GİRİŞ
Locke ve Marx’ı yaşadıkları dönemin tarihsel şartlarından soyutlayarak karşılaştırmak mümkün değildir. Sanayi devriminden bir asır önce yazmış bir düşünür olarak Locke’un meşrulaştırmayı amaçladığı, bireysel yapıdaki endüstri öncesi mülkiyet biçimidir. Ne var ki, teorisinin 19. yüzyılın liberal düşünürleri üzerindeki belirleyici etkisinden de anlaşıldığı gibi, argümanları zamanının ötesine geçmiş ve değişen üretim biçimiyle birlikte sosyal bir karaktere bürünmüş olan modern kapitalist mülkiyetin teorik temelini oluşturmuştur.
Emek değer teorisi, mülkiyetin meşrulaştırılmasına yönelik bu argümanlar zincirinde kritik bir rol oynamaktadır. Öte yandan, Marx, özel mülkiyeti, yabancılaşmanın temel nedeni ve bireysel özgürlüklerin önündeki en önemli engel olarak değerlendirmiştir. Özel mülkiyeti bireysel özgürlüklerin temeli olarak ele alan Locke’un aksine, Marx’ın elinde emek değer teorisi, özel mülkiyete dayalı kapitalist sistemin eleştirisine yönelik en önemli araca dönüşür. Makalede, iki düşünürün karşılaştırması üzerinden kişisel mülkiyet haklarını demokrasi ile ilişkilendiren popüler liberal argümanların da bir eleştirisi sunulmaktadır.
2. LOCKE’UN MÜLKİYET TEORİSİ
2.1. Doğal bir hak olarak mülkiyet
John Locke’un Yönetim (devlet) Üzerine İki İnceleme adlı eseri 1690 yılında ilk kez basıldığında, yönetici sınıfları altüst etmişti. Locke’dan önce mülkiyet, devlet tarafından yaratılan bir olgu olarak ele alınmaktaydı. Bu yaygın inanışın aksine, Locke, mülkiyetin iktidarın kaynağı olduğunu ve bunun sonucu olarak da devletin, “mülkiyetin korunmasından başka bir amacı olamayacağını” öne sürmüştü (Locke, 2002 [1690]: 329). Bu argüman, diğer bir deyişle, mülkiyet ve mülkiyet haklarının devletten önce ortaya çıktığı anlamına gelmekteydi.
Locke’un bu argümanının ne oranda 1688 İngiliz Devrimi’ni desteklemeye yönelik olduğu, ayrı bir tartışma konusudur. Eserin önsözünde, Locke, “devrime” dair umudunu şöyle ifade etmektedir: “Büyük yenileyicimiz, liderimiz Kral William’ın tahtını kurmak için…, dünyaya, kölelik ve yıkım içinde yaşayan halkı kurtarmak, ilk ve doğal haklarını korumak için, İngiltere halkının haklılığını göstermek için” (Locke, 2002 [1690]: 137)
Locke’un analizinin hemen başlarında “doğal haklar”a dair vurgusu, çalışmanın felsefi hareket noktasını göstermesi açısından ayrıca önemlidir. Ancak Locke’cu “doğal haklar” argümanını tam olarak anlamak için, eleştirdiği Robert Filmer’in, 1680’de tarihli Patriarcha’sında en bilinen haliyle ifade bulan mutlak monarşi savunusuna kısaca bir göz atmakta fayda vardır. Filmer’a göre, Kral ile kul arasındaki ilişki, baba ile oğulunki gibidir. Bunu, mantıksal olarak, bireysel mülkiyetin sadece hükümdar tarafından bahşedilebileceği takip etmektedir ve Locke’un katiyetle reddettiği argüman da budur. Locke, tanrının mülkiyet haklarını monarşiye ihsan etmediğinde ısrarcıdır. Özel mülkiyet, sadece devletten önce var olmamış, aynı zamanda doğa kanunları ve doğal haklar doktrini tarafından da onaylanmıştır.
Yönetimin “İkinci İncelemesi”ne, Locke, tüm insanların eşit ve bağımsız oldukları bir doğal düzenden yola çıktıkları varsayımıyla girer ve bu varsayımdan hareketle, toplumdaki bireyler arasında eşitsiz mülkiyet haklarını korumak için oluşturulmuş bir devlet yönetimin meşruluğunu savunur. Locke’un insan doğası betimlemesinde, tüm insanlar, “doğal olarak diğerleriyle arkadaşlık ve birlik arayışı içindedir.” (Locke, 2002 [1690]: 278)
Locke’a göre, doğal düzende tam özgürlük söz konusudur, bireyler, “başka birinin iradesine bağımlı olmadan doğa kanunları çerçevesinde, uygun gördükleri şekilde eylemde bulunur ve mülklerini elden çıkarırlar.” (Locke,2002 [1690]: 269) Doğa kanunları gereği, tüm insanlar eşit ve bağımsızdır. Bu nedenle, “hiç kimse diğerinin yaşamına, sağlığına, özgürlüğüne ya da mülküne zarar vermemelidir.” (Locke,2002 [1690]: 271) Tüm insanlar eşit olduğuna göre, “bütün iktidar ve yargılama yetkisi gerektiği oranda herkese eşit dağıtılmıştır, öyle ki kimse diğerinden daha fazlasına sahip değildir.” (Locke,2002 [1690]: 269) Locke’a göre, bütün insanlar eşit olduğu için, birinin diğeri üzerinde hakimiyet kurması söz konusu olmadığı gibi (daha sonra ele aldığı özel kölelik koşulu haricinde), tüm insanlar Tanrı tarafından yaratıldıkları için, hiç kimse, başkasını bir yana bırakın, kendisi üzerinde dahi tüm haklara sahip değildir.
2.2. Locke’un Özel Mülkiyet Savunusu
Doğal bir hak olarak mülkiyet, Locke’un doğal durum tasvirinde temel rol oynar.
Locke, doğal durumda insanların özel mülkiyet hakkı olduğunu iddia eder: “İnsanlar doğduklarında, var oluşlarına doğanın bir katkısı olarak, korunma, yeme içme ve diğer şeylere sahip olma hakkına sahiptirler.” (Locke,2002 [1690]: 285)
Locke’a göre, dünya esas olarak herkesin ortak mülküdür, ancak her birey, bu ortak mülkün bir kısmını alıp, onu mülk edinme hakkına sahiptir. Bu edim, Locke’un akıl aracılığıyla bilinen ve Tanrı sözleri yolu ile ortaya konulan doğa yasalarına başvurularak meşrulaştırılır: “Dünyayı tüm insanlığa sunan Tanrı, aynı zamanda onlara, en uygun şekilde yaşamak ve hayatı kolaylaştırmak için ondan yararlanma aklını da vermiştir.” (Locke, 2002 [1690]: 287)
“Ortak” teriminin kullanılması, ilk bakışta ilkel komünal toplumlarda olduğu gibi, ortak mülkiyeti çağrıştırabilir. Ancak, Locke’un sunumunda, ortak sahiplik sahipliğin olmaması anlamına gelir. Bu nedenle de, yeni bir sosyal örgütlenme modelini değil uygar toplumun oluşmasından önce, örgütlenmenin hiç olmadığı bir dönemi tarif eder.
Locke’un doğal haklarına gelince, bunlar, kapsayıcı ve felsefi olandan dar ve maddeci olana kadar uzanmaktadır. İlk önce gelenler, yaşam ve özgürlükken, daha sonra, sadece faydalı ürünleri değil, sürülmüş toprak gibi beraberindeki ürünleri üretme hakkı gelir.
