19. Milli Eğitim Şurası üzerine

Bir ülkenin eğitim gerçeğinin temel zeminini eğitim felsefesi oluşturur. Her sistem kendi insan tipini yetiştirir. İnsanlar, hangi bilgiler, gerçekler ve değerler üzerinden biçimlendirilecekse, eğitim politikaları da ona uygun olarak oluşturulur. Eğitim sistemine yön verilirken, açık ya da örtük olarak önceden belirlenen hedeflere ulaşmak üzere, 4+4+4 sürecinde olduğu gibi dayatmalar yapılabildiği gibi, kimi zaman da eğitim şuraları üzerinden toplumsal rıza mekanizması geliştirilebilir.
19. Milli Eğitim Şurası 2-6 Aralık tarihleri arasında Antalya’da yapıldı. Dört yılda bir yapılan ve eğitim politikalarının temel yönelimlerinin ana hatları ile belirlendiği Şura’da; “Öğretim Programları ve Haftalık Ders Çizelgeleri”, “Öğretmen Niteliğinin Arttırılması”, “Eğitim Yöneticilerinin Niteliğinin Arttırılması” ve “Okul Güvenliği” konularında oluşturulan ihtisas komisyonlarında yürütülen tartışmalar üzerinden Şura Genel Kurulu’nda bir bütün olarak eğitim sisteminin ve ülkenin geleceğini yakından ilgilendiren kararlar alındı.
Eğitim politikalarının belirlenmesi ve uygulanması sürecinde Milli Eğitim Bakanlığı’nın da üzerinde bir oluşum olan Milli Eğitim Şurası’nda alınan kararlar, her ne kadar tavsiye niteliğindeymiş gibi yansıtılsa da, Türkiye’de eğitim politikalarının oluşturulmasında ve uygulanmasında her dönem belirleyici bir rol oynadığı, Milli Eğitim Bakanlığı’nın ve dolayısıyla iktidarların kararlarında temel dayanaklardan birisi olduğu biliniyor.
Bugüne kadar düzenlenen bütün Milli Eğitim Şuraları, özellikle 1980 sonrası yapılanlar, eğitim sistemi üzerinden yürütülen politikaların sürekliliği ve kırılma noktalarını görmek açısından önemli veriler sunmuştur. Her ne kadar Şura kararları hemen uygulamaya geçmese de, siyasal iktidarların ve içinde bulunulan dönemin koşullarının eğitim sistemini ve topyekûn toplumsal yaşamı nasıl biçimlendirmek istediğini yansıtmaktadır. Eğitimin dayanacağı felsefenin ne olduğu ya da olacağı, eğitim sorunlarının nasıl ele alındığı ve çözüm olarak ileri sürülen önerilerin ne anlama geldiğini anlamak açısından Eğitim Şurası’na ve alınan kararların ne anlama geldiğine bakmak yararlı olacaktır.

İKTİDARA “PARALEL” ŞURA
19. Milli Eğitim Şurası’nın açılış konuşmasında Milli Eğitim Bakanı Nabi Avcı, Şura’da, bugüne kadar yapılanlar içinde ilk kez bu kadar geniş ve toplumun farklı kesimlerinden katılımcıların olduğunu özellikle vurguladı. Bu vurguya rağmen, komisyonlarda yer alan katılımcılar ve Şura Genel Kurulu katılımcılarının seçiminde büyük ölçüde iktidara paralel kişi ve kurumların davet edildiği kısa süre içinde anlaşıldı. Şura ihtisas komisyonlarında yer alan MEB bürokratları, rektörler, öğretim üyeleri, okul müdürleri, öğretmenler, öğrenci ve veli temsilcileri ve elbette hükümet sendikasının temsilcilerinin yaptıkları konuşmalar, gündeme getirilen öneriler ve çıkan kararlar, kimi zaman MEB ile hükümet sendikasını karşı karşıya getirmiş gibi görünse de, her iki taraf da amacına ulaştı. Eğitim Bir Sen’in bir şube avukatının veli temsilcileri içinde yer alması, veli temsilcileri içinde emniyet istihbarattan kişilerin bulunduğu yönündeki iddialar, özel okul temsilcilerinin sayısının fazla olması, iktidara yakın kimi dini vakıf temsilcilerinin Şura’ya çağrılmış olması, Şura katılımcılarının nasıl ve hangi kriterlere göre belirlendiğini gösteriyordu.
19. Milli Eğitim Şurası açılış konuşmalarında, hem Cumhurbaşkanı hem de Milli Eğitim Bakanı, eğitimin sorunlarından çok, “milli” ve “manevi” değerlere, özellikle ecdatları Osmanlıya özel vurgular yaptılar. Cumhurbaşkanı Erdoğan, Tanzimat Fermanı sonrasını kapsayan Osmanlı’daki modernleşme adımlarını da hedef tahtasına yerleştirerek, “200 yıldır çocuklarımıza eğitim üzerinden format” atılıyor diyerek, yine “millet iradesi”ne özel vurgu yaptı. Bilginin önemli olduğunu, ancak “hikmet”i dışlayan, çocuklara “ecdad”ını ve  “manevi değerleri”ni öğretmeyen bir eğitim sistemi kabul etmediğini belirterek, Şura üyelerine doğrudan mesajını verdi ve Şura’nın millet için “hayırlı kararlar” alacağı üzerinden Şura gündemini belirleyen bir konuşma yaptı.
Şura açılışında Milli Eğitim Bakanı’nın ve Cumhurbaşkanı’nın Şuraya doğrudan ödev ve görev veren siyasal mesajları sırasında kullandıkları dil ve yaptıkları vurgular, Şura çalışmalarının dini muhafazakar bir atmosferde ve siyasi iktidarın eğitime yönelik politika ve uygulamalarına paralel bir içerikte süreceğini gösterdi.

EĞİTİM ŞURASI MI, DİNİ EĞİTİM ŞURASI MI?
19. Milli Eğitim Şurası, başından sonuna kadar laik, bilimsel eğitim anlayışına ve pedagoji bilimine açıkça meydan okuma üzerinden şekillenirken, bilinen anlamda bir eğitim şurasından çok, karma eğitim tartışmalarının öne çıktığı, eğitimin bütün kademelerinde zorunlu din derslerinin, dini ve manevi değerler eğitiminin temel gündem olduğu bir “dini eğitim şurası” olarak gerçekleşti.
19. Milli Eğitim Şurası sürecinde bazı komisyonlarda yürütülen tartışmalar, 12 Eylül ile başlayan, AKP iktidarı ile sürdürülen ve toplumsal yaşamı kuşatan dinsel söylem ve ritüellerin etkisinin eğitim sistemini nasıl kuşattığının net bir şekilde görülmesini sağladı.
19. Milli Eğitim Şurası’nda, özellikle Öğretim Programları ve Okul Güvenliği komisyonlarında yürütülen bilimsel eğitime ve pedagojiye açıkça meydan okuyan tartışma ve söylemlerle, eğitimde 4+4+4 dayatmasını bile gölgede bırakacak öneriler gündeme getirildi. Özellikle Eğitim Bir Sen’in karma eğitimi tartışmaya açması, Şura’nın işleyişini ve gündemini baştan sona etkiledi. Eğitim Sen’in komisyonlardaki temsilcilerinin kişisel müdahaleleri, Anadolu Ajansı dışındaki basına yasak getirilmesine rağmen içeriden yapılan haberler ve oluşan kamuoyu tepkisi sonucunda, Eğitim Bir Sen’in militanca savunduğu karma eğitim zorunluluğunun kaldırılması önerileri , gündeme getirildiği her iki komisyonda “gündem dışı” olduğu gerekçesi ile reddedildi.
Şura’da, din eğitiminin okulöncesi, ilkokul 1. 2. ve 3. sınıflarda zorunlu olması, eğitimin bütün kademelerinde dini ve manevi değerler eğitimi dersi getirilmesi, Osmanlıcanın bütün liselerde zorunlu olması, liselerde din derslerinin 2 saate çıkarılması, hafızlık eğitimi için ortaokula ara verme süresinin 1 yıldan 2 yıla çıkarılması, Turizm Meslek liselerinde renkli sularla yapılan alkollü içecek ve kokteyl hazırlama dersinin kaldırılması ve öğrenci stajlarının içkisiz mekanlarda yapılması gibi bir eğitim şurasının gündemi olmaması gereken kararlar alındı. Eğitim Sen’in hazırlamış olduğu alternatif şura raporu üzerinden yaptığı laik, bilimsel eğitime yönelik bütün öneriler büyük bir çoğunlukla reddedildi. Örneğin Eğitim Sen’in ortaokuldan itibaren bütün bilimlerin temeli olan Felsefe dersi getirilmesi önerisinin reddedilmesi, Şura’da bilimin değil, dinin ve dini eğitimin referans alındığını gösterdi.
6 Aralık Cumartesi günü yapılan Şura Genel Kurulu’na başkanlık eden Milli Eğitim Bakanı Nabi Avcı, Şura yönetmeliğinde yer almamasına rağmen, Genel Kurul’a yazılı olarak değişiklik önergeleri verilebileceğini, bunun için delegelerin 10 dakikası olduğunu söyleyerek yeni bir uygulamaya imza attı. Böyle bir adım atılmasının ardında yatan ise, komisyonlarda alınan ve kamuoyunda ilk kez bu kadar yoğun tartışılan Şura kararlarının en azından bazılarını yumuşatmaktı.
Milli Eğitim Bakanı Nabi Avcı, Genel Kurul’da, ilk önerge olarak, Eğitim Sen’in din eğitiminin ilkokul 1. 2. ve 3. sınıflarda zorunlu olması önerisinin geri çekilmesi ve AİHM kararına uyularak eğitimin bütün kademelerinde zorunlu din dersi uygulamasına son verilmesi yönündeki değişiklik önergesini okudu ve önergeyi “en radikal önerge” olarak belirterek, Eğitim Sen’e söz hakkı verildi. Genel Kurul’a hitaben yapılan konuşmada, devletin bütün inançlar karşısında tarafsız olması gerektiği, ancak Türkiye’de yıllardır İslam’ın Sünni-Hanefi inancının öğretildiği, Aleviliğin bile Sünni inancının bakış açısıyla öğretildiği vurgulandı. AİHM kararının Hükümet açısından bağlayıcı olduğu, Hükümetin kararı uygulamama gibi bir tercihinin olamayacağı, bu nedenle hem ilkokul 1., 2. ve 3. sınıflarda getirilen zorunlu din dersleri önerisinin geri çekilmesi, hem de AİHM  kararına uyularak, eğitimin bütün kademelerinde zorunlu din dersi uygulamasına son verilmesi gerektiği belirtildi. Şura Genel Kurulu’nun zorunlu din derslerini yaygınlaştıran uygulamasının bilime ve pedagojiye açık bir darbe anlamına geldiği söylemi, Şura Genel Kurulu’nda büyük bir uğultunun yaşanmasına neden oldu.
Eğitim Sen’in önergesi, 600 delegenin katıldığı Şura Genel Kurulu’nda sadece 8 kişinin olumlu oy vermesi sonucunda büyük bir oy çokluğu ile reddedildi. Oylama sırasında bu düzenlemeden rahatsız olan ve aralarında sendika temsilcileri, öğretim üyeleri, öğretmen ve velilerin de bulunduğu geniş bir kesimin çekimser kalması dikkat çekiciydi. Aynı konuda, MEB Din Öğretimi Genel Müdürü’nün maddeyi yumuşatma yönündeki önergesinin, Milli Eğitim Bakanı’nın salonu yönlendirmeye çalışmasına rağmen, delegeler tarafından oy çokluğu ile reddedilmesi, Şura’da başından sonuna etkisini hissettiren dini muhafazakar havayı daha da pekiştirdi.
Şura Genel Kurulu’nda Osmanlıcanın bütün liselerde zorunlu olması kararının değiştirilmesi yönündeki önerge ise az farkla kabul edilerek, Anadolu liselerinde seçmeli, Anadolu İmam Hatip Liselerinde ise zorunlu olması kararı alındı. Eğitim Bir Sen’in bu karara itiraz etmesi ve bakanlıkla aynı düşünmediklerini açıklaması, aralarındaki gizli işbirliğini gizleme gayreti olarak yorumlandı.

OKULLARA KIŞLA MODELİ
Şura’nın en tartışmalı geçen ikinci komisyonu olan Okul Güvenliği ihtisas komisyonunda alınan kararlar, okullarda güvenlik önlemlerinin kışla ya da cezaevi mantığına uygun bir şekilde ele alındığını gösterdi. Şura’nın en çok tartışılan kararlarının başında çocukları potansiyel suçlu, okulları da birer cezaevi gibi gören ve eğitime kışla düzeni getirmeye çalışan kararlar oldu.
Emniyet’ten “riskli” öğrenciler hakkında istihbarat istenmesi, okul duvarlarının yükseltilmesi, öğrenci disiplin yönetmeliğinin ağırlaştırılması, okullara turnike ve kameranın takılması, öğrencilerin dedektörle aranması, tuvaletlere duman sensörü takılması gibi, eğitim bilimi ve okul iklimi ile temelden çelişen karar önerileri, Eğitim Sen’in Şura’nın temel insan hak ve özgürlüklerine, özellikle çocuk haklarına aykırı kararlar alamayacağı yönündeki itirazlarına rağmen kabul edildi.
Okul güvenliği başlığı altında gündeme gelen “sendikal faaliyetlerin okul ve mesai saatleri dışında yapılması” şeklindeki bir karar önergesi Genel Kurul salonunda büyük tartışmalara neden oldu; Eğitim Sen‘in Şura’nın yasa, Anayasa ve uluslararası sözleşmelerle güvence altına alınmış olan sendikal hak ve özgürlüklerin aleyhine karar alamayacağı belirtilmesine rağmen, Bakan’ın Şura üyeleri ile sendikaları karşı karşıya getirme girişimi ve önerinin kabul edilmesi üzerine, Eğitim Sen tepki göstererek salonu terk etti. Eğitim Sen konu ile ilgili dışarıda basına açıklama yaparken, kabul edilmiş bir madde üzerinde değişiklik yapılarak, sendika ifadesinin çıkarıldığı bilgisinin verilmesi ve Eğitim Sen delegasyonunun salona geri çağrılması, Şura’nın ne kadar ciddi yürütüldüğünü gösteriyor.

PİYASA VE DİN EKSENLİ EĞİTİM
Türkiye’nin eğitim sistemi, özellikle 1980 sonrasından başlayarak, her alanda benimsenen piyasa ve din eksenli politikaların da etkisiyle büyük ve köklü bir dönüşüm yaşıyor. Bu süreçte eğitim sistemi, eğitimin anlamı, işlevi ve çocukların yetiştirilmesindeki belirleyiciliği bakımından bir yönüyle tamamen piyasacı, diğer yönüyle de dini muhafazakar ideolojiyi eksen edinmiş bir eğitim sistemi olarak oluşturulmak istenmektedir.
19. Milli Eğitim Şurası kararları ile laik ve bilimsel eğitim anlayışına açıkça meydan okunması, eğitim bilimine ve çocukların yetiştirilmesi sürecine aykırı kararlar alınması ve özellikle öğretim programlarının ve haftalık ders çizelgelerinin “dini eğitim” merkezli olarak yeniden düzenlenmesi, bu alandaki çelişki, çatışma ve karşılıklı mücadelenin önümüzdeki dönemde daha da keskinleşeceğinin işaretlerini vermiştir.
İnsan aklının –şüphesiz yine kendi ürünü bir kavramsallık ve siyasal toplumsal örgütlenişin bir yönü ve biçimi olan– laisizmin de katkısıyla dogmatizmden kurtulmasından sonra bilimlerde büyük bir gelişme yaşandığı bilinmektedir. Dogmatik değerlerin belirlediği toplumların tutucu olması ve bilimsel ilerleme karşısında statükoyu savunması kaçınılmazdır. Böylesi bir yaklaşımın herkesin “birilerinin” istediği şekilde eğitim alması, onların yaşadığı gibi yaşaması, inandığı gibi inanması ve düşündüğü gibi düşünmesini istemesi ve bunu tüm topluma dayatması olağandır ve bunda hayrnet edilecek bir yan olamaz.
19. Milli Eğitim Şurası, Türkiye’de eğitim politikalarını belirleyen zihniyetin ve onun neoliberal-dini muhafazakar ideolojisinin, eğitimde yaşanan dönüşüm sürecini ileriye değil, geriye doğru işletmekte ne kadar ısrarcı olduğunun bir kez daha görülmesini sağlamıştır. Eğitim sistemindeki mevcut merkezi, otoriter ve statükocu yapının giderek güçlenmesi ve eğitimin her alanında “biat” ve “itaat” kültürünü yerleştiren laiklik ve bilim düşmanı zihniyet ve yönelimler/tutumlar, bilimsel eğitime adeta savaş açıldığının ilanı olmuştur.
Dünyanın her yerinde eğitim sistemi, toplumların temel değerlerinin çocuklara ve gençlere aktarılması üzerine kurulmuştur. Bu haliyle de eğitim sistemi ve okullar, aynı zamanda toplumsal ve kültürel değerlerin yeniden üretim yerleridir. Okulun kültürel üretimdeki özgün yanı, var olan toplumsal farklılıkların sınırlarını yeniden çizerek doğallaştırmasında odaklanır. Diğer taraftan okullar söz konusu farklılıkların sorgulanması ve eleştirisi için de ortam ve olanaklar sağlamaktadır. Bu anlamda okullar, aynı zamanda bilimsel eğitimi savunanların ve bilim karşıtlarının sık sık karşı karşıya geldiği alanlardır.

SONUÇ

Eğitim hizmeti, bir uçta egemen sistemle uyumlu standart birey yetiştirme alanı olarak ortaya çıkarken, diğer uçta bireyi özgürleştirici, yeteneklerini ortaya çıkaran ve yaratıcılığını ve kişiliğini geliştiren ve dönüştüren bir üretim alanı olarak görülebilir. Açıktır ki, birinci model eğitimin kapitalist tipini, ikinci model ise sosyalist tipini yansıtmaktadır. Eğitim sisteminin dayandığı ilke ve değerler ve eğitimin hangi ilkeler çerçevesinde yapılacağına yönelik olarak yapılacak sınıfsal tercihin, en az eğitim politikalarının belirlenmesi ve uygulanması kadar önemli olduğu asla unutulmamalıdır.
Tek başına eğitim sistemi, elbette sadece mevcut sistemi yeniden üreten okullar, öğrencileri, öğretmenleri ve velileri sistem karşısında zayıf, çaresiz, pasif varlıklara dönüştüren yapılar olarak görülüp değerlendirilemez. Aksine, eğitim sistemi ve okullar, birçok siyasal-ideolojik mücadele ve çatışmaların, eğitimin özneleri tarafından (öğretmen, öğrenci, veli vb.) gerek eğitim içinde gerekse de okul dışındaki bazı örgütlenmeler tarafından pratiğe aktarıldığı, bu anlamda önemli birer mücadele alanı olarak görülmek ve değerlendirilmek zorundadır.
Eğitimde 4+4+4 dayatması ile başlayan, 19. Milli Eğitim Şurası kararları ile daha da belirginleşen eğitimi dini kurallara göre biçimlendirme yönündeki politika ve uygulamalara somut ve güçlü yanıtlar verebilmek için egemen sınıfın ideolojik hegemonyasını kıracak çok yönlü bir mücadelenin örgütlenmesinin gerektiği açıktır.
Eğitim sistemini sermayenin ve onun siyasal temsilcilerinin dünya görüşüne göre değil, işçi sınıfının, emekçi halkın çıkarları doğrultusunda dönüştürmek; laik, bilimsel eğitim anlayışına meydan okumak anlamına gelen 19. Milli Eğitim Şurası’nda alınan bilim dışı kararlarının uygulanmaması için yürütülecek mücadelenin seyri ile doğrudan bağlantılıdır. Bu nedenle öğretmeni, öğrencisi, velisi ve diğer toplum kesimleri ile birlikte kamusal, bilimsel, demokratik, laik ve anadilinde eğitim mücadelesinin güçlendirilmesi, günümüzde, bugüne kadar olduğundan çok daha fazla önem kazanmıştır.

2015 merkezi bütçe tasarısı üzerine

İnsan ya da toplumla ilgili herhangi bir konuda kaynak kullanma sorunu gündeme geldiğinde ya da kaynakların farklı toplumsal kesimlerin ihtiyacına göre adilce bölüşülmesi talep edildiğinde, kaynakların denetimini elinde tutanlar, her fırsatta kapitalist iktisadın temel sloganı olan “ihtiyaçlar sonsuz, kaynaklar sınırlı” sözünü gündeme getirir. Bu önemli sözün, hep halkla ilgili konularda, emekçilerin sorunları gündeme geldiğinde dillendirilmesi dikkat çekicidir.
Türkiye’de vergilerin büyük bölümü halktan, emekçilerden toplanırken, çok azı onlara hizmet olarak geri dönmektedir. Bütçe kaynakları patronlara, rantiyeye, yandaşlara oluk oluk aktarılırken; eğitim, sağlık gibi tüm toplum kesimlerini yakından ilgilendiren konulara daha fazla kaynak ayrılmasına, kamu harcamalarının arttırılmasına sıra gelince, birden bire bütün kaynaklar buharlaşmakta, iktidar temsilcileri hep bir ağızdan “bütçe kaynakları sınırlı” ya da “mali disipline uymak zorundayız” gibi bilinen açıklamalar yapmaktadır.
Türkiye’de 1980 sonrası oluşturulan merkezi bütçelerin piyasa mekanizması ile hızlı bir bütünleşme içine girmesi, kamu kaynaklarının, tamamına yakını halka yönelik olan kamu hizmetleri dışındaki alanlara aktarılarak, kamu hizmetlerinin alanının piyasa ilişkileri içine çekilmesi sonucunu doğurmuştur. 2001 Krizi sonrası oluşan siyasal kaos ortamı üzerinden iktidara gelen AKP, 12 yıl boyunca, önceki iktidarların uygulamalarını aşan derecede sermaye dostu olduğunu her fırsatta göstermiş, kamu kaynakları “teşvik paketleri” üzerinden patronlara aktarılırken, geniş halk kesimleri işsizlik ve yoksulluğa mahkum edilmiştir.

BÜTÇE NEDİR?

Bütçeler, bir ülke ekonomisinin yönetimini ve denetimini elinde bulunduran siyasi iktidarın belirli bir bütçe dönemi içinde bütçe gelirlerinin kimlerden nasıl toplanacağını, kimlerin ne kadar pay alacağının önceden belirlendiği, iktidarın sınıfsal tercihlerini somut olarak yansıtan ekonomik ve siyasal metinler olarak bilinmektedir.
1980 sonrası oluşturulan merkezi bütçelerin tamamının ortak özelliği, önemli çoğunluğu halktan toplanan bütçe gelirlerinin büyük bölümünün, halkın ihtiyacından çok, sermayenin, aralarında silah ve ilaç tekellerinin de yer aldığı yerli ve yabancı sermayeye aktarılması, bu durumun her yıl yapılan bütçe kanunlarında somut olarak görülmesidir. Bütçe kanunlarında sadece rakamlar değişmektedir, ama bütçe üzerinden benimsenen bölüşüm politikaları 24 Ocak 1980 Kararları’ndan bu yana esaslı bir değişiklik yaşamamıştır.
Bütçe gelirleri içinde önemli bir yer tutan doğrudan ve dolaylı vergilerin asıl kaynağı olan ücretli emekçilerin bütçeden en az pay alan kesimler içinde yer alması dikkat çekicidir. Sırf bu durum bile, bütçe kaynakları üzerinde başından sonuna kadar tek söz sahibi olan siyasi iktidarın, hangi sınıfın çıkarlarına uygun hareket ettiğini göstermektedir.

2015 MERKEZİ BÜTÇE TASARISININ GENEL GÖRÜNÜMÜ
2015 yılı bütçe tasarısı, hükümetin öngördüğü Orta Vadeli Program’ın (2015-2017) hedefleri ve öncelikleri dikkate alınarak hazırlanmıştır. Bütçe tasarısı detaylı bir şekilde incelenip geçmiş yıllara ait değerlerle karşılaştırıldığında, kapitalist devletin kendi doğasına uygun olarak kaynakların bölüşümünde emekçilerden çok, sermayenin, patronların çıkarlarını gözettiği açık bir şekilde anlaşılmaktadır.
2015 Merkezi Bütçesi 473 milyar TL olarak belirlenirken, Orta Vadeli Program’da milli gelirin 1 trilyon 945 milyar TL (850 milyar dolar) olacağı açıklanmıştır. 2015 Merkezi Bütçe Tasarısı, tıpkı geçmiş yıllardaki bütçeler gibi, başta eğitim ve sağlık olmak üzere, kamu hizmetleri alanında yaşanan ticarileşme ve piyasalaştırma uygulamalarına paralel bir mantık ile hazırlanmıştır.
2015 Bütçesi’ne genel olarak bakıldığında, geniş toplum kesimlerini doğrudan ilgilendiren alanlarda açık ve gizli zamların, dolaylı vergi (KDV ve ÖTV) artışlarının, harç ve cezaların otomatiğe bağlandığı, askeri ve güvenlik harcamalarının belirgin bir şekilde arttığı, asgari ücretlilerin, işçilerin ve kamu emekçilerinin en temel ekonomik, sosyal haklarının ve insanca yaşam taleplerinin göz ardı edildiği bir bütçe olarak dikkat çekmektedir.

2015 YILI MERKEZİ YÖNETİM BÜTÇE GİDERLERİ

2015 Bütçe Giderleri    Gider Miktarı     Bütçeye Oranı
Personel giderleri    119.170    % 25
Cari Transferler    176.425    % 37
Faiz Giderleri    54.000    % 12
Mal ve Hizmet Alım Giderleri    41.153    % 9
Sosyal Güvenlik Giderleri        20.325    % 4
Borç Verme    10.545    %2
Sermaye Transferleri    6.798    %1
Yedek Ödenekler    3.573    % 1
Diğer Giderler    44.524    % 9

2015 Merkezi Yönetim Bütçe Tasarısı’nda toplam kamu personel harcamaları (Personel giderleri + Sosyal güvenlik devlet primi giderleri) bütçenin yüzde 29’una denk gelmektedir. Türkiye’de kamu personel harcamaları uzun süredir benimsenen politikalar nedeniyle istikrarlı bir şekilde azaltılmıştır. 12 yıl önce ortalama yüzde 38 civarında olan kamu personel harcamalarının yüzde 30’un altına düşürülmüş olması, iktidar temsilcilerinin dilinden düşürmediği “mali disiplin” söyleminin, emekçilerin çalışma ve yaşam koşullarının ağırlaşmasına bağlı olduğunu göstermektedir.
Hükümet ile Memur Sen arasında geçtiğimiz yıl imzalanan “toplusözleşme” nedeniyle 2014 yılında 2,5 kamu emekçisi enflasyon farkı alamayacaktır. Kamu emekçilerinin yılın ikinci yarısındaki gelirlerini belirgin bir şekilde azaltan artan oranlı vergi dilimi uygulamasının sürmesi ve 2015 yılında tüm kamu emekçilerine yüzde 3 + 3 zam yapılacak olması ekonomik sorunları ağırlaştırmıştır. “Eşit işe eşit ücret” aldatmacası olan 666 sayılı KHK ile fazla mesailerin ve ek ödemelerin kaldırılması kamu emekçilerinin yaşadığı sefaleti ve yoksulluğu arttırırken, kamu personeline yönelik harcamalarının bütçe gelirlerine göre çok daha düşük oranlarda belirlenmesine neden olmuştur.
2015 bütçe tasarısında yer alan bütçe ödenekleri içinde en fazla pay 127 milyar 254 milyon TL ile Maliye Bakanlığı’na ayrılırken, Hazine Müsteşarlığı bütçesi olarak, 54 milyarı faiz ödemeleri olmak üzere, 68 milyar 399 milyon TL ayrılmıştır. Çalışma yaşamının sorunları ve iş cinayetleri ile uzun süredir gündemde olan Çalışma Bakanlığı bütçesinin 32,7 milyar TL’den 30,6 milyar TL’ye düşürülmesi, 2015 yılında yeni iş cinayetlerine ve sendikal hak ihlallerine resmen davetiye çıkarmaktadır. Diyanet İşleri Başkanlığı 5 milyar 743 milyon TL’lik bütçesiyle her yıl olduğu gibi bu yıl da çok sayıda bakanlığı geride bırakmıştır.

2015 BÜYÜME VE ENFLASYON HEDEFLERİ HAYAL
Türkiye, 12 yıllık AKP iktidarı döneminde büyük ölçüde dış kaynak girişine, başka bir ifade ile “sıcak paraya” bağımlı, cari açığın (ihracat ithalat farkının) finansmanına ve faiz dışı fazlanın (bütçeden yapılan harcamalardan faiz ödemeleri yok sayıldığında ortaya çıkan gelir gider farkı) artışına dayalı bir büyüme stratejisi izlemiştir. Bu süreçte hedef olarak belirlediği hiçbir oranı tutturamadığı gibi, gerçekleşmeler tahminlerden çok farklı olmuştur.
Hükümetin 2015 yılı için büyüme hedefinin yüzde 4, enflasyon hedefinin yüzde 6,3 olarak tahmin edilmesi gerçeklikten son derece uzaktır. Türkiye’nin mevcut ekonomik performansı ve dünya ekonomisindeki durgunluk belirtileri, 2014 dahil, önümüzdeki birkaç yıl içinde hedeflenen rakamların altında, düşük büyüme oranlarıyla karşı karşıya kalmasının kaçınılmaz olduğunu göstermektedir.
2015’te hedeflenen enflasyonun yüzde 6,3 olarak belirlenmiş olması, özellikle son yıllarda gerçekleşen enflasyon oranlarının hedeflerin çok üzerinde çıkmasından hareketle, hiç gerçekçi değildir. 2015 enflasyonun düşük açıklanmasının asıl nedeni ise, gerek özel sektörde, gerekse kamuda ücret artış oranları üzerinde fiili baskı yaratarak, maaş ve ücret artışlarını düşük tutmak, bu şekilde enflasyonu kontrol altına almak adına işçi ve emekçileri yine sefalet zamlarına mahkum etmektir.

BÜTÇENİN YÜKÜ YİNE EMEKÇİNİN SIRTINDA
2015 Bütçe Tasarısı’nda, AKP hükümetinin yıllardır izlediği ve emekçileri sürekli ezen geleneksel vergi rejimi değişmemiştir. Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, 2015 yılında “vergi artışı yok” açıklaması yapmasına rağmen, 2015 yılında vergi gelirlerinde yüzde 11’e yakın bir artış olması kaçınılmazdır. Tapu harçları ve trafik cezalarındaki artış yüzde 13, toplamda ise bütçe gelirlerinin yüzde 12’nin üzerinde arttırılması öngörülmüştür. Türkiye’de vergi gelirlerinin önemli bir bölümünün toplam istihdamın üçte ikisini (yüzde 65) oluşturan ücretli emekçilerden karşılandığı dikkate alındığında, bütçenin asıl yükünü yine emekçilerin çekeceği anlaşılmaktadır.

2015 Gelirleri (mil. TL)    2014    2015    Artış
Vergi Gelirleri     385.549    427.048    %  10.8
Gelir Vergisi     77.289    85.038    % 10
Kurumlar Vergisi     30.087    34.758    % 12,5
Özel Tük. Ver. (ÖTV)    89.203    94.431    % 5,9
Dahilde alınan KDV    66.557    75.017    % 12,7
İthalde alınan KDV    65.564    75.103    % 14,5
Motorlu Taşıt Ver.    7.676    8.841    % 15,2
Damga Vergisi    10.466    11.571    % 10,6
Harçlar    14.090    15.955    % 13.2
Para cezaları    7.930    8.960    % 13

2015 bütçe tasarısında vergi gelirleri içinde ilk üç sırayı dahilde ve ithalde alınan KDV (150 milyar TL), Özel Tüketim Vergisi (94,4 milyar TL) ve Gelir Vergisi (85 milyar TL) oluşturmaktadır. Vergi geliri hedefleri ile gerçekleşme açısından tabloda görülmeyen önemli bir ayrıntı bulunmaktadır. 2014 bütçe gerçekleşmelerinde ilk 8 aylık verilerde, kurumlar vergisi tahsilatında hedeflenen rakamın yüzde 17,5 altında gerçekleşme yaşanmıştır. 2014 bütçesinde gelir vergisi hedefi 71 milyar TL olarak belirlenmesine rağmen hedeflen rakamdan 6 milyar TL fazla gelir vergisi tahsilatı yapılmış olması dikkat çekicidir. Bir diğer dikkat çekici özellik, 2014’te 1,9 milyar TL olarak belirlenen trafik cezalarının, 2015’te yüzde 68 artışla 2,8 milyar TL olarak hedeflenmiş olmasıdır.
Büyük bölümünü işçi ve emekçilerin ödediği gelir vergisinin 77 milyar TL’den 85 milyar TL’ye yükseltilmesi, vergi yükünün 2015 yılında da emekçilerin sırtına yıkılacağını göstermektedir. Özellikle artan oranlı vergi dilimi uygulaması nedeniyle ücretlilerin gelirleri fiilen erimekte, özellikle kamu emekçilerine verilen maaş zammı “vergi dilimi” uygulaması ile fazlasıyla geri alınmaktadır. Bu durumun en somut sonucu kamu emekçilerinin satın alma gücünde yaşanan gerilemedir.
Halkın geniş bir kesimi sürekli artan vergiler ve peş peşe gelen zamlar altında ezilirken, patronlara çeşitli teşvikler üzerinden yapılan kaynak transferleri, vergi afları ve indirimleri, faiz ödemelerinde sağlanan çeşitli avantajlar, özellikle iktidara yakın holdinglerin vergi borçlarının büyük bölümünün silinmesi gibi uygulamaların 2015’te de süreceğini söylemek mümkündür.
Türkiye’de ekonominin bir süredir durgunluğa girmesi ile birlikte büyüme oranları hedeflerin altında gerçekleşmeye başlamıştır. Büyümenin azalması en temel ekonomik denge ve hedeflerin bozulması anlamına gelirken, işsizliğin belirgin bir şekilde artmasını beraberinde getirmekte, gelir dağılımını zenginler lehine ve yoksullar aleyhine bozulmasına neden olmaktadır. Nitekim 2014 yılı Küresel Refah Raporu’na göre, Türkiye’de 2000 yılında refahın yüzde 67’sini elinde bulunduran en zengin yüzde 10’luk kesimin payı, 2014’te yüzde 78’e yükselmiştir. Tek başına bu veri bile, Türkiye’de uygulanan ekonomik politikaların hangi sınıfın ihtiyaçlarına göre hayata geçirildiğini görmek açısından yeterlidir.

EĞİTİM VE SAĞLIK BÜTÇELERİ
2014 yılı için 56 milyar TL olan Milli Eğitim Bakanlığı (MEB) bütçesi, bir önceki yıla göre daha düşük bir oranda, yüzde 11 artışla 62 milyar TL’ye çıkarılmıştır. MEB bütçesinin yüzde 68’i personel giderleri, yüzde 10’u sosyal güvenlik devlet primi giderleri olmak üzere, bütçenin yüzde 78’i doğrudan doğruya personel harcamaları için kullanılmaktadır.
Eğitime ayrılan bütçeyi en iyi yansıtan veri eğitim yatırımlarıdır. AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılında MEB bütçesinden eğitim yatırımlarına ayrılan pay yüzde 17 iken, 2014 yılı itibariyle bu oran yüzde 9’a gerilemiştir. Kamu kaynakları her fırsatta özel okullara aktarılırken, velilerin cebinden yaptığı eğitim harcamaları her geçen yıl istikrarlı bir şekilde artmayı sürdürmektedir. Türkiye’de eğitim harcamaları bakımından en yüksek ve en düşük gelir grubu arasındaki fark ise yüzde 14’e çıkmıştır. Toplamda 17 milyon öğrencinin olduğu Türkiye’de veliler her yıl eğitim bütçesinin yarısına yakın bir miktarda eğitim harcaması yapmak zorunda bırakılmaktadır.
Sağlık Bakanlığı bütçesi ise, 2013 yılından bu yana, Sağlık Bakanlığı, Türkiye Kamu Hastaneleri Kurumu ve Türkiye Halk Sağlığı Kurumu olmak üzere, üç parça halinde yapılmaktadır. Buna göre, Sağlık Bakanlığı bütçesi 2014 yılında 2 milyar 519 milyon TL iken 2 milyar 763 milyon TL’ye yükseldi. Türkiye Kamu Hastaneleri Kurumu’na ayrılan pay 9 milyar 29 milyar TL’den 9 milyar 883 milyon TL’ye, Türkiye Halk Sağlığı Kurumu’na ayrılan pay ise 6 milyar 874 milyon TL’den 7 milyar 488 milyon TL’ye çıkarıldı. 2014 yılında toplamda 18 milyar 422 milyon TL olan sağlık bütçesinin, 2015’te 20 milyar 214 milyon TL’ye çıkarılması öngörülmüştür.
Sağlık bütçesinin önemli bir bölümü sağlıkta dönüşüm uygulamalarına ayrılmakta, herkese eşit, ulaşılabilir ve ücretsiz sağlık hakkı yıllardır göz ardı edilmektedir. Özel sektörden mal ve hizmet alımlarının bu yılki sağlık bütçesinde belirgin bir şekilde artmış olması, halkın vergilerinin bir kez daha ilaç tekellerine ve özel sağlık kuruluşlarına aktarılacağının kanıtıdır.
“Sağlıkta dönüşüm” adı altında yıllardır sağlık hakkı hızla piyasalaştırılırken, sağlık hakkı özel hastanelerin ve ilaç tekellerinin beklentileri doğrultusunda dönüştürülmektedir. Nitekim 2014 sonu itibariyle halkın cebinden yapacağı sağlık harcamalarının 15 milyar TL’ye ulaşması beklenmektedir. Bu durum, SGK’nın son olarak ilaç alımında getirdiği yeni kısıtlamaları ile birlikte ele alındığında, 2015’te sağlık harcamalarında cepten yapılan ödemelerin daha fazla olacağını söylemek mümkündür.

SAVAŞ VE GÜVENLİK BÜTÇESİ ARTIYOR
Türkiye, yıllardır yüksek savunma ve güvenlik harcamaları açısından dünyada ilk on ülke içinde yer alıyor. Yıllardır sadece Milli Savunma Bakanlığı bütçesini esas alarak sürdürülen “savunma bütçesi azalıyor” söylemi, halkı kandırmaktan başka bir anlam taşımıyor. Savunma ve güvenlik bütçesi birlikte ele alındığında, 2015 bütçesinin aynı zamanda yeni bir savaş bütçesi olarak oluşturulduğu söylemek mümkün. 2015 bütçesi içinde toplamda 52 milyar TL’yi bulan, savunma ve güvenlik bütçesi kalemleri şu şekilde:

¨    İçişleri Bakanlığı bütçesi 3 milyar 898 milyon TL,
¨    Milli Savunma Bakanlığı bütçesi 22 milyar 764 milyon TL,
¨    Milli İstihbarat Teşkilatı bütçesi 1 milyar 108 milyon TL,
¨    Emniyet Genel Müdürlüğü’ne 17 milyar 623 milyon TL,
¨    Jandarma Genel Komutanlığı’na 6 milyar 490 milyon TL.

2015’te savunma ve güvenlik bütçesinin geçen yıla göre 2 milyar TL’den fazla artması dikkat çekiyor. Başta Başbakanlığa bağlı örtülü ödenek olmak üzere, iç ve dış güvenliğe ilişkin bazı kalemler ve kayıtlara geçmeyen kimi harcamalar bu rakamlara dahil edilmemiştir. Savunma ve güvenlik harcamalarının 2015 merkezi bütçesinin yüzde 11’ini oluşturmasının temel nedeni, AKP’nin içeride ve dışarıda izlediği baskı, yıldırma, güvenlik ve savaş stratejisinden bağımsız ele alınamaz.
Savunma ve güvenlik bütçesindeki artışın yarısından fazlasının tek başına Emniyet Genel Müdürlüğü bütçesinde yapılmış olması, Türkiye’nin bir süredir gerek yasal düzenlemelerle, gerekse pratik olarak “polis devleti” olma yolunda hızla ilerlediğinin kanıtı olarak değerlendirilebilir.

