri, bu iş için; doğrudan, Yeni Yerleşmeler ve Kentsel Dönüşüm Müdürlüğü adı altında bir birim kurularak (2001), pek çok dönüşüm projesinin adımları da atılmıştır.

2004’ten bu yana ise, yerel yönetimdeki AKP, İstanbul’u bir küresel kent yapmak üzere, 1980’lerden bu yana sürdürülen politikaların devamı niteliğinde bir takım yeni projeler geliştirmiştir. AKP yönetiminin “İstanbul’u küresel kent yapma” iddiasıyla ürettiği sloganlardan en hatırda kalanının “İstanbul’u Dubai yapacağız” olduğu söylenebilir. İstanbul’u ulusal ve uluslararası sermayenin ilgisine sunmak için bir takım imaj projeleri gündeme getirilmiştir. Haydarpaşa, Galataport, Haliç Kültür Vadisi, Sirkeci Garı, Taksim Kongre Vadisi, IETT arazisi üzerine kurulacak olan Dubai Kuleleri bunlardan bazılarıdır. Bu alanlar ve çevresini de kapsayacak biçimde kentsel dönüşüm projeleri uygulamaya konmuş ya da konmayı beklemektedir. Çoğu kamu mülkiyetinde olan bu alanlar sermayenin mülkiyeti ya da bazı durumlarda kullanımına verilmiştir, verilmesi planlanmaktadır. Kentsel dönüşüm projeleri kapsamında dönüştürülecek bu alanlara,yeni yapılar, alışveriş merkezleri, oteller, otoparklar, kongre, kültür merkezleri yapacak olanlar da, tek başına belediyeler değil, kimi durumlarda belediyelerin de ortaklığıyla, AKP’ye yakınlığı ile de bilinen sermaye gruplarıdır. Örneğin, Harem ve Tarlabaşı, Beşiktaş bölgelerindeki kentsel dönüşüm projelerinin içinde başbakan R. Tayyip Erdoğan’ın damadı Berat Albayrak’ın şirketi Çalıklar İnşaat yer almaktadır. Bunun dışında Ciner Holding, Tanrıverdi Holding, Hayat Holding, Kiptaş, Polat Holding, artık kamu yararı ve barınma hakkı gözeterek konut üretmekten çoktan vazgeçen TOKİ, kentsel dönüşüm alanlarında faaliyet sürdüren/sürdürecek olan sermaye grupları arasında yer almaktadır.

Bu sürece son yıllarda “İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti” projesinin de eklenmesiyle, küresel kent projesine dönük çalışmaları, kent için en önemli ve öncelikli konu olarak gündeme getirmenin zemini de genişlemiştir. Küresel kent söyleminde, kentin kültür, sanat, eğlence, turizm açısından bir merkez olma gerekliliği, “2010 kültür başkenti” projesi ile birleşmekte, böylece kentin küresel sermayenin talep ve çıkarları doğrultusunda yeniden yapılandırılması iki koldan sürdürülmektedir. 2010 süreciyle birlikte, pek çok yeni kentsel dönüşüm projesi gündeme gelmiş ve mevcut projeler hız kazanmıştır. Projeyi yürüten “İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı” tarafından, 2010’la ilgili şu cümlelerin altı çizilmektedir: 2010 “katılımcı bir dönüşüm projesi“, “devlet, yerel yönetimler ve sivil toplum işbirliği ile yeni bir yönetişim modelinin temellerini atıyor“, “İstanbul için bir sıçrama tahtası“. 2010’da hayata geçirilmesi planlanan projelerin başında, İstanbul’u kültür, finans ve ekonominin kalbi haline getirmek, mekânsal iyileştirmeler, kentsel dönüşüm, yerleşim alanlarının dönüşümü, kültür sanat etkinliklerinin yaygınlaştırılması bulunmaktadır (www.istanbul2010.org). Özellikle “kentsel dönüşüm” kavramının altı çizilmektedir. Bu da, İstanbul’a kültür başkenti kimliği kazandırılması sürecinde, emekçi sınıfların ve yoksulların kentsel dönüşüm projeleri ile yerlerinden edilmesi anlamına gelmektedir. Bu projeler, yoğunluklu olarak kent merkezinde ya da merkeze ulaşım olanaklarının geliştiği bölgelerde yoğunlaşmıştır. Kent merkezindeki bu mekânların mülkiyeti, yoksulların, emekçi sınıfların elinden alınarak, bu alanların mülkiyet ve kullanımı, hızla ulusal ve uluslararası sermayeye, bu alanların spekülatif bir biçimde artan değerini karşılayabilecek yeni orta-sınıfa ve üst sınıfa devredilmektedir. Küresel kentler, kültür, sanat, turizm ve eğlence açısından birer merkez olma iddialarını yeni orta ve üst sınıflarının ihtiyaçlarını, yeniden kimliklendirerek, estetikleştirerek sundukları bu mekânlarda karşılamaya çalışarak gerçekleştirirler. 2010 Kültür Başkenti projesi kapsamında gündeme getirilen dönüşüm projeleri, küresel kent söylemi ile bütünlük arz etmekte, bu süreçte kent, üretim, tüketim, yaşam, estetik, kültür, zevk açısından üst sınıflara ait özellik ve niteliklerle tanımlanmaktadır.

Ayrıca özellikle kültür başkenti projesiyle ivme kazanan kentsel dönüşüm süreci ve kent merkezlerinin, kentteki tarihi dokunun yeniden yapılandırılarak, kültür, sanat, eğlence, turizm merkezi haline getirilmesi. yalnızca İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti projesine özgü bir durum değildir. Özellikle kültür başkenti seçilen ve yeniden yapılandırılmaya çalışılan Avrupa kentlerinde, İstanbul’da yaşananlara benzer örnekler görmek mümkündür. Örneğin on-on beş yıl öncesine kadar özelleştirmeye ve işten atmalara karşı uzun soluklu bir grev sürdüren ve dünya genelinde dayanışma grevleriyle desteklenen, liman işçileri grevi ile anılan liman kenti Liverpool, limanın özelleştirilmesi ve pek çok bölümünün kapatılması ve işlevsizleştirilmesi ile işçi kenti, liman kenti olma özelliğini yitirdi. 2007’nin Avrupa Kültür Başkenti olarak seçilen Liverpool, bu projenin de katkısı ile, kültür, sanat, turizm kenti olarak yeniden yapılandırılmaya çalışıldı. Avrupa Kültür başkenti projesi, bu süreçte, kentin, küresel kent saikleri ile yapılandırılması için bir basamak işlevi gördü. Liman bölgesi, hızla restoranlar, müzeler, alışveriş merkezleri, otellerle dolduruldu. Liverpool, bu alandaki tek örnek değil kuşkusuz. Aynı süreç, pek çok liman kentinde yaşandı; Barselona (İspanya) ve Cardiff (İngiltere) bunlardan bazıları. Bunun yanında, Avrupa’nın sanayi ve üretim merkezi olan pek çok kenti ve bölgesi, küreselleşme politikalarıyla, kentlerin üretim ve sanayiden, yani işçi sınıfından arındırılması ile, sanayi, üretim kenti olma işlevlerini yitirdi. Bu kentlerin de yeni vizyonu kültür, sanat, turizm, eğlence merkezi olmaktı ve bu biçimde yeniden yapılandırıldılar. Bu kentlerindeki fabrika binalarıyla sanayi bölgeleri, tematik parklar, müzeler, kültür sanat mekânları olarak yeniden işlevlendirildi. Bu kentlerin Avrupa Kültür başkenti olmaları ya da seçilmeleri de, kentlerin kültür endüstrisi üzerine yeniden kurulmasına ivme kazandıran bir rol oynadı kuşkusuz. Avrupa Kültür Başkenti olarak seçilen Almanya’nın ve Avrupa’nın en büyük ağır sanayi merkezlerinden biri olan Ruhr bölgesindeki Essen şehri, Avusturya’nın Graz şehri bunlardan bazılarıdır.

SONUÇ

Sağlıklı çevre, konut ve barınma hakkının merkezi ve kentsel politikaların tamamen dışında bırakıldığı küreselleşme sürecinde, kentin, dünya kentleri arasında küresel kent sıralamasının en yukarısında yer alması, en temel amaç ve politika olarak benimsenmiştir. Bu politika, kent mekânını, kentte yaşayanların barınma, eğitim, kültür vb. haklarının karşılanması sürecinin bir ihtiyacı olarak görmez, bunların tümünü, kentte yaşayanlarla birlikte, ulusal ve uluslararası sermayeye pazarlanacak bir meta olarak görür. Bu sebeple, özellikle kent merkezinde, kentin “değerli” alanlarında yaşayan emekçi sınıflar, yoksullar kentin dışına sürülmek istenir. Bunun yanında, okul, gar, garaj, eski fabrika binaları gibi çeşitli kamu binaları ve arazilerinin ulusal veya uluslararası sermayeye satılarak, bu toprakların kullanım ve mülkiyet hakları üst sınıflara transfer edilir. İstanbul’da, 2010’la hız kazanan kentsel dönüşüm projeleriyle, adaleti olmayan bir hukuk işletilerek, kamu yararının yerine serbest piyasa ekonomisi konularak, devlet eliyle emekçi ve yoksullar kentten sürmektedir.

Bugün gecekondu mahallelerinde, emekçi yoksul halkın yaşadığı mahallerde sağlıksız çevre koşullarında temel hizmetlerden yoksun bir yaşam mücadelesi sürdürülmektedir. Bu mahallelerin insanca yaşanabilir sağlıklı sosyal çevrelere dönüştürülmesi, mutlaka ki, itiraz edilecek bir durum değildir. Ancak bu dönüşümün kimin için, kimin faydasına olduğu sorusu önemlidir. Buralarda yaşayan halkın temel talep ve ihtiyaçlarını dikkate alan, sağlıklı barınma hakkını esas alan ve en önemlisi, buralarda yaşayan emekçileri yerlerinden etmeyi amaçlamayan  projeler kabul edilebilir olabilir. Ancak mevcut projeler, sosyal hak fikrinin kırıntısı dahil kalmamış yönetimler tarafından hayata geçirildiğinden, bu özelliklerden çok çok uzaktır. Bu sebeple, hemen hemen tüm kentsel dönüşüm projelerine karşı, mahallelerde, derneklerde, akademik çevrelerde mücadele sürdürülmektedir. Bu mücadeleler haklı bir barınma hakkı mücadelesidir, ancak bu mücadeleler, arkalarına sınıf mücadelesi fikrini aldıkları sürece, bireyci bir mülkiyet hakkı kavgasının ötesine geçebilecek bir mücadele haline gelebilirler. Emekçi sınıflar için yaşanabilir bir kentin, tek başına, barınma hakkı kazanımından ibaret olmadığı açıktır. Kent dışına sürülmek istenen emekçi sınıfların ve yoksulların kentsel dönüşüm yıkımlarına karşı mahallelerde örgütledikleri mücadeleler, eğitim, sağlık, sendika, sigorta, iş güvencesi, iş güvenliği, esnek çalışma gibi konularda bütünlüklü bir mücadeleyle birleştiği oranda sonuç alıcı olacaktır. Evet, daracık sokakları çamur içinde, eğlence ve spor ve kültür amaçlı kullanılacak sosyal mekanlardan yoksun, sıhhatsiz ve çoğu ısınma vb. olanaklarından yoksun gecekondu konutlarda yaşam, üstelik buraların ilkel rant alanlarına dönüşmesi istenir ve savunulabilir değildir. Ama yerine konulacak olan, kentlerin sermaye hizmetine sunulacağı rant alanlarına dönüştürülmesi değil, emekçilerin sermayeye karşı mücadelelerine bağlanmış emeğin ve insanın hizmetinde bir dönüşümüdür. Emekçi sınıflar için gerçek anlamda bir kentsel dönüşüm, işte anlatılan böyle bir mücadelenin ürünü olabilir.

Kadın ve Şiddet

Adalet Bakanlığı’nın DTP Milletvekili Fatma Kurtulan’ın soru önergesine verdiği cevapla öğrendik ki, 2009 yılının ilk 7 ayında 953 kadın öldürülmüş. Kayıtlara hiç girmeyen, öldürüldüğünü bile bilemediğimiz kadınların bu rakamların içinde olmadığını, ayrıca her gün işlenen yeni kadın cinayetlerinin yer almadığını düşündüğümüzde, sayı bundan çok daha yüksek. Adalet Bakanlığı’nın önceki yıllara ilişkin açıkladığı rakamlar, son dönemin vahametini daha da ortaya seriyor. Zira, AKP’nin iktidara geldiği 2002’den 2009’a kadar geçen sürede, yani son yedi yılda, kadın cinayetleri yüzde 1400 artmış. Rakamlar, her yıl itibariyle artış gösteriyor. 2002 yılında 66 kadın öldürülmüşken, 2003’de bu sayı 83’e, 2004’de 164, 2205’de 317, 2206’da 663, 2207’de 1011 ve 2008’de 806’ya çıkıyor.

Kadın cinayetleri ile ilgili tablonun bu olması, her geçen yıl kadın ölümlerinin artması ve en son 2009’un ilk 7 ayında 953 gibi inanılması zor bir rakama ulaşması, başlı başına değerlendirilmesi gereken bir konu olarak karşımızda duruyor. Yasal düzenlemelerin yapıldığı, Medeni Kanun ve Türk Ceza Kanunu’nun değiştirildiği, 4320 sayılı Ailenin Korunmasına Dair Kanun’da düzenlemelere gidildiği, Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü’nün kadına yönelik şiddete karşı projeler geliştirdiği yıllarda, erkek şiddetinin büyük bir artışla devam etmiş olması, ilk bakışta anlaşılmaz bir durum gibi görünürken, sadece yasal  düzenlemelerin kadına yönelik şiddet sorununu çözmediği gerçeğini de herkesin yüzüne açıkça vuruyor. Bu yazıda, esasen bu durumu inceleyecek ve bu tablo üzerinden devletin yaptıklarına ve yapmadıklarına bakacak, yapması gerekenler konusunda fikir üretmeye çalışacağız.

Gerçekten de, 2009 yılında erkek şiddetinin ve kadın cinayetlerinin büyük bir gündem teşkil ettiğini söylersek hiç abartmış olmayız. 2009 yılının her ayında onlarca kadın öldürüldü, bazen her gün sadece cinayet ve şiddet haberleri okuduk, izledik. Bir yandan medyanın, hükümetin, yargının tutumunu da takip ettik kuşkusuz. Söz konusu haberlerin veriliş tarzlarında kadınların uğradığı şiddet, hak edilen bir şiddetti ve her kadın cinayeti münferit bir vaka olarak değerlendirilmeliydi. Hukuk, mevcut erkek egemen sistemden bağımsız olmayan bir şekilde, haksız tahrik indirimleri ile katilleri mazur göstermeye çalıştı. Çoğunlukla kadınların katilleri ve azmettiricileri, çok komik cezalarla, kısa sürede özgürlüklerine kavuştular.

Ülkenin doğusunda, batısında, her yerinde, durum hep aynı oldu. Bazen boşanmak istemekti, kadının suçu, bazen sevişmeyi reddetmek, bazen uğradığı şiddete artık dayanamamak, bazen çalıştığı işyerindeki bir arkadaşı ile telefonda konuşmak. Örnekler arttırılabilir. Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü’nün 2008’de yapmış olduğu araştırmaya göre, ülkemizde her 10 kadından 4’ü şiddet görmektedir. Kırsal kesimlerde bu oran 5’e kadar yükselmektedir. Akademik araştırmalar, bu oranların daha yüksek olduğunu göstermekte ise de, resmi rakamları esas aldığımızda ve kadın nüfusunun 36 milyon olduğunu kabul ettiğimizde, şiddete uğrayan yaklaşık 18 milyon kadın olduğunu anlamaktayız.

Kadına yönelik bilinen şiddet biçimleri oldukça çeşitli olduğundan, “kadına yönelik şiddet” tabirinin neleri kapsadığına ilişkin bazı örnekler vermek yararlı olabilir: Kadın intiharları, töre-namus cinayetleri, kız çocukların okutulmaması, çok eşli evlilik, oluru alınmadan tüplerinin bağlanabilmesi, erken ve zorla evlendirilme, 20-30 yaş büyük erkeklerle 2. veya 3. eş olarak evlendirilme, Türkçe bilmeyen kadınların sağlık gibi bazı kamu kuruluşlarının hizmetlerinden doğrudan yararlanamaması, çok çocuk doğurmaya zorlanma, kız çocuk doğurma veya çocuksuzluğun sorumluluğunu tek başına üstlenmek zorunda kalma, maaşına, banka kartına ve takılarına el konması, gözaltında çıplak bırakılmak, bekaret kontrolü gibi taciz ve tecavüzlere uğrama, ailesi tarafından bekaret kontrolünden geçirilme, işyerinde cinsel taciz, ensestte kadının kimseye anlatmaması için ölümle tehdit edilmesi, silahlı çatışma döneminde güvenlik kuvvetleri tarafından aranmakta olan kocasıyla ilişkisi olup olmadığını tespit için vajinal muayeneden geçirilme, ailesi tarafından bir yere kapatılarak, yemeksiz ve/veya bağlı tutularak cezalandırılma, burun kesme ile cezalandırılma, kayınbaba ve evdeki diğer erkeklerle konuşamama, kadın ticareti, pornografi, yoksulluk, işsizlik, dini inanç ve geleneklere uymaya zorlanma, dini inançlarla dayatılan değer yargıları, sakat kadınlara yönelik hizmet ve destek oluşturmama, zorunlu ya da ekonomik göçle yerlerinden olan kadınlara yönelik destek oluşturulmaması, doğal afetlerden sonra ortaya çıkan şartlar… Kadınların hayatının tamamı şiddet gibi bir tablo çıkıyor bu sayılanlardan.

Buradan Nahide Opuz davasına geçmekte fayda var. Hatırlanacağı üzere, Nahide Opuz’un Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) başvurması üzerine, Türkiye Cumhuriyeti devleti, kadınları aile içi şiddetten koruyamadığı ve kadına yönelik ayrımcılığı önlemekteki yetersizliği nedeniyle mahkum oldu. Nahide Opuz’un yaşadıklarının bu ülkedeki kadınlara hiç yabancı olmadığını biliyoruz. Evliliği süresince sürekli şiddet gören bir kadın.. Kadının şikayetleri sonucu hastane raporları olmasına karşın ceza almayan bir koca. Şikayetlerinden her seferinde kocasının baskılarıyla vazgeçmek zorunda kalan Opuz’un  annesi de, kocası tarafından öldürülür. Nahide Opuz’un eşi, bütün bunlara karşın, kısa bir süre cezaevinde kalır ve tahliye edilir. Halen annesini öldürmesi sonucunda mahkemece verilen 15 yıllık hapis cezası Yargıtay aşamasındadır ve Hüseyin Opuz cezaevinde değildir. Nahide Opuz ise, kocasından saklanmaya devam etmekte ve iki çocuğundan da bu sebeple ayrı kalmaktadır.

Nahide Opuz’un tüm bu yaşadıkları sebebiyle, AİHM’e 2002 yılında yapmış olduğu başvuru sonucunda, devlet yukarıda belirttiğimiz nedenlerle mahkum edildi ve Nahide Opuz’a 36 bin 500 Euro ödemekle cezalandırıldı. Karar, devletin, kadınları şiddet karşısında koruma yükümlülüklerini hatırlatması açısından çok önemli. Sonrasında yetkililerin yapmış olduğu açıklamalar ve devamında gelen uygulamalar ise, dikkat çekici.

AİHM’nin kararı üzerine, Devlet Bakanı Selma Aliye Kavaf ve Güldal Akşit, “Vaka münferit. Karara itiraz edeceğiz. Türkiye’deki yasal düzenlemeler yeterli” derken; Başbakan Tayyip Erdoğan “AİHM’nin aile içi şiddetle ilgili Türkiye hakkında verdiği kararı utanç verici. Tekil bir olayı Türkiye geneline fatura etmek çok yanlış. Bu olaylar onlarda da var. Güvenlik güçleri bu işlerin üzerine gidiyor, yasalarımız ortada. ABD’de var, Japonya’da var” diyerek, aslında hükümet yetkililerinin kadına yönelik şiddet konusundaki yaklaşımlarını açıkça ortaya koymuştur.

Devlet ve hükümet yetkililerine göre, Türkiye’de bu konuda her türlü önlem alınmış, her türlü yasal düzenleme yapılmıştır! Ancak buna rağmen, yine de binde bir kadınlar öldürülmekte ve bu konuda yapılabilecek bir şey bulunmamaktadır. Bu açıklamadan sadece birkaç ay sonra, Adalet Bakanlığı’nın bu yılın ilk yedi ayında 953 kadının öldürüldüğü konusundaki resmi açıklaması, olayın münferit olmadığına ilişkin en iyi cevap gibiydi.

ŞİDDETE ÇÖZÜM TUTANAKLARDA MI?

Son birkaç ayda, kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanı Kavaf tarafından çeşitli açıklamalar yapıldı. Kavaf, kadına yönelik şiddetle ilgili yapılan çeşitli çalışmalardan söz etti. Ancak münferit olaylar olarak ele alındığından, yapılan çalışmaların da bu eksende olduğu hemen anlaşıldı. Bu önlemlerden biri de, şiddet sebebiyle karakola başvuran kadının ifadesini alan polis memurunun adının tutanağa yazılması doğrultusunda. İçişleri Bakanlığı ile Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanlığı arasında imzalanan protokole göre, şiddete uğrayan kadının ifadesini alan emniyet görevlisi, artık forma kendi adını da yazacak. Böylece görevli, şiddet mağdurunu evine gönderme kararı alırken, sorumluluğu da üstelenmiş olacak.

Opuz davası ile ilgili olarak nerede boşluk var diye oturduk düşündük” diyen Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanı Selma Aliye Kavaf, bu protokolü, Emniyet Genel Müdürlüğü, Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu (SHÇEK) ve Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü’nün (KSGM) hazırladıklarını açıkladı. “Kadın şiddete uğradığı için karakola geliyor, yardım istiyor. SHÇEK veya belediyelerin konuk evlerinde misafir ediliyor veya uzlaştırılarak eve dönüyor. Daha sonrasında daha büyük şiddete uğrayarak geriye döndüğü durumlar da oluyor. Bu kararın bir sorumlusunun olması gerekir” diyerek, konuyla ilgili düşüncelerini açıkça ifade etmiştir.

Bizzat devlet bakanının açıkladığı üzere, uygulama, aslında devlete sığınan kadını eve gönderme konusundaki sorumluluğu polis memuruna atarak, uzun vadede AİHM’den gelecek mahkumiyet sebebiyle ödenecek para cezalarını da söz konusu polis memuruna rücû etmenin önünü açacak bir uygulamadır. Esasen şiddete uğrayan kadını kurtarmak değil, devleti üzerine düşen sorumluluktan kurtarmak düşünülmüştür. Devletin kadına yönelik şiddet sorununda almış olduğu son önlemler, işte böylesi bir amacı hedeflemektedir.

Yine aynı açıklamada, Bakan Kavaf, düzenlenecek formlarda kadına, evine dönmek mi yoksa devlet kurumlarına başvurmak mı istediğinin sorulacağını; artık şiddet gören kadının eve gönderilmeyeceğini ifade etmiştir. Ancak Türkiye genelinde, sadece, kimi kaynaklara göre 52, kimisine göre ise 34 sığınma evi bulunduğu ve bütün bu sığınma evlerinin yatak kapasitesinin 1200 olduğu düşünüldüğünde, şiddete uğrayan 18 milyon kadının nasıl eve gönderilmeyeceği konusu, çözülmesi olanaksız bir matematik problemine dönüşmektedir.

Sığınma evleri konusunda çalışma yapılmaksızın, şiddete uğrayan kadınları resmen koruma görevini devlet üstlenmeden, karakollardan kadınların evlerine dönmemesini beklemek, sadece art niyetle açıklanabilir. Sığınma evi olmayan bir şehirde gidecek yeri olmayan bir kadın mecburen evine dönecek, bu da, kayıtlara, “evime dönmek istiyorum” diye geçecektir. Bunun üzerinden de, devlet kurumları, kadınların yüzde şu kadarı devlet koruması istemedi ve kendi rızası ile evine döndü biçimde açıklamalar yapacaktır. Ne yazık ki, hükümet, kadına yönelik şiddet sorununu çözmekten tamamen vazgeçmiş, bu konuda sorumluluktan nasıl sıyrılacağının hesaplarını yapmaktadır.

ERKEK YARGI GÖREV BAŞINDA

Yargının durumuna baktığımızda ise, karşımıza ilk çıkan, haksız tahrik indirimleri olmaktadır. Mevcut davalarda faillere verilen cezalar ise, Türk Ceza Kanunu’nun 29. maddesinde yer alan “haksız tahrik” düzenlemesinden hareketle, indirilmektedir. Oysa 29. madde; “haksız bir fiilin meydana getirdiği hiddet ve şiddetli elemin etkisi altında” suç işleyen kimseye verilecek cezanın indirilmesinden söz etmektedir. Yani haksız tahrik nedeniyle cezanın hafifletilmesi için; mağdurun, hukuka aykırı bir davranışının bulunması, bu davranış nedeniyle saldırganın öfke veya üzüntü duyması ve bu hiddet ve şiddetin etkisi ile suç işlemesi gerekmektedir. Dolayısıyla mahkemeler, haksız tahrik kararlarında, kadınların “boşanmak isteyerek”, “çocuğun velayetini almaya çalışarak”, “sevişmeyi reddederek”, “beyaz tayt giyerek”, “cilveli saat sorarak”, “alışveriş yaparak”… haksız bir davranış içinde bulunduğuna ve katilini bu haksız davranışları ile hiddet ve şiddete sürüklemiş olduğuna işaret etmektedir. Bu “hiddet ve şiddet altında”, karısını, sevgilisini, kızını, kardeşini öldüren erkeklere verilen cezalar da indirilmektedir!

Avukat Meriç Eyüpoğlu’nun, bir haber sitesinde Ayşe Yılbaş davasını anlattığı bir yazısında, namus ve töre saikiyle işlenmiş cinayetlerle ilgili çeşitli mahkeme dosyaları üzerinde yapılmış bir incelemeden de söz etmek isteriz. Ülkenin pek çok ilini kapsayan mahkeme kararlarının incelenmesi sonucunda, mağdurlardan sadece bir  tanesinin erkek olduğu anlaşılmıştır. Ancak erkek de, aynı saikle, “kız kardeşin namusu” nedeniyle öldürülmüştür. Saldırganların hepsi, kadınların tanıdığı, “yakını” erkeklerdir. Kocalar birinci sırada, sonra eski kocalar, babalar, ağabeyler ve sevgililer gelmektedir. Sadece tek bir dosyada, katiller daha uzak akrabadır. Eski kocanın erkek kardeşleri… Sadece tek bir olay, ölüm ile sonuçlanmamıştır. Hukuki olarak en çarpıcı olanı ise, 80 dosya arasında sadece iki dosyada haksız tahrik indirimi uygulanmamış olmasıdır.

Mahkeme kararlarının haksız tahrik indirimlerinin zemininde, cinsiyetçi sistemin yer aldığı çok açıktır. Aksi halde 5 ve 7 yaşındaki çocuklarıyla gittikleri alışveriş merkezinde, yanlarından geçen bir gruba saat soran karısını, “cilveli saat sordun” diyerek, 15 yerinden bıçaklayan katil kocaya verilen ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasının, “sanığın haksız tahrik altında cinayeti işlediği ve pişmanlık duyduğu gerekçesiyle” 20 yıla indirilmesinin açıklanabilmesine olanak bulunmamaktadır.

Erkek şiddetini, cinayet davalarına ilişkin kararlar dışında da meşrulaştıran kararlar söz konusu. Bunlardan biri de, Yargıtay 2. Hukuk Dairesi’nin 22.02.2207 tarihli kararıdır. Kararda, zifaf gecesinde bakire çıkmadığı iddia edilen  kadınla ilgili olarak, kadının kendisinde bulunması lazım gelen vasfa sahip olmaması sebebiyle kocanın evliliğin iptali davasının kabulüne karar vermiştir. Yargıtay 1. Ceza Dairesi geçtiğimiz yıl vermiş olduğu bir başka kararda da, töre cinayetlerinde aile meclisi tarafından karar alınıp alınmadığının ispatlanması istenmiş, bunun ispatlanamaması durumunda, töre saikiyle işlenmiş bir cinayetten söz edilemeyeceği ifade edilmiştir.

Diyarbakır 1. Ağır Ceza Mahkemesi heyeti, geçtiğimiz aylarda verdiği bir kararda, namus/töre bahaneli bir cinayeti “yöredeki inanışların bir sonucu olarak” değerlendirip, fail ve azmettiricilerine cezada indirime gitmiş. Hakim kararı, “aile olaya tepki vermeseydi toplum tarafından dışlanırdı” gerekçesine dayandırmıştır. Bu ve benzeri kararlardan çokça söz etmek mümkündür. Yargının bu tür kararlarıyla kadınlara ayrıca yargısal bir şiddet uyguladığından söz edip, literatüre yeni bir şiddet tanımı da eklemiş olabiliriz belki de.

Öte yandan öldürülen kadınlarla ilgili görülen davaların pek çoğunda, yaşadıkları şiddet sebebiyle devlete başvurmuş ve devletin korumadığı, koruyamadığı kadınlar olması da dikkat çekicidir. Hazro ilçesinde yaşayan 30 yaşındaki dört çocuk annesi Seher Haşimoğlu’nun öyküsü de, böyle bir noktaya işaret eder. Eşinin kendisini dövdüğü ve ölüm korkusu yaşadığını söyleyerek geldiği Diyarbakır merkezde savcılığa başvurup, koruma ister Seher. 2009 yılı Temmuz ayı sonlarında sığınma evine yerleştirilen Haşimoğlu, iddiaya göre, sığınma evi yönetimine dilekçe verip 4 Ağustos’ta ayrılır. İki gün sonra, kocası Veysi Haşimoğlu, Hazro’da, Seher Haşimoğlu’nu öldürür. Sığınma evinden 15 gün gibi kısa bir sürede neden ayrılmak istediği bile araştırılmayan genç kadının ölümün kucağına atıldığını söylemek, pek abartı olmaz diye düşünmekteyiz. Çalıştığı hastanenin önünde öldürülen stajyer doktor Ayşe Yılbaş’ın, defalarca Ailenin Korunmasına Dair Kanun’dan yararlanmak için aile mahkemesine başvurmuş olduğunu bilmekteyiz.

YASAL DÜZENLEMELER NASIL?

Geçtiğimiz yıllarda yasal mevzuat anlamında pek çok yasada düzenlemeler ve değişiklikler yapılmış, teknik olarak yasalardan kadını aşağılayacağı madde ve söylemlerin çıkarılmış olduğunu bilmekteyiz. Bu düzenlemelerde, kadın örgütlerinin çok büyük ve yoğun katkısı olduğundan da söz etmeliyiz elbette.

2005 yılında kabul edilen yeni Türk Ceza Kanunu’nda, kısaca özetlememiz gerekirse, cinsel suçlar, “Topluma Karşı Suçlar” kısmının “Cinsel Bütünlüğe ve Edep Törelerine Karşı Suçlar” başlığı altından çıkarılarak, “Kişilere Karşı Suçlar” kısmına alınmıştır. “Edep”, “töre”, “ırz”, “namus”, “ahlak”, “ayıp”, “edebe aykırı davranış” gibi erkek egemen söylemler kanundan çıkarılmıştır. Cinsel suçlarla ilgili tanımlar genişletilmiş, işyerinde cinsel taciz suç olarak tanımlanmış ve cinsel suçlara verilen cezalar arttırılmıştır. Çocuklara yönelik cinsel istismara ilişkin düzenlemelerde, “çocuğun rızası” kavramı kaldırılarak, bu suçlar, cinsel istismar suçu olarak, ayrı bir başlık altına alınmıştır. Evlilik içi tecavüz suç olarak düzenlenmiş, “namus cinayetleri”nde ceza indirimleri yapılmasına neden olan “haksız tahrik” maddesi değiştirilmiş ve töre cinayetleri ağırlaştırılmış, insan öldürme olarak düzenlenmiştir. Kadınların evli – bekar, bakire – bakire olmayan temelinde ayrımcılığa uğramalarına neden olan maddeler değiştirilmiştir.

Evlilik dışı yeni doğan çocuğun annesi tarafından öldürülmesi durumunda ceza indirimi öngören madde kaldırılmıştır. Tecavüz ve kadın kaçırma olaylarında, suçu işleyenin mağdurla evlenmesi durumunda suçluyu affederek ya da cezasını indirerek tecavüz ve kaçırmayı meşrulaştıran maddeler kaldırılmıştır. Yeni Türk Ceza Kanunu, bu haliyle, şekli olarak cinsiyetçi maddeleri kaldırılmış, kadını aşağılayan yönleri törpülenmiş bir metindir.

Ancak geldiğimiz noktada, toplumun her aşamasında var olan cinsiyetçi yaklaşım ve anlayışın, yasaları yapanlar kadar, uygulayanlarda da var ve yaygın olması, yasaların yazıldığı gibi uygulanmamasına neden olmaktadır. Bu nedenledir ki, haksız tahrik indirimleri inanılmaz gerekçelerle uygulanmakta, töre ve namus cinayetlerinde azmettiriciler görmezden gelinmekte, şiddete uğrayan kadın karakol kapısından evine gönderilmektedir. Yargı, takdir yetkisini, çoğunlukla kadın aleyhine kullanmakta bir sakınca görmemekte, belki de ataerkil devlet sistemde tam da kendisinden beklendiği gibi davranmaktadır.

YASALARIN NE KADAR YETERLİ OLDUĞU TARTIŞMALI

Bu sebeple de, yetkililerce yapılan “ülkemizde yasal düzenlemeler yeterli” açıklaması, kadına yönelik şiddet konusunda verilebilecek en kötü ve konuyu öteleyici yaklaşım biçimidir. Kaldı ki, yasal düzenlemelerin de yeterli olduğunu söylemek mümkün değildir. Neredeyse Cumhuriyetle yaşıt olan Medeni Kanun ve Ceza Kanununun değiştirilmesi, kadına yönelik şiddet konusunda yapılabilecek en ileri hukuki adımlar olarak kabul edilemeyecektir. Bu yasaların değiştirilmesi kadar normal bir durum yokken, değiştirilmesi için neden bu kadar uzun zaman beklendiği tartışılmalıdır esas olarak.

Ailenin Korunmasına Dair Kanun, şiddete uğrayan kadınlar için, geçici bir nefes alma, evliliklerin gözden geçirilmesi konusunda önemli sayılabilecek bir işlev üstlenmektedir. Ancak yasa, bu haliyle, somut ve mevcut  bir şiddeti zorunlu unsur saymakta, şiddete uğrama tehlikesi ve ihtimalini yasa kapsamına almamaktadır. Bu nedenle, yasa kapsamına girebilmek için, kadının, şiddete uğramayı beklemesi gerekmektedir bir anlamda. Yasanın, bu açıdan, genişletilmeye ihtiyacı bulunmaktadır. Öte yandan, yasa gereğince kocası evden uzaklaştırılan kadının çalışmadığını düşündüğümüzde, 6 aylık süre içinde kadının geçiminin sağlanması sorununun da çözülmesi gerekmektedir. Yasanın mevcut halinde, koca tarafından ödenecek nafakadan söz edilse de, evden uzaklaştırılan kocanın rızasıyla nafaka ödemesi, ihtimal dahilinde olmayan bir durumdur. Bu sebeple, nafaka konusunda devletin sorumluluk üstlenmesi, devlet tarafından belirli bir nafakanın ödenmesinin sağlanması gerekmektedir. Aksi takdirde, Ailenin Korunmasına Dair Kanun’un eksik ve işlevini tam olarak yerine getiremeyen bir kanun olarak kalması kaçınılmazdır.

PEKİ  NE YAPILMALI?

Erkek şiddeti, kadın cinayetleri konusu ve bu durumla bağlantılı olarak kadınların korunması meselesi, temel bir devlet politikası olarak ele almadan çözülmesi olanaksız bir sorundur. Durumun vahameti, sayfalardır anlattığımız rakamlar, veriler ve olaylarla da sabittir.

Yaşadığımız her şiddette, yargı, medya, eğitim, sağlık kuruluşları tarafından her gün yüzlerce kez şiddetin yeniden üretiminde, her kadın cinayetinde devletin sorumluluğu var. O halde şiddetin ortadan kaldırılması ve şiddete uğrayan kadınların korunması ve olağan hayata kazandırılması için de devletin sorumlulukları vardır. Ne merkezi ve yerel iktidarlar bu sorumluluktan kaçabilir, ne de biz, şiddete karşı yalnızca sığınma evi talep ederek bu sorunun çözüleceğine inanabiliriz. Şiddetin her gün yeniden üretildiği koşullarda, yüzlerce, hatta binlerce sığınma evinin varlığı dahi, milyonlarca kadının uğradığı şiddete karşı bir çözüm değildir.

ŞİDDETE KARŞI NASIL BİR KORUMA?

1- Şiddete ve yeniden üretilmesine karşı merkezi ve yerel bir mücadele:

Kadınların şiddete uğramasını beklemeden, toplumun ve yaşamın her alanında cinsiyetçi, şiddeti meşrulaştıran ve olağanlaştıran uygulama ve düzenlemelerle, medyadan yargıya, eğitim sisteminden sağlık düzenine kadar mücadele edilmesi ve yaşamdan, kadına yönelik fiziksel, cinsel, psikolojik, sosyal her türlü şiddetin tek tek çıkarılmasıdır. Yine burada, ev içi şiddeti arttıran etkenlere karşı da merkezi ve yerel iktidarların sorumlulukları vardır. İşsizlik, açlık ve yoksulluğa karşı mücadele, kadınların toplumsal üretim süreçlerine katılması için eğitim ve iş olanaklarının yaratılmasının yanı sıra çocuk, hasta ve yaşlı bakımının, ev işlerinin toplumsallaştırılması, parasız eğitim, parasız sağlık hizmetleri, emekçi ailelerin korunması vb. talepler, kadınların yaşadığı şiddetin ortadan kaldırılması mücadelesinde önemli taleplerdir.

2- Şiddete uğrayan kadınlar için kamusal koruma:

Şiddete uğrayan kadınların yaşadıkları hayata, sadece çaresizlik ve yalnızlıktan katlanmak zorunda olmadıkları bir kamusal koruma sağlanmalıdır. Kadınların, ülkenin her yanında ücretsiz, hemen yanı başında kolayca ulaşabileceği ve başvurabileceği danışma merkezleri, psikolojik ve hukuki destek alabilecekleri kurumlar ve sığınma evlerinin açılması zorunlu ve önemlidir. Yazımızın başında belirttiğimiz üzere, neredeyse bu ülkedeki kadın nüfusunun yarısı şiddete uğramakta ve kadınlar kolaylıkla öldürülmektedir. Bu tablo karşısında, bu şiddeti yaşayan kadınların bütün sorunlarının çözülebilmesi şarttır. Şiddet sebebiyle evini terk eden, kendisine muhtemelen çocuklarıyla yeni bir hayat kurmaya çalışan kadının, psikolojik olarak kendini tamirinden başlayarak, barınma, iş, çocuklarının eğitimi ve bakımı, eğitim görme olanaklarının sağlanması gereklidir.

Bu konuda kadın örgütlerin biriktirdiği deneyim değerli ve önemlidir. Devletin, sığınma evlerinin ve danışma merkezlerinin işletilmesini bu kurumlarla birlikte yürütmesi de önemli bir noktadır. Bir süre sonra nasıl bir sığınma evi tartışması yaşamamız da muhtemeldir. Bu sebeple, kadınların sadece birkaç ay içinde yatıp kalkacakları kuru bir binadan ibaret değildir, anlatmaya çalıştığımız. Kısaca, kadınların tek başlarına kuracakları yeni hayatın temellerini atabildikleri ve buradan ayrıldıklarında bu yeni hayata özgüvenli ve kendinden emin devam edebilmelerini sağlayacak mekanlardan söz etmekteyiz.

Tam da bu noktada, kadına yönelik şiddet konusunda öne çıkarılması gereken bir diğer talep karşımıza çıkmaktadır. Daha önce hiç tartışmadığımız, ama tartışmaya başlamamız gereken bir nokta: Devletin kadınları koruma görevi. Şimdiye kadar kadına yönelik şiddet, sadece aile içi şiddet olarak tanımlanıp değerlendirilirken, devletin bu konudaki görevleri konusunda yaklaşımlar, sığınma evi talebinden öteye gidebilmiş değildi. Oysa artık meselenin geldiği nokta, durumun, sadece bu açıdan bakılamayacak kadar derin ve bir o kadar da yakıcı olduğunu gösteriyor. Karşımızda, kadınların ölmesini seyreden, hatta seyretmek bir yana neredeyse destekleyen, azmettiren bir devlet aygıtı bulunmakta. Bütün bu durum, kamusal koruma talebimizi dillendirmemize neden olmaktadır. Artık erkek şiddetini sadece ev içi şiddet olarak alıp değerlendirmenin olanağı bulunmamaktadır. Şiddetin bu kadar arttığı bir ülkede, devletin, olayın muhatabı değilmiş gibi bir köşede bırakılması, biz kadınlar açısından da kabul edilemezdir.