Locke, tamamen kendisinin olan emeğini üretime katan bir kişinin, dünyadaki meyveler ve toprak üzerinde mülkiyet hakkını elde edeceğini iddia eder. Aşağıda alıntıladığımız pasajda, Locke, mülkiyet haklarının yaratılışına dair normatif bir yaklaşım ortaya koyar: “Dünya ve alt dereceli tüm yaratıklar bütün insanların ortak mülkü olmakla birlikte, her insan ‘kendinde’ bir mülkiyete sahiptir. Kendisi üzerinde ondan başka hiç kimsenin hakkı yoktur. Vücuduyla ortaya koyduğu emek ve kol işinin tamamen kendisine ait olduğunu söyleyebiliriz. Sonrasında, doğanın ona sunduğu bu düzende ne sağladı ise, onu emeğinin gücü ile ortaya çıkarmış ve kendisinin yapmıştır.” (Locke,2002 [1690]: 287-288)
Locke, teorisinde, doğa düzeninde insanların ortak mülkiyetten pay alarak onu kendinin kılmalarının haklı gerekçelerini üç neden ile savunur:
1- İnsanlar yemek yemeden yaşayamaz. Ancak, yemek için ortak mülkiyete el koyması ve onu bireyselleştirmesi “gereklidir.” Bu nedenle, özel mülkiyet hakkı, bireylerin yaşama hakkının doğal bir sonucudur.
2- Ortak mülkiyeti alarak kendimize mal ettiğimizde, onu başkalarının elinden almayız. Kullanılmış halde doğada bırakılan mülkiyet, insanların kullanımına sunulmadığı durumda heba olmaktadır. Ayrıca Locke, ortak mülkiyet olarak bırakılan toprağın veriminin, özel mülkiyet haline gelen toprağın veriminden daha düşük olduğunu söyler. Toprağın verimliliği, Tanrı’nın ihsanıyla değil onu nasıl işleyeceğimizle ilgilidir. Bu nedenle, ortak mülk olan toprak, bir kişinin mülkiyeti haline geldiğinde daha verimli hale gelir ve bundan herkes yarar sağlar.
3- İlk iki gerekçede de görüleceği gibi, Locke’a göre, emek, bizim toprak sahibi olmamızı haklı kılar. Kendi vücutlarımız ve dolayısıyla emeğimizin mülkiyetine sahibiz. Emeğimizi toprakla birleştirerek, onu kendimizin yaparız. Ancak böylelikle yaşayabilir toprağın verimini artırabiliriz. Bununla birlikte, Locke, el koymanın da sınırları olduğunu söyler ki, bunlar da, yine akıl yasasıyla belirlenmiştir. Bir insan, “diğerleri için yeterli miktarda ortak mülk kaldığı sürece” emeği aracılığıyla el koyma hakkına sahiptir. (Locke, 2002 [1690]: 288)
Locke, bu birinci sınırlamayı, insanların eşitliğini şart koşan doğa yasası ile savunur. İkinci bir sınır daha vardır; bozulma: “Bir kimse, bir şey bozulmadan önce, mümkün olduğu kadar çok miktarda ondan faydalanabilir, emeğini mülkiyet yaratmak için kullanabilir: bunun ötesinde, payına düşenden fazlası arda kaldı ise, o diğerlerine aittir.” (Locke, 2002 [1690]: 290) Bu sınırlama, sadece insanların eşitliği hatırlatılarak değil, “Tanrı tarafından yaratılan hiçbir şey insanoğlu onu bozsun, talan etsin diye yaratılmamıştır” sözüyle de savunulur.
Bu iki sınırlama, Locke’un, daha önce tarif ettiği doğal hakları temel alan tutarlı iddiaları öne sürmesinde önemli bir rol oynar. Ancak, mülkiyet hakkı, doğal haklar ve doğa yasaları üzerinden bir kez meşrulaştırıldıktan sonra, Locke, mülkiyet hakkı üzerindeki tüm sınırları kaldırır ve sermayenin sınırsız birikimini savunmaya yönelir.
2.3. Locke’un emek değer teorisi
Özel mülkiyet için ahlaki bir zemin hazırlama arayışındaki Locke, ekonomi teorisine büyük bir katkıda bulunur ve emek değer teorisini formüle eder: “… emek, onlarla ortak mülkiyet arasına bir ayrım koyar. Hepsinin ortak anası olan doğanın yaptığından daha fazlasını katar onlara ve onlar kişinin mülkiyet hakkı haline gelir.” (Locke, 2002 [1690]: 288).
Locke’un teorisi, klasik ekonomi politiğin temelini oluşturmuş, Adam Smith, David Ricardo ve Karl Marx gibi önde gelen ekonomistlerin başlıca analitik aracı haline gelmiştir. Bu iktisatçılar arasımda Marx, bir adım daha ileri gitmiş ve aynı teorik argümanı kullanarak, kapitalist sistemde emeğin sömürüsünü gözler önüne sermeye yönelmiştir.
Emek değer teorisini geliştirerek, Locke, emeğinin karıştığı her şeyde, kişinin ahlaki olarak hakkı da olduğunu kanıtlamayı amaçlar. Yani, Locke’a göre, ağaçtaki elmayı toplayan ya da toprağı ekip biçen insan, sadece o elmanın ya da kaldırdığı hasadın değil, elma ağacının ve ektiği toprağın da sahibi olur. Bununla birlikte, Locke’a getirilen eleştiriler, bu iki farklı durumun özel mülkiyetin farklı savunularını gerektirdiğinin altını çizmektedir. Tek başına emek değer teorisi, sadece bir kişinin emeğinin ürünü üzerindeki mülkiyetini haklı çıkarır, üretim araçlarının üzerinde değil, ki burada üretim araçları, ağaç ve topraktır. Örneğin Mill, mülkiyet hakkının esasının, “üreticilerin ürettiklerine sahip olma hakkı” olduğu noktasında Locke’la hemfikirdir, ancak bu prensibin toprak üzerindeki özel mülkiyeti meşru gösteremeyeceğini söyler, çünkü “kimse toprağı var etmemiştir.” (Day,1966:207)
Locke’un emek değer teorisini çözümlerken Day, mülkiyet üzerinde bir sınırlama daha ortaya koyar ki, bu, daha sonra, tutarlılık pahasına bertaraf edilir. (Day, 1966:219) Day şöyle der: “üreticilerin ürettikleri üzerindeki hakları, bir kişinin haklı olarak kendi ürettiği ya da ürettiklerinin karşılığı olarak elde ettiği mülkiyetin miktarını sınırlar.” (Day, 1966:209) Sonradan Locke, bu sınırlamayı “çim argümanı” ile bertaraf eder: “Atımın yediği ot, bahçıvanımın biçtiği çim ve herhangi bir yerde açtığım maden çukuru, diğerleriyle birlikte ortak haklara sahip olsam da, herhangi bir kişinin belirlemesi ya da rızası olmadan, benim mülkiyetim haline gelir. Onları ortak mülkiyet olmaktan çıkaran emeğim, onlardaki mülkiyetimi de belirler.” (Locke, 2002 [1690]: 289)
Böylece Locke, esas olarak emeğin mülkiyeti var ettiğini söylese de, aynı zamanda emeğin kişinin kendisine ait olmasının gerekmediğini de ilave eder. Aksine, bu, bir amaç için çalıştırılan başka birinin emeği de olabilir. Locke, böylece mülkleştirme üzerindeki emek sınırlamasının üstesinden gelir. Day, makalesinde, Locke’un gerekçelendirmesindeki tutarsızlığı detaylarıyla gösterir ve bu önermenin üreticilerin ürettikleri üzerinde hak sahibi olduklarını haklı gösteremeyeceğini, Locke’un kaçındığı ek açıklamalara ihtiyaç duyduğunu söyler. Haklı kılınmış olsun ya da olmasın, “çim” argümanı, Locke’un gerekçelendirmesinde çok önemli bir dönemeçtir ve sermaye birikimini haklı göstermesini mümkün kılmıştır. Şunu da belirtmeliyiz ki, daha sonra Locke’un öğretisi, “çim” argümanı reddedilerek sosyalist düşünürlerin elinde radikal bir dönüşüm geçirmiştir.