2015 BÜTÇESİ KİMİN İÇİN HAZIRLANDI?
Bütçeden yapılacak harcamaların hangi alanlara ne kadar aktarılacağının ve finansmanının nasıl sağlanacağının belirlendiği bütçe hazırlık sürecinde, bütçe gelir ve harcamaların asıl muhatabı olan halk kesimleri, sendikalar, emek ve meslek örgütleri, her yıl olduğu gibi bu yıl da bütçe sürecinin dışında bırakılmıştır. Yıllardır bütçe gelirlerinin en önemli kaynağını oluşturan, başta ücretli emekçiler olmak üzere, halkın büyük bir bölümünün TBMM’de görüşülen 2015 bütçe harcamalarına ilişkin talep ve ihtiyaçlarının dikkate alınmaması, 2015 bütçesinin kimin için hazırlandığını göstermektedir.
AKP hükümeti, 2015 Bütçe Tasarısı ile, tıpkı önceki yıllarda olduğu gibi, gittikçe yoksullaşan halka yüklenen dolaysız ve dolaylı vergilerle, özel sektöre yönelik kaynak transferleriyle, sağlık ve sosyal güvenlik sisteminin adım adım tasfiye edilmesi ve kamu yatırımlarındaki azalmanın oluşturduğu ve adına “mali disiplin” dedikleri fiili kemer sıkma politikaları ile 12 yıldır sürdürdüğü sermayeye dost, emekçiye düşman çizgisini sürdürmektedir.
2015 Bütçe Tasarısı, iç ve dış borçlarda tehlike çanlarının çalmaya başladığı, borç faizi ödemelerinin arttığı, kamu istihdamında daralma, kamu yatırımlarında azalma; eğitim ve sağlık gibi temel sosyal alanlarda yaşanan ticarileştirme ve piyasalaştırma uygulamaları, vergi adaletsizliği, gelir dağılımının daha da bozulması ve bölüşüm politikalarının işçi ve emekçiler aleyhinde, yerli ve yabancı sermayenin çıkarına uygun bir şekilde oluşturulduğunun resmi belgesi niteliğindedir. Kamu hizmetlerinin adım adım piyasa ilişkileri içine çekilmesini hedefleyen, taşeronlaştırmanın kural haline geldiği, güvencesiz istihdam biçimlerinin yaygınlaştığı bir ortamda hazırlanan 2015 merkezi bütçesinin kimin için hazırlandığı açıktır.

SERMAYENİN DEĞİL, HALKIN İHTİYAÇLARI ÖNCELİK OLMALIDIR
Kamu yatırımlarının azaltılması, özelleştirmelerin tüm hızıyla sürmesi ve devletin yeni istihdam alanları yaratmak yerine güvencesiz istihdam ve esnek çalışmayı yaygınlaştırmak yönündeki tedbirler, Türkiye’nin 2015 yılında ciddi anlamda yüksek işsizlik ve ekonomik durgunluk tehdidi ile karşı karşıya olduğunu göstermektedir. 2015’te işçi ve emekçilerin ekonomik olarak büyük risklerle karşı karşıya kalmaması için yapılması gerekenleri maddeler halinde özetlemek gerekirse, ilk elde şunlar söylenmelidir:
¨    2015 bütçesi sermayenin, yerli ve yabancı tekellerin ve savaş lobisinin çıkarları doğrultusunda değil, bütçenin asıl kaynağı olan işçi ve emekçilerin ekonomik ve sosyal ihtiyaçları gözetilecek şekilde hazırlanmalı, bunun için sendikalar, emek ve meslek örgütleri bütçe sürecine bulunduğu her alanda müdahil olmalıdır.
¨    Emekçilerin yoksulluğunu arttıran dolaylı vergiler azaltılmalı, kazanca göre vergilendirme yapılmalı, yüksek gelirlilerden belli bir oranda “servet vergisi” alınmalıdır.
¨    1 Ekim’de yapılan yüzde 9’luk elektrik ve doğalgaz zammı geri alınmalı, 2015’te temel tüketim ürünlerine herhangi bir zam yapılmamalıdır.
¨    Asgari ücret bir işçi ailesinin geçimini sağlayacak şekilde belirlenmeli ve tamamen vergi dışı bırakılmalıdır.
¨    Her fırsatta patronların vergi, prim ve faiz borçlarını silen hükümet, ağır borç yükü altındaki ücretli emekçilerin borç faizlerini tamamen silmeli, borçlarını ödeme güçlüğü çeken milyonlarca kişiyi mağdur etmeyecek somut tedbirler almalıdır.
¨    Kamu emekçilerinin 2014 enflasyon farkı “ek zam” olarak 2015 bütçesi içinde yer almalı, yılın ikinci yarısında ücretleri eriten “artan oranlı vergi dilimi” uygulamasına son verilmelidir.
¨    Tüm ek ödemeler temel ücrete yansıtılmalı ve emeklilik hesaplamasına dahil edilmelidir.
¨    Kıdem tazminatının fona devri, taşeronlaştırmanın yaygınlaştırılması, bölgesel asgari ücret ve kiralık işçilik gibi emek karşıtı düzenlemeler asla gündeme getirilmemelidir.
¨    Sürekli artan iş cinayetlerini durduracak tedbirler alınmalı, işyeri denetimleri arttırılmalı, işçi sağlığı ve iş güvenliği tedbirlerini almayanlara ağır yaptırımlar uygulanmalıdır.
¨    Kayıt dışı ekonomi kayıt altına alınmalı, sigortasız işçi çalıştırmaya asla izin verilmemelidir.

SONSÖZ
Ekonomik toplumsal yaşamın her alanında olduğu gibi, devletin ve onun yürütme organı olan hükümetin en somut ekonomik-siyasal programı bütçelerin hazırlanması, tartışılması ve uygulaması sürecinde belirleyici olan, karşıt çıkarlara sahip sınıfların bütçe karşısındaki tutumu ve mücadelesidir. Bütçe kaynaklarının kimin için, nasıl kullanılacağı sorunu kuşkusuz farklı ekonomik sistemlerde, egemen sınıfların tercihleri doğrultusunda gerçekleşir. Dolayısıyla bir ekonomide egemen güçlerin (kapitalizmde sermayenin) tercihleri, kaynakların kimler için sınırlı, kimler için sınırsız olacağını belirleyen en temel faktör olmayı sürdürmektedir.
Merkezi bütçe üzerinden tartışılan kaynakların toplumsal sınıflar arasında nasıl bölüşüleceği sorunu, kaynakların sınırlı olmasından ya da olmamasından çok, doğrudan kaynaklar üzerinde söz sahibi olan sınıfın ve onun siyasal temsilcilerinin tercihlerinden kaynaklanmaktadır. Büyük bir kısmı devletin işçi ve emekçi halktan alınan dolaylı ve dolaysız vergiler yoluyla elde ettiği gelirlerden oluşan bütçenin paylaşımının nasıl olacağı, doğrudan doğruya toplumda yürütülen sınıf mücadelesinin düzeyi tarafından belirlenen bir olgudur. Söz konusu mücadele süreci, sadece ekonomik düzeyde değil, toplumsal, siyasal ve ideolojik yönleriyle sürmekte, sınıflar arası güç ilişkileri kaynakların nasıl bölüşüldüğünde temel belirleyici olma özelliğini sürdürmektedir.
Bugünden geriye doğru baktığımızda, sınıf mücadelesinin yükseldiği dönemlerin kamu harcamalarının nispeten arttığı dönemler olduğu bilinmektedir. Bu anlamda büyük bölümü halktan toplanan vergilerle oluşturulan bütçenin asıl sahibi olan halkın ihtiyaçları doğrultusunda harcanmasını istemek ve bunun için mücadele etmek kadar doğal ve meşru bir durum olamaz.
Kaynaklarını önemli ölçüde halktan almasına rağmen tamamen sermayenin, yerli ve yabancı tekellerin çıkarlarını gözeten, çeşitli kalemlerde (İçişleri, emniyet, jandarma, istihbarat vb) savunma harcamalarına ayırdığı pay ile savaş bütçesi özelliği de olan 2015 Bütçesi’ne karşı mücadelede sendikaların alacağı tutum ile 2015 yılında emekçilerin bütçeden ne kadar pay alacağı arasında dolaysız bir ilişki bulunmaktadır. 

1990’lı yıllarda işçi eylemleri ve sendikal mücadele

1980 sonrasında işçi sınıfı mücadelesi ve sendikal hareket pek çok yönden köşe sıkıştırılmış, anti-demokratik yasalarla ezilmeye çalışılmıştır. Çıkarılan yasalar ve fiili baskıların yaşandığı yılların ardından, işçi hareketinin ve sendikal mücadelenin yeniden ivme kazanması açısından en belirgin dönem 1989 Bahar Eylemleri sonrasında yaşananlar olmuştur. 1990’lı yılların başı, dünya çapında “soğuk savaş”ın sona ererek “tek kutuplu” dünya tartışmalarının yapıldığı, Yeni Dünya Düzeni propagandası eşliğinde “Tarihin sonu” tezlerinin gündemde olduğu, “Elveda proletarya” söyleminin popüler olduğu bir dönem olarak bilinmektedir. Ancak aynı dönemde, dünyada yaşanan gelişmelere ters bir şekilde, Türkiye işçi sınıfının ana gövdesi, çoğu zaman mevcut sendikal yapıları da aşan bir şekilde, İstanbul başta olmak üzere, tüm ülkeyi sarsan yaygın ve kitlesel eylemlere girişmiştir.
1987’de başlayan 1989 Bahar Eylemleri ile hızlı bir yükselişe geçen işçi sınıfı mücadelesi, 1990’lı yılların başından itibaren bir taraftan sendikal harekette yeni bir dönemin kapılarını aralarken, diğer taraftan sermayenin giderek yoğunlaşan siyasal-ideolojik saldırısına karşı güçlü ve etkili bir yanıt olmuştur.
Türkiye işçi sınıfının 1980’li yılların bitimiyle birlikte geçmiş yılların telafisi temelinde bir “hesap sorma” mücadelesi içine girdiği bilinmektedir. 12 Eylül askeri darbesi ve ANAP Hükümetlerinin, örgütlü işçi mücadelesinin ve sendikaların sendikal yasalar aracılığıyla ve fiilen tasfiyesine dayanan bir ekonomik-toplumsal yapı yaratma girişimleri, işçi sınıfının istikrarsız, ancak zaman zaman etkili ve açık direnmeleri sonucunda başarısızlığa uğramıştır.
Kuşkusuz 1980’li yıllar boyunca sermaye güçlerinin işçi haklarına yönelik saldırılarına karşı baştan sona örgütlü ve açıktan bir direnme tablosundan bahsetmek mümkün değildir. Bu dönemde işçi hareketinin aşırı yasakçı yasal düzenlemelerle kuşatıldığı, fiili olarak ciddi anlamda baskı altında tutulduğu görülmüştür. Yıllar içinde işçi sınıfı saflarında biriken öfke patlaması, ANAP Hükümetlerinin uyguladığı özelleştirme ve diğer işçi düşmanı uygulamalara paralel olarak, 1980’li yılların ikinci yarısından itibaren kendisini göstermeye başlamış, ’80’li yılların sonu, ’90’lı yılların başından itibaren farklı bir yol izlemiştir. Bu noktada NETAŞ Grevi’ni özel olarak vurgulamak gerekir. Çünkü, sendika bürokrasisinin “mevcut yasalarla grev yapılamaz” gerekçesini çöpe atan ve Bahar Eylemleri de dahil olmak üzere sonraki pek çok grev, direniş ve eyleme bir anlamda ilham veren bir özellik taşır NETAŞ Grevi. TİS anlaşmazlığı nedeniyle 18 Kasım 1986 tarihinde 3150 işçi greve çıkmış, yasanın ancak 4 işçinin grev gözcüsü olarak fabrika önünde kalacağını belirtmesine karşın yüzlerce işçi fiilen grev gözcüsü olarak görev yapmış, bine yakın işçi grevde aktif olarak faaliyet yürütmüştür. 93 gün süren ve kazanımla biten grevin sermayenin dönemsel yönelimlerine indirdiği darbe, işçiler tarafından grev anında söyledikleri “aşk olsun da Netaş (işçileri) sana aşk olsun, iki kaşın arasına taş koydun” şarkısında dile geliyordu.
Türkiye, özellikle 1990’lı yıllarda önemli kitle eylemlerine sahne olmuştur. Bu dönemde zaman, zaman da olsa, işçi sınıfının ana kitlesi eyleme geçebilmiş, hatta bu süreçte sendika bürokrasisinin devletle en çok bütünleşen, en geri kesimlerini bile harekete geçmek zorunda bırakmış olması önemlidir.
Kamu emekçileri hareketinin, Bahar Eylemleri’nin açtığı yoldan ilerleyerek, mücadeleci bir sendikacılık anlayışı temelinde kendi sendikalarını kurmaya girişmesi, sendikal hareketin dünya çapında ciddi bir gerileme yaşandığı bir dönemde, işçi ve kamu emekçileri hareketinin kitle mücadelesi açısından ciddi bir performans göstermiş olması, 1990’lı yılları önemli kılan bir diğer özelliktir.
1990’ların bir diğer dikkat çeken özelliği, 1980’li yılların ikinci yarısından itibaren hareketlenen kamu emekçileri hareketinin, Bahar Eylemleri’nin açtığı yoldan ilerleyerek mücadeleci bir sendikacılık anlayışı temelinde kendi sendikalarını kurmaya girişmesidir. Sendikal hareketin dünya çapında ciddi bir gerileme yaşandığı bir dönemde, işçi ve kamu emekçileri hareketinin kitle mücadelesi acısından ciddi bir performans göstermiş olması, 1990’lı yılları önemli kılan bir diğer özelliktir.
1990’lı yıllar aynı zamanda, sayısı hızla artan sanayi siteleri ve organize sanayi bölgelerindeki genç işçilerin işten çıkarmalar, sendika, sigorta, sekiz saatlik iş günü mücadelesinin de canlanmaya başladığı, KİT’lerde başlatılan özelleştirme süreci ile birlikte, özelleştirme karşıtı mücadelenin yükselişe geçtiği bir dönemi ifade etmektedir.
Sendikalı işçilerin Bahar Eylemleri ile başlattığı sendikal mücadele süreci, kamu emekçilerinin, özelleştirmelere karşı mücadele eden KİT işçilerinin ve her tür haktan yoksun koşullarda çalışmaya zorlanan milyonlarca genç işçinin katılımının yolunu açan gelişmeleri beraberinde getirmiştir. Bir bütün olarak emek hareketinin temel bileşenlerinin ortak hareket etme iradesini gösterebildiği dönemlerde hükümetlere geri adımlar attırılabilmiş, hatta hükümetlerin devrilmesine kadar giden gelişmeler yaşanmıştır.
Türkiye’de özellikle 1989 Bahar Eylemleri’nden 1990’lı yılların sonuna kadar gelişen sendikal mücadele deneyimleri, grevler ve grev dışı işçi eylemleri, işçi sınıfının temel mücadele araçlarından birisi olan sendikalar olmadan, sayıları sürekli artan işçilerin sendikalar aracılığıyla örgütlenmeden, sınıf mücadelesinde ileriye yönelik somut adımlar atılmasının çok zor olduğunu göstermiştir.

BÜYÜK MADENCİ YÜRÜYÜŞÜ
1990’ların başında Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla birlikte bütün dünyada işçi sınıfının bittiği, “radikal demokrasi” söylemlerinin ve “yeni toplumsal hareketler”in popüler olduğu, işçi sınıfı merkezli sınıf siyasetinin küçümsendiği bir dönemde Türkiye işçi sınıfının önce Bahar Eylemleri, hemen ardından Zonguldak Madenci Yürüyüşü bütün bu iddialara meydan okurcasına sahneye çıkmıştır.
Zonguldak’taki Türkiye Taşkömürü Kurumu (TTK) ve Maden Tetkik ve Arama (MTA) işyerlerinde örgütlü olan Türk-İş’e bağlı Genel Maden İşçileri Sendikası (GMİS) ile işveren arasında 48 bin işçi için sürdürülen toplusözleşme görüşmelerinin uyuşmazlıkla sonuçlanması üzerine sendika 30 Kasım 1990’da başlamak üzere grev kararı almıştır. Grev, 30 Kasım günü çeşitli siyasi partiler, meslek ve kitle örgütlerinin desteğiyle başlamış, Zonguldaklılar ilk gününden itibaren greve aktif bir biçimde katılmışlardır.
Hükümetin kamu açıklarını kapama gerekçesiyle kamuya ait işletmeleri özelleştirerek tasfiye etmek istemesi ve genel olarak işçi ücretleri konusundaki tutumu, Zonguldak’ta maden işçileri ile yapılan toplusözleşme uyuşmazlığının boyutlarını genişletmiştir. Dönemin Cumhurbaşkanı Turgut Özal, yıllardır savunduğu ekonomik politikalar ve greve karşı tutumu nedeniyle o dönem işçi eylemlerinin temel hedefi haline gelmiştir.
4 Ocak 1991’de başlayan Ankara Yürüyüşü’ne işçilerle birlikte bütün Zonguldak halkı katılmış, 100 bin kişinin katıldığı madencilerin Ankara Yürüyüşü büyük bir coşkuyla başlamıştır. Yürüyüş sırasında Hürriyet gazetesinin sekiz sütuna manşetten “Adım, adım geliyorlar!” ifadesini kullanması, yürüyüşün ne kadar ciddi bir etki yarattığını görmek açısından önemlidir. İşçi sınıfının bu mücadeleci tutumu, sadece işçi hareketinin somut hakları bakımından dayanaklar sağlamakla kalmamış; aydınlara, gençliğe ve geniş halk kesimlerine yeni bir moral, güç ve kararlılık aşılamıştır.
4 Ocak’ta madenci yürüyüşü başladığında dönemin hükümeti o kadar çok korkmuştur ki, daha işçiler yürüyüşe başladığında Çankaya Köşkü’ne çıkan bütün yolları kapatmışlar, yürüyüş güzergahı boyunca askeri araçlarla ve iş makineleri ile yollara barikatlar kurulmuştur. Dönemin DGM savcısının yürüyüşü yönlendiren sendikacıların gözaltına alınacağını açıklaması dikkat çekicidir. Yürüyüşün sürdüğü 5 gün boyunca Türk-İş içinde yürüyüşü destekleyen mücadeleci sendikacılarla, derhal bitirilmesi için çabalayan sendika bürokratları arasında yoğun tartışmalar yaşanmış, ancak hiçbir tedbir işçilerin yürüyüşünü engelleyememiştir.
Yürüyüş boyunca geçtikleri yerlerde büyük destek alan maden işçilerinin kitlesel eyleminin etkisi bütün Türkiye’ye yayılmış ve Zonguldak Madenci Yürüyüşü ülkenin bir numaralı gündemi haline gelmiştir. Madencilere verilen toplumsal destekten çekinen ANAP Hükümeti ile yeniden görüşmeler yapılmış ve 8 Ocak’ta, Hükümet’in talepleri kabul edeceği yönündeki beklentilerle birlikte yürüyüş sona erdirilmiştir.

İŞÇİ EYLEMLERİNİN KARAKTERİ
Bahar Eylemleri, işçi sınıfının mücadelesinin 12 Eylül 1980’den sonra yaşanan bütün olumsuz gelişmeler ve baskılara rağmen, emek hareketi açısından güçlü ve etkili bir yükselişin en somut ifadesi olmuştur. Yaklaşık üç yıllık bir dönemi kapsayan bu mücadele sürecinde işçi eylemleri tek tek işyerlerinden başlayarak yaygınlaşmış, yapılan grevlerin sayısı artmış, işçiler ve kamu emekçilerinin katılımıyla ülke çapına yayılan genel eylemler, hatta genel grevlere kadar uzanan geniş bir içerik ve kapsayıcılıkla işçi eylemleri hayata geçirilmiştir.
Bu dönemde yapılan işçi eylemlerinin, sınıfın en geri ve örgütsüz kesimlerini de içine alarak işçi sınıfının o tarihe kadar en yaygın ve kitlesel katılımı ile gerçekleştirilmiş olması kuşkusuz tesadüf değildir. İşçi hareketini yasal olarak boğma ve etkisizleştirmekten başka bir işe yaramayan dönemin 2821-2822 sayılı sendikal yasalarına, hükümet ve patronların “düşük ücret, yüksek verimlilik” dayatmalarına rağmen işçiler hakları için eylemler yapmaktan geri durmamıştır.
İşçilerin çalışma ve yaşam koşullarının zorluğu, işçilerin eyleme geçerken tek meşruiyet olarak taleplerinin haklılığını görmelerini beraberinde getirmiş, bunun sonucunda, işçi eylemlerinde “yasallık” ya da “yasa dışılık” gibi kalıpların dışına çıkılması sağlanmıştır. Bu durum, kısa süre içinde işyeri temsilcilikleri üzerinden sendikaları da fiili olarak harekete geçmeye zorlamış, özellikle toplusözleşme dönemlerinde, gerçekleştirilen işçi eylemleri çoğu zaman yasal sınırları zorlayan bir biçimde hayata geçirilerek, işçiler arasında fiili anlamda mücadele ortaklığının sağlanmasını kolaylaştırmıştır.
Bahar Eylemleri sürecine sendikalı-sendikasız 1,5 milyonu aşkın işçinin katıldığı tahmin edilmektedir. Kamuda çalışan ve büyük bölümü Türk-İş’e bağlı sendikalara üye olan işçiler, diğer işçileri de peşlerinden sürüklemiş, bu süreçte eylemlerin kitleselleşmesi ve yaygınlaşmasında belirleyici olmuşlardır.
İşçiler, geçmiş deneyimlerinden hareketle, sendika bürokrasisinin grev kırıcı ve kendiliğinden başlayan işçi eylemlerini etkisizleştiren rollerini çok iyi bildiklerinden, kendi aralarında fiili olarak işyeri ve eylem komiteleri kurmuşlar, doğrudan işçilerin tepkilerini örgütleyerek dönemin sendika yönetimlerini harekete geçmeye zorlamışlardır.
Sendikal eylem kararlarının sendikaların gerçek sahipleri olan işçiler tarafından alınmaya başlamasıyla birlikte, alınan eylem kararlarının büyük bölümü bütün engelleme girişimlerine rağmen hayata geçirilmiş ve işçilerin eylem kararlarına katıldığı işyerlerinde sendika içindeki bürokratik ilişkiler büyük ölçüde işlemez hale getirilebilmiştir.
Bahar Eylemleri’nin toplumsal anlamda ciddi bir meşruiyet üzerinden yükselmesi, örgütlü ya da örgütsüz binlerce işçinin şu ya da bu biçimde bu eylemler içinde fiilen yer almasını sağlamıştır. Yapılan eylemlerin meşruluğu yasalardan değil, sınıfın kendi özgüveninden ve dinamikliğinden kaynaklanmıştır. 1989’da başlayan ve sonraki yıllarda devam eden grev dışı işçi eylemleri çeşitlenerek artmıştır.
Saç ve bıyık kesme, sakal bırakma, siyah gömlek giyme, siyah çelenk bırakma, telgraf çekme, yalınayak yürüme, açlık grevi yapma, servis araçlarına binmeme, yemek boykotu, tüketici boykotu gibi üretimi doğrudan etkilemeyen eylemlerden, toplu viziteye çıkma, işe geç başlama, vezne önünde kuyruk oluşturma, iş yavaşlatma gibi üretimi doğrudan etkiler nitelikte eylemlere kadar, miting ve hemen her gün yapılan yürüyüşlerle hayata geçirilen çok çeşitli eylem ve direnişler, işçi sınıfının günlük mücadelesinin önemli bir parçası olmuştur.
’89 Bahar Eylemleri sürecinden itibaren, işçi sınıfı mücadelesinin önündeki en ciddi engellerden birisi olan sendikal bürokrasiyi aşmak ve işçilerin taleplerini savunmak için çeşitli düzeyler ve biçimlerde yerel sendikal platformlar kurulmuştur. Konfederasyon ve sendika merkezlerinin dışında, bizzat mücadeleci işçi sendika şubelerinin inisiyatifi ile kurulan bu platformlarda yer alan sendikacılar ve işçi temsilcileri, sendikal mücadeleyi, yerel sendikal platformlar üzerinden ayakları üzerine dikerek, sendika yönetimlerini ve konfederasyonları ciddi anlamda harekete geçmeye zorlamışlardır. Özellikle 2000’li yıllara kadar etkili bir işlev gören İstanbul İşçi Sendikaları Şubeler Platformu, başta İstanbul olmak üzere, ülkenin dört bir yanında yerel düzeyde birleşik mücadelenin ilerletilmesi açısından örnek bir yerel sendikal platform olarak dikkat çekmiştir.
İşçi sınıfı mücadelesi içinde defalarca karşılaşıldığı gibi, 1989 Bahar Eylemleri ve sonrasındaki eylemlerin kitleselleşerek yaygınlaşmasında belirleyici olan, işçilerin ağırlıklı olarak ekonomik talepleri olmuştur. Başlangıçta ekonomik taleplerle başlayan mücadele, bir süre sonra politik taleplerin de duyulduğu, dönemin siyasi iktidarını hedef alan bir hareketlenmeye dönüşmüştür. Örneğin ’89 Bahar Eylemleri dönemin ANAP Hükümeti’ne ciddi bir darbe vurmuş, 1989 Mart’ındaki yerel seçimlerde ANAP’ın oyları belirgin bir şekilde azalmış, 1991’de yapılan genel seçimler ise ANAP Hükümeti’nin sonu olmuştur.

İŞÇİ HAREKETİ VE GREVLER
1990’lı yıllar boyunca, Türkiye işçi sınıfının istikrarsız da olsa, ciddi bir kitlesellikle eylemlere başvurduğu, sınıfın ana kitlesinin hareketlendiği bir sendikal eylem döneminin yaşandığını söylemek mümkündür. Bu dönemde yapılan sendikal eylemler, geçmiş dönemlerden farklı olarak, sadece sendikalarda örgütlü işçilerin eylemleriyle sınırlı kalmamış, sayıları hızla artan sanayi sitelerinde çalışan işçilerin de içinde bulunduğu farklı işçi kesimleri de, sınırlı da olsa çeşitli eylemlerle hak alma mücadelesine katılmıştır.
1990 yılında 200 bini aşkın işçinin, metal, tekstil, gıda, kâğıt, petro-kimya ve maden işkollarında greve çıktığı bilinmektedir. İşçi sınıfının kendi inisiyatifi ile başlatıp geliştirdiği eylemler sayesinde sendikal bürokrasinin, hükümet ve patronların işçileri bölme oyunları ve karşılarına çıkardığı engeller aşılabilmiştir. Bahar Eylemleri ile başlayan bu sürecin somut bir sonucu olarak, 1990’lı yılların başında Türk-İş’e bağlı sendikaların yönetiminde önemli kadro değişiklikleri meydana gelmiştir. Bu dönemde 900’e yakın sendikacı, işçilerin aşağıdan başlayan mücadelesine ve basıncına daha fazla dayanamamış ve yerlerini daha muhalif sendikacılara bırakmak zorunda kalmış, Türk-İş’e bağlı 35 sendikanın yarıya yakınında yönetim değişiklikleri yaşanmıştır.
1991 sonrasında işçi eylemleri, kimi zaman toplu sözleşmelerle bağlantılı, kimi zaman özelleştirme uygulamalarını engelleme amaçlı, kimi zaman da daha küçük kapsamlı işçi kıyımlarına karşı ve sendikalaşma amaçlı olarak yaşanmıştır. Özellikle kamu işçilerinin toplusözleşme görüşmeleri gündeme geldiğinde, sayıları yüz binlerle ifade edilen büyük işçi kitleleri, Türkiye çapında ve Ankara merkezli olarak büyük kitle gösterileri yapmıştır.
1991 yılı “3 Ocak Genel Eylemi” ile başlamış, Zonguldak madenlerindeki grev ile sürmüştür. Toplu pazarlık görüşmelerindeki tıkanıklığı aşmak için, Türk-İş merkezi bir kararla, 3 Ocak’ta yurt çapında “üretimden gelen gücü kullanmak” amacıyla işe gitmeme kararı almıştır. Bir günlük olarak planlanan bu eylemin etkisi büyük olmuştur. Genel Eylem kararı, halkın günlük yaşamını doğrudan etkileyen belediye hizmetleri, sağlık, eğitim, ulaşım alanları ile enerji, bankacılık ve haberleşme alanlarında etkisini hissettirmiş ve etkili olmuştur.
1990 yılında olduğu gibi 1991 yılında da, hem kamu kesiminde hem özel kesimde grev eğilimi sürmüştür. Kamu kesiminde greve katılım belirgin bir şekilde artarken, özel sektörde yapılan grev sayısında bir düşüş meydana gelmesine rağmen grev başına katılım sayısında bir artış yaşanmıştır. Daha öncesinde olduğu gibi, 1991 yılında da grevler yoğun olarak işçilerin grev dışı eylemleri ile desteklenmiş, toplu pazarlık dönemlerinde işçiler pasif eylemler yapmayı sürdürmüşlerdir.
Türkiye’de, 1995 yılı ile birlikte, hem işyeri, hem de katılan işçi sayısı açısından tüm zamanların en büyük grevleri gerçekleştirilmiştir. IMF’nin direktifler doğrultusunda hareket eden dönemin hükümeti işçi ücretlerine zam yapmamayı hedeflemiştir.
Dönemin hükümeti, ekonomik kriz gerekçesiyle “sıfır zam” kararını medyanın da desteğini arkasına alarak işçilere kabul ettirmeye çalışmıştır. Türk-İş ile hükümet arasındaki toplu pazarlık süreci, dönemin Başbakanı Tansu Çiller’in sendikalar için söylediği “mutlu azınlık”, “kan içiciler” gibi suçlamalarının ardından doruğa çıkmıştır. Başbakan’ın işçileri hedef alan sözleri üzerinde Türk-İş, bini aşkın sendika yöneticisi ile Ankara’da toplanarak oybirliği ile eylem kararı almış ve 5 Ağustos 1995’te Ankara’da büyük bir miting gerçekleştirmiştir.
1990’ların ikinci yarısından itibaren işçi sınıfı hareketinin ikinci unsuru özelleştirmeye, taşeronlaştırmaya, sendikasızlaştırmaya, esnek çalışmanın yaygınlaştırılması gibi bütün bir sınıfa yönelik saldırılara karşı mücadeleler dönemi olmuştur. İşçiler, zaman zaman işyerini terk etmemeye, hatta “işgal etmeye” varan eylemlere başvurmuştur.
1980 sonrasında yaşanan grevlerin yaklaşık yüzde 70’i 1990’lı yıllarda meydana gelmiştir. Toplam grev sayısı içinde kamu kesiminin payının düşük olmasına rağmen, greve katılan işçi ve grevde kaybolan işgünü sayısı dikkate alındığında, kamunun payı daha yüksektir. Dünyada olduğu gibi, Türkiye’de de, metal, petrol-kimya ve lastik ile çimento-toprak ve cam işkolları grev eğiliminin yüksek olduğu iş kolları olarak dikkat çekmiştir. Dış pazarlara dönük üretim yapan sektörlerde grev eğilimi düşükken, iç pazara yönelik üretim yapan sektörlerde grev eğilimi daha yüksek olmuştur. Dönem boyunca alınan her dört grev kararından sadece birisi uygulanmıştır. Bütün grevler hayata geçirilememiş, dönem dönem “grev ertelemesi” uygulaması nedeniyle yasal grevlerin fiilen yasaklandığı görülmüştür.
İşçi sınıfı ve sendikal hareketin en kitlesel, en yaygın eylemleri ve grevleri 1990’lı yılların ortalarında gerçekleşmiştir. Sadece 1995 yılında yaşanan grevler bunun en açık göstergesidir. Bu dönemde işçiler ve kamu emekçileri, örgütlü güçleri ve yaptıkları kitlesel eylemlerle hem sermaye hükümetleri üzerinde baskı oluşturmuş, hem de ülke siyasetinin gündemine yerleşmiştir. Ancak, işçi sınıfı ve sendikal hareketin  başta toplu sözleşme talepleri olmak üzere çok sayıda talebin dönemin hükümetine kabul ettirilmesi mümkün olmamıştır. Bu durumun temel nedeni, mücadelenin toplu sözleşmelerle istenen ekonomik taleplerle sınırlı kalması; sadece sendikalı işçileri kapsaması, nesnel koşullar uygun olmasına rağmen birleşik bir sınıf hareketinin yaratılamamasıdır.
İşçiler; özelleştirmenin, düşük ücret dayatmasının, sosyal güvencesizliğin, eğitim ve sağlığın paralı hale getirilmesinin, tarım ve hayvancılığın çökertilmesinin hep aynı merkezlerden; arkasına uluslararası sermayeyi alan IMF, hükümetler ve büyük patronlar tarafından belirlendiğini ve uygulandığını içine girdikleri eylemlilik süreci içinde daha net olarak görmüşlerdir. Türkiye işçi sınıfının ileri kesimi; bu dönemde sadece Türkiyeli emekçilerle de değil, Yunanistan’dan Amerika’ya, Güney Kore’den Latin Amerika’ya kadar bütün dünyanın işçileriyle aynı talepler için mücadele ettiğinin de farkına varmaya başlamıştır.
Türkiye’de işçi ve sendika hareketinin geniş kesimi bakımından, siyasal alanda kendilerine güven veren, somut çözümün ne olduğu konusunda yeterli açıklığa kavuşmalarını sağlayacak koşullar 1990’lı yıllar içinde gittikçe belirginleşmeye başlamış, bu dönemde sendikal hareketin giderek genişleyen bir kesiminin siyasal arayışları artarak devam etmiştir.
Bu dönemde gerçekleştirilen işçi eylemleri üzerinden özellikle genç işçi kuşakları arasında küçümsenemeyecek bir birikim ve deneyim kazanmış bir işçi kesimi oluşmaya başlamıştır. Bu dönemde kamu işçileri ağırlıklı olarak gelişen işçi hareketi, Türkiye’nin çeşitli illerinde sendika, sigorta, 8 saat işgünü talepleriyle yapılan işçi eylemlerine de sahne olmuştur. Örneğin Gaziantep Ünaldı’da sigortasız çalışmaya mahkum edilen binlerce dokuma işçisinin sigorta ve insanca yaşayacak ücret mücadelesi, o dönem sendikalı işçilerin eylemleri arasında kendisine yer edinmiş ve ülke gündemine girmeyi başarmıştır.
1990’lı yıllarda kamu emekçilerinin bütün yasal ve idari baskılara rağmen kendi sendikalarını kurması ve “fiili-meşru mücadele” anlayışıyla o dönem yüzde 20-25’lik bir kesimi fiilen kurdukları sendikalarda örgütlemiş olmaları önemlidir. Bu dönemde işçi hareketi, kamu emekçilerinin yükselen sendikal hak ve özgürlükler mücadelesiyle birlikte, geçmiş yıllarda bulunmayan çok önemli bir müttefik kazanmıştır.

KAMU EMEKÇİLERİ SENDİKAL HAREKETİ
1980’li yılların son çeyreğinde başlayan ve 1989 Bahar Eylemleri ile doruk noktasına ulaşan kamu işçilerinin eylemlerine paralel olarak, önce eğitim emekçileri ile başlayan, ardından hızla diğer alanlara yayılan kamu emekçileri hareketi önemli bir çıkış gerçekleştirmiştir.
1990’lı yıllar, acil ve somut talepleri üzerinden binlerce kamu emekçisinin mücadeleye çekildiği, ekonomik, sosyal ve sendikal hakları için alanlara çıktığı ve siyasi iktidarla karşı karşıya geldiği bir dönem olması açısından ayrıca önemlidir. Bu dönemde kamu emekçileri fiilen işyerlerinden başlayarak örgütlenmeye başlamışlar ve daha sonra KESK’i oluşturacak olan işkolu sendikalarını kurmaya yönelmişlerdir.
Kamu emekçileri sendikaları kurma ve yaşatma yılı olarak bilinen 1990-91 yılları arasında sendikalar ilk baskılarla karşılaşmaya başlamıştır. Bu dönemlerde sendikaların tümü hakkında kapatma davaları açılmış, bazı yöneticiler geçici sürelerle görevden uzaklaştırılmış ve sendikalar mühürlenmiştir. Baskılar sonucunda sendikalar bir yandan hukuksal alanda girişimlerini sürdürürken, diğer yandan fili ve meşru temelde mücadelelerine devam etmiş, o güne kadar “kapı kulu” olarak görülen kamu emekçileri sendikalarına vurulan mühürleri birer birer sökerek “fiili sendikacılık” fikrine uygun bir tutum sergilemiştir. Devletin mührünü sökmek ciddi bir suç olmasına rağmen, kamu emekçileri hareketinin dayandığı toplumsal meşruiyet, o dönem gündeme gelen soruşturma, sürgün ve cezaların fiilen işlevsiz hale gelmesini sağlamıştır.
Kamu emekçileri, yüz yıllık mücadele deneyimlerine dayanarak, hiçbir makamdan icazet almadan tek tek işyerlerinde fiilen sendikalarını kurmuştur. Bahar Eylemleri’yle birlikte mücadelelerini işçi sınıfı ile dayanışma içinde, omuz omuza veren kamu emekçileri, sınıf mücadelesi içinde yürüttüğü fiili-meşru mücadele anlayışı ile 1990’lı yıllarda sendikal hareket içinde saygı durulan bir yer edinmiştir.
Kamu emekçileri, sendikalarını kurmadan önce Kamu Çalışanları Platformu’nu (KÇP) oluşturmuş, sendikalar kurulduktan sonra, aralarındaki koordinasyon ve güç birliğini sağlamak amacıyla Kamu Çalışanları Sendikaları Platformu (KÇSP) kurulmuştur. KÇSP öncülüğünde geniş katılımlı çok sayıda iş bırakma eylemi, kitlesel ve yaygın basın açıklamaları ve Ankara yürüyüşleri yapılmıştır.
8 Aralık 1995 yılında KESK’in kurulmasının ardından emek hareketi içinde kamu emekçilerinin ağırlığı artmaya başlamıştır. Eğitim Sen başta olmak üzere, KESK’e bağlı sendikaların hem kendi işkollarına yönelik hem de genel ülke sorunlarına yönelik olarak yapmış olduğu eylem ve etkinlikler kamu emekçileri sendikaları hareketinin kitlesel ve coşkulu eylemler yapmasını beraberinde getirmiştir.
KESK ve bağlı sendikalar, 1990’lardan itibaren başta grevli-toplusözleşmeli sendika hakkı olmak üzere, kamu emekçilerinin ekonomik, sosyal, demokratik ve siyasal taleplerinin savunucusu olmuştur. KESK ve bağlı sendikalar, bu dönemde ekonomik-sosyal sorunlar kadar ülke sorunları, demokratikleşme, düşünce ve ifade özgürlüğü, Kürt sorunu vb gibi, çoğu sendikanın tartışmaktan bile geri durduğu konularda ileri atılmış, hatta bu özelliği nedeniyle pek çok kez hedef haline getirilmiştir. 1990’lı yıllarda bütün dünyada sendikalar üye ve itibar kaybederken KESK’in Türkiye’nin kendine özgü koşullarında doğup gelişen mücadeleci bir sendika merkezi olarak ortaya çıkmış olması önemlidir.

