Kentsel dönüşüm, başlangıçta, plansız ve kontrolsüz bir biçimde yapılanan kentler ve metropoliten alanların iyileştirilmesini öngören olumlu bir kavram olarak karşımıza çıktı. Dönüşüm projeleri ile plansız ve kontrolsüz yapılanmış kentsel alanların ve özellikle buralarda yaşayan yoksulların yaşam koşullarının iyileştirileceği umuldu. Kaldı ki, genel kamuoyu açısından ancak bu gerekçelerle bu alanlara yapılacak müdahaleler kabul edilebilir bir nitelik taşıyabilirdi. Ayrıca suç ile özdeşleştirilen bu alanların dönüştürülerek iyileştirilmesine yönelik müdahaleler, suçu ve şiddeti azaltacaktı. Kentte yaşayan herkes için ortak bir fayda olarak öne sürülen bu iddia ile de, kentsel dönüşüme olumlu anlamlar yüklemek mümkündü. Ancak sınıflı bir toplumda “herkes” için ortak bir fayda iddiası ortaya atıldığında, o “herkes”in kim olduğuna daha yakından bakmak gerekir.
Kentsel dönüşüm kavramı ve kentsel dönüşüm adı altında gerçekleştirilen projeler, hem Türkiye’de hem de dünyanın başka yerlerinde meşrulaştırıcı söylemlerle ortaya çıksa da, bu iddiaların arkasındaki amaç ve politikaların anlaşılması uzun sürmedi. Kentsel dönüşüm, en genel ve basit açıklaması ile kent arazisinin metalaşması ve bir meta olarak küresel pazara sunulması anlamına geliyordu. Sağlıklı bir çevrede yaşama ve barınma hakkı gibi “refah dönemi” kentinin iddiaları bile, kentsel arazinin eskiye oranla artan bir hızla küresel pazar için meta haline gelmesiyle, gündem dışına itildi. Hiç kuşkusuz, kentin küresel pazar için meta haline gelebilmesi, “refah dönemi kenti”nin “sosyal devlet” iddialarından bile geri düşülmesi, sınıflar arasında devam eden mücadelenin, özellikle Sovyetler’in yıkılmasından sonra, sınıf hareketinin geri çekilmesi ve sınıf örgütlenmesindeki zayıflamayla, sermaye lehine sonuçlanması, kentin örgütlenmesinde emekçi sınıfların taleplerinin geri düşmesine de neden oldu. Egemen sınıfların, her zaman sınıf mücadelesinin yeniden yükselme potansiyelini göz önünde bulundurarak “tehlikeli sınıflar” olarak gördüğü, kent merkezinden uzaklaştırılmak istediği emekçi sınıfların, barınmanın yanında eğitim, sağlık gibi tüm sosyal hakları budayan politikaların karşısında bir güç olarak duramaması, egemen sınıfın politikalarını hayata geçirmesini de kolaylaştırdı.
Küresel pazar için meta haline gelen ve kentsel dönüşüm projelerinin hayata geçirildiği, geçirilmeye çalışıldığı projelerle gündeme gelen kentsel mekânların başında, emekçi yoksul halkın yaşadığı tarihi kent merkezindeki alanlar ve kent merkezine yakın, ulaşım olanakları gelişmiş gecekondu bölgelerinin gelmesi tesadüf değildir kuşkusuz. İstanbul ölçeğinde kentsel dönüşüm projeleri ile gündeme gelen mahalle ve bölgeleri sıraladığımızda, hemen hemen tamamının bu özellikleri taşıdığını görebiliriz. Bunlar arasında, Süleymaniye, Sulukule, Tarlabaşı, Talimhane, Şişhane, Harem, Üsküdar, Balat, Ayvansaray bulunmakta. Özellikle 1950’lerden beri kente göçle gelen ve her türlü sosyal ve ekonomik bedeli ödeyerek ve ödemeye devam ederek gecekondu mahallelerinde yaşayan yoksullarla, yine göçle gelen kentin merkezindeki sağlıksız konut alanlarına yerleşen yoksullar, bu alanların kentsel ranta açılması önündeki en büyük engeldi. Gecekondu mahallelerinde, kent merkezindeki sağlıksız konut alanlarında yaşayan yoksulların buralardan uzaklaştırılması için ve bu alanların ranta açılması için en önemli ve meşru söylemlerin başında, buraların “suç yatağı” ve kent için bir tehlike olduğu geliyordu. Bunun