İşte bu sebeplerle, kadın hareketi açısından, kamusal koruma talebi, yeni dönemde yükseltmesi gereken önemli ve temel mücadele taleplerden biri olmalıdır. Yukarıdaki biçimde çerçevesini çizebileceğimiz temel bir devlet politikası olarak ele alınması zorunlu ve şiddete uğrayan her kadını korumakla yükümlü bir devlet olduğunun vurgulanması, öldürülen her kadının, karakoldan geri evine dönmek zorunda kalan her kadının hesabının öncelikli olarak devletten sorulması ve tabii ki bu konuda aktif ve etkili bir mücadele…

İşçi, emekçi kadınlar içinde de yürüteceğimiz kadın çalışmasında, önce çıkarılması gereken bir sorundur erkek şiddeti. Artık bu sorun yokmuş ya da bizlerin sorunu değilmiş gibi davranmaktan vazgeçmeli, devletin bu konudaki görevlerini sürekli hatırlatan bir mücadele hattı izlemeli ve mücadele verdiğimiz her alanda kadın dayanışmasını yükseltmeliyiz. Kadın emekçilerin evde yaşadığı şiddetin yanı sıra işveren ya da amirlerinden başlayarak, taciz, baskı ve aşağılamayla karşılaştığını, buna rağmen işini kaybetme, görevde yükselme, beyanının inandırıcı olmayabileceği gibi kaygılarla bunların üstünün örtüldüğünü biliyoruz. Yaşadığı şiddet, taciz ve her türlü engellemeye karşı kendisini yalnız hisseden kadın emekçilerin mücadeleye çekilmesinin mümkün olmayacağı ortadadır. Atölye, fabrika ve işyerlerinde faaliyetimiz, kadın emekçilerin evde ve işyerlerinde yaşadıkları, yaşayabilecekleri şiddet ve engellemeye karşı bir mücadeleyi de içermelidir. İşyerinde kadınların yaşadığı şiddetin ortadan kaldırılması için işveren ve örgütlü sendikaların da sorumlulukları açığa çıkarılmalıdır.

Gençliğin Gündemi, Güncel Görevler ve Emek Gençliği

Türkiye’de uzunca bir süredir, ekonomik alanda kapitalist kriz ve siyasal alanda (merkezinde Kürt sorunu bulunan) demokrasi meselesi gündemin başına oturmuş bulunuyor. İşçi sınıfı ve diğer ezilen toplumsal kesimlerle birlikte milyonlarca genç de, bu iki sorunu derin bir biçimde yaşıyor.

Ekonomik kriz, işçi ve emekçi sınıflar için yoksullaşma, daha fazla işsizlik ve eldeki kazanımların bir bir budanması anlamına geliyor. Gençlik yığınları için; iş, güvenilir bir gelecek ve parasız eğitim her geçen gün daha uzak bir hayale dönüşüyor. Genç bir nüfusa sahip olan ülkemiz, milyonlarca genç işçinin kapı önüne konduğu, genç işçilerin kahve köşelerine itildiği, beş parasız gençlerin sokaklara düştüğü işsizler ordusu tablosuyla işsizlik sıralamasının zirvesine tırmanıyor.

Fabrikalarda, sanayi sitelerinde, atölyeler ve tarım işçiliğinde çalışan işçi gençliğin hep süregelen sorun ve talepleri krizle birlikte önemli ölçüde bastırılmış ve geriye itilmiş durumda. Her zaman yaşadıkları işten atılma korkusu krizle birlikte tırmanışa geçen genç işçiler, çalışma saatlerinin yükseltilmesine, iş yükünün her türden ağırlaştırılmasına, ücretlerin düşürülmesine ve esnek çalışmaya sessiz kalmayı tercih ediyorlar. En azından bir dönem daha böyle gitmeyi bile şans sayacakları anlaşılıyor. Çünkü dışarıda bekleyen bir işsizler ordusu var, bu her defasında kafalarına vuruluyor. Elbette genç işçilerin bütün bu gelişmelere rağmen, hak arayan, patron baskısına karşı direnen, eyleme geçen, sendikalaşan girişimleri hiç yok değil. Fakat bu dönem baskın olan eğilimin, daha çok; rekabet, kendini kurtarma çabası ve çalışma şansını bulmuşsa kabuğuna çekilme olduğu söylenebilir. İşçi gençlerin birbirlerine rakip kılınması ve yarıştırılmaları kadar bir önemli mesele de, işsiz gençlerle olan rekabette kendini gösteriyor. Bu durumda, yaşamak ve ayakta kalmak için boyun eğmek, kabuğuna çekilmek ve yalnızlaşmak tek çözüm yolu olarak dayatılıyor.

İşsiz kalan, iş bulamayan, yoksul mahallelerde çaresiz bırakılmış emekçi gençler için; çalışmak dışında bir gelir kapısı, koruyucu bir uygulama ve güvence bulunmuyor. Devlet ya da belediyeler tarafından tanınması gereken “işsizlik ödeneği”, “ücretsiz sağlık ve ulaşım hakkı” gibi haklar, yoksul gençlerin pek de tanıdık olmadıkları kavramlar. Destek, hak ve güvencenin olmadığı yerde yalnızlık ve çaresizlik duygusuna kapılan gençler ya da gençlik kümeleri için rekabet, çözülme, kendi içinde çatışma ve umutsuzluk öne çıkıyor.

Elbette kapitalist bir sistemde, topluma egemen olan sosyal çözülme ve bireycilik sadece kriz dönemlerinde açığa çıkmaz. Fakat ekonomik kriz süreçleri bu çözülmeyi hızlandıran koşullar oluşturuyor. İşçi, işsiz, kır emekçisi gençliğin yanı sıra öğrenci gençliğin de bu süreçten derinden etkilendiğini söylemek gerekiyor. Gelir adaletsizliğindeki uçurumun derinleşmesi, emekçi ailelerin yıkıma uğraması ile birlikte emekçi çocuklarının eğitim alma olanakları giderek daralıyor. Okulların ardından, artık aynı okul içindeki sınıflar bile parası olan-olmayan ayrımına göre çeşitlendiriliyor. Okul okumak, bitirmek, üniversiteyi kazanmak, iş bulmak; bütün bunlar, paranın gücüne göre geçilebilecek engeller olarak gençlerin önüne çıkıyor. Böylesi bir sistemde kaçınılmaz bir sonuç olarak ortaya çıkan elemecilik, öğrenci gençlerin büyük bir bölümünü daha erken yaşlarda yarışın dışında bırakıyor. Sınav bunalımı, kayıt bunalımı, barınma-ulaşım-beslenme bunalımı birbirini izleyerek öğrencide toplam bir bunalıma ve çöküşe yol açıyor. Elemecilik ve ayak çelmecilik ana karakter olarak özendirilirken, gençler arasındaki sosyal dayanışma sürekli bir biçimde dinamitleniyor.

Kapitalist krizin tetiklediği sözü edilen bu gelişmelere, aynı zamanda, burjuva propaganda aygıtlarının siyasal, kültürel ve “sanatsal” bombardımanı da eşlik ediyor. Bu kuşatma altında, gençliğin çürümeye, yozlaşmaya, uyuşturucuya, çeteleşmeye, özgüvensizliğe ve umutsuzluğa kapılması genel bir karakter olarak ortaya çıkıyor.

İşçi, işsiz ve yoksul gençlik kesimleri içinde milliyetçi ya da dinsel motifli burjuva ideolojiler bu dönemde prim yaparken, küçük-burjuva ve daha çok genç aydın öğrenciler içinde çeşitli türden liberal söylemlerin etki uyandırdığını söylemek mümkün. Dolayısıyla ülkedeki genel ekonomik-sosyal gelişmeler kadar siyasal gelişme ve taraflaşmaya da paralel bir gençlik profilinden söz edilebilir. En çok da demokratikleşme ve Kürt sorunu üzerinden gençlik içinde siyasal bir tartışma ve ayrışmanın yaşandığı gözleniyor. Kürt sorununda yaşanan güncel yeni gelişmelerin de bunda önemli bir payı bulunuyor.

Çerçevesini ana hatlarıyla çizmeye çalıştığımız yukarıdaki tabloyu ve nesnel durumu değerlendirmeden gençliğe dair sonuçlar çıkarmak, devrimci çalışmada çoğunlukla yanılmayı beraberinde getirebiliyor. Gençlik çalışmasında “kolay ve hızlı sonuç almayı” temenni edip çoğunlukla hayal kırıklığına uğramanın bir nedeni de budur. Emek Gençliği’nin faaliyetinde (aynı zamanda bir zayıflık olarak ele alınması gereken) görülen sürekli genel bir sesleniş ve genel bir mücadele çağrısıyla sınırlı çalışma tarzı da, yine buradan kaynaklanmaktadır. Oysa ki, en geniş gençlik kesimleri için birleşmek, birbirlerine güven duymak ve dayanışmayı öğrenmek öncelikli gerekler haline gelmiş bulunmaktadır. Bu gerekler yerine gelmeye başladıkça, her birimde en çok zorluk çekilen örgütlenme sorunu da aşılmaya başlayabilecektir.

İçinden geçmekte olduğumuz ekonomik kriz, toplumsal mücadele potansiyelini hiç kuşku yok ki güçlendirmektedir. Hemen her yerde, en küçük devrimci bir yardım ve müdahalede gençlik kesimlerinin bu müdahale etrafında toparlanmaya başladığı görülmektedir. İşçi basınımıza da konu olan işten atmalara, işsizliğe, paralı eğitime karşı yürütülen çalışmalara sorunun mağduru gençler yanıt vermekte, ama örgütlenme (özelde mücadelenin örgütlenmesi) çoğunlukla başarılamamaktadır.

İşçi, işsiz, köylü, öğrenci gençliğin devrimci politik gençlik örgütü olan Emek Gençliği’nin 5. Konferansı işte bu gelişmeler ve sorunların ele alınması ve tartışılarak sonuçlar çıkarılması bakımından önemli bir süreç olarak değerlendirilmelidir. Genel değerlendirmelerin de ötesinde; Emek Gençliği’nin ve onun örgütlerinin bu gelişmeler karşısında kendi rolünü tartışması, çalışma tarzını gözden geçirmesi, hem gençlik hareketinin gidişatı açısından hem de Emek Gençliği’nin güç kazanması ve kitleselleşmesi açısından gerekli görünmektedir.

Elinizdeki bu yazı, bu sürece katkı sunmak amacıyla; gençlik hareketi açısından kimi güncel gelişmelere dikkat çekmeyi ve ortaya çıkan sorunlara işaret etmeyi hedeflemektedir.

Öncelikle gençliğe dair geçtiğimiz günlerde basına konu olan çarpıcı bazı örneklere bir göz atalım.

KRİZDEN GENÇLİK MANZARALARI

Yapılan açıklamalara göre, Türkiye’de lise çağında bulunan ve eğitim alması gereken gençlerin yüzde 47’si örgün eğitimden yararlanamıyor. Son resmi verilere göre, genç nüfusta işsizlik oranı yüzde 23.5’e yükseldi. İstanbul Çağlayan’da işsiz kalan üç genç paralarını birleştirip öğlen tek simit yiyor. Türkiye’de eğitim almış her 3 gençten biri işsiz geziyor. Kayseri Erciyes Üniversitesi’ne 200 TL karşılığında kobaylık yapmak için başvuranların sayısı 12.000’i geçerken, bu oranın içinde öğrenciler kitlesel olarak bulunuyor ve büyük bir yer tutuyor.

Aynı günlerde Marmara Üniversitesi Rektörü Necla Pur, öğrencilerin çoğunun günde bir öğün yemek yediğini ve derste açlıktan bayılanlar olduğunu söyledi. 900 öğrenciye (içine ekmek kırıntıları atarak) sabah çorbası vermeye başladıklarını söyleyen Pur hayırseverlere de şöyle sesleniyor: “Hayır yapmak sadece Ramazan’da kalmamalı. Sabah kahvaltısı verebilirsiniz. 10 ev kadını buluşup bin poğaça yapıp sabahları çorbanın yanında dağıtsa bu çocuklara bundan daha büyük hayır olur mu?”

Eğitim yılı  başlarken İstanbul’daki 240 okulun elektriğinin borcundan dolayı  kesik olduğu bildirildi. Gaz ve su faturalarından dolayı da benzer kesintilerin olacağından endişe ediliyor. Sendikaların araştırmalarına göre, bir öğrenci okula başlarken 40 kalem harcama yapıyor ve bunun veliye maliyeti minimum 2030 TL.

ODTÜ Fizik Öğretmenliği’ni birincilikle bitiren gencin, KPSS sınavında da birinci olmasına rağmen, kadro olmadığı gerekçesiyle ataması yapılmadı.

Üniversitelerde hem okuyup hem de çalışan 20 bin öğrencinin işine son verilince, okulu bırakmayı düşünen öğrencilerin sayısında artış yaşandı. Ataması yapılmayan öğretmen adaylarının sayısı ise, 230 bine yükseldi. 50-d mağduru asistanlar, ödenek almadan, öğrenci statüsü ile çalıştırılıyor. CHP’nin açtığı dava nedeniyle, Belediyelerden burs alan binlerce öğrencinin bursları kesildi…

Haber örneklerini çoğaltmak mümkün, fakat bu kadarı bile, gençliğin karşı karşıya bulunduğu saldırıların boyutunu görmek için yeterli olsa gerek. Yani genel olarak sorunu tarif edip işin etrafında dolanmak gerekmiyor. Rektörleri bile sitem edecek hale getiren bu somut sorunlar karşısında sorulacak soru; “Peki biz bu somut ve çarpıcı sorunlar üzerine somut nasıl bir ajitasyon ve örgütlenme faaliyeti yürüttük, yürütüyoruz?” olmalıdır.

Gençlik çalışmasında kriz ve krizin sonuçları üzerine çok soyut ve genel bir çalışma içinde olunduğu, krizin derinleştirdiği her bir somut soruna inip çalışmanın örgütlenemediği; bu soruya verilecek her bir yanıtta kendisini gösterecektir. Değiştirilmesi gereken öncelikli sorun; herkesin birbirine anlattığı genel ve soyut analizcilik hastalığından kurtulmak ve en küçük birimlerde baş gösteren (sarsıcı genel etki potansiyeli de taşıyan) somut talepler etrafında bir faaliyete koyulmaktır.

Gençlik mücadelesinde YÖK ve 6 Kasım’ın özel bir yer tuttuğu biliniyor. Geçtiğimiz 6 Kasım birçok yönüyle tartışma ve değerlendirme konusu yapılabilir, yapılıyor da. Fakat biz yine faaliyetin rutinliği, soyut ve genelliğine bir ayna tutması bakımından geçtiğimiz 6 Kasım eylemlerine, bir örnek olarak yakından bakalım.

CUNTA BEKÇİLİĞİNDEN PİYASA TACİRLİĞİNE: YÖK DÜZENİ VE 6 KASIM

Üniversitelerin piyasaya açılması tartışması yeni değil, fakat Bologna Planı’nın YÖK eliyle devreye sokulması ile birlikte süreç büyük bir hız kazandı. Üniversitelerin piyasalaştırılması bakımından, YÖK, otobüsten inip uçağa bindi diyebiliriz.

Bologna Planı, başlangıcında bir Avrupa planı olarak ortaya çıktı. Gelişmiş Avrupa ülkelerinin bir araya gelerek başlattıkları üniversiteleri piyasaya açma planına, bir süre sonra bütün Avrupa ülkeleri katıldı. Bugün Bologna Planına 45 ülke imza atmış bulunuyor.

Bologna Planı’nın uzun uzadıya ayrıntılarına girmek, bu yazının kapsamı bakımından gerekmiyor. Fakat özetlemek gerekirse; bir yandan üniversiteler arasında öğretim üyesi ve öğrenci transferleri (hareketliliği) yaratılmak istenirken, öte yandan üniversite yönetimlerine patron örgütlerinin temsilcileri dahil ediliyor. Öğrenci ve öğretim üyesi hareketliliği büyük bir pazar oluştururken, aynı zamanda, üniversitelere ucuz işgücü ve rekabet koşullarında köleliği (küreselleştirerek) getiriyor. “Dış paydaşlar” adıyla üniversitelerin danışma kurullarına çağrılan patron temsilcilerinin oynayacağı rol çeşitli biçimlerde basında tartışıldı. Fakat pek üzerinde durulmayan başka bir unsur, en az bu kadar büyük bir tehlikeyi barındırıyor: “İç Paydaşlar”.

Üniversitelerin danışma kurullarına “dış paydaşlar” kadar üniversite bileşenlerini ifade eden “iç paydaşlar”ın da girmelerini isteyen Bologna Planı, böylece öğrenci temsilcileri ile patron temsilcilerinin yan yana oturmasını istiyor. Yani patronlar satın alacak, kâr alanları oluşturacak, öğrenciler de “demokratik” bir şekilde kafa sallayarak, bu yağmaya onay verecek.

Darbe Anayasası  ile kurulan ve darbe yönetimini uzun yıllar üniversitelerde egemen hale getiren YÖK, her fırsatta öğrenci örgütlerinin üzerine baskı  ve şiddetle gitti. YÖK düzeninde, örgütlenmenin önü, baskı, sindirme, okuldan atma ve polis-jandarma-sivil faşist terörüyle kesilmeye çalışıldı. Öğretim üyeleri de, bu baskıdan nasibini aldı.

Bugün yükseköğrenim gençliğinin büyük zorluklarla kurduğu Kol, Kulüp ve Toplulukları bulunuyor. Üniversitelerde YÖK eliyle getirilen ÖTK temsilciliklerinde muhalif öğrencilerin sayısı ve etkisi her geçen gün biraz daha artıyor. Bologna Planı, kaleyi içerden zayıflatan, patronlarla öğrencileri yönetime taşıyarak öğrencilerin örgütlerini kariyer ve girişimcilik bürolarına çeviren ve öğrencileri nihayetinde mücadeleden alıkoymayı hedefleyen bir planı ifade ediyor. Aynı durum, öğretim üyeleri için de geçerli ve benzerlik gösteriyor.

Gelinen yerde, bugün sadece baskı ve ceberutluk yönünü öne çıkararak YÖK’e karşı bir mücadeleyi ele almak, son derece sığ kalacaktır. Eğitimi piyasalaştırmak, üniversiteleri küresel sermayenin ihtiyaçlarına uygun olarak yeniden biçimlendirmek, kampuslarda şirket büroları açmak; “öğrencilere yeni iş imkanları” olarak yutturulmaya çalışılmaktadır. Etkili ve yaygın, ama derinlemesine bir aydınlatma faaliyeti ve tartışma ortamı yaratılmadan, bugün için, bu gerici kapitalist planları boşa düşürmek mümkün görünmemektedir.

Üniversitelerde yaşanan piyasalaştırma süreci ile birlikte birçok kavram ve uygulama yeniden tartışılmak ve tanımlanmak durumunda. Bu kavramlardan biri de; özerklik.

Başörtüsü  yasağını öne sürerek “zulme karşı direneceğiz” sloganıyla meydanlara dökülen siyasal İslam’ın etkisindeki binlerce genç için, YÖK, o yıllarda dağıtılması gereken dikte edici bir aygıttı. Parlamento seçimlerinde sermaye desteğini arkasına alan AKP rüzgarı, kısa bir süre içinde bu gençlerin hareketini bünyesine almayı başardı. “Karşısındaki aygıtı yıkamıyorsan ele geçir” felsefesi, geçerli pragmatist bir felsefe olarak, üniversitelerde de kabul gördü. Dün YÖK’e karşı mücadele eden geniş bir İslami gençlik tabanı, bugün AKP ve YÖK eliyle piyasacılığın savunucuları haline geldiler. YÖK, artık bu kesimler için tasfiye edilmesi gereken dikte edici bir aygıt değil, güçlendirilmesi gereken liberal bir piyasa yöneticisi.

Bologna Planı  ile birlikte artık yeni bir özerklik tanımı getiriliyor. Üniversiteler özerk olmalı, ama bu özerklik bilimsel değil, “mali ve idari” olmalıdır. Yani sermayeye hizmet eden, sermayenin tahakkümü altına girmiş bir “bilimsel üretim” öngörülmekte, öte yandan üniversiteler devlet desteğinden yoksun bırakılmaktadır. “Kendi yağınla kavrul” şeklinde bir mali-idari özerklik dayatılmakta ve “kavrulamıyorsan, seni kavuracak bir patron bul” anlayışı yerleştirilmek istenmektedir.

Dolayısıyla Bologna Planı ile devreye konan üniversite projesinde, YÖK, kendine bakir bir yönetsel alan bulmakta, geriliğe karşı modernliği vaat etmekte ve gençlere iş kapısı masalını anlatmaktadır. Bu yaklaşıma göre, özgürlükler ve demokrasi ise zaten piyasaya entegrasyonla gelecektir!

Sermaye çevrelerinin YÖK ve MEB eliyle devreye soktukları bir proje de, üniversite sayılarının arttırılmasıyla ilgilidir. Başbakan Erdoğan, 81 ilde 193 üniversite açtıklarını övünerek her fırsatta söylüyor. Bu üniversitelerin 40 tanesi özel ve vakıf üniversiteler. Böylece üniversite kapılarındaki yığılma azalacak, bütün ülke gençliği üniversite okuyacak, ülkenin eğitim kalitesi yükselmiş olacaktır! İyi ama, Tunceli Üniversitesi’ne profesör bile nice zaman sonra daha yeni atandı. Yeni açılan, tabelası değiştirilen birçok üniversite, gerçekte “kümes üniversiteler”dir. Ama yine de yükseköğrenim gençliğinin mücadele potansiyelinin 81 ile yayıldığını söyleyebiliriz.

Sermaye örgütleri, “Türkiye’nin ihtiyacı asıl olarak ara elemandır” tespitinden hareketle, devlet elindeki Mesleki ve Teknik Eğitim Okullarını, Yüksek Okulları eleştiriyor ve buralara sızmaya çalışıyorlar. Okullardaki mütevelli heyetlerin içine patron temsilcilerinin yerleştirilmesi için hazırlıklar yapılıyor. Bu propagandanın bir sonucu olarak, bir yandan da özel yüksek okullar mantar gibi çoğalmaya başladı. Başını özel Okan ve Işık okullarının çektiği bu yüksek okullarda para karşılığı zanaat öğretiliyor. Özel eğitim sektörüne yeni bir piyasa alanı böylece açılmış oluyor.

Peki, üniversiteler için yeni modele uygun bir kefen dikilirken, 2009 6 Kasım eylemleri neyi gösterdi?

Birincisi, en azından YÖK’ü protesto eden öğrenciler bakımından, YÖK’ün kaldırılması için güçlü bir isteğin olduğu bir gerçek. Parasız, bilimsel, demokratik ve anadilde eğitim talepleri de öne çıkan talepler oldu. Ama Bologna Planını da içeren sermayenin yeni atılımları ile YÖK’ün taşeron rolü arasındaki bağ sergilenemedi. “Gençlere iş kapısı, kaliteli eğitim, yabancı okullarda okuma” vb. propagandaları içeren yalanların üzerine gidilemedi. Bir dönem “ulusalcılık” adına AKP’ye direnen, YÖK’ün ve onun rektörlerinin safında yer tutan kimi politik çevreler, bugün bağırmaya başladılar. Kimi çevrelerden yükselen ve sadece “üniversiteleri AKP’ye teslim etmeyeceğiz“, “AKP’nin YÖK’ünü istemiyoruz” sloganına sıkışan yaklaşımda da yeni dönemi anlamayan bir darlık kendini gösterdi. AKP’nin değil de kimin YÖK’ü mubah olabilir ki?  CHP’nin mi, askerin mi, devletin mi YÖK’ü kabul edilebilir?

AKP gerici bir partidir, bilime düşmandır, üstelik üniversitelerde kadrolaşmaktadır ve buna karşı mücadele edilmelidir. Ama Y. Z. Özcan’a gelinceye kadar YÖK’ün AKP’nin elinde olmadığı ve yine savunulacak yanı olmadığı yaşandı, biliniyor. Ve en nihayetinde perde arkasında iş yürüten ve üniversiteler üzerinde büyük bir planı devreye sokan emperyalistler ve işbirlikçi kapitalistlerdir ve esas onlara karşı birleşmek neredeyse unutulmuştur.

İkincisi, birçok ilde 6 Kasım bir tek alanda protesto edildi ve sınırlı sayıda öğrenci bu eylemlere katıldı. Sınıflarda tartışmalar, amfilerde konuşmalar, fakültelerde protesto gösterileri ve forumlar örgütlenerek hareket edilmedi. Geleneksel protestocu ve kitlelerden kopuk yaklaşım bir kez daha öne geçti. Mevcut cılızlıklarına karşın öğrenci kulüp, topluluk ve temsilcilikleri öne çıkarılamadı, tersine ötelendi. Böyle olunca, en geniş gençlik kesimleri karar ve eylem süreçlerine katılamamış oldu.

Üçüncüsü, son yıllarda yükseköğrenim gençliğinde iş, meslek ve güvenilir bir gelecek kaygısı öne geçmiş görünüyor. Zira, ataması yapılmayan öğretmenler, peyzajcılar, genç eczacılık öğrencileri, işsiz ve düşük ücretli mühendisler, fen-edebiyat öğrencileri vb. kesimler iş talebiyle sayısız eylemler yaptılar, platformlar kurdular. Özellikle 3. ve 4. sınıf öğrencileri de, bu platformlara ve eylemlere katılmaya başladı. Örneğin İTÜ’de yapılan “işsiz mühendisler ve düşük ücretli mühendisler kurultayı”, bu açıdan büyük bir önem taşıyor. Meslek örgütleri ile öğrenciler arasındaki ortak mücadele ve örgütlenme daha da güçleniyor. Bütün sözü edilen bu kesimlerin kendi talepleriyle 6 Kasım protestolarında yer almamaları, bu eylemlerin bir bileşeni olmamaları, eylemi örgütleyen kesimlerin ele alıp tartışmaları gereken bir sorun olarak durmaktadır. Çünkü bundan sonraki mücadele de bu eksen üzerinde devam edecektir.

Dördüncüsü, devlet üniversiteleri kadar özel üniversite ve özel yüksek okullarda da büyük bir nüfus oluşmaktadır. Üstelik bu öğrencilerin önemli bir bölümü geçmiş yıllardan farklı olarak artık zengin çocuğu da değildir. Dolayısıyla bu kesimlerin mücadeleye çekilmesi ve bu okullarda da mücadele örgütlerinin kurulması hareketin genel gidişatı açısından da önem taşımaktadır.

Peki, yukarıda dört maddede bahsedilen görevler yerine getirilemez görevler midir? Gelişmeler bu imkanları ortaya çıkarmışsa, Emek Gençliği neden bu süreci gerektiği örgütleyememiştir? Elbette, soruyu tek bir nedenle açıklamak doğru olmaz. Ama genel doğruları söylemenin ve sadece eleştirel bir tavır içinde bulunmanın da Emek Gençliği’ni ilerletmeyeceği açık olsa gerek. Temel mesele; ortaya konan platforma uygun pratik adımların atılamaması, en somut talepleri baz alarak çalışmanın örgütlenememesinde yatmaktadır. Her defasında kolay yola sapılarak çıkmaz sokağa çıkılırken, en aşağıdan başlayarak somut çalışma ve örgütlenmeyi ilerletmede, esas zorlu patika yollarda adım atılmamaktadır. Nadiren de olsa bu yola atılan adımlarda sonuç alındığı görülmektedir.

PARALI EĞİTİM, BASKI VE ÖSS KISKACINDA, LİSELİ GENÇLİK

Yükseköğrenim gençliğine nazaran ortaöğrenim gençliğinin son yıllarda daha hareketli ve örgütlenme arayışı bakımından daha dinamik olduğu görülüyor. Bu tespiti pekiştiren bazı gelişmelere bir kez daha bakmakta fayda var.

Eğitim ve öğrenim yılının açılması ile birlikte birikmiş sorunlar da çığ gibi öğrencilerin ve velilerin üzerine devrildi. Sivas’ta hademe olmadığı gerekçesiyle okulun temizlik işleri velilere yaptırıldı. Liselerde büyük bir yığılma yaşanırken, okullaşma ve derslik sayılarında yaşanan uçurum daha da büyüdü. ÖSS sınavlarında sıfır çeken, başarı ortalaması düşük olan okulların öne çıkan sorunlarından biri, zaten sınıf mevcutlarının çok fazla olması ve öğretmen sayısının yetersiz kalışıdır. Ankara merkezli başlatılan ve tüm illere doğru genişletilen yeni bir uygulama ile okul kapılarına beli silahlı polisler dikilmeye başlandı. Bu gelişmenin ardından, okullardaki polis vukuatları da artmaya başladı. Okul önlerine asılan pankartlarda üniversiteyi kazananların listeleri sıralanıyor. Okullar başarılarını üniversiteyi kazananlarla reklam edip marka olmaya çalışırken, kazanamayanların listesini soran bile olmuyor. “Meslek lisesi memleket meselesi” sloganı ile yeni bir operasyonun sinyalini veren TÜSİAD ve özellikle Koç Grubu, okulların başına patron temsilcilerini oturtmaya hazırlanıyor. ÖSS sınavları yeniden 2 aşamalı hale getirilirken, gençlerin yarış atı olarak birbirleriyle rekabet ettirilmesinden vazgeçilmiyor. Dershane sektöründe ise, trilyonlar dönmeye devam ediyor.

Elbette, sorunları  daha fazlasıyla sıralamak mümkün. Fakat liseli gençlik bu gelişmeler karşısında hepten boynu eğik de değil. Örneğin Hakkari’de dershane hakkından mahrum kaldıkları için 500 öğrenci yürüdü. Kantin boykotu, müdür baskısını protesto, parasız eğitim için imza kampanyaları vb. birçok eylem, bu dönemde ortaya çıktı. Öğrenci Meclis seçimlerine katılım oranı yükselirken, meclisler de mücadelenin sorunlarına el atmaya başladılar.

Liseli gençliğe dönük en küçük faaliyetin bile hızla sonuç aldığı bir gerçek. Örneğin İstanbul Yenibosna Lisesi’nde parasını verene özel sınıfların kapıları açılırken, parası olmayanlar bakımsız sınıflara gönderiliyor. Emek Gençliği sorunu işçi basınına haber olarak taşıyor ve bu haber üzerinden yapılan dağıtım okulda bir uyanışın örgütlenmesini sağlıyor. Nihayetinde, okul önünde yapılan açıklamaya 50 civarında öğrenci katılıyor, 6 Kasım’da ise, ilçe milli eğitim müdürlüğü önünde yapılan eylemle öğrenciler topladıkları imzayı yetkililere teslim ediyorlar. Liseli gençlik, en küçük yardımda ve birazcık özgüven kazandığında, kitlesel olarak mücadeleye atılıyor ve Emek Gençliği saflarına katılıyor. Dolayısıyla liselere dönük çalışmada birkaç ilişki üzerinden değil, lisenin tüm öğrencilerine seslenen daha cesaretli bir çalışma yürütmek gerekiyor.

BARIŞ, KÜRT SORUNU VE EMEK GENÇLİĞİ

Siyasal alanda ne Kürt sorunu ne de demokratikleşme meselesi eski yerinde duruyor. Gençlik içinde milliyetçiliğin kışkırtılması sürekli pompalanırken, sorunun bir biçimde çözümüne ilişkin beklenti de güç kazanıyor.

Geçtiğimiz yıl, anadilde eğitim talebiyle on binlerin katıldığı eylemler düzenlendi. Eylemler, bu eğitim ve öğrenim yılının açılmasıyla birlikte devam etti. Yine eğitim yılı başlarken, Diyarbakır’da, temsili Kürtçe Fizik dersi yapıldı.

Bir dönem önce üzerine konuşulması bile düşünülemeyen, üniversitelerde Kürt dili ve edebiyatı ya da Kürdoloji bölümlerinin açılması, YÖK, MEB ve rektörlerin tartıştığı, hazırlık yaptıkları bir çalışma haline geldi. Anadilde eğitim, artık gerçekleşmesi gereken ana taleplerden biri durumuna gelmiş bulunuyor ve gelinen yerde bu talebin gerisine artık düşülemez.

Kürt halkının mücadelesiyle gelinen bu sürecin aynı zamanda sancılı  ve zikzaklar çizen bir süreç olduğu da gözler önünde. Operasyonlara yer yer devam edilirken, Meclis sınır ötesi harekatı içeren tezkereyi bir yıl uzatma kararı aldı. Bugün hala 3000 Kürt çocuk siyasi nedenlerle yargılanıyor. 1000’den fazla Kürt çocuğu ise, demir parmaklıkların arkasında büyüyor. Tarım işçisi binlerce Kürt çocuğu eğitim hakkından mahrum kalırken, bölge okulları da içler acısı durumda olmayı sürdürüyor. Müfredatta gerici, şoven, milliyetçi öz korunmaya devam ediyor. Evinde Kürtçe kurs veren çocuklara ceza yağdırılıyor.

Öcalan’ın çağrısı ile Türkiye’ye gelen Barış Grubu’nu yüz binler karşıladı. Sorunun artık bir şekilde çözülmesi eğilimi geniş bir taban bulurken, medya, MHP ve CHP’nin kışkırtmasıyla, Barış Gurubu’nun gelişi sokaklarda milliyetçi gösterilere dönüştürüldü. Provokasyonların beklendiği üniversite ve liselerde ise, genel olarak sağduyu hakim oldu. Kürt sorununun demokratik çözümünü tartışmak, sorunun esasta Türk gençliğinin bir sorunu olduğunu anlatmak için oldukça uygun koşullar oluşuyor.

AKP Gençlik Kolları, caddelere, Başbakan Erdoğan’ın “Annelerin gözyaşının ideolojisi olmaz” sözlerinin yazılı olduğu pankartlar asıyor. Fakat hükümetin ve devletin uygulamaları ile analar ağlamaya devam ediyor.

Peki, bu gelişmeler yaşanırken, Emek Gençliği ne tür çalışmalar yapmaktadır?

“İki Dil Bir Bavul” filminin gösterimlerini örgütleyen Emek Gençliği grupları ve devrimci öğretmenler, kardeşleşme açısından önemli bir çalışmayı yerine getirmektedir. Boğaziçi Üniversitesi, 9 Eylül ve ODTÜ’de Barış ve Kardeşlik etkinlikleri düzenlenmekte, birçok üniversitede de benzer kararlar alınmaktadır. İstanbul Bağcılar’da Emek Gençliği’nin düzenlediği 68 söyleşisi, Kürt sorununun tartışıldığı bir foruma dönüşmüş ve tartışma ortamı açıldığında gençlerin buna hızla ve coşkuyla yanıt verdiklerini göstermiştir. Bu yöndeki çabaların arttırılması ve hızlandırılması günün temel görevlerindedir.

Ne var ki, bu yönde atılan adımların oldukça cılız ve reflekslerin de zayıf olduğunu belirtmek gerekiyor. Örneğin bir önceki Emek Gençliği Bölge Konferansı’nda üniversitelerde Kürdoloji, Kürt Dili ve Edebiyatı bölümlerinin açılması için kampanya yürütülmesi kararlaştırılmıştı. Bugün gelinen yerde bunu rektörler tartışıyor. İ.Ü rektörü Söylet, Kürdoloji bölümlerinin açılması için hazırlık yaptıklarını söylüyor. Anadilde eğitime hayır diyen ve Kürt öğrencilere soruşturma terörü uygulayan YÖK, açılım havarisi kesilebiliyor. Ama kabul etmek gerekir ki, pratik refleksler ve çalışmanın örgütlenmesi bakımından Emek Gençliği grupları oldukça atıl kalmış bulunuyor. Yine bu dönemde, Eğitim-Sen İstanbul 3 No’lu Şube’nin “Anadilde Eğitim Kurultayı” yapmasına Emek Gençliği’nin tepkisiz kalması, pratik reflekslerin durumuna bir işaret olsa gerek. Oysa ki, çeşitli üniversitelerden öğrencileri ve örgütlerini bu kurultayın bir parçası yapmak pek ala mümkünken, bu işin bir görev olarak saptanmamış olduğu anlaşılmaktadır.

Öte yandan, 6 Kasım protestoları nedeniyle oluşan platformlarda Kürt sorunu ve anadilde eğitim talebi çeşitli tartışmalara neden oldu. TKP, Öğrenci Kolektifleri, Gençlik Muhalefeti ve Emek Gençliği bazı illerde eylem birliği yaparken, birçok ilde daha geniş birlikler sağlandı. Fakat bazı illerde TKP ve Öğrenci Kolektifleri, Kürt yurtsever gençlerin eylemlere katılmamasını şart koşan “ilkeler” öne sürebildiler. Anadilde eğitim talebinin basın metinlerine ve dövizlere yazılması uzun tartışmalardan sonra olabildi. “Yaşasın Halkların Kardeşliği sloganı bir kez atılsın” denilerek, iş trajikomik bir hale getirildi. Fakat bütün bu tartışmalar neticesinde sözü edilen demokratik gençlik hareketlerinin Emek Gençliği’nin ısrarıyla daha ileri bir çizgiye geldiklerini, gelmek zorunda kaldıklarını da belirtmek gerek. Zira bu süreçte sadece Kürt sorunu üzerine çeşitli eylem ve etkinliklerin de yapılması yönündeki önerilere de sıcak bakılıyor.

Bu dönem, batı  gençliği içinde Kürt sorunu üzerinden bir çalışmayı ve birleşmeyi önemli kılarken, bu çalışmaları Kürt demokratik gençlik çevrelerine iyi anlatmak gerekiyor. Çünkü çeşitli etki ve duygulara açık olan Kürt siyasal gençlik çevreleri, batıdaki böylesi çabaları Kürtlerden uzaklaşma ve Kürtlere karşı bloklaşma olarak anlayabiliyor. Nitekim Günlük gazetesinde yayınlanan ve Ankara 6 Kasım’ını konu edinen  “6 Kasım’da Ergenekon ayrışması mı?” başlıklı haber, tam da bu yanlış algıyı kışkırtan bir üslupta yazılmış bir haber olarak dikkat çekti. Oysa ki, Ankara’da Emek Gençliği her hangi bir siyasal grupla eylem birliği içine girmemiş, kol ve topluluklar üzerinden yapılan eylemin örgütlenmesine güç vermişti. Kendi başına bu örnek bile, atılan adımlarda Kürt yurtsever gençleriyle ilişkilerin önemine işaret etmektedir.

Kürt sorunu, barış ve yapılacaklara ilişkin değerlendirmeler, politik duruş, Emek Gençleri tarafından, birçok platformda kararlılıkla dile getirilmektedir. Fakat Emek Gençliği görevlerini bununla sınırlayamayacağı gibi, her alanda bunu bir çalışmanın planı haline getirip uygulamaya geçirmelidir.

SONUÇ OLARAK

Yazımızın da başlığını ifade eden “Gençliğin gündemi ve güncel görevler…” derken, elbette bütün bu yazılanlardan kendi örgütsel çalışmamıza bir takım görevler çıkarmamız gerekiyor. Buradan hareket edersek, birkaç meseleye 4 madde üzerinden dikkat çekmek faydalı olacaktır.

1- Gençlik yığınlarının içinde bulunduğu geleceksizlik ve bunalımı gözeten milliyetçi, muhafazakar ya da liberal akımlar, düne göre daha yoğun bir propaganda içine girmiş bulunmaktadırlar. Yine bu gerici akımlar için daha açık kürsülerin oluşturulduğunu belirtmek gerekiyor. Emek Gençliği, bu akımlarla “kavga”yı ve polemiği gerçekleştirmeden bir kitle gücüne erişemez. Öte yandan, bire bir dar ilişki ağından çıkıp, kürsüyü sokağa, işyerlerine ve okullara kurmak gerekmektedir. Böylesi bir açıklık ve cesaretten yoksun bir çalışmanın gençlik yığınlarını örgütlemesi beklenmemelidir.

2- Dünyanın bütün proleter devrimci partileri ve komünist gençlik örgütleri, gençliği gazete ile örgütlemiş ve harekete geçirmiştir. Gazete, gençliğin hem bir kürsüsü, hem de mücadelesinin örgütlenmesine yardımcı olan en etkili silahtır. Ama bizde 15 günlük dergi periyodu gazetenin önüne geçmiştir. Bunu, kelimeyi eğip bükmeden, açıkça tespit etmek gerekir. Yeni ve devrimci olan ise, aylık ya da 15 günlük değil, günlük mücadele platformuna adım atmaktır. Bu adım geciktikçe, diğer bütün atılan adımlar gerçek bir dönüşümü sağlamaya yeterli olamayacaktır.

3- Sosyalist ve toplumcu gerçekçi yayın külliyatının gençlik çalışmasında bulduğu yer ne kadardır? Cevabın oldukça düşündürücü olduğu aşikârdır. Örneğin Keynes iktisadının tartışıldığı bir dönemde “Keynes’e Karşı Marx” kitabı, aradan haftalar geçmesine rağmen, hala birçok üniversiteye ulaşmıyorsa, yürütülen gençlik çalışmasının karakteri nasıl tanımlanabilir? Yönetim kademelerinden başlayarak, yayınlar ve bunların etrafında ideolojik bir eğitimin ve propagandanın gerçekleşmediği bir gençlik çalışmasının kök salma şansı bulunmamaktadır.