SONSÖZ
Türkiye işçi sınıfı, son 30 yıl içinde bütün tarihinde görülenden çok daha kitlesel, çok daha radikal ve siyaset yapmaya elverişli taleplerle harekete geçmiştir. Ama şu da bir gerçektir ki, bütün bu eylemlerde, 1989-1991 ve 1994-1996 yılları arasındaki eylemleri bir yana bırakırsak, belirli bir istikrarın yakalanamamış olduğu görülmektedir. Zaman zaman alevlenip kitleselleşen eylemler yaşanırken, hemen ardından uzun sessizlik dönemlerine girildiği görülmüştür.
1989 Bahar Eylemleri ve sonrasında yaşanan işçi eylemleri içinde genç bir sendikacı kuşağı ortaya çıkmış; bu kuşak 1992 ve 1994’te olmak üzere iki kez tırpanlanmıştır. İleri işçiler ve mücadeleci sendikacılar, her dönem olduğu gibi, kitlesel işten çıkarmaların başlıca hedefi olmuş, sendika bürokrasisi tarafından işçi mücadelesi üzeriden geldikleri sendika yönetimlerinden çeşitli müdahalelerle tasfiye edilmeye çalışılmıştır.
Sendikal bürokrasinin bütün girişimlere rağmen, geçmiş dönemin mücadele deneyimlerini kendilerinden sonraki kuşaklara taşımakta kararlı olan 1990’lı yılların ileri işçi kuşağı ve az sayıda mücadeleci sendikacılar sınıf hareketinin önünde yer alarak mevcut konumlarını 1990’lı yılların sonuna kadar koruyabilmiştir. Özellikle mücadelenin kabardığı dönemlerde mücadeleci, ileri işçileri ve sendikacıları çıkaran bu kuşak, sendikal hareketin içinde önemli bir rol oynamış, kimi zaman şube yönetimleri üzerinden, kimi zaman işyeri temsilcilikleri üzerinden işçilerin mücadele enerjisinin canlı tutulmasında etkili olmuştur.
2000’li yıllarda çok daha belirgin bir şekilde görüleceği gibi, 1990’lı yılların sonunda her sendikal eylem, ne kadar büyük ve kitlesel olursa olsun, sendikal hareketin belli bir mücadele stratejisinin olmamasının kaçınılmaz bir sonucu olarak adeta kendi başına bir amaç olarak ortaya çıkıp sonra birden bire bitebilmiştir.
İşçi ve sendika hareketinde asıl olarak eknomik taleplerle sınırlılığın ürünü olarak ortaya çıkan istikrarsızlık, mücadelenin sürekliliğinin olmaması, sonraki yıllarda sınıfın kitlesel olarak yeni ögelerinin öne çıkmasını zorlaştırmış, sadece işçi sınıfı açısından değil, kamu emekçileri açısından da mücadelesinin birleşik bir karakter kazanarak genişlemesini ve güçlenmesini büyük ölçüde engellemiştir.

1980’li yıllarda sendikal hareket ve işçi eylemleri

Türkiye’de 1980 sonrası dönemde ekonomik, toplumsal ve siyasal alanlarda son derece köklü değişiklikler meydana gelmiştir. Kendisini toplumun en küçük birimine kadar hissettiren bu değişikliklerin, günlük yaşamdan, sendikal ve siyasal süreçlere kadar tüm alanlarda derin izler bıraktığı görülür. Bu dönemin en önemli özelliği, iktidarların sınıf hareketini bastırmaya ve sindirmeye ilişkin olarak geçmiş dönemden hareketle oldukça deneyim kazanmış olmasıdır.
1980 yılı başında bir azınlık hükümeti kuran Süleyman Demirel, Turgut Özal’ı da tam yetkiyle ekonomi yönetiminin başına getirmiş ve o da daha sonra “24 Ocak Kararları” olarak anılacak olan ve Türkiye’yi “serbest piyasa düzeni”ne ulaştıracağı iddia edilen “istikrar paketi”ni uygulamaya koymuştur. 24 Ocak Kararları açıklanmadan önce Turgut Özal, Genelkurmay Başkanlığı’na giderek bir brifing vermiş, daha sonra Turgut Özal, cunta hükümeti tarafından Ekonomi İşlerinden Sorumlu Bakan olarak görevlendirilmiştir.
24 Ocak Kararları, öncelikle, artan enflasyonu denetim altına almayı, dışarıda ödemeler dengesini sağlamayı, özellikle de özelleştirmeler vb. neoliberal politikalar aracılığıyla ekonominin kapitalist dünya ekonomisine entegrasyonunu amaçlamıştır. Ancak bu amaçlara yönelirken benimsenen temel yaklaşım, ekonomik yapının işleyiş biçimini değiştirmeyi amaçlarken, çalışma yaşamı ve sendikal alan başta olmak üzere, çeşitli alanlarda köklü düzenlemeler yapılmasını gündeme getirmiştir. O dönem “ekonomik hayatın yeniden düzenlenmesi” olarak sunulan 24 Ocak Kararları, Türkiye emekçi sınıflarına, özellikle işçi haklarına yönelik büyük bir saldırı anlamına gelmiş ve aynı yıl içinde gerçekleşecek olan 12 Eylül darbesinin de maddi zeminini oluşturmuştur.
12 Eylül darbesi ile birlikte ekonomik, toplumsal, siyasal ve sendikal yapıda yaşanan alt-üst oluş, Özal iktidarı döneminde daha da derinleştirilmiştir.

SENDİKAL HAREKETİN DURUMU

12 Eylül 1980 askeri darbesi, Türkiye’de pek çok alanda olduğu gibi, emek hareketi ve sendikalar açısından da izleri uzun süre silinmeyecek etkiler yaratmıştır. Hatta darbe sürecinin en yıkıcı etkilerinin emek hareketi ve sosyalist hareket üzerinde görüldüğünü söylemek abartı olmayacaktır. 12 Eylül rejimi, sendikal hareketin Türk-İş’e kıyasla daha hareketli kanadını oluşturan DİSK’i tasfiye etmiş, sendikal faaliyetleri ve toplusözleşme düzenini askıya almış ve çalışma hayatını düzenleyen tüm kural ve kurumları sermayeden yana otoriter bir şekilde yeniden düzenlemiştir. Tüm bunlar yaşanırken, yerel düzeylerde işçi sınıfından belirli tepkiler gelse de, sendikal bürokrasi daha başından teslim olduğundan sınıfın birleşik ve etkili bir karşı koyuş ya da direnmesi ile karşılaşılmamıştır.
12 Eylül, burjuvazinin ekonomik ve siyasal alanda kendi sınıf tercihini tavizsiz uygulayabildiğini gösteren önemli bir tarihsel dönemi ifade etmektedir. 12 Eylül’ü önceleyen ekonomik ve siyasi krizle, sermaye sınıfının kriz programının otoriter formülü olarak gündeme gelişiyle birlikte değerlendirildiğinde, 12 Eylül’ün kendi çıkarları için hareket eden bir askeri bürokrasiye mal edilmesi olanaklı değildir. Başka ülkelerde olduğu gibi, ekonomik krize burjuvazinin getirdiği çözüm, demokrasinin en küçük kırıntısının bile rafa kaldırılması, ideolojik hegemonya ve disiplinli bir işgücü olmuştur.
12 Eylül darbesi, Türkiye’nin dikensiz bir gül bahçesi olması ve örgütlü işçi hareketinin tamamen bastırılması ve hareketsiz hale getirilmesini amaçlamıştır. Bu dönemde Türkiye, büyük bir hapishaneye çevrilmiş, başta sendikalar ve muhalif siyasal örgüt ve hareketler olmak üzere, tüm muhalif güçler şiddet ve baskıyla ezilmek istenmiştir.
12 Eylül darbesinin baskı ve zora dayalı faşist uygulamalarına paralel olarak hayata geçirilen 24 Ocak Kararları, sadece ekonomik değil, siyasal, toplumsal, kültürel dönüşüm açısından da önemli sonuçlar ortaya çıkarmıştır. İhracata yönelik teşviklerin artması nedeniyle ihracat ve ithalatta hızlı bir artış yaşanmış, ekonomide dışa bağımlılık hızla artarken, özellikle iç talebin kısılması sonucunda ithal mallarının pahalı hale gelmesine paralel olarak reel ücretlerde hızlı bir gerileme yaşanmıştır.
12 Eylül rejimi süresince ve ANAP dönemi boyunca, sendikalaşmanın yaygın olduğu işkollarındaki emekçiler, istek, sorun ve özlemlerini, sadece tek tek işçiler olarak değil, bir sınıfın mensubu olma özellikleriyle kendilerine özgü biçimler içinde sendikal harekete yansıtabilmişlerdir. Bu dönemde benimsenen ekonomik modelin bölüşüm ilişkileri açısından belirleyici özelliği, genel olarak sermaye ile genel olarak emek, yani geniş anlamda burjuvazi ile emekçi sınıflar arasındaki temel çelişkiyi sistemli olarak emek aleyhinde denetlemeye ve düzenlemeye kalkışması olmuştur.
1980–1984 yılları arasında grev, toplu sözleşme ve sendikal faaliyetlerinin yasaklanması nedeniyle, işçi ve emekçi sınıflar, 1980 öncesinden intikam alırcasına sermaye karşısında ekonomik ve siyasal olarak zayıflatılmıştır. 12 Eylül darbesinin hemen ardından Kenan Evren ilk konuşmasında “yüksek” işçi ücretlerinden yakınmıştır. Darbe sonrasında işçilerin kitlesel olarak örgütlendiği sendikalar, siyasal parti ve dernekler kapatılırken, patronların örgütü ve darbe destekçisi TÜSİAD’a “kamu yararına çalışan dernek” statüsü verilmiş olması, sonraki yıllarda yaşanacakların ilk işaretleri olmuştur.
12 Eylül darbesi, sendikal hareketi ezerek, işçi sınıfının kazanılmış ekonomik ve demokratik haklarını açıkça gasp etmiştir. DİSK’in sendikal faaliyetleri yasaklanmış, yönetimde ve sendikal organlarda görev alan 2 bine yakın sendikacı gözaltına alınmış, birçoğu işkencelerden geçirilerek tutuklanmıştır. Sıkıyönetim Mahkemelerinde binlerce kişi yargılanırken, DİSK ve bağlı 28 sendikanın faaliyetlerinin durdurulması kararı verilmiştir. DİSK ve bağlı sendikaların yöneticileri hakkında açılan dava 1991’de beraat ile sonuçlandıktan sonra, DİSK, 1991 sonrasında yeniden faaliyete geçmiştir.
Türk İş, 12 Eylül darbesine açıkça destek vermiş, hatta bu desteğini organik işbirliğine kadar götürmüştür. Dönemin Türk-İş Genel Sekreteri Sadık Şide, cunta hükümetine Çalışma Bakanı olarak görev alarak, darbe destekçiliğini daha da ileri götürmüştür. Türk-İş’in bu tavrı uluslararası sendikal örgütler tarafından tepkiyle karşılanmış, ICFTU tarafından Türk-İş’in üyeliği geçici olarak askıya alınmıştır.
Kısa zamanda askeri rejimin, emek-sermaye ilişkilerinde korporatist bir yapıdan beklenen “dengeleri” bile gözetmek çabasında olmadığı; açık seçik bir biçimde emek aleyhtarı, sermaye yanlısı bir çizgi izlemekte kararlı olduğu ve çalışma yaşamına ilişkin kararlara kural olarak TİSK çizgisini egemen kıldığı ortaya çıkmıştır.  Türk İş’in askeri yönetime açık desteği, 1982 Anayasası taslağı ortaya çıkıp, TİSK’in çalışma hayatının düzenlenmesine ilişkin görüşlerini anayasa maddeleri olarak karşılarında görüp, kendi durumlarının tehlikede olduğunu anlayıncaya kadar sürmüştür.
12 Eylül 1980 darbesinden 1984’e kadar sendikal örgütlenme karşıtı politikalar en sert biçimde uygulanmış, bu dönemde işçilerin toplusözleşme ve grev hakkı askıya alınmıştır. 1980–1984 yılları arasında Yüksek Hakem Kurulu (YHK) uygulaması ile çalışma hayatında “zorunlu uzlaşma” dönemi yaşanmış, bu dönemde sermayenin dayatmacı politikalarına YHK üzerinden “hukuksal” kılıf uydurulmuştur. YHK, 12 Eylül döneminde sendikalı işçilerin reel ücretlerinin düşürülmesi operasyonunda kullanılan en temel araç olmuş, ücret artışlarının düşük tutulmasının yanı sıra işçilerin en temel sosyal hakları yine YHK eliyle tırpanlanmıştır.
1983 yılında çıkarılan 2821 Sayılı Sendikalar Kanunu ve 2822 Sayılı Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Kanunu, sendikaları birer meslek örgütü haline indirgeyen ve en temel işlevlerini kısıtlayan yasaklar ve düzenlemeler içermiştir. Sendikaların en önemli işlevlerinden birisi olan grev hakkı büyük ölçüde yasaklanmış, grev uygulamasının, toplu sözleşme sonrası çıkacak uyuşmazlık sonrası yapılması zorunlu hale getirilmiştir.
İşçi sınıfının sistem içinde örgütlü var oluş koşullarını düzenleyen başlıca metinler olan 1982 Anayasası ile 1983 yılında çıkarılan 2821 Sayılı Sendikalar Kanunu ve 2822 Sayılı Toplu iş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Kanunu “siyasal eylem”in ideolojik ve siyasal sınırlarını daraltmış ve (işçi sınıfının) ekonomik ve toplumsal haklarını geliştirme koşullarını ağırlaştırmıştır. (…) 1982 Anayasası ile 2821 ve 2822 sayılı yasaların ekonomik ve sosyal hakların güvencesini ve geliştirilme araçlarını oluşturan sendikal örgütlenme, toplu pazarlık ve grev hakları açısından getirdiği yeni düzenlemeler, 12 Eylül döneminde zor yoluyla yeniden kurulan eşitsiz dengenin kurumlaştırılması çabaları  olarak değerlendirilmiştir.
Örgütlenme hakkına doğrudan yasak ve kısıtlamaların yanında toplu sözleşme hakkına da kısıtlamalar getirilmiş, grev yasakları başlamıştır. Grev hakkı, sadece toplu iş sözleşmesinin yapılması sırasında ve sadece uyuşmazlık halinde yapılabilir hale gelmiştir. Hak grevi, genel grev yasaklanmış, genel grev çağrısının yapılması bile hapis cezasına bağlanmıştır. Grevlerin yasaklandığı işler ve işyerlerinin kapsamı genişletilmiş, sendikalı işçilerin büyük bir bölümü grev hakkından yoksun bırakılmıştır. Bu dönemin en büyük özelliği, sendikaların siyasal yaşama katılımlarının kesin bir şekilde yasaklanması, sendikal faaliyetlerin yapılan düzenlemelerle sıkı bir denetime alınmasıdır.
Toplu iş sözleşmesi ve grev süreci için getirilen yasal prosedür ve grev kararlarının uygulanmasına ilişkin aşırı ayrıntılı kurallarla işçilerin grev hakkı, etkili bir mücadele aracı olmaktan büyük ölçüde çıkarılmaya çalışılmıştır. Siyasi amaçlı grevin, genel grev ve dayanışma grevinin yanı sıra, iş yavaşlatma, işyeri işgali, verim düşürme ve diğer işçi direnişleri açıkça yasaklanmıştır.
1980 öncesinde işyeri ve işkolu düzeyinde aynı anda iki toplu iş sözleşmesi uygulanabilirken,   bir işyerinde aynı anda birden fazla toplusözleşme yapılması yasaklanmıştır. Aynı zamanda sendikaların toplu pazarlık hakkını kısıtlamak amacıyla “çifte baraj” engeli getirilmiştir. Toplu sözleşmeye taraf olmak için sendikanın aynı anda hem işyerindeki işçilerin yüzde 50’sini üye yapmış olması, hem de işkolu düzeyinde yüzde 10 işkolu barajını aşma şartı getirilmiştir.
1980–84 dönemi, ciddi ücret ve hak kayıplarına rağmen sendikal hareket açısından tam bir suskunluk dönemi olarak yaşanmıştır. 1980’li yıllarda iktisat politikalarında meydana gelen büyük değişmeler son derece etkili bir ideolojik saldırı ile desteklenmiştir. Bu saldırının temel amacı, bu yeni iktisat politikası modelinin ve bu modelin üretici sınıflar aleyhine yarattığı bölüşüm sonuçlarının zorunlu, kaçınılmaz ve “alternatifsiz” olduğunu geniş halk kitlelerine ve etkili çevrelere kabul ettirmek ve benimsetmek olmuştur.
Bu dönemde emek hareketini doğrudan etkileyen temel değişimleri ana hatlarıyla şu şekilde sıralamak mümkündür;
¨    Yeni birikim modelinin gerekleri doğrultusunda ücretli emeğin yoksullaşması 1980’lerin sonlarına kadar sürmüştür.
¨    Örgütlü emek cephesinde, zaten son derece kısıtlı olan yeni toplu pazarlık düzeninin yarattığı sorunlara, patronların ve siyasal iktidarın sendikasızlaştırma politikaları eşlik etmiştir.
¨    Yeni dönem bir yandan sendikacıların işlevsel meşruiyetini tehlikeye sokarken, diğer yandan da işçi-sendika ilişkilerinin geleneksel kavranışında kırılmalar yaratmıştır.
¨    Dönemin hâkim liberalizm söylemi işçi sınıfı ve sendikaları, siyasal arenadaki mevcut sınırlı yerlerinden dahi dışlamak yönünde güçlü bir atmosfer oluşturmuştur.
Bunların yanı sıra, sermaye sınıfı, sendikaların meşruluğunu sorgulamayı gündeme getirmiş, sendikaları zayıflatmaya, yok etmeye ve sendikal hak ve özgürlükleri kısıtlamaya yönelik sürekli ve sistemli bir saldırı başlatmıştır. Patronlar ve onların siyasal alandaki sözcüleri, özellikle 1990’lı yıllarda, işçileri koruyucu mevzuatın etkisiz kılınması için büyük çaba harcamışlardır. Kaçak işçilik, “sahte” kendi hesabına çalışma, standart dışı (veya atipik) istihdam biçimleri ve “esneklik” aracılığıyla işçilerin, yasal koruma ve toplu iş sözleşmelerinin kapsamı dışına çıkarılmalarını sağlamaya, sendikalaşma, toplu pazarlık ve grev haklarından yararlanmalarını engellemeye önem vermiştir.
1980 sonrası dönemde çıkarılan sendikal yasalar ve fiili uygulamalarla grev hakkının “iyi niyet kurallarına aykırı tarzda, toplum zararına ve milli serveti tahrip edecek şekilde” kullanılamayacağı hükme bağlamış, bu gerekçeyle ilan edilmiş bir grevin mahkeme kararıyla yasaklanabileceği öngörülmüştür. Buna ek olarak, Bakanlar Kurulu’na “ulusal güvenlik ve genel sağlık” gibi son derece genel bir gerekçeyle grev erteleme yetkisi verilmiştir. Yasaklanan ve ertelenen grevlerin yeniden başlatılması olanağı fiilen ortadan kaldırılarak, bu aşamada YHK yetkili kılınmıştır.

GREVLER VE GREV DIŞI İŞÇİ EYLEMLERİ

1980’li yılların başından itibaren sendikal mücadelenin büyük ölçüde felce uğradığı ekonomik ve siyasi kriz döneminde, özellikle kentli emekçilerin saflarında, önceki dönemde kök salmaya başlayan sınıf bilincinin ve yeni filizlenmeye başlayan kentli işçi sınıfı kültürünün hızla aşınmaya başladığı görülmüştür. Söz konusu aşınma, 12 Eylül darbecilerinin temellerini attığı Türk-İslam sentezine dayalı eğitim politikaları üzerinden açıkça desteklenen bireycileşme, dine sarılma, toplumsal yaşam odağının işyerinden ve üretimden, mahalleye, semte ve aile içine kayması gibi eğilimleri ortaya çıkarmıştır.
1984 sonrasında işçiler, büyük tehlikeleri göze alarak ve yasakçı nitelikteki tüm yasalara rağmen farklı biçim ve içerikte eylemler yapmışlardır. Bu dönemde yapılan işçi eylemlerinin başlıcaları, iş durdurma, iş yavaşlatma, yemek boykotu, toplu viziteye çıkma, yürüyüş, açlık grevi, sakal bırakma, servise binmeme vb. gibi eylemler olmuştur ve bunlar, 1980 öncesine kıyasla daha farklı, ama yaygınlık açısından zaman zaman 1980 öncesini aşan bir karakter ve yaygınlıkta hayata geçirilmiştir.
Sendikalaşma ve grev hakkına yönelik aşırı sınırlamalar ve yapılan yasal düzenlemeler, o dönem sendikacıların sık sık “Bu yasalarla grev yapılmaz” sözünü tekrarlamasına neden olmuştur. Ancak özellikle 1980’li yılların ikinci yarısından itibaren işyerlerinde ciddi bir öfke patlaması yaşanmıştır. Bu dönemde işçi sınıfı mücadelesi sadece grevlerle sınırlı kalmamış, daha güvenilir ve başarı şansı yüksek olduğu düşünülen grev dışı eylem biçimlerini de gündeme getirmiştir. 1986 yılından itibaren işçiler sendikal direniş, iş yavaşlatma, toplu viziteye çıkma, fazla mesaiye kalmama ve benzeri eylem türlerinin yanı sıra, üretimi doğrudan etkilemeyen, ama gövde gösterisi yapmaya ve kamuoyu oluşturmaya yönelik eylemlere yönelmişlerdir.
Bu dönemde yaşanan belli başlı grevler, sadece işçilerin üretimi durdurduğu eylemler olmayıp, işçi kadın ve çocuklarından, esnafa (Demir-Çelik, Alüminyum, Zonguldak vb. grevleri) değişik emekçi sınıf kesimlerinin de mücadeleye çekildiği, direngenliğini değişik emekçi çevrelerle dayanışmaya borçlu olan eylemler olmuştur. Bu dönemde yaşananlar, değişik eylem biçimleriyle emekçilerin farklı kesimleri grev eyleminin yaygınlaşmasını sağlamıştır.
1987’den itibaren artan işçi eylemleri ve grevlere, 1989 yılında doruğa ulaşacak olan grev dışı işçi eylemleri eşlik etmiştir. Bir kısmı yasalar tarafından düzenlenmemiş, bir kısmı ise yasal olarak yasaklanmış olmasına rağmen, işçi ailelerini ve farklı toplumsal kesimleri de içine katarak yaygınlaşan bu eylemler, kısa süre içinde kitlesel bir meşruiyet kazanmıştır. Bu dönem her türlü yasal ve fiili engele rağmen gerçekleştirilen ve sadece sendika üyesi işçilerle sınırlı olmayan, dönem dönem işçi ailelerinin de katıldığı, sıra dışı eylemler yapılmıştır. Bu dönemde, gücünü ve meşruiyetini işyerlerinden alan, bizzat işyerlerindeki üyelerin eylem kararları ve uygulama süreçlerine doğrudan katıldığı “fiili sendikacılık” uygulamasının en önemli örnekleri verilmiştir.

1980–1989 Arası Grev Sayıları

Grev Sayısı
Yıllar    Kamu    Özel
1980    30    197
1981    –    –
1982    –    –
1983    –    –
1984    3    1
1985    –    21
1986    –    21
1987    4    303
1988    9    147
1989    7    164

1984’ten sonra gerçekleşen kitlesel katılımlı grevlerin hükümet ve Türkiye İşçi Sendikaları Konfederasyonu’nun (TİSK) tutumu nedeniyle siyasal içerik kazandığı görülmüştür. NETAŞ, Seydişehir Alüminyum grevlerinde, işçilerin grevi çözüm olarak görmelerini gündemden çıkarmayı amaçlayan Hükümet, çok basit nedenlerle grevleri olağanüstü uzatmıştır. Ancak grevleri uzatmanın işçileri yenilgiye uğratamayacağını anladığında sözleşmeleri imzalamak zorunda kalmıştır.
1987 yılına kadar grevler yerel düzeyde kalırlarken, 1986 yılı sonunda başlayıp 1987 yılında da devam eden NETAŞ grevi ile işçi hareketinde bir dönüm noktası yaşanmıştır. NETAŞ grevi ile işçi hareketi yerel ve bölgesel düzeyi aşarak, ülke gündemine yerleşmiştir. NETAŞ greviyle tüm yasakçı ve kısıtlayıcı özelliklerine rağmen, mevcut yasalar ile de etkili grevler yapılabileceği kanıtlanmıştır.
1987’yi izleyen yıllar, Türk-İş tipi sendikacılığın eylem biçim ve geleneklerinin yetersizliği, işçileri, sendikaların sınırlarını, niyet ve yeteneklerini aşan bir dizi yeni eylem biçimine itmiştir. 1989 Bahar Eylemleri, 1990–91 Zonguldak İşçi Hareketi ve 1991 Genel Grevi, işçi tabanının yarattığı, özgün biçimler içinde geliştirdiği, bütün bunlara ek olarak sendikal hareketi de peşinden sürükleyen, ona ivme kazandıran önemli mücadeleler olarak görülmelidir.
Ülkeyi ve bir bütün olarak tüm toplum kesimlerini ilgilendiren yoksulaşma sürecini en derinden hisseden işçiler ve kamu emekçileri, bu duruma daha fazla sessiz kalmayarak, 1988 ve 1989 yıllarında ekonomik-demokratik talepler doğrultusunda yeniden hareketlenmeye başlamıştır. Bu hareketlenmenin temelinde ise, 1980 sonrasında yoğunlaşan baskıların ve hak gasplarının yarattığı tepki bulunmaktadır.
Sanayileşmesi durgun, nüfusu hızla artan, işsizliği yaygınlaşan, sağlıksız kentleşen, aşırı enflasyon oranlarına sahip bir ekonomide, sendikaların dışlanarak, uzun süreli istikrar politikalarının izlenmesi ve bu uygulamaların başarılı olması mümkün olmadığından, çalışanlar aleyhine gelişen olumsuz koşullar ve ücretlerdeki asimetrik gelişmeler, kaçınılmaz olarak korporatist politikaların birer sosyal denetim aracına dönüştürdüğü sendikaları daha militan olmaya itmiştir. 1989 Bahar Eylemleri, bu militanlaşmanın ve 12 Eylül sendikacılığına karşı çıkışın ilk işareti olarak değerlendirilmiştir.
1980’li yılların bitimiyle birlikte, Türkiye işçi sınıfı, geçmiş on yılın da telafisini arayan bir “hesap sorma” mücadelesi içine girmiştir. 12 Eylül ve ANAP iktidarlarının, sendikacılığın fiilen tasfiyeye uğradığı bir ekonomik yapı yaratma projesi, işçi sınıfının zaman zaman sessiz, zaman zaman etkili ve açık direnmeleri sonucunda başarısızlığa uğramıştır. Şüphesiz ortaya faşizme ve sermayenin işçi haklarına yönelttiği saldırıya karşı örgütlü ve açıktan bir direnme tablosu çıkmamaktadır. Ancak 1980’lı yıllarda işçi sınıfının sendikal hareket içindeki tavırlarını tam bir teslimiyet tablosu içinde değerlendirmek aynı derecede yanıltıcıdır.
1980’li yılların ikinci yarısında grev sayılarında artış olmasına paralel olarak, grevler kadar etkili olan ve toplumda olumlu etkiler uyandıran grev dışı eylemler de başlamıştır. Birçok grevde aynı zamanda grev dışı eylemlere de başvurulmuştur. Özellikle SEKA ve demir-çelik işyerlerindeki grevler için diğer işkollarından ve işçilerden önemli destekler gelmiş ve grevdeki işçilerle dayanışma kampanyaları açılmıştır. Grev dışı eylemler hızla Türkiye’nin dört bir yanına yayılırken, toplumdan da büyük ilgi ve destek görmüştür. Her türlü siyasi görüşten, mezhepten, etnik gruptan, farklı işyerleri ve işkollarından, her yaştan kadın ve erkek işçiler, aktif bir şekilde grev dışı eylemlere katılmışlardır.
Sendikal alanda 1987 yılından itibaren artmaya başlayan ve Bahar Eylemleri ile ülke çapında yaygınlaşan işçi eylemlerinin, sendikal sorunlardan başlayıp siyasal iktidara yönelen kitlesel protestoların özellikle Türk-İş ve bağlı sendikaların yerellerden başlayarak siyasi tutum alışlarında önemli bir rolü olmuştur. 1987 yılından 1990 başlarına kadar Türk-İş’e bağlı sendikalarda şube başkanlarının yüzde 48’i, genel merkez yöneticilerinin yüzde 49’u, 32 sendika başkanının 15’i değiştirilmiştir.
Bahar Eylemleri, işçilerin, ücretlerdeki aşırı adaletsiz gelişmeye bir tepkisinin sonucu olarak militanlaşıp sendikaları aşarak, yer yer sendikalara rağmen ve sendikaları zorlayarak gerçekleştirilmiştir. Eylemler, ileri işçiler ve bir kısım genel merkez yönetimleri dışta tutulursa, daha çok şubeler düzeyindeki mücadeleci sendikacıların ve işyeri temsilcilerinin çabaları üzerinde serpilip gelişmiştir. Eylemlerde sendika merkezlerinin ve sendikacıların yönlendirmesi son derece zayıf olmuş, işçi eylemleri dipten gelen bir dalga olarak yaşanmıştır.
1989 eylemlerinde, her ne kadar TİS süreci ve buna bağlı olarak ücret artışları için mücadele öne çıkmış gibi görünse de; harekete temel karakterini veren, bu taleplerin yanı sıra, Anayasa ve yasalarda demokratik dönüşümü hedefleyen talepler olmuştur. Eylemlerin zaman içinde göreceli olarak siyasal bir karakter kazandığı görülmüş, işçilerin dönemin ANAP Hükümeti’ni hedef alması ve sık sık siyasi iktidarın uygulamalarını protesto eden sloganlar atması önemlidir. Taleplerin ve sloganların içeriği ve çeşitliliği, hareketin birliğini oluşturmada temel belirleyici etken olmuştur.
Bahar Eylemleri’nin bir diğer özelliği, sendikal hareketin yukarıdan aşağıya değil, aşağıdan yukarıya doğru bir örgütlenme olmasıdır. Eylemler, her aşamasında, ileri işçilerin, mücadeleci sendikacıların inisiyatif ve sorumluluğunda, fabrikalar ve işyerleri temelinde gelişmiş, önce yerel düzeylerde, giderek ülke düzeyinde birleşerek genişlemiş ve yaygınlaşmıştır. Bu dönemde başta İstanbul olmak üzere, yerellerde oluşturulan işçi şubeleri platformlarının hareketin tabana yayılmasında, işçilerin eylem kararını birlikte alarak alanlara çıkılmasında etkili olduğu bilinmektedir. Bu durumun en somut örneği, 1989 kamu toplusözleşmeleri sürecinde görülmüştür. O dönem, Hükümet TİS sürecinde sadece yüzde 40 artış önermiş, Türk-İş ve sendika genel merkezleri yüzde 80 artışın pazarlığını yaparken, işçilerin aşağıdan gelen baskısı ve işyerlerinden başlayarak yaygınlaşan kitlesel eylemleri ile dönemin TİS görüşmeleri yüzde 140 artışla sonuçlanmıştır.
1980’li yılların ikinci yarısını önemli kılan bir diğer özellik, işçilerin yanında kamu emekçilerinin de artık sınıf mücadelesinin asli unsurlarından birisi olarak sendikal alanda ağırlığını hissettirmeye başlamış olmasıdır. Başta İstanbul ve Ankara olmak üzere tüm Türkiye’de kamu işçilerinin yanı sıra, kamu emekçileri de sendikal örgütlenme hedefiyle hareketlenmeye başlamış, hem eylem sayısı, hem de etkinliği açısından kamu emekçileri hareketi, sonraki yıllarda “fiili meşru mücadele” olarak ifade edilecek olan uzun yürüyüşünün ilk adımlarını atmaya başlamıştır.
Bahar Eylemleri bir taraftan işçi hareketinin 1980 sonrasında en tepe noktasını ifade ederken, aynı dönem, uzun zamandır ayrı kulvarlarda mücadelelerini sürdüren işçi ve kamu emekçilerinin mücadelesini büyük ölçüde birleştirici rol oynamış ve 1990’lı yılların başından itibaren dönem dönem birleşik bir karakter kazandığı dönemlerde hükümetlere geri adımlar attırabilmiştir.
1980’li yılların işçi hareketi açısından bir diğer önemli özelliği, işçi hareketinin kendi dışındaki toplumsal kesimlerle birlikte hareket edebilmesi, ülkenin temel sorunlarına ilgi göstermeye başlamasıdır. 1980’li yıllar, aynı zamanda Kürt sorununun en yakıcı biçimde kendisini hissettirdiği yıllardır. O dönem işçi hareketinin genel kitlesi açısından Kürt sorununun demokratik çözümü konusunda somut bir durum söz konusu olmamasına karşın, özellikle ileri işçiler ve az sayıdaki mücadeleci sendikaların da etkisiyle Kürt sorununun çeşitli yönleriyle tartışılmaya başlanması ve “Kirli savaşa son” sloganının temel mücadele sloganı taleplerinden birisi olması önemlidir.

SONSÖZ
1980’li yılların ilk yarısı, 12 Eylül darbesinin maddi ve psikolojik etkisiyle, işçi hareketi ve sendikalar açısından yasal ve fiili baskıların yoğun olarak yaşandığı, grevlerin ve her türlü demokratik tepkinin fiilen engellendiği yıllar olmuştur. Bu durum 1984 yılına kadar sürmüş, uzun süre baskı altında tutulan, ekonomik, sosyal ve siyasal olarak sindirilmeye çalışılan örgütlü işçi hareketi ilk tepkilerini 1984 yılından itibaren vermeye başlamıştır.
2821 ve 2822 sayılı yasalar başta olmak üzere, çeşitli yasal düzenlemeler ve fiili uygulamalar ile işçi sınıfının en temel yasal mücadele kanalları büyük ölçüde tırpanlanmış ve işlevsiz hale getirilmiştir. Yapılan yasal düzenlemelere uyulduğunda grev yapmak neredeyse imkansız hale getirilmiştir. Bu durumun, işçi hareketi açısından etkisi sonraki yıllarda daha net görülecek olan önemli sonuçları olmuştur. Bu sonuçlardan en önemlisi, işçi sınıfının hakları için her eyleme geçtiğinde yasaları ihlal etmek durumunda kalması, kimi zaman sendika merkezlerini ve sendikacıları karşılarına alarak, sendikaların ilk ortaya çıktığı günden bu yana her dönem geçerliliğini koruyan “fiili mücadele” tarzını benimsemiş olmasıdır.
1980’li yıllarda yapılan her işçi eylemi, yasal grevlerin uygulanması dahil, mevcut yasaların fiilen çiğnendiği ve pek çok noktada boşa çıkarıldığı eylemler olmuştur. Özellikle Bahar Eylemleri sürecinde söz konusu “yasa dışılık” işçi hareketinin en temel ve belirleyici özelliklerinden birisi olmuştur. Bu durum işçi sınıfı içinde eylem yapma isteğinin yaygınlaşmasını ve sınıf dayanışmasının en etkili ve yaygın örneklerinin görülmesini sağlamıştır.
1980’li yıllarda, özellikle grev dışı eylemlerle kendisinden söz ettiren işçi hareketi, sınıfın sadece sendikalarda örgütlü kesimlerini değil, aralarında örgütsüz işçilerin, kamu emekçilerinin, kadınların, ülkenin dört bir yanında geniş bir kitlenin talepleriyle harekete geçirildiği bir nitelik kazanmıştır. Sermaye ile emek arasında yaşanan saflaşma, işçi ve emekçi kitlelerinin o dönem için burjuva düzen partilerinden kopmasına da zemin hazırlamıştır. İşçi sınıfı, her türlü yasağa ve baskıya rağmen fiilen kullandığı yeni mevziler elde etmiş, hareket alanını ve olanaklarını genişletmiştir. Bu yıllarda işçi sınıfı, sendika bürokrasisine ve hükümetlerin saldırılarına karşı, sınıf hareketinin çıkarlarını ön plana çıkaran, işçi ve sendika hareketini işçilerle birlikte yönetebilecek ve daha ilerilere taşıyabilecek mücadeleci sendikacıları ve ileri işçiler kitlesini de yaratmış; bu etki, sendika yönetimlerinin değişmesinde kendisini somut bir şekilde göstermiştir.
1980’li yıllar Türkiye işçi sınıfı için büyük sıkıntılarla başlamış, ancak 1980’li yılların son çeyreğinde yükselen işçi hareketi ve zengin sınıf mücadelesi örnekleri ile boğazına geçirilmek istenen zincirler parçalanıp atılmıştır. Bütün bu gelişmelerin “Yeni Dünya Düzeni” ve “Elveda proletarya” söylemlerinin, “tarihin sonu” tezlerinin en popüler olduğu döneme denk gelmesi önemlidir. Özellikle Bahar Eylemleri, işçi sınıfının kitlesel gücüne ve onun sendikal-siyasal mücadelesini görmezden gelenlere ve küçümseyenlere verilmiş en iyi, en etkili cevap olmuştur.

1970’li yıllarda işçi sınıfı mücadelesi ve sendikalar

1970’li yıllar, işçi sınıfı mücadelesi ve sendikal hareket açısından zengin ve bir o kadar da karmaşık olayların yaşandığı yıllar olarak bilinir. Türkiye işçi sınıfının en büyük eylemi olarak bilinen 15-16 Haziran Direnişi ile doruğuna ulaşan işçi sınıfı mücadelesi, 1970’li yıllar boyunca dalgalı bir seyir izlemiştir.
1960’lı yılların son çeyreğinden itibaren, hem ülke, hem de uluslararası alandaki, karşılıklı sınıf ve güç ilişkilerine bağlı olarak, sendikal mücadelenin yaygınlaştığı ve güçlendiği görülmektedir. Bu dönemde, işyeri örgütlülüklerinin güçlü olmasının da etkisiyle sendikal hareket, dönem dönem devletten ve sermayeden bağımsız olarak hareket edebilmiş, yapılan eylem ve grevler sonucunda somut kazanımlar elde edebilmiştir. Öte yandan işçi eylemlerinin yaygınlaşmasına paralel olarak giderek güçlenen sendikal bürokrasi, bazen patronlardan bile daha güçlü ve etkili bir engel olarak işçi sınıfının hareket alanını daraltmaya ve sınıf mücadelesini zayıflatmaya çalışmıştır.
İşçi sınıfı ve örgütlü sendikal hareket açısından 1970’li yıllarda sendikal ve siyasal alanda oldukça hızlı gelişmelerin yaşandığı söylenebilir. 1970’te 15-16 Haziran başkaldırısına yol açan ve işçi hareketini kendi siyasal yürüyüşünden başka bir mecraya sokmak isteyen yasal düzenleme girişimlerinin ardından, sermaye, örgütlü ya da örgütsüz ayrımı yapmadan işçi hareketine karşı daha örgütlü ve planlı hareket etmeye başlamıştır. Bu dönemde Türk-İş ile DİSK arasındaki sürtüşme ve rekabet artarak devam etmiş, sendikal rekabetin de etkisiyle, işçilerin sık sık sendika değiştirdikleri görülmüştür.
DİSK, 12 Mart muhtırası karşısında onaylayıcı bir tavır takınmış, Türk-İş’ten bile erken davranarak ve Türk-İş’ten çok daha kesin ve köşeli ifadeler kullanarak 12 Mart darbesinin haklılığını ileri süren açıklamalar yapmıştır.  12 Mart muhtırasının radyolardan ilanının hemen arkasından dönemin DİSK Yürütme Kurulu tarafından aynı içinde yayımlanan ve bildiride geçen ifadeler dikkat çekicidir:
“DİSK, Atatürk devrimlerinin ve Anayasa ilkelerinin korunmasında, uygulanmasında ve geliştirilmesinde Türk Silahlı Kuvvetlerinin yanında olduğunu belirtmekten kıvanç duyar. Parlamentodan çıkarılan Anayasaya aykırı kanunlar ve hükümetin ısrarla yürüttüğü Anayasa dışı uygulamalar, sosyal patlamalara yol açan tutum ve davranışlar, memleketi bir kardeş kavgasının eşiğine getirmiştir. İşte böyle bir ortamda memleketin beceriksiz ellerde emekçi halkımızın da perişanlığını artıracak bir yuvarlanmayı gören ve Türk milletinin bağrından oluşan Silahlı Kuvvetlerin bu vahim durum karşısında aldığı kararlar, işçi sınıfımızın devrimci kesiminde büyük bir ferahlık yaratmıştır.
“Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının tanıdığı hakları en cesur şekilde kullanan Türk Silahlı Kuvvetlerinin çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmak, Atatürk devrimlerini hakim kılmak ve Anayasanın öngördüğü reformları gerçekleştirmek, özellikle Anayasamızın temel ilkelerine yürekten bağlı kalmak yolunda görev başında olduğunun radyolardan ilanı, karanlık ufukları aydınlığa kavuşturmuştur. ”
12 Mart darbesi sonrasında, daha önce DİSK ile yakın ilişkileri olan Türkiye İşçi Partisi ve demokratik öğretmen hareketinin en önemli mücadele örgütlerinden birisi olan Türkiye Öğretmenler Sendikası (TÖS) kapatılırken, DİSK’e dokunulmamış olmasında, 12 Mart rejimine övgüler dizen bildiride yer alan ifadelerin etkili olduğu açıktır. Ancak ilerleyen yıllarda DİSK’e bağlı sendikaların ve işçilerin mücadelesini yükselmesi, kısa süre içinde DİSK’i yeniden hedef haline getirmiştir.