yanında, özellikle gecekondu mahallelerinde mülkiyet hakkı ve imar sorunu konularının çözülmemiş olması, buralarda yaşayan halkı uzaklaştırmak için öne sürülen bir başka gerekçeydi. Diğer taraftan, özellikle kent merkezindeki sağlıksız konut alanlarında yaşayanların, oransal olarak bir gerçeği yansıtmasa da, oturdukları konutlara ait mülkiyet haklarının bulunmadığı ve tamamen işgalci olduklarının slogan haline getirilmesi, bu süreci meşrulaştırmanın bir başka yolu olarak kullanıldı. Yoksul halkın barınma hakkını elinden almak, emekçi, yoksul halkı yerinden etmek için öne sürülen tüm bu gerekçeler ve söylemler, kentsel mekândaki mülkiyet ve kullanım hakkını emekçi sınıftan tamamen almak ve üst sınıfa, sermayeye devretmek için yürürlüğe konmuş senaryolardı. Kentsel dönüşüm projeleri için bu meşrulaştırma senaryoları artık ikna edici olmasa da, projeler, çoğu zaman ikna ve meşruiyet zemini aramaksızın, mahallelerin yıkım ve yerinden etmelere karşı sürdürdüğü mücadeleye rağmen, hayata geçirilmeye devam etmekte. Kentsel dönüşüm projelerinin, bugün artık, kentsel mekânın kullanım ve mülkiyet haklarını belli bir sınıfa devretmeye yönelik projeler oldukları, dönüşüm projelerinin uygulandığı mahallelerde yaşayanların taleplerinin hiç dikkate alınmadığı tartışma götürmeyecek kadar açıkken, bu projeler neden hâlâ uygulanmaya devam etmektedir? Bu sorunun cevaplarından birisi, yukarıda değindiğimiz, sınıf hareketinin, örgütlenme düzeyinin egemen sınıflar açısından tehlike arz edecek bir noktada olmamasıdır. Egemenler, sınıf hareketinin dönemsel geri çekilmesini, kendi politika ve söylemlerini tek gerçekmiş gibi ortaya koymak için bir fırsat olarak değerlendirdi; kentsel dönüşüm projelerinin içinde şekillendiği küreselleşme söylemini ve bu söylemin gerektirdiği politikaları bir gereklilik olarak öne sürdü.
Egemen sınıflar tarafından oluşturulan neo-liberal politikaları meşrulaştırmak üzere, 1980’lerden itibaren ortaya atılan ve yaygınlaştırılan küreselleşme söylemiyle, sermaye, kentleri de bu politikalar doğrultusunda yeniden yapılandırmak istemektedir. Yeni dönemin, sürecin adı gibi sunulan “küreselleşme”, aslında mevcut durumu açıklayan bir kavram olmaktan çok, ekonomik, sosyal, politik, mekânsal alanlara dair bir dizi politika önerisi içermekte, bir dizi talebi dile getirmektedir. Küreselleşme söyleminin kentler için önerisi, kentlerin, kentsel mekânın, kentsel mekândaki mülkiyet ve kullanım haklarının neo-liberal politikalar doğrultusunda el değiştirmesi ve ulusal ve uluslararası sermayenin ihtiyaç ve çıkarları doğrultusunda kentlerin yeniden yapılandırılması oldu. “Küreselleşme”, kentler için bu değişimi önerirken, küreselleşmenin kaçınılmaz bir süreç olduğunu varsayar. Buna göre, dünya ekonomisinin karşı konulmaz piyasa güçleri tarafından yeniden yapılandırılması, üretim süreçlerinde yaşanan dönüşümler, teknolojideki gelişmeler, küreselleşmeyi kaçınılmaz hale getirmiştir. Bu süreçte üretimin ve finansal piyasaların küresel ölçekte genişlemesi ve hareketi, bu alanların kontrolü ve yönetimi için, üretimin değil, ticaret ve hizmet sektörünün kalbi olan küresel kentlere ihtiyaç vardır ve “küresel kentler”, bu sürecin doğal sonuçları olarak ortaya çıkmışlardır. Ancak “küresel kent” söylemi de, tıpkı küreselleşme söylemi gibi, bir durumun/aşamanın adı değil, kentlerin yeniden tanımlanan işlevinin adıdır. Bizim gibi neo-liberal politikalara bütünüyle bağlı ülkelerde, dünya ekonomisini kontrol ettiği, yönettiği