‘Ulusal İstihdam Stratejisi’ Üzerine

Kapitalist üretimde üretici emek ya da işçinin fiziki ve zihni kapasitesi, büyük ölçüde sermaye ile olan ilişkisine ve bu ilişkinin niteliğine göre belirlenir. Patronlar belli bir süre için kullanım hakkını satın aldığı emeğin bu kapasitesinden sonuna kadar yararlanmaya çalışırlar. Bu nedenle, sermayenin emek sürecini en fazla artı-değer (mutlak ve nispi olarak) gerçekleştirecek biçimde dönüştürme yollarını araması, bunun için dönem dönem yasal ve fiili adımlar atması kaçınılmazdır. Sömürünün arttırılması ya da sınırlandırılması mücadelesinde belirleyici olan, üretim süreci içinde tarafların göreli güçleri olduğundan, kapitalizmde emek süreci, kaçınılmaz olarak karşılıklı hamleler üzerinden gerçekleşen bir “sınıf mücadelesi arenası” haline gelmiştir.

Kapitalist üretim ilişkileri içinde devlet aygıtının temel işlevi, sermaye birikiminin ve istikrarının sorunsuz olarak devam etmesini sağlamaktır. Sermaye birikimi süreci, sadece teknik bir süreç olmayıp, aynı zamanda toplumsal ilişkiler alanının bütününü ifade eden sosyal bir süreçtir. Bu çerçevede, kapitalist devletin üretim ve bölüşüm ilişkileri üzerindeki etkisi, özü aynı kalmakla birlikte, sermaye birikim sürecinin içinde bulunduğu tarihsel koşullara göre değişiklikler gösterebilir. Sermaye birikim süreci, emek ile sermaye arasında var olan ve üretim noktasından başlayıp, tüm toplumsal yaşama yayılan bağımlılık ilişkilerinin temelini oluşturur. Kapitalist sistemin varlığı ve sürekliliği, pazara ve pazar aracılığıyla gerçekleşen “bağımlılık” ve “egemenlik” ilişkilerinin yeniden üretilmesine bağlıdır. Kapitalizm, bunu gerçekleştirirken, bir taraftan her türden yasal ya da yasa dışı yolları kullanmaktan geri durmaz. Diğer taraftan, üzerinde yükseldiği hukuksal, siyasal ve ekonomik olgulara uygun ya da onlarla taban tabana zıt uygulamalar içine de girebilir. Kapitalizm açısından önemli olan, önceden belirlediği hedeflere ulaşmaktır. Bu hedeflere ulaşmak için izlenen yol ve yöntemler, ulaşılmak istenen hedefin kendisi kadar önemli değildir.

Sermayedar sınıf, burjuvazi, tarih boyunca da görüldüğü gibi, sadece üretim için gerekli en son ulaşılan teknolojik düzeye uygun üretim araçlarını ve diğer malzemeleri bir araya getirmekle yetinmez. Emek gücü üzerinde tam bir denetim kuracak şekilde, emek sürecini kendi denetimi altına almanın ve tüm sistemi bunun üzerinden, kendi çıkarlarına uygun bir şekilde sürekli olarak yeniden biçimlendirmenin yollarını geliştirmeye çalışır.

Bilindiği gibi kapitalizm, üretim araçlarının özel mülkiyetine ve ücretli emek sömürüsüne dayanır ve bütünlüklü bir sömürü mekanizması olarak işler. Farklı üretim tarzlarını kendi ihtiyacına uygun olarak dönüştürür; kendine benzemeyen ne varsa, yine kendi ihtiyaçları doğrultusunda biçimlendirir ya da var olanları biçimsizleştirir. Bir taraftan kendisi için sürekli yeni kurallar koyarken, diğer taraftan kendi koyduğu kuralları, istediği zaman değiştirebilme serbestliğine ya da “esnekliğe” sahip olmak ister. Bu anlamıyla emek sürecinde dönüşümden söz edildiğinde, üretimde ve teknik işbölümündeki farklılaşmanın sonucu olarak, hem emek gücünün üretim araçlarıyla kurdukları ilişkilerde, hem de üreticilerin birbirleriyle ve üretim araçlarını denetleyenlerle kurdukları ilişkilerde ortaya çıkan değişiklikler göz ardı edilemez.

Kapitalist devlet, sermaye birikiminin devamını sağlamak üzere, kamu harcamaları ile gelirin ve kaynakların yeniden dağılımını düzenleme ve etkileme yeteneğine sahip olan en güçlü otoritedir. Kapitalist devletin, sistem içinde kaynak ve gelir bölüşümünü kamu harcamaları ve kamu gelirleri yoluyla yeniden düzenleyerek, sermaye birikimi sürecinin önündeki tıkanıklıkları sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda gidermek gibi önemli bir işlevi vardır. Kapitalist devletin elde ettiği gelirler ve yaptığı harcamalar yoluyla ekonomik ve toplumsal süreçler üzerinde yarattığı etki, büyük ölçüde sermaye birikimin devamı ve istikrarını sağlama ihtiyacıyla ilişkilidir. Bu çerçevede, kamu harcamaları ve kamu gelirleri miktar ve bileşiminde süreç içinde oluşan değişimler, büyük ölçüde sermaye birikimi koşullarının gereklerine bağlı olarak biçimlenir.