SENDİKAL HAREKETİN GELİŞİMİ
1970’li yıllar, gerek sendikaların ve sendikal mücadelenin gerekse devrimci gençlik mücadelesinin baskı ve şiddet uygulamalarıyla ezilmeye çalışıldığı yıllar olarak bilinmektedir. 1970’li yıllarda sınıf mücadelesi şiddetlenerek sürmüş, mücadelenin tarafları arasındaki saflar daha da netleşmeye başlamıştır. Türkiye sendikal hareketinin ciddi anlamda siyasallaşma sürecine girdiği bu yıllarda, 1960’lı yılların ortalarından itibaren temel tartışma konusu olan “partilerüstü politika” ilkesi, 1976 yılında Türk-İş tüzüğünden çıkarılmıştır. Ancak bu ilke tüzükten çıkarılmış olsa da, Türk-İş partilerüstü politika anlayışını sonraki yıllarda da fiilen savunmaya devam etmiştir.
Türk-İş ağırlıklı olarak kamu kesiminde, DİSK ise özel sektörde, özellikle Koç grubuna bağlı işyerlerinde örgütlenmiştir. İmalat sanayi açısından ihracata yönelik üretim yapan gıda ve dokuma iş kollarında Türk-İş’in hâkimiyeti, lastik ve metal gibi iç pazara yönelik üretim yapan işkollarında ise DİSK’in hâkimiyeti söz konusudur. 1980 öncesinde Türk-İş ve DİSK, toplam 1 milyon 200 bin sendikalı işçinin (gerçek üye olarak) üçte ikisini kapsamaktadır. DİSK, 1967 yılında yaklaşık 50 bin üyeye sahipken, 1976 yılında DİSK’e bağlı 25 sendikada 190 bin üye bulunmaktadır. DİSK 1967-1970 döneminde, ağırlıkla Marmara Bölgesi’nde özel sektöre ait işyerlerinde örgütlenmiştir. Sendika kayıtlarına göre, 1980 yılında DİSK’in üye sayısı 500 bine ulaşmıştır.
O yıllarda devleti yönetenler kamuda çalışan işçilerin Türk-İş’te örgütlenmesini işçi sınıfını denetleyebilmenin ve iş uyuşmazlıklarını denetimleri altına almanın önemli bir aracı olarak görmüştür. Ayrıca, kamu işletmelerindeki istihdam politikasının doğrudan bir sonucu olarak, bu işletmelere o dönem hangi parti iktidardaysa, o partinin yandaşı olanlar işçi olarak alınmaya çalışılmıştır. Bu durum, kapitalist devlet işletmelerinde çalışan işçilerin sınıf mücadelesinin büyük ölçüde dışında kalmaları ve sınıf bilinci alanında daha geri bir noktada durmaları sonucunu doğurmuştur.
1970’li yılların başlarından itibaren sosyal demokrat sendikacılık hareketinin gelişmeye başlamasıyla birlikte, 1966 yılından itibaren “ortanın solu” anlayışını benimseyen CHP, özellikle Bülent Ecevit’in başkan olmasından sonra, sendikal hareket üzerinde etkili olmaya başlamıştır. Ancak sosyal demokrat sendikacıların Türk-İş’te başarılı olamamaları, bazı sendikaların ayrılarak DİSK’e katılmasına neden olmuş ve DİSK-CHP arasında bu dönemden itibaren gelişen ilişkiler, 1973 ve 1977 seçimlerinde DİSK’in CHP’yi desteklemesiyle en üst noktaya ulaşmıştır.
1970’li yılların başında DİSK’in CHP’yi destekleme kararından ve bu kararın gazetelere yansımasından DİSK daha fazla yararlanmış, 1971’de kapatılan TİP ile geçmişte kurduğu ilişkilerin kendince sakıncalarından kurtulma imkanı bulmuştur. Türk-İş’e tepki duyan ve DİSK’in görünürdeki siyasal çizgisinden çekinen bazı bağımsız sendikalar, bu açıklamalardan sonra DİSK’e yönelmiştir. DİSK’in 1974 yılı ortalarından itibaren kurulan sosyalist partilerle ilişkisinin olmadığına ilişkin açıklamaları da bu kanıyı ve bazı bağımsız sendikaların DİSK’e yönelmesini güçlendirmiştir.
DİSK’in gelişim çizgisinin, 1970’li yıllarla birlikte, yükselen sınıf hareketinin gerisine düştüğü görülmüştür. Bu durumun en önemli nedeni, işçi sınıfının “kendisi için sınıf” olma yolunda en önemli unsurlardan olan işçi sınıfının kendi siyasi partisinin olmaması ve sınıf sendikacılığı çizgisinin izlenmemesidir. Bu eksiklik, hiç kuşku yok ki, o dönem sendikacıların, sendika bürokrasisinin sorumluluklarını azaltıcı bir etken olarak değerlendirilemez.
1960’lı yılların ikinci yarısı ile birlikte 1970’lı yıllar, işçi sınıfının gerek sayısal olarak gerekse işçi hareketi, örgütlenme ve mücadele geleneği yaratma bakımından Türkiye’de işçi sınıfı mücadelesinin en önemli dönemi olarak değerlendirilir. Ancak aynı dönem, gerek sivil ve gerekse resmi açılardan geliştirilen baskı ve sindirme eylemlerinin en yüksek boyutlarına ulaştığı yıllar olmuştur. Dolayısıyla toplumun tüm kesimlerini kapsayan kesin ayrışmalar üzerinden artarak süren sınıf mücadelesi, bizzat patronlar ve onların koruyucusu hükümetlerin sendikal hareketi bölme ve güçsüzleştirme girişimlerini de gündeme getirmiştir.
23 Haziran 1970 tarihinde, sınıf mücadelesini bölmek amacıyla Türkiye Milliyetçi İşçi Sendikaları Konfederasyonu (MİSK) kurulmuştur. MİSK, “tek ve mecburi sendikacılık” anlayışını benimseyen ve faşist ve otokratik ülkelerde görülen “devlet sendikacılığı”nı savunan bir yapıda ortaya çıkmıştır. Ancak kendisinden beklenenin aksine işçiler içinde önemli bir başarı sağlaması mümkün olmamıştır. 1975 yılında Milliyetçi Cephe Hükümeti’nin kurulmasından sonra, devlet ve işveren destekli olarak bazı işyerlerine girmeye çalışmış, bu nedenle işçiler arasında sık sık çatışmalar yaşanmıştır.
15-16 Haziran Başkaldırısı sonrasında kurulan MİSK, 1970’li yılların ikinci yarısında giderek daha faal hale gelmeye başlamıştır. Milliyetçi Cephe (MC) Hükümetleri ise, DİSK’in iyice sağa kayışını hızlandırıcı etkenlerden birisi olmuştur. DİSK’in 5. Kongresi’nde, CHP’nin faşizan gidişe karşı verdiği mücadeleyi olumlu bir gelişme sayan DİSK için artık hedef bellidir. İzleyen dönemde TKP’nin iç kadrolarının da faşizme karşı “Ulusal Demokratik Cephe” altında mücadele etme çağrıları yapması, “Faşizme ve emperyalizme karşı savaşım ve güç birliği” ilkesini benimsemiş olan DİSK’in üst yönetimini rahatlatmış, sağa kavisinin ideolojik temellerini sağlamlaştırmıştır.
MİSK faaliyet yürüttüğü dönemde, mücadeleci sendikacıları, işçi önderlerini, devrimci-yurtsever işçileri ve sınıf mücadelesini zorla sindirmek amacıyla MHP’nin yan kolu olarak örgütlenmiş bir konfederasyon olarak dikkat çekmiştir. MİSK’in en başta gelen görevi işçileri örgütlemek değil, “komünizme karşı mücadele etmek” olmuştur. MİSK sendikaların “milli” ve “tek tip” olmasını ve tüm işçilerin “milliyetçi” sendikalara zorunlu üye sayılmasını savunmuştur. Tüm bunlarla birlikte MİSK, sınıf mücadelesini ve sınıflar arası kavgayı değil, “sınıflar arası ahenk ve işbirliği”ne dayanan siyasetini savunarak, sendika olmanın temel özelliğini reddeden bir çizgiyi benimsemiştir.
MHP’nin açık desteği ile örgütlenen MİSK’e bağlı 19 sendikada, 1979 yılında örgütlü olan işçi sayısı 285 bin 496 olarak kayıtlara geçmiştir. 12 Eylül 1980’de faaliyeti durdurulduğunda MİSK’e bağlı sendikalara üye işçi sayısının azaldığı görülmüştür. 12 Eylül darbesi ile faaliyeti durdurulan MİSK’in 1984 yılında yeniden faaliyete geçmesine izin verilse de, kendisine yüklenen tarihsel görevini tamamlamış olduğu için daha sonra herhangi bir faaliyeti görülmemiştir.
22 Ekim 1976 tarihinde Türkiye Hak İşçi Sendikaları Konfederasyonu (Hak-İş) kurulmuştur. Hak-İş’in kuruluş beyannamesinde; konfederasyonun işçi ve işverenin hakkını “hak terazisinde” tartarak, korkmadan, yılmadan haklı olana hakkını teslim edeceği belirtilmektedir. Bir başka deyişle; Hak-İş kendisine işçilerle işverenler arasında bir “hakem” rolü vermiştir.
Hak-İş, milli ve manevi değerlere saygıyı ve sosyal düzen kurallarına bağlılığı, işçi-işveren arasında iş ahengi ve iş barışını sağlamayı, işçilerin refah seviyesinin yükseltilerek, milli birlik ve beraberliğe dayanan bir Türkiye oluşturmayı amaç edinmiş, çıkar paralelliğine dayanan yarışmacı ve dayanışmacı bir sendikal anlayışı benimsemiştir. Kuruluşundan kısa süre sonra sıkıyönetim ilan edilmesi nedeniyle etkili olamamıştır.  Milli Güvenlik Konseyi 15 Eylül 1980’de Hak-İş’in malvarlığını kontrol altına almış, 19 Şubat 1981’de ise malvarlığı ve faaliyeti serbest bırakılmıştır. Hak-İş, 19-20 Aralık 1981 tarihinde yapılan genel kurulunda, 12 Eylül faşist yönetimini açık bir şekilde desteklediğini ilan etmiştir.
Sendikalar genelde bu dönemde oldukça geri mevzilerde kalmış, salt ücretleri korumak ve biraz daha iyileştirmek için mücadele etmişlerdir. Biraz farklı tondan ses çıkaran, işçi sınıfının “yaramaz” ve “radikal” çocuğu DİSK ise, 1970’lerin ilk yarısına göre oldukça geri plana çekildiğinden, bu süreci büyük ölçüde CHP iktidarına tutunarak aşmaya çalışmıştır. Oysa dış pazarlara açılmak açısından bakıldığında, ne sosyal demokrat bir iktidarın, ne de ona destek veren bir sendikacılığın şansı vardır. Bu yeni süreçte sermaye birikiminin önündeki engellerin ortadan kaldırılması sermaye için bir gerekliliğin ötesinde bir zorunluluk haline gelmiştir. Bu engeller ise geçici olarak değil, tam tersine, kalıcı bir seklide ortadan kaldırılmalıdır. Bunun için de işçi sınıfının ve örgütlerinin hem ekonomik hem de siyasal kazanımları kalıcı bir biçimde geriletilmek zorundadır.

İŞÇİ EYLEMLERİ VE GREVLER
1970’li yıllar, işçilerin tüm baskı ve engelleme girişimlerine rağmen çeşitli nedenlerle hareketlendiği, örgütlenmeye ve talepleri için mücadeleye giriştiği, kendisi için sınıf olma çabası içine girdiği bir dönem olarak bilinmektedir. İşçiler bu dönemde, sendikaların işyeri düzeyinde örgütlenmesi ve toplusözleşme imzalayabilmesinin de verdiği avantajları iyi kullanmış, önemli örgütlenme başarıları ve mücadele deneyimleri yaratmıştır. Bu dönemde özellikle işçilerin kendi inisiyatifleri ile gerçekleştirilen işçi eylemlerinin son derece etkili ve caydırıcı olduğu görülmüştür. Dönem dönem işçi eylemleri, sendikal yapıların önüne geçmiş, böylesi durumlarda harekete geçen sendikal bürokrasi birçok eylem ve direnişin başarısızlıkla sonuçlanmasına neden olmuştur.
1970’ler, işçi eylemlerinin politik bir karakter kazanmaya başladığı yıllar olarak da bilinmektedir. Uzun bir yasak döneminin ardından 1976’dan itibaren yeniden kutlanmaya başlanan ve işçi sınıfının en geniş ve en yaygın kitle gösterilerine dönüşen 1 Mayıs’lar, DGM’lere karşı yürütülen kitlesel direnişler, faşist saldırı ve katliamlara karşı gerçekleştirilen faşizme ihtar eylemleri, örgütlü ya da örgütsüz işçilerin işyeri düzeyinde yaptığı eylemler, bu dönemin sadece sendikal açıdan değil, siyasal açıdan da, özellikle siyasal karakterli işçi eylemlerinin yaşandığı bir zaman dilimi olarak da dikkat çekmektedir.
Türkiye’de işçi sayılarına ilişkin sağlıklı verilere ulaşılması mümkün olmamasına rağmen, 1970 sonrasında toplam işçi sayısında büyük bir artış yaşanmıştır. Bu yıllarda ülkede hızlı bir sanayileşme süreci yaşanmış, sanayi dışındaki alanlarda da üretimin boyutu ve teknolojisi önemli ölçüde gelişmiştir.
1970’li yıllarda, başını özel sektör işçilerinin çektiği çok sayıda işçi eylemi yaşanmıştır. Özellikle 1970’lerin ikinci yarısından itibaren ekonomik krizin derinleşmesi ve siyasal krizin sık sık hükümet değişikliklerini zorunlu kılması nedeniyle, kitlesel işten atılmaların yoğunlaşmasına bağlı olarak, işçiler, 1970’li yılların ikinci yarısından itibaren hareketlenmeye başlamışlardır.
1970’lerin ortasından itibaren gerek sendikal mücadele alanında, gerekse siyasal mücadele alanında karşıt güçler son derece kesin bir biçimde ayrılmış, sonraki süreçteki çatışma çok sert bir biçimde gelişmiştir. Metal işçilerinin Metal Eşya Sanayicileri Sendikası’na (MESS) karşı yürüttükleri grevler ve giderek yoğunlaşan yasa dışı grev ve işçi direnişleri sınıf mücadelesinin son derece gerilimli bir ortamda gelişmesine neden olmuştur.
1970’li yıllarda en dikkat çekici eylemlerin başında MESS’e karşı metal işçilerinin (DİSK ve Maden-İş’in) yürüttüğü grevler gelmektedir. 1976-77’deki ilk MESS grevlerinde en önemli tartışma, sözleşmenin herbir işyerinde ayrı ayrı patronlarla mı, yoksa MESS ile Maden-İş’in bütün işyerleri ve bütün işçiler için tek bir grup sözleşmesi olarak mı yapılacağı üzerinde olmuştur.
DİSK’in en büyük sendikası olan Maden-İş, grup sözleşmesinin patronları birleştireceğini ve birlikte davranmaya iteceğini, bunun da MESS üyesi patronlarla işçiler lehine sözleşme yapmayı zorlaştıracağını belirterek, “grup sözleşmesine evet” demenin işçi sınıfına ihanet olacağını ifade etmiştir. Grup sözleşmesi yapılmasının temel amacı, işçilerin daha fazla sürece katılabildiği işyeri toplu sözleşme düzeninin yerini işkolu sözleşmesine bırakmasıdır. Böylece bir işçi sendikası, o işkolundaki işveren sendikasına üye tüm işyerlerini aynı anda birleşmiş bir şekilde karşısında bulmaktadır. Genel grev, dayanışma grevi, uyarı grevinin olmadığı, grev hakkının alabildiğine kısıtlandığı dönemin koşullarında grevin hemen hiçbir etkinliğinin kalmayacağı Maden İş’in yayınlarında açıkça belirtilmiştir.
Maden İş’in bütün itirazlarına rağmen dönemin DİSK yönetimi, MESS’in bu tehlikeli tuzağını dikkate almayarak, grup sözleşmesi yapmanın, işçilerin lehine olduğunu, bunun burjuvazi karşısında işçileri birleştireceği ve daha güçlü kılacağı, bu nedenle grup sözleşmesi yapmanın sınıf açısından daha yararlı olacağı propagandasını yapmış ve sonuçta MESS’in istediği olmuştur.
1974 ve sonrasında ise işçi eylemlerinin ve bu eylemlere katılan işçilerin sayısı artmış, eylemlerin biçimleri sertleşmiştir. Bu dönemde yaşanan ekonomik gelişmelerin de etkisiyle kamu kesimi işyerleri de hareketlenmeye başlamış, hatta bazen işçi eylemlerinin odak noktası haline gelmiştir. MESS verilerine göre, 1976 ve 1977 yıllarında sadece MESS’e bağlı işyerlerinde yasadışı eylemlere ilişkin veriler şöyledir:

MESS’e bağlı işyerlerinde yapılan eylemler

Eylem biçimi    1976     1977
Oturma grevi    22    7
İşgal     1    1
Verim düşürme    13    8
Yemek boykotu    5    3
Diğer     4    6
Toplam     45    25

1977’de MESS’e karşı yapılan grevler, metal işkolunun o güne kadar tanık olduğu en büyük grevler olmuştur. MESS’in tespitine göre, 1977 grevleri, yalnızca o işkolunun sınırları içinde kalmayıp bütün işkollarındaki işçi-işveren ilişkilerini yakından ilgilendiren bir mücadele haline geldiği gibi, Türkiye solunun iktidardaki Milliyetçi Cephe Hükümeti’ni düşürmek için yürüte geldiği mücadelenin de merkezi olmuştur. Böylesi geniş ölçekli ve etkili sonuçlar yaratan bir kitle grevinin nedenlerinin salt işkolunun ve işyerlerinin ekonomik koşulları ve işçi talepleri çerçevesinde açıklanması elbette mümkün değildir.
İşçilerin yasaları karşılarına alarak gerçekleştirdikleri eylemler özellikle 1980 yılında artarak yaygınlaşmış, işyeri işgalleri ve güvenlik güçleriyle çatışma biçiminde de görülmüştür. Ayrıca yine bu dönemde farklı sendikalara üye işçilerin de ortaklaşa eylemler yaptığı görülmüştür.

1970-1980 arası grevler ve katılan işçi sayısı

Yıllar        Grev sayısı    Greve katılan     İşçi sayısı
1970    72    21.156
1971    78    10.916
1972    48    14.879
1973    55    12.286
1974    110    25.546
1975    116    13.708
1976    58    7.240
1977    59    15.682
1978    87    9.748
1979    126    21.011
1980    220    84.832

Ekonomik krizin derinleşmesi ve kitlesel işten atılmaların yoğunlaşmasına bağlı olarak, kamu sektöründe çalışan işçiler de 1970’li yılların ikinci yarısından itibaren hareketlenmeye başlamıştır. 1972-1980 arasında 1250 civarında grev eylemi gerçekleştirilmiştir.
1972-1980 dönemi, özellikle İstanbul işçilerinin Türkiye işçi hareketi içindeki ağırlıklarını yeniden duyurmaya başladıkları yıllardır. Bu dönemde işçilerin grev dışı eylemlerinin yüzde 40’ını İstanbul işçileri gerçekleştirmiştir. İstanbul’un tüm grevler içindeki payı 398 grevle yüzde 33’e yükselmiştir. Bu dönem, zaman zaman direnişlerin grevleri aştığı bir dönem olarak da bilinmektedir. Bu dönemde işyeri işgali eylemlerinde önemli bir azalma görülürken, dönem boyunca 200 kadar direniş saptanmıştır. Özellikle 1975, 1976 ve 1978 yılları direnişlere yoğun bir şekilde başvurulduğu yıllardır.
1976 yılında gerçekleştirilen DGM Direnişi, siyasal önderlik altında gelişen ve sendikal yaşamla bağlantısı sınırlı siyasal taleplerle ülke çapında gerçekleştirilen ilk eylemdir. 15-16 Haziran olayları DİSK’in dışında gelişirken, DGM Direnişi, dolaylı da olsa DİSK’in kararıyla gerçekleştirilmiştir. Dönemin DİSK yöneticileri, “işçileri serbest bıraktık” gibi açıklamalar yapsa da, o dönem işyerlerinde kurulan işyeri komiteleri bu direnişte etkili bir rol üstlenmiştir. DGM Direnişi sonrasında gelişen Profilo Direnişi ise işyeriyle sınırlı kaldı. Profilo’da örgütlü ve siyasallaşmış bir direniş gelişmiştir.
1970’li yıllarda belirgin bir yükseliş içine giren işçi-emekçi hareketinin ve sosyalist hareketlerin yükselişini engellemek adına gerçekleştirilen ilk ciddi katliam, 1 Mayıs 1977 yılında İstanbul Taksim’de 1 Mayıs kutlamaları sırasında yaşanmıştır. Ancak 1 Mayıs 1977’de bu amacın tam olarak başarılamamış olması, sonraki süreçte kontrgerilla faaliyetlerinin daha geniş bir alanda yürütülmesini beraberinde getirmiştir. Kontra faaliyetler sağ-sol çatışması, Alevi-Sünni çatışması (Maraş ve Çorum olayları) üzerinden geliştirilmiş ve bütün bu olaylar 12 Eylül’e giden yolun temel kilometre taşları olmuştur.
1977’den itibaren kriz koşulları belirginleşmeye başlamıştır. Bu dönemde işçi sınıfının örgütlülük düzeyi, kriz döneminde sermaye lehine önlemlerin alınmasının ve kaynak dağılımını sermaye lehine düzenlemenin önündeki en önemli engel olmuştur. Sendikal mücadele sonucunda ücretlerin yükselmesi, işçilerin özellikle büyük işletmelerde elde ettikleri haklar, kıdem tazminatının yaygınlaşması gibi gelişmeler, patronların işini zorlaştırmış ve krizi derinleştiren bir rol oynamıştır. Bütün bunlar, krizin sadece ekonomik önlemlerle atlatılamayacağını, işçi sınıfı mücadelesinin ve yükselen kitle hareketinin bastırılması için ekonomik olduğu kadar, siyasal baskı mekanizmalarının da devreye girmesini beraberinde getirmiştir.
1980 yılında 24 Ocak Kararları sonrasında grevlerde büyük bir artış görülmüştür. 25 Ocak 1980 tarihinde ülke çapında sadece 6.414 işçi grevdeyken, 27 Haziran 1980 tarihinde grevdeki işçi sayısı 57 bini aşmıştır. 1980 yılının ilk sekiz ayında 131 bin işçinin grevleri ertelenmiştir. 1980 darbesi grevleri yasaklamamış olsa, 1980’de yapılan grevlere katılan işçi sayısının 200 bini bulacağı belirtilmektedir.
Dönem boyunca, özellikle 1978 sonrasında, pek çok kez işçi eyleminde devlet güçleriyle silahlı çatışmalar yaşanmıştır. 1967-1970 döneminde yoğunlaşan fabrika işgallerinin bir benzeri, 1978 sonrası işçi hareketinin en tipik eylem biçimleri arasında yer almış, TARİŞ direnişi bu eylemlilik sürecinin en son, en büyük ve en etkili halkası olmuştur.

TARİŞ DİRENİŞİ
1970’li yılların sonuna gelindiğinde hem işçi eylemleri artmış, hem de ekonomik kriz derinleşmiştir. Buna ek olarak sık sık yaşanan hükümet değişiklikleri, özellikle kamuya ait fabrikalarda kadrolaşma girişimlerini gündeme getirmiş, o dönem koşullarında zor olmakla birlikte, işçilerin siyasi görüşleri doğrultusunda işe alınıp, işten çıkarılması sık sık gündeme gelmiştir.
1980 başında Süleyman Demirel azınlık hükümetinin İzmir TARİŞ’te faşist kadrolaşma amacı ile daha önce işe alınmış işçileri çıkarıp, yandaşı olan işçileri işe alma girişimine karşı direnen işçilere polis saldırmıştır. Bunun üzerine başlayan ve tüm şehre yayılan TARİŞ direnişi, 22 Ocak’ta polisin arama yapma bahanesiyle fabrikaya girmesiyle başlamıştır. Dönemin DİSK yönetimi kanlı olayların çıkacağı gerekçesiyle 31 Ocak 1980’de direnişi bitirmeye karar vermiş, ardından TARİŞ yönetimi bir hafta üretime ara verdiğini duyurmuştur.
TARİŞ, sosyalist-komünist siyasal örgütlenmelerin işçiler arasında etkili olduğu bir işyeridir. Demirel Hükümeti’nin oluşmasından kısa bir süre sonra, İzmir’de Devrimci Yol, Halkın Kurtuluşu, TEP, Devrimci Kurtuluş, Devrimci Sol ve Kurtuluş isimleriyle kendilerini ifade eden yapılanmalarının taraftarı TARİŞ işçileri “Devrimci Eylem Birliği” adı altında “anti-emperyalist, anti-faşist, anti-şovenist ilkeler temelinde” bir işbirliğine gittiklerini açıklayan ve “TARİŞ’e yapılacak herhangi bir saldırıya” tüm güçleriyle karşı koyacaklarını belirten bir bildiri yayınladılar. Bu işbirliği çok uzun sürmedi; ancak işyerindeki havayı yansıtması açısından önemlidir.
DİSK yöneticilerinin “yoğun” çabalarıyla TARİŞ işçilerin direnişi sona erdirmesi iktidardaki Milliyetçi Cephe (MC) hükümetini cesaretlendirmiş ve TARİŞ yönetimi 6 Şubat’ta gazetelere ilan vererek fabrikaları bir hafta süreyle kapatmıştır. İşçilerin kitlesel olarak işten çıkarılacağı haberlerinin duyulması üzerine işçiler işyerini terk etmeme eylemi başlatarak direnişe geçmiştir.
Çiğli İplik Fabrikası’nda 1500 işçinin fabrika kapılarını kapatarak barikat kurmasının ardından Çimentepe ve Gültepe halkı sokaklara barikatlar kurarak, mahalleye girişlere engel olmuştur. Mahallelerden çok sayıda devrimcinin silahlarla fabrikaya gelerek direnişçi işçilere katılması ve işçilerle polis arasında çıkan çatışma direnişin şehrin çeşitli bölgelerine, özellikle gecekondu mahallerine yayılmasını sağlamıştır. 14 Şubat’ta güvenlik güçleri büyük bir operasyona girişmiş ve 10 bin jandarma komandosunun panzerlerle kapıları kırarak fabrika bahçesine girmesinin ardından direniş zorla bastırılmıştır. Direnişin bastırılmasından hemen sonra 15 Şubat 1980’de İzmir’de sıkıyönetim ilan edilmiştir.
Türkiye işçi sınıfı tarihinde birçok kitlesel grevler, işyeri işgalleri gibi direnişler görmek mümkündür. Türkiye işçi sınıfı, 15-16 Haziran Direnişi, fabrika işgalleri gibi çok sayıda başarılı eylemlere imza atmıştır. TARİŞ direnişini, o ana kadar yapılan bütün grev ve direnişlerden ayıran en önemli nokta, Türkiye’nin ekonomik ve politik değişiklerinin nirengi noktası 24 Ocak Kararları’nın arifesine denk gelmiş olması ve sadece işçilerin değil, İzmir halkının önemli bir bölümünün de bu direnişe sahip çıkmasıdır.
TARİŞ olayları sosyalist-komünist örgütlenmelerin büyük bir işyerinde işçilerle birlikte ve mahalle halkının ve öğrencilerin de desteğini alarak devlet güçleriyle ilk kez silahlı çatışmaya girdiği olaydır. Bu olay, hem devlet, hem de işçi üzerindeki kontrolünü yitirdiğini gören DİSK yönetimi açısından da son derece önemlidir.
TARİŞ Direnişi’nin, orada çalışan işçilerin olağanüstü çabalarıyla, sendikalar, devrimci örgütler, meslek örgütlerinin yanı sıra İzmir halkının Gültepe, Çimentepe, Çiğli ve diğer semtlerdeki halkın olağanüstü çabalarıyla, her türlü polis ve jandarma baskısına rağmen günlerce sürmesi önemlidir.
Kuşkusuz TARİŞ Direnişi kendi başına sınıfa pek çok dersler sunan, bu nedenle de, ayrıca değerlendirilmesi gerek bir direniştir. TARİŞ Direnişi gerçekleştiği günlerde sınıf hareketinin birleşmesinin olanaklarını yaratmakla birlikte, İzmir başta olmak üzere ülke çapında yarattığı duyarlılıkla, olası bir genel grev için en ideal ortam oluşmuştur.
1980 yılının başında gerçekleşen TARİŞ Direnişi’nin arkasından çok sayıda grev ve direniş peş peşe gerçekleşmiş, işkenceler ve siyasi cinayetler hızla artmıştır. Bütün bu yaşananlar, ülke tarihinin en önemli olaylarından birisi olan 12 Eylül darbesiyle birlikte, işçi sınıfı mücadelesi ve sendikal hareket açısından çok daha zorlu ve sancılı bir döneme girilmiştir.

SONSÖZ
Bir bütün olarak 1970-1980 dönemine bakıldığında, eylemlerin ve bu eylemlere katılan işçilerin sayısında, işyerleri ve sendikalar arasında işbirliği ve dayanışmada, “yasa dışı” eylemlerin ve bu olaylara katılan işçilerin sayısında bir artış; taleplerde ise tek bir işyerini ilgilendiren sorunlardan daha geniş kapsamlı sorunlara doğru bir gelişim gözlenmiştir.
Genel olarak 1980 öncesi dönemde, işçi sınıfı, yürüttüğü mücadele içinde nasıl bir güce sahip olduğunu görebilmiş, kendi gücünün farkına varmaya başlamıştır. Mücadele pratiği işçi sınıfına hem kendisi hem de diğer sınıflar ve devlet hakkında küçümsenmeyecek bir eğitim sağlamıştır. İşçi sınıfı içinde ayrı bir sınıf olma bilinci, Türkiye topraklarında ilk kez bu dönemde belirgin bir şekilde derinleşmiştir.
1970’li yılların sonuna gelindiğinde hem işçi eylemleri artmış, hem de ekonomik kriz derinleşmiştir. Artık kâr oranları ve sömürü oranı düşmekte, özellikle 1979 ve 1980 yılındaki grevler emek ile sermaye arasında çetin bir mücadelenin başladığını göstermektedir. Krizin derinleştiği bu dönemde sermayenin yeniden yapılanmasını sağlayacak dönüşümün başlatılmasını amaçlayan yeni istikrar ve yapısal uyum politikaları, ancak 24 Ocak 1980 Kararları’nın alınması ve ardından bu politikaların uygulanması için gerekli ortamın 12 Eylül askeri darbesiyle oluşturulmasından sonra uygulanabilmiştir.

’60’lı yıllarda işçi sınıfı mücadelesi ve DİSK’in kuruluş süreci

Türkiye tarihinde, 1960 sonrası dönem, gerek siyasal tarih ve gerekse sendikal-siyasal mücadeleler açısından önemli mücadelelerin yaşandığı bir dönem olarak bilinir. Bu dönemden önce sürekli baskı altında tutulan, en temel işlevlerini bile yerine getiremeyen, fiilen dernek muamelesi gören sendikalar ve işçi hareketi için 1960’lı yılların önemli büyüktür. Bu yıllar, sadece işçi-sendika hareketini ve sendikaların mücadelesini güçlendirmekle kalmamış, öğretmenlerin, köylülerin ve öğrenci gençlik kesimlerinin örgütlenmesinde ve mücadelesinde de belirgin bir sıçramanın yaşandığı bir dönem olmuştur.
1960 sonrasında Türkiye kapitalizmi yeni bir gelişme dönemine girmiştir. Aynı yıllar, dünya çapında işçi hareketlerinin ve sınıf mücadelesinin belirgin bir şekilde yükseldiği, demokratik ülkelerde işçi sınıfının demokratik örgütlenme gücünün arttığı, dünya çapında ulusal kurtuluş hareketlerinin başarı kazandığı yıllar olarak bilinmektedir.
Türkiye’de 1960 sonrası yaşanan gelişmeler, büyük ölçüde sanayileşmenin ve onun ekonomik-sosyal etkilerinin bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Büyük kentlere doğru başlayan yoğun göç, insanların yaşam standartlarında meydana gelen değişiklikler, siyasal alanda yaşanan hızlı değişimler, artık kapitalizmin gerek ekonomik ve gerekse toplumsal anlamda Türkiye topraklarında kök salmaya başladığının birer göstergesi olmuştur.
1961 Anayasası ile işçi ya da memur ayrımı yapmaksızın tüm emekçilerin grev ve toplu sözleşme hakkı öngörülmüş, ancak bu hakların sınırlanarak da olsa yasalaşması için iki yıl geçmesi gerekmiştir. Grev ve toplusözleşme hakkının kullanımını düzenleyen 274 sayılı Sendikalar Kanunu ile 275 sayılı Toplu Sözleşme, Grev ve Lokavt Kanunu, işçilerin tepkileri ve mücadelesi ile ancak 24 Temmuz 1963 tarihinde yürürlüğe girmiştir. 275 sayılı yasada grevlerin yapılması belli şartlara bağlanmış, genel grev hakkı tanınmamış ve işçi sınıfının grevi siyasal amaçlarla kullanması, 1961 Anayasası tarafından yasaklanmıştır.
İşçi eylemlerindeki artış ve yoğunlaşma, 274 ve 275 sayılı yasalardan önce başlamış, düzenlenen eylemlerle işçi hakları konusunda yasal düzenlemelerin yapılmasının talep edilmesinin yanı sıra, işten atmalar ve düşük ücretler nedeniyle işçilerin protesto eylemleri gerçekleşmiştir.  Özellikle İstanbul İşçi Sendikaları Birliği’nin yoğun çabasıyla 31 Aralık 1961 tarihinde gerçekleşen Saraçhane Mitingi tarihsel bir önem taşımaktadır. Sendikalaşma ve grev haklarının yasalaşması talebini ortaya koymak için 200 bine yakın işçinin katılımıyla düzenlenen bu miting, 1960’lı yıllarda yükselen sınıf hareketinin fitilini ateşlemiştir.
Ağustos 1963 ile Aralık 1964 tarihleri arasındaki 17 ay içinde Türkiye’de 75 grev gerçekleşmiş, bu grevlerde toplam 195.106 işgünü kaybedilmiştir. Aynı süre içinde 2.924 işyerinde 391.838 işçiyi kapsayan 824 toplu iş sözleşmesi imzalanmıştır .

1960’LARDA İŞÇİ SINIFININ DURUMU
1960’lı yılların başında Türkiye nüfusunun yüzde 65’i tarımla uğraşmasına karşın, özellikle İstanbul, Kocaeli, Adana, İzmir gibi şehirlerde imalat sanayinin gelişmesi hızlanmıştır. Bu dönemde Türkiye ağırlıklı olarak bir tarım ülkesi olmakla birlikte, kapitalist üretim ilişkileri hızla bir gelişme ve hakim üretim biçimi haline gelme yoluna girmiştir. “1960’lı yıllarda kapitalist üretim biçimi hakim olmakla beraber, yarı-feodal tarımsal üretim ve basit meta üretimi de devam etmektedir.”
1960’larda işçi sınıfı sayısal olarak yoğunlaşırken, aynı zamanda içinde bulunduğu sömürü koşulları da belirgin bir şekilde ağırlaşmıştır. Bu durum, bu dönemde işçi eylemlerinin ve sendikaların gücünün artmasının en önemli nedenlerinden birisi olarak dikkat çekmiştir.
Türkiye’de sanayinin hızla gelişmesine paralel olarak, işçi sayısı da belirgin bir şekilde artmıştır. Resmi kayıtlara göre, Türkiye’de, 1960 yılında 2 milyon 437 bin işçi çalışıyorken, 1970 yılında bu sayı 3 milyon 145’e kadar yükselmiştir. Bu dönemde tespit edilen sendika sayısı 737 iken, bu sendikaların 302’si ulusal çapta faaliyet gösteren sendikalardır. Bu dönem yerel sendikaların sayısının ise 435 olduğu belirtilmektedir. Aynı dönemde, sendikalaşma oranlarında da ciddi artışların olduğu görülmektedir. Ancak 1963’te çıkarılan 274 Sayılı Sendikalar Kanunu birden fazla sendikaya üye olabilme hakkı tanıması nedeniyle bu dönem içindeki sendikalı işçi sayısı fazla göründüğünden, bu konuda net ve güvenilir bilgilere ulaşmak son derece zordur. O dönem, bir işçi hem Türk İş’e, hem de DİSK’e bağlı bir sendikaya üye olabilme hakkına sahiptir. İşçilerin önemli bir bölümü bu yolu kullanarak her iki konfederasyona bağlı sendikalara üye olduklarından, sendikalı işçi sayısı fazla görülmektedir. Ödenen aidatlar açısından bakıldığında ,Türk İş’in 600 bin, DİSK’in 100 bin, çoğunluğunu yerel düzeyde kurulan sendikaların oluşturduğu ve her iki konfederasyona üye olmayan bağımsız sendikaların 400 bin üyesinin olduğu görülmektedir .
1950’li yıllarda sanayinin gelişmesine paralel olarak yerellerde kurulan sendikaların yaratmış olduğu hareketliliğin ardından, 1960’lı yıllardan itibaren işçi eylemlerinde ciddi bir artış görülmüştür. Özellikle 1967’den başlayarak 1970 yılına kadar çeşitli işçi eylemlerinde görülen artış dikkat çekicidir. İşçiler, yaptıkları eylemleri güçlendiren ve sendika yöneticilerinden çok, büyük ölçüde kendi inisiyatiflerine dayanan bir sendikal örgütlülüğün ne kadar önemli olduğunu gördüklerinde, çok daha kararlı bir şekilde hak arama mücadelelerine girmişlerdir.