4- Yabancılaşmanın ve çelişkinin aşılmasında devrimci gençlik örgütü, kendi sınıfından öğrenmek zorundadır. Emek Gençliği çalışmasının uzunca bir dönemdir yaşadığı temel meselelerden biri, kendi sınıfının gençliği içinde çalışma yürütmekten kopmuş olmasıdır. Emek Gençliği’nin omurgası olarak tanımlanan işçi gençlik içinde çalışmanın örgütlenmesi ve buradan kazanılacak deneyler, diğer başka sorunların da aşılmasını hiç kuşku yok ki kolaylaştıracaktır. İşçi gençlik ile birlikte yoksul semt gençliği, işsiz ve köylü gençlik içinde çalışma yürütmek de, bu görevin bir parçasıdır.

Esnekleşmenin Uluslararası Dayanakları

ÜRETİM SÜRECİNDE YENİDEN YAPILANMA VE ESNEKLİK

Kapitalist üretim sistemi ile birlikte keskinleşen çıkar farklılıkları, üretim ilişkilerinden başlayarak, tüm toplumsal ilişkilerin sınıfsal bir form içerisinde gerçekleşmesine neden olmuştur. Toplumu, emek ve sermaye olmak üzere iki temel sınıfa ayrıştıran kapitalist üretim ilişkilerinde, çıkar farklılığı, temel olarak ücret ve kâr çatışması üzerinden yürümektedir. Üretimin gerçekleşmesinde temel faktör olan emek gücünün karşılığı olarak ifade edilen ücret, aynı zamanda üretim araçlarının mülkiyetini elinde bulunduran sermayenin de ana kaynağıdır. Diğer bir söyleyişle sermaye, üretim sürecinde emeğin yarattığı değer içinden emeğin yeniden üretimini sağlayacak kadar bir miktarı “ücret” olarak emekçiye verirken, yaratılan değerin geriye kalan kısmına “kâr” adı altında el koymasıyla oluşur (Marx, 1992: 27).

Sermayenin kârını  en üst düzeye çıkartma güdüsü kapitalist üretim ilişkilerinin en belirleyici özelliğidir. Bu güdü, kapitalizmde üretim ilişkilerinin sürekli olarak yeni bir forma girmesine neden olmaktadır. Üretim ilişkilerindeki bu form değişikliği, tüm toplumsal ilişkilere de yansımakta ve kapitalist sistemde köklü dönüşümlere yol açmaktadır. Üretim ilişkileri üzerinden yürüyen bu sınıfsal mücadelede belirleyici olan, sınıflar arasındaki güç dengesidir. Kapitalizm, adından da anlaşıldığı üzere, kapitalin, yani sermayenin egemen olduğu bir sistemdir. Sanayi devrimi ile üretim sistemi ve ekonomi üzerinde egemenlik sağlayan sermaye sınıfı, Fransız İhtilali ile birlikte siyasal sistem üzerinde de egemenliğini ilan etmiştir. Ancak, bu mutlak bir egemenlik değildir. Zira emekçi sınıflar, sermaye sınıfının egemenliği altında maruz kaldıkları sömürü ve sefalet karşısında, 19. yüzyılın başlarından itibaren mücadeleye girişmiş ve 19. yüzyılın ortalarından itibaren de, Marksizm’le birlikte, bu mücadele sınıfsal bir forma dönüşmüştür. Emekçilerin sınıf bilinci içerisinde sermaye sınıfı karşısında mücadeleye girişmesi ve bu mücadelenin kapitalist sisteme bir alternatif yaratma tehdidini de içermesi, sermaye sınıfının üretim sistemi üzerindeki egemenliğinden bir takım tavizler vermesine neden olmuştur. Böylece, üretim sonucunda yaratılan değer üzerinden emeğin payının görece artması sağlanmıştır. Bu göreli artış, bir taraftan doğrudan ücretlerin artması biçiminde olurken, diğer taraftan başta sosyal güvenlik olmak üzere emekçilere bir takım haklar da sağlanmıştır.

Emekçiler bir sınıf olduklarının bilincine varıp bu bilinç içerisinde yürüttükleri mücadele ile birlikte, artık sermayenin tek yanlı egemenliği yerine, emekçi sınıfın gücü de kapitalist üretim sistemi üzerinde hissedilebilir hale gelmiştir. Bu bağlamda, sanayi devrimi sonrasında geçerli olan ve çalışma saatleri ile ücretler konusunda sermayeye sınırsız sömürü olanağı tanıyan “mutlak artı değer” elde etme süreci, artık sistemin sürekliliğinin koşulu olan birikim olanaklarını sağlayamaz hale gelmiştir. Böylece emek üzerinden artı değer elde etme oranını, diğer bir ifade ile sömürü oranını arttıracak yeni yöntemler geliştirme çabası içerisine girilmiştir.

Sanayi devrimi sonrasında, üretim sistemlerinde ilk köklü değişim, 20. yüzyılın ilk çeyreğinde, verimlilik uzmanı F. Taylor tarafından geliştirilmiştir. İşçi sınıfının çalışma saatlerini sınırlandırıp, standartlaştırma talebi karşısında, Taylor, geliştirdiği teknikle, belirli bir çalışma süresi içerisinde emekten daha fazla verimlilik elde etmenin mümkün olduğunu kanıtlamıştır. Taylor’un geliştirmiş olduğu teknik, ABD’li otomobil üreticisi H. Ford tarafından üretim sürecine uyarlanmış ve “fordizm” adını almıştır.

Üretim sürecini, emeğin verimliliğini en üst düzeye çıkartacak biçimde yeniden organize etmeye dayanan fordizm, bir taraftan işçi sınıfının talebi olan çalışma sürelerinin sınırlandırılması ve ücretlerin nispi artışını sağlarken, diğer taraftan verimlilikteki artış sayesinde kâr hadlerinin yükselmesini sağlamayı başarmıştır. Nispi artı değer olarak da ifade edebileceğimiz bu üretim sistemi ile, hem işçi sınıfının sisteme yönelik tehdidi bertaraf edilmiş, hem de yeni bir birikim rejimi içinde sistemin güçlenerek varlığını sürdürmesi sağlanmıştır.

İşçilerin daha az süre içinde daha fazla artı değer yaratmasını sağlayan fordizm, aynı zamanda, üretimin de hızla artarak kitleselleşmesini sağlamıştır. Kitleselleşen üretim, bir taraftan artı değerdeki artışa da bağlı olarak talep ihtiyacını arttırırken, diğer taraftan da yeni üretim alanları haline gelen büyük fabrika sistemi içerisinde, benzer çalışma ve yaşam koşullarına sahip çok sayıda işçi arasında çıkar birliğini ve dayanışma düşüncesini güçlendirmiştir. Bu da, Fordist üretim süreci içerisinde işçilerin çalışma ve yaşam koşulları üzerinde daha fazla söz sahibi olabilmek amacıyla örgütlenmelerini kolaylaştırmıştır. Bir taraftan artan talep ihtiyacıyla birlikte ücretlerin görece yükselmesinin gerekli hale gelmesi, diğer taraftan ise artan örgütlenme ve üretim sürecine müdahale gücü, sosyal haklarda ve çalışma standartlarında da önemli gelişmeler sağlanmasına yol açmıştır (Belek, 2004: 26).

II. Dünya Savaşı ile birlikte yaygınlaşan fordizm ve talep yönlü ekonomi politikaları, gelişmişlik düzeyi ve sınıflar arası güç dengelerinin durumuna göre farklılaşan ölçülerde, işçi sınıfının üretim sürecine müdahalesini arttırmıştır. Sendikalar ve toplu pazarlık sistemi aracılığıyla yürüyen bu süreçte, işçi sınıfı ile sermaye sınıfı arasında çelişkiler önemli ölçüde görünmez hale gelmiştir. Ancak 1970’li yıllarla birlikte belirginleşen yeni bir kriz, emek ve sermaye sınıfları arasındaki bu görece uzlaşma döneminin de sonu olmuştur.

1970’lerle başlayan krizin sorumlusu olarak talep yönlü ekonomi politikaları ve fordist üretim süreci görülmüştür. Krize çözüm olarak, talep yönlü politikalar yerini serbest piyasayı önceleyen arz yönlü politikalara bırakırken, fordist üretim sisteminin, hem mutlak hem de nispi artı değerin bir arada geçerli olacağı biçimde esnekleştirilmesi hedeflenmiştir. Bu bağlamda, “mutlak artı değeri” sağlamak üzere, çalışma saatleri ve ücretlerin bütünüyle “işin gereklerine” uygun biçimde esnekleştirilmesine çalışılırken, aynı zamanda “nispi artı değeri”, yani emek verimliliğini en üst düzeye çıkartacak üretim ve yönetim teknikleri uygulamaya konulmuştur.

“Nispi artı değer”in, yani emek verimliliğinin arttırılması, emekçiler ve sendikalar tarafında çok fazla tepki almazken, “mutlak artı değer”, yani çalışma süreleri ve ücretler üzerindeki düzenlemeler, ulusal düzeyde ve işyeri düzeyinde toplu pazarlıkların en hassas konusu olmuştur. 1970’lerle birlikte mutlak artı değerin yükseltilmesi amaçlandığından, en azından işçi sınıfı hareketi ve sendikaların geliştiği merkez kapitalist ülkelerde, emekçi sınıfların ve sendikaların tepkileri önemli bir sorun olarak ortaya çıkmıştır. Zira fordist üretim tarzı içinde istihdam biçimleri, çalışma koşulları ve ücretler standartlaşmıştır. Çalışanların refahtan önemli bir pay almasını da sağlayan bir düzeyde standartlaşan çalışma ilişkileri, yüksek örgütlenme düzeyine sahip sendikaların da denetiminde, yasalar tarafından güvence altına alınmıştır. Dolayısıyla, mevcut çalışma saatlerinin uzatılması ve ücretlerin düşürülmesi anlamına gelen mutlak artı değerin arttırılması, önemli bir sorun olarak ortaya çıkmıştır. Bu sorunun aşılması için benimsenen yöntem; üretimin tüm aşamalarının bir çatı altında gerçekleşmesine dayalı büyük fabrika sisteminde, üretimin çeşitli aşamalara bölünerek bunların bir kısmının fabrika dışındaki daha küçük üretim alanlarına ya da fabrika içerisinde faaliyet gösterecek bir başka işverene aktarılabilmesidir. Böylece, fordizmin, üretimi ve bununla birlikte emek sürecini standartlaştıran “katı” yapısı kırılacak ve üretim süreci “esnek” hale getirilmiş olacaktır.

Üretim sürecinin ‘esnek uzmanlaşma’ olarak da ifade edilen bir yöntemle esnekleştirilmesinin maliyeti düşürücü işlevinin, standartlaşmış emek sürecinin yasalarla ve temsil gücü yüksek sendikalarca korunduğu merkez ülkelerde, kısa sürede uygulama alanı bulması mümkün olmamıştır. Bu nedenle, ilk aşamada, üretimin önemli bir kısmı, işçi sınıfı bilincinin, örgütlülüğün ve buna bağlı olarak da emek maliyetinin ucuz olduğu azgelişmiş çevre ülkelere kaydırılmıştır.

Üretimin küreselleşmesi ile gelişmiş merkez ülkelerde ortaya çıkan ilk sonuç, işsizlik olmuştur. Daha sonra, üretimi çevre ülkelere kaydırma tehdidi, işverenlerin sendikalara karşı kullandıkları en temel “silah” haline dönüşmüştür. Artık sermaye, merkez ülkelerdeki işçileri, çevre ülkelerin işçileriyle rakip haline getirerek, onların ücret ve sosyal haklarını da çevre ülke işçilerinin düzeyine çekmeye başlamıştır. Böylece, merkez ülkelerde 19. yüzyıl sonlarından başlayarak elde edilen haklar birer birer ortadan kaldırılmaya başlanmıştır. Bu bağlamda, ücretler düşmüş, çalışma saatleri uzamaya başlamış ve sosyal haklar önemli ölçüde tırpanlanmıştır. Bu süreçte, işçi sınıfının çok önemli bölümünü örgütlemiş olan ve ücretli çalışanların hemen tümü için çeşitli düzeylerde toplu sözleşmelere imza atan sendikalar da, giderek gücünü yitirmeye başlamıştır (Müftüoğlu, 2007: 122).

Üretimin küresel düzeyde esnekleşmesinin az gelişmiş çevre ülkelerdeki etkisi ise, sendikaların ve dolayısı ile de işçi sınıfının sert bir biçimde baskılanması biçiminde ortaya çıkmıştır. Bu baskılama, Türkiye, Şili, Arjantin gibi kimi ülkelerde askeri darbelerle, kimi ülkelerde ise daha formel baskılama yöntemleriyle gerçekleştirilmiştir. Süreç ne şekilde gelişmiş olursa olsun, sonuç olarak, bu ülkelerde üretim büyük ölçüde kayıt dışı alana kaymış ve ücretler, iş güvencesi, sosyal güvence gibi haklar geriletilmiştir. Bu nedenle, sendikalar çok önemli ölçüde üyelerini kaybetmiş ve toplu pazarlık mekanizması işlevsiz hale gelmiştir (Müftüoğlu, 2007: 135).

Küreselleşme ile birlikte gerek merkez gerekse çevre ülkelerin işçi sınıfı ve sendikalarının mücadele gücünde ortaya çıkan zayıflama, mutlak artı değeri düşürmek üzere hedeflenen uygulamaların önündeki büyük bir engeli kaldırmıştır. Böylece çevre ülkelerde esneklik koşulları daha da yaygınlaşırken, merkez ülkelerde de küçük işletmecilik ve taşeron sistemi uygulamaya konulmuştur.

Küçük işletmelerin tercih edilmesinin en önemli nedeni; az sayıda işçinin çalışması ve vergi, sigorta gibi maliyetleri arttıracak konularda denetim dışında, diğer bir söyleyişle kayıt dışında üretim gerçekleştirme olanaklarına sahip olmalarıdır. Az sayıda işçinin çalışıyor olması, büyük işletme modellerinde örgütlenmeye alışmış olan sendikaların küçük ölçekli işletmelerde örgütlenmesini engellemiştir. Öte yandan, örgütsüz işçileri istihdam eden bu işletmeler, çoğu zaman kamu denetiminden de uzak oldukları için, sigortasız ve kötü koşullarda işçi çalıştırabilmektedir. Aynı nedenlerle vergi denetimlerinin de yetersiz olması, bu işletmeler sayesinde üretim üzerindeki vergi maliyetinin de azalmasını sağlamaktadır (Güler-Müftüoğlu, 2005: 36-44).

Taşeron uygulamaları  da, yine maliyetleri düşürmek üzere, aynı işletme içerisinde üretimin çeşitli aşamalarının bir başka işverene devredilmesidir. Bu yolla, aynı işyerindeki işçiler farklı işverenlere bağlı olarak çalışıyormuş gibi gösterilerek, işçilerin bir araya gelerek örgütlenmeleri ve mücadele güçleri engellenmektedir. Gerçekten de taşeron uygulamalarıyla birlikte, sendikalar önemli ölçüde güç kaybetmiştir. Öte yandan örgütsüz kalan taşeron işçileri de, düşük ücret ve sosyal haklar yanında iş güvencelerini de önemli ölçüde kaybetmişlerdir. Buna karşılık, taşeron uygulaması sayesinde özellikle yemek, temizlik, güvenlik gibi işlerde maliyetler önemli ölçüde düşürülmüştür. Ayrıca, bu yolla sendikaların azalan gücü toplu iş sözleşmelerine de yansımış ve taşeron bulunan işyerlerinde, asıl işverene bağlı olarak çalışan işçilerin de ücret ve sosyal haklarında kayıplar olmuştur (Güler-Müftüoğlu ve Akdemir, 2005:171).

ÜRETİM VE EMEK SÜREÇLERİNİN ESNEKLEŞMESİNDE ULUSLARARASI KURUMLARIN ROLÜ

Küreselleşme ile birlikte üretimin ucuz emek bölgelerine kayması, küçük işletmecilik, fasonculuk ve taşeronluk gibi üretimi esnekleştiren uygulamaların kapitalist ülkeler arasında yaygınlaşmasında, kapitalist sistemin temel kurumları olan uluslararası –IMF (Uluslararası Para Fonu), DB (Dünya Bankası), DTÖ (Dünya Ticaret Örgütü) vb.– ve bölgesel –AB (Avrupa Birliği), NAFTA (Kuzey Atlantik Serbest Ticaret Anlaşması), FTAA (Amerikalar Arası Serbest Ticaret Bölgesi) vb.– örgütlerin önemli rolü olmuştur. Ülkeler, kredi türü ekonomik destekler veya üye olarak kabul edilebilmek karşılığında yapmış oldukları ikili ya da çok taraflı anlaşmalarla esnek üretimi de içeren yeni liberal politikaların fiilen ve hukuken yaşama geçirilmesine yönelik taahhütlerde bulunmuşlardır (Güler-Müftüoğlu, 2006: 43).

Yeni liberal politikaların tümünde olduğu gibi, üretim sürecinin esnekleştirilmesinde de, sermaye dışı toplum kesimleri ve özellikle de emekçiler “küresel rekabet” söylemi ile ikna edilmeye çalışılmıştır. Gelişmişlik düzeyine bakılmaksızın kapitalist ülkelerin tümünde “küresel rekabette” geri kalmamak ya da üstünlük sağlamak en temel toplumsal hedef haline getirilmiş ve bu hedef gerekçe gösterilerek, geniş toplum kesimlerinin çıkarları ve ulusal hassasiyetlerine aykırı olan düzenlemeler dahi rahatlıkla yaşama geçirilebilmiştir.  Bu bağlamda, işçi sınıfı hareketinin en ileri olduğu ülkelerde dahi çalışma saatleri ve ücretlerin yanı sıra; eğitim, sağlık, sosyal güvenlik gibi en temel haklar tırpanlanmış; özelleştirme, doğal kaynakların uluslararası sermayeye açılması ve ulusal konularda uluslararası kurumlara yetki devri gibi uygulamalar gerçekleştirilmiştir.

Kapitalist sistemin benimsediği uygulamaları özellikle çevre ülkelere yaygınlaştırmayı  amaçlayan uluslararası kurumların Türkiye’nin kapitalist sisteme entegrasyonu sürecinde de önemli etkisi olmuştur. Özellikle, 1980’li yıllarla birlikte yeni liberal sürece eklemlenen Türkiye’nin sürece uyum sağlamasında, DB ve IMF ile yapılan anlaşmaların önemli rolü vardır. 1990’lı yılların ortalarında imzalanan GATS (Hizmet Ticareti Genel Anlaşması) ve 1999 Helsinki Zirvesiyle “aday ülke” statüsü elde edilmesiyle birlikte, AB de, Türkiye’nin entegrasyonunda önemli rol oynayan aktörler arasına katılmıştır. Ayrıca, Türkiye’nin 1961 yılından beri üyesi olduğu OECD (Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü) de, yine bu süreçte, Türkiye’nin entegrasyonuna katkı sağlayan kurumlardan biridir.

Üretim sürecinin ve emek piyasalarının esnekleşmesi yönünde önerilen politikaların temel gerekçesi, küreselleşme süreci ile birlikte ortaya çıkan rekabet ortamına uyum sağlamak; artan işsizliği önlemek; kayıt dışına çıkan ve kuralsızlaşan emek piyasasındaki aksaklıkları gidermek olarak özetlenebilir. Diğer bir söyleyişle, uygulanmakta olan politikalardan doğan sorunları gidermek üzere, yine aynı yöndeki politikaların daha da derinleştirilerek uygulanması istenmektedir. Bu ironik durum, büyük ölçüde kapitalizmin ideolojik hegemonyasını sağlamak ve uygulayıcı konumunda olan hükümetlerin toplumlarını ikna edebilmelerinin sağlanması olarak açıklanabilir. Bu çalışmada Türkiye’nin kapitalizme eklemlenmesinde önemli rol oynayan uluslararası kurumlar içerisinden OECD, DB ve AB’nin üretim sisteminin ve istihdamın esnekleşmesine ilişkin yaklaşımları ele alınacaktır.

OECD, 2008 İstihdam Görünüm Raporu’nda küresel rekabet ortamından kaynaklanan risklerin emek piyasasını tehdit ettiğini ifade ederek, bundan öncelikle etkilenen ve temsili düşük olarak tanımladığı kesimlerin emek piyasası içerisine girmesinin amaçlandığı belirtilmiştir. Rapor, bu amaçla, temsili düşük kesimler olarak belirlediği kadınların, gençlerin, verimliliği düşük emekçilerin istihdam maliyetlerinin azaltılması, iş güvencesini sağlayan yasal düzenlemelerin esnetilmesi ve asgari ücretin düşürülmesini önermektedir. Kayıt dışı istihdamın önlenmesi için ise, raporda getirilen öneriler, yine emek maliyetlerinin düşürülmesi, istihdam koruma mevzuatının katı olduğu ülkelerde esnekliğin arttırılması, vergi, sosyal sigorta ve çalışma mevzuatında işverene yönelik yaptırımların esnekleştirilmesi ve kayıtlı işçi çalıştırılması için teşvikler geliştirilmesidir (OECD, 2008: 2-5).

Dünya Bankası, hazırlamış olduğu istihdama ilişkin raporlarda, yine küresel rekabet ve işsizlik sorunlarını ön plana çıkartarak, ısrarla emek piyasasının esnekleştirilmesine vurgu yapmaktadır. Bu konuda, “İstihdam Olanaklarının Arttırılması: Doğu Avrupa ve Eski Sovyetler Birliği” başlıklı rapor, son derece çarpıcı tespitlere ve önerilere yer vermektedir. Raporda, söz konusu ülkelerde işsizliğin yüksek olduğu tespitinin ardından, bunun gerekçesi olarak, iş güvencesinin ve düzenli istihdamın koruma altında bulundurulması gösterilmiştir. Rapora göre, emek piyasasındaki bu katılık, emek maliyetini yükselttiği ve işten çıkartmaları güçleştirdiği için işverenlerin yatırım ve iş yaratma hevesini kırmaktadır. Bunun aşılması için, çalışanın işini koruması, çalışma süresi, ücret gibi konularda çalışanların sahip olduğu yüksek standartlar düşürülmeli ve çalışan haklarını koruyan katılıklar ortadan kaldırılmalıdır. Bu yapılırken de, uygulatma eksikliği (göz yumma) yoluyla değil, yasaların esneklik koşullarına uyumlaştırılması, yani esnekliğin yasalaştırılması önerilmektedir. Böylece firmalar güven içinde yatırım yapabilecek, istihdamla birlikte verimlilikte yükselecektir (DB, 2006a: 52-54).

Dünya Bankası ile Türkiye arasındaki ilişkiler, sadece bir banka – müşteri ilişkisinin çok ötesinde ekonomik ve siyasi yaptırımları da içeren boyuttadır. Bu bağlamda, özellikle Türkiye’nin kriz dönemlerinden çıkmak üzere aldığı borçlar karşılığında yapmış olduğu ikraz anlaşmaları ile vermiş olduğu taahhütler sayesinde, DB, Türkiye’nin entegrasyon sürecinde önemli bir konum işgal etmektedir. DB’nın Türkiye açısından önemi, Banka’nın Türkiye üzerine hazırlamış olduğu raporları da önemli hale getirmektedir. Bu bakımdan DB’nin Türkiye’nin emek piyasasına yönelik tespit ve önerilerde bulunduğu raporlarını dikkate almak gerekir.

Dünya Bankası’nın 2006 yılında Türkiye için hazırlamış olduğu istihdam raporu, Türkiye’nin üretim sistemi ve emek piyasasına verilmek istenen yönü açıkça ortaya koymaktadır. Raporun önemli bir bölümünde, Türkiye’de emek piyasasının ne kadar katı olduğu, diğer bazı ülkelerle de karşılaştırılmalar yapılarak ortaya konmak istenmiş ve şöyle bir iddiada bulunmuştur (DB, 2006b: 3):

Türkiye’de emek piyasası düzenlemeleri büyük oranda aile başına tüm çalışma hayatı boyunca aynı işte kalan tek bir tam-zamanlı ücretliden oluşan bir çalışan için tasarlanmıştır. Yüksek kıdem tazminatı, işten çıkarılmanın getirdiği risklerden işçileri korumak üzere tasarlanmıştır. Geçici çalışma üzerindeki kısıtlamalar, işverenlerin emeklilik ya da kıdem tazminatı kapsamında olmayan işçileri kullanmasını önlemek için tasarlanmıştır…

Türkiye emek piyasasına yönelik bu iddianın ardından, söz konusu durumun ortaya çıkarttığı sakıncalara yönelik kaygı ise, şu şekilde dile getirilmiştir (DB, 2006b:3):

Bu düzenlemeler işi koruma anlamında başarılı olsa da, gelecekte ekonomik koşullardan kaygı duyan işverenler, ekonomik koşulların elverişsiz olduğu zamanlarda işten çıkarmanın çok maliyetli olması halinde yeni işçi alma konusunda çekingen davranabilir…

Yine benzer biçimde ücretler ve ücret dışı emek maliyetlerine yönelik kaygılar ise, söyle ifade edilmiştir (DB, 2006b: 3):

Son yıllarda hızla artan asgari ücret ve yüksek ücret dışı emek maliyetleri (emeklilik, sağlık sigortası, iş sağlığı ve iş güvenliği giderleri, kıdem tazminatı ve işsizlik sigortasını kapsayan bordro vergileri) kayıt dışı istihdamı artırmaktadır.

DB’nın, işverenlerin işçi alma konusundaki çekingen tavrı ve kayıt dışı istihdama yönelmesini engellemek üzere Türkiye’ye önerisi özetle şöyledir (DB, 2006b: 6):

… istihdam yaratımı için en birinci öncelik emek piyasası düzenlemelerini, özellikle de kıdem tazminatı ve diğer işe alma/işten çıkarma kısıtlamalarını, serbestleştirmek yoluyla emek piyasasının esnekliğinin iyileştirilmesi olacaktır.

Dünya Bankası’nın Türkiye emek piyasasına yönelik tespitleri ve ikraz anlaşmaları ile birlikte baskıya dönüşen bu önerileri, 4857 sayılı İş Kanunu ve 5510 sayılı SSGSS başta olmak üzere, çalışma yaşamını düzenleyen yasaların hazırlanma ve yasalaşma süreçlerinde son derece önemli etkiye sahip olmuştur. Önümüzdeki süreçte, kıdem tazminatı, asgari ücret ve kamuda istihdamın esnekleştirilmesi konusunda bu raporda da  ifade edilen görüşlerin önemli rolü olacağına kuşku yoktur.

Avrupa Birliği’ne gelince; 1999 Helisinki Zirvesi’nin ardından, Türkiye’nin kapitalist sistemin dönemsel koşullarına uyumlaşması konusunda en önemli etken AB olmuştur. Özellikle, 2001 yılında yaşanan kriz, AB’nin üyelik koşulu olarak önerdiği tüm politikaların hükümetler tarafından kayıtsız şartsız uygulanmasına neden olmuştur. Avrupa’daki ekonomik ve sosyal gelişmenin Türkiye’den daha ileride olduğunun düşünülmesi, sermaye dışındaki toplum kesimlerinin AB’den beklentilerini yükseltmiş ve uygulanan politikalar önemli ölçüde desteklenmiştir (Müftüoğlu ve Çetin, 2005: 109).

AB’nin benimsemiş olduğu  ve üyelik süreci içerisindeki ülkelerden uymasını istediği koşullar, üretim sistemi ve emek piyasalarının yeniden yapılandırılmasıyla da doğrudan ilişkilidir. Diğer konularda olduğu gibi, emek piyasasının yeniden düzenlenmesi konusunda da, AB’nin yaklaşımlarını, yayınlamış olduğu strateji belgeleri ve raporlar üzerinden öğrenebilmek mümkündür. Bunun yanı sıra, yine bu belge ve raporlar ışığında hazırlanarak üye ülkelere sunulan Katılım Ortaklığı Belgesi, İlerleme Raporu gibi dokümanlar da, AB’nin yaklaşımlarını anlayabilmek adına yararlanılabilecek kaynaklardır.

1990’lı yıllarda, henüz merkez kapitalist ülkelerin üye olduğu AB’de küreselleşmenin bir sonucu olarak, işsizlik oranlarında önemli artışlar yaşanmıştır. Bunun üzerine, AB içerisinde istihdam ve emek piyasasını düzenlemeye yönelik politikaları belirlemek üzere, Avrupa İstihdam Stratejisi oluşturulması gündeme gelmiştir. İlk olarak 1997 Lüksemburg Zirvesi’nden ortaya konulan Strateji, daha sonra, 1998 Cardiff, 1999 Köln, 2000 Lizbon, 2001 Stockholm, 2002 Barselona ve 2005’de yine Lizbon’da yapılan zirvelerinde geliştirilmiştir (Alpagut, 2006: 4).

Büyüme ve istihdamın hedeflendiği, 2005 tarihli, yenilenmiş Lizbon Stratejisi’nde, Avrupa Sosyal Modeli’nin yeniden yapılandırılması amacıyla Sosyal Gündem (2005-2010), AB istihdam ve sosyal politikalarının gündemini belirlemektedir. Lizbon Stratejisi içerisinde yeniden düzenlenen Avrupa İstihdam Stratejisi’nin hareket noktası; küresel rekabet ve gelişen teknolojilerle birlikte değişen üretim ilişkilerine uyum sağlayacak biçimde emek piyasasının modernleştirilmesidir. Avrupa İstihdam Stratejisi, hedeflerini üç ana başlık altında toplamıştır (EU, 2007: 26):

  • Tam istihdam: Ekonomik gelişmenin sürdürülebilirliğinin sağlanması ve sosyal uyumun sağlanarak işsizliğin azaltılıp, iş gücü arzının yükseltilmesi ile tam istihdam ulaşılacaktır. Bunun için esnek güvence (flexicurity) yaklaşımı benimsenmiştir. Esnek güvence yaklaşımı; emek piyasası, iş organizasyonu ve çalışma ilişkilerinin esnekleşmesi ile istihdam güvencesi ve sosyal korumanın eş güdümü ile sağlanacaktır.
  • İşte Kalite ve Verimlilik: İstihdam olanaklarının, emek verimliliğinin ve iş kalitesinin arttırılarak, çalışmanın cazip hale getirilmesi ile iş gücüne katılma oranının arttırılması hedeflenmiştir.
  • Güçlendirilmiş Ekonomi, Sosyal ve Bölgesel Uyum: Emek piyasasında dışlanan, dezavantajlı bulunan kesimler ile bölgesel eşitsizlikleri gidermek ve sosyal içermeyi güçlendirmek üzere mücadele edilecektir.

Avrupa İstihdam Stratejisi, temel hedefleri itibariyle değerlendirildiğinde, dikkat çeken en önemli nokta; tüm üretim sürecini ve çalışma ilişkilerini belirleme iddiasını taşımasıdır. Hatta bunun da ötesinde, Avrupa sosyal politikası üzerinde de bağlayıcılığa sahip hükümler içermektedir. Dolayısıyla, Avrupa İstihdam Stratejisi’ni, sadece emek piyasasını yeniden düzenleyen bir belge olmanın ötesinde, Avrupa sosyal politikasını istihdam odaklı hale getiren bir belge olarak da değerlendirmek gerekir*.

İstihdam Stratejisini ortaya koyan temel hedeflerin, kullanılan kavramların ve çözüm için getirilen bütün önerilerin işletme (sermaye) bakış açısını taşıdığını söylemek mümkündür.

Avrupa sosyal politikasının istihdam odaklı hale gelmesi biçiminde anlamlandırabileceğimiz istihdam strateji ile, artık emek sürecinde emeği koruyan düzenlemelerin, işletmeyi koruyan bir yapıya dönüşmesi öngörülmektedir. Bu bağlamda, işletmenin rekabet ortamı içerisinde var olabilmesi için, emek maliyetini minimum düzeye indirecek biçimde düzenlenmesi gerekmektedir. Bunun anlamı, çalışma sürelerinin, ücretlerin, işe alma/işten çıkartmanın işletmenin ihtiyaçları doğrultusunda belirlenebilmesidir. Ayrıca, sosyal güvenlik sisteminin de işverene en düşük maliyeti getirecek, emekçinin emek piyasasında en uzun süre kalmasını sağlayacak biçimde yeniden düzenlenmesi amaçlanmaktadır.

Avrupa İstihdam Stratejisi, üye ve aday ülkelerin belirlenen politikalar doğrultusunda iç  düzenlemelerini gerçekleştirmelerini öngörmektedir. Bu bağlamda, bir aday ülke olarak Türkiye’den, Katılım Ortaklığı Belgesi başta olmak üzere, birçok belgede, bu politikalar doğrultusunda hareket etmesini istemektedir. Örneğin 6 Kasım 2007 tarihli Katılım Ortaklığı Belgesi’nin kısa vadeli ekonomik hedefleri içerisinde, “iş gücü piyasası içerisindeki dengesizliklerin çözümü için iş gücü piyasasının esnekleştirilmesi” önerilmektedir. “Üyelik yükümlülüklerini üstlenme yeteneği” başlığının sosyal politika ve istihdama ilişkin 19. bölümünde de, ortak istidam politikasına uyulması için gerekli düzenlemelerin yapılması istenmektedir (2008/157/EC). Ayrıca, 2007 İlerleme Raporu’nda da, iş gücü piyasasındaki katılıkların hala devam ettiği ve bunun da iş gücü piyasasındaki dengesizliklere yol açtığı iddia edilerek, Türkiye eleştirilmiştir (AB, Türkiye İlerleme Raporu 2007).

Türkiye, AB’ye üyelik için getirilen koşulları yerine getireceğini taahhüt etmek üzere hazırladığı Ulusal Program’da, emek piyasasına ilişkin düzenlemelere de yer vermiştir. Bu bağlamda Türkiye, “iş gücü piyasasının daha esnek bir yapıya kavuşmasını ve iş gücü verimliliğinin arttırılmasını” sağlayacağı taahhüdünde bulunmuştur. Esnekleşme ve verimliliği arttırmak üzere, özellikle eğitim sisteminin ekonominin talep ettiği alanlarda insan gücünü yetiştirilmesi ile sağlanacağı vurgulanmıştır (Ulusal Program,  2008).

SONUÇ YERİNE

Gerek uluslararası kurumların gerekse TÜSİAD, TOBB gibi sermaye örgütlerinin üretimi ve emek sürecini esnekleştirme talepleri, Türkiye’de siyasi erkin istihdam politikalarını belirlemede önemli etken olmuştur. Bu bağlamda, 1980’lerden itibaren küçük işletmeciliğin özendirilmesi ve enformal sektöre göz yumulmasıyla, kayıt dışı çalışma yoluyla esneklik sağlanmaya çalışılmıştır (Yücesan-Özdemir, Özdemir: 140-141). Özellikle 2001 krizi ardından gelen süreçte ise, gerçekleştirilen yasal düzenlemeler ile büyük ölçüde yasalara aykırı olan, ama devlet tarafından göz yumulan esneklik uygulamalarının yasal bir çerçeve içerisine alınması sağlanmıştır. Bu konuda en temel düzenleme, 2003 yılında çıkartılan 4857 sayılı İş Kanunu’dur. Bu kanunla, taşeronluk başta olmak üzere, kısmi süreli çalışma, çağrı üzerine çalışma gibi esnek istihdam biçimleri yasal hale getirilirken, çalışma sürelerinde de esneklik sağlanmıştır. Kuralsızlığı kural haline getiren 4857 sayılı yasanın ardından, bu yasaya da dayandırılarak, esnekliği sağlayacak pek çok düzenleme yapılmıştır. Bu düzenlemeler, sadece 4857 sayılı yasanın kapsamındaki işçileri değil, kamu hizmetinde çalışan personelinin istihdamının da esnekleşmesini beraberinde getirmiştir. Bu bağlamda, eğitim ve sağlık da dahil olmak üzere, kamu hizmetlerinin hemen tümünde taşeronluk ve diğer esnek çalışma ve istihdam biçimleri uygulanmaya başlamıştır.

Üretim sürecinin ve buna bağlı olarak çalışma ilişkilerinin esnekleştirilmesi, emek üzerinden elde edilen artı değeri en üst düzeye çıkartmak üzere mutlak ve nispi artı değerin eş zamanlı olarak uygulanmasıdır. Üretim ve hizmet sunum sürecinde emeğin hakimiyetini tamamen ortadan kaldırıp, sömürüsü oranını arttırmayı hedefleyen esneklik, doğrudan emek ve sermaye sınıfı arasındaki mücadelenin konusudur. Bu mücadelede esnekleşmenin yoğunluğu ve yaygınlığı, emekçi sınıfın gücünü ortaya koyabilmesine bağlı olarak belirlenmektedir. Burada en temel sorun, emekçi sınıfın esneklik algısı ve esnekliğe karşı mücadelenin etkinliğidir. Bugün birçok emek örgütü, esneklik konusundaki düzenlemelere karşı olduklarını ifade etmekle birlikte, esnek çalışma ve istihdam biçimlerini içeren politikaların uygulanmasında önemli rol oynayan uluslararası örgütlerin esneklikle ortaya çıkan sorunları çözeceğini beklemektedir. Örneğin, Türkiye’de sendikalar, esnekliğin en güçlü savunucusu olan AB’yi, örgütlenme özgürlüğünü, çalışma standartları ve sosyal hakları geliştireceği beklentisiyle desteklemektedir. Oysa, tüm bu beklenti konuları, esnekleşmeyle birlikte ortaya çıkmakta ya da derinleşmektedir. Sendikaların bu çelişkisi, emekçi sınıfın esnekliğe karşı mücadelesini engelleyen etkenlerin başında gelmektedir.

Gerek üretim gerekse hizmetlerde çalışan emekçilerin iş güvencesi, ücret güvencesi, sosyal güvencesi ve örgütlenme özgürlüğünü elde etmeleri üretim sürecindeki kontrolü tekrar ele geçirmelerine bağlıdır. Bu da, sınıfsal bir mücadeleyi gerektirir. Sermaye sınıfının çıkarlarını küresel düzeyde koordine eden uluslararası kurumlardan emekçi sınıfların çıkarlarını savunması ya da geliştirmesi beklenemez.

Kaynakça

*Alpagut, G. (2006) AB’de İstihdam Politikaları, Esneklik Arayışları ve Türkiye’deki Yasal Düzenlemeler, TİSK İşveren Dergisi Özel Eki, Eylül 2006

*Belek, İ. (2004) Esnek Üretim Derin Sömürü, NK Yayınları, İstanbul

*DB (2006a), İstihdam Olanaklarının Arttırılması: Doğu Avrupa ve Eski Sovyetler Birliği Raporuhttp://web.worldbank.org/WBSITE/EXTERNAL/COUNTRIES/ECAEXT/TURKEYINTURKISHEXTN/0,,contentMDK:20985484~pagePK:141137~piPK:141127~theSitePK:455688,00.html

*DB (2006b) Türkiye İş Gücü Piyasası Raporu (Özet) – 14 Nisan 2006 http://siteresources.worldbank.org/INTTURKEY/Resources/3616161144320150009/Ozet- Overview.pdf

*EU. (2007) Towards Common Principles of Flexicurity: More and better jobs through flexibility and security

http://ec.europa.eu/employment_social/employment_strategy/flexicurity%20media/flexicuritypublication2007_en.pdf

*EU (2008) Proposal for a Council Decision on the Guidelines for the Employment Policies of the Member States (03/03/2008)

http://ec.europa.eu/employment_social/employment_strategy/pdf/epscoguidelines_080303_en.pdf

*Güler-Müftüoğlu, B. (2005) Fason Ekonomisi: Gedikpaşa’da Ayakkabı Üretimi, Bağlam Yayınları, İstanbul

*Güler-Müftüoğlu, B. ve N. Akdemir (2005), “Üretimde Çözülme ve Tutunma Halleri”,  1. Sınıf Çalışmaları Sempozyumu, Bildiriler Kitabı, SAV-TÜSAM, Ezgi Matbaası, 165-173

*Güler-Müftüoğlu, B. (2006) “Küresel ve Yerel Aktörlerin Sosyal Güvenlik Sisteminin Dönüşümüne Etkileri”, İktisat Dergisi, sayı. 478, Ekim 2006, 42-47

*Marx, K. (1992) Ücretli Emek ve Sermaye; Ücret, Fiyat ve Kâr, Çev: S. Belli, Sol Yayınları, İstanbul

*Müftüoğlu, Ö ve R. Çetin (2007) Ücretlilerin Avrupa Birliği’ne Bakışı: Beklenti ve Endişeler, DİSK-GIDA İŞ Sendikası Yayını, İstanbul

*Müftüoğlu, Ö. (2007) “Kriz ve Sendikalar”, Türkiye’de Sendikal Kriz ve Sendikal Arayışlar, Der. Fikret Sazak, Epos Yayınları, Ankara, (117-156)

*OECD Employment Outlook – 2008 Edition, http://www.oecd.org/dataoecd/8/19/40937574.pdf

*Türkiye Ulusal Programı (Avrupa Birliği Müktesebatının Üstlenilmesine İlişkin) – Taslak, Ağustos 2008, http://www.abgs.gov.tr/files/UlusalProgram/UP2008/up2008_taslak.pdf

*Yücesan-Özdemir, G ve A.M. Özdemir (2008) Sermayenin Adaleti – Türkiye’de Emek ve Sosyal Politika, Dipnot Yayınevi, Ankara

Marx, Keynes ve Kapitalizm

Kapitalizmin üretim anarşisine dayalı yapısı itibariyle dalgalanmalara açık olduğu, her büyük genişleme döneminin şiddetli bir krize ve daralmaya gebe olduğu yaklaşık yüz elli yıl önce Marx tarafından dile getirilmişti. Buna rağmen egemen iktisat teorisi her genişleme döneminde yeni bir umutla “krizsiz bir kapitalizm” söylemine sıkı sıkıya sarılmış, savunucuları Marksizmin tarihsel yenilgisini ilan etmekte vakit kaybetmemişlerdir. Kriz dönemlerinde ise, egemen teoride yaşanan kaos üstü örtülmeye çalışılan Marksizm ve diğer eleştirel yaklaşımların yeniden su yüzüne çıkmasını engellenemez kılmıştır.