2.4. Mülkiyet ilişkilerinin evrimi ve devletin oluşumu
Daha önce de belirttiğimiz gibi, Locke, sermayenin sınırsız birikimini meşrulaştırmayı amaçlıyordu. Bu amaçla, mülkiyet hakkını doğal hak ve doğa yasası kavramına dayandırdı ve mülkiyet hakkı üzerindeki tüm sınırları kaldırdı. (Macpherson, 1962: 199) Paranın ekonomiye dahil olması, bu amaca doğru çok önemli bir adımdır.
Locke’a göre tek başına mülkiyet hakkı, doğa düzeninde yaşayan insanlar arasındaki çatışmaların nedeni değildi. İnsanın kullanımı için “çok sayıda doğal erzak olduğu” sürece “elde edilen mülkiyet için çekişmeler veya mücadelelere yer olmayacaktı.” (Locke, 2002 [1690]:290
Bununla birlikte, Locke, paranın kullanımıyla birlikte, ekonominin geliştikçe, özel mülkiyette bir takım eşitsizliklere yol açtığını, böylelikle doğal düzen içindeki sosyal ilişkilerin daha karmaşık bir hale gelmesine neden olduğunu kabul eder.
Locke’a göre, insanın sosyal evrimine paralel olarak, mülkiyetin evriminin de üç safhası vardır. Bütün insanların eşit olduğu ilk safhada, emek ve insanın kendi emeğinin ürünü, tek başına o insana aittir. Doğa tarafından koyulan sınırlardan dolayı, insanlar, diğerleri için gereken alanı ve kaynağı bırakmak zorundadır. Bir insan, tüketebileceğinden daha fazla ürün elde etse bile, bunlar çürüyecek ve çöpe gidecektir. Bu durum, paranın bulunmasıyla değişir ve Locke’un sosyal evrimindeki ikinci safha başlar. Para çürümediği için, insana, ailesinin kullanabileceğinden daha fazla mülk edinme nedeni yaratır ve biriktirme başlar.
Son safhada, eşit olmayan hakların ortaya çıktığı doğa düzeni içinde yer alan eşitsiz mülkiyeti korumak üzere, “uygar toplum” ortaya çıkar. Doğa düzeninde mülkiyet ilişkileri daha karmaşık bir hal alınca, yönetici gücü olan herkesin çatışma ve kargaşa içine çekilmesi kaçınılmaz hale gelir. Locke, sevgi, taraf tutmak, tutku, intikam gibi duygulardan etkileneceği için, insanların kendi davalarında adil yargıda bulunmalarını beklemenin doğru olmayacağını iddia eder. Öte yandan, doğa yasalarının farklı algılamaları ve uygulamaları karmaşıklık yaratacak, büyük rahatsızlıklara yol açacaktır.
Bu noktada, ekonominin genişlemesi ve mülkiyetteki eşitsizliğin artması, doğal durumu, doğal kaynaklar için herhangi bir çatışmaya karşı daha kırılgan hale getirir. Böylece, mülkiyet haklarının güvenliğini sağlamak için, “doğru ve yanlışın standardını belirlemek üzere ortak kabul gören kanunlara” ihtiyaç doğar. (Locke,2002 [1690]:351)
Yani, bir insanın uygar topluma dahil olmasının esas nedeni, doğal düzen tarafından sağlanan mülkiyet güvenliği ve bu güvenliğin sağlanması için güçlüklerin ortadan kaldırılmasıdır. Böylelikle, insanoğlu kendi doğal güçlerini topluma devrettiğinde, sivil toplum doğar. Her bireyin “söz vermeden”(zımni) ve “gönüllü” olarak katılımıyla oluşan devlet, kanunları yapma ve yürütme gücünü de elinde bulundurur. Devlet bir kez inşa edildiğinde, her birey, onun kurallarıyla çevrelenmiştir ve kendi gücünü kullanmaktan, kanunların yürütülmesi adına vazgeçmeyi kabul eder.
Burada, Locke’un sınırsız sermaye birikimini haklı gösterme girişiminin kaçınılmaz olarak, farklılaşmış sınıf haklarına ve sınıflı devleti meşrulaştırmaya yol açtığını söylemeliyiz. Uygar toplumun, mülkiyet ilişkilerinin tesis edilmesinin korunması üzerine inşa edilmesiyle birlikte, mülksüz insanlar ya da mülk sahibi olamayanlar (deliler gibi) bu toplumun tam üyesi olarak sayılmayacaklardır.
Locke’a göre devletin amacı özel mülkiyetin korunmasıdır ve Locke, bunu, geniş ve dar olmak üzere, iki yolla tanımlar. Geniş tanım, bireysel haklar (temel olarak yaşama hakkını) ve “özgürlükler” in yanı sıra “mülkleri” içerir. Bu tanıma göre, herkesin uygar topluma dahil olmaktan çıkarı vardır ve bu nedenle içinde yer almak ister. Diğer yandan, özel mülkiyetin dar tanımı, sadece maddi mülkiyeti (ürün ve toprak) içerir. Bunlara sahip olmayan vatandaşlar tam üyelik hakkı kazanamaz, çünkü geniş anlamda özel mülkiyete sahip olsalar da, dar anlamda sahip değillerdir. Bu nedenle, uygar topluma tam katılım için gerekli olan iki temel gereklilikten yoksundurlar: özel mülkiyetin korunmasından tam çıkar sağlama ve aklın yasasına gönüllü bağlılık göstermeyi olası kılan kapsamlı bir ussallık.
Farklı üyelikleri formüle ederken Locke, zımni ve açık rıza arasında ayrım yapar (Locke,2002 [1690]:347-350) Locke’un ayrımına göre, uygar toplumda yaşamanın avantajlarından yararlanan herkes zımni olarak rızasını verir. Ancak sadece açıkça razı olanlar “mükemmel üye” olabilirler ki, bunlar, toprak sahipleri ve onların gelecekteki mirasçılarıdır.
2.5. Locke’cu Düzen
Mülk sahibi olmayı, uygar topluma tam üyeliğin bir koşulu olarak görmesine rağmen, Locke, hiçbir zaman bunun politik haklara etkilerini ele almamıştır. Ancak, Locke’un “farklı üyelik” formülasyonu, yeni doğan kapitalizmin sosyal uyumunun sadece mülk sahibi sınıflara politikaya katılım hakkı verilerek sağlanabileceğini düşünen yönetici sınıflarına ilham vermiştir. Bu oy hakkı sınırlamaları, daha sonra “Locke’cu düzenleme” olarak adlandırılmış ve Birinci Dünya Savaşı’na kadar tüm Avrupa’da uygulanmıştır. Bowles ve Gintis’e göre, 19. yy liberalleri Locke’cu nitelik taşıyan 3 çeşit kısıtlamayı kabul ettiler (Bowles and Gintis,1986: 42). İlki, oy kullanma hakkını servet sahibi olmaya ya da bireyin ödediği vergi oranına bağlayan regime censitaire. İkincisi, oy kullanma hakkını okuma-yazma bilme ve temel eğitim görme temelinde kısıtlayan regime capacitaire. Ve sonuncusu da, siyasi katılımı, asgari büyüklükte ya da kiralık meskenlerde oturan aile reisleriyle sınırlayan hane sorumluluğu kriteri. Bu kısıtlamalar arasında üzerinde en fazla durulanı, mülkiyete bağlı olanlardır. Bu şıkkın tutulmasının nedeni ise, Locke’un toplumsal işleyişe dair karar verme yetisinin, sadece mülkleri ya da yatırımları dolayısıyla toplumsal işleyişin istikrarından belli bir çıkarı olan kişilere ait olduğu yönündeki önermesidir.
Dolayısıyla Locke’cu düzen; var olan servet dağılımına ve egemen sınıfların hegemonyasına karşı çıkması en muhtemel olan nüfusun büyük bir çoğunluğunu yani işçi sınıfını vatandaşlık haklarından mahrum bırakarak, temsili hükümetle kapitalizmi uzlaştırmıştır. Sanayi Devrimi’nin sonucunda ortaya çıkan örgütlü işçi sınıfının başlıca hedeflerinden biri, her zaman siyasi temsiliyet olmuştur. Ancak bu talep, egemen sınıfların güçlü direnişiyle karşılaşmış ve her yolla bastırılmıştır. Örneğin liberal düşüncenin beşiği olan İngiltere’de, erkeklerin gerçek anlamdaki oy hakkı 1918 yılına kadar ertelenmiş; evrensel oy hakkının gerçekleşmesi ise, çok daha uzun bir zaman almıştır.