Grev, İşgal, Pasif Direniş, Miting
ve Yürüyüş Sayıları (1961-1970)

Yıllar    Eylem Sayısı    Yüzdesi
1961    4    0.52
1962    15    1.97
1963    15    3.28
1964    97    12.73
1965    57    7.48
1966    74    9.71
1967    129    16.93
1968    88    11.55
1969    123    16.14
1970    150    16.69
Toplam    762    100

1961-1970 arasında gerçekleşen 762 eylemin 539’u grev, 45’i işyeri işgali, 82’si pasif direnme, 69’u miting ve yürüyüş, diğer 14 ve bilinmeyen 13 şeklinde olmuştur. Bu dönem yapılan işçi eylemlerinin yüzde 43’ü ücret ve sosyal hak yetersizliği gibi nedenlerden çıkmıştır. Bunun yanı sıra bu dönemde işçilerin kimi zaman iş yasasına karşı, kimi zaman işten atılan arkadaşları için dayanışmak amacıyla, kimi zaman da işçileri sarı sendikalara geçirme girişimlerine karşı eylemler yaptığı bilinmektedir .
1961 Anayasası ile grev ve toplu sözleşme gibi en temel haklarını kazanan işçi sınıfı, 1971 yılına kadar yoğun bir eylemlilik hareketi başlatmıştır. Bunun sonucunda bir taraftan işçi sendikalarının üye sayısı ve etkisi hızla artarken, diğer taraftan sendikaların özellikle fabrikalarda işyeri temsilciliklerini ve fiilen kurulan işyeri komitelerini düzenli bir şekilde işletebildiği dönemlerde başta ücretler ve sosyal haklar olmak üzere önemli kazanımlar elde edilmiştir.
Özellikle 1967-1971 yılları arasında topraksız köylülerle, sanayi kesimine bağlı tarımsal ürün yetiştiren küçük ölçekli köylülük bazında da bir huzursuzluk söz konusudur. 1968 yılı sonrası özellikle 1969 yılında çeşitli bölgelerde bu kesimler toprak işgallerine yönelmişlerdir. İşçiler, öğrenciler ve son olarak köylüler fabrikaları, fakülteleri, toprakları işgal ederek, rejim için önemli bir tehdit haline gelmeye başlamıştır.

DİSK’İN KURULUŞ SÜRECİ
Türk İş, 1961 Anayasası’nın grevli toplu sözleşmeli sendika hakkını tanımasından sonra, mevcut hükümetlerle bu hakkın uygulamaya konulması konusunda diyalogu esas alan bir tavır geliştirmiştir. Bu doğrultuda, 1960 yılında Seyfi Demirsoy başkanlığındaki Türk İş yönetimi çeşitli adımlar atmış ve ilk olarak da mevcut sisteme ne kadar yakın olunduğu gösterilmek için 1960’lı yılların başında başta Ankara olmak üzere bazı şehirlerde “Komünizmi Tel’in” mitingleri düzenlemiştir . Bu mitingleri 1964 yılında yapılan Türk İş 5. Genel Kurulu’nda alınan “partiler üstü politika” kararı izlemiştir.
1960’ların ortasından itibaren işyerleri ve tek tek fabrikalar üzerinden işçilerin inisiyatifiyle yükselmeye başlayan talepler ve bu talepler etrafında gerçekleştirilen eylemler, o dönem farklı bir sendikal mücadele yaklaşımını gerektirmiştir. İşçi sınıfının yerel ve ulusal düzeyde ulaştığı örgütlenme ve eylemlilik düzeyi, Türk İş’in uzlaşmacı sendikacılık anlayışının sınırlarını pek çok yönden zorlamış, konfederasyon içinde çeşitli tartışmalara neden olmuş, ancak sonunda hep “diyalogcu” ve “uzlaşmacı” çizgi hakim gelmiştir.
1961 yılında Türk İş içindeki diyalogcu yaklaşımı eleştiren 12 sendikacının öncülüğünde kurulan Türkiye İşçi Partisi (TİP) ve özellikle 1960’lı yılların ikinci yarısından itibaren yükseliş gösteren işçi örgütlenmeleri ve yapılan eylemler, Türkiye sendikal hareketindeki yeni dönemin ilk somut işaretleri olarak ortaya çıkmıştır. Sonraki süreçte, bütün bu siyasi gelişmelere ve gittikçe radikalleşen işçi eylemlerine duyarsız kalan Türk İş yönetimi ile çoğunluğu yerellerde örgütlü ve işçi hareketinin o dönem en dinamik kesimini oluşturan sendikalardaki mücadeleci eğilim arasındaki açının giderek açıldığı görülmüştür.
Türk İş içinde mevcut yönetimin uzlaşmacı çizgisinden memnun olmayan, temel hakların daha sert mücadelelerle kazanılabileceğine inanan, sendikal-siyasal anlamda daha mücadeleci bir eğilim hep var olmuştur. 1960’ların siyasi ortamı içinde giderek güçlenen bu eğilim, dünyada ve Türkiye’deki siyasi gelişmelerden etkilenmiş ve Türk İş yönetiminin uzlaşmacı çizgisini ve “partiler üstü politika” ilkesini  sürekli eleştirmiştir.
İşçilere grev hakkının tanındığı 1963 yılından sonra, işçi sınıfı eylemlerinin belirgin bir şekilde arttığı görülmüştür. Türk Metal Sanayicileri Sendikası (MESS) ile Türk Maden İş sendikası arasında yürütülen toplu sözleşmelerin uyuşmazlıkla sonuçlanması üzerine Sungurlar Kazan fabrikasında 17 Ağustos 1964 tarihinde grev yapılmış, bu grev karşısında Türk İş yönetimi, sendikadan grevi sona erdirmesini istemiştir. İşçilerin Türk İş’in denetimi dışında greve çıkması karşısındaki tavrı, o dönem mücadeleleri ile öne çıkan bazı sendikaların Türk İş’ten kopuş sürecini olgunlaştırmıştır. Bu koşullar, 1966 Ocak ayında gerçekleşen Paşabahçe Grevi ile doruk noktasına ulaşmış, Paşabahçe grevi sürecinde giderek belirginleşen iki farklı sendikal eğilimin çarpışması en üst düzeyde yaşanmıştır.
Paşabahçe Grevi, Paşabahçe Şişe Cam Fabrikası’nda 31 Ocak 1966 ile 26 Nisan 1966 tarihleri arasında Kristal İş Sendikası’nın kendisine hükümet tarafından önerilen toplu iş sözleşmesini kabullenmemesi sonucu gerçekleşmiştir. Türk İş başlangıçta desteklediği bu grevi, 20 Mart 1966 tarihinden itibaren işverenin sunduğu sözleşmenin Kristal İş tarafından kabul edilmemesini gerekçe göstererek, desteklememe kararı almıştır .
Türk İş yönetimine rağmen grevin bazı sendikalar tarafından desteklenmesi ve bundan sonraki grevlerde, Türk İş’ten ayrı olarak, Sendikalar Arası Dayanışma Komitesinin kurulması, Türk İş’ten kopuşa son noktayı koymuş ve 13 Şubat 1967 tarihinde “Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu” (DİSK) kurulmuştur.
Yeni kurulan örgütün adının “Devrimci İşçi sendikaları Konfederasyonu” olarak belirlendiği dönemde, Türkiye siyasal yaşamında “devrimci” kavramı, “Atatürk devrimleri” anlayışı ile bağlantılı ele alınmaktaydı ve DİSK kurulurken de aynı esinle kabul edilmiştir. Kuruluş yıllarında DİSK’in “devrim” anlayışı, 1961 Anayasası’nın tam olarak uygulanmasıyla sınırlıdır. Bu anlayış, DİSK’in kuruluş belgelerinde de açıkça ifade edilmiştir. Bu kavram, 1970’lerin ikinci yarısında alacağı anlamdan tümüyle farklı bir anlamda kullanılmıştır .
DİSK’in 1967-1971 dönemi boyunca temel talebi 1961 Anayasa’nın uygulanması olmuştur. DİSK, tüm “devrimci” söylemine rağmen TİP’in parlamento odaklı çizgisiyle uyumlu bir politika izlemiştir. DİSK’in bu çizgisi, işçi sınıfı hareketine yaklaşımını belirlediği gibi, devlet tarafından önemli bir tehdit olarak algılanmasının da önüne geçmiştir. Nitekim 12 Mart darbesi döneminde, Türkiye Öğretmenler Sendikası’nın (TÖS) faaliyetleri sıkıyönetim tarafından durdurulurken, DİSK’e dokunulmamış olması, DİSK’in “devrimcilik” konusunda sınırları fazla zorlamadığının bir göstergesidir.
DİSK’in kurulması, Türk İş’in ve bağlı sendikaların patronlarla ilişkilerini geliştirmiştir. DİSK’e bağlı sendikaların bir işyerinde örgütlenmeye başlaması durumunda birçok işveren Türk İş’e bağlı bir sendikayla bağlantı kurarak, onları işyerinde örgütlenmeye davet etmiştir. DİSK’in kamuoyunda yarattığı izlenim sonucunda, DİSK’in örgütlenme çalışmaları, Türk İş’e bağlı sendikaların üye sayısının fazla bir çaba gerekmeksizin artmasına yol açmıştır. “İthal ikameci” sanayileşme modeli, sürekli ekonomik büyüme ve devamlı genişleyen iç pazar koşullarında, DİSK’in varlığı ve çabaları, tersinden, patronların desteği dolayımıyla, Türk İş’i güçlendirmiştir. Bunlara ve benzeri etmenlere bağlı olarak, 1967-1971 döneminin, DİSK’in örgütlenmesi ve mücadelesi açısından başarısız geçtiği bile iddia edilmektedir .
1967, sınıf hareketinin ileri atılımı için kimi olumlu etkenlerin bir araya geldiği bir yıl olmuştur. Her şeyden önce emekçi sınıfların mücadelesi ve öğrenci gençlik hareketi belirli bir yükseliş dönemi yaşamaktadır. Türk İş’in partiler üstü politikası ve sınıf işbirlikçi çizgisine kısmen ve çoğunlukla görünüşte de olsa karşı çıkan DİSK, o dönemde işçi sınıfı için yeni bir mücadele alternatifi olarak görülmeye başlanmıştır .

İŞÇİ EYLEMLERİNİN KARAKTERİ
İşçi eylemleri denildiği zaman, akla, öncelikle örgütlü işçilerin yaptıkları eylemler ya da sendikalaşmak için yapılan eylemler gelir. Oysa işçi hareketi, ne sadece sendikaların, sendikalaşmak isteyen işçilerin yaptıkları eylemlerden ibarettir, ne de şu ya da bu düzeyde gerçekleşen sendika eylemleri tek başına işçi eylemlerinin tamamını oluşturmaktadır. İşçilerin fabrikasında, mahallesinde, evinde, kısacası tüm ekonomik-sosyal-kültürel yaşamında ortaya çıkan ilişkilerden etkilenen bir olgu olarak görülmesi gereken işçi eylemlerinin, 1960’lı yıllarda, özellikle işyeri merkezli ve işçilerin inisiyatifine dayanan eylemler (özellikle grevler, fabrika işgalleri, kısa süreli iş durdurmalar, yürüyüşler vb.) şeklinde hayata geçirildiği görülmüştür.
Türkiye işçi sınıfı ve sendikacılık hareketinin geleneğinde işyeri işgali, 1968 yılına kadar önemli bir yer tutmamıştır. İlk önemli işgal, üniversitelerdeki boykot ve işgal olaylarından kısa bir süre sonra başlayan Derby işgalidir. 4 Temmuz 1968 günü, İstanbul Bakırköy’deki Derby Lastik Fabrikası’nda çalışan 1600 işçi, işyerinde Kauçuk İş Sendikası’nın kendilerinin dışında toplu iş sözleşmesi imzalamasını önlemek ve DİSK’e bağlı Lastik İş Sendikası aracılığıyla çeşitli haklar elde etmek amacıyla, işyerini işgal etmiştir.
İşyeri işgal eylemleri, kısaca, üretimin yapıldığı alan ve araçlara, orada çalışan işçiler tarafından el konulması şeklinde ortaya çıkmıştır. Bu tür eylemlere; genellikle ücret artışı ve çalışma koşullarının düzeltilmesi gibi talepler dile getirilmesi, toplu sözleşme sürecine işçilerin lehine müdahale edilmesi, fabrikanın kapatılmasını ya da özelleştirilmesini engellemek, grevci işçilerin işten atılmasını önlemek, işvereni ya da devleti protesto etmek veya çalışma yaşamına yönelik politikalara tepki vermek gibi amaçlarla, grev gibi mücadele araçlarının yetersiz kaldığı noktada başvurulduğu görülmüştür.
Bu dönemde işçiler tarafından yapılan işçi eylemlerinin başarılı olmasının en belirgin nedeni, güçlü bir işyeri örgütlülüğü oluşturulabilmiş olmasıdır. Örgütsüz işyerlerinde oluşturulan fiili komiteler, örgütlü işyerlerinde işyeri temsilciliklerinin aktif olarak çalıştırılması, işçi eylemlerinin daha örgütlü ve daha sonuç alıcı bir içerikte hayata geçirilmesini sağlamıştır. 1967-1971 yılları arasında gerçekleşen işçi eylemlerinin büyük bölümünde, DİSK’in kurumsal ya da örgütsel etkisinden çok, tek tek fabrikalarda kurulan işçi komitelerinin etkili olduğunu özellikle belirtmek gerekir. İşçi komiteleri, işçilerin temsilcilerini doğrudan seçtikleri, aşağıdan yukarıya yapılandırılmış fiili işyeri örgütlenmeler olarak ortaya çıkmış ve yapılan eylemler başından sonuna bu komiteler aracılığıyla ve onların denetiminde hayata geçirilmiştir.
Genel olarak işyerinde yaşanan sorunlara yönelik ortak hareket biçimleri geliştirebilmek ve toplu bir şekilde çözümler bulabilmek amacıyla kurulan komiteler, çoğunlukla sendikaların bürokratikleşmesinin ve tabandan uzaklaşmasının yarattığı sorunlara karşı aşağıdan getirilen bir çözüm olmuştur. Dolayısıyla bu dönemde yapılan eylemlerin büyük bölümü, (Maden İş ve Lastik İş’i kısmen dışında tutarsak) DİSK’in işyerlerini merkez alan sendikal politikalarının bir sonucu olarak değil, DİSK üyesi olan ya da olmayan işçilerin, kendi aralarında oluşturdukları fiili örgütlülük ve işçilerin birliğini sağlam temeller üzerinde kurmuş olmasıyla gerçekleşmiş ve başarıya ulaşmıştır. Bu durum, doğal olarak, bu dönemde DİSK yönetiminin kişisel çabalarının çok ötesinde, DİSK’in örgütlülüğünü de güçlendiren bir rol oynamıştır.
Doğrudan üretim birimleri olan işyerleri veya fabrikalarda oluşturulan fabrika ya da işçi komiteleri, o dönem, işçi hareketinin en temel dayanak noktasını oluşturan fiili örgütlenme biçimi olmuştur. Bu komitelerin işçilerin taleplerini ve bilinç durumlarını diğer örgütlere göre daha iyi ve doğrudan yansıtması, özellikle sınıf mücadelesinin keskinleştiği dönemlerde, kitle hareketinin mevcut sendikal örgütlenmesinin kapasitesini zorlayan bir rol de oynamıştır.
Bu dönemde yapılan işçi eylemlerinin başarılı olmasında büyük rol oynayan işçi komiteleri, işçilerin günlük ekonomik mücadelesinin, giderek kapitalist sistemin yarattığı sorunlara karşı mücadeleye dönüştürülmesi açısından etkili bir araç işlevi de görmüştür. Ancak bu dönem, koşullar uygun olmasına rağmen, kurulan işyeri komitelerin, ekonomik ve siyasal mücadele ayrımına son verebilme potansiyelinin yeterince kullanılabildiği söylenemez.
İşçi komiteleri, sendikanın tersine, işkolunda değil, işyeri ölçeğinde, yani üretim noktasında örgütlendikleri için, işçilerin mücadelelerinde daha elverişli örgütler haline gelmişlerdir. Öncelikle komitelerin karar alıcı ve yöneticilerinin de bizzat işçilerin kendileri olmaları, ikinci olarak herhangi bir yasal sürece bağlı olarak hareket etmemeleri, bu fiili örgütlere pratikte hızlı karar alma ve uygulama olanağı vermiştir.
1967-1971 arasında belirgin bir şekilde artan işçi eylemleri ve örgütlenme girişimleri, ağırlıklı olarak ekonomik amaçlar taşıyan ve fabrika ölçeğini aşmayan komite türü fiili örgütlenmeler üzerinden yapılmıştır. Söz konusu komitelerin o dönem kalıcı olarak örgütlenmekten çok, yapılacak işçi eylemlerini hazırlamak amacıyla sendika ya da ileri işçiler tarafından örgütlenen sonuç almaya yönelik yapılar oldukları ve genellikle eylemin sona ermesinin ardından varlıklarını sürdürmedikleri görülmüştür.
1967-71 dönemi, Türkiye işçi sınıfı hareketi açısından önemli bir dönemeç noktasıdır. Bu dönemde politik hayata ağırlığını belirgin bir şekilde koyan işçi hareketi, eylemlerini şiddetlendirip grev ve yürüyüşler yanında sınıf eyleminin en radikal biçimlerinden birisi olan işyeri işgalleri de gerçekleştirmiştir. Çoğu zaman kendiliğinden bir şekilde ortaya çıkan ve gelişen bu eylemler, 15-16 Haziran Direnişi’nin de altyapısını hazırlamıştır.

15-16 HAZİRAN 1970 DİRENİŞİ
Türk İş’in iktidar yanlısı tavrı, mücadeleci işçilerin DİSK’e yönelmesini hızlandırmıştır. Bunun üzerine, Türk İş yönetimi, DİSK’i etkisiz hale getirmek, TİP ve DİSK işbirliğinin yol açtığı gelişmeleri engellemek için, Sendikalar Kanununu değiştirmek amacıyla, iktidarda olan Süleyman Demirel’in Adalet Partisi (AP) ile işbirliği yaparak ortak hareket etmiştir.
Türk İş’in desteğiyle, AP tarafından hazırlanan 1317 sayılı yasanın 9. maddesi bir konfederasyonun Türkiye çapında kurulabilmesi için sendikalı işçilerin 1/3’ünü örgütlemesi şartını getirmiştir. 1970 yılında Türkiye’de 1.313.500 sendikalı işçi vardır. Ülke çapında faaliyet yürüten iki büyük konfederasyondan büyük olan Türk-İş’in üye sayısı 400 bini biraz aşmaktadır. DİSK’in üye sayısı ise 50 bin civarındadır .
Bu kanunla güdülen amacın DİSK’i kapatmak olduğu iktidar sözcüleri tarafından açıkça dile getirilmiştir. Dönemin Çalışma Bakanı Seyfi Öztürk, 1970 yılı Mayıs ayı ortalarında yaptığı bir açıklamada, “ideolojik akımların aleti haline gelmiş sendikalar ile tabela sendikaları bu kanun çıkar çıkmaz kendiliğinden infisah edecektir” diyerek  iktidarın asıl amacını net bir şekilde ortaya koymuştur.
Yeni yasaya göre, bu durumda DİSK’in tarihe karışması, Türk İş’in ise, DİSK’in belirtilen sayıya ulaşamaması nedeniyle daha sonra kendisine katılacak DİSK’li işçilerle birlikte yeter sayıyı yakalaması hesaplanmıştır. Böylece, düzen içi, hükümetlerle uzlaşma yolunda “partiler üstü politika” yönelişini sürdüren Türk İş, yeni yasanın 29. maddesinden aldığı yetkiyle kendine bağlı sendikaları daha rahat denetleme imkanı bulmuştur. Sendikadan ayrılmaya noter şartının getirilmesi de, yeni düzenleme gereği, Türk İş’ten kopma ihtimali bulunan işçilere bürokratik bir zorluk çıkarmak ve onları kayıt altına almak için yapılmıştır.
15-16 Haziran 1970 yılında, Ankara, İstanbul ve Kocaeli merkezli olarak yapılan kitlesel yürüyüş ve eylemler, Türkiye’de gerek sendikal mücadele, gerekse işçi sınıfının mücadele tarihi açısından en üst nokta olarak ifade edilmektedir. Eylemler sadece DİSK üyesi işçilerle sınırlı kalmamış, çoğunluğu Türk İş üyelerinin bulunduğu çok sayıda fabrikadan işçiler 15-16 Haziran’da alanlara çıkmıştır.
15-16 Haziran eylemlerine katılan işçi sayısının fazlalığı, başka sendikalardan ve sendikasız işçilerden katılımların yoğun olmasıve  o dönemdeki eylemlerin yaygınlaşmasında, sendikaların gücünü işyerlerinden almasının önemi tartışmasız derecede büyük olmuştur. 15 Haziran günü, 115 işyeri ve binlerce işçiyle başlayan, 16 Haziran günü 168 fabrika ve 150 bini aşkın işçiyle devam eden 15-16 Haziran direnişi, etkisini en çok, Türkiye işçi sınıfının kalbi sayılan İstanbul ve İzmit’te göstermiştir. İstanbul’da, Gebze’de, İzmit’teki fabrikalarda üretim büyük ölçüde durmuştur. Her tarafta işçiler çeşitli yürüyüşler, mitingler düzenlemiş, kent merkezlerine doğru akmaya başlamışlardır. DİSK yönetiminin böylesi bir karar almamasına rağmen, işçilerin kendi iradeleriyle kitlesel olarak harekete geçmiş olması önemlidir.
DİSK üst yönetiminden hiçbir sendikacının, tamamen işçilerin inisiyatifi ile gerçekleşen büyük işçi direnişine katılmamış olması, 15-16 Haziran Direnişi’nin, DİSK yönetiminin değil, tamamen Türk İş ve DİSK’e bağlı sendikalara üye işçilerin inisiyatifi ve kontrolü altında hayata geçirildiğini göstermektedir. 15-16 Haziran Direnişi sırasında DİSK Genel Başkanı’nın radyodan yaptığı konuşma ile işçileri sakin olmaya ve fabrikalarına geri dönmeye çağırması, DİSK’in sendikal mücadele konusunda 1970’li yıllarda daha net görülecek olan “bürokratik” yaklaşımını net bir şekilde ortaya koymaktadır.
15-16 Haziran olayları sonrasında 4.318 işçi işten atılmış ve kara listeye alınmıştır. Bu durum, 12 Mart’a karşı işçi sınıfından bir tepkinin gelememesinin önemli nedenlerinden biridir. Ayrıca, 15-16 Haziran 1970 başkaldırısı sonrasında, –12 Mart darbesine giden koşulların ve ardından darbenin de etkisiyle– son üç yılın işçi hareketlerinin merkezi olan Marmara bölgesinde işçi sınıfı neredeyse tümüyle sessizleşmiştir . Yaşanan toplumsal baskının da etkisiyle, 1317 Sayılı Kanun’da yer alan birçok düzenleme, Anayasa Mahkemesi tarafından Anayasaya aykırı bulunarak iptal edilmiştir.
15-16 Haziran, farklı konfederasyonlara bağlı sendikalarda örgütlü, çeşitli işkollarında çalışan ve farklı illerdeki işçilerin ücret dışı haklar için ortaklaşa ilk eylemi olması açısından, Türkiye işçi sınıfı ve sendikal hareketi içinde özel bir yere sahiptir. 15-16 Haziran öncesi yapılan tüm işçi eylemleri, dönemin koşullarının da doğal bir sonucu olarak, sadece tek tek işyerleriyle sınırlı olarak gelişirken, 15-16 Haziran işçi direnişi ile birlikte farklı illerden ve farklı işkollarından geniş bir işçi kitlesinin, işyeri sorunlarını aşan, işçi sınıfının kendisi için sınıf olma yolunda ilerlediği ortak bir eylem gerçekleştirmiş olması, günümüz açısından da önemli dersler içermektedir.
15-16 Haziran Direnişi, Türkiye işçi sınıfının tarihindeki en büyük kitlesel direniştir. 15-16 Haziran’ın bir önemli özelliği de, işçilerin kişisel, grupsal ve lokal çıkarları için değil, örgütlendikleri sendika ve konfederasyonu korumak için eylem yapmasıdır. Daha önce yaşanan işçi eylemlerinin, işçi sınıfının ekonomik ve sosyal hak taleplerine yönelik olarak yapıldığı bilinmektedir.

SONSÖZ
1960-1970 yılları arası, işçi sınıfının gerek sayısal olarak gerekse işçi-sendika hareketi, örgütlenme ve mücadele geleneği yaratma bakımından Türkiye’de işçi sınıfı mücadelesinin en önemli dönemi olarak bilinmektedir. Ancak aynı dönem, gerek sivil ve gerekse resmi açılardan geliştirilen baskı ve sindirme eylemlerinin de en yüksek boyutlarına ulaştığı yıllar olmuştur. Dolayısıyla toplumun tüm kesimlerini kapsayan kesin ayrışmalar üzerinden artarak süren sınıf mücadelesi ilerleyen yıllarda daha da şiddetlenmiştir.
1960’lı yılları, özellikle ikinci yarısını, önemli kılan en önemli özellik, farklı biçimlerde ortaya çıkan işçi eylemlerinin, büyük ölçüde işçilerin kendi aralarında oluşturdukları fiili örgütlenmeler üzerinden gerçekleştirilmesi, sendikal örgütlenmelerin de bu örgütlülüklere dayanmasıdır. İşçilerin yapılan eylem, grev ya da işyeri işgallerinde başından sonuna inisiyatif ve denetimin imkanı olması, eylemlerin başarılı ve sonuç alıcı olmasının en önemli nedenidir.
1960’lı yıllarda gerçekleştirilen işçi eylemlerinin ve direnişlerinin temel özelliği, 15-16 Haziran Direnişi’ni dışında tutarsak, büyük ölçüde ekonomik temelde gelişmiş hareketler olarak ortaya çıkmış olmasıdır. Bu durumun doğal bir sonucu olarak, işyerlerinde oluşturulan komiteler varlıklarını uzun süre sürdürememiş ve işçi sınıfının siyasallaşması noktasındaki etkileri son derece sınırlı olmuştur.
1960’lı yıllarda gerçekleşen işçi eylemleri ve işyeri temelli örgütlenme ve mücadele deneyimlerinin sonuçları, işçi sınıfı hareketinin gerçek anlamda başarıya ulaşabilmesi için örgütlü siyasal mücadele içine neden girmesi gerektiğini açık bir şekilde göstermiştir. İşçi sınıfı mücadelesinin, hedefleri ve örgütleri ile ekonomik düzeyi aşarak siyasal mücadele aşamasına ulaşmadıkça, yapılan güçlü ve etkili sendikal eylemlerin, kazanılan hakların hepsinin geçici olmasının kaçınılmaz olduğu, geçmişten günümüze kadar yaşanan sendikal mücadele pratiği ile daha belirgin bir şekilde görülmüştür.

Temel bir hak ve toplumsal bir talep olarak anadilinde eğitim

Eğitim, verili toplumsal yapının ve egemen ideolojinin yeniden üretimi işlevini etkili bir şekilde yerine getiren bütünlüklü bir ilişki ve süreci ifade eder. Kapitalist ilişki ve süreçlerin egemen olduğu toplumlarda eğitim sistemi, kaçınılmaz olarak o toplumdaki sınıf farklılıkları başta olmak üzere, yarattığı ve derinleştirdiği her türlü farklılaşmanın (toplumsal cinsiyet, etnik ve inanç farklılıkları vb.) eğitim sistemi aracılığıyla yeniden üretiminde önemli bir işlev görür. Eğitim sistemi dolayımıyla, bir taraftan söz konusu farklılaşmalar üzerinden eşitsizliklerin sürmesi sağlanırken, diğer taraftan tüm bu farklılıklar üzerinden sistemin işleyiş mantığına paralel olarak, bahsi geçen farklılıkların görünmezliği sağlanmaya çalışılır.
Kapitalizm, eğitim sistemi üzerinden işleyiş mantığı ile uyumlu bir toplumsal yapı ve işleyiş oluşturmaya çalışırken, bireyleri belli standartlar içinde normalleştirerek, toplumdaki güç ve iktidar ilişkilerinin içselleştirilmesini sağlamış, bu genel mantığı kabul etmeyenlere karşı ise baskı ve tahakküm araçlarını kullanmaktan geri durmamıştır.
Sanayi devrimine paralel olarak gelişen zorunlu eğitim uygulaması, insanları kapitalizmin ihtiyacı olan ve önceden belirlenmiş düşünsel ya da davranışsal kalıplara dökmek üzere gündeme gelmiştir, ama kuşkusuz ki ileri bir adımdır.
Kapitalist toplumda eğitim sistemi, gerek yapısı, gerekse işleyişi itibariyle, şüphesiz ki kapitalizmin ihtiyacı olan “eğitilmiş insan”ı üretmek üzere işlerken, eğitim hakkı kavramının nasıl somut hale geleceği önem kazanır. Eğitim hakkı talebi, aynı zamanda emekçilerin, egemen konumda olmayan etnik kimliklerin, farklı dil ve kültürlerin yetkinleşme ve farklı olmak üzerinden kendisini özgürleştirme (özne olarak kabul edilme) ihtiyacını da kapsamak zorundadır.
Ezilen sınıf ve halk kesimleri açısından bakıldığında, eğitim hakkı talebini, toplumdaki farklılıkların özgürleşmesine olanak sağlayacak bir eğitimi de kapsamak üzere, parasız, bilimsel, demokratik, zorunlu ve anadilde eğitim sistemi oluşturulması yönündeki talepler olarak ifade etmek mümkündür. Bu noktada, eğitim hakkı kavramını, eğitimin mevcut amaç, yapı ve işleyişini, toplumda egemen olmayan halk kesimlerinin ihtiyaçları, eşitlik ve özgürlük talepleri doğrultusunda dönüştürmeye yönelik, geçerli siyasal bir talep olarak yorumlayabilmek de mümkündür.
Eğitim hakkının yaşama geçirilmesinin en temel koşullarından birisi, kamu tarafından yürütülmesi ise, diğer koşulunun da, içeriğinin yine kamusal bir anlayışla parasız, bilimsel, demokratik, laik ve anadilinde olması, farklı dil ve kültürlerin özgürce gelişmesini sağlamayı hedeflemesidir. Bu koşullar sağlanmadığında, eğitimin, o anki mevcut statükoyu yeniden üreterek
devamlılığını sürdürmeye çalışan, bu haliyle eğitimin hak olmaktan çıkıp, yapılması zorunlu bir görev haline gelmesi kaçınılmazdır.
Bütün ulusal ve uluslararası belgelerde, herkesin eğitim görme hakkına sahip olduğu belirtilir. Söz konusu belgelere bakarsanız, cinsiyeti, etnik ve dinsel kimliği ne olursa olsun, herkes, insan olduğu için, kendini geliştirme, kendini oluşturma hakkına sahiptir. Ancak eğitimde var olan eşitsizliklerin, sınırlamaların ve yoksunlukların ortadan kaldırılmasının kabul edilmesi, gerçek anlamda özgürlükçü eğitim anlayışına dayalı bir eğitim hakkının yaşama geçirilmesi anlamına gelmez. Eğitimin temel bir insan hakkı olması, bu hakkı kullanırken hak sahiplerinin taleplerini (örneğin güncel bir talep olan anadilinde eğitim hakkı talebini) özgürce, hiçbir yasak ya da koşul ileri sürülmeden dile getirebilmesini ve uygulanması için gerekli adımların atılmasının istenmesini gerektirir. 
“Eğitimde fırsat eşitliği” söylemi, herkesin eğitim olanaklarından eşit bir şekilde yararlanması gerektiğinin ifadesi olarak sık sık kullanılsa da, gerçek yaşamda bu ifadenin hiçbir somut karşılığı yoktur. Buradaki eşitlik kavramı, sadece basit bir matematiksel eşitliği anlatan soyut bir eşitliktir. Yasalarda belirtilen eşitlik söylemleri (örneğin hiç kimse eğitim hakkından mahrum bırakılamaz ya da ilköğretim okullarında eğitim parasızdır ifadeleri) sadece hukuksal bir anlam taşımakta, gerçekte eğitim hakkından ve dolayısıyla eğitim olanaklarından her bireyin “eşit” koşullarda yararlandığı anlamına gelmemektedir. Öte yandan herkese eşit eğitim olanakları sunmak, her bireyin sahip olduğu farklılıklar gözetilerek “eğitim hakkı” sunmak anlamına gelmemektedir. Bu nedenle “eğitimde fırsat eşitliği” yerine, “eğitim hakkı” kavramını kullanmak ve benimsemek doğrudur.

DİL, ANADİL VE ANADİLİNDE EĞİTİM
İnsana ilişkin olarak yapılan çok sayıda tanımda iki temel ögenin ön plana çıktığı görülür; düşünce ve dil. Dilin düşünceyi, düşüncenin dili beslediği gerçeği, kişilik biçimlenmesinde anadilinin ve kültürün ne kadar önem taşıdığını ortaya koymaktadır. İnsanları doğadaki diğer canlılarla karşılaştırdığımızda, insanın aklı, düşünceleri ve en önemlisi dilinin öne çıktığı görülür. İnsan düşünen, düşündüğünü eyleme dönüştürebilen, bu nedenle de dilin yaratıcısı olan bir varlık olarak kendisini gerçekleştirir.
Anadil (kök dil) terimi, dil ailesi içinde kendinden farklı diller türetecek kadar zengin, eski ve kapsamlı dilleri ifade eder. Örneğin, bir anadil olarak Türkçeden farklı Türkçeler doğmuştur (Türkiye Türkçesi, Kıbrıs Türkçesi, Azeri Türkçesi, çeşitli Türki halkların Türkçesi vb.). Anadili ise, çocuğun kendi annesinden, ailesinden, çevresinden, içinde bulunduğu kültürel/dilsel topluluktan belirli, bilinçli bir öğrenim evresi olmaksızın edindiği, öğrendiği dildir. Anadili, insan kadar doğal olan, insanın hayatında vazgeçilmez yeri bulunan dildir. Anadili edinimi ve öğrenimi, hemen doğumun ardından başlayan bebeklik ve çocukluk yıllarında elde edilerek biçimlenir .
Birey kendi diliyle diğer dillere oranla daha rahat düşünür ve aldığı eğitimin içeriğini daha rahat kavrar, kendine güvenir ve toplumsal bir varlık olarak kişiliği daha iyi gelişir. Anadili eğitimi, bireyin toplumsal bir varlık olarak gelişmesinde, içinde yaşadığı çevreyi ve dünyayı algılama ve yorumlamasında, özgür ve eleştirel düşünebilmesinde önemli bir rol oynar. Anadili eğitimi, ilköğretimden başlayarak, tüm eğitim basamaklarında ve daha sonra da bir yetişkin olarak sürdüreceği yaşamındaki başarısında temel belirleyicilerden bir tanesidir. Birey, bir anlamda toplumsal ilişkiler sistemine anadili ile katılır, anadili ile toplumun bir parçası olur.
Anadilinde eğitim, ilk olarak genel eğitimle başlamıştır. İnsanlık tarihinde ilk eğitim etkinlikleri yine anadilinde yapılmıştır. İnsanlar, ilkel-komünal toplumdan göçebe hayata geçişte, özellikle avcılıkta ihtiyaç duyulan fiziki ihtiyaçlarının elde edilmesinde eğitimden büyük oranda yararlanmıştır. O dönemde eğitimin amacı ise, daha çok topluluk içindeki deneyimlilerin deneyimlerini yeni yetişen nesillere ve deneyimsizlere aktarması şeklinde olmuştur.
İnsanların göçebelikten yerleşik yaşama geçişi ile birlikte özel mülkiyet sistemi ve egemenlik ilişkileri gelişmeye başlamıştır. Özel mülkiyet ve egemenlik sisteminin gelişmesine paralel olarak devlet ortaya çıkmış ve böylece başkalarının emeğinden yararlanmanın olanakları oluşturulmuştur. Zamanla egemen olan sınıf, kendi toplumu içindeki üretimi, kendi istek ve ihtiyaçları doğrultusunda kullanmayı sağlamış, bunun sonucu olarak, yeni toprak ve kaynaklar keşfetmeye yönelmiştir.
Keşfedilen yeni toprak ve kaynakların korunması ve kullanılması, ilk olarak farklı etnik gruplar arasında egemenlik mücadelelerinin başlamasına neden olmuştur. Bu egemenlik mücadelelerinden daha güçlü çıkmak için, önce her topluluk ve kavim ve sonra kapitalizmde her ulus, kendi egemenliği altında bulunan topluluklara kendi dili ve kültürünü zorla kabul ettirmeye çalışmış; bunu yaparken egemenliği altındaki farklı etnik yapıdaki toplumları sömürmüş ve onları sürekli baskı altında tutmaya çalışmıştır.
Türkiye’nin üzerinde bulunduğu coğrafya, tarih boyunca hem birçok dilden medeniyet ve kültürlere beşiklik etmiş, hem de bu medeniyet ve kültürlerin başka coğrafyalara gidip yerleşmesinde önemli bir köprü görevi görmüştür. Yapılan arkeolojik çalışmalar, yerleşik düzene geçişin ilk işaretlerinin Mezopotamya ve Anadolu’nun çeşitli yörelerinde olduğunu ortaya çıkarmıştır.
Bir ülke için önemli olan, ekonomik ve toplumsal başarı sağlamak, dilsel ve kültürel zenginliklerin nesilden nesile aktarılmasının imkanlarını yaratmaktır. Ancak bu başarıldığı zaman toplumsal gelişme ve ilerleme sağlanabilir. Egemenler, bu anlamda bir toplumsal değişim ve ilerlemeyi engelleyebilmek için dünyanın birçok yerinde eğitim olgusuna el atmış, kültürel zenginlikleri talan etmiş, “resmi dil”in dışında kalan ulusal-etnik dillerle eğitimi yasaklamıştır. Buradaki amaç ise, ekonomik sömürü ve ulusal baskının gizlenmesi ve süreklileştirilmesi olmuştur.
Farklı dillerin ulusal birliği ve homojenleşmeyi engellediği iddia edilerek, dilde özleşme ve birlik adı altında tekdillilik savunulmaktadır. Kimi ulus-devletler, özellikle kuruluş aşamasında, kendi içindeki azınlıkları fiziken ortadan kaldırmaya (soykırım) varan sert politikalar uygulamış, kimi de bunun yerine asimilasyon ya da entegrasyon politikalarıyla azınlıkların kendi varlıklarını yeniden üretmelerinin önüne set çekmiştir. Bu durumda da “dil kırımı” (language genocide) da denilen, dillerin yol edilmesi olgusu yaşanmıştır. Bu alanda, daha yaygın olarak benimsenen politika ise, asimilasyon olmuştur .
Dünyada 6000 kadar dil olmasına karşın, bu dillerin tümü 200 ülkede konuşulmaktadır. Bu da, dünyanın tekdilli değil, çokdilli olduğunu göstermektedir. Bazı ülkelerde yüzlerce dil konuşulmaktadır. Örneğin Papua Yeni Gine’de 850, Nijerya’da 427, Kamerun’da 270, Zaire’de 210, Solomon Adalarında 66, Avustralya’da 250, Hindistan’da 380, Endonezya’da 670 farklı dil konuşulmaktadır. Dünyada tekdilli ülke neredeyse yok gibidir. Bütün dillerin yüzde 70’den fazlası 20 ülkede konuşulmaktadır. Tekdilli dünyayı savunanlar, daha çok tek dilin konuşulduğu ülkelerde yaşamaktadır ve zamanı geldiğinde herkesin kullanacağı dilin, kendilerinin dili olacağına inanmaktadırlar. İnsan, iki dilden birini kimlik dili, diğerini de ortak anlaşma dili olarak kullanabilir. Çoğu ülkede de gerçekleşen durum budur. Mesela Fransa’nın Alsace bölgesinde Alzasca kimlik/kültür dili, Fransızca da iletişim dilidir. Türkiye’de Kürlerin yoğun olarak yaşadığı illerde Kürtçe kimlik dili iken, Türkçe resmi/toplumsal bir iletişim dilidir. Aynı durum Avrupa’daki göçmen topluluklar için de geçerlidir .
Dünya nüfusunun önemli bir kısmı çiftdillidir ve çiftdillilik her ülkede uygulamada mevcuttur. (Hatta bir kısmı da İsviçre’de olduğu gibi, çokdillidir.) Ama Avrupa’daki otuz altı devletten yirmi beşi resmen tekdillidir. Genellikle toplumlarda en güçlü gruplar, en güçsüz gruplara dillerini dayatabilmektedirler. Örneğin Finlandiya’da Samiler, Romenler ve İsveçliler Finceyi öğrenmek zorundadırlar, ama Finliler bu dillerden birini öğrenmek zorunda değildir. Yine Britanya’da Britanyalı bir çocuk Pencap bir yana İskoç ya da Gal dilini öğrenmek zorunda değildir, fakat bu “gruplar” İngilizceyi öğrenmek zorundadır. Papua Yeni Gine’de, tüm çocuklar, ülkenin sömürgecilik döneminden miras kalan İngilizce dilinde eğitilmektedir. Benzer örnekler dünyanın başka birçok bölge ve ülkesinden verilebilir. Yakın yıllarda Galli, Breton ve bilhassa Katalanlar, temas halinde oldukları etnik gruplara asimile olmaktan uzak bir biçimde, medya ve eğitim gibi alanlarda yaygın kullanımını sağlayarak, dillerinin ekonomik yaşayabilirliğini desteklemeye girişmişlerdir. Azınlık-etnik dillerin kamusal alanda özgürce ifadesi, anadilinin egemen dilin yanı sıra kamusallaşması adına yapılan eylemler, dil konusunda asla vazgeçilmeyecek bir algıyı yeniden üretmeyi keskin ve sert ifadelerle ortaya koyabilmektedir.