Bugün içinde bulunduğumuz ekonomik bunalım, egemen iktisat ideolojisinde kırılma yaratacak derecede güçlü ekonomik bunalımlardan birisidir. Ve o çok korkulan Marx’ın hayaleti akademinin puslu koridorlarında bir kez daha dolaşmaya başlamıştır. Kapitalizmin yaşadığı derin bunalım ve içe dönük ideolojik sorgulamalarla birlikte akademide yeniden kendine yer bulmaya başlayan bir diğer isim ise J. M. Keynes’dir. Her ne kadar hiçbir zaman Marx gibi tümüyle iktisat öğretisinin dışına itilmeye çalışılmasa da, Keynes ve öğretisi de sosyal devletin hızla tasfiye edildiği, özelleştirmelerin yaşandığı bir süreçte kapitalizmin dönemsel gereksinimleri ile uyuşmadığı için revaçtan düşmüş, miadını doldurduğu düşüncesi akademiye egemen olmuştur. Ve tıpkı Marx gibi, yaşanan kriz kapitalizmin yapısal kimi bozukluklarını tahlil etmekle beraber Marx’ın aksine onu sürdürülebilir kılmayı amaç edinmiş Keynes’i de bir kez daha su yüzüne çıkarmıştır. Bugün kapitalizmin krizlerine yaptığı vurgular nedeniyle bir kez daha ön plana taşınan bu iki yaklaşımın temel çelişkileri geçmişte olduğu gibi günümüzde de işçi hareketi içerisinde yaşanan devrim ve reformizm tartışmalarının da teorik altyapısını oluşturmaktadır.

TALEP YÖNLÜ  ELEŞTİRİLERİN HAREKET NOKTASI: SAY YASASI

Keynes’in klasik iktisada getirdiği eleştirinin merkezinde ünlü “Say yasası” yer almaktadır. İlk olarak Say tarafından dile getirildiği halde, bugüne ulaşan rijid formülasyonu Ricardo’ya ait olan yasa basit ifadeyle kapitalizmde aşırı üretimin ve eksik istihdamın olanaksızlığını ifade eder.

Jean Baptist Say piyasaya arz edilen her üretimin eşit derecede talep yarattığını  ve bu nedenle piyasanın kendiliğinden dengeye geleceğini ileri sürmüştür. Eşitliğin arz tarafında yer alan faktörlere karşılık gelen gelir (ücret, kira, faiz ve kar), piyasada eşit miktarda mal alımında kullanılmakta ve denklemin aynı zamanda talep tarafını oluşturmaktadır. Bu nedenle tekil olarak kimi mallar açısından arz talep dengesizliği söz konusu olabilirken toplamda ekonomi dengede işlemektedir. Malthus dışında tüm klasik iktisatçılar tarafından benimsenen bu kurama göre savaşlar, salgın hastalıklar veya doğal felaketler gibi dışsal etkenlerle ekonomi dönemsel olarak genel dengeden uzaklaşabilir, işsizlik oluşabilir, ama uzun vadede tam istihdam noktasında dengeye ulaşılır.

Say’in “her arz kendi talebini yaratır” şeklinde özetlenen bu argümanı  1800’lerden bugüne değin iktisat literatüründeki tartışmaların ana ekseninde yer aldı. J.M. Keynes Malthus’un Ricardo başta olmak üzere “Say yasasını” benimseyen diğer klasik iktisatçılarla tartışmalarına değinirken “Eğer Ricardo değil de Malthus 19. yüzyıl iktisadının temelini oluşturan ana akım olsaydı bugün dünya daha bilge ve müreffeh bir yer olurdu” derken iki önemli yazar arasındaki anlaşmazlığın modern ekonomi kuramında da halen önemli bir yer tuttuğunu vurgulamaktaydı.1

Klasik iktisatçıların temel yanılgısı sermaye birikimine dayalı kapitalist ekonomi ile geçimlik üretimin ağırlıklı olduğu feodal ekonomi arasındaki farklılıkları algılamaktaki eksiklikleridir. Egemen üretim tarzının sermaye birikimi amaçlı değil geçimlik üretime dayandığı, parasallaşmanın düşük düzeyde olduğu, değişimin büyük oranda takasa dayalı olduğu kapitalizm öncesi ekonomilerde pazara getirilen bir koyun aynı zamanda hem arz hem talepti. Koyunun sahibi sattığı hayvanın karşılığında ihtiyaçlarını pazardan temin ediyor böylece satılan mal aynı zamanda pazardaki diğer mallara yönelik alım gücünü oluşturuyordu. Böylesi ekonomilerde paranın rolü iki malın değişimine aracılık etmekle sınırlıydı. Peki kısıtlı oranda da olsa paraya neden ihtiyaç duyulmaktaydı?

Paranın olmadığı  durumda pazara koyun getiren ve karşılığında buğday almak isteyen kişi, buğday satan ve karşılığında koyun almak isteyen bir kişi bulmak durumundadır. Aksi takdirde koyunu sözgelimi arpayla takas edecek ve biraz şansı varsa arpa karşılığı buğday temin etmeye çalışacaktır. Böylesi bir ortamda ticaretin gerçekleşmemesi olasılığı bir yana, zorlaşacağı ve hacminin düşeceği bir gerçektir. Bu anlamda paranın varlığı değişimi kolaylaştırmakta, ticareti geliştirmekte önemli rol oynamıştır. Paranın bir diğer kullanımı ise birikim amaçlıdır. Takasta kullanılan ihtiyaç mallarının aksine saklanabilir, dayanıklı ve zaman içerisinde değerini koruyan niteliği dolayısıyla para aynı zamanda bugünkü tüketimin ertelenerek geleceğe yönelik tasarrufuna da olanak tanımaktadır. Geçimlik üretime dayalı toplumlarda üretim gündelik tüketimin karşılanması üzerine planlandığından paranın birikim amaçlı kullanımı daha kısıtlı bir yer tutmaktaydı.

Parasallaşmanın ve kredi piyasalarının hızla genişlediği kapitalist sermaye birikimine dayalı günümüz toplumlarında ise tüketimin ertelenebilmekte ya da gelecek dönemdeki gelirin önceki dönemlerde tüketilebilmekte (kredi kartları, tüketici kredileri vs. aracılığıyla) olduğunu görüyoruz. Bu durum piyasaların hacminin hızla büyümesini sağladığı gibi önceki dönemdeki kar beklentileriyle şekillenen yatırımların ve mal arzının aşırı üretim krizlerine yol açmasını da kaçınılmaz kılmaktadır.

Say yasası  klasik iktisatçılar tarafından büyük oranda kabul görmüş 1929 krizine kadar egemen iktisat teorisinin merkezinde yer almaya devam etmiştir. Klasik iktisatçılar içerisinde bu kuramın en önemli muhalifi olan Malthus kapitalist üretimin eksik-tüketime dayalı karakterine dikkat çekerken, işçiler gibi artı değer üretmeyen ya da kapitalist gibi üretime yatırım yapmayan toprak sahiplerinin lüks tüketiminin talep yetersizliğini ya da aşırı üretimi gidermekteki önemi üzerinde durmuştur. 1936 yılında, Büyük Buhran’ın etkilerinin henüz savılamadığı bir ortamda “Genel Teori” adlı eserini yayımlayan Keynes de Malthus’un bıraktığı yerden devam etmiştir. Daha önce (Lenin’in Emperyalizm kitapçığında sıkça referans verdiği) J.A. Hobson tarafından da ifade edildiği gibi gelir seviyesi arttıkça bireylerin marjinal tüketim eğilimi (ilave gelirin tüketime ayrılan kısmı) düşmektedir. Dolayısıyla, ücretli kesimin marjinal tüketim eğilimi son derece yüksek iken, kapitalist sınıf el koyduğu artı değerin ancak ufak bir bölümünü tüketir ve geri kalan bölümünü tasarrufa yönelir. Burada kritik unsur tasarrufların yatırıma dönüşmesidir. Bu yatırım bir yandan talep yarattığı gibi diğer yandan sistemin üretim kapasitesini arttırarak büyümeyi sağlar. Ne var ki, bu tüm tasarrufların kısa zamanda harcamaya dönüşeceği anlamına gelmez. Burada “sermayenin marjinal etkinliği” ve piyasa faiz oranları arasındaki ilişki önemlidir. Keynes’e göre sermaye bollaştıkça ve yatırımlar arttıkça sermayenin marjinal etkinliği ya da diğer bir deyişle yatırımın getirisi düşmektedir. Kapitalist getiri oranı piyasa faiz oranlarının üzerinde olduğu sürece yatırıma yönelecektir. Aksi takdirde ise, tasarrufunu yatırıma dönüştürmeyerek istifleyecektir. Kapitalistler özellikle durgunluk dönemlerinde cazip kar olanakları bulamadıklarından tasarrufların yatırıma dönüşme oranı azalmakta, işten çıkarmalarla kriz daha da keskinleşmektedir.

Dolayısıyla Keynes açısından sistemin büyümesini sağlayacak ana unsur tüketim ve yatırım harcamalarından oluşan “toplam talep”tir. Kriz sürecinde kapitalistlerin yatırımları kısarak işten çıkarmalara yönelmeleri, ücretleri düşürmeleri ücretli kesimin tüketimini daha da baskılamakta, geleceğin belirsizliği nedeniyle tasarruf eğilimini arttırmakta ve aşırı üretim krizini derinleştirmektedir. Keynes’e göre serbest piyasanın bu açmazından kurtulmasının yolu genişletici para politikaları, devlet harcamalarının arttırılması ve marjinal tüketim eğilimini arttıracak şekilde gelir dağılımının yeniden düzenlenmesi yoluyla toplam talebin desteklenmesinden geçmektedir. Keynezyen reçeteye göre daralma dönemlerinde merkez bankaları faiz oranlarını düşürerek tüketimi ve tasarrufların yatırıma dönüşmesini kolaylaştırmalıdır. Piyasa faiz oranı zaten düşmekte olan sermayenin getiri oranının altına çekildiğinde yatırıma yönelik kredi talebinin de canlanacağı varsayılmaktadır. Ne var ki, yakın geçmişte Japonya’da ve günümüzde dünya ekonomisinin büyük bölümünde görüldüğü gibi faiz oranlarının düşürülmesi belli bir seviyeden sonra tasarrufların yatırıma dönüşmesini sağlamakta yetersiz kalmaktadır. Keynes’in “likidite tuzağı” adı verdiği bu koşullar altında bütçe açığı verilerek, devlet harcamalarının arttırılması ve bu harcamaların yaratacağı çarpan etkisiyle toplam talebin yukarıya çekilmesi elzem olmaktadır.

Marx’ın Joan Robinson başta olmak üzere kimi Keynezyen iktisatçılar tarafından tüketimin önemini ihmal etmekle, hatta Say yasasını kabul etmekle eleştirildiği bilinmektedir.2 Marx’ın görüşlerine dair bu yanılgı büyük ölçüde Marx’ın Malthus-Sismondi ekolünün “eksik-tüketim” teorilerini ısrarlı eleştirisinden kaynaklanmaktadır. Oysa ki Marx Keynes’den uzun bir süre önce Say yasasının ve Ricardo’nun kapsamlı bir eleştirisini sunmuş, aşırı üretimin dinamiklerine dikkat çekerken, artı değerin üretimi kadar realizasyonunun (malın karla satılabilmesi) da önemine vurgu yapmıştır.3

Doğrudan doğruya sömürü koşulları ile, bu sömürünün gerçekleştirilmesi (realizasyonu) koşulları özdeş değildir. Bunlar yalnız yer ve zaman olarak değil mantıken de birbirinden farklıdır. Birincisi yalnız toplumun üretici gücü ile, ikincisi ise, çeşitli üretim kollarının aralarındaki orantılı bağıntı ve toplumun tüketici gücü ile sınırlıdır. Ama bu son sözü edilen güç, ne mutlak üretim gücü ile ve ne de mutlak tüketim gücü ile belirlenmeyip, toplumun büyük bir kesiminin tüketimini, az çok dar sınırlar içerisinde değişen bir asgariye indirgeyen uzlaşmaz karşıtlık halindeki bölüşüm  koşulları temeline dayanan tüketim gücü ile belirlenir Bu, bir de, birikim eğilimi ile, sermayeyi genişletme ve genişlemiş ölçekte artı-değer üretme dürtüsü ile sınırlandırılmıştır… Ne var ki üretkenlik geliştikçe kendisini, tüketim koşullarının dayattığı dar temeller ile o denli çatışır bulur.4

…görüldüğü gibi, üretime yatırılmış bulunan sermayenin yerine konması, geniş ölçüde, üretken olmayan sınıfların tüketim gücüne bağlı bulunuyor; oysa işçilerin tüketim gücü kısmen ücretler yasası ile, kısmen de bunların kapitalist sınıf tarafından karlı bir biçimde çalıştırılabildiği sürece kullanılmaları olgusu ile sınırlıdır. Bütün gerçek bunalımların son nedeni, daima kapitalist üretim güçleri sanki yalnız toplumun mutlak tüketim gücü bu güçlerin sınırını teşkil edermişçesine geliştirme çabasına zıt olarak, kitlelerin yoksulluğu ve sınırlı tüketimidir. 5

EKSİK TÜKETİMCİ  YAKLAŞIMLARIN MARKSİST ELEŞTİRİSİ

Yukarıdaki alıntılardan da anlaşıldığı gibi Marx kapitalist üretimin genel yasaları gereği ancak kendini yeniden üretebilecek seviyede bir ücrete mahkum edilen emekçilerin düşük tüketim gücünün, sermayenin sınırsız üretim arayışı ile oluşturduğu çelişkinin altını ısrarla çizmektedir. Ama buradan kapitalizmi krize sürükleyen başlıca etkenin “eksik-tüketim” olduğu sonucuna varmak büyük hata olur. Engels’in de belirttiği gibi artık emeğine el konan geniş kitlelerinin “eksik tüketimi” kapitalizme özgün bir durum değildir. Sömürünün ve artık emek aktarımının söz konusu olduğu tüm sınıflı toplumlar için geçerlidir. Ne var ki, ekonomik krizler ancak kapitalizme özgün bir durumdur. Bozuk gelir dağılımı, ya da ürettiği artı değere el konulan kitlelerin “eksik tüketimi”, kapitalizmin krize açık yapısının ardındaki önemli etkenlerden biri olmakla beraber tek başına krizlerin neden kapitalizm öncesi diğer sınıflı toplumlarda değil de, kapitalizmde yaşandığını açıklamakta yetersiz kalmaktadır.

Ne yazık ki, yığınların eksik-tüketimi, yığın tüketiminin, yaşama ve çoğalma bakımından zorunlu asgariye indirgenmesi, hiç de yeni bir olay değil. Sömüren ve sömürülen sınıflar var olduğundan beri bu olay da vardı….Öyleyse, eksik tüketim binlerce yıldan beri devam eden tarihsel bir olgu olduğuna, oysa pazarın, üretim fazlalığı sonucu olan bunalımlarda patlak veren durgunluğu, ancak elli yılan beri duyulur bir duruma geldiğine göre, yeni çatışmayı, yeni aşırı üretim olayı ile değil, ama binlerce yıllık eksik-tüketim olayı ile açıklamak için Bay Dühring’in tüm bayağı iktisat yavanlığı gerek.6

Marx’ın da sık sık vurguladığı gibi kapitalizmin ayırt edici özelliği tüketim amaçlı mübadelenin (M-P-M) egemen olduğu pre-kapitalist toplumların aksine birikim amaçlı (P-M-P) mübadele ya da “birikim amaçlı birikim”dir. Bu aşırı birikimin ardında yatan “sürekli kar arayışı” ile bozulan gelir dağılımının sınırladığı toplumsal tüketim arasındaki temel çelişki aşırı üretime neden olan başlıca etkendir. Marx’ın üretim anarşisi olarak da adlandırdığı durum kapitalist rekabetin ve kar arayışını doğal sonucu olarak sürekli genişleme arayışındaki sermaye ile aynı kar arayışının sonucu olarak sınırlanan ücretli emeğin tüketim gücü arasındaki ayrışmanın bir sonucudur.

Eksik tüketim yaklaşımlarının bir diğer önemli problemi kapitalizmin krizinin neden sürekli bir durum olmadığını açıklamaktaki yetersizliğidir. Diğer bir deyişle bozuk gelir dağılımı ve gelirinin tümünü tüketmek durumunda olan geniş emekçi kitlelerinden yapılan artı değer transferi sürekli bir durumdur. Ne var ki, kapitalizmin aynı koşullar altında büyük genişleme yaşadığı dönemler de göz ardı edilemez. İşte Marx’ın Kapital 2’de sermaye birikim sürecini açıklamak için kullandığı yatırım ve tüketim malları üreten iki sektöre dayalı genişletilmiş yeniden üretim şeması sistemin dengede büyümesini mümkün kılan bu hassas koşulları ortaya koymaktadır. Burada amaçlanan kronik eksik tüketimcilerin aksine kapitalizmin genişleme dönemlerini de açıklama çabasıdır, elbette ki genişlemenin kalıcılığını değil.

Marx, günümüzde içine Keynesciliği de dahil edebileceğimiz eksik tüketimci yaklaşımların gelir dağılımının yeniden düzenlenmesi ve işçi sınıfının gelirden aldığı payın yükseltilmesi yoluyla krizlerin önlenebileceği şeklindeki argümanını da şiddetle eleştirmektedir. Ücretlerin yükselişi kapitalistler açısından hiçbir dönem tercih edilmeyeceği gibi kriz döneminde zaten düşmekte olan kar oranlarını daha da aşağıya çekerek kapitalizmin krizini derinleştirecektir.

Bunalımlara, fiili tüketim ya da fiili tüketici azlığının neden olduğunu söylemek, boş bir yinelemeden başka bir şey değildir. Kapitalist sistem, fiili tüketim biçiminden başka bir tüketim biçimi, sub forma pauperis ya da dolandırıcılık dışında bir tüketim biçimi tanımaz. Metaların satılamaması, ancak, bunlar için fiili satıcı, yani tüketici bulunmaması anlamına gelir (çünkü, son tahlilde, metalar üretken ya da bireysel tüketim için satın alınırlar).  Bir kimse, eğer işçi sınıfının kendi ürününden çok küçük bir kısım aldığını, bundan daha büyük bir pay aldığı zaman ve dolayısıyla ücretleri yükselir yükselmez bu kötülüğe bir çare bulunacağını söyleyerek bu boş yinelemeye derin bir gerekçe görüntüsü vermeye kalkışırsa, bunalımların daima ücretlerin genellikle yükseldiği ve işçi sınıfının, yıllık ürünün tüketime ayrılan kısmından daha büyük bir pay aldığı bir dönemde hazırlandığına işaret etmek yeteri olacaktır.7

Lenin’in emperyalizm kitapçığında Hobson’ın kitlelerin alım gücünün yükseltildiği, gelir dağılımının eşitlikçi bir şekilde düzenlendiği bir kapitalizmde sermaye fazlasının ortadan kalkacağı dolayısıyla emperyalizmin de bir zorunluluk olmaktan çıkacağına dair argümanına verdiği cevap da benzerdir.

Kuşkusuz, kapitalizm, bugün her yerde sanayiye göre geri kalmış tarımı geliştirebilseydi, baş döndürücü teknik ilerlemeye karşın, her yerde aç ve yokluk içinde bulunan halk kitlelerinin yaşam düzeyini yükseltebilseydi, bir sermaye fazlası sorunu olmayacaktı. Kapitalizmin küçük burjuva eleştirmenleri her fırsatta bu ‘kanıtı’ ileri sürmektedirler. Ama o zamanda kapitalizm, kapitalizm olmaktan çıkacaktı, çünkü gelişmesindeki eşitsizlik, yığınların yarı aç yaşıyor olması bu üretim tarzının koşulları ve kaçınılmaz temel öncülleridir.8

Bizzat Keynes’in kendisi de talep yönünde yarattığı tüm sorunlara rağmen eşitsiz gelir dağılımının sermaye birikimine katkısını  takdir etmekten kendini alamaz. “Barışın Ekonomik Sonuçları” adlı çalışmasında Keynes “Savaştan yarım yüzyıl önce oluşan ve insanlığa büyük fayda sağlayan bu dev sermaye birikiminin refahın eşit bir şekilde dağıtıldığı bir toplumda ortaya çıkması mümkün değildir” diye yazar.9

KEYNESCİ  POLİTİKALARIN YÜKSELİŞİ VE DİNAMİKLERİ

Keynes’in teorisinin yükselişi kapitalizmin en sıkıntılı dönemine denk gelmiştir. Kapitalizm Marx’ın tüm öngörülerini haklı çıkaracak biçimde hızla tekelleşmiş, sınıflar arasında gelir uçurumu büyümüş ve patlak veren aşırı üretim krizi ile birlikte tırmanan işsizlik büyük bir sefaleti de beraberinde getirmiştir. İşsizliğin yüzde 20’lerin üzerinde seyrettiği bir ortamda durum klasik iktisatçıların bireylerin mevcut piyasa ücretlerini karşısında çalışmamayı tercih ettiği “gönüllü işsizlik” kavramı ile açıklanamayacak bir boyuta ulaşmıştır. Diğer yandan, kısa bir süre önce devrim yaşamış SSCB ekonomisi iç savaşın yaralarını sarmış, hızlı bir yeniden yapılanma ve büyüme sürecine girmiştir. Kapitalizmin sorgulanmasını kaçınılmaz kılan bu ortamda, egemen ideoloji belki de hiçbir zaman olmadığı kadar kendini savunmasız hissederken, egemen sınıfların komünizm paranoyası giderek güçlenmektedir. Keynes de böylesi bir ortamda komünizm tehdidine karşı duyulan endişeleri paylaşmakta ve amacının kapitalizmi kurtarmak olduğunu ısrarla vurgulamaktadır. “Genel Teori”de devletin ekonomiye müdahale alanının genişletilmesi, gelir dağılımının düzenlenmesi gibi önerilerinin bireyciliğe saldırı gibi algılanmaması gerektiğinin altını çizerken, aksine amacının bireysel girişimin mevcudiyetini sağlayan sistemin yıkılmasını önlemek olduğunu belirtmektedir.10 Yine benzer bir şekilde, 1933 yılında Başkan Roosevelt’e yazdığı mektubunda da ABD’de uygulamaya konan New Deal politikalarının mevcut sosyal yapıyı koruyarak kapitalizmin sorunlarını gidermede önemli bir deney oluşturduğuna dikkat çekmiş, başarısızlık halinde oluşacak ön yargı sonucunda meydanın tutucu piyasa taraftarları ile devrimcilere kalacağını ifade etmiştir.11

Keynesci politikaların en bilinen örneklerinden birini teşkil eden New Deal’ın zamanlaması da büyüyen toplumsal muhalefetin bu dönüşümdeki rolünü ortaya koymaktadır. New Deal’ın açıklandığı 1933 yılı itibariyle krizin başlangıcından itibaren 3 yılın üzerinde bir zaman geçmiş, işsizlik rakamları hali hazırda yüzde 4.6 seviyesinden yüzde 19.8’lere tırmanmıştır (tarihi zirvesi ise 1934 yılında ki yüzde 21.30 seviyesidir). Bu süre zarfında uygulamaya konulmayan önlemler, 1932 yılında yapılan seçimler sonrasında koltuğu Cumhuriyetçi Hoover’dan devralan Demokrat aday Roosevelt ile birlikte devreye sokulmuştur. Bu seçimin sonuçlarının bir diğer özelliği ise Amerikan toplumundaki hızlı radikalleşmeyi gözler önüne sermesidir. Keza, “iki partili” sisteme rağmen 1 milyon Amerikalı Sosyalist ya da Komünist adaylara oy vermiştir. Bu rakam önceki seçimlerdeki toplamın 3 katından fazladır. Yine aynı dönemde Lousianalı senatör Huey Long devletin herkese yıllık 2500 dolar gelir garanti etmesi, zenginler üzerindeki vergilerde keskin bir artış sağlanarak sosyal harcamaların arttırılması ve benzeri radikal popülist söylemleriyle halktan büyük destek ve ilgi görmüş, hatta Roosevelt New Deal’ın kapsamını genişlettiği 1935 yılında bu politikalarla Long’un “popülaritesini çalmayı” amaçladığını açıkça ifade etmiştir.12 Radikal söylemleriyle sermaye sınıfının büyük tepkisini toplayan Long ise 1936 yılında yapılacak olan seçimlerde başkan adayı olmayı amaçlarken 1935 yılında bir suikast sonucu öldürülmüştür.

Keynes ile Marx’ın kapitalizmin aşırı üretime dönük yapısı ve periyodik krizlerine dair ortak vurguları ve ayrılan yönlerini kısaca özetlemeye çalıştık. Bu teorik ayrılıklar kadar önemli olan bir diğer tartışma ise bu ayrışmanın emekçi hareketinin siyasi çizgisine yansımasıdır. Keynezyen teorinin yükselişi ile birlikte Avrupa solunda ve işçi sendikalarında devrimcilik- reformizm tartışmaları hız kazanmıştır. Keynes’in gelir dağılımının düzenlenerek tüketici talebinin yükseltilmesi, devlet girişimleri aracılığıyla istihdamın arttırılması, spekülatif sermaye hareketlerinin denetlenmesi yoluyla sermayenin reel sektöre yönelmesinin teşvik edilmesi gibi kimi reçeteleri geçmişte olduğu gibi günümüzde de bazı “sol” çevrelerce sahiplenilen reformist taleplerdir. Unutulmamalıdır ki, II.Dünya Savaşı sonrası Avrupa’da gelişen sosyal devlet uygulaması savaş sonrası yıkıma uğramış bir ekonominin ortaya çıkardığı kimi zorunluluklarla birlikte yükselen işçi sınıfı muhalefetinin kazanımlarıyla şekillenmiştir. Dolayısıyla, egemen sınıfın daha “insancıl bir kapitalizm” yaratma çabasından ziyade dünyayı saran devrim dalgası karşısında bir ricat taktiği olarak algılanmalıdır. Sınıfsal çelişkilerin merkezinde durduğu politik alanın dışında kalan bir ekonomik yapı düşünülemez. Kapitalistler tarihin hiçbir döneminde gönüllü olarak kar oranlarını düşürecek düzenlemelere yanaşmadıkları gibi fırsat buldukları anda daha fazla artı-değer transferi sağlayabilecekleri düzenlemeleri hayata geçirirler. Marksizmin reformizme yönelttiği eleştiri, işçi sınıfının yaşam seviyesini, çalışma koşullarını, sendikal örgütlülüğünü geliştirecek kazanımları olumlamadığı ya da önemsemediği anlamına gelmez. Aksine böylesi kazanımlar daha kapsamlı bir toplumsal dönüşüme giden yolda büyük önem taşır. Ne var ki, kapitalist sistemin içerisinde elde edilecek kazanımların sınırları üretim araçlarını elinde bulunduran egemen sınıfın kırmızı çizgileriyle belirlendiği gibi kalıcılığı da işçi sınıfının örgütlü mücadelesine sıkı sıkıya bağlıdır.

Kapitalizm Nereye Gidiyor?

Kapitalist dünya sisteminin -tekelci kapitalist emperyalist sistem- içine düştüğü son ekonomik kriz, sadece güncel krizin nedenleri sorununu değil, kapitalist sistemin geleceğinin ne olacağına, nasıl bir dünya sistemi kurulacağına ilişkin tartışmaları da gündeme getirmiş bulunuyor. Burjuva ideologları, ekonomistleri, bir dizi daldan profesörleri ve sistemin tüm paralı uşakları kapitalizmin nereye gitmekte olduğu sorusunu ortaya atıyorlar ve bu soruya, genellikle “yanlışlıklarından arınmış, daha mükemmel bir küreselleşme sürecine doğru gidileceği” yanıtını veriyorlar.

Ülkemizde de durum pek farklı değil. Yukarıda sayılan çevrelerden gıdalarını alan Türkiyeli uzantılar da benzer tahliller yapıyorlar. Bu çevrelerin kapitalizmin “ebediyen yaşayacağına” ilişkin inançları tam. Örneğin şu iddiayı ele alalım; “Kapitalizmin yerine kolektif mülkiyete dayalı, piyasa mekanizmasını reddeden, tamamen farklı bir ekonomik sistemin geçmesini ise ancak hayal edebiliriz. Küresel kapitalizmin, küresel meşruiyet de kazanacak tarzda geliştirilmesi yolundaki arayış ise mutlaka sürecektir.” (Küresel Çöküş ve Kapitalizmin Geleceği Osman Ulagay. Söyleşi Murat Aksoy Özgür Yayınları sf. 51, 3. Baskı)

Alıntıdan da anlaşılacağı gibi, Milliyet’in ekonomi yazarı Osman Ulagay da, -sosyal reformist sayılabilecek bir çizgide- kapitalizmin uluslararası “reformcu” ideologları gibi “küresel kapitalizmin, küresel meşruiyet de kazanacak tarzda geliştirilmesi” dışında bir alternatifin olmadığına iman etmiş durumda. Adını vermeden tarif ettiği sosyalizmi ise ancak “hayal edebiliriz”! Yani kapitalizmin gelişmesi, tüm yıkıcılığına ve yağmacılığına karşın gerçek bir gelişme yoludur. Buna karşın sömürüyü ortadan kaldırarak, eşit, adil, özgür bir gelecek sunan yeni bir dünya, sosyalist bir dünyanın kurulması ise ancak bir hayaldir! Burada dikkati çekmek gerekir ki; ortaya atılan tezde güncel olarak sosyalist bir sistemin kurulması ihtimalinin bugün olup olmadığı -bugün gündeme girmiş pratik bir alternatif olup, olmadığı- tartışılmıyor, yaşanmış sosyalizm örneğine rağmen, sosyalizm kurulabilir bir sistem olarak, kategorik olarak reddediliyor. Ne bugün ne de gelecekte sosyalizm olanaklıdır, ama hayal edebiliriz, hayal etmenin bir sakıncası bulunmuyor nasılsa!

Ulagay’ın bu ve benzeri görüşlerini içeren söyleşilerden oluşmuş yukarıda adı geçen kitapta kriz tartışılıyor ve sadece krizin nedenleri değil, kapitalizmin geleceğine ilişkin tespitler yapılıyor. Bizde bu yazıda, yukarıda küçük bir bölümünü aktardığımız Ulagay’ın bu “tespitleri” üzerinde duracağız ve kapitalizmin nereye doğru yol almakta olduğunu, kapitalist “adil bir uluslararası düzen” kurulup kurulamayacağını irdelemeye çalışacağız. Mevcut kriz hangi sonuçları ortaya çıkarıyor, kapitalizmin “küresel meşruiyet” kazanması ne anlama geliyor, uluslararası işçi sınıfı ve emekçi halklar kapitalizme alternatif bulmakta gerçekten çözümsüz mü vb? Bütün bu soruları daha yakında irdelemek gerekiyor.

YIKILMA TARTIŞMASI

Ulagay, hayatta sizi en çok heyecanlandıran şey nedir sorusuna karşılık, “ömrünün önemli bir bölümünü dünyadaki ve Türkiye’deki dönüşüm süreçlerini izleyerek geçirmiş biri olarak” şöyle yanıtlıyor: “Halen yaşanmakta olan küresel krizin yarattığı altüst oluşu fevkalade heyecan verici bulduğumu söyleyebilirdim herhalde.” (agy, sf. 9) Ulagay’ın bu kadar heyecanlanmasına neden olan altüst oluş nedir? Yanıt şu; “Şimdi yaşamakta olduğumuz krizin alternatifsiz tek seçenek olarak dünyaya pazarlanan efsaneyi yıkması, ‘piyasa tanrısı’nın ve finans sektörünün çok boyutlu çöküşünü sergilemesi de benim heyecanımı artırıyor. Hayatı piyasalara indirgeyen ve insanın toplumsal bir varlık olduğunu unutan bir anlayışın şimdi iflasın eşiğine gelmesi, değişim umudunu gündeme taşıdığı için de önemli.” (agy)

Kapitalizmin egemen olduğu bir dönemde “insanın toplumsal bir varlık olduğunu unutmayan”, “piyasalar dışında bir hayat” için, bir değişim için umut var mı yok mu, bunları daha sonra irdelemeye çalışacağız. Ama önce şu “altüst oluş”a bakmak gerekiyor. Altüst olan nedir ve yıkıldığı iddia edilen “piyasa tanrısı ve finans sektörü”ne dayanan günümüz kapitalist sistemi, başka türlü olabilir miydi ve gelecekte de izleyebileceği başka bir yol var mı? Bu kapitalizm hangi temel üzerinde yükselmektedir? Ve bu temel değişmeden, bu iki gerçeği -piyasanın tanrılığıyla finans sisteminin ağırlığını- değiştirmek olanaklı mıdır? Öncelikle yanıtlanması gereken sorular bunlardır.

Ama burada şuna dikkat çekmek gerekiyor ki, Ulagay, kolayca anlaşılacağı gibi, “yıkılanın”, finans sektörüne önem veren “özel” bir kapitalizm türü olan “Anglo Sakson Modeli” olduğunu öne sürüyor. Ulagay’ın ifadeleri ile aktaracak olursak, “Kapitalizmin sonunun geldiğini söylemek zor, ancak piyasanın belirleyiciliğini ve finans kesiminin önemini abartan Anglosakson modeli kapitalizmin ciddi bir darbe yediği ortada.” (Agy, sf. 23) Anglosakson modelinden kasıt, ABD ve İngiltere gibi Anglosakson ülkelerinde egemen olan kapitalist sistemdir. Başka bir ifade ile, dev tekellerin, bankaların vb. batmasına, ülkelerin iflas etmesine neden olan kapitalizmin son krizi, aslında kapitalizmin genel bir krizi değil, “Anglosakson modeli”nin krizidir. O yıkılmadıysa da, “ciddi bir darbe” yemiştir. Söylenmek istenen budur. Tabii burada akıllara şu soru gelmiyor değil; dünyanın son yüzyılından İngiltere ve ABD’yi, onların kapitalist emperyalist sistemde tuttuğu yeri çıkarıp atsak kapitalist emperyalizm adına geriye ne kalır? Bu da başlı başına ayrı büyük bir sorundur! Hepsine kısaca değinmeye çalışacağız.

Bugün başta sosyalistler olmak üzere, aklı başında hiç kimse zaten kapitalizmin sonunun geldiğini söylemiyor. Eğer mevcut kriz, uluslararası işçi sınıfının güçlü partilere sahip olduğu, yaygın bir işçi hareketinin var olduğu bir dönemde patlak verseydi, kuşkusuz bu sorun farklı bir biçimde önümüze gelecekti. Bugün işçi hareketi elindekini korumaya çalışma, daha fazla mevzi kaybetmeme çizgisinde bulunuyor. Uluslararası işçi hareketi henüz güç toplama, hasarlarını tamir etme döneminde ve önüne kuşkusuz daha ileri hedefleri de yavaş yavaş koyacaktır. Kapitalizmin çöküşü meselesi bu koşuldan bağımsız olarak tartışılamaz ve sosyalistler de hiçbir zaman böyle bir tartışma yapmadı.

Ama kriz dönemlerinin devrim için ortaya çıkardığı elverişli koşullar, bu koşullarda sermayenin devrilmesi için verilecek mücadele ve bu mücadelenin sorunları, işçi hareketinin ihtiyaçları her zaman tartışıldı. Krizlerinin ardından kapitalizmin “stabilizasyonu”nun geçmişte olanaklı olduğu, biten her krizin ardından yeni bir krize doğru ilerleyen sürecin başladığı, bunun kapitalizm için bir kısır döngü olduğu hep tespit edildi.

Stalin’e sövgüler savuranları kızdırmak için söyleyelim, bütün bunlar, emperyalizm koşullarında Stalin tarafından tespit edildi. Her krizde, mevcut durumun somut tahlilini yapma yeteneğinden yoksun, tanrıya dua eder gibi kapitalizmin çöküşünü gözleyen “sosyalist” tipi çizmek, sonra da “bakın kapitalizm şimdi de çökmedi, sosyalizm hayaldir” demek, burjuva ideologlarının ve sosyalizme saldırıda onlardan geri kalmayan sözde sosyalistlerin sosyalist ideolojiye saldırı yöntemlerinden birisidir. Hasmını önce istediğin kılığa sok, sonra da darbelerini bir güzel indir. Kurnazca bir yöntem! Ama buna karşın yine de sonuçsuz. Çünkü yalan ve demogajiye dayalı ve gerçekler de çok inatçı!

Gerçek şudur ki; tarihsel materyalizm ve politik ekonomi bize gerçek durumu ve olayların gelişim yönünü anlamamızda güçlü bir kılavuz sunar. Bu nedenledir ki, kapitalizmin krizlere yuvarlanacağını, her gelişme ve yükseliş evresinden sonra yeni bir krizin geleceğini sosyalistler tespit etmişlerdir. Bu, az çok genel bir birikime sahip hiç kimse için bir sır değildir. Ama ekonomiyi, finans sektörünü yönetsinler diye önlerine milyonlarca dolar yığılan yöneticiler, onların hizmetindeki ekonomistler bunları göremezler. En iyi ihtimalle birkaçı, belki bir kaç yıl önce durumu sezer, ama onlar da olayların ardındaki sistemi kavramaktan uzaktır. Kriz başlayıp, kapitalizmin kabeleri bir bir çökmeye başlayınca da, bütün bunları niye göremedikleri tartışmasını yaparlar. İşler biraz “düzelmeye” başlar başlamaz da, benzer bir süreci yeni baştan yaşamak için var güçleri ile aynı oyunu oynamaya devam ederler. Ünlü bir tekelin CEO’sunun dediği gibi, “müzik çaldıkça dans etmeye devam” ederler.

Kapitalist sistem sürece -devre- yeniden başlar, dökülen dökülür, yıkılan yıkılır, çöken çöker, dengeler bozulur, yenileri kurulmaya çalışılır, geriye kalanlar aynı biçimde devam ederler. Bu durum, uçurumdan atlayan ilk koyunu takip edip, uçurumun dibini boylayan koyun sürüsüne benzer. Kapitalist sistem, sistemin temelleri tehdit altına girmedikçe sürüyü kurtarmaya çalışmaz, yeni sürü toplamaya koyulur. Eğer ciddi bir tehdit söz konusuysa, tekelci sistemin devletini devreye sokar, işleri bir miktar düzeltmeye çalışır. Düzenin sahipleri bütün bunlara “yaratıcı yıkıcılık” diyen ideologlar da yetiştirmiştir.

ANGLO-SAKSON TÜRÜ BİR KAPİTALİZM VAR MI?

Buradan, Ulagay’ın “piyasaya ve finansa ağırlık veren Anglo Sakson kapitalizmi” tespitlerine dönebiliriz. Hemen vurgulamak gerekir ki, bu tespit bazı Batılı ekonomistler tarafından yıllardır kullanılmaktadır. Yani patenti Ulagay’a ait değildir. Kapitalizmin farklı ülkelerdeki gelişme özelliklerine göre geçmişte farklı tanımlar da kullanılmıştır. Örneğin İngiltere “sömürgeci”, Fransa “tefeci”, Almanya ikisinin karışımı vb. tanımlarla adlandırılmıştır. Ortak özellikler dışındaki bazı karakteristik farklılıkları vurgulamak için yapılmıştır bu tanımlar. Yoksa farklı farklı kapitalizm türleri söz konusu değildir. Maddi zemin, temel ilişkiler bir ve aynıdır. Anglo Sakson kapitalizminden kastedilen, ABD ve İngiltere’de uygulanan, tüm dünyayı sarıp sarmalayan bir kapitalizmdir. Bir kavram ortaya atılmakta, ama bunun anlamı, farklı temellerinin var olup olmadığı tartışılmamaktadır. Anglo Sakson kapitalizmi tanımı da böylesi kavramlardandır.

Kapitalist sistem, gelişmesini, hep en ileri ögelerini örnek alarak, onun önünü açarak, geriden gelenleri onun peşine takarak sürdürür. ABD ve İngiltere, İkinci Dünya Savaşı’ndan galip çıkmış devletlerdir. Zaferin asıl kaymağını da ABD yemeye başlamış, tartışmasız dünya kapitalizminin liderliğini üstlenmiş, İngiltere de onun peşine takılmıştır. Başta ABD olmak üzere, bu iki devlet, kapitalist emperyalist sistemin en önünde yer alarak, kapitalist sistemin hem önünü açmışlardır, hem de kapitalist emperyalizm bu ülkelerde en doğal gelişme yoluna girmiştir.