iddia edilen merkezler olan “küresel kent”e sahip olmaya çalışmak, merkezi ve yerel yönetimlerin başlıca kent politikası haline gelebilmektedir. Küreselleşmenin, ulus devletlerin küresel ekonomiye küresel kentlere sahip olarak eklemlenebileceğini iddia etmesi ve doğru, gerekli politikalar uygulanırsa küresel kentlere sahip olunabileceğinin ileri sürmesi, büyük kentleri “küresel kentler” arasında yer alabilme yarışına sokmuştur. Merkezi ve yerel yönetimler, gerekli yasal düzenlemeleri yaparak, yabancı yatırımcılara garanti ve teşvik sağlayarak, uluslararası sermayeyi kentlerine çekmeye çalışmışlardır. Uluslararası iş, alışveriş merkezleri, fuar alanları, kapalı siteler, limanlar, havaalanları, teknoloji ve sanayi parkları, oteller, küresel sermayeyi çekmek için “küresel kentler”in yapması gereken yatırımlar arasında sıralanmıştır. 1990’lara gelindiğinde ise, “küresel kent”in gerekleri arasına, festivallere, sergilere, kültür sanat etkinliklerine, dünya çapında önemli organizasyonlara ev sahipliği yapmak gibi kültür ile ilgili maddeler eklenmiştir.
HER DÖNEMİN POLİTİKASI: KÜRESEL KENT İSTANBUL
“Küresel kent”in, zaman içinde yeni argümanlar eklenerek oluşturulan söylemiyle, İstanbul ölçeğinde uygulanan kentsel politikalar arasında sıkı bir bağın olduğu, 1980’lerden bu yana İstanbul’da yaşanan dönüşümleri, kentin imajı ve işlevi konusunda üretilen sloganları, popülerleşen söylemleri şöyle bir hatırlayan birinin bile gözünden kaçmayacaktır. Küreselleşmenin “küresel kent” söylemi, 1980’lerden sonra iktidara gelen merkezi ve yerel yönetimlerin İstanbul için temel politikası olmuş ve kentsel politikalar bu söylem üzerinden belirlenmiştir. Bu süreçte, merkezi iktidarların küresel dünya ekonomisine eklemlenme yönündeki çabaları ile, İstanbul’u küresel kent hiyerarşisinde üst sıralara çıkarmaya dönük politikalar paralellik göstermiştir. 1980’lerden bugüne, İstanbul yerel yönetiminde iktidara gelenler, belli farklarla birlikte, kentsel politikalarını, küresel kent söylemi üzerinden şekillendirmişlerdir. Küresel kent söyleminin süreç içinde çeşitlenmesi ve genişlemesine de paralel olarak, 1984’te yerel yönetimde iktidara gelen ANAP, İstanbul’u Ortadoğu’dan Avrupa’ya uzanan bir coğrafyanın küresel kenti yapma hedefiyle, emlak ve turizm eksenli projeleri hayata geçirmek için adımlar atmış, bu dönemde lüks oteller, alışveriş merkezleri, konutlar yapılmaya başlanmıştır. Daha sonra iktidara gelen SHP de, küreselleşme politikalarını sosyal politikalarla birleştirerek uygulamaya çalışmıştır. Küresel kent her türlü sosyal politikayı dışladığından, bu yarışın gereklerinin bu dönemde yeteri kadar yerine getirilmediğini düşünen kimi çevreler bu dönemin politikalarını eleştirmişler, bu dönemin, küresel kent yarışında İstanbul’a zaman kaybettirdiğini öne sürmüşlerdir. Daha sonra yerel yönetimde iktidara gelen RP ve FP, İstanbul için geleceği, küresel kent projesinin sürdürülmesinde görmüş ve bu yönde politikalar üretmiştir. Tarihi kent dokusunu korumak, uluslararası ölçekte, spor, kültür, ticaret alanları inşa etmek, uluslararası kongre, konferans, kültür sanat mekânları yaratmak, turizmi canlandırmak, sanayiyi tamamen kent dışına çıkarmak, kent merkezinde hizmet sektörünün gelişmesini sağlamak, bu dönemin temel hedefleri arasındadır. Ayrıca kentsel dönüşüm projeleri, bu iş için; doğrudan, Yeni Yerleşmeler ve Kentsel Dönüşüm Müdürlüğü adı altında bir birim kurularak (2001), pek çok dönüşüm projesinin adımları da atılmıştır.