ANADİLİNDE EĞİTİM TALEBİ VE MÜCADELESİ
Türkiye’de Kürt sorunu üzerine yürütülen tartışmalarda geniş bir kesim, devletin Kürt politikasında bir değişim zorunluluğunu görmelerine rağmen, mevcut rejimin ana karakterini oluşturan “tek ulus, tek dil, tek bayrak” söyleminde birleşmekte ve bu geleneksel klişe, devletin tartışılamaz temel özelliği olarak öne çıkmaktadır.
Türkiye, kendi coğrafyasında yaşayan, gerek nüfus ve gerekse coğrafi yerleşim bakımından küçümsenmeyecek ölçülerde bir yaygınlığa sahip olan Kürtlerin bırakalım en temel haklarını tanımayı, kendi dillerinde eğitim görmelerini ve kültürlerini yaşatmayı talep etmeyi bile uzun yıllar “bölücü” bir faaliyet olarak görmüştür.
Türkiye Cumhuriyeti’nin sadece siyasal alana değil, kültürel alana yönelik politikalar üretilmesine yol gösteren “imtiyazsız sınıfsız kaynaşmış bir kitle” yaratma iddiası, eğitim müfredatında ve ders kitaplarında çok açık bir şekilde yansımasını bulmuştur. AKP iktidarı döneminde Türkiye’nin demokratikleştiği, özgürlüklerin alanının genişlediği iddialarına rağmen, müfredatta ve ders kitaplarında ülkedeki etnik, dilsel ve kültürel çeşitliliğe özellikle yer verilmemesi, AKP iktidarının “tek ulus, tek kültür ve tek dil” anlayışını pekiştirerek sürdürmeye çalıştığının en somut kanıtıdır.
Kürt sorununun Türkiye’nin öncelikli sorunu olarak uzunca bir süredir var oluşu ve çözümsüz kalışının başlıca nedenleri arasında, Kürtlerin anadilinde eğitim hakkının tanınmamasının önemli bir ağırlığı vardır. Bugüne kadar anadilinde eğitim taleplerinin şiddetle, gözaltı ve tutuklamalarla yanıt bulması, anadilinde eğitim talebinin sadece anadili Kürtçe olanları değil, toplumun geniş sayılabilecek bir kesiminin konu üzerindeki duyarlılığını arttırmıştır.
Türkiye’de bugüne kadar anadilinde eğitim konusunda benimsenen resmi politika, Türklerden ayrı ve farklı bir ulusal kimliğe sahip olan; farklı ve ayrı uluslaşma sürecinden geçen, üzerinde yaşadıkları topraklarda farklı bir ulusal kültür oluşturanları önceleri yok saymak, sonrasında ise Türk kimliği içinde asimile etmek olmuştur. Türkçeden farklı bir yapısı olan ayrı bir dil geliştiren Kürtler, Laz, Çerkez, Abaza vb. gibi “Türklük içinde eritilmiş” ya da milliyet oluşturan Araplar ve azınlık durumundaki Ermeniler gibi her dönem ırkçı-şoven uygulamalara tabi tutulan diğer farklı etnik kimlikli topluluklarla aynı kategoride değerlendirilerek, biri ezen, diğeri ezilen iki başlıca ulus olduğu gerçeği reddedilmeye çalışılmıştır.
Cumhuriyet’in ilanından günümüze kadar benimsenen Türk ulus kimliği, kendisini, Kürtlerin dilini, hatta kültürünü bile kendi içinde eritmeyi hedefleyen bir “üst kimlik” olarak dayatmayı esas almıştır. Bu tartışma kimi zaman “Alt kimlik-Üst kimlik” tarifiyle görmezden gelinirken, uzun yıllar Kürtlerin ayrı bir ulus olarak varlıkları kabul görmemiştir.
12 Eylül darbesi, tüm alanlarda olduğu gibi, dil ve dilsel hakları da yasaklamakla kalmamış, Türkçe dışında dilleri özel alanda kullanmanın da önüne geçmek için yoğun bir baskı politikası geliştirmiştir. Çocukların okul sonrası evlerinde veya sokakta Kürtçe konuşmalarının engellenmesi amacıyla öğretmenler aracılığıyla bazı çocuklar “Türkçe Konuşma Kolu Başkanı” yapılarak, okul sonrası Kürtçe konuşanlar öğretmenlere ihbar edilmiş ve Türkçe konuşmayan çocuklar şiddet görmüşlerdir. Aynı şey cezaevlerinde de uygulanmıştır. Darbecilerin Kürtçeye yönelik tutumu o kadar sert olmuştur ki, cezaevlerindeki tutuklu ve mahkumların aileleriyle Kürtçe konuşmalarına dahi izin verilmemiştir. Türkçe bilmeyen aile üyeleri çocuklarıyla Kürtçe konuştuklarında dayağa maruz kalmış, onlardan ya susmaları ya da işaret diliyle anlaşmaları istenmiştir. Benzer bir durum, KCK davaları sürecinde yaşanmış, mahkemelerde anadilinde savunma yapmak isteyenlerin bu talepleri kabul edilmediği gibi, Kürtçe, mahkeme kayıtlarına “anlaşılmayan bir dil” olarak geçmiştir.
Türkiye’de dil alanındaki bütün tek tipleştirme girişimlerine karşın, 1927-1965 yılları arasında yapılan nüfus sayımlarında konuşulan dil (anadili) istatistikleri yayımlanmıştır. Daha sonraki nüfus sayımlarında bu tür istatistiklere yer verilmemiştir. Buna karşın, Türkiye’de halen Türkçe, Kürtçe, Abhazca, Arapça, Arnavutça, Çerkezce, Ermenice, Gürcüce, Kıptice, Lazca, Pomakça, Rumca, Süryanice, Tatarca, İbranice gibi dillerin konuşulduğu bilinmektedir. Böylesi çokdilli bir gerçekliğe sahip olunmasına rağmen, Türkiye’de anadilinin korunması ve geliştirilmesi konusunun sadece Türkçe üzerinden ve Türkçenin İngilizce karşısında gerileyen konumundan hareketle yapılıyor olması dikkat çekicidir. Son yıllarda Kürt sorunu ekseninde yaşanan gelişmeler, anadiline ilişkin tartışmaların bağlamını genişletmiş ve ülkede, sadece Kürtçe değil, Arapça, Lazca, Çerkezce, Süryanice gibi daha pek çok dilin konuşulduğu akademik ve entelektüel çevrelerce dile getirilmeye başlanmıştır.
Anadilinde eğitimin güncelliğini korumasının özünde, anadilinin bireyler açısından olduğu kadar, toplumlar açısından da yaşamsal bir önem taşıyor olması vardır. Bireylerin düşünsel ve ruhsal gelişiminde ve eğitim yaşamında olduğu kadar, sosyal ve ekonomik yaşama katılmasında, toplumsal ilişkiler içinde kendisinden farklı olanlarla eşit haklara sahip bir şekilde yaşayabilmesinde anadili büyük önem taşır.
Türkiye’de anadilinin eğitime dahil edilmesi ile ilgili olarak, resmi dilden tümüyle vazgeçileceği algısı yaratılmak istenmesi dikkat çekicidir. Oysa anadilinin eğitim sistemine dahil edilmesi, herhangi bir ülkedeki resmi dilin eğitimde kullanılmasının alternatifi olmak zorunda değildir. Bir ülkede birden çok anadilinde eğitim yapılırken tek bir resmi dil olabileceği gibi, birden fazla resmi dilin kabulü de olanaklıdır. Ve, anadilinin eğitimde kullanılmasının ikinci dili öğrenme ve o dilde eğitim becerilerini geliştirmeye hizmet etmesi pekala mümkündür.
Anadilin okullarda öğrenilmesi-öğretilmesi tek başına sorunu tümden çözmemekle birlikte, anadili kaybını azaltmanın yollarından birisidir. Anadili ağırlıklı çift dilli eğitim, çok dilli eğitim vb. gibi konuların dikkate alınması; hem asimilasyonu önlemek, hem de her kesin eşit ve saygın bir şekilde kamu yaşamına katılımını sağlamak açısından önemlidir.

SONSÖZ

Dilin, ulusun gelişme süreçlerindeki başat rolü kadar, bütün toplumların demokratikleşme süreçlerinde de önemli güçlerden biri olduğuna kuşku yoktur. Bu nedenle, anadilinde eğitim taleplerinin karşılanması, her şeyden önce, toplumsal adalet ve insan hakları bakımından gerekli bir sosyal ve siyasal sorumluluktur. Dolayısıyla anadilinde eğitim talebi aynı zamanda bir kimlik talebi olarak kabul edilmelidir. Anadilinde eğitim talebinin ısrarla reddedilmesi, bu konunun giderek politik bir mücadele alanına evrilerek, kimlik talebinin ayrılmaz bir parçası haline gelmesini sağlamıştır. Bu noktada, bir dilin korunup geliştirilmesi, onun sadece seçmeli ders kabul edilerek öğrenilmesi ya da Kürtçe yayın yapan radyo-TV açılarak yaşatılmasıyla değil, eğitim dili olarak kabul edilmesi ile mümkündür.
Çocuğun kendi anadiliyle eğitime başlaması, ülkede kullanılan resmi dil ya da dilleri ve hatta başka pek çok dili öğrenmesine ve kullanmasına engel değildir. Aksine, diğer dilleri en iyi şekilde öğrenmenin ön koşulunun kendi anadilini en iyi şekilde öğrenmek olduğu artık genel olarak kabul edilmektedir.
Türkiye’de anadilinde eğitimin bölücü değil aksine daha birleştirici, ayrıştırıcı değil bütünleştirici bir işlev göreceği konusunda en küçük bir şüpheye yer olmamalıdır. Dil ve kültür farklılıkların bir zenginlik unsuru olduğuna, ulusal alanda zora alan bırakılmadığında bölünmeye değil, daha zengin bir birlikteliğin yaratılmasına katkı sunacağına güvenilmelidir. Bölünmeye götürecek olan, dil ve anadilinde eğitim vb. değil, ama ulusal zorun varlığıdır.
Sonuç olarak, Kürt sorunu bağlamında bugüne kadar yaşanan bütün sorunların çözümüne önemli bir katkı sunması açısından bakıldığında, yapılması gereken ilk şey, yan yana ya da iç içe yaşayan dil ve kültürlerin varlığını tanıma, hiçbir komplekse kapılmadan onları kabul etme, özgürlük-eşitlik-kardeşlik ve demokrasi kavramlarına uygun olarak, herkesin ana dilinde eğitim almasının en temel hakkı olduğunu benimsemektir.
Anadilinde eğitim yasağı, farklı dil ve kültürlerin gelişmesini engellemekte, zaman içinde yok olmalarının zeminini hazırlamaktadır. İnsanlığa, özgür düşünceye, bilime, insan haklarına uymayan bu ilkel yaklaşım ve düşüncelerin bir an önce terk edilmesi gerektiği açıktır. Türk ve Kürt halklarının kendi ana dillerini eğitim ve öğretimde kullanmalarının, bütün ulusal kültürlerin özgürce gelişmesi için gerekli ortamın bir an önce yaratılmasından geçtiği unutulmamalıdır.
Çözüm, halkların özgür bir ortamda, eşitlik-özgürlük ve kardeşliğe dayalı olarak kendi dillerini kullanmasından, kendi kültürlerini yaşamasından, anadilinde eğitim hakkının halkların kardeşliği çerçevesinde, tam hak eşitliği temelinde tanınmasından geçmektedir.

İstihdamda yaşanan dönüşümün stratejik adımları

Türkiye’de sermaye birikiminin önündeki engelleri aşmak, emek sömürüsünü sürekli arttırarak kâr alanlarını daha da genişletmek için özellikle çalışma yaşamında bugüne kadar çok sayıda adım atıldı. “Reform” ya da “müjde” olarak gündeme getirilen ve sermayenin emek üzerindeki tahakkümünü pekiştiren bütün yasal düzenlemelerin getirdiği olumsuzlukların sonuçları çeşitli yönleriyle ortaya çıkmaya başladı.
4857 Sayılı İş Yasası’nın çıkarılmasından bu yana sermayeye sınırsız bir sömürü alanı açılırken, işçilerin en temel hakları, yasal düzenlemeler ve fiili saldırılarla ellerinden alınmaya başlanmıştı. 4857 Sayılı İş Yasası’nın yürürlüğe girmesinin ardından, esnek, kuralsız, güvencesiz çalışma biçimleri istikrarlı bir şekilde arttı ve yaygınlaştı.
İş yasasının sağladığı kolaylıklarla geçtiğimiz on yıl içinde artan sömürü oranlarına paralel olarak, ciddi bir gelişim gösteren Türkiye kapitalizmi, yapısal bir sorun haline gelen işsizlikten beslenip, sermayeyi ve onun kaynağı olan sömürünün mutlak ve nispi olarak artmasını sağlarken; patronlar, işsizlik baskısının da etkisiyle, işçiler üzerinde daha baskıcı ve otoriter uygulamaları hayata geçirdiler. Bütün bunların sonucunda kâr oranlarının istenilen oranda artışını engelleyen ve sermaye birikiminin istikrarını tehdit ettiği iddia edilen tam zamanlı, düzenli ve güvenceli istihdamın önünü kesmeyi kolaylaştırmak adına daha somut adımlar atılmaya başlandı.
Özellikle son 10 yıl içinde istihdamda yaşanan dönüşümle birlikte işçiler arasındaki farklılıkları öne çıkartan ve sendikal örgütlenmenin son derece zor olduğu, genelde esnek çalışma olarak ifade edilen, kısmi süreli çalışma, ödünç işçilik, çağrı üzerine çalışma, evde çalışma, tele çalışma gibi yeni çalışma biçimleri yaygınlaştı. Aynı dönem içinde hızla artan taşeronlaştırma uygulamaları nedeniyle, sendikaların örgütlenme alanı giderek daralırken, istihdam teşviklerinin de etkisiyle, daha düşük ücretle, kayıt dışı ve esnek çalışma biçimlerine daha uygun oldukları için kadın ve genç işçilerin toplam istihdam içindeki payları artırıldı.
İşgücü maliyetini düşürmek amacıyla uygulanan esnek çalışma biçimlerinin yaygınlaşmasıyla birlikte, çalışma saatleri son on yıl içinde fiilen artarken, fazla çalışılan süreler için mesai ücreti ödenmemeye başlandı. Özellikle örgütsüz işçilerin büyük bölümü, sigortasız olarak, düşük ücretle ve günde ortalama 10–12 saat çalışmak zorunda kaldılar.
Türkiye’de istihdamın yapısı geçtiğimiz yıllar içinde temelden değişirken, gerek kamu ve özel sektör istihdamında sermaye sınıfının ihtiyaçları doğrultusunda kapsamlı dönüşümler yaşandı. Kamu ve özel sektör çalışma ilişkilerinde kuralsızlaştırma ve emeğin aşırı sömürülmesini öngören düzenlemeler birbirine paralel olarak ve pek çok noktada iç içe geçirilerek gündeme getirildi ve çoğu zaman fiilen uygulanmaya başlandı. Özellikle 2008 Krizi sonrasında yaşanan gelişmeler, sermayeyi ve onun sözcüsü olan hükümeti, istihdamın esnekleşmesi ve özellikle geçici istihdam uygulamalarının yaygınlaşması konusunda yeni adımlar atmaya yöneltti. Bu dönemde “Toplum yararına çalışma”  adı altında hayata geçirilen geçici süreli istihdam uygulamaları istihdam politikaları içinde önemli bir yer tutmaya başladı.
AKP Hükümeti, bir taraftan istihdamda yaşanan yapısal sorunların çözüleceği ve işsizliğin azaltılacağı iddiasıyla “Ulusal İstihdam Stratejisi” hazırlayıp, önceden belirlediği hedeflere doğru adım adım ilerlerken, diğer taraftan sendikal yasalarda köklü değişiklikler yaparak, kıdem tazminatı başta olmak üzere, temel işçi haklarına açıkça göz dikerek, hedeflerine ulaşmak için pazarlık gücünü artırmaya çalışıyor. Bu konuda en büyük kozu, sendikal barajlar ve örgütlenme konusunda yeni bir şey getirmeyen “Toplu İş İlişkileri” yasası oldu. Toplu İş İlişkileri” yasasının yasalaşmaması nedeniyle yetki başvuruları sonuçsuz kalan sendikalar iyice köşeye sıkıştırılırken, 500 bin civarında sendikalı işçinin toplusözleşme yapması bizzat hükümet tarafından fiilen engellenmiş durumda.
AKP’nin istihdam stratejisinin temelinde “en az maliyet”, “verimlilik” “kârlılık” vb. ilkeler yer alırken, “daha az kişi ile daha çok iş yapmak” doğrultusunda düzenlemeler yapılmak istendiği artık hükümet temsilcileri tarafından da dile getiriliyor. Esnek ve güvencesiz çalışma uygulamalarının yaygınlaştırılması ile işçilerin hali hazırda yaptığı iş dışında, başka ve değişik işlerde çalıştırılabilmesi ve işçilerin iş yükü ve çalışma yoğunluğu hızla artırılması belirlenen hedefler arasında.
Son dönemde hükümet tarafından gündeme getirilen bütün düzenlemeler, Ulusal İstihdam Stratejisi çerçevesinde oluşturulan ve Şubat 2012’de son hali verilen “eylem planı”nın somut bir parçası olarak oluşturuldu. İşsizlik oranlarını düşük göstermek için esnek çalışma biçimlerinin yaygınlaştırılması, özel istihdam büroları aracılığıyla geçici iş ilişkilerinin (kiralık işçilik) kurulması, kıdem tazminatlarını fona devreden bir sistemin oluşturulması, son teşvik paketi ile ilk adımı atılan bölgesel asgari ücret uygulamasına geçilmesi, sendikal barajlar ve sendikal örgütlenmenin önündeki engeller vb gibi çok sayıda sorun ile birlikte istihdamda yaşanan kapsamlı dönüşümün stratejik adımları hızlı bir şekilde atılmaya başlandı.

İSTİHDAM STRATEJİSİNİN İLK ADIMI: 4. TEŞVİK PAKETİ
2002 yılında iktidara gelen AKP, 2003, 2006 ve 2009 yıllarında üç kez sermayeye doğrudan desek amaçlı teşvik paketi açıklamıştır. Son olarak açıklanan 4. teşvik paketi ile iller sosyo-ekonomik gelişmişlik düzeyine göre 6 ayrı bölgede sınıflandırılmıştır. En fazla teşvik verilecek 6. Bölge illeri Ağrı, Ardahan, Batman, Bingöl, Bitlis, Diyarbakır, Hakkâri, Iğdır, Kars, Mardin, Muş, Siirt, Şanlıurfa, Şırnak, Van olarak belirlenmiştir. Bu kapsamlı paketin krizin olası etkilerine karşı bir önlem olarak gündeme getirildiği düşünüldüğünde, bugüne kadar kararlılıkla sürdürülen emek düşmanı politikaların önümüzdeki dönemde yapılacak diğer düzenlemelerle daha artacağını söylemek mümkündür.
Bugüne kadar açıklanan ve tamamı sermayenin isteklerini içeren teşvik paketleri, hazırlanan istihdam stratejileri, Türkiye’yi hem üretim yapısı hem de istihdam biçimi bakımından Çin’e benzetmeyi hedeflemektedir. Bugüne kadar bu yöndeki yasal düzenlemelerden işçilerin payına düşen, günde en az 10-12 saat düşük ücretle ve hiçbir sosyal güvence olmadan çalışmak olmuştur. Başbakan’ın, Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in ağızlarından düşürmedikleri “bölgesel asgari ücret” bölge illerinde fiilen uygulanmaktadır ve yine fiilen mevcut çalışma yasaları bile yok sayılmaktadır.
6. Bölge’de yatırım yapan, SSK işveren ve işçi payından, gelir vergisi stopajından kurtulacaktır. Gelir vergisi, sosyal güvenlik primi olmadığı gibi, kurumlar vergisi bile yüzde 90 indirimli hale getirilmiştir. Bölgede patronlar istihdam yarattığı ölçüde çalıştırdıkları işçilere sadece asgari ücret ödeyecektir. Ancak ödenecek ücretin asgari ücretin yarısı kadar bile olmayacağı bilinmektedir. Bugün fiilen hayata geçirilen bölgesel asgari ücret uygulamasının  önümüzdeki dönemde, Ulusal İstihdam Stratejisi (UİS) çerçevesinde yapılacak olan yasal değişikliklerle yasal bir içerik kazanmasının ilk adımları atılmıştır. Diğer adımlar, özel istihdam bürolarının faaliyet alanlarının genişlemesi, kiralık işçilik düzenlemesinin yaygınlaşması ve UİS’te belirtilen diğer hedeflerin adım adım hayata geçirilmesidir.

ÖZEL İSTİHDAM BÜROLARI VE KİRALIK İŞÇİLİK
Ulusal İstihdam Strateji Belgesi ile gündeme getirilen işçi kiralama şirketleri ya da “modern amele pazarı” olarak da adlandırılan Özel İstihdam Büroları ile ilgili olarak gerekli altyapı çalışmalarının tamamlanmasıyla uygulama aşamasına geçilecektir. Özel istihdam bürolarının kurulması, istihdam aracılık faaliyetlerinin kamunun tekelinden çıkarılarak “serbestleşmesi” olarak ifade edilmektedir.
İstihdam gibi önemli bir konunun kamunun yetkisinde olmasındaki temel amaç, işsizlerin en zor zamanlarında işçi simsarlarının eline düşerek işsizlik durumunun istismar edilmesinin önlenmesidir. İşsizliğin yoğun olduğu ülkelerde ve ekonomilerde, zaman içinde işsizlerin içinde bulundukları durumdan faydalanan ve bu durum üzerinden kazanç sağlamak isteyen kişi ve kurumlar ortaya çıkmıştır . Diğer yandan çalışma hakkının bir insan hakkı olarak kabul edildiği ve öteden beri sembolik de olsa anayasalarda yer aldığı dikkate alındığında, istihdam aracılık hizmetleri özellikle “refah devleti” döneminde kâr amacı güden özel kişilere bırakılmak istenmemiştir. Bu nedenle istihdam hizmetinin bir kamu hizmeti olarak algılanıp kamu tekelinde sürdürülmesi kapitalizmin refah devleti döneminin bir gereği olarak ortaya çıkmış ve uygulanmıştır.
Türkiye’de 1475 sayılı daha önceki İş Kanunun 83. ve 84. maddelerine göre “işe aracılık etme, bir kamu görevi olarak devletçe ve ücretsiz olarak yapılır” ifadesi yer almıştır. Bu görev de, kamu adına, 1946 tarihli ve 4837 sayılı Kanunla kurulan İş ve İşçi Bulma Kurumu’na verilmiştir. 85. maddeye göre, işçilere iş ve işlere işçi bulmak için kazanç amacıyla olsun ya da olmasın faaliyet gösterilmesi, çalışılması veya büro açılması yasaklanmıştır. Çalışma ilişkileri açısından patronların kendi ihtiyacı için doğrudan doğruya işçi temin etmesi ya da bu yolda çalışması ya da bir kimsenin kendisine iş temini için bizzat faaliyet göstermesi yasaklanmış değildir. Burada yasak olan, bu yolda komisyon karşılığı aracılık (simsarlık) yapılması ve bunun üzerinden kazanç elde edilmesidir.
ILO’ya göre özel istihdam büroları, özel hukukun koruması altında ve belirli bir sözleşme çerçevesinde, bir ücret ya da komisyon karşılığında işgücü piyasasında iş arayanlarla, işgücü arayanlar arasında aracılık hizmeti sağlayan, ağırlıklı olarak kâr amacıyla çalışan kuruluşlardır. Özel istihdam bürolarının faaliyetleri arasında, işsizlerin iş bulmalarına yardımcı olmak ve çalışmakta olanları geleceğin iş koşullarına hazırlamaya yönelik eğitim programları da yer almaktadır .
4857 Sayılı İş Kanunu ve 4904 Sayılı Türkiye İş Kurumu Kanunu istihdam aracılık hizmetinde kamu tekeli kaldırılmak istenmiştir. Yapılan düzenleme ile kamu istihdam kurumu yanında özel istihdam bürolarına da izin verileceği ve bu iki kurumsal yapının birbirini tamamlayıcı bir şeklide çalışacağı öngörülmüştür. Ancak bu iki kurumsal yapılanmanın ne derece birbirini tamamlayarak çalışacağı, işgücünün bu yapı içerisinde nasıl bir konuma sahip olacağı belli değildir.
Özel istihdam bürolarının, bugün İŞKUR’un yaptığı gibi işçi ile işvereni bir araya getirip işçiye iş, işverene de işçi bulma işlevinin dışında, bu görevine ek olarak “işverenlere kiralık işçi verme” işini yapması ve bunun karşılığında patronlardan komisyon alması öngörülmektedir. Üstelik özel istihdam bürolarının iş, işyeri ya da sektör kısıtlaması olmaksızın istedikleri gibi işçi kiralamakla yetkili olması istenmektedir. 5-10 metrekarelik bürolarda takım elbiseli işçi simsarlarının işçileri, “modern ücretli köleler” olarak patronlara kiralaması istihdamın yapısında büyük alt oluşlar yaşanmasını gündeme gelecektir.
Özel istihdam büroları, tıpkı taşeron şirketler gibi, yüzlerce işçiyi kendi bünyesine alıp fabrikalara kiraya verebilecektir. İşçileri çalışmak üzere gönderdiği fabrikalardan “belge karşılığı” para alacak ve bunun bir kısmını, muhtemelen en fazla asgari ücret kadarını, işçilere ödeyerek geri kalanını kendisi alacaktır. İşçiler fabrikalarda çalışıyor olsa bile, işyerlerinin çalıştıkları fabrika değil, kayıtlı oldukları özel istihdam büroları olacak olması beraberinde çok sayıda sorun getirecektir. İşçilerin sigortaları yatmaz, ücretlerini alamazlarsa şikayet edecekleri, haklarını arayacakları yer yine özel istihdam büroları olacaktır. Eğer alabilirlerse ihbar ve kıdem tazminatlarını çalıştıkları işyerinden değil, kayıtlı oldukları özel istihdam bürolarından alabileceklerdir.
Özel istihdam bürosuna bağlı olarak bir fabrika ya da işyerinde çalışan işçiler sendikalaşmak isterlerse, bugün olduğu gibi fabrikada çalışan işçi sayısına göre değil, özel istihdam bürosunun kiraladığı toplam işçi sayısına göre örgütlenmek zorunda kalacak olmaları başka bir sorun olarak ortaya çıkmaktadır. Uzunca bir süredir hem özel, hem de kamu istihdamında taşeronlaştırma hızla yaygınlaştığı bilinmektedir. Belediyeler, hastane ve okullar başta olmak üzere kamunun bütün alanlarında çeşitli işler için “geçici işçi” çalıştırma uygulaması sürdürülmektedir. İşçilerle değil, taşeron şirketlerle “dışarıdan hizmet satın alma” şeklinde sözleşmeler yapılması, kiralık işçilik uygulaması ile bu durumun daha da yaygınlaşması tehlikesini beraberinde getirmektedir.
Özel istihdam büroları, tıpkı bugünün taşeron şirketleri gibi oluşturulacaktır. Ancak, mevcut mevzuatta taşeron işçilere karşı asıl işveren de hukuken taşeronla birlikte sorumlu kabul edilmektedir. Bu sorunu aşmak için özel istihdam büroları üzerinden kiralanan işçilere karşı asıl işverenin en küçük bir sorumluluğu olmayacağını tahmin etmek zor değildir. Hatta denilebilir ki, özel istihdam büroları üzerinden kiralık işçilik sisteme geçilmesi durumunda, taşeron şirket bünyesinde çalışanlar bile, kendilerini özel istihdam bürosuna bağlı olarak “kiralanan” işçilerden daha “şanslı” sayabilecektir.
Kiralık işçi sayısı toplam işçi sayısının belli bir yüzdesi kadar olacak ve bu durum işyerinde çalışan diğer işçiler için her fırsatta bir tehdit aracı olarak kullanılabilecektir. İşçilerin, “bir gün bizde kiralık işçi olabiliriz” korkusu ile çalışıp, her an işten çıkarılma baskısı ile çalışacak olmaları, onların gerek haklarını aramaları, gerekse bunun için örgütlenmelerini büyük ölçüde engelleyebilecektir. İşyerinde “asıl işçi” “kiralık işçi” gibi ayrımların ortaya çıkması, bugün bir benzeri kadrolu-sözleşmeli-taşeron vb gibi farklı istihdam edilen işçilerde olduğu gibi, işçiler arasında rekabeti arttıracak, bunun sonucunda patronların işçilerin tüm yaşamını denetim altına alma ve işçilerin ortak taleplerle birleşmelerini engelleme olanakları genişleyecektir.

HEDEF KİTLE: GENÇLER VE KADINLAR
İstihdamda yaşanan dönüşüm sürecinin temel hedefinin gençler ve kadın işgücü olduğu bugüne kadar hayata geçirilen yasal düzenlemelerle açıkça görmek mümkündür. Örneğin 6111 sayılı Torba yasa ile getirilen istihdam teşvikleri genç erkek ve kadın işçilerin daha fazla istihdam edilmesi için patronlara ciddi kolaylıklar tanımıştır. Düzenlemeye göre, 31 Aralık 2015 tarihine kadar ilk defa işe alınacak her bir sigortalı için, özel sektör işverenine sigorta primi desteği getirilmiştir. Buna göre, 31 Aralık 2015’e kadar işe alınan sigortalının, sigorta primlerinin işverene ait tutarı, işe alındıktan sonra belirli sürelerle İşsizlik Sigortası Fonu’ndan karşılanmaya başlanmış, sigorta prim desteği süresinin, Bakanlar Kurulu’nca 2020 yılına kadar uzatılabilmesi sağlanmıştır.
6111 sayılı torba yasa ile yasalaşan düzenleme ile 18 yaşından büyük kadınları ve 18–29 yaş arası erkekleri istihdam edenlerin sigorta primlerinin işveren hisselerine ait tutarının belli bir kısmı, işe alındıkları tarihten itibaren İşsizlik Sigortası Fonu’ndan karşılanacaktır. Böylece bugüne kadar olduğu gibi, bugünden sonra da işsizlere ödenmesi gereken Fon gelirleri patronlara “istihdam teşviki” adı altında aktarılmaya başlanmıştır. Patronlar bir taraftan prim desteğinden yararlanabilmek için 29 yaş üstünde olan işçileri işten çıkarmak için çeşitli yollar denerken, 29 yaş altında olanları daha fazla istihdam ederek prim desteğinden yararlanmaya çalışmaktadır. İlk bakışta “istihdamı teşvik” gibi algılanabilecek bu uygulama sonucunda 30 yaş ve üzeri çalışan işçilerin işe alınması ve istihdamı, önceki döneme göre çok daha da zor hale gelmiştir.
İstihdamda yaşanan değişiklikler, patronlar için önemli bir maliyet unsuru olan işgücünün fiyatını düşürmeyi hedeflemektedir. Özellikle, çalışma ilişkilerinin büyük bölümünde “esneklik” kavramının önem kazanması, çalışma biçimlerinin ve sürelerinin esnekleştirilerek, başta işgücünün fiyatının düşürülmesi olmak üzere, çeşitli düzeylerde sosyal hak kayıplarını gündeme getirmektedir.
AKP’nin “Ulusal İstihdam Stratejisi”nde kadınların ve gençlerin istihdamının arttırılmasına yönelik olarak ileri sürülen önerilerin en somut anlamı, işgücüne katılımın düşüklüğü ve işsizlik sorunu nedeniyle kadınları ve gençleri tam zamanlı değil, kısmi zamanlı ve geçici olarak istihdam etmektir. Böylece ücret, sigorta ve sosyal haklar bakımından tam zamanlı çalışanlardan daha sınırlı haklar söz konusu olacağından, yıllardır sermayenin çözmeye çalıştığı patronların üzerindeki “istihdam yükü” azaltılabilecektir. TÜİK’in son verilerine göre kadınların istihdama katılım oranının yüzde 26’lardan yüzde 30’lara çıkmış olması, işçilerin parasıyla yapılan istihdam teşvik politikalarının sonuç verdiğinin görülmesi açısından önemlidir.
OECD ve ILO, geçtiğimiz yıl Paris’te gerçekleştirilen G-20 Çalışma ve İstihdam Bakanları Toplantısı için hazırlanan “Gençlere Daha İyi Bir Başlangıç Fırsatı Vermek” başlıklı belgede, çalışma yasalarının, gençlere yönelik iş olanaklarının sayısını ve niteliğini etkilediği vurgulanmıştır. OECD ve ILO’ya göre, belirsiz süreli sözleşmelerle istihdam edilenler bakımından işten çıkarma mevzuatının katılığı ve yüksek kıdem tazminatı ödemeleri gençlerin bu tür sözleşmelerle istihdam edilmelerine engel oluşturmaktadır .
TİSK, gençlerin daha fazla oranda geçici işlerde istihdam edilmesi gerektiğini belirterek; “gençlere daha fazla istihdam imkanı yaratılabilmesi için özel istihdam büroları aracılığıyla geçici istihdam sistemine imkan tanınması, belirli süreli sözleşmelerin akdedilmesine ilişkin sınırlamaların kaldırılması, gençler bakımından deneme süresinin daha uzun uygulanması ve başta kıdem tazminatı olmak üzere belirsiz süreli sözleşmelerle çalışanların işten çıkarılması halinde ödenen tazminatların azaltılması gerekmektedir”  tespitini yaparak, özel istihdam bürolarının kurulmasının bu “sorunu” büyük ölçüde çözeceğini iddia etmektedir.
Hükümetin ve patron örgütlerinin, her fırsatta Türkiye’de istihdamın çok katı olduğuna ilişkin tespitler yaptığı hatırlanacaktır. Nitekim OECD İstihdamın Katılığı Endeksi’ne göre, Türkiye, G-20 ülkeleri arasında en katı mevzuata sahip olarak gösterilmiştir. Bütün raporlarına sermayenin çıkarları açısından bakan OECD’ye göre, üye ülkeler içinde en katı istihdam uygulamaları sırasıyla Türkiye, Meksika, İspanya ve Endonezya’da görülmektedir. İşçi haklarını koruyan mevzuatın en zayıf olduğu ülkeler ise sırasıyla ABD, Kanada, İngiltere ve Güney Afrika’dır. Söz konusu endeks, bireysel ve toplu işten çıkarmalarla, özel istihdam büroları aracılığıyla geçici istihdam sözleşmelerine ilişkin sınırlamalar dikkate alınarak oluşturulmaktadır. OECD’ye göre Türkiye’de, diğer G-20 ülkelerine kıyasla daha katı bir mevzuatın olması, özel istihdam büroları aracılığıyla geçici istihdam biçimlerinin yaygınlaştırılmasının önünde büyük bir engel olarak değerlendirilmekte ve bu durumun gençlerin kayıt dışı istihdamını arttırdığını iddia edilmektedir .
OECD, bugüne kadar istihdam ile ilgili olarak yayınladığı bütün raporlarında yer alan tespit ekonomik faaliyetleri kayıt altına almanın işgücü maliyetlerini düşürmek ve çalışma yaşamında esneklik uygulamalarını artırmakla mümkün olduğunu iddia etmiştir. Bunun için de yeni ve esnek iş sözleşmesi, daha düşük maliyetli kıdem tazminatı rejimi, geçici ve özel istihdam büroları aracılığıyla kısmi süreli istihdamın yasallaşması, daha düşük asgari ücretlerin varlığının gerekli olduğu belirtilmektedir. OECD’nin krizle boğuşan Yunanistan, İspanya, Portekiz ve İtalya’ya ilişkin benzer istihdam politikası önerilerini ileri sürmesi ayrıca dikkat çekicidir.

YASAL DEĞİŞİKLİKLER ÜZERİNDEN ŞANTAJ
2821 Sayılı Sendikalar Kanunu ve 2822 Sayılı Toplu İş Sözleşmesi Grev ve Lokavt Kanunu yerine hazırlanan Toplu İş İlişkileri Yasası’nın hala yasalaşmamış olması üzerinden 1000’e yakın işyerinde 500 bin civarında işçinin toplusözleşme hakkının fiilen gasp edilmesi, hükümetin bu durumu, bugüne kadar bir pazarlık ve şantaj malzemesi olarak kullandığını göstermiştir. AKP hükümeti bir taraftan istihdamın yapısını kökten değiştirmek için “stratejik” adımlar atarken, zaten zayıf olan örgütlü işgücünü daha da zayıflatmak için sendikaları ve bir bütün olarak sendikal hareketi, yasal mevzuat üzerinden “yeni döneme” uygun olarak yeniden biçimlendirmek istemektedir.
İstihdamda yaşanan kapsamlı dönüşüme paralel olarak sendikal yasalarda yapılan ve öz itibariyle sendikal örgütlenmenin önündeki engelleri ortadan kaldırmayan değişikliklerin asıl hedefi, mümkün olduğunca işbirliğine açık, çatışmadan uzak ve uzlaşmacı sendikaların önünü açmaktır. Nitekim Meclis açıldığında yasalaşacağı açıklanan Toplu İş İlişkileri yasası ile ilgili olarak Türk-İş ve Hak-İş ile büyük ölçüde uzlaşmaya varılmış, DİSK’in önerileri dikkate bile alınmamıştır. Toplu İş İlişkileri Yasası ile dönem dönem az çok mücadeleci tutumlar gösterebilen sendikaların işyeri, işletme ve işkolu üzerinden sürdürülen “baraj tehdidi” ile kıskaca alınması ve büyük ölçüde etkisizleştirilmesi hedeflenmektedir.
İşçilerin sendikal hak ve özgürlüklerinin alanı yasal düzenlemelerle daraltıldıkça, sermaye güçlerinin “stratejik hedefleri”ne ulaşmasının önündeki engellerin aşılması kolaylaşmaktadır. Bu nedenle AKP hükümeti, sendikaların yapısı, işleyişi ve sendikal mücadelenin gelişim seyri ile ilgili yasal düzenlemeler yaparken, iddia edildiği gibi sendikal örgütlenmeyi kolaylaştıran değil, aksine zorlaştıran, sendikaların işçi sınıfının mücadele örgütleri olarak gerçek gücünü kullanmasını engelleyecek düzenlemeler yapmaya çalışmaktadır. İşin dikkat çekici tarafı, bu konuda kendisine bağlı sendikaların da olumsuz etkileneceği Türk İş ve Hak İş gibi konfederasyonların geleneksel “işbirlikçi” tutumlarını sürdürmekte ısrarcı olmalarıdır.
İşçi sınıfının başta kıdem tazminatının fona devredilmesi girişimleri olmak üzere, mevcut kazanılmış haklarını tasfiyeye yönelik olarak yapılan yasal hazırlıklar, istihdamda yaratılmak istenen dönüşümle birlikte değerlendirildiğinde, işçi hareketi ve sendikaların geleceği açısından çok ciddi tehditler içermektedir. Ancak bütün bu somut gerçeklere rağmen, özellikle kendisini mücadeleci olarak tanımlayan sendikaların, burada bahsi geçen tehditleri doğru ve kitlesel bir şekilde püskürtecek bir mücadele hattına yönelmemiş olmaları, hatta bu gelişmeler ile ilgili bütünlüklü bir mücadele stratejisi oluşturmamaları, büyük bir çelişkidir. Sorun, yazılı açıklama yapmakla ya da dönemsel kampanyalar düzenlemek gibi “yasak savıcı” eylemler yapmakla aşılamayacak kadar büyük ve tehlikelidir.
Bugüne kadar sermayenin çıkarlarına paralel çok sayıda yasal düzenleme yapılmış, çeşitli politika önerileri geliştirilmiş, bunların önemli bir kısmı tüm itirazlara rağmen yavaş ancak kararlı bir şekilde hayata geçirilmiştir. Ulusal İstihdam Stratejisi’nin alt başlıkları olarak gündeme gelen düzenlemelerin büyük bölümü, işçi sınıfı için daha esnek, daha kuralsız, daha korunmasız ve güvencesiz çalışma biçimlerinin artması ve yaygınlaşması anlamına gelmektedir. İstihdam yapısı, çalışma koşulları ve sendikal yasaların tamamen sermayenin güncel ihtiyaçları ve çıkarları doğrultusunda düzenlenmesi, işçi sınıfının yaşadığı sefalet koşullarını daha da ağırlaştırmaktan ve sendikaları mevcut işbirlikçi yapılarıyla bile hedef haline getirmekten başka bir işlevi olmayacağını söylemek mümkündür.