Locke’cu düzen, Yeni Dünya’da, hiçbir zaman Avrupa’daki kadar ön planda olmamıştır. “Tapuların yüzyıllardır toplumsal çatışmaların odağı olduğu Avrupa’nın aksine, Kuzey Amerika’daki neredeyse evrensel bir toprak mülkiyeti beklentisi, kişisel ve mülkiyet hakları çatışmasının ceremesini çekmeye pek de ihtiyaç duyulmayan yeni bir liberal düzen vizyonu sunmuştur.” (Bowles and Gintis,1986:47) Bu yeni düzen, Jefferson’cı düzen olarak da tanımlanabilir ki, basitçe, özel mülkiyetin, en azından hür doğmuş erkek aile reislerini de kapsayacak şekilde genelleştirilmesi yoluyla, özel mülkiyetle demokrasinin uyumlu hale getirilmesinden başka da bir şey değildir. Doğal olarak, bu Amerikan istisnacılığının altında yatan, genişletilmiş oy hakkı için maddi koşulları hazırlayan ana neden, toprağın bolluğudur.
3. ÖZEL MÜLKİYETİN MARKSİST ELEŞTİRİSİ
3.1. Doğal bir Hak olarak Mülkiyet Hakkı
Marx’ın Locke’un “doğal haklar” tanımı üzerine düşünceleri, İnsan Hakları doktrinine yönelik eleştirilerinde bulunabilir. İlk dönem yazılarında, Marx, 1789 tarihli Fransız “İnsan Hakları” doktrininde ifade edildiği haliyle siyasi özgürlüklerin çeşitli şekillerde çelişkili olduğunu ve bunların da birbirileriyle bağlantılı olduğunu ileri sürer. Marx, bütün hakların eşit öneme sahip olmadıklarını, bilâkis haklar arasında bir hiyerarşi olduğunu ve mülkiyet hakkının diğer tüm haklar üzerinde temel bir kısıtlama kurduğunu savunur. 1793 Fransız Anayasası’nda belirtildiği gibi, özel mülkiyet hakkı tek tek her vatandaşa; “… mal ve gelirlerinin, çalışmasının ve gayretinin meyvesinin” tasarruf hakkını ve dilediğince kullanma yetkisini vermektedir. (Marx, 2000 [1843]:60) Marx’a göre, bu “dilediği gibi” kullanma hakkı, bireyi, diğer insanları, mülkiyet edinmesinin ya da edinileni koruması yolunda karşısına dikilen bir düşman olarak görmeye zorlamaktadır. Mülkiyet hakkını elinde tutmak için insanın evvelâ mülkiyetinin olması gerekmektedir. Aksi takdirde söz konusu hak içi boş ve hayali olur. Bu, aynı zamanda her bireyin, kişisel mülkiyet ve diğer haklarını güvenceye almak için, “maddi” amaçları, kişisel amacı olarak kabul etmek zorunda olması anlamına gelir. Bir insan, başka amaçlara daha fazla öncelik tanırsa; mülkiyet ya da kişisel haklarına yönelik herhangi bir saldırıya daha açık hale gelir. (Sichel, 1972: 355)
Dolayısıyla Marx, diğer bütün hakların mülkiyet hakkına ‘boyun eğer’ durumda olduğunu ortaya koymaktadır. Örneğin; Fransız anayasasında tartışıldığı şekliyle “hakların eşitliği”, Marx için pek bir şey ifade etmez. Eğer kanunlar mülkiyet haklarını korumak için var iseler; o zaman, yasalar önünde mülksüzlüğün olduğu yerde eşitlik de olamaz. Bu nedenle, kendi emeğine bile sahip olmayan mülksüz işçi, bu hakka sahip değildir. Eşit olmayan bireyleri aynı mihenk taşıyla ölçmek, eşit olmayanların eşit olmadığı gerçeğini değiştirmemektedir. Demek ki, böylesi bir eşitlik kavramı; “… bütün haklarda olduğu gibi, içerik olarak bir eşitsizlik hakkı”dır. (Marx, 2000 [1875]: 615) Bu bağlamda, “eşit” terimi fiili olarak eşitsizliğin meşrulaştırılmasına hizmet etmektedir.
3.2. Yabancılaşmanın Belirleyicisi Olarak Mülkiyet Hakkı
Marx’a göre, bir insan hakkı ve devletin temeli olarak mülkiyet hakkı, insanın hayatı, kişiliği ve başkalarıyla ilişkisinin ayrılmaz bir parçasıdır.(Sichel, 1972:356). “Bireyler hayatlarını nasıl ifade ederlerse o olurlar. Dolayısıyla ne oldukları üretimleriyle örtüşür; hem ne ürettikleri, hem de nasıl ürettikleriyle” (Marx, 2000 [1845]:177). Burada Marx, herhangi bir tarihsel dönemde insanın durumunu belirleyen karşılıklı ilişkiyi tanımlamaktadır. Bir yandan, dünyayı yaratan insanın ekonomik faaliyetleridir; öte yandan ise, insanın üretimi ve üretim biçimi bireye yeniden aksederek insanın hayatını ve hatta kişiliğini belirlemektedir. Dolayısıyla, kapitalist üretim tarzının doğal bir sonucu olarak mülkiyet hakkı, bir insanın hayat kalitesini belirleyen, yani insanın “zihinsel ve fiziksel olarak insanlıktan çıkması”nda yönlendirici bir baskı unsuru olmaktadır. (Sichel, 1972:357) Marx “yabancılaşma” terimini, insanı hem biçim hem de içerik olarak bir metaya dönüştüren, bu insanlıktan çıkmaya işaret etmek için kullanmaktadır.