2004’ten bu yana ise, yerel yönetimdeki AKP, İstanbul’u bir küresel kent yapmak üzere, 1980’lerden bu yana sürdürülen politikaların devamı niteliğinde bir takım yeni projeler geliştirmiştir. AKP yönetiminin “İstanbul’u küresel kent yapma” iddiasıyla ürettiği sloganlardan en hatırda kalanının “İstanbul’u Dubai yapacağız” olduğu söylenebilir. İstanbul’u ulusal ve uluslararası sermayenin ilgisine sunmak için bir takım imaj projeleri gündeme getirilmiştir. Haydarpaşa, Galataport, Haliç Kültür Vadisi, Sirkeci Garı, Taksim Kongre Vadisi, IETT arazisi üzerine kurulacak olan Dubai Kuleleri bunlardan bazılarıdır. Bu alanlar ve çevresini de kapsayacak biçimde kentsel dönüşüm projeleri uygulamaya konmuş ya da konmayı beklemektedir. Çoğu kamu mülkiyetinde olan bu alanlar sermayenin mülkiyeti ya da bazı durumlarda kullanımına verilmiştir, verilmesi planlanmaktadır. Kentsel dönüşüm projeleri kapsamında dönüştürülecek bu alanlara,yeni yapılar, alışveriş merkezleri, oteller, otoparklar, kongre, kültür merkezleri yapacak olanlar da, tek başına belediyeler değil, kimi durumlarda belediyelerin de ortaklığıyla, AKP’ye yakınlığı ile de bilinen sermaye gruplarıdır. Örneğin, Harem ve Tarlabaşı, Beşiktaş bölgelerindeki kentsel dönüşüm projelerinin içinde başbakan R. Tayyip Erdoğan’ın damadı Berat Albayrak’ın şirketi Çalıklar İnşaat yer almaktadır. Bunun dışında Ciner Holding, Tanrıverdi Holding, Hayat Holding, Kiptaş, Polat Holding, artık kamu yararı ve barınma hakkı gözeterek konut üretmekten çoktan vazgeçen TOKİ, kentsel dönüşüm alanlarında faaliyet sürdüren/sürdürecek olan sermaye grupları arasında yer almaktadır.
Bu sürece son yıllarda “İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti” projesinin de eklenmesiyle, küresel kent projesine dönük çalışmaları, kent için en önemli ve öncelikli konu olarak gündeme getirmenin zemini de genişlemiştir. Küresel kent söyleminde, kentin kültür, sanat, eğlence, turizm açısından bir merkez olma gerekliliği, “2010 kültür başkenti” projesi ile birleşmekte, böylece kentin küresel sermayenin talep ve çıkarları doğrultusunda yeniden yapılandırılması iki koldan sürdürülmektedir. 2010 süreciyle birlikte, pek çok yeni kentsel dönüşüm projesi gündeme gelmiş ve mevcut projeler hız kazanmıştır. Projeyi yürüten “İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı” tarafından, 2010’la ilgili şu cümlelerin altı çizilmektedir: 2010 “katılımcı bir dönüşüm projesi“, “devlet, yerel yönetimler ve sivil toplum işbirliği ile yeni bir yönetişim modelinin temellerini atıyor“, “İstanbul için bir sıçrama tahtası“. 2010’da hayata geçirilmesi planlanan projelerin başında, İstanbul’u kültür, finans ve ekonominin kalbi haline getirmek, mekânsal iyileştirmeler, kentsel dönüşüm, yerleşim alanlarının dönüşümü, kültür sanat etkinliklerinin yaygınlaştırılması bulunmaktadır (www.istanbul2010.org). Özellikle “kentsel dönüşüm” kavramının altı çizilmektedir. Bu da, İstanbul’a kültür başkenti kimliği kazandırılması sürecinde, emekçi sınıfların ve yoksulların kentsel dönüşüm projeleri ile yerlerinden edilmesi anlamına gelmektedir. Bu