Sermaye birikiminin sürekli ve istikrarlı bir şekilde, sorunsuz olarak artmasını sağlamak, sermaye sahibinin, yaratılan artı değerin her seferinde giderek daha fazla bölümüne el koymasına bağlıdır. Bunun için sermaye sahipleri, emeğin kendisini yeniden üretmesinin bedeli olan her türlü işgücü maliyetini sürekli olarak azaltmak ve böylece artı değerden kendine düşen payı arttırmak amacıyla hareket ederler. Bunun gerçekleşmesi için, özellikle teknolojik yeniliklerden yararlanarak, emek üretkenliği ve verimliliğinin arttırılması sağlamak için, emek sürecini dönemin ihtiyaçlarına göre yeniden biçimlendirerek, sermaye lehine yeniden düzenlemeye çalışırlar. Böylece, yaratılacak olan “yeni” ve “esnek” çalışma ilişkileri ile emekçilerin tek tek ya da toplu olarak baskılanması, denetlenmesi ve disiplin altına alınması kolaylaşır. Bunun için sermaye birikiminin istikrarını bozan ya da bozacak her türlü hukuk kuralı, güvence ya da düzenlemenin engel olmaktan çıkarılması gerekir.

Kapitalizmin, gerek tarihsel, gerekse özüne ilişkin dinamiklerine baktığımızda, sermaye birikimi istikrarının önüne engel olarak çıkan “katılıkları” sürekli olarak esnekleştirdiği ve ardından dönemin koşullarına uygun olarak sağlanacak sermaye birikimi için uygun bir dizi uygulamayı başlattığı görülür. Bu anlamda, sermayeyi yaratan birikmiş emeğin, tarihsel olarak kendi yarattığı ürünün, yani sermayenin denetimi altına girmesi, tam da kapitalizmin tarihsel olarak esnek olduğunu göstermektedir. Sermayedar sınıf, burjuvazi, bugünkü koşullarda, hem emek yerine teknoloji, hem de pahalı emek yerine ucuz emek ikame ederek kullanabilmektedir. Bu iki kullanım gücünün, sermayeyi emek karşısında, sürekli olarak artan işsizlik oranları ile birlikte düşünüldüğünde, ne kadar güçlü bir konuma getirdiği tartışmasız bir gerçektir.

Sermaye, bir güç olarak tarih sahnesinde ağırlığını hissettirmeye başladığından bu yana, işçi sınıfını, canlı ve sosyal bir varlık olarak değil, kendi çıkarları için kullanabileceği basit bir makine, cansız bir nesne olarak görmüştür. Sermaye, işçinin yararına olacak düzenlemelere karşı her zaman doğal bir direnç gösterirken, fırsatını bulduğunda, işçileri daha çok yıkıma uğratacak, mevcut haklarını bile kullanmalarını engelleyecek düzenlemeler yapmış, fiili uygulamaları hayata geçirerek işçilerin yaşamını cehenneme çevirmekten geri durmamıştır. Bu durumun en son örneği, mevcut istihdam yapısını sermayenin dönemsel ihtiyaçları doğrultusunda değiştirmeyi ve yeniden biçimlendirmeyi hedefleyen yeni istihdam stratejilerinin gündeme getirilmiş olmasıdır.

SERMAYENİN  İSTİHDAM STRATEJİSİ

Kriz sürecinin de etkisiyle, dünyada ve Türkiye’de sermayenin saldırganlığının ciddi boyutlara ulaştığı bir dönemden geçiliyor. Pek çok ülkede, emekçilerin kazanılmış haklarına, ekonomik, demokratik, sendikal hak ve özgürlüklere yönelik saldırılar çok yönlü olarak sürerken, emekçileri daha fazla sömürmek ve yaşanan krizi “fırsata çevirmek”1, sermayenin öncelikli gündemini oluşturuyor. Sermaye güçleri ve onların çıkarlarının koruyucusu olan hükümetler, işçi sınıfının uzun süren mücadelesi ile kazandığı hakları yeni saldırılarla geri almak, var olanları ortadan kaldırmak için tüm imkânlarını seferber etmekten geri durmuyorlar.

Bilindiği gibi, kapitalist sistemin doğasında var olan kriz eğilimi, sermaye birikim sürecinin dönemsel olarak tıkanmasını beraberinde getirmektedir. Bu tıkanıklık, özellikle kriz dönemlerinde, ekonomik ve toplumsal yapıların sermaye birikiminin devamını ve yeniden istikrarlı hale gelmesini sağlamak üzere birtakım yeni düzenlemelerin yapılmasını gerektirir. Bu anlamıyla, ekonomik krizler, başından itibaren eşitsiz gelişen bölüşüm ilişkilerinin sermaye lehine ve emekçiler aleyhine yeniden ve her seferinde daha ağır koşullarda düzenlendiği dönemler olarak dikkat çekmiştir. Krizlerin derinleştiği dönemlerde bütün toplumsal ilişkiler sarsılır ve ekonominin tüm alanlarındaki ilişkilerin, eskisi gibi, hiçbir değişiklik olmaksızın devam etmesi zorlaşır. Sınıf mücadelesinin en önemli unsurlarından birini oluşturan ücret-kâr ilişkileri, ücretler aleyhine aşırı bir değişime uğrar. Emekgücünün değerini düşürerek onu daha ucuza almaya çalışan kapitalistler için, kriz, bu noktadan sonra, sermayenin kendisini, ekonomik ve siyasal olarak yeniden üretimini sağlayacak güçlü ve etkili bir silaha dönüşmüştür.