Sermayenin aşırı merkezileşmesi ve yoğunlaşması, sermaye ilişkilerinin yaygınlaşıp, derinleşmesi en ileri noktalara evrilmesi, öncelikle bu ülkelerde, en uç noktalarda gerçekleşmiştir. Yani Anglo Sakson kapitalizmi denilen “model”, ABD’li ve İngiliz yöneticilerin “bilinçli bir tercihleri, politikaları” değil, tekeci kapitalizmin doğal gelişmesinin bir ürünü ve sonucudur. Onlar, sermayenin en fazla yoğunlaştığı ve merkezileştiği, aşırı kâr dürtüsünün en yoğun olduğu ülkelerde, bu sermayenin ihtiyaçlarına uygun davranmışlar, bu ihtiyaçların kendilerini götürdüğü yere gitmişlerdir. Belki burada ancak şu söylenebilir ki; kapitalizm, kriz nedeniyle güçlü bir darbe almıştır, kitlelerin geniş tepkisi nedeniyle “bazı aşırılıklar” devlet tarafından kontrol edilebilecektir. Bugün, devlet, ne de olsa en büyük tekel durumuna gelmiştir vb!

Kapitalizmin, ABD ve İngiltere örneklerinde görüldüğü gibi, bu en gelişkin örneklerine göre değil de, başka gelişim yollarını “tercih ederek” gelişimini sürdürebileceğini öne sürmek, sadece iflah olmaz bir kapitalizm dalkavukluğu değil, aynı zamanda kapitalizmin gelişim yasalarından da hiçbir şey anlamamak demektir. Küçük burjuva, sosyal reformist bir rüyadır bu.

Burada, ABD ve İngiltere’de kapitalizmin gelişim özelliklerine, fazla uzatmadan, ama temel nitelikleri itibarıyla biraz yakından bakmak gerekiyor. Önce İngiltere’ye, sonra da ABD’ye bakacağız. Bu sıralama, bu ülkelerin dünya tarihinde aşağı yukarı son iki yüzyılda oynadıkları role göre yapılmıştır. Yoksa ilk önce İngiltere gelir, en önemli odur anlamında değil. ABD bugün tartışmasız liderdir.

İngiltere, dünyanın en büyük sömürge imparatorluğunu kurmuş ülkesidir. “Üzerinde güneş batmayan imparatorluk” deyimi, İngiltere için üretilmiştir. İngiltere, bu duruma kendi kapitalist gelişmesi sonucu ulaşmıştır ve kapitalizmi geliştikçe de sömürgeciliği güçlenip, yaygınlaşmıştır. İngiltere, kabaca 19. yy.’ın ilk çeyreğinden sonra kapitalist dünyanın tartışmasız lideri konumundadır. İngiliz sanayi hızla gelişmekte, sömürgelerden elde ettiği hammaddeleri büyük ölçeklerde işlenmiş kapitalist metalara dönüştürmektedir. İngiltere “dünyanın atölyesidir” sözü bu nedenle söylenmiştir. İngiliz sanayiinin üretim gücü ve verimliliği diğer ülkelerin üretimlerini vurmuş, eski üretim yöntemlerini yıkmış, “dünya pazarı” bütünüyle İngiltere’nin denetimine girmiştir.

Kapitalist sanayinin bu gelişmesi, bankacılığı ve sigortacılığı da peşinden sürüklemiş, sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesi, mali sermayeyi ortaya çıkarmıştır. Mali sermaye, sanayi ve banka sermayesinin birleşip kaynaşması, tek bir sermaye -finans kapital- haline gelmesidir. Artık tekelci kapitalist yolu tutan bütün ülkelerde, kapitalist üretim ve onun yönetimi, mali sermayeden, yani finans kapitalden sorulmaktadır. Geçmişte sınırlı etkileri ve işlevleri olan bankalar, artık dev kapitalist organizasyonlara dönüşmüş, üretimi, mali sistemi, tüm kapitalist ilişkileri, bu sermayenin çıkarlarına göre şekillendirmişler ve denetimleri altına almışlardır. Bu arada, 19. yüzyılın sonuna doğru borsa, “büyük oyun” olarak gelişmeye, güçlenmeye başlamıştır.

Ancak mali sermayenin güçlenmesi ve her şeye egemen olması, aynı zamanda kapitalizmin asalaklığının ve çürümesinin de hız kazanması anlamına gelmektedir. Mali sermaye, sadece üretimin değil, artık tüm toplumun sırtında kan emici büyük bir güçtür. Dünya pazarında pay sahibi olmak -Almanya, Japonya, ABD- isteyenlerle, payını korumak isteyen -İngiltere, Fransa- diğer güçlerin karşılıklı mücadelesi ve mevzilenmesi, egemenlik ve güç çatışmasının kızışması, bilindiği gibi, Birinci Paylaşım Savaşına yol açtı.

İngiltere ve ABD, bu savaştan galip devletler olarak çıktılar. Ancak üzerinde güneş batmayan Büyük Britanya İmparatorluğu -İngiltere-, tüm haşmetine karşın, artık eski gücünde değildir. Kapitalist gelişme ABD’de de dev adımlarla ilerlemiş, ABD dünyanın yeni efendisi olmaya doğru ilerlemeye başlamıştır. Ancak ABD’ye dünyanın yeni patronu olacak yolu açan asıl olay, bilindiği gibi, İkinci Dünya Savaşı’dır. Artık bu dönemden sonra ABD, kapitalist dünyanın tartışmasız tek lideridir. İngiltere ikinci dereceden bir güç haline gelmiş, ABD ile “stratejik ittifakı” içerisinde gücünün daha fazla zayıflamasına engel olmaya çalışmıştır.

ABD emperyalizminin İkinci Dünya Savaşı sonrasında ulaştığı gelişme dikkat çekicidir. Sanayi üretiminin verimliliğinde ABD tartışmasız dünyanın en ileri ülkesidir. Olağanüstü artan üretimin üzerinde yükselen dev tekeller, bu tekellerle iç içe girmiş bankalar dünyanın en büyükleri haline gelmişlerdir. ABD mali sermayesi, ABD Dolarının dünya kapitalist sisteminin ortak parası haline gelmesi ile -Bretton Woods anlaşması ve sistemi- dev gelişme boyutlarına ulaşmıştır. ABD, bugün de, 14 triyon dolarlık yıllık GSMH’sı ile açık ara dünyanın en büyük ekonomisi durumundadır.

ABD ve İngiltere’nin dünya kapitalist sistemindeki yeri genel hatları ile böyledir. Yani dünyanın eski ve yeni efendileri olan, ama birlikte hareket etme konusunda da bugüne kadar birbirlerine stratejik olarak pek ters düşmemiş iki ülkeden söz ediyoruz! Şimdi deniyor ki, Anglo Sakson kapitalizmi kendisini dayattı ve tüm dünyada akıl ve mantık dışı bir durumun ortaya çıkmasına yol açtı. Oysa bu iki ülke, tekeci kapitalist sistemin en ileri ülkeleri oldular ve sermaye ilişkileri burada olabilecek en uç noktaya kadar gelişti ve egemen oldu. Mali sermaye egemenliği için bir laboratuar aranıyorsa, öncelikle kuşkusuz bu iki ülkenin ekonomileri -Marx’ın kapitalizmi tahlil için İngiltere’yi temel alması hatırlansın- incelenmelidir. Kapitalizmin ideologları ve diğer emperyalist ülkeler, bu iki ülkedeki “piyasaların derinliğine” boşuna hayran olmadılar.

Diğer kapitalist-emperyalist ülkelerin önünde de farklı bir “gelişme” yolu bulunmuyordu ve bulunamazdı. Diğer büyük ekonomiler de bunların peşine takıldı ve aynı yoldan ilerledi. Zaten en büyük ve en ileri sermayenin açtığı yolda diğerlerinin ilerlememesi, kapitalizmin, sermayenin işleyiş kurallarına aykırıdır ve bunu yapmayan sermaye grubu ya da devlet geride kalmaya mahkumdur. Bu tartışmalar geçmişte de yapıldı. Alman emperyalizmi, Britanya İmparatorluğuna kıskançlıkla baktı. Bir Alman emperyalisti, “Britanya İmpartorluğu’nun temelinde 1 sterlinlik hisse senetleri var” -o dönemde Almanya’da en küçük hisse senedi 1000 Mark olmak zorundaydı- dediğinde (Bkz. Lenin Emperyalizm), “üretimci” Alman kapitalizminin bu yolu tutması gerektiğine dikkat çekiyordu.

Ayrıca bugün şu bir sır değildir: ABD ekonomisinin finanse edilmesinde, devlet tahvillerinin alımı ile ona “kredi” sağlanmasında başı Japonya, Çin ve petrol zengini Körfez ülkeleri çekmektedir. Çin ve Japonya’nın Amerikan devlet tahvillerine yatırdıkları sermaye 2 trilyon dolar civarındadır. Burada, “piyasadan, finans sisteminden” azami kârı sağlayanlara ne ad verilecektir. Sadece bu örnek bile, “Anglo Sakson kapitalizmi” diye “özel ve tercih edilen” bir kapitalizm türünün varolduğu iddiasının kofluğunu ortaya koymaktadır. Bu tanımla adlandırılan kapitalizm, bugünkü kapitalizmin olağan gelişmesinin zirvesidir ve az çok önemli bir sermayeye, sanayiye hükmeden hiçbir ülkenin bu gelişimin dışında kalması olanaklı değildir. Başka bir “tercih”, gerileme ve iddialarını yitirme anlamına gelmektedir.

Eğer bugün bazı emperyalist ülkeler bunalımdan farklı derecelerde etkilenmişlerse, bunun nedeni, “bilinçli tercihleri” değil, kapitalizmin eşitsiz ve dengesiz gelişmesi, bazı ülkelerin diğerlerine göre bazı alanlarda geri kalmış olmaları, güçleri oranında gelişmelerden etkilenmeleridir. Bu, aynı zamanda şu anlama gelmektedir: Ciddi bir sermaye birikimine hükmeden bir devlet, tekel grubu vb., kaçınılmaz olarak ABD ve İngiliz sermayesinin tutmuş olduğu yolu tutacak, azami kârını benzer yöntemlerle güvence altına alma imkanlarına yönelecektir.

Burada, geçmişe dönük bazı hatırlatmalar yapmanın da yeri geldi. Bu kriz, kapitalist emperyalist sistemin ilk kriz olmadığı gibi, son krizi de olmayacaktır. 1929 Büyük Bunalımı da, ABD’de patlak vermişti. Hatırlatmak gerekir ki, o zaman “sermaye piyasaları” ve “finans sektörü” bugünkü kadar “derinlikli” ve gelişmiş değildi. Şimdiki anlamda bir “küreselleşme”den de söz edilmiyordu. Ama kapitalizm bunalıma düşmekten kaçınamadı ve kuşkusuz bundan sonra da kaçınamayacak. Krizlerin kapitalizmin yol arkadaşı olduğu gerçeğine, kapitalist üretimin yapısının ortaya koyduğu sonuçlardan, bu sonuçların yol açtığı etkilerden yola çıkılarak ulaşılmıştır.

Kapitalist sistem, periyodik olarak, değişik zaman aralıklarıyla -son 20 yıla bakıldığında, neredeyse her beş yılda bir kriz düşmektedir- krize yuvarlanmaktadır. Bu krizler, genel, bölgesel, bazı ülkeleri içine çeken ya da durgunluk vb. biçimlerde görülebilmekte, hafif ya da ağır hasarlarla atlatılmaktadır. Ama dikkati çeken şudur ki, her kriz bir öncekinden daha etkili olmakta, tahribat büyümektedir. Kapitalist sistem, bu altüst oluş içerisinde bozulmuş olan dengelerini yeniden kurmaya çalışmakta, aradan fazla uzun bir süre geçmeden yeni bir kriz kapıyı çalmaktadır. Güncel kriz ise, kapitalist sistemin dengesini daha önceki krizlerden çok daha fazla bozmuş, “eski güzel günlerin” bir daha yaşanmayacağına ilişkin pek çok belirtiyi ortaya çıkarmıştır.

Bu bölümü, krizden çıkış tartışmaları ile bitirmek istiyoruz. Yukarıda özetlemeye çalıştığımız düşünceleri ileri süren Ulagay ve diğerleri, acaba güncel krizden çıkışın çaresini nerede görmektedirler? İlginçtir, ama “çare”, Amerikan tüketicisinin yeniden tüketmeye başlamasında görülmektedir. Kriz koşullarının yarattığı duruma dikkat çeken Ulagay şöyle diyor; “ABD halkı yıllardan beri ilk kez tasarruf yapmaya zorlandı. ABD’deki ve küresel ekonomideki küçülmenin ya da resesyonun en önemli nedeni bu bence. Çünkü Amerikalı tüketicinin yerini alacak başka bir tüketici yok dünyada….” (agy)

Bu düşüncelerinde, Ulagay yalnız değildir. Soros da benzer düşünceler ileri sürmektedir. Soros, Financial Times gazetesindeki röportajında, “Küresel ekonominin zayıf noktaları, esas olarak ABD tüketim oranları ve bankacılık sektörü” demektedir. (Milliyet ekonomi. int. Sys 27.10.2009) Durum böyle olunca yapılacak da belli. Amerikalılar yeniden daha fazla tüketmeye teşvik edilecek. Ama Amerikalı “tüketici” borç içinde yüzüyor ve başta ABD Başkanı Obama olmak üzere, pek çok yetkili “eski günlerin geri gelmeyeceğini” itiraf ediyorlar. Ama bu “çare”yi ileri sürenlerin, aynı zamanda krizin “nedeninin” de Amerikalı “tüketicinin” doymak bilmez tüketim hırsında yattığını, Amerikalıların evlerini “bankamatik” gibi kullandıklarını ileri sürdüklerini hatırlatarak, bu bölümü bitirelim.

KAPİTALİZM KOŞULLARINDA ADİL BİR DÜZEN, ULUSLARARASI DÜZEYDE ÇATIŞMASIZ BİR KÜRESEL SİSTEM OLANAKLI MI?

“Bu kriz nasıl aşılacak ve sonunda nasıl bir dünya düzeni ya da düzensizliği çıkacak ortaya?” Ulagay’a sorulan bir diğer soru bu. Ulagay’ın bu soruya verdiği yanıtın tam olarak anlaşılabilmesi için uzunca bir alıntı yapmak zorunlu. Yanıt şu: “Bunu kestirmek kolay değil, ama bu krizde çok büyük yara alan küresel finans sistemini yeniden yapılandırmak için ve küresel kapitalizmi yaşatmak için ciddi bir çaba harcanacağı söylenebilir. Şimdi gündemde olan G-20 toplantıları bu çabanın önemli bir ayağını oluşturuyor. Hedef, yeni güç dağılımını daha iyi yansıtan, Batı’nın artık tek başına belirleyici olmadığı bir yeni küresel düzenin oluşturulması yolunda adımlar atmak; bu yeni küresel düzenin kurallarını ve kurumlarını gerçekten küresel katılımla belirlemek. Bu çabalar olumlu sonuç verirse, küresel düzenin çerçevesi konusunda küresel mutabakat sağlanabilirse, halen yaşanmakta olan krizin aşılması yolunda önemli bir adım atılmış olur. Küresel kaynakların koordinasyon içinde kullanılması güven krizinin aşılmasını kolaylaştırabilir. Örneğin büyük tasarruf fazlası olan, iki trilyon dolarlık döviz rezervi bulunan Çin’in tavrı belirleyici olabilir…” (sf. 24-25) Ulagay’ın Çin’e özel bir rol biçmesi, bu örnekle sınırlı değil. Şunları da söylüyor: “Halen yaşanmakta olan kriz, Batı’nın küresel düzendeki tartışılmaz üstünlüğünün sona ermekte olduğunu ve başta Çin olmak üzere yeni yükselen güçlerin hemen her alandaki ağırlığının arttığı bir döneme girilmekte olduğunu gösteriyor.” (sf. 12)

Şimdi bütün bu “tezler”in üzerinde biraz durmak gerekiyor. Ama önce şunlar hatırlatılmalı ki; her büyük uluslararası olaydan sonra -savaşlar, büyük ekonomik krizler vb.-, bu kapışmanın ardından, uluslararası kapitalist sistem, yeni oluşan güç ilişkilerini yansıtan -örneğin paylaşımın ardından- ona uygun bir ilişkiler sistemi kurmuş, bu güç ilişkileri, uluslararası kuruluşların oluşturulmasında ve bunların işleyişinde kendisini kabul ettirmiştir. BM ve Güvenlik Konseyi, NATO, AB, IMF ve DB vb. gibi politik ve ekonomik kurumlar, bu güç ilişkilerini yansıtacak biçimde örgütlenmişler, bunların iç işleri ve çalışmaları buna göre belirlenmiştir. İkinci Dünya Savaşı sonrasında oluşan kurumlar, dünyanın kapitalist ve sosyalist blok olarak bölünmesini yansıtırken, Batı kapitalizmi cephesinde ABD’nin liderliği ve belirleyiciliği çok bariz görülür.

Genel olarak yüzeysel bir adlandırma ile “sosyalizmin yıkılması ve blokların ortadan kalkması” olarak tanımlanan, özünde Doğu Bloku’nun açık kapitalist biçimlere geçmesi olayının ardından da, -bu, aynı zamanda bir paylaşımın tamamlanması, ama yenisinin başlaması için mücadele anlamına geliyordu- ABD’nin “tek süper güç” olarak dünya kapitalist sisteminin üzerine çöreklendiği bir döneme girildi. Emperyalist politikacı ve ideologların propagandası ve adlandırması ve bunları izleyen soldaki çömezlerinin alkışlarıyla, buna, “yeni dünya düzeni” dendi. Kısaca hatırlanacak olursa; bu dönem, barışın egemen olduğu, insanların refahının yükseldiği, savaşların geride kaldığı, demokrasi ve insan haklarının egemen olduğu bir dönem olacaktı!

Olup biteni hep birlikte gördük, yaşadık. Neo-liberal kapitalist saldırganlığın eşliğinde ABD emperyalizmi ve müttefikleri dünyayı kana ve gözyaşına boğdu, ülkeler yakılıp yıkıldı, soyulup yağmalandı. “Yeni Dünya Düzeni” hayalleri, propaganda materyallerinin mürekkebi kurumadan yerle bir oldu, emperyalizmin insanlık dışı yüzü her tarafta daha çıplak görülür hale geldi.

Büyük bir pişkinlikle ortaya atılan “tarihin sonu” tezlerinin kısa sürede iflas ettiği görüldü. Peki, ama neo-liberal kapitalist emperyalist saldırganlık doludizgin nereye koşuyordu? Nereye koştuğu, sadece ülkelerin yakılıp yıkılması, uluslararası işçi sınıfının kazandığı mevzilerden geriye sürülmesi ile ortaya çıkmadı. Emperyalist kapitalist sistem, tarihinin en büyük ekonomik bunalımlarından birine yuvarlandı. Dünün burnundan kıl aldırmayan emperyalist tekelleri lego taşları gibi birbiri ardına devrildi. Sistemi daha büyük bir çalkantıya girmesini, şimdilik, tekelci devletlerin devreye girmesi önledi. Kendisine en fazla güvendiği bir dönemde, emperyalist sistem ağır bir krize yuvarlandı ve “piyasa tanrısı”, kendisini kurtarması için, “piyasalar için sorunun kaynağıdır” dediği devletin kapısına sığındı. Anlaşıldı ki, kapitalist sistem doludizgin genel bir krize doğru koşmaktadır.

Yani sondan bir önceki altüst oluşun sonuçları kısaca bunlar oldu. Şimdi, bu yeni “altüst” oluştan sonra, “eskinin zaaflarından arınmış, yeni bir küresel düzenin oluşturulması” çağrıları yapılıyor. Kuşkusuz dünya ekonomisi içerisinde yer alan bazı ülkeler ilerledi ve gelişti. Çin, Brezilya, Hindistan, Meksika, Rusya, Güney Kore, daha geriden gelmek üzere Türkiye gibi ülkelerin ekonomileri eski ağırlıklarının biraz daha üzerine çıktılar. Ama bu süreç krizle ortaya çıkmadı. Kriz, var olan durumun daha açık seçik görülmesini sağladı. Bu ülkeler, “piyasalarının fazla derin” olmamasının, yani geriliğin avantajı ile krizden en büyüklere göre, göreli olarak daha az etkilendiler. Dünya ekonomisinin “merkez ülkeleri”, “tepe noktaları” bu krizden daha fazla darbe yediler. Bunun yol açtığı sonuçlardan birisi, krizin ardından ülkelerin pozisyonlarında, ağırlıklarında değişmeler olmasıdır.

Kapitalist ekonominin eşitsiz ve sıçramalı gelişmesi göz önüne alındığında, bütün bu yaşananların sürpriz olmadığı çok iyi görülür. Kapitalist emperyalist sistem içerisinde ülkelerin ağırlıklarının değişmesi, -İngiltere tek güçken, Fransa, Almanya ve ABD’nin ilerlemesi ve ortak olması gibi. Ayrıca, hatırlanacağı gibi, Birinci Paylaşım Savaşı’nın ardından Almanya neredeyse sömürge olmuştu!- ekonomilerin genel sıralamadaki yerlerinin farklılaşması, sistemin doğasında bulunmaktadır. Eşitsiz ve sıçramalı gelişmenin sonucudur bu. Ancak son yüzyıla bakıldığında, listenin ilk ülkelerinin sıralamada yerleri değişmekle birlikte listenin hemen hemen hep aynı kaldığı görülmektedir. ABD, Japonya, Almanya, İngiltere, Fransa, İtalya gibi ülkeler hep bu listenin içindedirler. Şimdi bu listenin biraz daha genişlediği görülmektedir. Çin, Hindistan, Rusya, Brezilya vb. gibi ülkelerin ekonomileri eşit ve aynı özellikler göstermemekle birlikte, gelişmiş ve büyümüştür.

Buna karşın dünya ekonomisinin belirleyici ülkesi halen ABD’dir. ABD, 14 trilyon dolarlık GSMH ile listenin başında yer almakta, bir ucundan tartışılmaya başlasa da, dolar hâlâ dünya parası olarak kabul görmektedir. Listenin ikinci ülkesi ile ABD arasında hemen hemen 10 trilyon dolara yakın bir fark bulunmaktadır. ABD ekonomisinin dünya ekonomisinin yüzde 25’inden fazlasını oluşturduğu bilinmektedir. Dünya ekonomisinin ağırlık merkezinin Batı’dan Asya kaydığına ilişkin tespitler, yeni ve kriz sonrasının tespitleri değildir. Milyarlık nüfus sahibi ülkelerin -Çin ve Hindistan- yer aldığı, eski emperyalist Japonya’nın bulunduğu Asya’nın kapitalist gelişmenin girdabına kapılması ile üretimlerinin artması, bu ülkelerin büyük potansiyel pazarlar ve üreticiler haline geldikleri bir gerçektir. Ama diğer bir gerçek de, dünya ekonomisinin canlanması için halen Amerikalı tüketicilere bel bağlanmış olmasıdır! Büyük nüfusları ve alanları ile bu ülkelerin ekonomileri büyümekte, ama kişi başına düşen GSMH payı genellikle üç rakamlı dolarla ifade edilmektedir.

Burada temel sorun şudur ki; bu ülkeler kapitalist emperyalist sistemin bir parçasıdır ve avlanma istekleri kadar, av olma durumları da bulunmaktadır. Yani eski çözümsüz çelişkilerin üzerine yenileri binmiş durumdadır. Bu durumda, dünya ekonomisinin ağırlık merkezlerindeki farklılaşma ya da oranların değişmesi, daha adil ve kusurlarından arınmış bir küreselleşme -emperyalizm- için nasıl bir zemin sağlayacaktır? Dünya ekonomisinde orta büyüklükteki devletlerin sayısının artması, bunların eskilerle kurdukları işbirlikleri ve karşı taraftakilerle mücadelesi; daha sert rekabet, bloklaşma eğilimlerinin artması, pazarlar için mücadelenin daha da kızışması anlamına gelmektedir. Kuşkusuz ABD eskisi kadar rahat at oynatamayacaktır. İttifaklarını geliştirerek pozisyonunu korumaya çalışacaktır ve bunu yapıyor. Ama bütün bunlar, bloklaşmalar ve egemenlik mücadelesini, daha sert bir rekabeti, silahlanma yarışını, ham madde ve enerjiye egemen olma mücadelesini kızıştıracak gelişmelerdir. Yani çelişkilerin yumuşaması değil, keskinleşmesi ve sertleşmesi söz konusudur.

Demek ki, Ulagay’ın “sosyal reformist, liberal” bir cepheden yorumlayarak;  “kusurlarından arınmış, daha katılımcı bir dünya sistemi” için olanak gördüğü yerde, daha sert rekabet, rakibi boğmak için önlemler, bloklaşma ve egemen olma mücadelesinin bütün unsurları bulunmaktadır. Bu tablonun içinde ABD’nin ne kadar ağırlığı olacağı sorunu, bir ayrıntıdan, ama önemli bir ayrıntıdan öteye geçmediği gibi, sorunun özü de değildir. Sorunun özü, yeni güç ilişkileri temelinde yeni dengelerin kurulması talebi, eskilerin durumlarını koruma mücadelesi, bu mücadele içinde yeni dengeler kurulurken amansız bir mücadelenin yürütülecek olmasıdır. Örneğin doların dünya parası olmaktan çıkarılması için yürütülen açık/kapalı pazarlıklar, ülkelerin ikili ticarette ulusal paraları kullanma yönünde yaptıkları anlaşmalar, enerjiye ve enerji yollarına egemen olmak için verilen mücadeleler ve gruplaşmalar bu gelişmenin ön habercisi durumundadır.

“Batı’nın artık tek başına belirleyici olmadığı bir yeni küresel düzenin oluşturulması yolunda adımlar atmak; bu yeni küresel düzenin kurallarını ve kurumlarını gerçekten küresel katılımla belirlemek”… Ulagay’ın beklentisi ve temennisi bu. Ama bu “katılımcılar”, kapitalist dünyanın “yükselen güçleri” olarak tanımlanan ülkeler ve bunların “eskilere” göre henüz epeyce çapsız oldukları da görülmektedir. Bu ülkelerin, eskilerin liderliğinde olmak üzere, çeşitli gruplaşmalara yedeklenerek, ganimetten kendi güçlerine göre bir parça koparmak istemek dışında ne gibi bir hedefleri bulunuyor? Başka bir hedefleri yoktur. Her birisi bulundukları coğrafyada bölgesel bir güç olmak istiyor ve bunu, ancak eskilerin bazıları ile ittifak arayarak, onların koltuk altına girerek gerçekleştirebileceklerini gayet iyi biliyorlar. Buradaki mücadele, “insanın toplumsal bir varlık olduğu” teslim etme mücadelesi değil, dünyayı yeni bir yıkıma sürükleyecek bir mücadeledir.

Örneğin G-20’lerden Türkiye’ye bakalım. Türkiye, bugün Ortadoğu’ya, kendi doğusuna daha fazla yöneliyorsa, bunun ABD’nin bölge politikaları dışında düşünülmesi, ona rağmen bir gelişme olması kesinlikle söz konusu değildir. ABD emperyalizmi, ekonomik ve askeri olarak yediği darbeler sonucu kısmen zayıflamış, bölgesel dayanaklara daha fazla ihtiyaç duyar hale gelmiştir. Ama onlara verdiği görev, onlardan istediği daha “aktif” politikalardır. ABD Başkanı Obama, Türkiye ziyaretinde TBMM’de yaptığı konuşmada, ABD-Türkiye ilişkilerini, bu duruma uyan “model ortaklık” olarak tanımlamıştır. Türkiye’den istenen, ekonomisiyle, diplomasisiyle, askeri gücüyle, hatta tarihsel birikimi ve ilişkileriyle ABD’nin çıkarlarını koruması ve geliştirmesidir.

Ya da şöyle bir olasılık düşünelim; örneğin uzak doğu’da Çin, Japonya, Güney Kore vb. ülkeler, kendi aralarında bölgesel bir ittifaka girmiş olsunlar. Bu durumda bu ittifak kime karşı olacaktır? Öncelikle, bölgede güç ve egemenlik mücadelesi veren diğer büyük devletlere karşı ve onları bölgeden sürmek üzerine olacaktır. Bu, keskin bir rekabet ve egemenlik mücadelesi demektiir. Küresel düzenin belirlenmesindeki “katılımcılık” ancak böyle olanaklıdır. Mücadeleye katılanlar, güçleri oranında kendi paylarını talep edeceklerdir. Halklara düşen ise, sömürü ve yıkımdır. Bu mücadelelerden “insanı toplumsal bir varlık olarak görme” sonucunun çıkacağını öngörmek için gerçekten hayal dünyasında yaşamak gerekir.

G-20’ler böyle bir role soyunabilir mi? Bu mücadelelere katılan, dünya kapitalizmini yaşatmak dışında ortak bir çıkarları olmayan, ayrışan ve birbirine zıt çıkarlara sahip olan devletlerin, “yeni kuralların” belirlenmesinde kendi gerici amaç ve isteklerinin dışında bir ilkeleri bulunmamaktadır. G-7 dışında kalanlar, diğerleri ile çeşitli müttefiklik ilişkileri içerisinde bulunmaktadırlar. Örneğin Türkiye ve Meksika’nın ABD çıkarlarına zarar verecek kararların içinde bulunmayacağı ne kadar gerçekse, Almanya ve Fransa’nın başka bir “ittifakın” çıkarlarının söz konusu olduğu yerde, kendi çıkarlarının zarar gördüğünü dile getirmeleri de o kadar gerçektir. Örneğin, Ulagay “yeni düzen” için Çin’e fazlaca bir umut bağlasa da, ABD ile Çin arasında patlak veren, bazı metalarda karşılıklı olarak gümrük ve vergi artırımını gündeme getiren “ticari savaş”ın büyüme ihtimali oldukça fazladır.

Ulagay, “ABD ve diğer Batı ülkelerinin, dünya ekonomisinde ve küresel sistemde hâlâ büyük ağırlığı var… küresel mutabakatın sağlanması için her şeyden önce Batı’nın sahip olduğu bazı ayrıcalıklardan feragat etmeyi kabul etmesi, dünyanın yeni gerçeklerini kabul etmesi gerekiyor.” (sf. 25) demektedir. Ancak, yine örneğin son G-20 toplantısında IMF’ye daha fazla görev verilmesinde anlaşılmış, ancak IMF kararlarında ABD belirleyiciliğine dokunulamamıştır. ABD, IMF’nin istemediği kararlarını tek başına veto etme hakkını sıkıca elinde tutmaktadır. Görülüyor ki; Ulagay’ın bu söyledikleri, emperyalist sistemin katı gerçekleri karşısında boş bir hayal, kapitalist emperyalist devletler arasındaki egemenlik ve güç mücadelesi ise realitedir.

Son dönemde yapılan sık toplantılara karşın, G-20’nin kurumsallaşma yönünde hiçbir adım atamaması son derece dikkat çekicidir. G-7’yi oluşturanlar, G-20’yi toplayarak onların krizin yükünün hafifletilmesi için “sorumluluk üstlenmeye” davet ettiler! Bu davetin, ‘bizim yığılan metalarımızı daha fazla tüketmelisiniz’ anlamına geldiği kısa sürede anlaşıldı. Ayrıca işin diğer bir boyutu var ki, bu, son derece dikkat çekicidir. G-7’ler, diğer ülkelerin döviz rezervlerini IMF’nin kullanımına açmalarını talep ettiler. Bu durum, söz konusu ülkeler için son derece ağır sonuçlara yol açacak bir yolun açılması olacaktır. Kasım ayının ilk haftasında İskoçya’da yapılan G-20 maliye bakanları toplantısında alınan “önlemlerin” kaldırılıp kaldırılmaması yönünde ciddi tartışmalar yaşanmış, ülkeler kendi çıkarlarını koruma konusunda taviz vermeye yanaşmamışlardır. Örneğin “küresel para transferlerinin yeniden düzenlenmesi” tartışılmış, ancak ortak bir karar alınamamıştır. Kısaca vurgulanmalıdır ki, G-7’lerin G-20’yi toplamasının temel amacı, onların krizin yükünü üstlenme konusunda sorumluluk almasını sağlamak, dahası, onları yükün altına girmeye zorlamaktır.

Diğer taraftan şu gerçek dikkat çekicidir: G-20’ye katılan “gelişmekte olan ülkeler”e ya da farklı bir tanımla “yükselen pazarlar”a sermaye akışında ciddi bir yavaşlama söz konusudur. Bu ülkelere olan sermaye akışı, 2007 yılında 1,2 trilyon dolar seviyesindeydi. Net özel sermayenin bu akışı, 2008 yılında 707 milyar dolara düştü. Uluslararası sermaye akışının bu yıl daha da gerileyip 363 milyar dolara düşmesi bekleniyor. (Kaynak Dünya Bankası) Mali sermaye, daha çok “kendi merkezleri”ne yönelme eğilimine girmiştir. Ulagay’ın hoşuna gitmese de, gerçekler bunlar. G-20’ye katılan ülkelerin ciddi iddialar ortaya sürebilmeleri bu tabloda olanaklı görünmüyor. Onlar, şimdilik, güçlü stepneler olma aşamasındalar.

EMPERYALİZM; ÇÜRÜMESİ VE ASALAKLIĞI ZİRVEYE ÇIKMIŞ TEKELCİ KAPİTALİZM

Bugünkü krizi, finans gruplarının yöneticilerinin yanlış politikalarına, CEO’ların aç gözlülüğüne bağlayarak açıklama çabalarının olduğu bilinmektedir. Oysa son kriz, kapitalist sistemin bir bütün olarak asalaklığı ve çürümesinin dışa vurmasından başka bir şey değildir. Azami kârı garantiye alma isteği aşırı üretimi körüklemiş, aşırı üretim spekülasyona yol vermiş, bütün bunların sonucunda, kapitalist üretimin sinir merkezi olan finans sistemi tepe taklak gitmiş, üretim büyük bir yara almıştır. Bu bölümde Lenin’i ve onun “Emperyalizm” adlı yapıtını hatırlatmakta sayısız yarar bulunuyor.

Lenin, “Kapitalizmin En Yüksek Aşaması Emperyalizm” adlı yapıtını 1916 ilkbaharında yazdı. Lenin, 19. yüzyılın ortalarından itibaren nüveleri ortaya çıkan, bu yüzyılın sonunda ve 20. yüzyılın başında artık egemen olmaya başlayan tekeller ve mali sermaye üzerine dönemin literatürünü tarayarak, ölümsüz bir yapıt ortaya çıkardı. Emperyalizmin değiştiğine ilişkin bütün teori ve tezlere karşın, emperyalizme temel olan ilişkilerin ve ekonomik temelin, niceliksel değişimler dışında, özünde değişmediğini, bugün yaşanan olaylar yeterince kanıtladı. Bu yapıtın ilgili bölümlerine kısaca bir göz atmak, bugün olup bitenleri daha iyi anlamamıza yardım edecektir.

Bu ölümsüz yapıtın üçüncü bölümünün başlığı “Mali sermaye ve mali oligarşi”, sekizinci bölümünün başlığı ise “Kapitalizmin asalaklığı ve çürümesi”dir. Lenin, çürümeyi ve asalaklığı anlattığı bölümde, şunları vurgular: “Emperyalizmin en derin ekonomik temeli tekeldir. Bu tekel kapitalist tekeldir, yani kapitalizmden doğmuş olan ve kapitalizmin, meta üretiminin, rekabetin genel koşulları içinde, bu genel koşullarla sürekli ve çözülmez bir çelişki halinde bulunan bir tekeldir. Ve yine de, bütün tekeller gibi, kaçınılmaz olarak bir durgunluk ve çürüme eğilimine yol açar: geçici olarak da olsa, tekel fiyatları uygulandığı ölçüde, teknik ve dolayısıyla her türlü ilerlemenin itici gücü bir noktaya kadar yok olur; ayrıca, teknik ilerlemeyi yapay olarak frenleme iktisadi olanağı doğar… Kapitalist rejimde tekel, elbette dünya pazarında rekabeti tümüyle ya da uzun bir süre için ortadan kaldıramaz… Teknik iyileşmelerle üretim maliyetlerini azaltma ve kârları yükseltme olanağı elbette yeniliklere yol açmaktadır. Ancak, tekellere özgü durgunluk ve çürüme eğilimi işlemeye devam etmekte, bazı ülkelerde bazı sanayi dallarında bir zaman için üste çıkmaktadır.

Bu asalaklığı ve çürümeyi iyi anlayabilmek için alıntılarımızı biraz uzun tutmak zorundayız. Lenin, şöyle devam etmektedir: “Emperyalizm, az sayıda ülkede, daha önce de gördüğümüz gibi 100-150 milyar frankı bulan büyük bir nakdi-sermaye birikimidir. Rantiye sınıfın ya da daha doğrusu rantiye tabakanın, yani “kırptıkları kuponlarla” yaşayan insanların, herhangi bir işletmenin çalışmasına hiçbir biçimde katılmayan insanların, meslekleri işsizlik olan insanların olağanüstü bir biçimde çoğalması bundandır. Emperyalizmin başta gelen ekonomik temellerinden biri olan sermaye ihracı, rantiye tabakasının üretimden kopuşunu daha da artırır ve denizaşırı bazı ülkelerin ve sömürgelerin emeğinin sömürüsüyle yaşayan ülkenin topuna asalaklık damgasını vurur.

Lenin, o dönemde yapılmış araştırmalardan örnekler vererek, bu asalaklığın dev boyutlarını ortaya koyuyor. Örneğin şu: “Büyük Britanya’nın bütün sömürge ve dış ticaretinde, ihracat ve ithalatından elde ettiği toplam yıllık gelir -istatistikçi Giffen tarafından, 1889 için 800 milyon İngiliz liralık iş hacmi üzerinden %2,5 hesabıyla- 18 milyon İngiliz lirası (yaklaşık olarak 170 milyon ruble) olarak tahmin edilmiştir. Bu rakam ne denli büyük olursa olsun, gene de İngiliz emperyalizminin saldırgan yönünü açıklamaya yetmeyecektir. Bunu asıl ortaya koyan, ‘yatırılmış’ sermayenin gelirini, rantiye tabakasının gelirini temsil eden 90-100 milyon sterlin tutarındaki paradır. Rantiyelerin elde ettiği gelir, dış ticaret gelirinden, hem de dünyanın en büyük ticaret ülkesinin dış ticaret gelirinden beş kat daha fazladır! Emperyalizmin ve emperyalist asalaklığın esası budur işte.

Bunun için, ‘rantiye-devlet’ (Rentnerstaat) ya da tefeci-devlet kavramı, emperyalizmi işleyen iktisat yazınında, sık sık kullanılan bir deyim olmuştur. Dünya, bir avuç tefeci devlete ve bir borçlu devletler çoğunluğuna bölünmüş bulunmaktadır… İngiltere’nin ulusal geliri 1865-1898 yılları arasında, hemen hemen iki katına yükselmişti; oysa ‘yurtdışından sağlanan’ gelirin aynı süre içinde artışı dokuz kata çıkmıştı.” Lenin “İngiltere’de gittikçe daha büyük yüzölçümlerine ulaşan bir toprak parçası, tarımdan ayrılarak spor işlerine, zenginlerin eğlence işlerine verilmektedir.” diye yazarak, tekelci kapitalist emperyalist asalaklık ve çürümeye dikkat çekmekteydi…

“Mali Sermaye ve Mali Oligarşi” bölümündeki şu tespit, günümüzde olup biteni anlamak açısından son derece çarpıcıdır: “Kapitalizmin özelliği, genel olarak, sermaye sahipliğini, bu sermayenin sanayide uygulanışından; para-sermayeyi, sınai ya da üretken sermayeden, yalnızca para-sermayeden elde ettiği gelirle yaşayan rantiyeyi, sanayiciden ve sermayenin yönetimi ile doğrudan ilgili herkesten ayırır. Bu ayrılma, geniş ölçülere ulaştığı zaman, mali-sermayenin egemenliği ya da emperyalizm, kapitalizmin en yüksek aşama çizgisine gelir. Mali-sermayenin bütün öbür sermaye çeşitlerinden üstünlüğü rantiyenin ve mali-oligarşinin egemenliği anlamını da taşır; mali yönden ‘güçlü’ birkaç devletin bütün öbür devletler karşısındaki üstün durumunu da açıklar.

Lenin’den aktardığımız çürüme ve asalaklık örnekleri bugün zirveye çıkmış durumda. Burada, bazı verileri incelemekte yarar var.