projeler, yoğunluklu olarak kent merkezinde ya da merkeze ulaşım olanaklarının geliştiği bölgelerde yoğunlaşmıştır. Kent merkezindeki bu mekânların mülkiyeti, yoksulların, emekçi sınıfların elinden alınarak, bu alanların mülkiyet ve kullanımı, hızla ulusal ve uluslararası sermayeye, bu alanların spekülatif bir biçimde artan değerini karşılayabilecek yeni orta-sınıfa ve üst sınıfa devredilmektedir. Küresel kentler, kültür, sanat, turizm ve eğlence açısından birer merkez olma iddialarını yeni orta ve üst sınıflarının ihtiyaçlarını, yeniden kimliklendirerek, estetikleştirerek sundukları bu mekânlarda karşılamaya çalışarak gerçekleştirirler. 2010 Kültür Başkenti projesi kapsamında gündeme getirilen dönüşüm projeleri, küresel kent söylemi ile bütünlük arz etmekte, bu süreçte kent, üretim, tüketim, yaşam, estetik, kültür, zevk açısından üst sınıflara ait özellik ve niteliklerle tanımlanmaktadır.
Ayrıca özellikle kültür başkenti projesiyle ivme kazanan kentsel dönüşüm süreci ve kent merkezlerinin, kentteki tarihi dokunun yeniden yapılandırılarak, kültür, sanat, eğlence, turizm merkezi haline getirilmesi. yalnızca İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti projesine özgü bir durum değildir. Özellikle kültür başkenti seçilen ve yeniden yapılandırılmaya çalışılan Avrupa kentlerinde, İstanbul’da yaşananlara benzer örnekler görmek mümkündür. Örneğin on-on beş yıl öncesine kadar özelleştirmeye ve işten atmalara karşı uzun soluklu bir grev sürdüren ve dünya genelinde dayanışma grevleriyle desteklenen, liman işçileri grevi ile anılan liman kenti Liverpool, limanın özelleştirilmesi ve pek çok bölümünün kapatılması ve işlevsizleştirilmesi ile işçi kenti, liman kenti olma özelliğini yitirdi. 2007’nin Avrupa Kültür Başkenti olarak seçilen Liverpool, bu projenin de katkısı ile, kültür, sanat, turizm kenti olarak yeniden yapılandırılmaya çalışıldı. Avrupa Kültür başkenti projesi, bu süreçte, kentin, küresel kent saikleri ile yapılandırılması için bir basamak işlevi gördü. Liman bölgesi, hızla restoranlar, müzeler, alışveriş merkezleri, otellerle dolduruldu. Liverpool, bu alandaki tek örnek değil kuşkusuz. Aynı süreç, pek çok liman kentinde yaşandı; Barselona (İspanya) ve Cardiff (İngiltere) bunlardan bazıları. Bunun yanında, Avrupa’nın sanayi ve üretim merkezi olan pek çok kenti ve bölgesi, küreselleşme politikalarıyla, kentlerin üretim ve sanayiden, yani işçi sınıfından arındırılması ile, sanayi, üretim kenti olma işlevlerini yitirdi. Bu kentlerin de yeni vizyonu kültür, sanat, turizm, eğlence merkezi olmaktı ve bu biçimde yeniden yapılandırıldılar. Bu kentlerindeki fabrika binalarıyla sanayi bölgeleri, tematik parklar, müzeler, kültür sanat mekânları olarak yeniden işlevlendirildi. Bu kentlerin Avrupa Kültür başkenti olmaları ya da seçilmeleri de, kentlerin kültür endüstrisi üzerine yeniden kurulmasına ivme kazandıran bir rol oynadı kuşkusuz. Avrupa Kültür Başkenti olarak seçilen Almanya’nın ve Avrupa’nın en büyük ağır sanayi merkezlerinden biri olan Ruhr bölgesindeki Essen şehri, Avusturya’nın Graz şehri bunlardan bazılarıdır.