“İstihdam stratejisi” denildiğinde, sadece üretimin ileri teknolojiye dayanan yeni örgütlenme tarzı veya yeni istihdam biçimleri değil, üretimin, emeğin, istihdamın, çalışma ilişkilerinin ve bir bütün olarak toplumsal yaşamın sermayenin yeni birikim stratejileri doğrultusunda yeniden örgütlenmesi akla gelir. Kapitalizm, özellikle son otuz yılda, kendi içinde yaşadığı dönüşümle birlikte, işgücü ve istihdamın yapısı, çalışma düzeni ve genel çalışma kuralları açısından ciddi değişiklikler yaşamıştır. Bu süreçte, özellikle çalışma ilişkilerinin taraflarının ve biçiminin değiştiği yanılsaması yaratılmış; çalışma ilişkilerinin, artık karşıtlık yerine “uzlaşmaya”, “sosyal diyalog”a dayandığı tezleri ileri sürülmeye başlanmıştır. Nitekim, yaygın bir şekilde uygulanmaya başlanan esnek istihdam uygulamalarına paralel olarak, emek sürecinin çeşitli bölümleri arasında eşgüdümü ve uygulamayı sağlamak için, “sosyal diyalog” mantığı içinde, çıkarları birbirine taban tabana zıt sınıfların temsilcileri yerine, “sosyal taraf” ya da “paydaş” gibi ifadeler üzerinden, “emek-sermaye işbirliği”ne dayanan “korporatist” çalışma ilişkileri dayatılmıştır.

Her ne kadar aksi iddia edilse de, kriz dönemlerinde kapitalist devlet tarafından uygulamaya konulan ekonomik politikalar, kriz koşullarının sadece sermaye lehine hafifletilmesini sağlamaya yönelik önlemleri içermektedir2. AKP Hükümetinin daha önceki “kriz paketleri”, “istihdam paketi” vb. “paket program” uygulamaları gibi, geçtiğimiz Haziran ayı başında gündeme getirdiği “Ulusal İstihdam Stratejisi” (UİS) de, içeriği ve hedefleri ile birlikte, önemli ve tehlikeli bir silah olarak dikkat çekmektedir.

AKP Hükümeti tarafından büyük bir gürültü eşliğinde açıklanan UİS ve bu strateji ile birlikte hayata geçirileceği belirtilen konu başlıkları, daha önce, emek sürecinde yaşanan dönüşümün alt başlıkları olarak sık sık gündeme getirilmiştir. Böylesi bir uygulamanın, emekçi sınıflar açısından krizin etkilerinin azalmak bir yana, daha da derinleştiği bir dönemde gündeme getirilmesi anlamlıdır. Özellikle 1990’lı yılların ikinci yarısından itibaren, IMF, Dünya Bankası, Avrupa Birliği, Dünya Ticaret Örgütü, OECD vb. gibi uluslararası emperyalist kuruluşlar, merkezinde “işgücünün esnekleştirilmesi”, “standart dışı çalışmanın yaygınlaşması” ve “güvencesiz istihdam” uygulamalarının yer aldığı bir dizi eleştiri ve önerilerde bulunmuşlardır.

Türkiye’nin IMF ile imzaladığı 18. stand by (2002-2005 yılları arası) ve 19. stand by (2005-2008 yılları arası) anlaşmalarında, Türkiye’de istihdam yapısının son derece “katı” olduğu ve esnekleştirilmesi gerektiğine ilişkin taahhütler söz konusudur. Bu taahhütleri yerine getirmek amacıyla çok sayıda yasal düzenleme yapılmış, yasal engellerin ortaya çıktığı noktalarda fiili uygulamalar hayata geçirilmiştir. IMF yıllardır, özellikle kamu istihdamındaki iş güvencesi nedeniyle kamu emekçilerinin yasal olarak korunmasının “serbest piyasa” mekanizmasıyla uyuşmadığını, işgücünün kamu-özel ayrımı olmaksızın esnekleştirilmesi gerektiğini, bunun için yasal düzenlemeler yapılmasının kaçınılmaz olduğunu belirtmektedir.

Türkiye’nin bugüne kadar 200’den fazla kredi anlaşması imzaladığı Dünya Bankası, geçmişte, Türkiye’de işgücü piyasasının katı olduğundan, işten çıkarmanın zor olmasından bahsetmiş, hatta bir dönem asgari ücretin yüksek olduğunu iddia ederek, asgari ücretin kaldırılmasını, “bölgesel asgari ücret”i bile önerecek kadar ileri gitmiştir. Dünya Bankası, her yıl yayınladığı “İş Yapma Kolaylığı” (Doing Business) endeksi ile, tek tek ülkelerin yabancı sermaye yatırımı açısından uygun olup olmadığını ele almakta ve ülkelerin buradaki sıralamaları ile yabancı sermaye yatırımları arasında doğrudan ilişki kurmaktadır. 183 ülke üzerinden yapılan değerlendirmede, Türkiye’nin iş yapma kolaylığı açısından 73. sırada, işçi istihdam etme (employing workers) açısından 145. sırada olduğu belirtilerek, bunun nedeni olarak, işgücü piyasasının katı olması ve esnek istihdam uygulamalarının yeterince yaygın olmaması gösterilmiştir3. Dünya Bankası, Türkiye’de esnek, kuralsız ve güvencesiz çalışma yaygınlaşırsa, kısaca, patronlar işçileri işten atıp işe alırken herhangi bir yasal engelle karşı karşıya kalmazlarsa, yabancı sermaye yatırımlarının artmasının mümkün olacağını iddia etmektedir. Benzer tespitler Avrupa Birliği açısından da geçerlidir. Avrupa Birliği, yüksek işsizlik oranlarının azaltılması için kamuda ve özel sektörde esnek istihdam uygulamalarının yaygınlaştırılmasını önerirken, özellikle kadınların kısmi süreli istihdam yoluyla işgücüne katılımının sağlanmasını önermektedir.