Üretim biçiminden doğan mülkiyet hakkının doğrudan bir sonucu olarak eşitlik, eşitsizlik haline gelmiştir, özgürlüğün yerini kişisel çıkarlar almıştır ve güvenlik de, tüm insanlara ait olmasına rağmen, mülkiyetin korunması anlamına gelmektedir. Daha erken eserlerinde Marx, mülkiyet aidiyeti ve kapitalist üretim biçiminin yol açtığı yabancılaşmaya ilişkin çeşitli örnekler vermektedir. Bir insanın emeğinin diğer bir insanın hakimiyeti altına girmesine neden olan mülkiyet hakkı olduğuna göre; mülkiyet sahipliğindeki dengesizliğin doğrudan bir sonucu olarak ortaya çıkan işçiyle kapitalist arasındaki yabancılaşmanın da ana belirleyeni, mülkiyet hakkıdır. Bir diğeri de; sınırlı istihdam fırsatları için birbirleriyle rekabet halinde olan işçilerdir. Aynı zamanda işçiyle emeğinin ürünü arasında da yabancılaşma vardır, çünkü çalışmak, mülkiyet edinmek ve edinileni elinde tutmak çabası için katlanılan “özgür olmayan bir eylem” olarak değerlendirilmektedir. Ve elbette; hayattaki amacı “bireysel hayatının idame ettirilmesi, yaşayabilmek için gerekli araçları kazanması” (Marx, 2000[1844a]:128) olan işçinin kendisine karşı duyduğu yabancılaşma söz konusudur. Daha erken yazılarından birinde, Marx, bunu çok açıkça dile getirmektedir. “Mal edinme yabancılaşmayı, yabancılaşma da mal edinmeyi getirir.” (Marx, 2000[1844b]:95) Bu yabancılaşma nedeniyle insan kimliğini yitirmekte ve bir nesne haline gelmektedir. “Kişisel mülkiyet” der Marx, “… bir yandan yabancılaşmış emeğin ürünü, diğer yandan da emeğin, dolayısıyla insanın yabancılaştırmasını gerçekleştiren bir araçtır.” (Marx, 2000[1844b]:93)
Marx’a göre, bir insanın, gerçek özgün varlığına yeniden kavuşabilmesi için, özel mülkiyet rezilliğinden kurtulması gerekmektedir. Kendini, diğer insanları araç olarak kullanan özel bir birey olarak görmeyi bırakıp, evrenle organik birleşmesini sağlamış bilinçli bir varlık haline gelmelidir. (Sichel,1972:358) Marx, bunun yalnızca, bir dönem proleteryanın devrimci diktatörlüğünün ardından elde edilebilecek “mülkiyet özgürlüğünden” “mülkiyetten özgürlüğe” doğru bir hareketle mümkün olacağına inanmaktadır. Sosyalizme geçiş dönemi, mülkiyet sahipliğini (ve emek sömürüsü, yabancılaşma gibi sonuçlarını) bireylerin kendi özgün kimliklerini keşfetmelerine müsaade eden yeni bir sosyoekonomik yapının yaratılması noktasına getirmektedir. Böylece insan, bir nesne olmayı bırakıp, bir özne haline gelebilir, gerçek insan “soyut yurttaşı” özümser ve ancak o zaman “insanın kurtuluşu tamamlanmış olacaktır.” (Marx, 2000[1843]:64)
3.3. Emeğin Değer Teorisi ve Emeğin Sömürüsü
İlk önce monarşiye karşı bir argüman olarak kullanılmak amacıyla Locke, sonrasında Adam Smith ve David Ricardo tarafından yeni yeni oluşan kapitalist sermayedarların toprak sahiplerine karşı yürüttükleri mücadelede sermayedarlara destek sağlamak amacıyla geliştirilen ve emeği değer yaratan tek kaynak olarak kavrayan görüş, sonraları sosyalistler tarafından benimsendiğinde, söz konusu kavramın burjuvazinin destekçileri tarafından ivedilikle terk edilmesine ve reddedilmesine yol açmıştır. (Bowles ve Gintis, 1986:162) Marx’ın emek değer teorisi ise, klasik ekonomistlerin ve özellikle de Ricardo’nun uyarlamasının daha ileri bir aşamaya taşınması ve mükemmelleştirilmesidir.
Marx’ın esas katkısı soyut toplumsal emek kavramını, teorisinin temeli olarak kullanmasında yatmaktadır. Marx, bunu, artı değer formülasyonuyla birlikte, temel başarılarından biri olarak değerlendirmiştir. (Marx, 1977[1867]:42) Bu katkı, Marx’ın, metanın kullanım değerini belirleyen somut emekle metanın değişim değerini belirleyen soyut emek arasında bir ayrım yapmasına yol açmıştır: “Katılan değerin belirli bir miktarda olmasının nedeni emeğin özellikle kullanışlı bir içeriğe sahip olmasından değil, belirli bir süre devam etmesinden kaynaklanmaktadır.” (Marx, 1977[1867]:308) Dolayısıyla Marx için, belirli bir metanın değeri, üretimi için toplumsal olarak gerekli olan (belirli bir emek verimliliği ortalamasında) basit emeğin (verili bir katsayı nedeniyle vasıflı emek basit emeğe indirgenir) niceliğinde yatmaktadır.
Bir diğer önemli ayrım emek ve emek gücü arasındaki ayrımdır. Marx, bir emekçinin piyasada sattığı şeyin, emeği değil de, emek gücü olduğunu ve emek gücünün değerinin de, herhangi başka bir meta için olduğu gibi, üretimi için gerekli olan emek miktarına bağlı olduğunu iddia etmektedir. Dolayısıyla bir işçinin ücreti, bir işçi olarak yaşamsal faaliyetlerini yeniden üretebilmesi için gerekli olan miktara eşittir. Emek gücünün değeri, diğer herhangi bir metanın değerinde olduğu gibi, üretim güçlerinin gelişimine ve üretim ilişkilerine bağlıdır. “Emek gücünün sahibi bugün çalışırsa; sağlık ve güç konusunda aynı süreci aynı koşullarda yarın gene tekrar edebilmesi gerekmektedir. Dolayısıyla geçim yolu, çalışan bir birey olarak normal durumunun devamlılığını sağlamaya yeterli olmalıdır. Yiyecek, giyecek, yakıt ve konut gibi doğal istekleri iklim ve ülkesine özgü diğer özelliklere bağlı olarak değişmektedir. Öte yandan, gerekli olduğu düşünülen ihtiyaçlarının sayısı ve kapsamı, onları karşılamanın biçimlerinde olduğu gibi, bu ihtiyaçlar da tarihsel gelişimin birer ürünü ve dolayısıyla büyük ölçüde bir ülkenin çağdaşlık derecesine bağlı, özellikle de, özgür işçiler sınıfının oluşmuş olduğu koşullara ve bunun sonucunda da, hangi alışkanlıklar ve konfor düzeyine göre bu oluşumun değiştiğine bağlıdır.” (Marx, 1977[1867]:275)
Böylelikle, emek gücünün değeri, çeşitli tarihsel ve ahlaki unsurlara tabidir ve toplumsal olarak neyin gerekli olduğuna göre, farklı ülkelerde çeşitlilik göstermektedir. Örneğin Çin’de bu, günlük olarak bir tabak pilavdan oluşmaktayken, refah içindeki Amerika’da, bir işçinin otomobil sahibi olabilmesi için gerekli maddi koşulları da içermektedir. Bir meta olarak emek gücü, tam değerinde alınıp satılmaktadır, ama ürününün değeri, kendi değerini aşmaktadır. Marx, ürünün değişim değerinin alınıp bedelinin ödendiğini, ama aslında elde edilenin, artı değeri yaratan emeğin kullanım değeri olduğunu ileri sürmektedir. Dolayısıyla da, bir işçinin iş gününün yalnızca bir kısmı kendi değerinin karşılığını ikame etmekle geçirilmekte, bir sonraki iş gününde emek gücünün yeniden üretilmesi için gerekli olan (ücretin karşılığı olarak gerçekleştirdiği) mal üretimi dışında, günün geri kalanında, işçi sermayedar için çalışmaktadır. Bu nedenle, artı değer, “karşılığı ödenmemiş emek”ten başka bir şey değildir.