SONSÖZ
Bugüne kadar sermaye tarafından tek tek ve birbirinden bağımsızmış gibi yansıtılan konu başlıklarının birbiriyle somut bağlantılarını görmek, işçi ve emekçilerin elinde kalan son hakların tamamen ortadan kaldırılmasına yönelik yeni saldırı stratejisine karşı, sendikaların nasıl bir mücadele yürütmesi gerektiğini belirlemesi açısından önemlidir.
Son yıllarda istihdamın çok yönlü olarak esnekleşmesi, kuralsızlaşmanın ve güvencesizliğin hızla artması, bir taraftan işçi sınıfını sefalet koşullarında çalışma ve yaşamaya iterken, diğer taraftan sendikaların örgütlenme ve mücadele alanlarını potansiyel olarak arttırmıştır. Sendikal yasalarda yapılan değişikliklerde baraj uygulamasının ve sendikal bürokrasiyi güçlendiren mekanizmaların varlığını sürdürmesi, bahsi geçen saldırılara karşı durabilecek sendikaların, sermaye karşısındaki gücü ve etkisini zayıflatan bir rol oynamaktadır.
Kapitalist sistemde istihdama yönelik herhangi bir değişiklikten söz edildiğinde, bir taraftan sömürüyü arttırıcı düzenlemeler gündeme getirilirken, diğer taraftan işçilerin örgütlenmesini ve mücadelesini zayıflatacak adımların atılması elbette şaşırtıcı değildir. Bu nedenle bugüne kadar yaşanan ve yaşanacak köklü değişikliklerin sadece istihdamın yapısı açısından değil, işçi sınıfının örgütlenmesi ve sendikal mücadelesinin geleceği açısından da önemli bir tehdit olarak algılanması gerektiği açıktır.
Sınıf hareketinin sermaye karşısında parçalı, örgütsüz ve dağınık olduğu koşullarda, sermaye güçlerinin bu kadar saldırgan olması şaşırtıcı değildir. Öncesi bir tarafa, sadece son kez yapılan ve yapılması düşünülen yasal değişiklikler bu görüşümüzü doğrulamaktadır. Bugün sermayenin içinde bulunduğu koşullarda, iddia edildiği gibi işsizliğin azaltılması amacıyla yeni istihdam alanları yaratması, işçi sınıfının hak ve özgürlüklerini genişletmesi mümkün olmayacağı gibi, işçi sınıfının mevcut sınırlı haklarına bile tahammül edemediği açıkça görülmektedir.
İşçileri istihdam yapısı üzerinden bölen ve karşı karşıya getiren, sendikal örgütlenmeyi zorlaştıran, sendikaları etkisizleştiren ve sınıf mücadelesindeki güç ilişkilerini sermaye lehine mutlak bir şekilde değiştirmeyi hedefleyen yasal ve fiili uygulamalara karşı başarılı bir mücadele yürütmek için, bugüne kadar sendikalar cephesinde görülen “bekle, gör ve tepki göster” tutumunun derhal terk edilmesi gerektiği açıktır.
Önümüzdeki dönemde işçi ve emekçilerin haklarına geçmişte göre daha “organize” saldırıların yaşanacağını görmek için kahin olmaya gerek yoktur. Öte yandan sendikaların mevcut yapısı, temsil ettikleri kesimleri ortak talepler etrafında birleştirme ve örgütlü bir güç olarak patronların karşısına dikme görevini yerine getirmesi noktasında hala ciddi zayıflıklar söz konusudur. Emekçilerin birleşme ve mücadele örgütü olan sendikaların, en temel işlevi olan emekçileri ortak hedefler doğrultusunda birleştirme görevini yerine getirmedikleri sürece sermayenin stratejik hedeflerine ulaşmasının engellenmesi mümkün değildir.
Yıllardır çeşitli biçimlerde işçi ve emekçiler arasında yaratılan parçalanma ve rekabet tehdidi, işçi sınıfının farklı kesimlerini ortak talepler ve sınıf çıkarları etrafında birleşmeyi kolaylaştıran sonuçlar ortaya çıkarmıştır. Sermayenin istihdam stratejisine ve onun çeşitli türden uzantılarına karşı sendikaların mücadele stratejisi, bugüne kadar olduğu gibi yukarıdan aşağıya değil, aşağıdan yukarıya doğru oluşturulduğu zaman, hem saldırılara karşı güçlü bir direnç göstermek mümkün olacak, hem de sendikal hareket bu tehdidi kendisini yenilemek için kullanabilecektir.
Sendikaların önüne, örgütlenme faaliyetlerinde engel olarak çıkan toplumsal, siyasal ve ekonomik gelişmeler aynı zamanda onlara, kendilerini yenilemeleri ve yeniden güçlenmeleri için yeni fırsatlar sunmaktadır. Karşılaşılan fırsatların doğru değerlendirilmesi ise, her şeyden önce, bu fırsatları doğru ele alan bir mücadele stratejisine sahip olmak ve belirlenen stratejik hedefler doğrultusunda sağa sola yalpalamadan doğru hareket etmekle mümkündür.
Gücünüz varsa ve bu gücü kendi sınıf çıkarlarınız için kullanabiliyorsanız taleplerinizi gerçekleştirme olasılığınız her zaman vardır. Ancak bu tespit, sadece işçi sınıfı açısından değil, aynı zamanda sermaye sınıfı açısından da geçerlidir. Bugün dışarıdan bakıldığında kendilerini güçlü görenler, kitlesel gücünü somut talepler etrafında örgütleyerek harekete geçirmediği sürece, ne haklı olmanın ne de doğru şeyleri söylemenin hiç kimseye somut bir faydası olmayacaktır.

Eğitimde 4+4+4 Modeli ve Kamusal, Bilimsel, Laik, Anadilinde Eğitim

Eğitimin 4+4+4 şeklinde kademelendirilerek 12 yıla çıkarılmasının ardından, yeni modelin nasıl uygulanacağı, eğitim sisteminde ne tür değişiklikler yaşanacağına yönelik tartışmalar artarak sürüyor. Düzenlemeye yönelik itirazların büyük bölümünde, eğitimin dinselleştirilmesinin yanı sıra, temel eğitimin günümüz piyasa ilişkilerine uygun hale getirilmesi, sermayeye hem eğitimli, hem de “ucuz” işgücü yaratılması hedeflendiğine yönelik tespit ve eleştiriler yer alıyor ve bu eleştiriler giderek artıyor.
10 yıllık AKP hükümeti döneminde, eğitimin ticarileştirilmesi ile içeriğinin dinselleştirilmesi uygulamaları birbirine paralel olarak hayata geçirilmiştir. Bir taraftan okullar kâr-zarar hesabıyla tıpkı piyasada faaliyet gösteren “şirketler” gibi yönetilirken, diğer taraftan 2005 yılında değiştirilen eğitim müfredatıyla, eğitimde her açıdan tekçi, ırkçı ve cins ayrımcı ögeler yenilenerek ya da biçim değiştirerek varlığını sürdürmüştür. Başta felsefe dersi olmak üzere, pek çok derste dini referansların belirgin bir şekilde artması, 100 temel eser ve yardımcı kaynak kitaplarında yer alan dini söylemler, eğitimde yaşanan dinselleştirme ve ticarileştirme uygulamalarının bazen iç içe geçmiş bir şekilde ve birbirine paralel olarak hayata geçirildiğini göstermektedir.

ZORUNLU EĞİTİM VE AİLELERİN TERCİHİ
Eğitimde 4+4+4 şeklinde kademeli eğitim sistemine geçilmesi, “zorunlu eğitim” olarak ifade edilen uygulama ile çocukların küçük yaşlardan itibaren kapitalist sistemin ihtiyaçlarına uygun şekilde “uysal ve itaatkar bireyler” halinde yetiştirilmesi açısından önemli bir adım olarak ortaya çıkmıştır. Öte yandan, pedagojik  olmaktan çok, kapitalist sistemin günümüzdeki temel ihtiyaçlarına ve hükümetin siyasal-ideolojik hedef ve tercihlerine uygun olarak hayata geçirilmeye çalışılan 4+4+4 eğitim modelinin hedefleri ve uygulama biçimi üzerinden yürütülen tartışmalarda, sorunun özünden uzaklaşıldığı ve asıl tartışılması gereken noktaların geri planda kaldığı görülmektedir.
Toplumların ekonomik, sosyal ve kültürel yapısını oluşturan –kuşkusuz üretim ve değişim biçimin ardından gelen ve içeriğini bu biçimlerin koşullandırdığı– temel önemde bir özellik, insan yetiştirme modelidir. Çocukların yetiştirilmesi (pedagoji), sağlıklı bir toplum yapısının oluşturulması açısından önemlidir. Bu durum, aynı zamanda toplumun ilerlemesi ve gerçek anlamda özgürleşmesi açısından büyük önem taşır. Özgürlük düşüncesi, yasalar önündeki politik özgürlük ve eşitlik gibi bilinen anlamların ötesinde, bireylerin kendi inançları ve eylemleri üzerinde yine kendilerinin denetiminin olması gerektiğini ifade etmektedir. Bu durum, sınırları egemen sistem tarafından çizilen ve bugün çeşitli ad ve biçimler altında sunulmaya çalışılan “özgürlük” düşüncesinin ne kadar sığ olduğunu göstermektedir.
Zorunlu eğitim, kamusal bir hak olarak görülmesi gereken eğitimi, egemen sınıfın ihtiyaçları ve amaçlarına uygun bir içerikte bir zorunluluk olarak gördüğü için, sadece bir eğitim sorunu değil, aynı zamanda bir özgürlük sorunu olarak ele alınmak zorundadır. Zorunlu eğitim, egemen sistemin anlayışı ve işleyiş kurallarını sürdürmek için bireylere karşı dayatmacı bir niteliğe sahiptir. Zorunlu eğitim uygulaması, eğitimin kurumsal bir yapı kazanmasıyla başlamış bir uygulama değildir. Zorunlu eğitim, temelde, toplumsal yeniden inşa mekanizması olarak kullanılmış ve ilk ortaya çıktığında, askeri ihtiyaçlar üzerinden başlayarak, yurttaşların eğitilmesinde ve toplumsal bilincin arttırılmasında önemli bir rol oynamıştır.
Zorunlu eğitimin tarihine bakıldığında, Prusya’da 1819 yılında beş temel amacı gerçekleştirmek için oluşturulduğu görülür. 1- Orduya itaatkar asker yetiştirmek, 2- Maden ocaklarında çalıştırılmak üzere itaatkar işçiler yetiştirmek, 3- Hükümete azami düzeyde tabii olacak sivil hizmetliler yetiştirmek, 4- Kurumlarda çalışacak memurlar yetiştirmek, 5- Önemli konularda birbirine yakın düşünen yurttaşlar yetiştirmek. Bu anlamda zorunlu eğitimin amacı, çocuklar yetiştirilirken, onların entelektüel gelişimlerini arttırmak değil, “boyun eğme” ve “itaatin” temel olduğu bir toplumsallaştırma sistemini yerleşik hale getirmektir .
Zorunlu eğitimin amacı, bireylerin küçük yaşlardan itibaren zorunlu olarak birtakım ölçütlere göre biçimlendirilmesidir. Bu şekilde eğitim üzerinden egemen toplumsal sisteme itaat eden bireyler yetiştirilerek, sistemin yeniden üretiminin sağlanması amaçlanmaktadır. Toplumun itaatkar bireylerden oluşması, toplumsal denetimi ve toplumun oto denetimini (kendi kendini denetleme) kolaylaştırmaktadır. Çünkü itaat eden, sorgulamayan yurttaşların düzeni dönüştürmek için harekete geçirilmesi çok daha zordur.
Eğitimin temelleri üzerine yazılan kitaplar, gerek üretici güçlerin yaratılması (örneğin, alt sınıf çocukları için işçi sınıfı meslekleri, üst sınıf çocukları için idari ve profesyonel pozisyonlar) ve gerekse sosyal katman, siyasal hiyerarşi ve kültürel hegemonyanın sürdürülmesi bakımından okulların, toplumda egemen olan düzeni yeniden ürettiği şeklinde ifade edilebilecek bir önyargıyı dile getirirler .
Türkiye’de zorunlu eğitimin 4+4+4 şeklinde kademelendirilerek 12 yıla çıkarılması, beraberinde getirdiği pek çok değişiklikle birlikte, çocukların küçük yaşlardan itibaren “dindar” ve “kindar” yetiştirilmesinin yanı sıra “uysal” ve “itaatkar” bireyler olarak yetiştirilmesini hedeflemektedir. Bu anlamıyla yapılan değişiklikler, zorunlu eğitim sisteminin ilk ortaya çıktığı dönemden bu yana geçerli olan hedeflerden bağımsız değildir. Verili toplumsal düzenin kültürel, siyasi vb. değerlerinin de eğitim yolu ile küçük yaşlardan itibaren bireylere aktarılmasıyla, çocuklara küçük yaşlardan itibaren söz konusu değerlerin benimsetilmesi, “vatandaşlık” tanımının okul sistemi ve müfredat üzerinden yeniden üretilmesini kolaylaştırmaktadır.

MESLEKİ EĞİTİME YÖNLENDİRME MESELESİ
Eğitimin temel bir insan hakkı olması, kamusal sorumluluğu, yani devletin herhangi bir ayrım gözetmeden herkese, nitelikli eğitimi parasız olarak sunmasını gerektirir. Eğitimin kamusal bir sorumluluk değil, parayla alınabilen bir mal olması ise, onun bir hak değil, kişilerin maddi olanaklarına göre yararlanılabilen bir ayrıcalık durumuna dönüşmesine yol açmaktadır. Eğitimin hak olarak görülmesi devlete bir sorumluk yüklerken, bir hak değil de gereksinim olarak algılanması, bu sorumluluğun ailelere ve bireylere devredilmesi anlamına gelmektedir. 4+4+4 modeli ile ilgili olarak yöneltilen eleştirilere yanıt olarak verilen “ailelere tercih hakkı sunuyoruz” ifadesiyle “tercih” ile “özgürlük” arasında bir bağ kurmak mümkün değildir. Bu sorumluluk, eğitimin kamusal olması gerektiği gerçeğinden hareketle, tek tek ailelerden önce kamuda olmak zorundadır. Dolayısıyla eğitimin kamusal olması gerektiğinin kaçınılmaz bir sonucu olarak çocukları adına ailelerin “tercih” ya da “seçme” yapması, “seçme özgürlüğü” olarak görülemeyeceği gibi, eğitim hakkıyla ve kamusal eğitim anlayışıyla temelden çelişmektedir.
1989 tarihli Çocuk Hakları Sözleşmesi, çocukların birey olarak haklarını düzenleyen ve Türkiye’nin de altında imzası bulunan ayrıntılı bir belgedir. Bu sözleşme, kuşkusuz burjuva içeriklidir ve hukuk önünde eşitliği öngörmekte, dünyanın neresinde yaşarlarsa yaşasınlar, bütün halklar için aynı anlamı taşımaktadır ve ırk, dil, cinsiyet, din, etnik ya da toplumsal farklılık, mülkiyet, özürlülük, doğum ya da başka farklılık gözetilmeksizin bütün çocuklar için eşit ölçüde geçerlidir. Sözleşme, ortak standartları ortaya koyarken, devletlerin farklı kültürel, toplumsal, ekonomik ve siyasal gerçeklerini de göz önüne almıştır.
Çocuk Haklarına Dair Sözleşme’nin   temel ilkesi; çocuğun yüksek yararıdır ve her konuda çocuğun yüksek yararının gözetilmesini öngörmektedir. Bu sözleşme, çocukların haklarının gözetilmesinde asgari standardı tespit etmekte ve çocuğun öncelikle aile içinde ve aile çevresinde korunmasını temel almaktadır.
Çocuk hakları, çocuğun insan olması, aynı zamanda da bakıma ve özene gereksinim duyması nedeniyle doğuştan sahip olduğu hakların tümünü ifade etmektedir. Bu haklar, insanlığın belli bir gelişme çağında, teorik olarak, bütün çocuklara tanınması gereken ideal hakları içermektedir. 4+4+4 modelinde çocukların adına ailelerin, din derslerini ya da diğer seçmeli dersleri seçecek olması, ikinci 4 yıldan itibaren yine ailelerin ya da öğretmenlerin iradesi ile çocukların mesleğe yönlendirilmesi, çocuğun eğitimde ve daha sonraki yaşantısında telafisi zor olumsuzluklar yaratması nedeniyle pedagojik olarak son derece sorunlu bir durumdur.
Kademeli eğitimin ikinci dört yılında mesleki yönlendirmenin yapılacak olmasının ve mesleki eğitim oranının yüzde 65’e çıkarılmak istenmesinin tek anlamı, emekçi çocuklarının, işçi sınıfının gelecekteki üyeleri olarak, küçük yaşlardan itibaren uysal birer işçi olarak yetiştirilmesinin önünün açılması demektir. Üstelik bunun, kamu kaynaklarını özel sektöre aktararak, çocukları stajyer adı altında küçük yaşlardan itibaren sömürünün her türlüsüne maruz bırakarak yapılacak olması ibret vericidir.
Kapitalizm ile birlikte belirginleşen kafa ve kol emeğinin ayrışması süreci, doğrudan doğruya kapitalist eğitim sistemlerini de etkilemiş, eğitim süreçleri söz konusu bölünmeye paralel bir içerikte örgütlenmiştir. Her ne kadar günümüz kapitalizmi sömürüyü arttırmak için işçileri hem zihinsel, hem de fiziksel olarak sömürüyor olsa da, son yıllarda ucuz ve eğitimli işgücünün mesleki ve teknik eğitimi üzerinden eğitim sisteminin yeniden örgütlenmesi konusunda yatırımlar yapılması ve bu alanı güçlendirmek için yasal düzenlemelerin gündeme gelmesi dikkat çekicidir.
Eğitim, özellikle emekçi aileleri açısından çoğu zaman sınıf atlamada en etkili merdiven olarak görülmüştür. Bu bakış açısına göre, kendi çocukları için en iyi çözüm ve yoksulluğu alt etmede en önemli araç olarak eğitimi gören birçok aile için eğitim, öğrencilerin yüksek bir ücret ve statüsü olan bir iş elde etmelerini sağlayacak önemli fırsatlar sunar. Çoğu yoksul aile, eğitimin toplumda yüksek statü edinmede çok geliştirici bir rol oynadığını düşünmektedir. Okulda yeniden üretilen ve güçlendirilen sınıfsal tutumlar, aileden okula doğru yönelen bir değere sahip olduğu için, aile-okul ilişkisi birbirini beslemektedir. Bu durum, eğitimde yaşanan dönüşümlerin aileler tarafından çok daha yakından takip edilmesini sağlamaktadır.
Emekçi sınıflar yıllarca, okulların onlara sosyal bir ilerleme sağladığına ve okullaşma sürecinde bu ilerlemenin çocuk ve gençlerin kişisel yeteneklerine bağlı olduğuna inandırılmışlardır. Oysa toplumdaki sınıfsal farklılıklar eğitim süreçlerine aynen yansımakta, yoksul emekçi çocuklarından çok azı “sınıf atlama” olanağı bulabilmektedir. 4+4+4 modeli, ikinci dört yıldan sonra gündeme getirilen mesleki yönlendirme ile bu geçişkenliği daha da zorlaştıracak özellikler göstermektedir. “Egemen sınıfın kültürünün, dilinin ve değerlerinin bu okullardaki eğitiminde kullanıldığı gerçeği, etnik azınlıklar ve yoksulların çocuklarının bu ayrımın kol emeği (mesleki eğitim) etrafında bulunmasına neden olmaktadır” .
Milli Eğitim Bakanı, Organize Sanayi Bölgelerinde (OSB) kurulacak özel meslek liselerini öğrenci başına yaklaşık 1.500 TL teşvikle destekleyeceklerini, aynı zamanda bu okullarda eğitim göreceklerin eğitim maliyetinin bir bölümü devlet tarafından üstlenilerek işadamlarının kendi okullarını kurmalarının sağlanacağını açıklamıştır. 6111 sayılı torba yasada, 16 yaşından küçüklere ödenen asgari ücretin brüt asgari ücretin üçte ikisinden, net asgari ücretin üçte birine düşürülmesinin ardından, 4+4+4 düzenlemesi ile önceden yüzde on olan “stajyer öğrenci” çalıştırma sınırlamasının tamamen kaldırılması, patronlara meslek okulları kurma ve “işletme”nin kapılarını ardına kadar açmıştır .
“Okullar, teknik ve işletme odaklı bilginin halk içerisinde dağıtımını fazlalaştırır. Öğrenciler bu bilgiyi öğrendikçe, edindikleri beceri ve uzmanlığı yatırım olarak kullanıp daha iyi meslekler için basamakları tırmanır. Okullar, büyüyen ekonominin ihtiyaç duyduğu iyi yetişmiş insanların sağlanmasını garanti eder. Okullar, hiyerarşik işgücü piyasası için özneler ve teknik/işletme odaklı bilgi üreterek birikime yardımcı olur. Bir devlet aygıtı olarak okullar, sermaye birikimi (hiyerarşik olarak örgütlenmiş bir öğrenci grubunu ayıklar, seçer ve onaylar) ve meşruiyet (eksik bir liyakat ideolojisi sağlar ve böylece eşitsizliğin yeniden yaratılması için gerekli ideolojik biçimlere meşruiyet sağlar) için gerekli koşulların sağlanmasında önemli roller üstlenir” .
Meslek tercihi ve meslek eğitimi, dünyanın pek çok ülkesinde temel ve genel eğitimden sonra yapılmaktadır. Sağlıklı bir meslek tercihi, çocuğun kendi ilgisini, yeteneklerini, değerlerini, kişilik özelliklerini tanıması; meslekleri, mesleğin gerektirdiği eğitimi, istihdam olanaklarını ve koşullarını tanımasıyla mümkündür. Yapılan araştırmalar, ergenlerin ilgilerinin 17-18 yaşlarında kararlılık göstermeye başladığını, bununla birlikte sürekli değiştiğini ortaya koymaktadır. Dolayısıyla gelişmiş birçok ülkede ve özellikle Avrupa ülkelerinde mesleki yönlendirmenin orta öğretimin son yıllarında yapılmasına rağmen, Türkiye’de, yeni adıyla ortaokul düzeyine indirilmesinin hiçbir bilimsel dayanağı yoktur.
Sınıflı toplumlarda okullar, kuşkusuz toplumdaki sınıfsal bölünmeleri yansıtan üst yapı kurumlarıdır. 4+4+4 sistemi ile Türkiye’de kapitalizmin gelişimine paralel olarak ortaya çıkan sınıfsal farklılaşmaların daha da derinleşmesi, yoksul emekçi çocuklarının içinden geldikleri sınıfa layık görülen mesleki eğitime ağırlıklı olarak yönlendirilmesi söz konusu olacaktır.
Mesleki yönlendirmenin ikinci 4 yıl kadar indirilmesi ile asıl amaç, bir süredir istihdam ilişkilerinde yaşanan esnekleşmeye paralel bir temel eğitim sistemi oluşturmaktır. Eğitimin kademelendirilerek esnekleştirilmesini, 2012–2023 döneminde uygulanması planlanan Ulusal İstihdam Strateji Belgesi ile birlikte değerlendirdiğimizde, eğitimdeki değişiklikler ile çok daha ötesinin planlandığı anlaşılmaktadır.
Ulusal İstihdam Stratejisinin ilk hedefi “Eğitim ve istihdam ilişkisinin güçlendirilmesi” olarak belirlenmiştir. Konu ile ilgili olarak hazırlanan eylem planında yer alan ifadeler, özellikle piyasa ile uyumlu olarak yapılması hedeflenen zorunlu eğitim ve mesleki eğitim ile ilgili hedefleri net bir şekilde ortaya koymaktadır. Örneğin strateji belgesindeki “Zorunlu eğitim dışındaki öğrenme fırsatları çeşitlendirilecektir” vurgusu, 4+4+4 şeklindeki kademeli eğitim ile hedeflenenler ile zorunlu eğitimin “esnekleştirilmesi” arasında nasıl bir bağ kurulduğunun anlaşılması açısından önemlidir.
İstihdam strateji belgesinde dikkat çekici olan bir diğer nokta ise, yine eğitim ve istihdam ilişkisinin güçlendirilmesi başlığı altında, kamu kesiminin, mesleki eğitimden kademeli olarak çekilerek, bu konudaki inisiyatifin “yerel aktörlere ve özel sektöre bırakacağı” ifadesidir . Buradan, Türkiye’de eğitim sisteminde yaşanan kamusal olmaktan çıkma eğiliminin önümüzdeki dönemde daha da hızlanacağı ve başta mesleki eğitim olmak üzere, eğitimin bütün aşamalarında piyasa ilişkilerinin belirleyici olacağı anlaşılmaktadır.

KAMUSAL, BİLİMSEL, LAİK VE ANADİLİNDE EĞİTİM
Eğitim süreci, parçası olduğu toplumsal yapının egemen ideolojisinin yeniden üretilmesinde en önde gelen araçlardan birisidir. Bu süreç, toplumsal üretiminin eğitimden beklediği diğer işlevlerinin de yerine getirilişi ile iç içe geçmiştir. Kapitalizm açısından baktığımızda, yetişmiş insan gücü gereksinimi eğitim süreci üzerinden karşılanarak, toplumsal iş bölümü konumları için bireyler seçilir ve bireyin değil, sistemin ihtiyaca göre yetiştirilirler. Seçme, yetiştirme ve yerleştirme sırasında hiyerarşik toplumsal yapının, sınıfsal farklılıkların yapısına uygun özellikler korunarak, eğitim üzerinden sınıfsal farklılaşmanın ve bireysel rekabetin uzun ömürlü olması sağlanır. Bu da, bir bakıma, var olan kapitalist toplumsal iş bölümünün meşru, doğal ve hatta kaçınılmaz olduğu, bunu değiştirmenin çok zor olduğu görüşünün nesilden nesle aktarılması anlamına gelmektedir.
Eğitim hakkının yaşama geçirilmesinin en temel koşullarından birisi, kamu tarafından yürütülmesi ise, diğer koşulu, içeriğinin yine kamusal bir anlayışla parasız, bilimsel, laik ve anadilinde olması, farklı dil ve kültürlerin özgürce gelişmesini sağlamayı hedeflemesidir. Bu koşullar sağlanmadığında, eğitimin, o anki mevcut statükonun devamlılığını sürdürmeye çalışan, bu haliyle eğitimin kişi için hak olmaktan çıkıp yapılması zorunlu bir görev haline gelmesi kaçınılmazdır.
Bütün ulusal ve uluslararası belgelerde, herkesin eğitim görme hakkına sahip olduğu belirtilir. Cinsiyeti, etnik ve dinsel kimliği ne olursa olsun, herkes, insan olduğu için, kendini geliştirme, kendini oluşturma hakkına sahiptir. Bu da, ancak eğitimin kamusal bir anlayışla gerçekleştirilmesi ile mümkündür. Eğitimde var olan eşitsizliklerin, sınırlamaların ve yoksunlukların ortadan kaldırılması, özgürlükçü eğitim anlayışına dayalı bir eğitim hakkının yaşama geçirilmesi için yeterli değildir. Eğitimin temel bir insan hakkı olması, bu hakkı kullanırken hak sahiplerinin taleplerini (örneğin anadilinde eğitim hakkı talebini) özgürce, demokratik yollarla dile getirebilmesine imkân verilmesini gerektirmektedir.
Bir toplumda kamusal eğitimden uzaklaştıkça, “eğitimde fırsat eşitliği” söyleminin yaygınlaştığı görülür. Bu söylem, herkesin eğitim olanaklarından eşit bir şekilde yararlanması gerektiğinin ifadesi olarak kullanılıyor olsa da, gerçek yaşamda somut bir karşılığı yoktur. Bir değer yargısını ifade eden eşitlik kavramı, sadece basit bir matematiksel eşitliği anlatmamaktadır. Yasalarda belirtilen eşitlik söylemleri (örneğin ilköğretim okullarında eğitim parasızdır ifadesi) sadece hukuksal bir anlam taşımakta, gerçekte eğitim hakkından ve dolayısıyla eğitim olanaklarından her bireyin “eşit” bir şekilde yararlanmasını güvence altına almamaktadır. Bunu sağlamanın tek yolu, eğitimin kamusal olması ve bütün aşamalarında kamu tarafından finanse edilmesidir. Öte yandan, herkese eşit eğitim olanakları sunmak, herkese yeterli “eğitim hakkı” sunmak anlamına gelmemektedir. Bu nedenle bir bütün olarak eğitimi sağlama açısından “eğitimde fırsat eşitliği” yerine, “eğitim hakkı” kavramını benimsemek daha doğrudur.
Kamusal eğitimin önemli bir parçası olan ve insanı merkeze alan laik eğitim anlayışı, tüm insanların eşit, saygıdeğer, öğrenme ve gelişmeye açık olduğunu savunur. Laiklik, devlet yönetiminin, eğitimin, hukuk kurallarının ve bir bütün olarak toplumsal yaşamın dini kurallara değil, akla ve bilime dayandırılmasıdır.
Eğitim açısından bakacak olursak, dinsel bir eğitim anlayışı, insanları inanan ya da inanmayan, dindar ya da dinsiz olarak ayırarak, bir kısmını üstün ve değerli, diğerlerini ise sapkın, hatta düşman ilân edebilmektedir. Bu şekilde toplumda giderek derinleşen sınıfsal ayrışmanın din üzerinden daha da derinleştirilmesi kaçınılmazdır. Geçtiğimiz yıllarda bu anlamda çokça gelişmenin yaşanmış olması, AKP hükümetinin diğer amaçları ile birlikte, kendi siyasal amaçları doğrultusunda eğitimi dinselleştirme uygulamalarını adım adım hayata geçirdiğini ve bu durumun toplumun muhafazakârlaşmasında belirleyici hale geldiğini söylemek abartı olmayacaktır.
Dinsel eğitim; olay, olgu ve nesneleri bilimin değil, dinin (ya da dini merkeze alanların) bakış açısıyla açıklamayı temel almaktadır. Örneğin, yağmurun oluşumunu, buharlaşmış suyun belirli bir aşamada yoğunlaşarak yoğuşması olayı olarak açıklamak yerine, Tanrı katında duası kabul olan insanların duaları sonucu olduğunu kabul etme ya da böylesi bir açıklamayı yeğleyici bir eğitim veya bilimsel bir gerçeklik olarak evrimi “maymundan gelmek” olarak tanımlayıp, “hepimiz Âdem’den Havva’dan geldik” gibi ifadelerle açıklamaya çalışmak, dinsel eğitimin ne tür sonuçlar ortaya çıkarabileceğini görmek için yeterlidir. Elbette durum verdiğimiz örneklerdeki kadar basit değildir. Daha karmaşık bilimsel konular (evrim, kök hücre vb.) gündeme gelince, bu durumu açıklamak bu kadar kolay olmamaktadır. Ancak “bilim yuvaları” olarak gösterilen üniversitelerde bile evrim karşıtı etkinliklerin organize edildiği bir ortamda, bilimsel ve laik eğitim mücadelesinin ne kadar önemli ve güncel olduğu açıktır.
Eğitimin kurumsal olarak gelişimi, başlangıçta dinsel bir nitelik taşımış, dini kurumlar içinde, din adamları tarafından verilmiştir . Din kurumunun baskın olduğu bu tür toplumlarda, eğitim dinsel bir nitelik göstermiş ve din kurumları içinde, toplumsal yaşamdaki yerini almıştır. Özellikle tek tanrılı dinlerle birlikte, din kurumları, yönetici ve üst düzey memurların yetiştirilmesinde önemli bir rol oynamıştır. Örneğin Osmanlı İmparatorluğunda mahalle ve sübyan mektepleri dine dayalı eğitim veren ilkokul düzeyinde okullardır. Arapça eğitim veren medreseler ise, imparatorluğun ulema sınıfını oluşturmuş, fetva yoluyla devlet yönetimini etkilemişlerdir .
Türkiye’de okullarda din eğitimi ile ilgili olarak, bu konuya seçmeli ders olarak yer verilmesinden zorunlu ders haline gelmesine kadar farklı seçenekler denenmiştir. Zorunlu din dersi ile ilgili tartışmalarda, çoğu zaman, bilimsellikten çok, siyasal-ideolojik duruşlar, din ve din eğitimi konusundaki pozisyonlar etkili olmuştur. Sorun, eğitim üzerinden dini bilimselleştirmeye ya da bilimi dinselleştirmeye çalışma noktasında düğümlenmektedir. Oysa eğitim bilimi açısından geçerli olan tek şey, eğitime bilimin gözlüğü ile bakmaktır. Dinin gözlüğü ile bilime bakmak mümkün değildir. Bilim “bilim” olarak, din “din” olarak kaldığı sürece işlevlerini yerine getirebilmektedir.
Din dersinin zorunlu sayılması, kamusal, laik, demokratik eğitim anlayışıyla ve bilimsel eğitimle temelden çelişmektedir. Okullarda, üstelik devlet aracılığıyla ve zorunlu olarak, yalnızca belli bir din ve belli bir mezhep öğretilmektedir. Bu durum, Türkiye gibi çok kültürlü, çok dinli ve çok mezhepli toplumda, birçok sorunun doğmasına yol açmaktadır. Türkiye’de dinin siyasallaşması ve siyasal çıkarlara alet edilmesinin engellenmesi, ancak devletin dinden elini tamamen çekmesiyle olanaklıdır.
Devlet, din işlerinden bütünüyle elini çekmeli, bütün dinler, mezhepler ve inanmayanlar karşısında tarafsız olmalıdır. Hiçbir resmi işlemde kimseye dini ya da inancı sorulmamalı, bir dine inananlar ibadetlerini devlet desteği almadan istedikleri gibi yapmalı, hiçbir inanca karşı ayrımcı uygulama yapılmamalıdır. Laik eğitimin bir gereği olarak okullarda hiçbir dinin eğitimi verilmemeli, din öğretimi ve ibadethaneler için kamu bütçesinden pay ayrılmamalıdır. Bu durumda, yıllardır İslam’ın belli bir mezhebinin hizmetinde olan Diyanet İşleri Başkanlığı kaldırılmalı, Diyanet’e bütçeden para ayrılmayarak, bu alana aktarılan paralar kamusal eğitime harcanmalıdır.
4+4+4 ile, temel eğitim çağındaki çocuklara zorunlu din dersinin yanı sıra, Kur’an ve Peygamberin hayatı derslerinin “seçmeli” olarak okutulacak olması, laik eğitim ilkesi ile açıktan çelişmektedir. Çocukların ikinci 4 yıllık dönemde henüz somut düşünme aşamasında olmaları ve soyut kavramları algılamakta zorlanmaları nedeniyle, zorunlu din dersi ya da seçmeli Kur’an gibi dini içerikli derslere yönlendirilmeleri, hem eğitimin dinselleştirilmesi açısından, hem de pedagojik olarak büyük sakıncalar içermektedir.
Toplumlarda din-eğitim ilişkisini büyük ölçüde din-devlet ilişkisi belirlemektedir. Başka bir ifadeyle, dini konular devlet üzerinde ne denli güçlü bir etkiye sahip ise, eğitim sistemi üzerinde de o denli yönlendirici ve dayatmacı olması kaçınılmazdır. Bu anlamda, dinin eğitim üzerindeki etkisini var olan siyasal yapı ile ilişkisinden ayrı düşünmek mümkün değildir. Bugün Türkiye’de “din, eğitim üzerinde ne denli belirleyici olmalıdır?” sorusu tartışılır olmaktan çıkmış, “eğitim sistemi dinsel eğitimi içermeli midir?” sorusu tartışılmaya başlanmıştır. Bu sorunun yanıtı “laiklik” ilkesi ile birlikte düşünüldüğünde, devletin, bırakalım zorunlu din dersini, seçmeli olarak bile din dersi vermemesi gerekir.
Laik toplum düzeni, bütün din ve inançtan insanların, eşit koşullarla, aynı kurallara uymak durumunda bulundukları, hiç kimseye ya da gruba dinsel ayrıcalık ve üstünlük tanınmayan bir toplum düzenini ifade etmektedir. Laikliğin temelinde, farklı inanç ve dinlerdeki insanlar arasında eşitliğin sağlanması vardır. Bunu yapabilmek için, laik devlet, tüm din ve mezheplere aynı mesafede durmak, dine karşısında mutlak olarak tarafsız olmak zorundadır.
Laik eğitim, özünde bilimsel eğitimi ifade ederken, bilimin kuşkucu, sorgulamaya, araştırmaya, eleştirmeye dayanan yüzüdür. Dinsel eğitim ise, kabule dayanırken, herhangi sorgu ya da eleştiriyi kabul etmez. Bu durumda, laik olduğunu iddia eden bir devletin din eğitimi vermesi, üstelik bunu zorunlu tutması büyük bir çelişkidir. Öğrencilerin eleştirel bir zihinsel yapı ile mi, yoksa kendilerine verilen bilgiyi aynen ezberleyerek kabul etmeye hazır olacakları bir eğitim yapısı ile mi yetiştirilecekleri sorusu önemlidir. Hiçbir toplum tamamen aynı inancı paylaşan insanlardan oluşmadığına göre, tüm inançlara aynı mesafede bulunması gereken devletin, sadece bir mezhebin ya da dinin eğitimini zorunlu ya da seçmeli olarak vermesi aynı derecede yanlış bir uygulamadır.
Eğitimin kamusal, bilimsel ve laik olması kadar, bireylerin hiçbir kısıtlamaya gidilmeden kendi anadillerinde eğitim almaları da, eğitim biliminin en temel ilkeleri arasındadır. Anadili eğitimi ve anadilde eğitim, bireyin toplumsal bir varlık olarak gelişmesinde, içinde yaşadığı çevreyi ve dünyayı algılama ve yorumlamasında, özgür ve eleştirel düşünebilmesinde temel bir rol oynamaktadır.
Anadil eğitimi, ilköğretimden başlayarak tüm eğitim basamaklarında ve daha sonra da bir yetişkin olarak sürdüreceği yaşamındaki başarısında temel belirleyicilerden bir tanesidir. Birey bir anlamda toplumsal ilişkiler sistemine anadil ile katılmakta, anadili ile içinde yaşadığı toplumun bir parçası olmaktadır.
Bireyin kendisini gerçekleştirme sürecinde anadilin büyük etkisi vardır. Kişi ana dili ile daha etkili iletişim kurmakta ve algıları daha güçlü, net ve çok yönlü olmaktadır. Bu noktadan hareketle, bireyin kendisini gerçekleştirmesinde önemli bir etkisi olan anadil eğitiminin etkin bir biçimde kullanılması şüphesiz okuldaki başarıyı arttıracaktır. Çünkü insanoğlu kendisini gerçekleştirirken, kendi yansımasını bulduğu değerlere de yönelmektedir. Bu anlamda hangi kültürel ortamda olursa olsun, bireyin kişiliğinin sağlıklı ve dengeli bir yapıya oturması, eğitimin anadilinde yapılmasından geçmektedir.
Türkiye’de yaşayan ve sayıları milyonlarla ifade edilen, kendi ana dillerinde eğitim isteyen halklar anadilinde eğitim hakkından mahrum bırakılırken, kuruluş amaçları farklı olsa da, Türkiye’de hiç konuşulmadığı halde İngilizce, Fransızca, Almanca ve diğer dillerde eğitim yapan okullar bulunmaktadır. Resmi dil dışında anadilde eğitimin yapılmayışı, hatta yasak oluşu, pek çok toplumsal huzursuzluğun ortaya çıkmasına da neden olmaktadır. Bu olumsuzluklardan en çok etkilenen kesim, Kürt halkı ve Kürtçe olmaktadır.
Çocukların gelişimi açısından bakıldığında 0-6 yaş arası, zeka gelişiminin büyük oranda tamamlandığı, çevresiyle ilişkilerini algılamaya ve tanımaya, hatta yorumlamaya başladığı bir döneme denk düşmektedir. Zeka gelişimi, başarıyı anlayan ya da geliştiren özellikleri katılımla ilgili olmasına rağmen, bunun gelişimi yaşanılan çevrenin ekonomik, sosyal ve kültürel yapısı ile ilgilidir. Bu aşamada çocuğun gelişiminde belirleyici olan aile yaşantısı olduğundan, okul öncesi dönemde çocukların konuşma dili olarak bildiği tek dil çocuğun ana dilidir. Anadilin çocuk üzerindeki etkisi, ailesi ve çevresinden öğrendikleriyle doğru orantılıdır. Bu süreçte çocuk, ona verildiği gibi, öğretildiği gibi anadilini öğrenir. Bu aşamadan sonra çocukta toplumsal ve ulusal kültür oluşmakta ve bilinçaltına yerleşmektedir.
Çocuğun sadece duyduğu, ancak anlayamadığı bir dille karşılaşması, bu dille okulda yaşamak zorunda bırakılması, çocuğun zeka ve duygu gelişiminin durmasına hatta gerilemesine neden olabilir. Bu yaş döneminde öğrenmede hızlanıp doruğa ulaşması gerekirken, yetişkinlerin bile öğrenmekte zorlandığı yabancı bir dili öğrenmek zorunda olması, çocukta şaşkınlık ve çaresizlik yaratmaktadır. Bu noktada çocuğun öz güvenini yitirmesi, kendisini başarısız bulması ve eğitim sürecine daha başlangıç aşamasında yabancılaşması kaçınılmazdır.
Anadilinde eğitim almayan çocuk, okuldan kaçma, okula gitmeme, okulu sevmeme, öğrenmeye ilgisiz kalma, yanlış konuşmaktansa hiç konuşmama vb. gibi tepkilerle kendi iç dünyasına çekilerek, kendisi ile baş başa kalmaktadır. Örneğin eğitim dilinin Türkçe, sosyal çevre dilinin Kürtçe olması çocukta bir kimlik karmaşasına neden olmakta, bu karmaşa çocukta kalıcı zihinsel bozukluklar oluşmasına kadar gidebilmektedir. Eğitimde tek dilin dayatılması, eğitim sisteminin de katkısıyla, çocuğun gerçek kimliğini reddetme ve ona dayatılan kimliği kabullenme çabası içerisine girmesine neden olmaktadır.
Anadili üzerinde yapılan bütün araştırmaların ortak bir sonuç olarak gösterdiği gibi, tüm bu olumsuz sonuçlar, kendi anadilinde eğitim gören çocuklarda ortaya çıkmamaktadır. Anadilinden başka bir dille eğitim gören bazı çocuklar, kendi kültürel çevresini, ailesini, dilini, ulusal kimliğini ret ederek, kendisine dayatılan yeni kimlik, yeni kültür ve yeni dil alanına girip ulusal kültürüne düşman olabilmektedir. Öte yandan dayatılan yeni kimlik, yeni kültür ve yeni dili kabul etmeyerek, önce kişisel, sonra çevresel ve nihayetinde siyasal düzeyde direnişe geçilebilen geniş bir kesim olduğu da açıktır.
4+4+4 düzenlemesi ile eğitime başlama yaşının 72 aydan 60–66 ay aralığına geriletilmesi, diğer başka sorunların yanı sıra, anadili Türkçe olmayan çocuklar açısından, eğitim üzerinden asimilasyon politikalarının daha katı bir şekilde hayata geçirilmesi gibi tehlikeli bir durumu ortaya çıkarmaktadır.
AKP’nin bir süredir üniversitelerde yarattığı dönüşüm ve yoğun siyasal kadrolaşmaya rağmen, tek bir öğretim üyesinin çıkıp, okula başlama yaşının 60–66 ay aralığına çekilmesini destekleyen açıklama yapamamış olması, 4+4+4’ün hem bilime, hem de topluma karşı yapılmış büyük bir dayatma olduğunu göstermektedir.