İstihdamın esnekleşmesine yönelik olarak öne sürülen tezler, sadece IMF, Dünya Bankası ya da Avrupa Birliği ile sınırlı değildir. Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO), 1990’lı yılların ortalarından itibaren, IMF, Dünya Bankası ve Avrupa Birliği’ne paralel olarak, esnek çalışmanın kaçınılmaz olduğunu açıklayarak, ‘esnek güvence’ (flexicurity)4 anlamına gelecek düzenlemelerle işsizlik sorununun önüne geçilebileceğini savunmaktadır. “Esneklik” ve “Güvence” gibi birbiriyle temelden çelişen iki olgunun, tek bir kavramda bir araya getirilmiş olması, ILO’nun sınıf niteliğini de göstermek üzere, dikkat çekicidir.

Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü (OECD) ise, OECD’ye üye ülkelere yönelik olarak yaptığı ‘işe alma/işten atılma’ endeksleri ile hangi ülkelerde işçilerin kolaylıkla işten atıldığı ya da işe alındığı yönündeki incelemeler üzerinden tek tek ülkelerin yatırım için uygun olup olmadığını ölçmekte ve tıpkı Dünya Bankası gibi, her yıl yayınladığı raporlarla, istihdam yapıları üzerinden ülkeleri değerlendirmektedir. OECD de, tıpkı Dünya Bankası’nın geçmişte yaptığı gibi, Türkiye’de işgücü piyasasının “katı” kurallara sahip olduğunu sık sık vurgulamakta, hatta asgari ücretin, Türkiye’de hane başına elde edilen gelirlerin ortalamasına göre yüksek olduğunu bile iddia etmektedir.

2003 yılında, 4857 Sayılı İş Yasası’nın çıkarılması öncesinde, tam zamanlı çalışan, sigortalı, izin süreleri ve mesai saatleri belirli, sosyal hakları yasalarla güvence altında olan işçilerin sahip olduğu haklar hedef olarak belirlenmiş ve bu durumun kapitalizmin “serbest rekabet” anlayışına ters olduğu üzerinden yoğun bir propaganda yürütülmüştür. Tüm bunlara ek olarak, düzenli ve kurallı çalışmanın olmadığı, kayıt dışı olarak faaliyet yürüten işletmelerde işçilerin sırtından elde edilen artı-değer oranları oldukça yüksek iken, kayıtlı çalışan işletmelerin aynı artı-değeri elde edememelerinin sermayenin iç bütünlüğünü ve hiyerarşisini bozduğu, bu durumun “haksız rekabete” neden olduğu belirtilmiştir. Koşulların eşitlenmesi için atılması gereken adımların başında, patronların “elini kolunu bağlayan” yasal mevzuatın olduğu ve bu mevzuatın değişmesi gerektiği iddia edilmiştir.

4857 Sayılı  İş Yasası’nın çıkarılmasından bu yana sermayeye sınırsız bir sömürü alanı açılırken, işçilerin en temel hakları, yasal düzenlemeler ve fiili saldırılarla karşı karşıya kalmıştır. 4857 Sayılı İş Yasası’nın yürürlüğe girmesinin ardından, esnek, kuralsız, güvencesiz çalışma biçimleri daha da artmış ve yaygınlaşmıştır. İş yasasının sağladığı kolaylıklarla geçtiğimiz yedi yıl içinde artan sömürü oranlarına paralel olarak, ciddi bir gelişim gösteren Türkiye kapitalizmi, sürekli artan işsizlikten beslenip, sermayeyi ve onun kaynağı olan sömürünün artmasını sağlamış, patronlar, işyerlerinde daha baskıcı ve otoriter uygulamaları hayata geçirebilmişlerdir. Esnek istihdam ve buna bağlı olarak artan güvencesiz ve standart dışı çalışma biçimleri, yapılan yasal düzenlemeler üzerinden daha da yaygınlaşmıştır. Böylece kâr oranlarının istenilen oranda artışını engelleyen ve sermaye birikiminin istikrarını tehdit eden tam zamanlı, düzenli ve güvenceli istihdamın önünü kesmeyi kolaylaştırmak adına önemli adımlar atılmıştır.

Sendikaların  örgütlemeye çalıştığı hedef kitlesi, genellikle, düzenli, güvenceli ve tam zamanlı çalışanlardan oluştuğu için, 4857 Sayılı İş Yasası, sendikal örgütlenmeyi doğrudan olumsuz etkilemiştir. İş yasasının değişmesi ile birlikte işçiler arasındaki farklılıkları öne çıkartan ve sendikal örgütlenmenin son derece zor olduğu, genelde esnek çalışma olarak ifade edilen, kısmi süreli çalışma, ödünç işçilik, çağrı üzerine çalışma, evde çalışma, tele çalışma gibi yeni çalışma biçimleri yaygınlaşmıştır. Aynı dönem içinde hızla artan taşeronlaştırma uygulamaları nedeniyle, sendikaların örgütlenme alanı giderek daralmış, daha düşük ücretle, kayıt dışı ve esnek çalışma biçimlerine daha uygun oldukları için tercih edilen kadın ve genç işçilerin toplam istihdam içindeki payları giderek artarak, sermayeye büyük bir tercih kolaylığı sağlanmıştır. İşgücü maliyetini düşürmek amacıyla uygulanan esnek çalışma biçimlerinin yaygınlaşmasıyla birlikte, çalışma saatleri fiilen artmış, fazla çalışılan süreler için mesai ücreti ödenmemeye başlanmıştır. Özellikle örgütsüz işçilerin büyük bölümü, sigortasız olarak, düşük ücretle ve günde ortalama 10–12 saat çalışmak zorunda kalmışlardır.