Marx’ın emek sömürüsünü formüle ederken; konuyu, adil olan ya da olmayan gibi terimlerle tartışmadığını da belirtmeliyiz. Tam aksine, Marx; “Emek gücü değerinin doğasına uygun olarak acımasız bir yöntemle tespit edildiğini söylemenin son derece ucuz bir duygusallık…” olduğunun altını çizmektedir (Marx,1977[1867]:277) Aynı şekilde, Marx, “adil iş günü için adil ücret” gibi sloganları reddetmekte , “adil bölüşüm” için Lasalle’cı talebi eleştirmektedir. (Marx,2000[1875]: 612-614)
Marksist analizde, “adalet” ya da “hakkaniyet”in ekonomik ilişkilerle hiçbir ilgisi yoktur. Ekonomik ilişkiler hukuki kavramlarla yönetilmez; tam aksine, bu kavramlar, ekonomik ilişkilerin bir sonucu olarak doğar. Dolayısıyla da Marksist teoride mutlak haklar yoktur. Her ekonomik sistem kendi ahlaki standartlarını yaratır ve mevcut ekonomik ilişkiler, gerçekten de kapitalist ekonominin kendine özgüdür. “Emek gücünün satış ve alımının devam ettiği dağıtım ya da emtia borsasının alanının sınırları aslında tam da insanın doğuştan gelen haklarının Cennetidir. Burası Özgürlük, Eşitlik, Mülkiyet ve Bentham’ın ayrıcalıklı krallığıdır… Onların bir araya gelmesini ve birbirleriyle ilişki kurmasını sağlayan tek güç de, bencillik, kazanç hırsı ve her birinin kişisel çıkarlarıdır…” (Marx, 1977 [1867]:280)
Kapital’de, Marx, aynı zamanda değerin emek teorisinin kapitalizmde özel mülkiyeti haklı çıkarmak için kullanılmasını da eleştirmektedir. “İlk başta,” der Marx, “mülkiyet hakları bize insanın kendi emeği üzerinden yükselen bir şey gibi görünmüştü. Yalnızca eşit mülkiyet haklarına sahip meta sahipleri birbirileriyle karşı karşıya geldiklerinde, ve de yabancı bir metaya el koymanın tek yolunun, kendine ait metayı yabancılaştırarak yerine emeği koyması olduğuna göre; en azından bu varsayımın yapılması gerekmektedir.” (Wood, 1972:264. Her bir üreticinin kendi üretim araçlarına sahip olduğu ve ürettiği emtiayı diğer bireysel üreticilerle değiş tokuş ettiği bir üretim şeklinde, böylesi bir argüman anlamlı olabilir, çünkü, böyle bir sistemde, mülkiyet hakları bütünüyle insanın emeğine dayanacaktır. Farklı yerlerde Marx, bu sistemi “bireysel mülkiyet sistemi” olarak tanımlamaktadır. Böyle bir durumda, emekçi kendi ürününün tam değerini kendine ayıracaktır ve onu, kendi “kazanmış olduğu mülkiyetten” yoksun bırakmak yönündeki herhangi bir eylem “adaletsiz” olarak tanımlanabilecektir. Ancak kapitalist ekonomi, tamamıyla farklı dayanaklar üzerine işlemektedir. Her şeyden önce, kapitalist üretim, bireysel emeğin yerini kooperatif emeğin aldığı daha ileri bir uzmanlığı gerektirmektedir. Fabrikalarda hiçbir işçi, nihai ürünü tek başına üretmemektedir; bunun yerine, her bir işçi, ürünün belirli kısımlarını üretmektedir. İkincisi ve daha da önemlisi, kapitalizm, emeğin üretim araçlarından ayrılmasıyla, toplumun üretim araçlarına sahip bir sınıfla yalnızca emek gücüne sahip bir sınıf olarak bölünmesiyle ifade edilmektedir. Kapitalizm geliştikçe, bu kutuplaşma gittikçe daha belirgin bir hale gelmektedir.
3.4. Ekonomik eşitsizlik ve kapitalist demokrasi
Marksist analizde kapitalist gelişme; üretim araçlarının birkaç elde toplanmasıyla sonuçlanan bir süreç (sermayenin tekelleşmesi) olarak ortaya konur. Bir sınıfın diğeri üzerindeki egemenliğini güçlendiren bu sürecin doğrudan bir sonucu olarak, sosyo-ekonomik yapıda giderek büyüyen eşitsizliklere şahit oluyoruz. Öte yandan, Marx’tan uzun zaman önce Aristo’dan Jefferson’a birçok düşünür gelir ve refah dağılımında gerçek bir eşitliğin demokrasinin gerekliliği olduğunu savunmuştur. Bu argümanın arkasında yatan temel sebep ekonomik şartlardaki büyük eşitsizliklerin er geç siyasi eşitsizliğe dönüşeceğine olan inançlarıydı.
Demokrasinin asli prensiplerinden birisi olarak siyasi eşitlik ilkesi; her kişinin oy verme, karar alma ve kamusal işlerin yürütülmesi noktasında aynı oranda yer almasını gerektirir. Locke’cu düzen, özel mülkiyet sahibi üst sınıfların resmi olarak ‘mülksüz’ ve oy hakkından mahrum bırakılan alt sınıflar üzerinde egemenlik kurduğu siyasi eşitsizliğin birebir yansımasıydı. Bu şartlar altında, evrensel oy kullanma hakkı on dokuzuncu yüzyılda emek hareketi açısından öncelik olmuştu. Engels de, bu talebin önemini kabul etmekle kalmamış aynı zamanda evrensel oy hakkını proletarya için gerçek demokrasiyi elde etme yolunda bir basamak olarak ortaya koymuştur:
“… Proletarya ile burjuvazi arasındaki son kesin savaşın verileceği devlet biçimi olan demokratik cumhuriyet, en yüksek devlet biçimi, servet ayrımlarını artık resmen tanımaz. Zenginlik, demokratik cumhuriyette, gücünü, dolaylı, ama bir o kadar da güvenli bir biçimde gösterir. Bir yandan, memurların düpedüz rüşvet yemesi, öbür yandan, hükümetle borsa arasındaki ittifak biçimi altında… Öyleyse, genel oy hakkı, işçi sınıfının olgunluğunu ölçmeyi sağlayan göstergedir. Genel oy hakkı termometresinin, emekçiler için kaynama noktasını göstereceği gün, onlar da, kapitalistler gibi, nerede durmaları gerektiğini bileceklerdir.” (Engels,1972[1884] :232)
Yukarıdaki paragrafta Engels oy hakkı üzerinde hiçbir kısıtlamanın olmadığı demokratik devlette zenginlikle siyasi güç arasındaki ‘dolaylı’ ilişkiden bahsetmektedir. Bu ilişki herkesin resmi oy hakkının olması, böylece en azından resmi bir siyasi eşitliğin elde edilmesi açısından dolaylıdır. Yine de, bir sınıfın diğeri üzerinde ekonomik alanda hakimiyet kurmasının, kendi sosyal ve politik sonuçları vardır. Hem Aristo hem de Jefferson için demokrasinin uygulanabileceği ideal toplum; özel mülkiyetin genel bir şekilde dağıldığı geniş bir orta sınıfın bulunduğu ve hükmeden kibirli bir zengin sınıfla sistem açısından tehlike arz eden mutsuz, mağdur olmuş bir yoksul sınıfın bulunmadığı bir toplumdur. Bununla birlikte, Karl Marx, demokrasinin yalnızca sınıflı toplumun ortadan kalkmasıyla (emeğiyle tüm zenginliği yaratanların zenginliğini üreten araçlara sahip olmasıyla) gerçekleşebileceğini ortaya koymuştur. Marx’a göre kapitalizm, doğasında bu eşitsiz yapıyı yeniden üretme eğilimindedir ve bu eşitsizliği doğuran özel mülkiyettir. Bu nedenle, Marx’a göre (temel) üretim araçlarının işçi sınıfı tarafından ve işçi sınıfı için kamusal aidiyeti ve idaresi anlamına gelen sosyalizm olmadan demokrasi düşünülemez.