Yapılan bir araştırmaya göre (Mc Kinsey Global Institute); 1980 yılında dünyadaki finansal varlıkların (banka mevduat ve kredileri, hisse senetleri, tahvil ve bono) toplamı 12 trilyon dolardır. Buna karşın dünya GSYH’sı 10 trilyon dolardır. 2007’ye gelindiğinde, küresel finans varlıklarının toplamı 196 trilyon dolara çıkmış, buna karşın GSYH 55 trilyon dolar olmuştur. Artışlardaki katlanma dikkat çekicidir, ancak finans varlıklarındaki artış daha da dikkat çekicidir. Finans varlıkları 16 kat artarken, GSYH ise 5 kat artmıştır. “Türev” varlıkları diye adlandırılan enstrümanlarla yapılan kontratların değeri, 1998’de GSYH düzeyindedir. 2007’de ise, 600 trilyon doları -dünya GSYH’sının 11 katı- aşmıştır. (kaynak: günlük gazeteler ve Ulagay)

Bu gelişme neyi kanıtlamaktadır? Öncelikle, sermayenin, üretken sermayeden -gerçek değerler üreten, üretime bağlı sermaye- kopuşunun son derece arttığını, mali sermayenin ulaştığı asalaklığın ve çürümenin düzeyini kanıtlamaktadır. Ama bu durum, her zaman potansiyel bir krizin varlığına işaret eder. Az çok ciddi sayılabilecek birkaç banka, tekel kârlarını “realize” etmek istediğinde, sistem için tehlike çanları çalmaya başlamış demektir. Kapitalist üretim sisteminin temeli ve kalbi sanayi üretimidir. Finans sistemi, kapitalizmin kan dolaşımı ve sinir sistemi gibidir. Sanayi ve banka sermayesi tekeller çağında iç içe girmiş, tek bir mali sermaye olarak kaynaşmış, ama üretimin genel değeri ile, finansal varlıkların genel değeri arasında az çok kabul edilebilen bir oran olmuştur. Şimdi bu oranın çok fazla açıldığı, bu durumun da kapitalizmin bunalımlarını daha da ağırlaştırdığı görülmektedir. Şuna vurgu yapmak gerekir ki, günümüzde mali sermayenin ulaştığı gelişme derecesi, kapitalist sistemin sorunlarını son derece ağırlaştırdı ve büyüttü, içinden çıkılamaz bir hale getirdi. Kapitalizmin dengesizliğini artırdı.

Bu nedenle, aşırı ölçüde dengesizleşmiş bir üretim ve finans sistemine sahip kapitalist dünya sistemi, geçmiş bunalımlarından farklı olarak, gelecekteki olanaklarını da yemeye başlamıştır. Toparlanma beklenmekte, ancak sistem, yeni döneme aşırı borçlu başlamaktadır. Bu durum, bunalımdan çıkmayı eskiye göre zorlaştırdığı gibi, var olan dengesizliği de, yeni dengeler oluşturma konusunda son derece kırılgan hale getirmektedir. “İkinci dip”, “bir yıl içinde yeni balonların patlayacağı” öngörüleri de, işte bu temelden kaynaklanmaktadır.

Burada şu soru yanıtlanmalıdır: Üretimden bu derece kopuk bir sermaye ne ölçüde ve oranda büyüyebilir? Aşırı kâr dürtüsü, kapitalist tekelleri bunun sınırlarını ölçüsüzce geliştirmeye doğru zorlamıştır. Bir simyacının yoktan altın yaratma tutkusu gibi, mali sermayeye hükmedenler de, sermayelerini üretimden bağımsız olarak sınırsızca genişletebilecekleri ve çoğaltabilecekleri yolları bulduklarını sanmışlardır. Olmayan değerler, olmayan sermaye “gerçek varlıklar olarak” işlem görmeye başlamıştır. Bu durum, başlıca iki temel soruna yol açmıştır. Bunun ilki, aşırı kârlar vurma isteğiyle aşırı üretimi sınırsız teşvik etme ve yığılan meta dağları; ikincisi ise, ilk panikte en zayıf zincirden kopacak mali dolaşım, yani finans sistemi. Son bunalımda her ikisi de gerçekleşmiştir. Bu durum, kapitalist sistemin çürümesinin ve asalaklığının zirvesidir.

Burada, çürüme ve asalaklığının bir başka boyutuna işaret etmek gerekiyor. Belli başlı büyük devletlerin borç yükü giderek artmakta, genel olarak borç toplamının ulusal gelire oranı yükselmektedir. Bazı büyük emperyalist devletlerde durum şöyledir: ABD’de borçların ulusal gelire oranı % 93,6 (ABD’nin 12 trilyon 250 milyar dolar devlet ve özel sektör dış borç toplamı bulunuyor.); Britanya’da %81,7 (İngiltere’nin toplam 10 trilyon 450 milyar dolar dış borcu bulunuyor); Japonya’da %227,0 (Japonya’nın toplam dış borcu 1,5 trilyon dolar); İtalya’da %120,1; Almanya’da %84,5. (Kaynak: Sabah ekonomi, 1 Şubat 2009 İnt.) vb. Burada, örneğin ABD’nin ulusal gelirinin 15 trilyon dolar dolayında olduğunu hatırlatmakta yarar var. Bu yüksek borçluluk oranları, devletlerin “piyasalardan” sürekli olarak borç almasını da beraberinde getirmektedir.

Eğer “alacaklılar” borçlarını bir yılda tahsil etmek isteselerdi, bunun yol açacağı tek sonuç, bu devletlerin iflaslarını istemeleri olurdu! Büyük emperyalist devletler, bu borçların ödenmesini yıllara yaymaları, emperyalist avantajlarla geri ülkeleri soymaları, ticari tekel vb. gibi imkanları kullanmaları nedeniyle ekonomilerini “çevirebilmektedirler”, ama sürprizlere de gebe olmaktan kurtulamamaktadırlar. Çünkü bu yüksek borçluluk, ek riskleri beraberinde getirmektedir. Faiz oranları bile, tek başına, ekonomilerde dalgalanmalara yol açabilmektedir. “Sıcak para”nın orta büyüklükteki ekonomileri nasıl sarsıp, krize sürüklediği görülmüş ve yaşanmıştır. Sürekli borçlanmaların ve bunlara ödenen faizlerin asalaklığın ve çürümenin boyutlarını korkunç derecede artırdığına dikkat çekmek gerekiyor.

Bu arada hatırlatmak gerekir ki, Japonya’nın durumu ilginçtir. Japonya, ulusal gelirine oranla en fazla borçlu olan devlettir. Japon devleti finans kapitale adeta haraç vermektedir. Bir dönem Japon bankalarının dünyanın en büyük bankaları arasında yer alması, kesinlikle tesadüfi değildir. Ama bu durumun Japon ekonomisine faturası, bir türlü atlatılamayan durgunluktur. Japon ekonomisini, üretime önem vermesi ile, herhalde “Anglo-Sakson” kapitalizminden ayırmak gerekir! Ama mali sermaye ve tekel kârları söz konusu olduğunda, tutulan yolun aynı olduğu kolaylıkla görülmektedir.

Yine burada hatırlatmak gerekir ki, finans spekülasyonları ile ilgili verilen örnekler, mali sermayenin sadece finans alanında spekülasyon yaptığı gibi bir sonuca yol açmamalıdır. Başta konut olmak üzere, çelik ve petrol üzerine yapılan spekülasyonların bugünkü krizi hazırlayan unsurların arasında olması son derece dikkat çekicidir. Fiyatlardaki aşırı artma, stokların büyümesi, daha sonra değerlerin düşmesi vb. ciddi çalkalanmalara yol açmıştır.

Tekelci kapitalizmin yol açtığı durgunluk ve çürüme eğilimine, bir de, tek bir tekel örneğinde bakmakta yarar var. GM, dünyanın bir numaralı otomotiv tekeli olarak, sınırsızca büyüdü. Otomotiv sektörü, genelde rekabetin keskin olduğu bir sektördür. Bu durumda, Amerikan tekelinin, pazar payını korumak ve artırmak için, üretim tekniklerini geliştirmeye ve teknolojik yenilenmeye azami dikkat göstermesi beklenirdi. Ancak GM, rakipleri ile girdiği rekabette, diğer şeylerin yanı sıra aşırı ve dengesiz büyümenin yol açtığı durgunluğu da aşamadı. Kriz çanları çaldığında ilk tepetaklak olan otomotiv tekelinin GM olması, kesinlikle bir tesadüf değildir. GM, aşırı tekel kârlarını cebe indirdi, ama bu durum, aynı zamanda, onun kapitalist sistem için zorunlu olan yaşamsal reflekslerini son derece zayıflattı. GM, sonuçta devlet kapısına çulu serdi. Ama diğer taraftan, Opel örneğinde de görüldüğü gibi, rakibin bağrındaki pazar payından da vaz geçmemek, o pazardan silinmemek için ne gerekirse yapıyor.

Sonucu durgunlukla biten eşitsiz ve sıçramalı gelişmeye tekellerden bir başka güncel örnek, Fiat’tır. İtalyan otomotiv devi Fiat, 2000’lerin başında derin bir krize yuvarlandı ve satışı gündeme geldi. Alıcılardan birisi de, GM’ydi! Ama bugün Fiat, Amerikan otomotiv tekeli Chrysler’in yüzde 20’sini almış durumda, tamamını yutmanın hesaplarını yapıyor ve bir ara da GM’ye talip olmuştu! Görülmektedir ki, sermayenin genel eğilimi eşitsizlik ve sıçramalar içinde sınırsızca büyümedir. Ama bu büyüme, durgunluğu ve çürümeyi de beraberinde getirmektedir.

Bütün bu dalgalanmalar, işletmelerin verimliliği ile büyüklüğü arasındaki ilişkiyi, tartışma konuları arasına katmıştır. Kapitalizmin ideologlarının zaman zaman küçük işletmelerin üstünlüğüne övgüler dizmesi boşuna değildir. Dev tekellerin durgunluğunun ve giderek bu durgunluğun yol açtığı kârlılıktaki düşüşün “küçük işletmelerle aşılabileceği” tezlerinin temelinde genelde bu sorun yatmaktadır. İşletmeler küçültülmeye -genellikle bölünerek- çalışılmakta, ama bu kez farklı sorunlar patlak vermektedir. Üretim için çıkan sorunlar bunların başında gelmektedir. Diğer taraftan, kapitalizmde küçülme bir yana, yerinde saymanın bile ağır sonuçları bulunmaktadır. Bu kez eğilim tersine döner ve hantal ve kârsız olduğu gerekçesiyle ve sosyalizmi çağrıştırması nedeniyle mahkum edilen “kombine işletmelerin üstünlüğü” yeniden keşfedilir vb. Bu bir kısır döngüdür. Kapitalizm kendisini bir o tarafa, bir bu tarafa vurmakta, iflah olmaz sorunlarına çare bulmaya çalışmaktadır. Ama görüldüğü gibi bu nafile bir çabadır.

KAPİTALİZMİN SORUNLARI ÇÖZÜMLENEMEZ SORUNLARDIR, SOSYALİZM ZORUNLULUKTUR

Yazının önceki bölümlerinde işlenen kapitalist sistemin sorunları, tüm yaşanan pratik tecrübenin kanıtladığı gibi, kapitalizm bir sistem olarak ortadan kaldırılmadıkça çözümlenemez türden sorunlardır. İşsizlik, yoksulluğun yaygınlaşması, ekonomik krizler, yerel ve bölgesel savaşlar ve işgaller, geçmişte yaşanan ve gelecekte yaşanmayacağının bir garantisi olmayan genel bir savaş tehdidi gibi sorunlar, kapitalizmin çözüm bulamayacağı sorunlardır.

Bu sorunların bazılarına kısaca bir göz atalım; Birleşmiş Milletler’in yaptığı açıklamaya göre, dünya çapında sürekli açlık çeken insan sayısı 1,02 milyara ulaştı. BM, ilk defa bu kadar yüksek bir rakamla karşı karşıya olunduğunu belirtmektedir. Dünyada her altı insandan biri açlık sorunu yaşamaktadır. Her 5 saniyede bir çocuk, açlık nedeniyle yaşamını yitirmektedir. 2007’ye kadar açlık çekenleri gösteren rakam 850 milyon’u geçmiyordu. 2008’de ise, bu rakam, 915 milyon civarlarındaydı. Yani açlık çekenlerin sayısı azalma değil, artış göstermiş durumdadır.

Yoksulluk sorunu ise, ağırlaşmaya devam ediyor. Dünyada 3 milyar kişinin yoksulluk sınırının altında yaşadığı kabul ediliyor. Bağımlı ve geri ülkelerin halklarının önemli bir kesimi yoksulluk sınırının altında yaşıyor. Kapitalizmin merkezlerinde işsizlik sistematik olarak yükseliyor. ABD’de, işsizlik, son 26 yıldan bu yana, ilk defa yüzde 10’u geçti. Avrupa ülkelerinde ise, artık yüzde 10, ile yüzde 20 arasındaki rakamlara rastlanabiliyor.

Dünya Bankası’nın eski Başkan Yardımcısı, Brookings Institution Küresel Ekonomi ve Gelişim Programı Başkan Yardımcısı ve Direktörü, AKP Hükümetine anahtar teslimi ekonomi programı devreden eski bakan ve CHP’li, dünya emperyalizminin has adamı Kemal Derviş, bir konuşmasında zengin ile fakirin yanı sıra, zengin kentler ile fakir kentler arasındaki farkın da arttığını belirtiyor. Urban Age İstanbul Konferansı’nda yaptığı konuşmada kıyaslamalarda yapan Derviş, şöyle diyor: “Geçmişe gidecek olursak, 1820’lerde zenginle fakir arasında 3 kat fark vardı. Yani zenginler fakirlerden 3 kat daha zengindi. Bugün en zengin 10 ile en fakir 10 arasında karşılaştırma yaptığımızda, en zenginle en fakir arasındaki fark 50 kat. Burada inanılmaz bir ayrışma trendi söz konusu.” demektedir. Karşılaştırma çarpıcı, ancak gerçek tabloyu yansıtmaktan uzak. Gerçekte milyon katlara varan bir durum söz konusudur.

Nitekim, ABD Kongresi Bütçe Ofisi’nin verilerinden yararlanılarak hazırlanmış olan bir araştırma, 1979 – 2005 döneminde ABD halkının yüzde 80’ini oluşturan geniş kitlenin elde ettiği gelir artışının çok sınırlı kaldığını gösterirken, en üstteki yüzde 20’nin gelirinin yüzde 100’e yakın bir artış göstermiş olduğunu kanıtlamaktadır. “Gelir merdiveninin en tepesindeki yüzde 1’in elde ettiği gelir artışı ise yüzde 200’ü geçmiş. 2005 yılında en alttaki yüzde 20’lik gelir diliminde bulunan tüm hanelerin toplam geliri 383 milyarda kalırken, en tepedeki yüzde 1’in elde ettiği gelir artışı 525 milyar dolar olmuş”tur (N. York Times, 15 Aralık 2007)

Uluslararası işçi sınıfı üzerindeki emek sömürüsündeki yoğunlaşma da korkunç derecede artmıştır. Otomotiv sektöründe bir işçi, yılda, Hindistan’da 2777, Türkiye‘de 2129, Çin’de 2122 saat çalışmaktadır. Çalışma saatleri mutlak artı-değer sömürüsünün artması konusunda bir fikir vermekte, ancak emek sömürüsündeki yoğunlaşmayı yansıtan nispi artı-değer sömürüsü konusunda kesin bir fikir vermemektedir. Avrupa, ABD, Japonya vb.’de yüksek teknoloji ile çalışan işçilerin üzerindeki emek sömürüsünün yoğunluğu olağanüstü artmış durumdadır. Otomotivde, dakikada bir adet üretimin yapıldığı yoğunluğa ulaşılmıştır.

İşçilerin sosyal kazanımlarına da vahşice saldırılmaktadır. Sağlık ve sosyal alanda kısıntılar ve kesintiler fazlalaşmakta, haklar geri alınmakta, işçilerin ve emekçilerin emeklerinin ürünü olan fonlar, mali sermayenin yağmasına açılmaktadır. Örneğin dünyada emeklilik fonlarının 17-18 trilyon dolar büyüklükte olduğu belirtilmektedir. Bir fon yöneticisi şu tespitleri yapmaktadır: “Bunun 10 trilyon doları Amerika’da ve yüzde 60-65’i de hisse senetlerine yatırılmış. Bu krizde 2 trilyon dolar seviyesinde varlık, fonlar içerisinde eridi. Genel olarak ifade etmek gerekir ki; sağlık ve emeklilik fonları ciddi bir tehdit altındadır.

Kapitalizmin en gelişmiş ülkelerinde aşağı yukarı durum budur. Bağımlı ve geri ülkelerde ise, tam bir yıkım tablosu söz konusudur. Emperyalist kapitalist ülkelerin kendi tüm avantajlarına karşın durum bu iken, onların egemen olduğu bir dünyanın daha değişik ve “adil” bir tablo ortaya çıkarması için ne gibi bir haklı gerekçe bulunuyor? Böyle “haklı” gerekçeler yoktur ve bulunamaz.

Krizin sadece 2008 yılında yol açtığı “varlık kaybı” 50 trilyon dolar olarak hesaplanmaktadır. Bu, neredeyse dünya ekonomisinin 1 yılda yarattığı toplam gelire yakın bir rakamdır. Bu “servetin”, eğer insanlığın yararına kullanılsaydı, bugün açlık, yoksulluk, temiz suya ulaşamama, aşırı sömürü altında üretime zorlanma, geleceksizlik gibi sorunları ortadan kaldıracağını tahmin etmek çok mu zor? Kuşkusuz zor değildir. Ancak bu durumda kapitalist emperyalizm, kendisi olmaktan çıkardı.

Bugün şu durum bir gerçektir: En büyük tekelci devletlerde, ekonomi, iflastan ve çöküşten devlet müdahalesi ile kurtulmuştur. Bu dayanak ortadan kalktığı anda çökecek kapitalist ekonomi sayısının haddi hesabı bulunmamaktadır. Emperyalizmin ideologlarının şaka yollu söyledikleri “sosyalist olduk” lafları gerçeği yansıtmasa, demagojik nitelikli olsa da, olup biten, toplumsal zenginliklerin bir avuç rantiyenin kâr hırsına terk edilemeyeceğini açık seçik kanıtlamaktadır. Başta işçi sınıfı olmak üzere, tüm emekçi yığınlar ağır koşullarda çalıştırılmakta, bunların tüm toplum için yaptıkları üretime, toplam toplumsal üretime tekelci kapitalistler el koymakta, toplum “fazla zenginlik ürettiği” için krize düşmektedir! Bu durum akıl dışıdır, ama kapitalizm böyle işlemektedir.

Bunun temel nedeni, toplumun ürettiği zenginliklerin “sermaye” olma niteliğidir. Hiçbir üretim aracı, sahibi olan kapitaliste azami kâr sağlamadan, üretime -sermaye niteliğinde olmak zorunda- girmemekte, hiçbir banka azami rantı elde etmeden kredi açmamaktadır. Dünyada, bir tarafta yoksullar ve açlar birikirken, diğer tarafta lüks ve savurganlık hüküm sürmektedir. Kapitalizmin merkezlerinde yapılan son anketler, kapitalizmin prestijinin yerlerde -kapitalizmi savunanlar %25!- süründüğünü göstermektedir. Duvarın yıkılmasının ardından estirilen rüzgarlara bakıldığında, bu, çok büyük bir değişimdir. Hiçbir sosyalist propaganda bunu gerçekleştiremezdi. İnsanlık farklı bir dünya kurmanın yollarını aramaya başlamıştır.

Ama bu tabloyu kökünden değiştirmenin tek bir yolu bulunmaktadır. Toplumun elinden çekilip alınarak, sermayeye dönüştürülen toplumsal zenginliklerin, başta da üretim araçlarının toplumun eline verilerek, bunların sermaye olmaktan çıkarılmasıdır. Ama bu, kapitalizm için ölüm, yeni bir dünyanın kurulması demektir. Sömürüsüz, savaşsız, açlığın ve yoksulluğun çekilmediği, toplumsal eşitliğin kurulduğu bu dünyanın adı, çok iyi bilindiği gibi sosyalizmdir. Ama sömürücülerin cennetlerini kaybetmeye asla gönüllü razı olmayacaklarını tarihsel tecrübeler açıkça ortaya koymaktadır.

Sosyalizme ancak, işçi sınıfının kendi bağımsız çıkarlarının farkına varmasıyla ve yeni bir dünya kurmak için, tüm emekçi halkı kendi etrafında toplayarak, onun önünde mücadeleye atılmasıyla ve bu mücadelenin tek tek ülkelerde sermaye düzenini, ücretli emek sömürüsünü ortadan kaldırarak ulaşılacağı çok iyi bilinmektedir. Kapitalizm çürümekte, can çekişmekte, topluma ağır bedeller ödetmektedir. Çare ve kurtuluş sosyalizm için mücadele etmekte, yeni bir dünya kurmayı başarabilmektedir. Görüyor ve yaşıyoruz ki, kapitalizm kendi altını çok iyi oymaktadır. Uluslararası işçi sınıfı kuşkusuz yeni bir sosyalist bilince uyanacak, mücadelesinin içinden devrimin örgütlerini çıkarmayı başaracaktır.

Kriz vurguncuları – 5

Son zamanlarda, burjuva medyasında küresel krizin bitmek üzere olduğuna ve ‘toparlanmanın başladığı’na dair yorumlar giderek arttı. Politik krizlerin tozu dumanı içinde pek göze batmasa da, birçok yazar ve iktisatçı ‘ekonomik’ krizde dip noktasının geçilmiş olduğu kanısında.

Bu yorumcuların  önemli bir bölümü zaten baştan beri ‘bardağın dolu kısmı’nı görmek için koşullanmış durumdaydı. Kapitalist sistemin ve serbest piyasanın ideologları diyebileceğimiz bu kesim, krizi hafife alıyor, hatta bazıları doğrudan doğruya ‘kriz lobisine’ işaret ediyordu. Özellikle Taraf, Yeni Şafak gibi hükümete yakın gazetelerde rastlanan bir teze göre, TÜSİAD ve Doğan grubu medyası AKP’yi zayıflatmak amacıyla krizi abartmakta, IMF ile anlaşılması ve buradan gelecek kaynağın kendilerine aktarılması için lobi yapmakta, ülkeyi durduk yerde ve hiç utanmadan yapay bir krize sürüklemekteydi.

Yine kapitalist sistemin ideologları olan, ancak biraz daha gerçekçi olduğu söylenebilecek çoğunluk grup ise, kriz ortamında Türkiye ekonomisinin olumlu ve olumsuz yönlerini bir arada görmeye çalışmakta; aşırı iyimser ya da kötümser uçlardan uzak kalarak, ‘objektif’ bir yaklaşımı tercih etmekteydi. Referans, Dünya gibi gazetelerde ve diğer gazetelerin ekonomi sayfalarında, iş dünyasında yaygın olan SWOT analizi alışkanlığı ile, Türkiye ekonomisinin güçlü ve zayıf yönlerinin, önündeki fırsatların ve tehlikelerin ele alındığını görmekteyiz. Elbette ki bu tür bir yaklaşımı benimseyenlerin ezici çoğunluğunun da emek ve emekçiler konusunda (olumlu içerikli) herhangi bir duyarlılığı bulunmuyor. Ancak, burjuvazi açısından, durumun az çok nesnel biçimde tespit edilmesinin bir zorunluluk arz ettiği söylenebilir.

Kuşkusuz, burjuva dünya görüşünün ‘nesnelliği’nin belirli sınırlılıkları mevcuttur. En açık problemlerden biri de bizzat ‘kriz’ kavramında ortaya çıkar. Görünürde birbirinden farklılaşan burjuva kriz kavrayışlarındaki ortak nokta, ideolojik olarak aynı piyasacı yaklaşıma dayanmalarıdır. Buna göre, kriz, geçici ve ‘arızi’ bir şey, sistemin özüne ilişkin olmayan, çeşitli tedbirlerle atlatılabilecek, geride bırakılacak bir olgudur. Piyasanın işleyişinin bir denge noktası mevcuttur, bazı nedenlerle (örneğin, ABD bankalarının aşırı hırslı olmaları, ödeme gücüne bakmadan herkese konut kredisi vermeleri gibi yapay nedenlerle) bu dengenin bozulmasına da kriz denilir. Bu evrede hükümetlerin devreye girmeleri ile göstergeler yavaş yavaş düzelecek, toparlanma başlayacak, yeni bir denge noktası tesis edilecektir. Uyanık firmaların ve ülkelerin kriz ortamında yapması gereken, krizi fırsata dönüştürmek için çaba harcamaktır.

Solun ve emekçilerin kriz kavrayışının bundan çok farklı olduğunu belirtmek gerekiyor. İlk olarak, kriz dengeden uzaklaşma değil, kendi olağan işleyişi içinde sürekli olarak dengesizlik yaratan sistemin dengeye gelmesi, değer yasasının kendisini zorla kabul ettirmesidir. Krizde varlıkların gerçek sahiplerine geri döndüğünü belirten burjuva iktisatçısı, aslında kendisinden beklenmeyecek derin bir hakikati dile getirmiş oluyor. Zira, sistemin kriterleriyle verimsiz çalışan sermayeler krizle birlikte elenirken, sermaye el değiştiriyor, ‘asıl sahipleri’ne dönüyor.

İkinci olarak, kriz tesadüfi ya da arızi bir olgu değil, bizzat sistemin işleyişinin beraberinde getirdiği, dönem dönem zorunlu olarak içine düştüğü bir durumdur. Bu açıdan, kapitalizm krizli bir sistemdir. Krizi aşmak üzere getirilen tedbirler, ancak geçici bir soluklanma, belli bir erteleme süresi sağlar, tabii yalnızca bir sonraki krize kadar.

Üçüncü olarak, krizler, sınıflar arası çelişkilerin patlamalı biçimde açığa çıktığı, sermaye-emek ve sermaye-sermaye çatışmalarının şiddetlendiği dönemlerdir. Doğal olarak, burada işin içine birçok farklı boyut girer: işçi sınıfının örgütlülük derecesi, siyasal gücü, bilinç durumu, ülkedeki genel siyasal güç dengesi, kapitalizmin gelişmişlik düzeyi gibi. Bununla birlikte, kriz ortamında solun ve işçi sınıfının yapması gereken de krizi fırsata dönüştürmeye çalışmaktır. Bu açıdan baktığımızda, Türkiye’de işlerin pek de parlak gitmediğini tespit etmekte yarar var. Krize karşı özellikle ilk aylarda sergilenen eylemlilik ve tepkisellik kalıcı kazanımlara yol açmadığı gibi, son birkaç aydır krizin varlığı bile neredeyse unutulmuş durumda. Emekçi sınıfın genel örgütsüzlüğü ve olduğu kadarıyla sendikaların da genelde pasif tutumu, işsizliğin ve çalışma saatlerinin artmasına, çalışma koşullarının (daha da) bozulmasına ve burjuvazinin yeni yasal düzenlemelere yönelik arayışlarının hızlanmasına izin verdi. Bir süredir rafta duran ‘projeler’ raftan indi ya da en azından gündeme alındı (bunların içinde ilk akla gelenler: özel istihdam büroları, kıdem tazminatının kaldırılması ve bölgesel asgari ücret gibi talepler, sendikalar kanunu, sosyal güvenlik yasasında değişiklikler). Böylece kriz, genel olarak, sınıflar arası mücadelede sermayenin emek üzerindeki baskıyı arttırması için elverişli bir ortam yarattı.

Sermaye içi mücadeleye baktığımızda, krizle birlikte yürürlüğe giren vergi indirimleri ve teşvikler, sermayenin belirli kesimlerinin ayakta kalmasını sağladı. Zararların (maliyetlerin) toplumsallaştırıldığı ve kârların özelleştirildiği bir süreçte, devlet aracılığıyla, belli sektörler ya da firmalar kollandı. Otomotiv, beyaz eşya, demir-çelik tekelleri, hemen her ülkede koruma altına alındı. Türkiye’de yaşananlar bu açıdan dünya genelindekinden pek farklı değil. Dahası, Türkiye’de iç pazarda palazlanan sermaye gruplarının (Oyak, Ülker vb.) artık dünya çapındaki yeniden paylaşıma katılacak bir ölçeğe ulaştıkları da görülüyor.

Kuşkusuz, her ülkenin krizden etkilenme biçimi farklı. Türkiye örneğinde, dünyadan farklı olarak, bankacılık sektöründe şimdilik krize dair herhangi bir belirtiye rastlanmıyor. Küresel kriz ortamına rağmen Türkiye’de bankaların epey parlak bir performans sergilediklerini daha önce ortaya koymuştuk. Faiz gelirlerindeki aşırı artışa bağlı olarak, Türkiye’de bankalar kriz koşullarında kârlılıklarını bir önceki döneme kıyasla arttırarak korudular. Devlete ve şirketlere uzun vadeli ve yüksek faizli borç veren bankalar, halktan topladıkları (ortalaması çok kısa vadeli olan) mevduata uyguladıkları faiz oranlarını hızla aşağı çekerek, krizden nemalandılar. Sanayi kesiminin iki yıl öncesine kıyasla yüzde 10 civarında küçüldüğü bir ortamda, bankacılık kesimi büyümesini kesintisiz biçimde sürdürmüş oldu.

Bu, elbette, yalnızca sermaye içi bir karşılaştırma anlamına geliyor. Ancak, öte yandan, söz konusu aşırı kârlar yalnızca kamu kaynaklarının faiz yoluyla bankalara aktarılmasından ileri gelmiş değil. Zira, bankacılık sektörü özelinde, kriz bağlamında devreye sokulan emek karşıtı stratejilerin de ciddi bir rol oynadığı görülebiliyor. Dört büyük özel bankayı ele alarak, bunu kısaca sergilemeye çalışalım.

Her ne kadar krizin başlangıcı 2008 Eylül ayına (ABD bankalarının gürültülü  iflaslarına) tarihleniyorsa da, gerçekte, küresel finansal sistemin 2007 yılı ortalarından itibaren daralmaya başladığı biliniyor. Dolayısıyla, özellikle finans kesimi, 2007 yılının ikinci yarısından bu yana aslında ‘kriz yönetimi’ düzenine geçmiş durumdaydı. Bunun bir yönünü likitte kalmak, DİBS toplamak gibi hazırlıklar oluştururken, bir yönünü de banka çalışanlarına yönelik baskıların arttırılması oluşturdu.

İlk dört büyük özel bankanın (İş Bankası, Akbank, Garanti, Yapı Kredi) personel sayıları, 2008 yılında bir önceki yıla göre yüzde 9 oranında artmış ve toplamda 61.700’den 67.200’e yükselmişti. 2009 Eylül ayı itibariyle, bu sayı (yavaşlayarak da olsa) artmaya devam etti ve 2008 yılına göre, yüzde 1.8 artışla 68.400’e çıktı. Ancak, görünürdeki artışın gerisinde, banka çalışanlarının istihdam yapısında ciddi hareketlilikler de yaşandı. Binlerce banka çalışanı işten çıkartılırken, kadrolara part-time vezne memurları, öğrenciler, düşük ücretli gençler eklendi. Genellikle alt kadrolara yerleştirilen ve daha düşük ücretle daha güvencesiz koşullarda çalışan kadınların istihdamı arttı, sayı olarak erkek çalışanlarla başabaş duruma geldi. Böylece, kriz vesilesiyle sistem kendi personel rejimini ‘rasyonalize’ etmiş oldu.

Bunun yanı  sıra, yine ilk bakışta göze çarpmayan bir diğer hamle de daha fazla işi daha az çalışanın yapmaya başlamasıydı. Aynı bankaların şube sayılarına baktığımızda, 2008 yılında, bir önceki yıla göre yüzde 19.7 gibi çok yüksek oranlı bir artış görmekteyiz. 2008 sonu ile 2009 Eylül ayı arasında ise, şube sayısındaki artış personel sayısındaki değişime yakın bir seviyede gerçekleşti (yüzde 1.2). Buna bağlı olarak, dört büyük özel bankada 2007 yılında 21.1 olan şube başına ortalama personel sayısı 2008 yılında 19.2’ye geriledi ve halen de o seviyede devam ediyor (2009 Eylül ayı itibariyle 19.3). Dolayısıyla, dört büyük özel banka, ‘rasyonalizasyon’ işlemini daha 2008 yılı içinde tamamlamış ve her şubede ortalama iki kişiyi (işgücünün yüzde 10’unu) saf dışı bırakmışlardı. 2008-2009 yılları arasında bu bankaların şube sayısının 3.500 civarında olduğu göz önüne alınırsa, banka işçilerinin ciddi bir baskıya maruz kaldığı anlaşılacaktır. Bankalardaki ücret seviyelerine dair bir veri yayınlanmış olsaydı, hiç kuşkusuz, durumun çok daha vahim olduğu görünür hale gelecekti. Ayrıca, kısa süre önce yürürlüğe giren ve tüm bankaları kapsayan ‘Ortak ATM’ uygulamasının da bankalarda çalışan sayısının azalmasını beraberinde getireceği tahmin edilebilir. Kısacası, diğer sektörlerde olduğu gibi bankalarda da, krizden çalışanların payına düşen, işten çıkartılmak ya da daha fazla çalışmak oldu.

Peki, baştaki soruya dönersek, ‘toparlanma’ gerçekten başladı mı? Kriz bitti bitiyor mu? Bu soruya verilecek yanıt, hiç kuşkusuz, siyasal ve ideolojik koşullanmalardan bağımsız olamaz. Krizi büyüme, ihracat, kapasite kullanımı gibi bazı göstergeler üzerinden ‘okumaya’ çalışan iktisatçılar, genellikle, negatif yöndeki gerilemenin durduğu ya da gerileme hızının yavaşladığı durumu büyük bir memnuniyetle ‘toparlanma’ olarak yorumlama eğilimindeler. Örneğin, işsizlik oranının Mart ayındaki yüzde 16.1’den Haziran ayında yüzde 12.8’e inmiş olması bile krizden çıkışın başladığına dair bir işaret olarak kabul ediliyor. Oysa, bir önceki yılın Haziran ayına göre işsizlik bir yılda aslında yüzde 30 artmış (yüzde 9.9’dan yüzde 12.8’e yükselmiş) durumda. Yaz aylarında turizm ve tarım gibi emek yoğun sektörlerin devreye girmesiyle işsizliğin gerilemesi zaten beklenmekteydi. Ancak, en iyimser yorum yapanlar bile bu ‘düzelmenin’ devam edip etmeyeceğine dair herhangi bir şey söyleyemiyorlar. Zira, işin aslı, işsizlik meselesinde ülke içinde alınacak tedbirlerle aşılması mümkün olmayan iki boyut söz konusu. İlk olarak, yeni yatırımlar giderek daha az emek kullanan, daha sermaye yoğun teknolojilere dayanıyor. Örneğin, fabrikalarda otomasyon sistemleri nedeniyle birçok işletme çok sınırlı bir istihdam yaratmış oluyor. ‘İstihdam yaratmayan sanayi’, önümüzdeki dönemde Türkiye’de işsizliğin giderek artacağına işaret ediyor. TÜİK’in olabildiğince iyimser verileri bile bu durumu gizleyemeyecek muhtemelen.

İkinci olarak, daha önce de vurguladığımız gibi, Türkiye ekonomisinin dünya pazarları ile entegrasyonunun son yıllarda çok ileri bir seviyeye gelmiş olması da ‘toparlanma’ ilan etmek için henüz erken olduğunu gösteriyor. Örneğin, Otomotiv Sanayii Derneği verilerine göre, Türkiye’de üretilen motorlu araçların 2006 yılında yüzde 70’i, 2007 yılında ise yüzde 74.6’sı ihraç edilmişti. Beyaz eşya ve elektronik sektöründe ise Vestel, Beko gibi büyük imalatçılar, aynı yıllarda üretimlerinin yüzde 75-80 arası bir bölümünü ihraç etmekteydiler. Söz konusu ihracat, aynı zamanda (ara malı biçiminde) büyük bir ithalata dayanmaktaydı. Dolayısıyla, Türkiye imalat sanayii içinde sürükleyici sektörlerde üretim yapısı öncelikle dış pazarlara yönelik bir biçimde oluşmuştu. 2008 yılı gibi krizin etkilerinin hissedilmeye başlandığı ve dış talebin gerilediği bir yılla kıyaslandığında dahi, 2009 yılının ilk dokuz ayında yapılan ihracat ortalama yüzde 32 seviyesinde azaldı. ÖTV/KDV indirimleri ve teşvikler otomotiv ve beyaz eşya tekelleri için (iç talebi öne çekerek) geçici bir rahatlama yarattığından, imalat sanayiinin son aylarda sergilediği üretim performansını ‘toparlanma’ olarak yorumlamak, en hafifinden yanıltıcı olacaktır. Üretim dış talebe bağlı olduğu için, yavaş ve yıllara yayılan bir toparlanma süreci çok daha büyük bir olasılık olarak görünüyor. Dünya Bankası ve IMF gibi uluslararası kuruluşlar, gelişmiş kapitalist dünya için en erken 2011 yılına işaret ediyorlar. Kapitalist dünyada işsizlik oranlarının henüz ‘dip’ yapmadığını belirtecek kadar da gerçekçiler (örneğin, ABD ekonomisi için 2010 yılının ikinci yarısında işsizliğin yüzde 10’u aşarak rekor kıracağı beklentisini dile getiriyorlar). Sonuç olarak, burjuva medyası ‘işler düzeliyor’ rüzgarını estirmeye çalışsa da, bunun böyle olmadığı aslında gayet iyi biliniyor.

‘Bir dönem bitti’, dünya kapitalizminin sözcüleri bunu net olarak söylüyorlar. Burjuvazi, birkaç yıl sürecek bir geçiş evresi için hazırlık yapıyor. Bir yandan işçileri sendikasızlaştırma çabalarını hızlandırırken, bir yandan da yeni sendikalar yasası ve diğer yasalar için bastırıyor. Son derece ‘ılımlı’ bir Orta Vadeli Program ilan etmiş olan hükümet, bunu tatmin edici bir hedef olarak sunmaya çalışıyor. Kriz döneminde getirilen teşviklerin ve vergi indirimlerinin faturası ise bir kez daha çalışanların sırtına yıkılıyor: 2010 yılı bütçesinde, dolaylı vergilerde olağanüstü artışlar, dolayısıyla daha pahalı bir yaşam ve buna karşılık ücretlerde ve diğer sosyal harcamalarda reel anlamda ciddi ölçüde gerileme ‘öngörülüyor’.

Sonuç olarak, burjuvazi açısından her şey yolunda gitse dahi, kriz öncesi yılların  üretim ve ihracat rakamlarına ulaşmak en azından birkaç yıl alacak. Dahası, dünya kapitalizminin yeniden yapılanma çabaları bağlamında, birkaç yıllık bir arayış ve deneme-yanılma dönemini takiben, büyük olasılıkla yeni ve eskisinden farklı bir ekonomik ortam şekillenecek. İşte tam da bu nedenle, içinde bulunduğumuz dönemde verilecek mücadeleler çok kritik bir önem taşıyor. Sosyalizme, geleceğin eşitlikçi ve özgürlükçü toplumuna yönelik adımlar atılamadığı takdirde, ufukta kapitalist barbarlığın ‘gelişimi’ dışında bir alternatif görünmüyor.

Direksiyondaki IMF Aracı nereye sürüyor?

Öyle ya da böyle, görülüyor ki, IMF, en azından gelecek beş yıl boyunca dünya ekonomisine yön vermekte kullanılacak olan en önemli kurum olacak. Ve şu anda, bu role uygun olarak, IMF’nin şekline, söylemine, yapısına ve sermayesine ayar veriliyor.

Daha bir yıl öncesine kadar, Türkiye’den başka belli başlı müşterisi kalmamış, çalışanlarının dahi ücretlerini nasıl ödeyeceğini düşünen, sinek avlayan bir dükkan sahibine benziyordu… Fakat o, her zaman küllerinden doğmayı başarmış bir aktördü. Ne zaman böyle itibardan düşse, çok geçmeden bir küresel ‘ekonomik felaket’ yaşanır ve ardından ona yeni bir sorumluluk verilirdi.

Bu sefer de aynen öyle oldu. Bir felaket yaşandı, hem de 100 yılda bir görünebilecek cinsten… Ve, IMF yeniden göreve çağrıldı. Son G-20 toplantısından çıkan sonuçlara bakıldığında, tasarlanan yeni ekonomik düzende en önemli rolü üstlenmesi öngörülen kurumun IMF olduğu görülüyor. ABD’nin G-20 gündemine getirdiği yeni tasarıma göre, IMF, bütün G-20 ülkelerinin uymayı taahhüt ettikleri koordineli ekonomi politikalarına hangi ölçüde uyduklarını denetleme görevini de üstlenecek.

ABD, artık G-7 veya G-8 şemsiyesi altında, AB ve Japonya ile birlikte dünyayı “Al gülüm ver gülüm” kendi çıkarları doğrultusunda yönetemeyeceğinin farkında. Bu nedenle, dünyaya yeni bir çeki-düzen verilmesi döneminde, bu ihtiyaç çerçevesinde, daha 1998’de Asya krizi sırasında kurulan G-20’ye (gelişmiş ve gelişmekte olan 20 ülkeden oluşuyor) yeni bir misyon yükledi. G-20’nin doğru dürüst bir sekretaryası bile bulunmuyor. Bu nedenle, IMF’ye verilen ‘denetleme’ görevi, aslında G-20’nin sekretaryasının IMF’ye verilmesi anlamına da geliyor. G-20’nin mutfağının IMF’ye devredilmesini, basit bir teknik düzenleme olarak değerlendirmemek gerek. ABD’nin gittikçe zayıflayan küresel hegemonyasının yeniden tesisi yolunda stratejik bir adımla karşı karşıyayız.