İstihdam açısından esnekliğin en belirleyici özelliği, işçi ya da emekçilerin iradesinin tamamen dışında, yapılan işin, işyerinin ve en önemlisi sermayenin istek ve beklentilerine göre belirlenmiş ve herhangi bir kural ya da düzenlemeyle sınırlandırılmamış olmasıdır. Başka bir ifade ile, esneklik, sermayeye, işgücünün yapısında, kurallara bağlı kalmadan, içinde bulunulan koşullara kolaylıkla uyum sağlayacak şekilde, istediği gibi değişiklik yapabilme serbestliği tanımaktadır. Esneklik ya da esnek çalışma ile birlikte, işçilerin, çalışma süresi, çalışma biçimi, sayısı, çalışma koşulları, ücreti ve çalışma yetenekleri bakımından, ‘piyasa koşulları’ neyi gerektiriyorsa, o koşullarda istihdam edilebilmesinin önü açılmıştır. Bu uygulama ile birlikte, eğer ‘piyasa koşulları’ işçilerin sayısının azaltılmasını, ücretlerinin düşürülmesini ya da çalışma süresinin yükseltilmesini gerektiriyorsa, patronlar, hiçbir yasal engel ile karşılaşmaksızın, çalışan sayısını azaltabilmekte ya da çalışma sürelerini arttırabilmektedir. Bu çerçevede oluşturulacak olan yeni istihdam yapısı içinde, sistem, yaşadığı krizler ve tıkanıklıklar karşısında, işgücünü istediği şekilde çalıştırarak, ücretlerini düşürerek ya da işçileri istediği zaman işten çıkararak, kendisini koruyabilecektir. Sermaye açısından günümüz koşullarında önemli olan, kaç kişinin istihdam edildiği değil, üretim süreci içinde, ‘piyasada’ oluşan arz ve talep dalgalanmalarına karşı ‘nasıl’ ve ‘ne kadar hızlı’ yanıt verileceğidir.

Bazı esnek çalışma uygulamalarına baktığımızda, kavramın ne anlamına geldiğini anlamak kolaylaşmaktadır. İşe alma ve işten çıkarılmaların kolaylaştırılması anlamına gelen dışsal sayısal esneklik”; iş sürelerinin yarı zamanlı ya da fazla çalışma şeklinde kolaylıkla değiştirilebilmesi anlamına gelen “içsel sayısal esneklik”; işçilerin üretim süreci içinde görevlerinin değiştirilmesi (iş rotasyonu) ya da birden fazla işte görevlendirilmesi anlamına gelen “işlevsel esneklik” ve ücretlerin ekonomik koşullara ya da bireysel performansa göre belirlenmesinin esas olduğu “ücret esnekliği”, en yaygın olarak kullanılan esnek çalışma biçimleri olarak dikkat çekmektedir.

Anlatılanlardan hareketle, hükümetlerin neden sürekli olarak istihdamı esnekleştirme ve güvencesiz çalışmayı yaygınlaştırmak için hamleler yaptığını anlamak kolaylaşmaktadır. 2010 Bütçe Kanunu ve ‘orta vadeli program’da istihdam ile ilgili olarak yer alan en önemli düzenlemelerin, özellikle ‘kamu istihdamının esnekleşmesi’ ve ‘işgücü piyasalarının katılıklardan arındırılması’ olarak belirlenmesi kesinlikle bir tesadüf değildir. Bu nedenle, UİS ve 657 Sayılı Devlet Memurları Kanunu’nda yapılması planlanan değişikliklerin aynı zamanda ve birbirine paralel olarak gündeme getirilmiş olması anlamlıdır.

UİS İLE NE AMAÇLANIYOR?

“Ulusal İstihdam Stratejisi”, AKP Hükümeti tarafından başlı başına iddialı bir kavram olarak gündeme getirilmiştir. Sanki işsizlik sorununu çözmek için istihdamda önemli adımlar atılacakmış ve bunun için kapsamlı bir ulusal strateji oluşturulmuş gibi bir izlenim verilmiş olması dikkat çekicidir. Oysa bahsi geçen stratejinin içeriğine bakıldığında, ulusal ve uluslararası sermayenin, uluslararası emperyalist örgütlerin ve onların yerli uzantılarının (özellikle TÜSİAD, MÜSİAD ve TİSK’in) son yıllarda sürekli olarak gündeme getirdiği temel değişikliklerin “Ulusal İstihdam Stratejisi” ile hayata geçirilmeye çalışıldığı görülmektedir.

Hükümetin, sermaye sınıfının istek ve beklentileri doğrultusunda oluşturduğu ve kimi sendika (TİSK, HAK İŞ, DİSK, MESS), meslek örgütleri (TOBB, TESK, TZOB, İTO, EBSO, TBB) ve TÜSİAD, MÜSİAD vb. gibi sermaye örgütlerinin de işin içine katıldığı “İstihdam Stratejisi” oluşturma süreci ve sonrasında yapılan açıklamalar, gerçek niyetin ne olduğunu bütün açıklığıyla gözler önüne sermektedir. UİS çalışmaları çerçevesinde, pek çok kesim gibi, işçi konfederasyonları ile de toplantılar yapılmış ve görüşleri istenmiştir. Bugün için UİS’in içeriği tam olarak netleşmemiş olmasına karşın, gerek Hükümet temsilcilerinin açıklamaları, gerekse konfederasyonlardan görüş istenen konu başlıklarına bakıldığında, hazırlanan stratejinin ana ekseninin esneklik, kuralsızlık ve güvencesizlik olduğu, temel hedefin, yeni istihdam alanları yaratıp işsizliği azaltmak değil, fırsat bu fırsat denilip, elde kalan son işçi haklarını da gasp etmek olduğu anlaşılmaktadır.