3.5. Özel mülkiyetin kaldırılması ve proletarya diktatörlüğü
Marx ve Engels’e göre tarihteki bütün diğer hareketler ya azınlık hareketleriydi ya da onların çıkarları üzerine kuruluydu. Bu bağlamda proletarya hareketini diğerlerinden ayıran, onun geniş çoğunluğun çıkarlarını temsil etmesidir. Komünist Manifesto’da Marx ve Engels, toplumun en alt tabakası olan proletaryanın, toplumun tümünü yükseltmeden kendisini yükseltemeyeceğini ifade ederler. (Engels ve Marx, 2000[1848]:254) İşçi sınıfının devrimi, kendisinden önceki devrimlerden farklıdır, çünkü işçi sınıfı kendi adına bir sınıf egemenliğini dayatmaz, gerçek demokrasinin serpilebileceği sınıfsız bir toplum yaratmayı hedefler. Bu bağlamda, yazarlar şunu belirtmektedir: ‘komünistlerin teorisi, özel mülkiyeti ortadan kaldırmak olarak özetlenebilir.’ Bu formüle açık bir itiraz, onu ‘kişisel özgürlük, eylemlilik ve bağımsızlık’ zemininde, bireyin kendi alın teriyle kazandığı kişisel mülkiyetine karşı bir durum olarak suçlamak olacaktır. Fakat yazarlar, bireyin kendi emeğiyle kazandığı mülkünün, yani bağımsız üreticilerin (küçük esnaf, zanaatkâr) özel mülkiyetinin ortadan kaldırılmasına gerek olmadığının altını çizerek, bu mülkiyet biçiminin zaten kapitalist ekonominin gelişmesiyle ve sermayenin tekelleşmesiyle büyük ölçüde eridiğini ve erimekte olduğunu belirtmektedir. “Komünizmin ayırıcı özelliği, genel olarak mülkiyetin kaldırılması değil, burjuva mülkiyetinin kaldırılmasıdır. Ama modern burjuva özel mülkiyeti, ürünlerin üretilmesinin ve mülk edinilmesinin sınıf karşıtlığına, çoğunluğun azınlık tarafından sömürülmesine dayanan sisteminin nihai ve en tam ifadesidir.” (Engels and Marx, 2000[1848]:256)
Yukarıda kaydedildiği gibi, modern burjuvazinin mülkiyeti, bağımsız üreticinin mülkiyetinin aksine emek sömürüsü üzerine kuruludur; bu yüzden de farklı sosyal ve siyasal sonuçları bulunmaktadır. Bunun oluşması (azınlığın elinde) için gerekli koşullardan biri, bunun toplumun geniş bir çoğunluğunda bulunmamasıdır. Bu şartlar altında kapitalist olmak sadece kişisel bir durum değildir, toplumda ve üretimde statü ve toplumsal güç getirir. Dolayısıyla sermaye kamusallaştığında, bireysel mülkiyet kamusal mülkiyete dönüşmez. Değişen yalnızca özel mülkiyetin toplumsal karakteridir, sınıf karakterini kaybetmektedir. (Engels and Marx, 2000[1848]:257) “Komünizm kimseyi toplumun ürünlerini mülk edinme gücünden yoksun bırakmaz; yaptığı tek şey, onu, böyle bir mülk edinme aracılığıyla, başkalarının emeğini boyunduruk altına alma gücünden yoksun bırakmaktır.” (Engels and Marx, 2000[1848]:258)
Kapitalist bir toplumu sosyalist bir topluma dönüştürmenin önemli adımlarından birisi proletarya diktatörlüğüdür. Marx ve Engels’in eserlerinin en tartışılan kavramlarından biri olan proletarya diktatörlüğü, işçi sınıfının siyasi egemenliği ötesinde bir anlam taşımamaktadır. Marx ve Engels’in kullandığı anlamıyla ‘diktatörlük’ tiranlık ya da mutlakiyet; tek bir kişinin, ya da grubun demek değildir. Diğer bir deyişle proletarya diktatörlüğü gerçek demokrasinin kurulması dışında bir anlama gelmemektedir.
‘Diktatörlük’ teriminin bu biçimde kullanılmasının Marx ve Engels’e özgü bir durum olmadığından da bahsedilmelidir. Çağdaşlarına baktığımızda, diktatörlük teriminin, demokratik yönetim formlarının gelişmesinin ve evrensel oy hakkının aleyhindeki egemen sınıfın savunucuları ile aynı manada kullanıldığını görüyoruz. Hal Droper’in bu sorun üzerine yaptığı çalışmalarında kaydettiği gibi,
“The London Times gazetesi, bunun aşağı sınıfı ‘üstün’ kılarak gerçekte ‘mevcut seçmenleri’ vatandaşlık hakkından mahrum edeceği gerekçesine dayanarak, halkın çoğunluğuna oy hakkının verilmesine karşı öfke püskürdü. Manchesterlı sermayedarlar bir grevi, ‘Demokrasinin tiranlığı’ olarak suçladı. 1856’da Büyük Fransız Devrimi hakkında yazan liberal Tocqueville devrimin ‘aydın bir otokrat’ yerine ‘halkın egemenliği adına kitleler’ tarafından gerçekleştirilmiş olmasına hayıflanıyordu; devrim ‘halk’ diktatörlüğü dönemiydi diye yazdı. Şu son derece açıktı ki, ağlanıp sızlandığı ‘diktatörlük’ ‘halk egemenliğinin’ kurulmasıydı” (Draper, 1987:17).
Marx ve Engels proletarya diktatörlüğünü demokrasinin karşısına koymamaktadır. Aksine, bunun gerçek demokrasinin inşasına giden yol olduğunda ısrar etmektedirler. Bu, yetmiş iki gün süreyle proletarya diktatörlüğünün yaşandığı Paris Komünü analizlerinde açıkça görülmektedir. Engels, Marx’ın Fransa’da İç Savaş analizinin yeni baskısına yazdığı girişte proletarya diktatörlüğünden başka bir şey olmayan Komün’ü ‘çatırdayan eski sistemin gücünün yeni ve doğrudan demokratik olanıyla yer değiştirmesi’ şeklinde tarif etmiştir. (Engels,1966[1891:17
Yeni sistemin iki karakteristik özelliği bulunmaktaydı. Marx’ın tarif ettiği şekliyle, “Eski hükümet iktidarının salt baskıcı organlarının kesilip atılması önemli olduğu kadar, bu iktidarın yasal görevleri de toplumun üzerinde üstünlük kurmuş olan otoriteden çekilip alınacak ve toplumun sorumlu bireylerine verilecekti. Her üç ya da altı yılda bir halkı aslında temsil etmeyen, yönetici sınıfın bir üyesinin seçimini kararlaştırmanın yerine, herkesin oy kullanma hakkı tıpkı kendi işi için işçi ve yönetim personeli arayan herhangi bir işverene hizmet eden bireysel seçim hakkı gibi, komünler biçiminde örgütlenmiş halka hizmet edecekti.” (Marx,1966[1871]:69)
Bu dönüşümü etkileyen iki araç bulunmaktaydı. Memurların bütün diğer çalışanların aldığından daha fazla maaş almamasını garanti altına almak ve bütün seçilenlerin seçenler tarafından herhangi bir anda geri çekilebileceği temelinde kadroları oluşturmak. Fransa’da İç Savaş’ın ilk taslaklarında Marx, Komün’ün demokratik karakterini şu şekilde vurgulamaktaydı: “Komün – devlet gücünün toplum tarafından kendisini kontrol eden ve boyun eğdiren güçler yerine kendi geçim güçleri olarak halk kitlelerinin kendilerince yeniden elde edilmesi, baskının örgütlü gücü yerine kendi güçlerini oluşturması- toplumun onları ezenlerce benimsenen yapay gücü yerine toplumsal kurtuluşlarının siyasi biçiminin (kendi güçlerinin kendilerine muhalefet olması ve kendilerine karşı örgütlü olması) düşmanları tarafından ezilmeleri için yönlendiriliyor olması. Bu biçim bütün büyük şeylerde olduğu gibi yalındı.” (Marx,1966[1871]:168) Komün, devletteki tüm yalan dolanı ortadan kaldırmış, eğitimli bir zümrenin gizli kalmış vasıfları yerine işçi sınıfının faaliyetlerini kamusal işleyişin merkezine yerleştirmiştir. Komünün gelişme yönü Marx’ın vurguladığı gibi “halk için halk yönetimi” idi.
Marx ve Engels, kapitalist toplumun kol emeği ile kafa emeği arasındaki bir işbölümü üzerine kurulduğuna inanmaktaydı. Bu sebeple, bu tür bir üretime tekabül eden demokrasi bir sınıfın ne yapılacağına karar verdiği ve diğer sınıfın bu doğrultuda hareket ettiği bir siyasi düzendi. Yazarlar, sınıflı toplumu aşmak yerine proletarya demokrasisinin, temsili demokrasinin sınırlarını aşarak katılımcı demokrasiyi kurmayı amaçlaması gerektiğini tartışmışlardır. Bu proletarya demokrasisinin detaylı bir tarifini vermediklerinden, argümanları şüpheci bir okuyucu için fazlaca basit ve idealist görünebilir. Yine de Paris Komünü’nden sonra her ikisi de bu tür bir toplumun ipuçlarını gördüklerini öne sürmüşler, bütün eksikliklerine rağmen Komünü proletarya diktatörlüğünün bir örneği olarak ve gerçek demokrasiyi uygulamada önemli bir basamak olarak savunmuşlardır.