Kimilerine göre, IMF değişti. Bu tezin sahiplerine göre, “IMF artık eski sömürücü, ülkeleri krize sürükleyen değil, krizden çıkmaları için çaba harcayan bir yapı. Artık yoksulluktan ve sosyal politikalardan bahseden sorumlu bir kuruluş. Protesto edilmesi gereken ‘günahkar’ bir kurum değil…

G-20 zirvesinde önemli görevler verilen IMF, 6-7 Ekim tarihlerinde ikizi Dünya Bankası ile İstanbul’da yıllık zirvesini gerçekleştirdi. İstanbul’da yapılan yıllık toplantıların sonuç bildirisinde, bundan böyle küresel alanda İstanbul Kararları olarak anılacak ve belki de, birçok ana akım iktisatçısı tarafından referans gösterilecek bir dizi karar açıklandı. Alınan kararlar, iki açıdan değerlendirmeye muhtaç. Birincisi; kararlar, krizden çıkış bakımından neleri öngörüyor ve öngörüler, ülkeler ve emekçileri için ne ifade ediyor? İkincisi; kararlar IMF’nin değiştiğine işaret eden bir içeriğe sahip mi?

KARARLARDA HAYIR VAR MI?

”İstanbul Kararları”nın, önümüzdeki dönemde gerçekleştirilecek G-20 ile IMF-Dünya Bankası Bahar Dönemi toplantılarına da esas teşkil edeceği vurgulanıyor. IMF-Dünya Bankası yıllık toplantıları kapsamında alınan ”İstanbul Kararları”nın, küresel ekonomik ve finansal mimariyi yeniden yapılandırma çalışmalarına önemli katkılarının olacağı vurgulanıyor.

Kararlardan ilki, IMF’nin görev tanımının gözden geçirilmesi. Piyasa ekonomisi anlayışı terk edilmedi. Kâr ve rekabet merkezli bir kurgunun yerini “insan ihtiyaçlarına, toplumsal dayanışmaya” dayalı bir zihniyetin aldığı yolunda bir belirti bulunmadığına göre, IMF’nin yetkilerinin genişletilmesi hayırlı bir gelişme olabilir mi?

Küresel krizi tetikleyen finans sektöründe riskler azaldığı, işlerin yoluna girdiği ileri sürülüyor. Ancak buna karşılık, henüz tüm problemler aşılamadığı da belirtiliyor. Toparlanmanın, ne zaman başlayacağı bir yana, yavaş olacağı kararlara da zemin sağlıyor. Üstü örtük olarak “reel sektör riskleri devam ediyor” uyarısı yapılan bu ifadeyle, aslında istihdam yaratmayan bir iyileşme süreci vaat ediliyor. Krizden çıkış kısa zamanda gerçekleşmeyecek ve IMF’ye göre, kriz, işsizlikle ve beraberinde getirdiği yoksullukla ilgili herhangi bir sorumluluk üstlenilmeden aşılacak.

İkinci karar, esnek kredi hattının daha çok ülkeye açık hale getirilmesi. Bu program, krizle birlikte zaten yürürlüğe konmuştu. IMF’nin web sayfasında, temel göstergeleri istikrar sergileyen ülkeler için tasarlandığı vurgulanıyordu. Bu şartlarda, sürdürülebilir dış dengeler, sürdürülebilir kamu borçları, mali istikrar şeklinde sıralanıyordu. İlk müşteri ABD’nin sadık partneri Meksika oldu. O da 47.5 milyar dolarlık borçlanma olanağını henüz kullanmadı. Macaristan, Ukrayna gibi krizdeki ülkeler, zaten kapsam dışı kaldılar, “acı reçete” stand-by’a razı oldular.

İstanbul kararlarına göre, krizden çıkış önlemleri için, ülkeler arasında tam bir işbirliği ve uyum gerekiyor. Gelişmekte olan ülkelerin, küresel toparlanmanın lokomotifi olmaya devam edeceği ileri sürülüyor. Sistem içi çözüm arayışlarının amentüsü sayılan işbirliği ve uyum ifadelerinin, tüm IMF belgelerinde olduğu gibi, burada da anılması hiç de şaşırtıcı değil aslında. Krizler, gelişmekte olan ülkelere, yani daha doğru bir isimlendirmeyle, gelişmiş kapitalist emperyalist ülkelere bağımlı geri kapitalist ülkelere, “çevre ülkeler”e gelişmiş “merkez”in hegemonyasından kurtulmada önemli imkanlar sağlıyor. Fakat IMF gibi merkez hakimiyetindeki örgütlerce işbirliği ve uyumun gerekliliğine inandırılan bağımlı ülkeler, “çevre ülkeleri”, buna biat ettiğinde bu imkanlar da kaçmış oluyor.

Canlandırıcı önlemlerin erken terk edilmesinin krizden çıkıp toparlanma girişimlerine olumsuz etkide bulunabileceği, önlemlerin geç terk edilmesinin de kamu açıklarını yükselterek, enflasyon ve nihai olarak da faizleri yükseltici bir baskı yapacağı ifade ediliyor. Krizin aşılmasında kamusal finansmana icazet veren bu ifadeyle, alınan tedbirlerden vazgeçilmesinde zamanlama hususu öne çıkarılıyor. Oysa, kamusal finansman, her şey bir yana, piyasaya müdahale anlamı taşıyor ve her nasılsa IMF, kriz konu olduğunda, müdahaleciliği görmezden geliyor. İlk uyarı, kamusal finansmandan vazgeçmeme uyarısı… Aslında bu, “Hükümetler sermayeye karşı sorumluluklarını yerine getirsin” anlamına geliyor. “Kamusal finansmanın sınırlarını çiz” şeklindeki ikinci uyarı ise, “kamusal finansmanı abartmayın” anlamında. Bu uyarı, enflasyonun sermayenin getirisini azaltması hususunda önem taşıyor. Ancak bu yapıldığında, ortaya çelişik bir durum çıkıyor ve krizin çözümünü talep cephesinde arayan IMF’nin, “enflasyon olmadan talep nasıl yaratılacak?” sorusuna muhatap olması gerekiyor.

Yaygarası kopartılan kararlardan biri de, “gelişmekte olan ülkelerin hem kotalarının arttırılması, hem de G-20’nin yönetiminde daha fazla söz sahibi olmaları…” IMF ve Dünya Bankası’ndaki kota ve oy hakkı ile yeniden yapılanma reformlarının en kısa sürede gerçekleştirilmesi, uluslararası kuruluşlarda ”aşırı temsil edilen” ülkelerin IMF’deki yüzde 5, Dünya Bankası’ndaki yüzde 3’lük kotasının az temsil edilen ülkelere aktarılması benimseniyor. Bu konuda, gelecek yılki IMF-Dünya Bankası bahar dönemi toplantıları ve 2011 yılına kadar nihai bir sonuca ulaşılması gerektiği belirtiliyor.

Başta Çin olmak üzere, diğer “yükselen ekonomiler”in IMF’deki söz hakkı artacak, ama bu artış, oransal olarak, bir anda batı ekonomilerinin ve elbette IMF’nin “ana sermayedarı” Amerikanın kontrolünü kaybettirecek kadar olmayacak. Bu, aslında Çin başta gelmek üzere, en gelişmiş kapitalist emperyalist ülkelerin dışında kalan “yükselen ekonomiler” denen belli başlı ülkelerin dünya ekonomisindeki ağırlıklarının artmasının doğal bir sonucu. Ancak IMF’de yüzde 5, DB’de yüzde 3 kota artırımı, ABD’nin yüzde 17 civarındaki oy gücüyle veto hakkını ortadan kaldırmıyor. Belçika, Hollanda gibi bazı AB ülkeleri aleyhine kozmetik iyileştirmeler sağlıyor. G-20’nin sekretaryasının zaten IMF’ye verilmesi ise, daha demokratik bir dünya görünümü altında fonun icraatlarının meşrulaştırılmasını amaçlıyor. Zor yerine rıza mekanizmalarını harekete geçirecek bir aldatmaca gibi görünüyor.

Hemen hatırlayalım. Küresel kriz yaşanmadan önce IMF’nin varlığı tartışılır hale gelmişti. Çünkü kriz öncesi dünya dengeleri değişmişti. Bir bütün olarak “merkez” denen gelişmiş kapitalist emperyalist ülkeler açık verirken, “çevre ekonomiler” fazla verir durumdaydı. Yarım yüzyıllık emperyalist ülkeler ile yarı sömürgeler arasındaki kaynak akımları tersine dönmüştü. Geçmiş yıllarda “acil ödemeler dengesinin finansmanı” misyonunu yüklenen IMF, bu misyonunu yitirmişti. Cari işlemler açığı veren az sayıda ülke ise, kriz öncesi tüm dünyada çılgınca dolaşan sermayeden kolayca kaynak bulur hale gelmişti.

2007 yılı sonunda, Türkiye ile birlikte IMF denetiminde sadece 11 ülke vardı. Türkiye hariç, hiçbirisi gelişmekte olan ülkeler kategorinde yer almayan, az gelişmiş sayılan ülkelerdi. IMF’nin ülkelerden alacağı olan yaklaşık 10 milyarın yüzde 70’i Türkiye’nindi. Kısacası, IMF’nin Türkiye’den başka ciddi bir müşterisi yoktu. IMF’nin, çalışanlarının maaşlarını ödeyemeyeceği belirtiliyordu. IMF’nin işlevi sorgulanmaya başlanmıştı. 2007 yılında hazırlanan bir rapor, IMF’ye finansman ihtiyacını piyasadan karşılamayı öneriyordu.

İki çözüm gündeme gelmişti. Birincisi, IMF kotalarında gelişmekte olan ülkelerin payını ve dolayısıyla oy güçlerini artırmaktı. Nitekim 2006’da, Türkiye’nin de aralarında bulunduğu 4 ülkenin kotası artırıldı. İkincisi ise, IMF’yi, küresel düzeyde iktisat politikalarını gözetleyen ve denetleyen kuruma dönüştürmekti. Krizle birlikte her iki şık da gündeme geldi. Önce piyasaya sürülmesi için merkez ülkelerin merkez bankalarının katkılarıyla oluşturulan fonun denetimi IMF’ye verildi. Son G-20 toplantısında, tasarlanan yeni ekonomik düzende en önemli rol IMF’ye verildi. Küresel krizi, IMF ile G-20’nin ortak yönetmesi kararlaştırıldı. G-20’nin doğru dürüst bir sekretaryası bile olmadığı hesaba katılınca, IMF’nin asıl aktör olması kaçınılmaz. Bu da, ABD egemenliği demek. Çünkü ülkelere dünya ekonomisindeki göreceli ağırlıklarına göre kota verilen IMF’de, ABD’nin kotası yüzde 17. İcra komitesinde karar almak için ise, yüzde 85 çoğunluk gerektiği için, Amerika fiili veto hakkına sahip oluyor.

Bu durum, aslında, bugünlerde ortaya atılan “Dünyanın yönetimi G-20’ye kaydı; Çin, Hindistan, Brezilya artık söz sahibi” söylemlerini tekzip eder nitelikte. Böyle olmasa dahi, adı geçen ülkeler kuşkusuz sosyalist değiller ve tabii ki, krizi emekçilere yıkan kapitalist çözümlerin dışında herhangi bir çözüme de sahip değiller. IMF’yi yetkili kılmalarından da zaten ne yapacakları belli. Yetki, bir emperyalist kurumdan diğerine geçince, sonucun değişmesini beklemek zaten abesle iştigal.

KEMERLER GEVŞİYOR, YOKSULAR DÜŞÜNÜLÜYOR!

Krizin en önemli nedeni olarak gösterilen finans sistemini daha sıkı bir şekilde denetlenme tedbiri de, IMF’nin değiştiğini söyleyebilmeyi gerektirecek bir içeriğe sahip değil. Sistem içi bir önlem olan Tobin vergisinin (ülkelerin uluslararası sermaye hareketlerinden korunmasına yarayacak bir tür döviz işlemleri vergisi) süreç denetimi sağlayan özelliği dikkate alındığında ve elde edilen hasılatın yoksullukla mücadele gibi insani bir amaçla kullanılabileceği düşünüldüğünde, önemi artıyor. Fakat IMF, buna dair olumlayıcı bir yanıt vermiyor ve temsil ettiği sermayeyi dizginleyici içerikli bir vergi olması nedeniyle, bu yanıtı gelecekte de veremeyeceğe benziyor.

Bir diğer iddia ise, IMF’nin kemer sıkıcı değil, artık gevşetici programlar önerdiği iddiasıdır. Oysa IMF, bu süreçte çifte standart uyguluyor. Küresel krizle birlikte ABD ve AB ülkeleri başta olmak üzere, büyük kapitalist ülkeler, depresyondan, kamu harcamalarını artırmak yoluyla genişlemeci mali politikalar ve faizleri 0’a yaklaştırarak gevşek para politikalarıyla sıyrılmaya çalışıyorlar. IMF bir yandan onları bu yolda teşvik ederken, diğer yandan stand-by imzalayan Macaristan, Ukrayna, Litvanya, Pakistan gibi ülkelerin iflahını kesiyor. Onları, daraltıcı politikalar uygulamaya, kamunun ekonomideki rolünü azaltmaya zorluyor. Sırbistan’a örneğin, kamu çalışanlarının en az beşte birini işten çıkarma talimatı verdi.

Finansal kriz ortamında, İzlanda ve Ukrayna’nın sermaye kaçışını frenlemek için döviz işlemlerine ve sermaye hareketlerine kısıtlamalar koydu. Stand-by anlaşmalarında, bu konuda da “asimetrik” ögeler var: İzlanda için, “sermaye hareketleri üzerindeki kısıtlamaların, döviz piyasaları istikrara kavuşuncaya kadar kaldırılmaması” öneriliyor. Ukrayna ile imzalanan stand-by programı ise, tam tersine, “döviz işlemlerine konan vergilerin ve kısıtlamaların mümkün olduğunca çabuk kaldırılması” koşulunu içeriyor.

Kısaca, aynı hastalığa tam zıt reçeteler uyguluyor. “Merkez”i oluşturan gelişmiş kapitalist emperyalist ülkelere “kıyak”, İzlanda gibi sermayenin sığınma alanlarına kayırma, geriye kalan ülkelere “acı” reçete…

IMF’ye yönelik bir asılsız yakıştırma da, IMF’nin yoksullukla mücadeleyi öne çektiği iddiasıdır. IMF’nin yoksul ülkelere faizsiz kredi verme kararı alması, iddianın kanıtını oluşturuyor. Dünyada faizler, neredeyse sıfır düzeyine inmiş durumda. Karşılıksız kredi verilse, iddia kısmen inandırıcı olabilirdi. Fakat bu koşullarda imkansız… Pakistan’da tüketicilerin ve çiftçilerin korunmasına yönelik sübvansiyonların kaldırılmasının hedeflenmesi, IMF’nin ne kadar yoksul dostu olduğunu anlatmaya yeter de artar bile.

TÜRKİYE IMF İLİŞKİLERİ: KARŞITLIK MI, UYUM MU?

Türkiye’nin IMF ile yeni bir stand-by anlaşması imzalamamış olması, hükümete ‘böbürlenme’ imkanı doğurdu. Fakat gerçekte durum farklı. İstanbul’daki zirvenin ardından, Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı Ali Babacan’dan şu açıklama geldi: “Ekonomi düzelmeye girdiği için kemer sıkma politikasına başlamak gerekebilir.”

Nitekim, kemer sıkmanın işareti, hükümetin açıkladığı Orta Vadeli Program’da (OVP) ve 2010 yılı tahmini bütçesinde geldi. 2009 yılında, milli gelirin yüzde 6,6’sı düzeyinde gerçekleşmesi beklenen bütçe açığının (metinde kamu açığı denilmesine rağmen merkezi yönetim bütçe açığı öngörüsü veriliyor), sürekli azalarak, dönem sonunda (2012 yılında), yüzde 3,2’ye gerilemesi planlanıyor. Açığın küçültülmesi ise, bütçe harcamaları üzerinden gerçekleştirilmeye çalışılıyor. Vergi yükü aynı kalırken (2010 yılı hariç), bütçe harcamalarının payı dönem boyunca küçültülüyor. Sosyal güvenlik primleri hariç vergi yükü, 2009 yılında yüzde 17,7 iken, bu rakam, 2010’da 19,4’e yükseltiliyor. Daha sonraki yıllarda ise, bu düzeyin korunması öngörülüyor. 2009 yılında milli gelirin yüzde 28,2’si düzeyinde gerçekleşmesi beklenen bütçe harcamalarının, sürekli azalarak, dönem sonunda, yüzde 25,6’ya gerilemesi planlanıyor.

Öte yandan, bütçe harcamalarının küçültülmesi, kamu çalışanları ve yatırımlar üzerinden gerçekleştiriliyor. Çünkü hem personel harcamalarının, hem de yatırımların payında ciddi bir gerileme öngörülüyor. Bu kurgudan anlaşılıyor ki, önümüzdeki üç yıl boyunca bir kemer sıkma planı devreye girecektir. Bu dönemin en sancılı yılı ise, 2010 yılı olacaktır. Çünkü bu yılda hem bütçe harcamalarının payı küçülüyor, hem de vergi yükü artmış oluyor. Ancak hemen belirtelim, kemer sıkmanın öngörülen dozda olup olmayacağı olası iki önemli gelişmeye bağlı. 2010 yılında olası bir erken seçim ve/veya IMF ile olası bir anlaşmada doz yükselebilir de yumuşayabilir de.

OVP’de yer alan diğer hedefler ise, geçmiş yıllarda olduğu gibi, bu kez de yineleniyor. Oysa yinelenenlerin (sosyal harcamalar artırılacak, istihdam desteklenecek, bölgesel gelişmişlik farklılıklarını azaltan harcamalara önem verilecek, yaşam kalitesi yükseltilecek, kayıtdışılık azaltılacak vb.), öngörülen kurguda hiç mi hiç gerçekleşebilme olasılığı bulunmuyor. Çünkü bu işler için bütçeden herhangi bir kaynak öngörülmüyor. Sosyal devleti tasfiye etmeyi, kemerleri sıkmayı öngörmüş bir kurgu, olsa olsa bu sorunları daha katmerleştirir.

Hükümetin IMF’ye ayak dirediği noktalardan biri de, IMF’nin sağlık harcamalarının kısılması talebiydi. Şimdi, katılım paylarının artırılması yanında, sağlıkta ciddi tasarruf planlanıyor. 2010 bütçesinde eğitim ve sağlığa ayrılan ödeneklerin milli gelir paylarındaki gelişme de, bunu doğruluyor. Eğitimin payı, 2008 ve 2009 yıllarında (2009 yılı için verilen rakam başlangıç ödeneğidir) yüzde 3.2 ve 3.1 iken, bu oran, sonraki üç yıl için, sırasıyla, yüzde 3.7, 3.6 ve 3.5 oluyor. Sağlığın payı ise, 2008 ve 2009 yıllarında yüzde 1.4 ve 1.2 iken, sonraki üç yıl için, sırasıyla, yüzde 1.5, 1.4 ve 1.4 düzeyinde belirleniyor. Burada, illa devam eden bir uygulama veya politika aranıyorsa, o da, sosyal devletin ihmal ve tasfiye edilmiş olmasıdır.

Bütçe büyüklükleri bir bütün olarak değerlendirildiğinde, görülüyor ki, 2010 yılında kemerler sıkılacak ve bu politika, 2012 sonrasına kadar sürdürülecektir.

IMF, özellikle belediyelere merkezi bütçeden aktarılan kaynağın kısılmasını dayatıyordu. Sağlık gibi, hükümet, ciddi siyasi rant elde ettiği bu alanda da, IMF’nin diretmesi karşısında ayak diriyordu. Fakat OVP’de bu sorun da halledildi: “Merkezi bütçeden belediyelere aktarılan kaynak kısalacak, belediyelerin ek gelirler elde etmesine yönelik düzenlemeler yapılacaktır.

Açıkça, “Belediyelere merkezden para yok. Vatandaşı yolabilmelerinin önü açılacak” deniliyor. Geriye, bir tek, Gelir İdaresi’nin IMF’nin denetimine açılması meselesi kalmıştır. IMF, yeni bir Duyunu Umumiye anlamına gelen bu talep karşısında itirazını sürdürmektedir. Geriye kalan tüm sorunlar, OVP ve gelecek yılın tahmini bütçesindeki düzenlemeler ile halledilmiştir.

SONUÇ YERİNE

Kısaca özetlemek gerekirse, IMF, İstanbul’da, krize ve geleceğe dair yeni bir söylem geliştiremediği gibi ve bu anlamda hiçbir sorumluluk da almıyor…

Gerek IMF’nin, gerek DB’nin 65 yıllık faaliyetleri dünya halklarına acılar, zulümler, yoksulluklar, yoksunluklar yaşatmanın tarihidir. Hep uluslararası sermayeden ve onların yerel temsilcilerinden yana, emek karşıtı politikaların dayatıcısı olmuşlardır. Türkiye’de, son 51 yılın 27’sini IMF denetim ve gözetiminde geçirmiş sade yurttaşların, emekçilerin, emeklilerin, kadınların, gençlerin, köylülerin bu politikalardan çok canı yanmıştır. IMF, karşımıza her zaman hastalığın tedavisini bilen, sabırla reçetelerini yenileyen usta bir doktor kimliğiyle çıkarılıyor. Suçlu ise, hep perhizi bozan, ilaçları aksatan, sonra da nedamet getirip IMF’nin ocağına düşen ülkeler…

Şimdi aynı görüntü sürdürülmek isteniyor. Oysa IMF’nin, tedavi eden değil, sermayenin ve emperyalist ülkelerin çıkarlarını gözeterek oluşturulmuş, süründüren reçeteleri var. Bugün kapitalizmi krizden kurtarmakla görevlendirilen IMF’nin değiştiğine inanarak, ondan medet ummak, hastalarını defalarca felce uğratan doktora bir kez daha kanmaktır. AKP’nin IMF karşıtı olduğunu düşünmenin de, doktorun asistanı tarafından aldatılmak anlamına geleceğini, yukarıda aktardığımız planlar açıkça ortaya koyuyor.

İşçi Sınıfına, Emekçilere, Dünyanın Ezilen Haklarına

ULUSLARARASI MARKSİST LENİNİST PARTİ VE ÖRGÜTLER KONFERANSI (CIPOML) Ekim 2009

Kasım ayı Berlin duvarının yıkılışının 20. yıldönümüdür ve burjuvazi bir kez daha tarihin alçakça tahrifinden oluşan söylemlerle anti-komünist, anti-emekçi bir saldırıya hazırlanıyor.

Bu son 20 yılda egemen sınıf, her türlü direniş, isyan, kapitalist sistemin eleştirisi düşüncesini engellemek için, demagojik “yeni bir dünya düzeni” vaatleri ve “sosyalizmin sonu” üzerine yalanlarla, işçi sınıfının ve halkların değişim özlemlerini manipüle edebileceğini zannetti.

1989 olaylarının ilk günlerinde, emperyalizmin sözcüleri, “tarihin sonu”nu, burjuva ideolojileri dışındaki ideolojilerin çöküşünü, geçersizleştiklerini, devrimlerin geçmişte kaldığını ve insanlığın önündeki tek yolun toplumsal üretim araçlarının özel mülkiyeti olduğunu ilan ettiler.

O tarihten bu yana, Doğu Avrupa’da gelişen olayları “komünizmin iflası” olarak göstermenin dışında; dünyanın ABD tarafından ele geçirilmesi için neo-liberal politikaları, “içişlerine karışma” yı, “önleme savaşı”nı dayattılar. Burjuvazi, halkların emperyalizm tarafından sömürüsünü ve talanını arttırmak için işçi sınıfına ve halk kitlelerine karşı saldırısını şiddetlendirdi.

Bugün, revizyonistler ve sosyal-demokratlar, bir tarafta “kafayı kuma gömenler”, öte tarafta ise, duvarın yıkılışına götüren olayları saptıran ve ters yüz edenler olarak, iki gruba ayrılıyorlar.

İdeolojik politik zayıflıklarının bir sonucu olarak, son yıllarda giderek daha fazla sağa kayanların sayısı hayli fazla iken, bir kısmı da, külliyatıyla, olduğu gibi karşı tarafa iltihak etti. Bir kısmı da, devrimler çağının geçtiğini, burjuvazinin kurallarına uymak gerektiğini, reformlarla yetinilmesini iddia ederek, mevcut duruma karşı duran, yeniden örgütlenip mücadele yoluna giren devrimci ve komünist güçleri mahkum ediyorlar.

Komünistler, Berlin duvarının yıkılışının, proletarya sosyalizminin çöküşü demek olmadığını; proletarya diktatörlüğünün yıkılması ve kapitalizmin restorasyonu sürecinin son etabı olduğunu biliyorlar. Revizyonizm sayesinde, restorasyon, geçtiğimiz yüzyılın 50’li 60’lı yıllarında, SSCB’de ve bazı Doğu Bloku ülkelerinde başladı. Sözümona “Reel Sosyalizm”in çöküşü, mevcut toplumsal ilişkilerle uyuşmayan bir üst yapının çöküşüydü. Ancak bu çöküş; bu ülkelerin dışarıdan görünüşleri nedeniyle sosyalist olarak adlandırılmalarından dolayı, işçi sınıfının mevzilerinde bir gerileme ve kargaşalığı yol açtı.

Berlin duvarının yıkılışı; devrimci bir teori olarak Marksizm-Leninizmi geçersiz kılmadı, ancak revizyonizmin Doğu Avrupa’daki son noktası oldu. Çağımızın temel çelişkilerinin çözümüne neden olmadı, tam tersine, bugün gördüğümüz gibi, onları daha da keskinleştirdi.

Gerçekten de son yirmi yılda neler gördük?

İnsanlığın gelişiminin önünde engel teşkil eden ekonomik, sosyal ve politik engellerin aşılmasını sağlamak yerine, baskı altına alınan ve sömürülenleri hapseden daha yüksek duvarların inşasına tanık olduk.

Bu duvarlar, lüks ve israf içinde yaşayan mali oligarşiyi, emekleriyle bütün zenginlikleri yarattığı halde onlardan yararlanma imkanına sahip olmayan, yoğun bir sömürünün boyunduruğuna, işsizliğe, yoksulluğa maruz kalan, burjuva hükümetlerin merhametine muhtaç edilen emekçi kitlelerden ayıran duvarlardır.

Bir avuç emperyalist güç ile zenginlikleri zorla talan edilen, açlığa ve geri kalmışlığa mahkum edilmiş bağımlı ülkeler arasındaki duvarlardır.

Emekçilere boyun eğdirmenin ve aptallaştırmanın aracı olan karanlığın, cehaletin, dini baskının, burjuva kozmopolitizminin ürünü duvarlardır.

ABD ile Meksika arasında göçmenlerin karşısına dikilen,  Avrupa ya da Akdeniz’i çevreleyen, ya da Siyonizm’in Filistin’ de inşa ettiği, emperyalizmin Kore yarımadasında ve daha birçok yerde devam ettirdiği duvarlardır.

Egemen sınıflar tarafından dört bir yandan estirilen vaat rüzgarlarına ne oldu?

“Ekonomik gelişme” vaadinde bulunmuştu, ancak parazitçiliğinin, spekülasyonculuğun, hâlâ eskisi kadar sık ve eskisi kadar derin ekonomik krizlerin eşi benzeri olmayan bir gelişimine tanık olduk. Bugünlerde yaşanan ekonomik kriz, biriken tüm sorunların ifadesi olan ve son seksen yılın en vahimi ve en yıkıcı olanıdır.

“Demokrasi ve özgürlüklerin” kefili olduklarını söylediler. Ancak bu ikiyüzlü söylemler; kısa sürede, bir grup emperyalist ülkenin ve mali tekelin diktatörlüğünün güçlendirilmesine, yüzlerce bağımlı ülke ve halk üzerinde etkin olan, hâlâ eskisi kadar vahşi yeni sömürgeci egemenliklere, daha yakın bir zamanda Honduras’ta, Afrika’da olduğu gibi, hükümet darbelerine, emekçilerin kazanımlarının ve birçok ülkede demokratik özgürlüklerin tasfiye edilmesine, giderek daha baskıcı ve faşizan polis devletine dönüştü.

Barışın hakim olduğu bir dünya vaat ettiler, ancak başlarında ABD ile emperyalist güçler, yüz binlerce kurbana neden olan bir dizi saldırı savaşı ve terör eylemleri tezgahlayarak, askeri aygıtlarını ve cephaneliklerini güçlendirdiler; hammadde kaynaklarının, pazar ve hakimiyet alanlarının yeniden paylaşımı için emperyalist devletler ve tekelci gruplar arasındaki rekabet iyice kızıştığı oranda, yeni bir dünya savaşı tehlikesini arttırdılar.

“Çevrenin korunmasından” bahsettiler, ancak azami kâr arayışının çevreyi katlettiğini görüyoruz ve doymak bilmez kâr hırsı ile kapitalizm, bizzat insanın varlığıyla bile bağdaşmadığını gözler önüne seriyor.

Ve Doğu bloku ülkelerinde “özgürlüğün geri dönüşüne” ne demeli? Sefalet ücretleri, yığınların işsizliği, sosyal kazanımların ortadan kaldırılması, ekonomik felaket, ölüm, suç, fuhuş oranlarındaki artış, Batılı emperyalizminin çıkarlarına en uysal boyun eğiş ya da Rusya’da olduğu gibi, aynı emperyalist çıkarların hizmetinde, en geri şovenist duyguların gelişimi… Bu ülkelerde bir “Sosyalist dönem nostaljisinin” doğuşuna şahit olmak, şaşırtıcı olabilir mi? Yani kapitalizmden daha üstün bir toplumsal sistem için, emperyalizmin kesintisiz saldırılarına ve revizyonizmin içten yıkma girişimlerine ve nihayet yıkabilmesine rağmen, çok büyük sosyal ilerlemelere olanak tanıyan bir sistem için, bu türden bir nostaljinin doğuşuna şaşırılabilir mi?

Son yirmi yılda, işçi sınıfı, emekçiler, halkların çoğunluğu, aldıkları darbelere rağmen emperyalizme boyun eğmediler, emperyalist zulmü ve ücretli emek köleliğini kabul etmediler. Sınıf mücadelesinin geri çekilmesi, yerini, giderek daha büyük bir direnişe ve ülkelerin özgün koşullarına bağlı olarak, değişik biçimlerde kendini ifade eden toplumsal ve politik mücadelelerin yeni bir yükselişine bıraktı. Son on yılda, burjuvazinin giderek artan saldırganlığına rağmen, mücadelelerin önemli bir şekilde yeniden aktifleşmesine, halklar ve emekçiler için kayda değer kazanımlar sürecine tanık olduk.

Berlin duvarının yıkılışı, tarihin son bulduğunu göstermedi, aksine daha da hızlandırdı. Komünist ve uluslararası işçi hareketleri, komünizmin zaferine kadar tarihin itici gücü olan sınıf mücadeleleri ilerliyor. Toplumsal dönüşüm mücadelesinin aktörleri kavgaya hazır bir şekilde ayaktalar. “Komünizmin ölüm ilanı”ndan yirmi yıl sonra, burjuvaziyi o kadar endişelendiren de budur. Proletaryanın devrimci teorisini sahiplenmesini engellemek için karalama ve iftira kampanyasına son vermedi.

Bütün bunlar, kapitalizmin sözde üstünlüğünü ve yenilmezliğinin adi bir yalan olduğunu, devrim ve sosyalizm için koşulların şimdiye kadar hiç olmadığı kadar canlı ve güncel olduğunu gösteriyor.

Bugün uluslararası durum, 1989’dakinden farklıdır. Burjuvazi, kendi işleyiş yasalarının ürünü korkunç bir ekonomik kriz içerisindedir ve halkların ve emekçilerin taleplerini ve isteklerini karşılamak için hiçbir çözüme sahip değildir. Düne oranla daha da zayıflamıştır ve egemenlik zincirindeki zayıf halkaların sayısı hayli fazladır.

Emperyalist-kapitalist sistemin genel krizi ile iç içe giren göreli aşırı üretimin krizi, tarihi görevini çoktan bitiren ancak imtiyazlarının ve yaşamının devam etmesi için halklardan ve emekçilerden “fedakârlık”ta bulunmasını istemeye devam burjuvazinin gerçek yüzünü kitlelere göstererek, uzun süre devam edecek.

Hükümetler, kapitalist tekellere, bankalara yardım etmek için devletin kasalarını boşaltırken, işsizlik artmaya, işçi ücretleri ve emekli maaşları düşmeye devam ediyor, sosyal hizmetler bir bir ortadan kaldırılıyor, emekçiler yoksulluğa ve açlığa mahkum oluyorlar. Kapitalistlerin saldırıları, giderek daha şiddetli biçimlere bürünecektir. Burjuvazi ve hükümetleri, büyük mücadelelerle kazanılan sosyal ve politik kazanımlara karşı saldırılar başlatıyorlar. Mali sermayenin en gerici kesimlerince desteklenen faşizm, birçok ülkede giderek ilerliyor. Yeni talan savaşları hazırlanıyor.

Bu durum, burjuvazi ile proletaryanın çıkarlarının uzlaşmaz niteliğini bütün çıplaklığıyla gözler önüne seriyor ve işçi sınıfını ve emekçileri; kapitalist saldırıya, politik gericiliğe ve emperyalist saldırılara karşı birleşik mücadele cephesinin acil olarak kurulmasının gerekliliğiyle karşı karşıya bırakıyor.

Bu birleşik cephenin kurulmasını zorlaştıran temel engel, burjuvazinin gerçek Truva atları olan sarı sendikalar ve sosyal-demokrat partiler tarafından izlenen sınıf işbirlikçi politikalardır. Kitlelere; kapitalizmin kaçınılmaz yasaları tarafından işleyemez duruma getirilen bir “reformizm” vaadinde bulunuyor, işçi hareketlerini ve sendikal hareketleri bölüyor ve frenliyor, parlamenter şaşkınlığının çıkmazına sürüklüyor ve gericiliğin önünü açıyor.

Bu engeli aşmak, etkili bir şekilde mücadele etmek, ekonomik ve politik çıkarlarını taviz vermeden savunmak için; emekçiler, burjuvaziye, işten çıkarmalara, ücretlerin düşürülmesine, sosyal sigortaların kuşa çevrilmesine karşı, krizin sonuçlarını zenginlere, patronlara, asalaklara ödetmek için somut bir mücadele programı öne çıkararak, birleşmelidir. Emekçilerin ve halkların kapitalistlerin ekonomik çıkarlarına feda edilmesini önlemek için geniş bir uluslararası karşı-atak örgütleyerek kapitalizmin saldırısına karşı, işyerlerinde, kırsal alanda, sokaklarda mücadeleyi yoğunlaştırması gereklidir. Aynı zamanda komünistler ve devrimciler, anti-emperyalist, anti-faşist mücadeleyi ilerletmek, dünyada, özellikle Latin Amerika’da ve Asya’da giderek gelişen değişim eğilimini güçlendirmek, halklar arasındaki uluslararası dayanışmayı geliştirmek için gerçekten demokrat, ilerici, solcu güçleri birleştirmelidir. Marksist-Leninist parti ve örgütler uluslararası konferansına mensup parti ve örgütler, bu çağrıya katılan politik ve toplumsal güçlerle birlik halinde, kapitalizmin krizinin devrimci çözümü sorununu kitlelerin karşısına koyuyor. Burjuva hükümetler tarafından alınan tedbirlere karşı, çürümekte olan toplumsal düzeni “düzene sokma” hayalini ileri sürenlere karşı, komünistler; emperyalizmin kötülüklerinin son bulmasının, kapitalizmin genel krizinden tek çıkış yolunun üretimin planlandığı toplumsal düzen, proletarya sosyalizmi olduğunu iddia ediyorlar.

Bu öneri ile; bir yandan krizin vurduğu darbelerden dolayı giderek keskinleşen mücadelelere katılarak, destekleyerek, bu mücadeleleri örgütleyerek, emekçilerin krizin sonuçlarına katlanmak zorunda olmadıklarını söylerken, öte yandan saldırılara karşı koymak için ve sömürücü sınıfların diktatörlüğünü devirmek için, daha üstün yeni bir toplumsal sistem için proletarya ve halkların güçlerini birleştiremezlerse, durumun giderek daha da ağırlaşacağını söylüyoruz.

Berlin duvarının yıkılışından yirmi yıl sonra, sosyalist devrim sorunu; Marksizm-Leninizmin bayrağını, Ekim Devrimi’nin ve Sovyetlerin bayrağını, Dünya proletarya devriminin bayrağını kaldıran güçlü komünist partilerin inşası ve var olanların sağlamlaştırılması aracılığıyla hiç olmadığı kadar çözülmesi gereken yakıcı bir sorun olarak duruyor.

Krizin Gelişim Seyri ve uluslararası Durum Üzerine

ULUSLARARASI MARKSİST LENİNİST PARTİ VE ÖRGÜTLER KONFERANSI (CIPOML) KASIM 2009

1. Partilerimizin son konferansından bu yana geçen sürede, dünyadaki en önemli gelişme; krizin, özellikle 2008’in ikinci yarısı ve 2009 yılının ilk çeyreğinde 1929 krizinden de daha büyük bir hızla derinleşmesi ve yılın ikinci çeyreğinde ise, önceki çeyrek dilimlere göre gelişme seyrinin yavaşlamasıdır. Konferansımız, krizin dibe vurup vurmadığı ve burjuva-kapitalist çevrelerde izlenmesi gereken ekonomi-politikalar ve alınması gereken tedbirlere vb. ilişkin tartışmalarının yoğunlaştığı koşullarda toplanmaktadır. Krizin ve kapitalist ekonominin gelişme seyrinin ve ekonomik, politik, toplumsal çok yönlü sonuçlarının, emperyalizmin ve egemen sınıfların içinde bulunduğumuz koşullarda izleyecekleri ekonomik-politikaların ve saldırıların ele alınması, partilerimizin kitleler arasındaki çalışmasının doğru bir çizgide gelişmesi açısından da önem taşımaktadır.

2. Son krizin özelliklerinden biri; dünyanın en büyük ekonomisi ABD’de, inşaatın yanı sıra sanayide –özellikle metal, otomotiv ve yan sanayi– başlamış olan kirizi gölgede bırakacak ve tam bir çöküntüye yol açabilecek derinlikte bir mali krizle birlikte başlaması ve kısa sürede diğer gelişmiş kapitalist ülkelerde patlayan krizle birleşmesi ve bağımlı ülkelere doğru yayılarak, genel bir bunalım özelliği kazanmasıdır. Bu gelişme seyri; krizin, ABD’deki krizden, özellikle de finans sektöründeki krizden kaynaklandığı görünümünün doğmasına yol açtı. Burjuva-kapitalist çevreler, son krizin de, denetimsizlik ve izlenen ekonomik-politikalardaki, özellikle de finans ve para politikalarındaki hatalar sonucu finans sektöründeki şişmeden, gelişen spekülasyon ve oluşan “köpük”ten, izlenen ekonomi politikalardan kaynaklandığını vb. ileri sürmekte ve bütün araçları kullanarak bu tezleri yaygınlaştırmaya çalışmaktadırlar. Bu kampanyaya, finansal kesimin denetim altına alınması ve doğru ekonomi-politikaların izlenmesiyle, krizlerin engellenebileceği ve aşılabileceği propagandası da eşlik etmektedir. Onlar, bu tezleri ve propagandalarıyla, krizlerin, kapitalist gelişme sürecinin kaçınılmaz evreleri, kâr amacıyla ve pazar için yapılan ve bunun kaçınılmaz sonucu olarak anarşik ve dengesiz bir gelişme gösteren kapitalist üretim tarzının bir sonucu, üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki çelişmenin doruğu, patlamayla dışa vurumu olduğu gerçeğini örtbas etmeye, kapitalist sistemi aklamaya, işçilerin ve emekçilerin hoşnutsuzluk ve öfkesinin doğrudan kapitalist sisteme yönelmesini engellemeye çalışmaktadırlar. Bu ve benzeri çok yönlü propagandalar, yukarda belirtilenlerin yanı sıra, krizin gerçek kaynaklarının, boyutlarının ve tahrip edici sonuçlarının kavranmasını engellemeye, izleyecekleri ekonomi politikaları, krizin yüklerini proletaryanın ve halkların sırtına yıkmak için başlatılan saldırıları meşrulaştırmaya da hizmet etmektedir.

3. Burjuva-kapitalist çevrelerce “küreselleşme” olarak nitelenen sermayenin ve kapitalist ekonominin uluslararasılaşması ve ekonominin farklı dallarının iç içe geçmesi süreci, geçen yüzyılın başları bir yana, ortasıyla da kıyaslanmayacak düzeye erişti. Ülkelerden ve sektörlerden birindeki herhangi bir gelişmenin, diğer ülkelerin ve sektörlerin gelişme süreçleri üzerindeki etkisinin artması, uluslararasılaşma ve iç içe geçme süreçlerinin ilerlemesinin kaçınılmaz sonuçlarıdır. Bu etkilemenin düzeyi ise, ülkelerin ve sektörlerin kapitalist dünya ekonomisindeki yerlerine bağlı olarak değişir. %25 oranında payla kapitalist dünya ekonomisinin en büyük gücü olan ABD ekonomisindeki, özel olarak finans sektöründeki gelişmeler, tüm ülkeleri ve sektörleri etkiledi ve onlardan etkilendi. Ancak, son kriz, ABD finans sektöründeki krizle ve bunun nedeni olarak gösterilen Bush döneminin ekonomi-politikalarıyla açıklanamayacağı gibi, ABD ekonomisindeki krizin diğer ülkelere yansımasıyla sınırlı bir çerçevede de ele alınmaz.