8 Haziran 2010 tarihinde yapılan Ekonomik Koordinasyon Kurulu toplantısında, katılımcılara “Ulusal İstihdam Stratejisi” ile ilgili olarak bir sunum yapılmış ve sunum özeti toplantıya katılanlara çıktı olarak dağıtılmıştır. Söz konusu sunum özetinin sadece çıktı olarak dağıtılmış olması ve içeriğinin kamuoyundan gizlenmeye çalışılması dikkat çekicidir. Sunum özetinin içeriğine bakıldığında, kamuoyuna açıklananlardan çok daha farklı ve tehlikeli düzenlemeleri içerdiği görülmektedir.

Çalışma Bakanı  Ömer Dinçer, Ulusal İstihdam Stratejisi’nin açıklanmasının ardından yaptığı açıklama ile, UİS’in özüne ilişkin olarak, şu ifadeleri kullanmıştır:

İstihdamın artırılması konusunda formül çok, ama bu biraz acı reçete gerektiriyor. Yani devlete, işverene ve sendikalara acı reçete olacak. Fedakârlık etmemiz gerekecek. Haftada 45 saat çalışılması gerekirken, 53 saat çalışanlar var. Fazla mesai uygulaması olmazsa, bir milyon kişi iş bulur. Ama işverenler kıdem tazminatı sorunu nedeniyle yeni işçi alımına sıcak bakmayıp, kayıt dışı olarak elindeki işçiye fazla mesai yaptırıyor. Türkiye’de kıdem tazminatını alma oranı yüzde 7. Genç işsizlik sorununu çözmek için de yarım zamanlı çalışma sistemi gerekiyor. Ama yine kıdem tazminatı nedeniyle bu sistem de işlemiyor. Önce bunu çözmeliyiz.” (Hürriyet, 13 Haziran 2010)

Bakan Dinçer’in açıklaması, UİS’in, görünüşte istihdamın arttırılması için hazırlanmış, ancak gerçekte işçi haklarına yönelik yeni bir “acı reçete” olduğunun itirafı niteliğindedir. Bu açıklamayla birlikte, strateji olarak sunulanlar; esnekleşmenin ve güvencesizliğin yaygınlaştırılması; istihdam üzerindeki maliyetlerin düşürülmesi, işveren  sigorta primi, istihdam vergileri ve ücret (asgari ücret, kısmi çalışma ödeneği) gibi işveren yükümlülüklerinin topluma ya da işsizlik sigortası fonu gibi fonların üzerine yıkılması ve kıdem tazminatının kaldırılmasının “sosyal taraflar” içinde tartışmaya açılmasıdır.

Katılımcılara dağıtılan “Sunum Özeti”nde yapılan tespitler dikkat çekicidir. “Türkiye’de İşsizliğin Yapısal Özellikleri” başlığı altında, çalışma çağındaki nüfusa her yıl 800 bin katılım olduğu söylenirken, işgücüne katılım her yıl 400 bin iken, son iki yıl içinde bu rakamın 800 bine çıktığı belirtilmektedir. Ayrıca tarımdan tarım dışı sektöre her yıl 150 bin kişilik geçiş olduğu, tüm bu verilerle birlikte değerlendirildiğinde, tarım dışı iş gücü piyasasına, her yıl ortalama 550–600 bin yeni katılım olduğu tespiti yapılmaktadır. Aynı başlık altında, kayıt dışı istihdam oranının toplamda %43,8 olduğu (tarım dışı %30,1; ücretlilerde %26,2), yabancı kaçak işçiliğin yaygın olduğu, işgücünün ve işsizlerin yaklaşık %60’ı lise altı eğitimli olduğu, kadınların işgücüne katılım oranının %27,8 ile çok düşük olduğu, genç işgücü (15–24 yaş arası) toplam işgücünün %20,6’sını oluşturduğu, genç işsizlik oranının %25 olduğu ve uzun süreli işsizlerin toplam işsizlere oranının %26,9 olduğu belirtilmektedir. . .

Stratejinin İlkeleri” başlığı altında; “bütüncül yaklaşım”, “fırsat eşitliği”, “işi değil, insanı korumak”, “işverenlerin üzerine ek yük getirilmemesi”, “sosyal diyalog” ve “özendirici yaklaşım” gibi ifadeler kullanılmıştır. Belirtilen ilkeler içinde en fazla öne çıkacak olanların, “işverenlere ek yük getirilmemesi” ve bunun için “sosyal diyalog” mekanizmasının işletilecek olmasını tahmin etmek zor değildir. UİS’in, devlet, işveren ve işçi temsilcilerinin katılımıyla ve onların görüşleri alınarak oluşturulmuş olması, sonuç hangi sınıfın yararına olursa olsun, “sosyal diyalog” mekanizmasının işletilmesi ile sonradan gelişecek itirazların önüne geçilebilmesinin amaçlandığı anlaşılmaktadır.

Sunum özetinde, UİS’in temel politika ekseni olarak, işgücü piyasasının esnekleştirilmesi önerilmekte ve bunun için “işgücü piyasasının esnekliği arttırılmalıdır”, “güvenceli esneklik yaygınlaştırılmalıdır” ve “işgücü piyasasının rekabet edilebilirliği arttırılmalıdır” gibi öneriler ileri sürülmektedir. Bütün bunların hayata geçirilmesi sonucunda, “belirli süreli istihdam” ve “kısmi süreli çalışmanın” arttırılması hedeflenerek, bu şekilde işsizlik oranlarının (işsiz sayısının değil) düşürülmesi hedefine ulaşılabileceği iddia edilmektedir5. Sunum özetinde de belirtildiği gibi, Türkiye’de gibi, uzun süreli işsizlik ortalaması %26,9 olan bir ülkede, ancak bu şekilde yapılabilecek rakamsal hilelerle işsizlik oranlarının düşük gösterilmesi sağlanabilecektir.