SONUÇ
Eğitimde bir süredir adım adım gerçekleşen dönüşüm eğilimleri, kuşkusuz dünya çapında yaşanan gelişmelerden bağımsız değildir. Dünya düzeyinde eş zamanlı olarak gerçekleşen bu eğilimlerin yapısal bir sürecin, yani kapitalizme özgü dinamiklerin günümüzde ulaştığı düzeyin sonuçları olduğunu belirtmek gerekir. Eğitim ve diğer alanlarla ilgili olarak pratik süreçte karşılaştığımız farklılıklar sadece Türkiye’ye özgü dinamikler değildir.
Eğitimin, “iş dünyasının” ve piyasanın değişen bilgi ve beceri taleplerini karşılamak için rekabet temelinde yeniden yapılandırılması sonucu, eğitim hakkı ilkesi göz ardı edilerek, “rekabet”, “teknolojik eğitim”, “girişimcilik” ve “kendi kendine yetme” anlayışı, eğitimde ve eğitim hizmetlerinin sunumunda temel kabul haline getirilmiştir.
Bugün tüm dünyada egemen olan ve eğitim sistemlerini neoliberal içeriğiyle yenileyerek sermayenin tam hizmetine ve denetimine sokmaya yönelik anlayışlar, eğitimi bir insan hakkı olarak değil, maliyeti olan ve karşılığı mutlaka ödenmesi gereken bir “müşteri hizmeti” olarak görmektedir. Eğitim sistemlerinde çeşitli adlar altında yapılan köklü değişiklikler ve çeşitli projeler, temel olarak, eğitimi herkesin eşit ve parasız olarak yararlanması gereken bir hak olmaktan çıkarmayı hedeflemektedir. Bu anlayışın gelişmesiyle birlikte, aynı okul içinde sınıflar, aynı bölgede okullar, farklı bölgeler birbirleriyle rekabet içine sokularak, eğitimde piyasa ilişkilerinin tek belirleyen olması sağlanmak istenmektedir. Eğitimin kamusal niteliğinin aşınmasıyla birlikte bir yandan kaynakların eşitlikçi dağılımını ortadan kaldırılırken, diğer yandan eğitimi tamamen piyasaya teslim etmenin adımları atılmaktadır.
Eğitim hizmeti, bir uçta egemen sistemle uyumlu standart birey yetiştirme alanı olarak ortaya çıkarken, diğer uçta bireyi özgürleştirici, yeteneklerini ortaya çıkaran ve yaratıcılığını geliştiren kişiliğini dönüşüme uğratıcı bir üretim alanı olarak görülebilir. Açıktır ki, birinci model, eğitimin kapitalist tipini; ikinci model ise, sosyalist tipini yansıtmaktadır. Eğitimin dayanacağı ilkeler, finansmanından hizmetin sağladığı sonuçlara kadar, geniş bir alanda etkili olmaktadır. Bu açıdan, eğitim hizmetinin hangi ilkeler çerçevesinde yapılacağına yönelik olarak yapılacak sınıfsal tercihin, en az eğitim politikalarının belirlenmesi ve uygulanması kadar önemli olduğu gerçeğini asla unutmamak gerekir.
Eğitim sistemi ve okullar, elbette sadece mevcut sistemi yeniden üreten kurumlar, öğrencileri sistem karşısında zayıf, çaresiz, pasif varlıklara dönüştüren kurumlar olarak görülüp değerlendirilemez. Böyle kurgulandıkları tartışmasızdır; ancak çelişmesiz bir bütünlük olarak sermayenin mutlak egemenliği, onun hep ulaşmak istediği hedef olarak kalacak, ama gericiliğin en koyu karanlık koşullarında bile gerçekleşmekten uzak olacaktır. Bu nedenle, okullar, birçok siyasal-ideolojik mücadelelerin ve çatışmaların, eğitimin özneleri tarafından (öğretmen, öğrenci, veli vb), gerek eğitim içinde, gerekse de okul dışındaki bazı örgüt ve kurumlar tarafından pratiğe aktarıldığı, bu anlamda birer mücadele mekanları olma özellikleriyle ele alınmalıdır.
Ancak şu da doğrudur ki, 4+4+4 eğitim modeli ile daha da belirginleşen eğitimde ticarileştirme ve dinselleştirme sürecine somut yanıtlar oluşturabilmek için, egemen sınıfın ideolojik hegemonyasını kıracak ve siyasal egemenliğini en azından zayıflatmak üzere neoliberal içerikli saldırılarını püskürtecek çok yönlü bir mücadelenin örgütlenmesi gerekmektedir.
Eğitim sistemini sermayenin değil, emekçi halkın çıkarları doğrultusunda dönüştürmek, eğitime ve bilime meydan okumak anlamına gelen 4+4+4 kademeli eğitim modeline karşı yürütülecek mücadelenin gelişim sürecine doğrudan bağlıdır. Bu nedenle öğretmeni, öğrencisi, velisi ve diğer toplum kesimleri ile birlikte kamusal, bilimsel, laik ve anadilinde eğitim mücadelesinin güçlendirilmesi, bugün, dün olduğundan çok daha fazla önem ve aciliyet kazanmış durumdadır.
Eğitim hakkına yönelik saldırılar karşısında başta eğitim sendikaları olmak üzere, toplumun örgütlü kesimleri, geniş halk kesimleriyle birleşen, bütünlüklü bir toplumsal mücadeleyle kamusal, bilimsel, demokratik, laik ve anadilde eğitim hakkını yaşama geçirme görev ve sorumluluğu ile karşı karşıyadır.

Sendikal bürokrasi ve “sendikal güç birliği platformu”

Sermaye, geçtiğimiz yıllar içinde, işçi sınıfının haklarına karşı attığı her adım sonrasında, bir taraftan işçi sınıfını çeşitli biçimlerde dağıtıp farklı ve güvencesiz istihdam biçimlerine mahkum ederken, diğer taraftan az sayıda örgütlü işçiyi temsil eden sendikaları, sendikal bürokrasinin de yardımıyla, giderek güçsüz ve etkisiz kurumlar haline getirme noktasında oldukça mesafe aldı.
İşçi sınıfının ekonomik, sosyal, demokratik çıkarları açısından en önemli araçların başında gelen sendikalar, son yıllarda işçi haklarına yönelik saldırıların yanı sıra, en temel konularda bile ortaya koydukları yetersiz pratik tutum nedeniyle, üyeleri başta olmak üzere, sendikal mücadelenin gerekliliğine ve önemine inanlar tarafından çeşitli yönleriyle eleştiriliyor. Bu duruma paralel olarak, gerek örgütlenme, gerekse sınıf mücadelesi içindeki etkileri açısından sendikal mücadelede yaşanan gerileme devam ediyor. Bu durum, işçiler ile sendikal merkezleri iki ayrı kutba doğru iterken, sermayenin sendikalar içindeki uzantısı olan sendikal bürokrasinin etkisi ve ağırlığını kaçınılmaz olarak daha da artırmasını beraberinde getiriyor.
Konfederasyon merkezleri ile bağlı sendikalar, sendikalar ile sendika şubeleri ve nihayet sendika şubeleri ile işyerleri arasındaki mesafenin sürekli olarak açılması, bir taraftan sendikal alandaki tartışma ve kararlaşmaların aşağıdan yukarıya gelişimini zorlaştırırken, çoğu zaman böylesine somut bir ihtiyacın ortaya çıkmasının koşullarının bile ortadan kaldırıldığı örnekler yaşanıyor. İstikrarlı bir işyeri çalışmasının olmaması gerçeği ile sendikalarda tabanın denetiminin yeterince sağlanamaması birleşince, kaçınılmaz olarak, yaşanan sorunlara zamanında müdahale etmenin ve sendikal hareketi ileriye taşıyacak somut adımları atmanın koşulları gün geçtikçe zorlaşıyor.
Sendikalar açısından bakıldığında, emek ile sermaye arasında sürmekte olan mücadeleyi tehdit eden en önemli zayıflıklardan birisi, sendika bürokrasisinin uzun süredir sendikalarda yerleştirdiği sendika büroları ile sınırlı çalışma ya da çalışmama ile ilgili geleneğin klasik örgütlenme ve eylem alışkanlıklarının sürmesidir. Söz konusu geleneğin sendikalar ve sendikal hareket içindeki somut karşılığı, sendika üyesi olduğu halde, örgütsüz hale getirilmiş, başka bir ifade ile pasifleştirilmiş işçi kitleleri üzerinden, sendika bürokrasisinin, kendisini, sendikal hareket içinde bir azınlık olarak örgütlemiş olmasıdır. Bu durum, sınıfın öz örgütü olması gereken sendikaların, sıradan bir sendika üyesi için bile ulaşılması zor bir “büro örgütü” haline getirilmesine, sendikal bürokrasinin sadece genel merkezlerde değil, şubelere, hatta işyerlerine kadar inen geniş bir alanda etkili olmasını beraberinde getirmiştir.

SENDİKAL HAREKETİN DURUMU VE TÜRK-İŞ
Sendikal mücadele sürecinde yaşanan sorunların işyerlerinden yukarıya doğru taşınamaması, sendika merkezlerinde işyerlerinden kopuk “ayrı dünyalar”ın oluşmasını ve buna paralel olarak, sendikal bürokrasinin, yukarıdan aşağıya sendikaların bütün kademelerinde kelimenin tam anlamıyla egemenliğin ilan etmesini beraberinde getirmiştir. Öyle ki, bu durumun somut bir yansıması olarak sendikalar, günümüzde en temel işlevlerinden birisi olan “ekonomik mücadele” bile veremez hale gelmiş ya da getirilmiş durumdadır. En temel ülke meselelerinde dahi genel geçer şeyler söylenmesinden ve alışılmış eylem biçimlerinden öte gitmeyen sınırlı tepkilerin sayısındaki azalma bile, bu görüşümüzün kanıtı olarak gösterilebilir.
Sendikal mücadele sürecinde, başından sonuna açıklıkla ve sorumluluk duygusuyla hareket edilmediğinde, sınıfın, sınıf hareketinin ve mücadelenin ihtiyaçlarından çok, başka kaygılarla davranıldığında, emekçi kitleler nezdinde inandırıcılığın her geçen gün azalmasının kaçınılmaz olduğunu, bugün sendikaların içinde bulunduğu duruma bakarak görmek mümkündür. Hem işyerleri ve fabrikalarda, hem de toplumda geniş bir destek bulamayan sendika ve konfederasyonların benimsemiş oldukları “sosyal diyalog” merkezli sendikacılık tarzı, sendikaların gerçek birer işçi örgütleri haline getirilmesi ve sınıfın örgütleri olarak hareket etmelerinin önündeki en önemli engellerdendir.
Sendikaların gücü ve etkinliğini arttırabilme yetkinliği, hem üyelerin sendikalara yönelik tutum ve davranışları, hem de sendika üyelerinin sendikal kararlara katılabilecekleri ve alınan kararlar konusundaki öneri ve eleştirini iletebilecekleri demokratik kanalları sağlayan bir yapılanma içerisinde olmaları ya da olmamalarına bağlı olarak değişmektedir. Tek tek üyelerin hem sendikalarına hem de sendika yönetimlerine yönelik düşünceleri, sendikalarına olan bağlılıkları, sendikal faaliyetlere katılma biçim ve dereceleri ile sendikaların mücadelesinden duydukları memnuniyet arasındaki ilişkilerde yaşanan sorunlar, sendikal hareketi etkileyen diğer bir konudur.
Öncesi bir tarafa, her fırsatta Türkiye’nin “en büyük işçi konfederasyonu” olmakla övünen Türk-İş’in yakın geçmişte ortaya koyduğu pratik tutum, bir taraftan sendikaların işçiler içindeki itibarını yok olma noktasına getirirken, diğer taraftan da Türk-İş’in sermaye ve onun sözcüsü olan hükümet karşısındaki “işbirlikçi” tutumu nedeniyle sık sık tartışma konusu yapılmıştır.
Bir bütün olarak baktığımızda, bugünkü sendikal yapıların, en kritik konularda bile üyelerini harekete geçirme noktasında ciddi zaaf ve zayıflıkları bulunduğu bilinmektedir. Geçmişte, sınırlı sayıda sendika merkezi ve yine az sayıda mücadeleci sendikacı Türk-İş’in işçiden çok sermaye ve hükümetlerin taleplerini gözeten tutumu nedeniyle bir şeyler yapmaya çalışsa da, çoğu zaman sendikal camiada yerleşik kuralların ve hepsinden önemlisi sendikal bürokrasinin yükselen duvarlarını karşısında bulmuştur.
Türk-İş 1990’lı yılların başında 800 bin işçi adına toplu iş sözleşmesi yaparken, 2011’de bu sayı, 230 bine kadar gerilemiştir. Sadece 9 yıllık AKP döneminde, kamuda toplusözleşme kapsamındaki işçi sayısı 300 bin kişi azalmıştır. Önümüzdeki dönem şeker, maden, enerji, karayolları vb. gibi sektörlerde yapılacak özelleştirmelerle, bu sayının 100 binli rakamlara düşmesi kaçınılmaz görünmektedir. Son 20 yılda toplam ücretli sayısı 7,2 milyondan 13 milyona yükseldiği halde (aynı dönemde, sanayi işçisi sayısı ise 2,5 milyondan 4,2 milyona çıkmıştır), Türk-İş, DİSK ve Hak-İş’e bağlı sendikalarda örgütlü işçi sayısı, 1991’de 1,5 milyon iken, bugün 600 bine kadar gerilemiş durumdadır. Bu durumu sadece üretim ve emek sürecinde yaşanan değişime bağlamak, sendikaları işçi örgütleri olmaktan uzaklaştırmak için gece gündüz demeden çalışan sendikal bürokrasiye karşı büyük bir haksızlık olacaktır!
Kamudaki gücünü her geçen gün yitiren Türk-İş’in kıdem tazminatının fona devredilmesi çabaları, yeni esnek çalışma biçimleri, özel istihdam büroları, kiralık işçilik, bölgesel asgari ücret gibi emeğin haklarına yönelik saldırılar karşısında nasıl bir tutum takınacağı belli değildir, açıklanmamıştır. En azından işçi sınıfının, sınırlı sayıdaki mücadeleci sendikanın zorunlu saydıkları tepkiyi gösterebilme noktasında, “aşağıdan” ciddi bir baskı gelmediği ölçüde ne tür Ali Cengiz oyunlarına başvurulacağı tartışmasızdır.

SGBP’NİN ÇIKIŞI VE SINIRI ETKİSİ
Türk-İş’e bağlı 10 sendika merkezi, geçtiğimiz Temmuz ayında bildirge niteliğinde bir açıklama yaparak, sendikal hareketin yaşadığı tıkanıklık ve mevcut sendikal yapıların emekçilerin karşı karşıya olduğu sorunlara çözüm üretmemesi tespitinden hareketle, Türk-İş içinde daha mücadeleci bir odak yaratmak için bir platform oluşturduklarını açıklamıştır. Kendisini Sendikal Güç Birliği Platformu (SGBP) olarak tanımlayan oluşum, kamuoyuna yönelik olarak ilan ettiği birtakım ilkeler üzerinden sesini duyurmuştur.
SGBP’nin, öncelikli olarak, mevcut sendikal sistem karşısında yaşadıkları sıkıntıların aşılması için Türk İş yönetimini “zorlayacağını” belirtmesi ve öncelikli hedefini Türk İş’i “alternatif bir sendika düzeyine getirmek” ve “Türk-İş’in mevcut sendikal tıkanıklığın giderilmesi için görev yapmasını sağlamak” olarak belirlemesi, platformun ortaya çıkış nedenini daha başından sınırlandıran bir özellik göstermiştir. Kamuoyuna ise, platform adına, SGBP’yi oluşturan sendikaların üyeleri ve temsilcileri içinde neredeyse hiç tartışılmayan ve büyük ölçüde platformu oluşturan sendika başkanlarının inisiyatifi ile belirlenmiş 11 temel ilke açıklanmıştır.
Türk İş içindeki 10 sendika merkezi tarafından oluşturulan platformun sendikal alanda inisiyatif alarak, yüzü sınıfa dönük, mücadeleci, birleşik bir sendikal hareketi yaratmak için yola çıktığını açıklaması, üstelik bu çağrının Türk-İş gibi sendikal bürokrasinin bırakın sendika merkezlerini, sendika şubelerine kadar nüfuz ettiği bir örgütten geliyor olması, Türkiye sendikacılık hareketi açısından sık karşılaşılan bir durum değildir. Ancak gerek açıklanan ilkelerin oluşturulma biçimi, gerekse geçmişte yaşanan ve yukarıdan aşağıya oluşturulan benzer örneklerin ömrünün uzun olmaması, SGBP’nin açıklamalarının büyük ölçüde söylemde kalması riskini taşımaktadır.
Platformun benimsediği ilkeler içinde; emeğin hak ve kazanımlarına yönelik saldırılara karşı aktif mücadele yürütmek; Anayasa ve çalışma yasalarının emeğin hak ve özgürlüklerini güvence altına alan bir içerikte olması için çalışmak; devlet güdümlü sendikacılığa karşı çıkmak; üniversitelerle, aydınlarla emek hareketi arasındaki bağları güçlendirmek; sendikalar arası dayanışma, sendika içi demokrasinin sağlanması vb. gibi çeşitli ilkeler bulunmaktadır.
Sendikal hareketin kan kaybetmesi, güçsüzleşmesi ve işçilerin sendikalara ve sendika merkezlerine karşı ciddi bir güven sorunu yaşadığı vurgusu, SGBP tarafından da dile getirilmiştir. SGBP, sendikaların demokratikleştirilmesi, tabanın söz ve karar sahibi olması, emeğin hakları için siyasal alana müdahale etmek, birleşik bir mücadele hattı oluşturmak, işçi sınıfına ve haklarına yönelik saldırılara karşı ortak duruş sergilemek, sendikal örgütlenmenin önündeki engellerin kaldırılması, hak ve özgürlüklerin genişletilmesi için mücadele edileceği gibi oldukça iddialı sayılabilecek hedefler belirlemiştir.
Yapılan tespitler ve belirlenen hedefler elbette önemlidir. Ancak bütün bunların hayata geçirilebilmesi için “yukarıdan” tespitler yapmak ve birtakım ilkeler belirlemek yeterli değildir. SGBP’nin bugün için görünen en büyük zaafı, kamuoyuna açıklanan ilkelerin, bırakalım işçi tabanını, sendika şubeleri ve temsilciliklerine bile dayanmamış olmasıdır. SGBP, büyük ölçüde Türk İş Kongresi’ne yönelik olarak yaptığı bölge toplantılarının ötesine geçerek, işçileri, şube ve işyeri temsilciliklerini belirlenen program ve ilkeler doğrultusunda harekete geçirmiş ya da en azından böyle bir amaçla yola çıkmış görünmemektedir.
SGBP, kuruluşunu ilan etmesinin ardından, önemli oranda Türk İş Kongresi odaklı olarak, Türkiye’nin çeşitli illerinde, çeşitli işkollarından işçilerle bir araya gelerek toplantılar yapmıştır. SGBP’yi oluşturan sendikaların başkanları platformun yapısı ve işlevi, sendikal hareketin içinde bulunduğu durum vb. konular üzerinden konuşmalar yapmış, daha sonra toplantılara katılan işçileri dinlenerek, Türk İş Kongresi’nde ve sonrasında neler yapılması gerektiği tartışılmıştır. Toplantılarda yürütülen tartışmaların ve eleştirilerin içeriğine bakıldığında, bütün eksikliklerine rağmen, bu girişimi “yok saymak” ya da “küçümsemek” ne kadar yanlış olursa, söz konusu oluşuma halen bünyesinde taşıdığı zaaflar nedeniyle olduğundan daha fazla önem atfetmenin de aynı ölçüde hatalı olacağı söylenmelidir.
SGBP’nin yukarıdan aşağıya örgütlenmiş olması, çeşitli bölgelerde yapılan toplantılar ve bu toplantılarda yürütülen tartışmalarda gündeme getirilen eleştiriler birlikte ele alındığında, belirtilmelidir ki, en azından bugün için ilk başlandığı noktadan daha ileride olunmasına karşın, hareketin büyük işyerleri ve fabrikalar temelinde hâlâ somut bir karşılığının oluşturulmamış olması önemli bir eksikliktir. Bu eksikliğin giderilmesine girişilmeden ve sermaye ve saldırılarıyla sendikal bürokrasiyi hedefleyerek “bize nasıl sendikalar lazım?” sorusunu işyerlerinde, fabrikalarda, işçiler arasında tartıştırmadan atılacak adımların sağlıklı sonuçlar vermesini beklemek mümkün değildir.
Sendikaların sermayenin emek karşıtı politikalarına karşı faaliyetlerini sadece kendileri ile ilgili konular ve eylemlerle sınırlandırmasının, sendikal hareketi getirdiği nokta bugün çok daha net görülebilmektedir. Sermayeye karşı mücadelenin sadece ekonomik yönüyle değil, aynı zamanda siyasal boyutuyla da yürütülmesi gerektiği gerçeğinin kendisini dayattığı bir ortamda, platformun da ilkeleri içinde de yer alan “emek eksenli kitlesel bir siyasi hareket”e olan ihtiyaç hiç olmadığı kadar yoğun bir şekilde kendisini dayatmaktadır. Ancak geçtiğimiz altı ay içinde belli başlı illerde yapılan bölge toplantıları dışında, belirtilen ilkelerin nasıl bir plan ve program çerçevesinde hayata geçirileceği konusunda henüz herhangi bir somut ipucu görülebilmiş değildir. Bu nedenle, SGBP ve sendikal harekette yaratacağı etki değerlendirilirken, herhalde soyut ifadeler üzerinden değil, atılan ya da atılması zorunlu somut adımlar üzerinden değerlendirme yapmak gerekecektir.
Sendikaların sürekli eleştirilip tartışma konusu olması, en çok ihtiyaç duyulduğu zamanlarda saldırılara karşı mücadele edecek bir yönelime girmemesiyle, dolayısıyla sermayenin saldırı stratejisi karşısında ne yapacağını bilemez durumda olmasıyla, ama öncelikli olarak, bu zaafları kadar benzer başkalarını da koşullandıran sermayenin sendikalardaki dayanağı durumundaki sendikal bürokrasinin egemenliğiyle doğrudan bağlantılıdır. Sendikal hareketin neredeyse dibe vurması, sendika bürokrasisinin kendi çıkarını sermayenin çıkarlarıyla birleştirmiş ve onun ideolojisiyle donanmış olması, işbirlikçi sendikacılık anlayışının yaygınlığı, seçim pazarlıkları ve koltuk kavgalarına rağmen, sendikaların işçi sınıfı için öneminden bir şey kaybettiğini söylemek elbette mümkün değildir.
Türk-İş’e muhalefet söz konusu olduğunda, sendikaların ve sendikal hareketin kimi, hangi sınıfın çıkarlarını temsil edeceği kadar, bu çıkarları nasıl bir sendikacılık tarzı üzerinden gerçekleştireceği sorularına da doğru ve samimi yanıtlar vermek gerekir. Mevcut sendikal yapıların işçi sınıfının beklentileri ve sınıf mücadelesinin ihtiyaçları doğrultusunda değişmesi gerektiğini savunanların, sermayeye ve onunla birleşen sendikal bürokrasiye karşı net tutumlar geliştirip işçi sınıfının ekonomik talepleriyle siyasal talepleri arasında sağlam bir bağ kurulmasına girişmedikleri sürece, bir adım ileri gidemeyecekleri herhalde açıktır.
Sadece görünürde değil, gerçek anlamda işçi sınıfının çıkarlarını merkeze alarak, sendikaları yeniden işçilerin örgütü haline getiren bir çizgiye yönelmeyi önüne hedef olarak koymayan bir oluşumun işçi sınıfının örgütlenmesi ve mücadelesine somut bir katkı yapması mümkün değildir. Bunun için, sendikal bürokrasiyi tüzüksel, örgütsel ve fiili önlemlerle sınırlayan, sendikal demokrasiyi yaygınlaştıran yeni bir sendikal hareket yaratmak hedefine uygun olarak atılacak her adım elbette önemli olacaktır. Ancak SGBP gibi oluşumların, kendilerinden beklenen adımları atmadığı, sendikaların gerçek sahipleri tarafından yönetilen gerçek işçi örgütleri haline getirilmesini sağlamak için somut tutumlar ortaya koymadığı sürece sendikal bürokrasinin başka bir kanadını oluşturmaktan öteye gidebilmesi mümkün değildir.
AKP hükümeti, kıdem tazminatının kaldırılması, özel istihdam bürolarının kurulması,  bölgesel asgari ücret vb. saldırıları hayata geçirmek için Türk-İş Kongresi’ni beklemiş ve Kongre sonucunda Türk iş tarihinin en fazla eleştirilen “ekibi” seçimleri yeniden kazanmıştır. SGBP’nin Türk-İş Kongresi sırasında takındığı tutumun ardından atacağı adımlar, önümüzdeki süreçte güç birliğini oluşturan sendikaların yüzünü gerçekten işçilere dönüp dönmediğini, işçilerin güvenlerine uygun davranıp davranmayacaklarını gösterecektir.

NE YAPILMALI?
Son yıllarda işçi-sendika hareketinde yaşanan dalgalanmalar ve dönem dönem belirginleşen gerileme koşulları hesaba katılırsa, bugün sınıf mücadelesinin diğer alanlarında olduğu gibi, sendikal alanda da ciddi sorunlar yaşanmaktadır. Yaşanan sorunlardan çıkış noktasında, sendikal harekette yaşanan tıkanıklıkların nasıl aşılması gerektiği meselesi üzerinden, farklı nedenlerle gerekçelendiriliyor olsa da, pek çok noktada ortaklaşan tespitler yapılmaktadır. Bu durumu bir tespit olmaktan çıkarıp, pratik sonuçlar ortaya koymak için, sendikalar başta olmak üzere, sendikaların ve sendikal mücadelenin mevcut pratiği ile daha fazla yol alınabilmesinin mümkün olmadığının görülmeye başlanmış olması önemlidir.
Mevcut sendika ve konfederasyon yöneticilerinin çoğunluğunun, hareketi ve sendikaları birleştirme diye bir hedeflerinin ya da dertlerinin olmadığı açıktır. Tam tersine, konfederasyonlar ve bağlı sendika merkezlerinin önemli bir bölümü, bu sendikal rekabeti ve parçalanmışlığı derinleştirerek, kendilerine varlık nedeni yaratmayı adeta temel strateji edinmişlerdir.
Türkiye’deki işçilerin sadece yüzde 6’sının sendikalarda örgütlü olduğu (kamuda yüzde 8, özel sektörde yüzde 3,5) ve milyonlarca işçi sendikalaşabilir olduğu halde, sendikaların söz konusu örgütsüz işçilere yönelik somut bir örgütlenme politikasından bahsetmek mümkün değildir. Türkiye’de örgütsüz milyonlarca işçiyi örgütlemek için somut politikalar geliştirmek yerine, bir avuç sendikalı işçiyi çeşitli şekillerde ayartıp bir sendikadan başka bir sendikaya geçirmek, birçok sendika ve sendika yöneticisi için başlıca sendikal çalışma olarak karşımıza çıkmaktadır.
Sendika bürokrasisinin sendikaların yönetiminde olduğu ve mevcut sendikaların büyük bölümünün işçi sınıfının en acil sorunlarıyla bile ilgilenmediği ya da böyle bir gündemlerinin bile olmadığı bilinmektedir. Gerek bu olgular, gerekse egemenlerin sendikalar hakkındaki olumsuz propagandası, sendikasız işçiler arasında sendikalara ve sendikal mücadeleye temkinli yaklaşma eğiliminin yaygınlığını da beraberinde getirmektedir. Bu durum, bir taraftan da, sendikalı işçiler içinde sendika bürokrasisinin uygulamaları karşısında sendikalardan ayrılma, aynı işkolundaki başka sendikalarda örgütlenme ya da sendika değiştirme eğilimlerini geliştirirken, bu durumdan en zararlı çıkan, yine, başta işçi sınıfı olmak üzere, sendikalar ve sendikal hareket olmaktadır.
Bugün için örgütlü ya da örgütsüz işçi kitlelerinin sendikalardan en temel beklentisi, mücadelenin sadece söylem düzeyinde olmasından çıkılarak, merkezinde, kendilerine yönelik en küçük bir eleştiriye bile tahammül edemeyen ve her fırsatta işçileri arkalarından hançerleyen sendika bürokratlarının değil, ama işçilerin olduğu, her adımda eleştiri ve özeleştiri mekanizmasını işleten, kitlesel ve mücadeleci bir sendikal çizginin oluşturulması için pratik adımlar atılmasıdır. İşçi sınıfı, sendikalardan içinde bulundukları koşulları değiştirmek için somut adımlar atmasını beklemektedir ve bunun gerçekleşmesi için atılan her somut adımı desteklemektedir.
Sendikal bürokrasinin egemenliği nedeniyle gücü ve etkisi sınırlanmış olmasına rağmen, işçi örgütleri olarak varlığını sürdüren sendikalar, her şeye rağmen, örgütsüz işçiler tarafından sorunlarını çözmek için başvurdukları başlıca örgütler olmayı sürdürmektedirler. İşçiler, bir taraftan sendikaları yetersiz görüp bugünkü durumlarını eleştirirken, diğer taraftan onlar olmadan birleşemeyeceklerini ve haklarını koruyup geliştiremeyeceklerini herkesten çok daha iyi bilmektedirler. Sendikaların tarihte hiç olmadığı kadar itibarsız örgütler haline geldiği günümüz koşullarında işçilerin yüzünü yine sendikalara dönmüş olması ve ülkenin dört bir yanında sendikalarda örgütlenme girişimlerinin sürmesi, gerçekten mücadele etmek isteyen sendikalar açısından, doğru ve iyi değerlendirilmesi gereken bir durumdur.
Sendikaların en temel sorunlarının başında, geniş emekçi yığınların sendikal mücadeleden dışlanması ve sendikal mücadeleyi sendikacıların faaliyetlerine indirgeme anlamına gelen bürokratik sendikacılık anlayışının varlığı ve egemenliği geliyor. SGBP’yi oluşturan sendikaların, mevcut durumlarıyla hâlâ bir parçasını oluşturdukları sendikal bürokrasiden en azından şimdilik ayrı bir yol izleyeceklerini ilan etmiş olmaları elbette önemlidir. Ancak SGBP’yi oluşturan sendikalar tarafından ortaya konulan platformun ve işçilerle birlikte oluşturulması hedeflenerek belirlenecek mücadele çizgisinin tek tek işyerlerinde, işyeri temsilcileri ve üyelerin aktif katılımıyla geliştirilmesi için somut adımlar atılmadığı sürece, belirlenen hedeflere ulaşılması mümkün değildir.
Gerek bileşimi, gerekse bugünkü yapısı itibari ile SGBP’nin sendikal bürokrasiden tam anlamıyla koptuğunu söylemek, en azından bugün için, erken bir tespit olacaktır. Bileşenleri, SGBP’nin Türk-İş Genel Kurulu hedefli bir oluşum olmadığını belirtse de, Türk-İş Genel Kurulu’nun söz konusu platformun ortaya çıkmasında önemli bir tetikleyici olduğu açıktır. SGBP’yi oluşturan sendika başkanlarının açıklamaları, illerde gerçekleştirilen toplantılarda yürütülen tartışmalar ve geçtiğimiz Temmuz ayı içinde kamuoyuna açıklanan ilkelerdeki samimiyetin ölçüsü, platformun tabana ne kadar yayılabileceği ve SGBP’nin önümüzdeki dönemde yürüteceği faaliyetlerin biçimi ve içeriği olacaktır.

SONSÖZ
Bugün ve yakın gelecek açısından öncelikle yapılması gereken, sendikaların başına çöreklenmiş ve onları işçi örgütleri olmaktan çok sermayenin işçi sınıfını denetlediği kurumlar haline getiren ve gidebileceği daha fazla bir yol kalmamış olan mevcut bürokratik ve sınıf işbirlikçisi sendikacılık anlayışının sınıfın başından defedilmesidir. En azından son yıllarda karşımıza çıkan sendikal mücadele pratiği bu ihtiyacı dayatmaktadır.
Sendikaların ve sendikal hareketin ne yönde gelişeceği ve gelecekte nasıl bir değişim yaşayacağı noktasında bugünden kesin bir yargıya varmak elbette kolay değildir. Sendikal mücadelenin öncelikli sorunu, hiç kuşkusuz sendikaların büyük çoğunluğunun ve konfederasyon merkezlerinin neredeyse tamamen sendikal bürokrasinin denetiminde bulunması ve sendikalarda örgütlü bulunan az sayıda işçi kitlesinin örgütsüz milyonlar karşısında bir “azınlık” olarak görülmesinin yarattığı diğer olumsuzluklardır. Yaşanan bütün olumsuzluklara rağmen, işçiler yine de kendi örgütlerine sırtlarını dönmemekte, sendikalarının çağrılarına sınırlı da olsa yanıt vermekte ve mücadeleci tutumları desteklemektedir.
Sendikal mücadelenin, sendikaların işçiler arasında tartışılmasının, işçilerin gidişata müdahale etmesinin sendikal bürokrasi tarafından ya engellendiği ya da sınırlandığı bir çerçevede yürütülmek istenmesi kesinlikle kabul edilemez bir durumdur. Bu durumun devam etmesi karşısında sessiz kalan, sendikal politikaların oluşması ve yürütülmesinde işçilerin inisiyatifini dışlayan, sendikal hareketin sorunları ve çözümleri üzerinde fikir ve eylem birliği yapamayan işçiler ve sınıftan yana sendikacıların sadece “güzel şeyler söyleyen” durumuna düşmeleri kaçınılmazdır.
Ulusal ve uluslararası sermayenin giderek yoğunlaşan saldırılarına karşı mücadele edebilmek; sağlam bir örgütlülüğü, militan bir tutumu ve işçi sınıfına ve mücadelesine inancını yitirmemiş olanların daha somut adımlar atmasını gerektirmektedir. Bu yapılabildiği oranda sendikal bürokrasi geriletilebilecek, sendikalar gerçek birer işçi örgütü olarak mücadeleci kimliklerini yeniden kazanacak ve sınıf mücadelesini işçiler cephesinden güçlendiren araçlar haline gelebilecektir.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