4. Egemen sınıfların ve devletlerinin, uluslararası kuruluşların izledikleri ekonomi politika; ekonominin gelişme seyri üzerinde etkide bulunur, ancak belirleyemez. Ekonominin insan iradesinden bağımsız yasalarını ve dinamiklerini ortadan kaldıramaz ve bu yasalar ve dinamikler tarafından belirlenen gelişme doğrultusunu tersine çeviremez. Esasında, doğru olan, tersidir. Ekonomi-politikalar ve onun bir unsuru olan para ve mali politikaları; hükümetlerin, IMF, Dünya Bankası, AB gibi uluslararası kuruluşların keyfi tercihlerine göre değil, mali sermayenin çıkarları temelinde, ekonominin gelişme seyrine göre şekillenmekte ve değişmektedir.

5. Son krizin de mali, sınai, tarımsal tüm yönleriyle temeli; öncekiler gibi, üretimin pazarlardan daha hızlı büyümesi ve üretilen malların bir kısmının satılamaması, stokların birikmesi, yeni alımların ve siparişlerin azalması, üretimin düşmesi ve bunun da pazarların daralmasına yol açmasıdır. Son finans krizi de bu temelde gündeme geldi ve gelişti. Finans krizinin ön belirtileri olarak ele alınan; kredi piyasasının aşırı genişlemesi, borsalardaki aşırı değerlenme, mali sektörde şişme, günün moda terimiyle köpüklerin oluşması, ekonominin tüm alanlarında spekülatif faaliyetlerin yoğunlaşması gibi gelişmeler, kapitalist ekonominin gelişme sürecinin yakın dönemine özgü olgular olmadığı gibi; üretimin ve pazarlarının uyumsuz bir biçimde büyüdüğü, ama bunun sonuçlarının henüz ortaya çıkmadığı, işlerin tıkırında yürür gibi göründüğü büyüme evrelerinin kaçınılmaz unsurlarıdır. Aşırı üretim –nüfusun ezici çoğunluğunu oluşturan ezilen ve sömürülen kitlelerin gereksinimleri gözönüne alındığında, aslında fazla bir üretim söz konusu değildir– temelinde ortaya çıkan her endüstriyel-ticari krizin unsurlarının oluştuğu ve geliştiği süreç, aynı zamanda, son krizin oluşum ve gelişim sürecinde de görüldüğü gibi, mali krizin unsurlarının da ortaya çıktığı ve geliştiği bir süreçtir. Bu durum, sanayi sermayesi ile banka sermayesinin iç-içe geçerek kaynaştığı ve bu temelde oluşan mali sermayenin egemen hale geldiği kapitalizmin tekelci aşamasında daha da belirgin hale gelir. Az çok şiddetli her kriz; 1929 krizinde ve son krizde görüldüğü gibi, genellikle mali bir kriz olarak uç verir veya krizin ilk belirtileri bu sektörde ortaya çıkar. Ancak tüm bunlar, krizin ve unsurlarının mali, sınai, tarımsal, ticari vb. tüm sektörlerde eşit düzeyde geliştiği anlamına gelmez ve sektörlerin kendilerine özgü gelişme dinamiklerini ve süreçlerini ortadan kaldırmaz.

6. 2007 yılının özellikle ikinci yarısında ABD ekonomisi durgunluk sürecine girmesine, aşırı üretime bağlı olarak inşaat ve otomotiv başta olmak üzere üretimde düşüş ve pazar daralmaları gündeme gelmesine, ABD’nin yanı sıra İngiltere, Fransa ve birçok ülkede finansal krizin belirtileri ortaya çıkmasına karşın; dünya sanayi üretimi, stokları arttırarak büyümeye devam etti ve 2008 Nisan’ında en yüksek düzeyine erişti. 2008 Nisan’ından sonra ise, başta gelişmiş kapitalist ülkeler olmak üzere, dünya sanayi üretimi, aylık dalgalanmalar ve işletmeler, sektörler ve ülkeler arasında farklılıklar olmakla birlikte, düşmeye başladı. Dünya sanayi üretimi, 2008 Nisan’ından sonraki bir yıl içinde, 1929 bunalımından daha büyük bir hızla düştü. Bu yılın Nisan ayı dünya sanayi üretimi, geçen yılın aynı ayının yaklaşık %-13 altında gerçekleşti. Bir önceki aya göre, bu yılın Mayıs’ında %+1.4, Haziran’ında %+2 artan dünya sanayi üretiminin, Temmuz ayındaki büyüme oranı ise %0 ve geçen yılın Nisan ayının yaklaşık %10 altında.

7. Nisan 2008’den itibaren dünya ölçeğinde toplam sanayi üretimi düşer ve mali kriz derinleşirken, kapitalist dünya pazarı da hızla daralmaya başladı. Dünya ticareti, bu yılın Nisan ayında, geçen yılın aynı ayına göre, %-22 daraldı. (IMF’nin açıklamalarına göre ise, dolar bazında “küresel ticaret”, 16 trilyon dolardan 12 trilyon dolara geriledi.) Bu yılın Haziran ayında %2.5 artan dünya ticareti –Temmuz 2008’den bu yana en büyük artış–, Temmuz ayında tekrar düştü ve %-0.8 oranında daraldı. 2009 Temmuz’unda, Nisan 2008’deki seviyesinin yaklaşık %-20 altında. Sürekli değişen IMF açıklamalarına göre de, dünya ticareti, 2009 yılında %-10 –önceki aylarda %12 olarak açıklanmıştı– civarında daralacak. Aralarında farklılıklar olmakla birlikte, ülkelerin iç pazarları da bu sürede daraldı.

8. Dünya sanayi üretimi ve pazarlar hızla küçülürken, mali kriz de dünya ölçeğinde derinleşti ve geçen yılın Eylül ayında, başta ABD ve İngiltere olmak üzere, birçok ülke mali çöküntünün eşiğine geldi. Yeni Zelanda’da mali sektör çökerken, finans krizinin en ağır biçimde hissedildiği ABD ve İngiltere başta olmak üzere, birçok ülkede mali çöküntü, devletlerin müdahalesi ve trilyonlarca doların finans sektörüne aktarılması ile engellenebildi. Sadece ABD’de, 2008 yılında çöken banka sayısı 25. 2007 yılında bu sayı 3. Bu yılın Ocak-Eylül döneminde ise kapanan banka sayısı 72. Bu sayının yıl sonunda 90’ı geçmesi ve banka iflaslarının önümüzdeki yıl da devam etmesi bekleniyor. Mali krizin daha hafif yaşandığı diğer gelişmiş kapitalist ülkelerde de, krizin daha da derinleşmesi, milyarlarca dolarlık destek paketleriyle engellenebildi. Bazı bankalar devlet desteğiyle ayakta kalabilirken, özellikle küçük ve orta ölçekteki birçok banka kapandı ve en büyükler tarafından yutuldu. Krizin en önemli sonuçlarından biri de; finans sektöründe merkezileşme ve yoğunlaşmanın yeni bir ivme kazanması oldu.

Borsalarda Ocak 2008’de başlayan düşüş, Nisan ayından sonra artarak devam etti. Borsalardaki düşüş, 2008 Nisan’ına göre, bu yılın Mart-Nisan aylarında %50’ye yaklaştı. Dünya sanayi üretimi ve ticaretindeki düşüş, bu yılın ikinci çeyreğinde yavaşlayarak da olsa devam etmesine karşın, mali sektöre trilyonlarca doların pompalanmasına da bağlı olarak, borsalar, bu yılın ilk aylarından sonra yükselmeye başladı. Ancak borsa endeksleri hala geçen yılın Nisan ayının yaklaşık %30 altında seyrederken, finans sektörünün yanı sıra diğer sektörlerdeki gelişmeleri de etkileyecek olan “balonlar” ve “köpükler” tekrar büyümeye, spekülatif faaliyetler yoğunlaşmaya, istikrarsızlık unsurları gelişmeye başladı.

9. Eşit olmayan, dengesiz gelişme kapitalist gelişme sürecinin mutlak yasasıdır. Son kriz de, öncekiler gibi, ülkeler, sektörler ve işletmeler düzeyinde eşit olmayan, dengesiz bir gelişme gösterdi.

Son krizin özelliklerinden biri; gelişmiş kapitalist ülkelerde başlaması, finansal krizin endüstriyel krizle birleşmesi ve aşağıdaki verilerde de görüleceği gibi, bu ülkelerin toplam sanayi üretimlerindeki düşüşün, dünya toplam sanayi üretimindeki düşüşün üstünde olmasıdır.

Dünyanın en büyük ekonomisi olan ve 2007’de durgunluk sürecine giren ABD’de, sanayi üretimi, Nisan ayında, geçen yılın aynı ayının % -12.5 altında gerçekleşti. Bu yılın Mayıs ve Haziran aylarında, önceki aylara göre, sırasıyla %-1.2 ve %-0.4 küçülen ABD sanayi üretimi, Temmuzda %+1, Ağustosta %+0.8 arttı. Özellikle Temmuz ayındaki artış, motorlu araç üretimindeki yüzde 20.1 oranındaki büyümeden kaynaklandı. Ağustos sanayi üretimi, geçen yılın aynı ayının %-10.7 altında.

(ABD sanayi üretimi, Haziran’da, geçen yılın aynı ayına göre, 13.6 geriledi. İmalat ise, 15.5 geriledi. ABD sanayi üretimi Eylül’de +0.7 arttı.)

Kriz öncesinde dünyanın ikinci büyük ekonomisi olan Japonya’da, sanayi üretimindeki düşüş, bu yılın Mart ayında (yıllık ortalama değil, 2008 Nisan’ındaki üretime göre) %35’e yaklaştı. Bu düşüşün ardından, Japonya’nın sanayi üretimi, Mart, Nisan, Mayıs, Haziran, Temmuz ve Ağustos aylarında, sırasıyla %+1.6, %+5.2, %+5.9, %+2.4, %+1.9 ve %+1.8 oranında arttı. Ancak sanayi üretimi, hala bir yıl öncesinin %-18 altında seyrederken, büyüme oranı da, Mayıs ayından itibaren düşmektedir.

Dünyanın en büyük 5 ekonomisi arasında yer alan Almanya’nın 2009 Nisan sanayi üretimindeki düşüş, geçen yılın Nisan ayına göre %-24’ü geçti. Almanya’nın yanı sıra Fransa, İngiltere, İtalya gibi gelişmiş kapitalist ülkelerin de yer aldığı EU-27 için ise, bu oran %-19.3. Almanya’da, Mayıs ayında, bir önceki aya göre %+5 olarak gerçekleşen sanayi üretim artışı, Haziran ayında %+1.1’e, Temmuzda %-1’e geriledi. Ağustosta ise, %+1.5 arttı. Mayıs ayında, EU-27 ülkelerinde, sanayi üretimindeki düşüş durdu ve %+0.6 arttı. Bir önceki aya göre, sanayi üretimindeki artış, Haziran, Temmuz ve Ağustos aylarında ise, sırasıyla %+0.3, %+0.3 ve %+0.6 oldu. Bu artışa rağmen, Almanya ve EU-27 ülkelerinin Ağustos sanayi üretimi, geçen yılın aynı ayının sırasıyla %-18.0 ve %-13.5 altında.

Bağımsız Devletler Topluluğu (BDT) ülkelerindeki sanayi üretimi, sadece bu yılın Ocak-Temmuz döneminde, ortalama %-15 oranında geriledi. Rusya’nın Ağustos ayı sanayi üretimi, geçen yılın aynı ayının %-12.7 altında. Latin Amerika’nın gerek kapitalist gelişme düzeyi, gerek ekonomik büyüklük bakımından önem taşıyan üç ülkesi, Brezilya, Meksika ve Arjantin’in Temmuz ayı sanayi üretimleri, bir önceki yılın aynı ayının, sırasıyla %-9.9, %-6.5 ve %-9 altında seyretti. Bu düşüş, Güney Afrika’da %-13.7.

Gelişmiş kapitalist ülkelerde başlayan kriz, Asya, Afrika ve Latin Amerika’nın bağımlı ve geri ülkelerine doğru yayılarak, bu ülkelerin zayıf ekonomilerini sarstı. Büyük emperyalist güçlerin, krizin yüklerini diğer ülkelerin sırtına yıkmaya yönelik saldırılarının yoğunlaşacağı önümüzdeki süreçte, krizin tahrip edici çok yönlü sonuçları ağırlaşarak ortaya çıkacaktır.

10. Büyüme oranları düşmekle birlikte, son krizde, kıtalar düzeyinde Asya (Japonya hariç), kapitalist dünya ekonomisinin gelişme seyri açısından önem taşıyan ülkeler arasında da Hindistan ve özellikle de dünyanın en büyük 5 ekonomisi arasında yer alan Çin, farklı bir gelişme gösterdi. Dünya sanayi üretiminin ve ticaretinin hızla düşmesi ve finans krizinin derinleşmesiyle birlikte, bu ülkelerin genel olarak ekonomilerinin, özel olarak sanayi üretimlerinin büyüme oranları düşmeye başladı. Örneğin, Hindistan toplam sanayi üretimi, geçen yıl, 2007 yılına göre %- 0.4, geçen yıl Aralık ayında ise, Aralık 2007’ye göre %- 11,9 oranında geriledi. Ancak büyüme oranı düşmesine ve dalgalanmalar olmasına karşın, Hindistan ekonomisi ve sanayii büyüdü. Bu ülkenin sanayi üretimi, bu yılın Temmuz ayında, geçen yılın aynı ayına göre %+7 artış gösterdi.

Kriz öncesi yıllarda, yılda ortalama %+16 ile %+18 arasında büyüyen Çin sanayi üretimi, bu yılın ilk çeyreğinde, geçen yılın aynı dönemine göre %+5.1, ikinci çeyreğinde ise, %+7.9 artış gösterdi. Ağustos ayında ise, geçen yılın aynı ayına göre %+12.7 oranında arttı. Büyüme oranı düşmekle birlikte, Çin ekonomisi ve sanayi, son bir yılda da büyüdü.

Çin, son dünya krizine, başka şeylerin yanı sıra, yüksek büyüme hızı, büyük döviz rezervleri ve dış ticaret fazlası ve devlet kapitalizmi uygulamalarının yaygınlığının da bir sonucu olarak (en büyük bankalar devlet bankaları) diğer ülkelerden daha istikrarlı ve sağlam bir mali sektörle girdi. Bu durum; Çin’in, ekonomiye müdahale açısından daha geniş olanaklara sahip olmasını sağladı. Çin hükümeti, ekonomiyi canlandırmak için, 1929 krizinde birçok kapitalist ülkede –örneğin Hitler Almanya’sında– uygulanan programın bir benzerini geçen yılın Kasım ayında başlattı. Devletin finanse ettiği ve demiryolu, köprü, havaalanı, liman ve otoban gibi altyapı yatırımlarına odaklanan bu programın tutarı, 586 milyar dolar. Bunu, bu yılın ilk yarısında bankaların açtığı 1.1 trilyon dolarlık kredi paketi izledi. Japonya sanayi üretiminin Mart ayından itibaren artmaya başlaması, bu yılın ikinci çeyreğinde dünya kapitalist ekonomisindeki daralmanın yavaşlaması vb. faktörlerin yanı sıra, 1 trilyon 686 milyar doları bulan teşvikler, Çin ekonomisinin ve sanayinin, önceki yıllara göre düşmekle birlikte, bu yıl da büyümesini sağlayan etkenlerden biri oldu. Ancak süreç ilerledikçe, teşviklerin olumlu etkisinin zayıflaması ve olumsuz sonuçlarının ve etkilerinin gelişmesi kaçınılmaz. Özellikle çimento ve demir-çelik sektörlerinde yatırımlar ve üretim kapasiteleri, devletin finanse ettiği altyapı yatırımlarının iç pazarda yol açtığı genişlemeden daha hızlı büyüdü ve atıl kapasite azalacağına yükseldi. Son aylarda, bu sektörlerde aşırı üretim temelli kriz belirtileri belirginleşirken, devletin finanse ettiği altyapı yatırımlarındaki büyümenin yanı sıra, Çin kredi piyasasındaki 1.1 trilyonluk genişlemeyle birlikte, başta emlak ve borsalar olmak üzere, birçok alanda “varlık balonları” ve ‘köpükler” büyümeye başladı. Ancak, tüm veriler, dünya ekonomisi yeni bir büyüme dönemine girmediği sürece, Çin’in bu yılın ilk yarısındaki büyümeyi uzun süre devam ettiremeyeceğini göstermektedir.

11. Üretim araçlarını üreten 1. kesimin, tüketim araçlarını üreten 2. kesimden daha fazla ve hızlı büyümesi, genişletilmiş yeniden üretimin, kapitalist üretim tarzının koşuludur. Kapitalist ekonominin, savaş, tabi afetler gibi özel koşullar bir yana bırakılacak olursa, olağan gelişme sürecinde, aşırı üretim ve onu izleyen üretim düşüşü, öncelikle üretimin 1. kesiminde gündeme gelir ve düşüş, bu kesimde daha şiddetli olur. Son krizde de böyle gelişti ve üretim araçlarını üreten kesimdeki düşüş, 2. kesimden daha yüksek oldu. Mevcut istatistikler bu ayrımı temel alarak yapılmadığı için, bu düşüşü gösteren kesin veriler yok. Ancak tam bu ayrıma denk düşmese de, mevcut istatistikler, enerjinin yanı sıra, dayanıklı ve dayanıksız tüketim malları ve sermaye ve ara mallarına ilişkin verileri içeriyor ve üretimin, 1. ve 2. kesimindeki gelişme seyrine ilişkin yaklaşık sonuçlara varmaya olanak tanıyor.

Örneğin, EU-27 bölgesinde, bu yılın Nisan ayında, önceki yılın Nisan ayına göre toplam sanayi üretimindeki düşüş %19.4 iken, ara ve sermaye mallarında ise, sırasıyla %-25.7 ve%-25.5. Ağustos ayında ise, aynı veriler; toplam sanayi üretimi için  %-13.5, ara ve sermaye ve malları için sırasıyla  %-18 ve %-19.7. Dayanıklı ve dayanaksız tüketim malları için de, sırasıyla %-16.4 ve %-3. ABD’de ise, bu yılın Haziran ayında, önceki yılın aynı ayına göre sanayi üretimindeki düşüş tüketim mallarında %-7.9 olarak gerçekleşirken, bu oran, iş aletleri üretiminde %-17.8, hammadde üretiminde ise %-15.8 oldu.

Demir-çelik üretiminin gelişme seyri, toplam sanayi üretiminin gelişme seyri ile birlikte ele alındığında ise, durum daha da çarpıcı biçimde ortaya çıkmaktadır. Dünya Çelik Birliği’nin verilerine göre; dünya ham çelik üretimi, sadece Ocak-Haziran döneminde, dünya sanayi üretiminden iki mislinden fazla bir düşüşle, geçen yılın aynı dönemine göre %-21.3 oranında azaldı. Ocak-Haziran döneminde, ham çelik üretimi, Çin’de 1.2, Hindistan’da 1.3 oranlarında artarken, Japonya’da yüzde 40.7, Rusya’da yüzde 30.2, ABD’de yüzde 51,8, Güney Kore’de yüzde 17.3, Almanya’da yüzde 43.5, Ukrayna’da 38.8, Brezilya’da 39.5, İtalya’da 42.8 ve Türkiye’de 17.3 oranlarında azaldı. Dünya ekonomisinin krizden çıkmaya başladığı beklentilerinin geliştirilmeye çalışıldığı Ağustos ayında ise, dünya çelik üretimi, %-5.5 gibi yüksek bir oranda düştü. Yılın ilk sekiz ayındaki düşüş ise %-18.1.

Krizin dünya ölçeğinde başlamasından bu yana 1,5 yıla yakın bir süre geçmesine karşın, başta üretim araçları üreten 1. kesimin asıl geliştiği gelişmiş kapitalist ülkeler olmak üzere, dünya ölçeğinde bu kesimin büyüme hızı negatif ve 2. kesimin üretim artış hızının çok altında seyrediyor. Durum bu iken, sanayinin krizden çıktığı ve yeni bir büyüme dönemine girdiği söylenebilir mi? Henüz söylenemez.

12. Kapitalizmin tekelci aşamasında, daha kısa periyotlarla gündeme gelmelerine, daha uzun sürmelerine ve üretici güçler üzerindeki tahrip edici sonuçları ağırlaşmasına karşın, krizler, kapitalist gelişme sürecinin tek evresi değil, evrelerinden biridir. Proletaryanın toplumsal devrimiyle yıkılmadığı sürece, kapitalizm, yaşam araçlarının ve üretici güçlerin tahribine, çok yönlü toplumsal çöküntüye yol açarak bu krizden de çıkar ve kapitalist gelişme sürecinin diğer evrelerinden geçerek, yeni bir krize doğru yol alır. Ancak, mevcut veriler, henüz, kapitalist dünya ekonomisinin krizden çıkarak yeni bir büyüme dönemine girdiğini göstermemektedir. 1929 krizinin ve diğer krizlerin gelişme süreci incelendiğinde de görüleceği gibi, kriz evreleri de düz bir çizgi gibi gelişmemekte, inişleri ve çıkışları, her alanda eşit olmayan ve dengesiz gelişmeyi içeren bir süreç olarak ilerlemektedir. Son kriz de, böyle gelişmektedir.

13. Kapitalist dünya ekonomisinin şiddetli bir krize girdiğinin belirginleşmesiyle birlikte, neo-liberal gevezelikler ve izlenen ekonomi-politikaları, özellikle para politikaları bir yana bırakıldı. Krizin derinleşmesini, tam bir çöküntüye doğru ilerlemesini engellemek, kapitalist sistem ve finans kapitalin egemenliği ve çıkarları açısından tahrip edici sonuçlarını en aza indirmek için; devletler, tüm olanaklarının yanı sıra, sağlık ve işsizlik sigortalarının, yaşlılık ve emeklilik kurumlarının vb. fonlarını da kullanarak, ekonomiye müdahale etti. Sıkı para politikası ve işçi sınıfına ve emekçilere yönelik tüm saldırıların ve onların en temel taleplerini reddetmenin vazgeçilmez gerekçesi olan bütçe dengeleri, bir yana itildi. Milyarlarca dolar, bankaların, GM, Ford, Opel örneklerinde de görüldüğü gibi, tekellerin kasalarına doğrudan aktarılır, riskli krediler ve yatırımlar ve diğer zararlar devlet tarafından üstlenilir, en zor durumdaki finans kurumları ve tekeller devralınırken, “ekonomiyi canlandırma paketleri” de birbirini izlemeye başladı. Devletin, burjuvazinin, özelikle tekelci burjuvazinin genel ve uzun vadeli çıkarlarının temsilcisi ve sömürülen sınıflar üzerinde bir egemenlik ve baskı aygıtı olduğu gerçeği, bir kez daha bütün yalınlığıyla ortaya çıktı.

14. Devletlerin bu müdahaleleri, krizin gelişme seyrini belirlemese de, etkiledi. Özellikle ABD ve İngiltere’de mali sektörün tam bir çöküntüye doğru sürüklenmesi engellendi. Gelişmiş kapitalist ülkeler başta olmak üzere, birçok ülkede ekonominin ve sanayi üretimindeki düşüşün yılın ikinci çeyreğinden itibaren yavaşlamasının, Japonya örneğinde görüldüğü gibi, son aylarda düşen bir seyirde artmasının nedenlerinden biri de, üretimdeki sert düşüşlere bağlı olarak stokların erimeye başlamasının yanı sıra –ki bu temel etken– iç pazarı ve üretimi canlandırmak için trilyonlarca doları bulan devlet harcamalarıdır. (Şunu da hemen belirtmek gerekir ki; Çin bir yana bırakılacak olursa, doğrudan üretimi ve pazarları canlandırmak için uygulanan teşvik paketleri, bu harcamaların küçük bir bölümünü oluşturmaktadır. Özellikle finans krizinin şiddetli biçimde yaşandığı ABD ve İngiltere başta olmak üzere, devletlerin mali olanakları, büyük ölçüde finans sektörü için kullanıldı.) Bu harcamalar, geçici bir süre için de olsa, uygulandığı ülkelerde ve sektörlerde, pazarların ve üretimin daralmasını yavaşlatan, hatta kısa süreli canlandıran etkenlerden biri oldu. Otomotiv sektöründeki teşvikler ve sonuçları, bu bakımdan en çarpıcı ve bilinen örneği oluşturmaktadır. Başta Almanya olmak üzere, birçok ülkede, otomotiv sanayini ve pazarını canlandırmak için, süreli “hurda primi” ve vergi indirimleri uygulandı. Örneğin Almanya’daki 5 milyar euroluk hurda primi uygulamasıyla 200 bin araç trafikten çekildi –ömrünü henüz tamamlamamış olmasına karşın imha edildi– ve onların yerini yenilerinin alması sağlanarak, otomotiv sanayiindeki stokun eritilmesi, pazarın ve üretimin canlanması amaçlandı. Ancak tüm faturayı, tekeller değil, emekçilere ödetmek üzere devlet üstlendi. Bu tür teşviklerle canlanmanın geçici olduğu, hurda primi uygulamasının 2 Eylül’de sona ermesiyle birlikte, otomobil satışlarının bir önceki aya göre yarı yarıya azalmasıyla ortaya çıktı.

15. IMF’nin açıklamalarına göre, geçen yıl, sadece G-20 ülkelerinin krizle bağlantılı müdahalelerinin toplam hacmi, 10.5 trilyon dolar. Geçen yıl, miktar olarak en büyük harcamaları, ABD ve İngiltere yaptı. ABD’nin krizin başlamasından bu yılın Eylül ayına kadar yaptığı harcamaların toplamı ise, 13 trilyon dolar. ABD’nin bütçe açığı üç misli arttı ve 1,5 trilyon dolara yaklaştı. Başta ABD olmak üzere, toplam borçları artan gelişmiş kapitalist ülkelerin, bütçe açıklarının GSYİH’ya oranı %10’a yükseldi. Bağımlı birçok ülkede, %10’u aştı. Üretim düşer, ekonomiler ve pazarlar daralırken, dolaşımdaki para miktarının artması; başka şeylerin yanı sıra spekülatif faaliyetlerin yoğunlaşmasına ve “köpüklerin ve balonların” tekrar gelişmesine, başta dolar olmak üzere, paraların temsil ettikleri değerin düşmesine ve enflasyon beklentilerinin artmasına, doların uluslararası eşdeğer para birimi olma işlevinin daha da sarsılmasına, başta mali sektör olmak üzere, tüm sektörleri etkileyecek yeni istikrarsızlık unsurlarının ortaya çıkmasına ve gelişmesine yol açtı. Borsadaki yükselişlerin, yeni “köpüklerin” oluşmasının, özellikle Çin gibi büyümesini sürdüren ülkelerin ve son aylarda düşen bir seyirde sanayi üretimi artan Japon tekellerinin hisse senetlerine yönelişin ve bunun yol açtığı aşırı değerlenmenin nedenlerinden biri de, doların ve birçok ülke para biriminin temsil ettiği değerin düşmeye başlamasıdır.

Dolar, altın ve birçok para birimi karşısında değer kaybederken, birçok ülkenin para birimi de, altın karşında değer kaybetmektedir. Bir ons altının dolar karşılığı, kriz öncesine göre 4 kat artarak, 1000 doları geçti. İran döviz rezervlerini euroya çevirir ve petrol satımında euroya dönerken, birçok ülke, döviz rezervlerinin tamamını olmasa da, bir kısmını, başta euro olmak üzere, başka para birimlerine doğru kaydırmaya başladı. Başta Çin, Rusya olmak üzere, birçok ülke, diğer ülkelerle ticaretinde dolar yerine kendi para birimlerinin kullanılmasını öngören anlaşmalar imzaladı. Doların uluslararası eşdeğer para birimi olması üzerine kurulan ve ABD’ne her alanda avantajlar sağlayan mali ve para sistemi daha da sarsıldı. Yeni bir uluslararası para biriminin belirlenmesi yönündeki girişimler yoğunlaştı ve açıktan tartışılır hale geldi. Çin yetkilileri, bunu açıkça dile getirdi. Kapitalist dünya ekonomisi, bu bakımdan da; çelişkilerin derinleştiği, belirsizliklerin arttığı ve parasal bir krizin unsurlarının geliştiği bir kaosa doğru sürükleniyor.

Bütün veriler, ülkeler arasında farklılıklar olmakla birlikte, geçici bir süre için de olsa, yeni teşvik paketleriyle ekonomileri canlandırma, daha doğrusu, krizin ekonomi açısından tahrip edici sonuçlarını ağırlaştırarak erteleme olanaklarının daraldığını göstermektedir. Son G-20 ve IMF-Dünya Bankası toplantılarında, bütçe açıklarının ve piyasadaki para miktarının kritik sınırı çoktan aştığı, bütçe açıklarını azaltmanın, bunun için gerekli tedbirleri acil olarak almanın artan bir zorunluluk haline geldiği açıkça belirtildi. Ancak bu tedbirlerin, kritik bir dönemde bulunan dünya ekonomisinin ve tek tek ülkelerin ekonomik ve mali dengelerinin gelişme seyri göz önüne alınarak uygulanması gerektiği, Çin gibi büyük döviz stoklarına sahip ve bütçe dengeleri daha olumlu olan ülkeler kastedilerek, dünya ekonomisinin toparlanmasına hizmet edecek ekonomik-politikalar izlemeleri, aksi halde ekonomide sert düşüşlerin tekrar gündeme gelebileceği de vurgulandı.

16. Belli başlı uluslararası mali sermaye gruplarının ve emperyalist devletlerin; krizin tahrip edici sonuçlarını emperyalist-kapitalist sistem ve mali sermayenin çıkarları açısından en aza indirmek, krizin yüklerini kendi emekçilerinin yanı sıra, diğer ülkelerin ve halkların sırtına yıkmak için, koordineli bir biçimde hareket etmeye ve bunun araçlarını geliştirmeye yönelik girişimleri özellikle son aylarda yoğunlaştı. G-20’nin ardından, IMF ve Dünya Bankası toplantıları yapıldı. Bu toplantılarda, IMF ve Dünya Bankası’nın mali kaynakları arttırılarak, daha etkin bir biçimde kullanılmaları kararlaştırıldı. Önümüzdeki dönemde; büyük emperyalist güçlerin, diğer ülkelerin pazarlarını, tüm yeraltı ve yerüstü kaynaklarını uluslararası mali sermayenin sömürüsü ve talanına ardına kadar açmalarına ve buna uygun ekonomik politikalar izlemelerine yönelik baskıları artacaktır.

17. Kriz, başta pazarlar ve hammadde kaynakları olmak üzere, emperyalist tekeller ve devletler arasında süren paylaşım mücadelelerini şiddetlendirdi. Meta ve sermaye dolaşımının önündeki tüm engellerin kaldırılması için diğer ülkeler üzerinde baskılarını yoğunlaştıran büyük emperyalist ülkelerde, ekonomilerini, özellikle iç pazarlarını korumaya yönelik uygulamalar artarken, rakiplerinin pazarlarına ve etki/nüfuz alanlarına sızma ve ele geçirme girişimleri yoğunlaştı. ABD, demir-çelik, sonra da lastik ve otomotiv yan sanayi dallarında gümrük vergilerini yükseltti. Fransa örneğinde, en açık biçimde görüldüğü gibi, destekler, ülke içinde kullanma koşuluna bağlandı. Dolaylı ve dolaysız doping ve kota uygulamaları yaygınlaştı. Bunların engellenmesi için Dünya Ticaret Örgütü’ne yapılan başvuruların sayısı son yılda arttı. Krizle birlikte, bütünüyle kalıcı olmasa da, belli başlı emperyalist ülkelerin ve uluslararası mali sermaye gruplarının dünya ekonomisi içindeki ağırlıkları değişiyor. ABD ve müttefiklerinin engelleme girişimlerine karşın, Çin; sürekli artan enerji ve hammadde ihtiyacını karşılamak ve güvenceye almak, yeni pazarlara girmek için girişimlerini yoğunlaştırdı. Enerji kaynaklarının ve geçiş yollarının denetimi için süren mücadele, özel bir önem kazandı. Çin; Rusya, Brezilya, Peru, Venezuela örneklerinde de görüldüğü gibi, Asya, Afrika ve Latin Amerika’nın birçok ülkesiyle yeni anlaşmalar imzaladı. Benzer anlaşmaları, Rusya ve Hindistan da yaptı. Güçler ilişkisinin değişmesine de bağlı olarak, önümüzdeki dönem, emperyalistler arasındaki çelişmelerin derinleştiği bir süreç olacaktır.

18. Sanayi üretiminin düşmesine, pazarların daralmasına bağlı olarak, bütün ülkelerde işten atmalar yoğunlaştı ve “kısa süreli çalışma” vb. uygulamalara karşın, işsizler ordusu hızla büyümeye başladı. ILO’nun açıklamalarına göre; 2007 yılı sonunda 180.2 milyon olan işsiz sayısı, geçen yılın sonunda, 188.6 milyona yükseldi. Kapitalizmin örnek refah ülkeleri olarak gösterilen gelişmiş kapitalist ülkelerde, resmi verilere göre, işsizlik oranı %10’a doğru tırmanırken, İspanya’da %18’i, Belçika’da %12’yi geçti. İş bulma umudunu yitirdiği için iş ve işçi bulma kurumlarına başvurmayanların sayısı artıyor ve resmi veriler, gerçek işsizlik oranlarını yansıtmıyor. İşsizlik oranının daha yüksek olduğu geri ve bağımlı ülkelerde de işsizler ordusu büyüdü ve birçok ülkede %20’lere çıktı. Örneğin, Türkiye’de resmi verilerde işsizlik oranı %13 olarak yansıtılırken, gerçek işsizlik oranı, %20’yi geçti. Gençler ve kadınlar arasında işsizlik ise, ortalamanın üstünde. Gençler arasında işsizlik oranı, ABD’de %17.8’e, Avrupa Birliği’nde ise %19.7’ye yükseldi. Türkiye’de ise, bu oran, en iyimser tahminle %25.

2009 yılında, yaşamını sürdürebilmesi için en asgari gıdayı alamayan insan sayısı, 1 milyar 20 milyon kişiye yükseldi. Dünya nüfusunun yüzde 10-15’i açlık, yüzde 30’u ise, en asgari düzeyde de olsa, beslenememe tehlikesiyle karşı karşıya ve açlığa bağlı olarak yılda 24 milyon çocuk ölüyor.

Bütün ülkelerde, ezilen ve sömürülen sınıfların, yaşam ve çalışma koşulları kötüleşir, mutlak yoksullaşma süreci ilerlerken; demokratik hak ve özgürlükleri sınırlamaya, işçi sınıfının ve emekçilerin mücadelesini ezmeye, örgütlerini güçsüzleştirmeye ve dağıtmaya yönelik girişimler ve saldırılar yoğunlaştı.

19. Finans kurumları başta olmak üzere, tekellere trilyonlarca dolar aktarılırken, işten atmaların yoğunlaşması, işsizliğin hızla yükselmesi, gerçek ücretlerin düşmesi, yoksullaşma sürecinin ilerlemesi, özellikle Asya, Afrika ve Latin Amerika’nın bağımlı ülkeleri başta olmak üzere, birçok ülkede, işsizü ve yoksulluk sınırının yanı sıra açlık sınırının altında yaşamlarını sürdürmeye çalışan kitlelerin büyümesi; işçi sınıfı ve diğer emekçi sınıf ve tabakalar arasında hoşnutsuzluk, öfke ve mücadele eğilimlerini geliştirdi. Aralarında düzey ve aldığı biçimler bakımından farklılıklar olmasına karşın, işçi sınıfının ve halkların mücadelesi gelişti. Fransa, Güney Kore örneklerinde görüldüğü gibi, fabrikaların kapatılmasına, işten atmalara karşı, fabrika işgalleri gibi yeni mücadele biçimleri ortaya çıktı. Hemen bütün ülkelerde, grevler, gösteriler yaygınlaştı. Fransa, İtalya, Yunanistan, Honduras, Haiti, Yukarı Volta son olarak Romanya örneklerinde de görüldüğü gibi, birçok ülkede, başta işçiler olmak üzere, emekçilerin hareketi genel grevler ve direnişlere doğru ilerledi. Birçok ülkede “açlık ayaklanmaları” gündeme geldi.

20. IMF-Dünya Bankası yetkilileri başta olmak üzere, finans kapitalin temsilcileri ve ideologları; ekonomi toparlanmaya başlasa bile, işsizliğin ve yoksulluğun bir süre daha artacağını, gerekli tedbirler alınmazsa, açlık ayaklanmalarının, savaşların gündeme geleceğini açıkça belirtiyorlar.

İşsizliğin artmasının, ücretlerin düşmesinin kaçınılmaz sonucu, tüketim malları pazarının daralması, tarımsal bir krizin unsurlarının gelişmesidir. Önümüzdeki dönemde, krizin, bağımlı ve geri ülkelerdeki, tarım sektörü ve köylülük üzerindeki etkisi ve sonuçları daha şiddetli hissedilecek ve tarım proletaryası ve yoksul köylüler başta olmak üzere, köylülüğün yoksullaşması hızlanacak, işsizler ve açlar ordusu yeni kitlesel katılımlarla büyüyecektir. İşsizler ordusuna, bu yıl 59 milyon insan katılacak. Aç insan sayısı, 2009’da, yaklaşık 100 milyon kişi daha artacak.

Tüm bunlara, krizin ve şiddetlenen rekabetin yüklerinin, özel olarak da bankalara ve tekellere aktarılan ve aktarılacak olan trilyonların faturasının işçi sınıfının ve ezilen halkların sırtına yıkmak için yoğunlaşacak saldırılar eklenecek. Bütçe ve dış ticaret ve ödemeler dengelerini sağlama gerekçesiyle, eğitimden sağlığa kadar, tüm sosyal harcamaların daha da kısıtlanmasına, gerçek ücretlerin aşağı çekilmesine, bağımlı ve geri ülkelerin yanı sıra gelişmiş ancak küçük ülkelerin köleleştirilmelerine vb. yönelik baskılar yoğunlaşacak. Önümüzdeki dönem, ekonomik, politik, toplumsal tüm yönleriyle saldırıların artacağı, ezilen ve sömürülen kitleler arasında hoşnutsuzluk, öfke ve mücadele eğilimlerinin gelişmeye devam edeceği bir süreç olacaktır.

Emperyalist kapitalist sistemin krizinin yakın dönemdeki gelişimi üzerine analizi sonuçlandırırken, krizden henüz çıkılmadığını ve daha da derinleşmesine neden olabilecek unsurların biriktiğini söyleyebiliriz. Burjuvazi, tekeller ve emperyalist güçler; krizin yükünü işçi sınıfının, emekçi kitlelerin ve halkların sırtına yıkmak için tüm önlemleri almaktan geri durmuyorlar. Tekellerin hizmetindeki devletler, toplumsal ihtiyaçları gözetmeksizin ve geniş emekçi kitlelerin çalışma ve yaşam koşullarını kötüleştirmek pahasına, kapitalistlerin, bankaların ve büyük şirketlerin kârlarını kurtarmak için milyarlarca dolar ve euro para şırınga ettiler. Kapitalistler şimdi “krizin aşıldığı”ndan, “düzelme”den söz ettiklerinde, gerçekte azami kâr, kapitalist sömürü ve emperyalist talan için koşulların “düzelmesi”ni kastetmektedirler.

Sorunun farkındaki işçi sınıfı ve halklar, krizin sorumlusu olarak sistemi görmekte ve ona karşı çıkmaktadırlar. Sistemi “moralize etmek” amacında olan reformist öneriler ise, her şeyden önce, kitlelerin öfkesini yatıştırmak ve saptırmak, savaş ve sefalet eken sisteme yönelik sosyal ve politik protestonun ileri boyutlara varmasını engellemek amacını gütmektedir. Ama sınıf mücadelesi, uluslararası planda tüm ülkelerde keskinleşecektir.

Parti ve örgütlerimiz, emekçileri ve halkları, mücadelelerini yükseltmeye, eylemler, yürüyüşler, grevler düzenleyerek, krizin yükünü ödemeyi reddetmeye davet etmektedir. Burjuvazinin ve onun hizmetindeki devletin şiddetine karşı, işçi sınıfı ve halkların her yönteme başvurarak, sınıf mücadelesini yükseltme hakkını bir kez daha ilan etmektedir. İşçileri ve halkları bölme ve birbiri üzerine kışkırtma girişimlerine karşı biz, işçi ve emekçileri birliğe ve uluslararası dayanışmayı yükseltmeye davet ediyoruz.

Sistem, kendi kendine yıkılmayacaktır. Krizin devamı ve derinleşmesi sefaleti daha da arttıracak, emperyalist egemenlik zincirini sağlamlaştıracak, sistemin tüm çelişkileri keskinleşecektir. Şimdiden zaten, yeniden paylaşım için sürtüşme halinde olan emperyalist güçler arasındaki çelişki, halklar üzerinde ağır savaş tehlikesi olarak somutlaşacaktır.

Kitleler için tek çıkış yolu, kapitalist sömürü ve emperyalist tahakküme son verecek devrimci eylemdir. Kapitalizmin tek alternatifi sosyalizmdir.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