İşgücü Piyasasının Esnekleştirilmesi Politikaları” başlığı altında değerlendirilecek konular, UİS’in hedefini daha net ortaya koymaktadır. Burada belirtilen başlıklar şunlardır: “Güvenceli esneklik”, “kıdem tazminatı”, “işsizlik Sigortası Fonu”, “esnek çalışma modelleri”, “fazla çalışma süreleri”, “Özel İstihdam Büroları-Geçici İş İlişkisi” ve “bölgesel asgari ücret”. İşgücü piyasasının esnekleştirilmesi başlığı altında sıralanan söz konusu başlıklar, uzunca bir süredir çeşitli şekillerde gündeme getirilmiş, hatta dönem dönem, bu başlıklara paralel olarak, yasal ve fiili girişimlerde bulunulmuştur. Özellikle “bölgesel asgari ücret” tartışmaları ve “özel istihdam büroları” ile ilgili tartışma ve düzenlemeler, Hükümet tarafından sık sık gündeme getirilmekte ve kamuoyunda tartıştırılmaktadır. Bu açıdan bakıldığında, UİS’in, bugüne kadar sermaye tarafından tek tek ve birbirinden bağımsızmış gibi yansıtılan konu başlıklarının, tamamen emek düşmanı bir strateji etrafında birleştirildiği anlaşılmaktadır.

Esnek çalışma uygulamalarının, işçi üzerinde, patronlara mutlak bir hâkimiyet olanağı tanıdığı bilinmektedir. Belirli süreli iş sözleşmeleri, kısmi süreli çalışma, çağrı üzerine çalışma, ödünç işçilik vb. gibi uygulamaların yanı sıra, taşeronlaştırma gibi uygulamalarla da, işler işletme dışına taşınarak, örgütlenmelerinin önüne geçmek kolaylaşmaktadır. Esnek çalışma uygulamaları, aynı zamanda işgücü maliyetlerini azaltarak, işçinin ücretini, fiilen çalıştığı saatler için yapılan ödemelere yaklaştırmakta, fazla mesai, ikramiye, prim gibi ödemeleri ortadan kaldırdığı gibi, belirli durumlarda potansiyel işgücü maliyetlerini (ihbar ve kıdem tazminatı gibi) fiilen yok ederek, yasal iş güvencesi hükümlerini bile etkisiz hale getirebilmektedir.

İstihdamın artırılması için işgücü piyasasının esnekleştirilmesi, işten çıkarmanın kolaylaştırılması ve işten çıkarma maliyetlerinin düşürülmesi, kapitalizminin uzunca bir süredir gündeminde olan düzenlemelerdir. Böylece, patronların istedikleri zaman işçi alıp istedikleri zaman çıkarabilmeleri sağlanacak, tıpkı 19. yüzyılda olduğu gibi, işçileri köle gibi çalıştırarak, rakipleri karşısında “rekabet üstünlüğü” elde etmeleri kolaylaşacaktır. Türkiye’de istihdamın yarısının kayıt dışı olmasının bile yeterince esneklik sağlamadığı ileri sürelmekte (DİSK’in yapmış olduğu bir araştırmaya göre, kayıt dışı çalışanların sayısı 10 milyona yaklaşmıştır); patronlara her açıdan boyun eğen, ihtiyaca göre az ya da çok ve yıllarca zam almadan, sigorta, sosyal hak, örgütlenme ve sendika kelimeleri hafızasından silinmiş olarak çalışan işçi ve emekçileriyle, modern köleliğin egemen olduğu bir istihdam yapısı oluşturulmak istenmektedir.

Bu haliyle, UİS’in, iddia edildiği gibi, istihdamı arttırıcı değil daraltıcı, patronları her yönden koruyan ve kollayan, esnek istihdamı yaygınlaştıran ve mevcut eşitsizlikleri daha da arttıran bir içerikte oluşturulması kaçınılmazdır. “Az insanla çok iş yapılması”nı ve patronların üzerindeki işgücü maliyetlerinin ve diğer istihdam yüklerinin hafifletilmesini hedeflediği her yönünden belli olan bir istihdam politikası ile, iddia edildiği gibi, işsizliğin önlenmesi, istihdamı artırıcı yatırımların çoğalması, yeni iş alanlarının yaratılması ve kayıt dışı istihdamın azaltılmasının sağlanması mümkün değildir.

Bugüne kadar sermayenin, burjuva sınıfın çıkarlarına paralel çok sayıda düzenleme yapılmış, çeşitli politika önerileri geliştirilmiş, bunların bir kısmı hayata geçirilmiştir. Öncekilerin hepsinde olduğu gibi, bu düzenlemeden de en kârlı çıkacak kesimin sermaye olacağını, burjuvazinin ve özellikle tekellerin sömürüyü azamiye çıkarmalarının önündeki engellerin kalkacağını belirtmeye gerek yoktur. “Ulusal İstihdam Stratejisi” gibi son derece iddialı bir ifade ile öne sürülen önerilerin tamamı, emekçiler için, daha esnek, daha kuralsız, daha korunmasız ve güvencesiz çalışma biçimlerinin yaygınlaşması anlamına gelmektedir. Çalışma kuralları ve istihdam yapısının büyük ölçüde piyasanın ihtiyaçları ve patronların çıkarları doğrultusunda düzenlenmesi anlamına gelen UİS’in, işçi sınıfının yaşadığı sefalet koşullarını daha da ağırlaştırmaktan başka bir işlevinin olmayacağı açıkça görülmektedir.