SONUÇ
Sağlıklı çevre, konut ve barınma hakkının merkezi ve kentsel politikaların tamamen dışında bırakıldığı küreselleşme sürecinde, kentin, dünya kentleri arasında küresel kent sıralamasının en yukarısında yer alması, en temel amaç ve politika olarak benimsenmiştir. Bu politika, kent mekânını, kentte yaşayanların barınma, eğitim, kültür vb. haklarının karşılanması sürecinin bir ihtiyacı olarak görmez, bunların tümünü, kentte yaşayanlarla birlikte, ulusal ve uluslararası sermayeye pazarlanacak bir meta olarak görür. Bu sebeple, özellikle kent merkezinde, kentin “değerli” alanlarında yaşayan emekçi sınıflar, yoksullar kentin dışına sürülmek istenir. Bunun yanında, okul, gar, garaj, eski fabrika binaları gibi çeşitli kamu binaları ve arazilerinin ulusal veya uluslararası sermayeye satılarak, bu toprakların kullanım ve mülkiyet hakları üst sınıflara transfer edilir. İstanbul’da, 2010’la hız kazanan kentsel dönüşüm projeleriyle, adaleti olmayan bir hukuk işletilerek, kamu yararının yerine serbest piyasa ekonomisi konularak, devlet eliyle emekçi ve yoksullar kentten sürmektedir.
Bugün gecekondu mahallelerinde, emekçi yoksul halkın yaşadığı mahallerde sağlıksız çevre koşullarında temel hizmetlerden yoksun bir yaşam mücadelesi sürdürülmektedir. Bu mahallelerin insanca yaşanabilir sağlıklı sosyal çevrelere dönüştürülmesi, mutlaka ki, itiraz edilecek bir durum değildir. Ancak bu dönüşümün kimin için, kimin faydasına olduğu sorusu önemlidir. Buralarda yaşayan halkın temel talep ve ihtiyaçlarını dikkate alan, sağlıklı barınma hakkını esas alan ve en önemlisi, buralarda yaşayan emekçileri yerlerinden etmeyi amaçlamayan projeler kabul edilebilir olabilir. Ancak mevcut projeler, sosyal hak fikrinin kırıntısı dahil kalmamış yönetimler tarafından hayata geçirildiğinden, bu özelliklerden çok çok uzaktır. Bu sebeple, hemen hemen tüm kentsel dönüşüm projelerine karşı, mahallelerde, derneklerde, akademik çevrelerde mücadele sürdürülmektedir. Bu mücadeleler haklı bir barınma hakkı mücadelesidir, ancak bu mücadeleler, arkalarına sınıf mücadelesi fikrini aldıkları sürece, bireyci bir mülkiyet hakkı kavgasının ötesine geçebilecek bir mücadele haline gelebilirler. Emekçi sınıflar için yaşanabilir bir kentin, tek başına, barınma hakkı kazanımından ibaret olmadığı açıktır. Kent dışına sürülmek istenen emekçi sınıfların ve yoksulların kentsel dönüşüm yıkımlarına karşı mahallelerde örgütledikleri mücadeleler, eğitim, sağlık, sendika, sigorta, iş güvencesi, iş güvenliği, esnek çalışma gibi konularda bütünlüklü bir mücadeleyle birleştiği oranda sonuç alıcı olacaktır. Evet, daracık sokakları çamur içinde, eğlence ve spor ve kültür amaçlı kullanılacak sosyal mekanlardan yoksun, sıhhatsiz ve çoğu ısınma vb. olanaklarından yoksun gecekondu konutlarda yaşam, üstelik buraların ilkel rant alanlarına dönüşmesi istenir ve savunulabilir değildir. Ama yerine konulacak olan, kentlerin sermaye hizmetine sunulacağı rant alanlarına dönüştürülmesi değil, emekçilerin sermayeye karşı mücadelelerine bağlanmış emeğin ve insanın hizmetinde bir dönüşümüdür. Emekçi sınıflar için gerçek anlamda bir kentsel dönüşüm, işte anlatılan böyle bir mücadelenin ürünü olabilir.