4. SONUÇ
Machperson, Locke’un metodolojisini öncelikle “özel mülkiyet hakkını doğa yasası ve doğal haklar temeline oturtmak, ardından özel mülkiyet hakkı üzerindeki doğa yasasından gelen tüm sınırlamaları kaldırmak” olarak tanımlamaktadır. (Macpherson, 1962:199) İkinci İncelemesi’ne Locke, mülkiyet haklarını kişinin kendi emeği üzerinden gerekçelendirmesiyle başlar. Burada, sonraları Marksistler tarafından özel mülkiyeti ortadan kaldırmak için kullanılan emek değer teorisi, Locke’un doğal haklar üzerine kurulu tutarlı bir argüman ortaya koymasında çok önemi bir rol oynamaktadır. Locke için, bireysel varlık, özel mülkiyetinin karşılıklı kabulü dışında topluma hiçbir borcu olmayan, “yaşam, özgürlük ve mal varlığı” hakkının sahipliğinden ibarettir. Bundan dolayı özel mülkiyet insan doğasının ayrılmaz bir parçası olarak tamamıyla kişiseldir.
Tam bu noktada Locke, mülkiyet üzerindeki emek kısıtlamasının üzerinden gelmek için ‘çim argümanını” ortaya atmakta ve emeğin de, bir mülkiyet biçimi olduğu için kişinin kendisine ait olmasına gerek olmadığını eklemektedir. Savındaki bu ani dönüşle birlikte özel mülkiyet tanımlaması, bağımsız üretici ile sermayedarın özel mülkiyetleri arasındaki çizgiyi çizen toplumsal bir karakter kazanmaktadır. Bu argümandan sonra sermayenin kısıtlandırılmadan birikmesi için pozitif bir ahlak temeli oluşturmak adına diğer sınırlamalara değinmektedir. Para ile olan ilişkide zımni bir uzlaşmaya giriş, bu meşrulaştırmanın önemli bir adımıdır. İcadından itibaren para, bozulabilen bir madde olmadığından, insanoğlu için sermayeyi artırmak ve ihtiyaçtan fazlasını biriktirmek akıllı bir seçim olmuştur. Bu, servet eşitsizliğinde büyümeye ve bireyler arasındaki çatışma olasılığının artmasına yol açmış, böylece eşit olmayan aidiyetleri korumak üzere bir sivil toplum ihtiyacı yaratmıştır.
Böylelikle Locke’un geçmişte ağırlık verdiği doğal haklardaki eşitliğin, farklılaşan haklara dönüşmesini görmekteyiz. Çalışkan ve zeki olan haklı bir şekilde toprağı ele geçirir ve geri kalanlara hayatta kalmak için yalnızca emeklerini satma seçeneğini bırakır. Bireyler bundan böyle toprak edinme doğal hakkına sahip değillerdir ve mülksüzler diğerlerinin yargı ve yönetimine tabiidirler.
Batı ülkelerinde 20. yy.’ın başlarına değin uygulanan oy hakkı kısıtlamalarının Locke’un teorisinin kaçınılmaz bir sonucu olup olmadığı halen akademide önemli yer tutan bir tartışma konusudur. Yine de rahatlıkla Locke’un teorisinin büyük servet eşitsizliklerine izin verdiğini ve bunun siyasi sonuçlarını meşrulaştırmaya çalıştığını öne sürebiliriz.
Machperson’ın altını çizdiği gibi, Locke’un liberalizminin büyüklüğü, onun iyi bir toplumun şartı olarak özgür ve akıllı bireyi öne sürmesinde yatmaktadır. Ancak, bu görüşün “acıklı tarafı, tam da bu iddianın zorunlu olarak ulusun yarısı için bireyciliğin inkarı anlamına gelmesinde yatıyordu.” (Macpherson, 1962:262)
Locke’un aksine Marx adalet ya da doğal hak zemininde tartışmaz. Marx’a göre her üretim modeli kendi ahlaki standartlarını ve kültürel değerlerini yaratır, bu yüzden mutlak bir doğru ya da yanlış yoktur. Kapitalist üretim modelinde özel mülkiyet diğer bütün kişisel hakları bastırmaktadır.
Marx aynı zamanda emek değer teorisinin kapitalist özel mülkiyeti meşrulaştırmak üzere kullanılmasını da eleştirmektedir ve bu argümanın yalnızca tamamen farklı zeminlerde işleyen bir ‘bireysel mülkiyet sistemi’ altında bir anlam ifade edebileceğini öne sürmektedir. İş bölümü ve üretim araçları üzerinden uzmanlaşmaya dayalı kapitalist üretim modeli altında özel mülkiyet bir sınıfın diğeri üzerinde egemenliğini arttıran bir sosyal karakter kazanmaktadır. Locke mülkiyet hakkını bireysel özgürlüğün temeline koyarken, Marksistler bireysel özgürlüğün yalnızca özel mülkiyet hakkının ortadan kaldırılmasıyla elde edilebileceğini söylemektedirler. Marx açısından, üretim modelinden kaynaklanan mülkiyet hakkının doğrudan bir sonucu olarak üretim, kişinin zihinsel ve fiziksel yaşamını belirleyen, insanlığını yitirmesine yol açan bir güç olmaktadır. Bu insanlıktan uzaklaşma durumu yabancılaşma olarak adlandırılmakta ve bireyi pazarda alınıp satılabilen bir meta haline getirmektedir. Ve insanın gerçek benliğini geri almasının tek yolu devrimci bir proletarya diktatörlüğü süreci ile ‘özel mülkiyet özgürlüğü’nü ‘özel mülkiyetten kurtuluş’a taşımasıdır. Marx ve Engels, toplumun en alt tabakası olarak proletaryanın, toplumun tümünü yükseltmedikçe kendisinin de yükselemeyeceğinin altını çizmektedir. (Engels and Marx, 2000[1848]:254) Bu yüzden işçi sınıfının devrimi kendi adına sınıf egemenliğini yeniden üretmeyi değil gerçek demokrasinin yeşerebileceği ve bireysel özgürlüklerin elde edilebileceği sınıfsız bir toplum yaratmayı hedeflemektedir.
Kaynakça
Day, J.P. 1966. “Locke on Property”, Philosophical Quarterly, Volume 16, 207-220.
Draper, Hal. 1987. The ‘Dictatorship of the Proletariat’ from Marx to Lenin, Monthly Review Press.
Engels, F.1966 [1891]. The Civil War in France, People’s Publishing House, Peking.
Engels, F. 1972 [1884].The Origin of the Family, Private Property and the State, International Publishers, New York.
Engels F.and Marx K. 2000 [1848]. “The Communist Manifesto”, Selected Writings, ed. David McLellan, Oxford.
Sichel, B.A. 1972. “Karl Marx and the Rights of Man”, Philosophy and Phenomenological Research, Volume 32, 355-360.
Locke, J. 1988 [1690]. Two Treatises of Government, Cambridge.
Macpherson, C.B. 1962. The Political Theory of Possessive Individualism, Oxford.
Marx, K. 1966 [1871]. The Civil War in France, People’s Publishing House, Peking.
Marx , K. 1977 [1867]. Capital Volume One, Vintage Books, New York.
Marx, K. 2000. Selected Writings, ed. David McLellan, Oxford .
Marx, K. 2000 [1843]. “On the Jewish Question”, Selected Writings, ed. David McLellan, Oxford.
Marx, K. 2000 [1844a]. “On James Mill”, Selected Writings, ed. David McLellan, Oxford.
Marx, K. 2000 [1844b]. “Economic and Philosophical Manuscripts”, Selected Writings, ed. David McLellan, Oxford .
Marx, K. 2000 [1875]. “Critique of the Gotha Programme”, Selected Writings, ed. David McLellan, Oxford .
Wood, A.1972. “The Marxian Critique of Justice”, Philosophy and Public Affairs,Volume I, 244-282.