Üretim ve emek süreci içinde emekçilerin sermayeye olan bağımlılığını doğrudan ve dolaylı yollardan arttıran istihdam biçimleri, özellikle son yıllarda belirgin bir artış göstermiştir. Emeğin nitelik ve üretkenlik koşulları açısından kendi içinde kutuplaşması, sınıfsal bütünleşmenin ve dayanışmanın önünü tıkayan sonuçlara da yol açmakta, bundan en büyük zararı işçiler ve sendikalar görmektedir. Nesnel çıkarları açısından farklılaştırılmaları dayatılmış, kendi içinde bölünmüş ve sürekli birbiriyle rekabet eder hale getirilmiş bir sınıfın ortak davranma ve birlikte hareket etme yeteneğini uzun süre koruması ve geliştirmesi mümkün değildir. İşçileri istihdam yapısı üzerinden bölen ve parçalara ayıran, örgütlenmeyi zorlaştıran, sendikaları etkisizleştiren ve sınıf mücadelesindeki güç ilişkilerini sermaye lehine değiştirmeyi hedefleyen esneklik ve güvencesizlik uygulamaları, “yeni” bir “çıkış yolu” peşindeki sermaye için son bir sıçrama yapmayı, emek açısından ise 19. yüzyıl “vahşi kapitalizm” uygulamalarına geri dönüşü ifade etmektedir.

SONSÖZ

Ekonomilerin yaşadığı  her kriz sonrasında önemli değişimlerin yaşandığı alanların başında istihdam alanı gelmektedir. Son yıllarda istihdamın esnekleşmesi, çok katmanlı ve parçalı hale gelmesi, hem yeni istihdam biçimleri üzerinden ücretlerin geriletilmesini sağlamış, hem de işgücünü parçalayıp kutuplaştırarak kendince daha esnek ve kuralsız bir yapı oluşturmuştur. Bu durumun istihdam üzerindeki en belirleyici etkisi, istikrarsız, kırılgan, geçici nitelikler taşıyan, güvencesiz istihdam uygulamalarının hızla artması ve yaygınlaşmasıdır. Son otuz yılda ortaya çıkan ve kamu-özel ayrımı yapmaksızın hızla yaygınlaşan kısmi süreli çalışma, sözleşmeli ve geçici çalışma, belirli süreli çalışma vb. gibi esnek istihdam biçimlerinin artışı, standart istihdam ilişkisine göre, çok daha yüksek düzeyde güvencesizlik, istikrarsızlık ve belirsizlik ortaya çıkarmıştır.

İstihdamın yapısında meydana gelen kapsamlı ve çok yönlü değişiklikler, özellikle sendikal örgütlenmeyi olumsuz yönde etkilerken, sermayeyi de zaten egemeni olduğu üretim sürecinin neredeyse mutlak egemeni hale getirmiştir. Emek sürecinde yaşanan esnekleşme eğilimleri, zamanla yapılan işin ve o işi yapan emekçilerin çalışma biçimlerini de doğrudan etkilemiş, tüm bunların sonucunda, emekçilerin iş, gelir ve sosyal haklarının yanı sıra en temel güvenceleri büyük ölçüde ortadan kalkmaya başlamıştır.

Sınıf hareketinin sermaye karşısında nispeten güçsüz olduğu, örgütsüz ve dağınık bulunduğu koşullarda, hükümetten daha farklı bir uygulama beklemek mümkün değildir. Öncesi bir tarafa, sadece son kez yapılan ve yapılması düşünülen yasal değişiklikler bu görüşümüzü doğrulamaktadır. Bugün sermayenin içinde bulunduğu koşullarda, işsizliğin azaltılması amacıyla yeni istihdam alanları yaratması, işçi sınıfının hak ve özgürlüklerini genişletmesi mümkün olmayacağı gibi, sermayenin, işçi sınıfının mevcut sınırlı haklarına bile tahammül edemediğini görmek mümkündür.

İstihdamın esnekleşmesi, kuralsızlaşmanın ve güvencesizliğin artması, en çok sendikaların örgütlenme ve mücadele alanını daraltmakta, bu durum, kaçınılmaz olarak, sendikaların sermaye karşısındaki gücü ve etkisini ciddi anlamda zayıflatmaktadır. Bu nedenle, kapitalist sistemde, sermayedar sınıf, burjuvazi, istihdama yönelik herhangi bir değişiklikten söz ettiğinde, bir taraftan sömürüyü arttırıcı düzenlemeleri gündeme getirirken, diğer taraftan işçilerin örgütlenmesini ve mücadelesini güçlendirmek yerine, onu zayıflatacak ve kendi denetimi altına sokacak düzenlemeler yaparak bir taşla iki kuş vurmaktadır.

İşçi ve emekçilerin birçok kazanılmış hakkını gasp etmeyi amaçlayan saldırıların tümüne karşı mücadele etmek, tüm işçi ve emekçilerle, bu değişikliklerden doğrudan ya da dolaylı olarak etkilenecek geniş halk kesimleri açısından, aynı zamanda bir zorunluluktur. Bu nedenle, sürekli yeniden cilalanıp gündeme getirilen bu tür düzenlemeler ve fiili uygulamalara karşı cepheden birleşik ve örgütlü bir tutum almak, işçi ve emekçilerin, sadece bugünlerine değil, geleceklerine de sahip çıkmaları açısından hayati önemdedir.

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