Eğitimin 4+4+4 şeklinde kademelendirilerek 12 yıla çıkarılmasının ardından, yeni modelin nasıl uygulanacağı, eğitim sisteminde ne tür değişiklikler yaşanacağına yönelik tartışmalar artarak sürüyor. Düzenlemeye yönelik itirazların büyük bölümünde, eğitimin dinselleştirilmesinin yanı sıra, temel eğitimin günümüz piyasa ilişkilerine uygun hale getirilmesi, sermayeye hem eğitimli, hem de “ucuz” işgücü yaratılması hedeflendiğine yönelik tespit ve eleştiriler yer alıyor ve bu eleştiriler giderek artıyor.
10 yıllık AKP hükümeti döneminde, eğitimin ticarileştirilmesi ile içeriğinin dinselleştirilmesi uygulamaları birbirine paralel olarak hayata geçirilmiştir. Bir taraftan okullar kâr-zarar hesabıyla tıpkı piyasada faaliyet gösteren “şirketler” gibi yönetilirken, diğer taraftan 2005 yılında değiştirilen eğitim müfredatıyla, eğitimde her açıdan tekçi, ırkçı ve cins ayrımcı ögeler yenilenerek ya da biçim değiştirerek varlığını sürdürmüştür. Başta felsefe dersi olmak üzere, pek çok derste dini referansların belirgin bir şekilde artması, 100 temel eser ve yardımcı kaynak kitaplarında yer alan dini söylemler, eğitimde yaşanan dinselleştirme ve ticarileştirme uygulamalarının bazen iç içe geçmiş bir şekilde ve birbirine paralel olarak hayata geçirildiğini göstermektedir.
ZORUNLU EĞİTİM VE AİLELERİN TERCİHİ
Eğitimde 4+4+4 şeklinde kademeli eğitim sistemine geçilmesi, “zorunlu eğitim” olarak ifade edilen uygulama ile çocukların küçük yaşlardan itibaren kapitalist sistemin ihtiyaçlarına uygun şekilde “uysal ve itaatkar bireyler” halinde yetiştirilmesi açısından önemli bir adım olarak ortaya çıkmıştır. Öte yandan, pedagojik olmaktan çok, kapitalist sistemin günümüzdeki temel ihtiyaçlarına ve hükümetin siyasal-ideolojik hedef ve tercihlerine uygun olarak hayata geçirilmeye çalışılan 4+4+4 eğitim modelinin hedefleri ve uygulama biçimi üzerinden yürütülen tartışmalarda, sorunun özünden uzaklaşıldığı ve asıl tartışılması gereken noktaların geri planda kaldığı görülmektedir.
Toplumların ekonomik, sosyal ve kültürel yapısını oluşturan –kuşkusuz üretim ve değişim biçimin ardından gelen ve içeriğini bu biçimlerin koşullandırdığı– temel önemde bir özellik, insan yetiştirme modelidir. Çocukların yetiştirilmesi (pedagoji), sağlıklı bir toplum yapısının oluşturulması açısından önemlidir. Bu durum, aynı zamanda toplumun ilerlemesi ve gerçek anlamda özgürleşmesi açısından büyük önem taşır. Özgürlük düşüncesi, yasalar önündeki politik özgürlük ve eşitlik gibi bilinen anlamların ötesinde, bireylerin kendi inançları ve eylemleri üzerinde yine kendilerinin denetiminin olması gerektiğini ifade etmektedir. Bu durum, sınırları egemen sistem tarafından çizilen ve bugün çeşitli ad ve biçimler altında sunulmaya çalışılan “özgürlük” düşüncesinin ne kadar sığ olduğunu göstermektedir.
Zorunlu eğitim, kamusal bir hak olarak görülmesi gereken eğitimi, egemen sınıfın ihtiyaçları ve amaçlarına uygun bir içerikte bir zorunluluk olarak gördüğü için, sadece bir eğitim sorunu değil, aynı zamanda bir özgürlük sorunu olarak ele alınmak zorundadır. Zorunlu eğitim, egemen sistemin anlayışı ve işleyiş kurallarını sürdürmek için bireylere karşı dayatmacı bir niteliğe sahiptir. Zorunlu eğitim uygulaması, eğitimin kurumsal bir yapı kazanmasıyla başlamış bir uygulama değildir. Zorunlu eğitim, temelde, toplumsal yeniden inşa mekanizması olarak kullanılmış ve ilk ortaya çıktığında, askeri ihtiyaçlar üzerinden başlayarak, yurttaşların eğitilmesinde ve toplumsal bilincin arttırılmasında önemli bir rol oynamıştır.
Zorunlu eğitimin tarihine bakıldığında, Prusya’da 1819 yılında beş temel amacı gerçekleştirmek için oluşturulduğu görülür. 1- Orduya itaatkar asker yetiştirmek, 2- Maden ocaklarında çalıştırılmak üzere itaatkar işçiler yetiştirmek, 3- Hükümete azami düzeyde tabii olacak sivil hizmetliler yetiştirmek, 4- Kurumlarda çalışacak memurlar yetiştirmek, 5- Önemli konularda birbirine yakın düşünen yurttaşlar yetiştirmek. Bu anlamda zorunlu eğitimin amacı, çocuklar yetiştirilirken, onların entelektüel gelişimlerini arttırmak değil, “boyun eğme” ve “itaatin” temel olduğu bir toplumsallaştırma sistemini yerleşik hale getirmektir .
Zorunlu eğitimin amacı, bireylerin küçük yaşlardan itibaren zorunlu olarak birtakım ölçütlere göre biçimlendirilmesidir. Bu şekilde eğitim üzerinden egemen toplumsal sisteme itaat eden bireyler yetiştirilerek, sistemin yeniden üretiminin sağlanması amaçlanmaktadır. Toplumun itaatkar bireylerden oluşması, toplumsal denetimi ve toplumun oto denetimini (kendi kendini denetleme) kolaylaştırmaktadır. Çünkü itaat eden, sorgulamayan yurttaşların düzeni dönüştürmek için harekete geçirilmesi çok daha zordur.
Eğitimin temelleri üzerine yazılan kitaplar, gerek üretici güçlerin yaratılması (örneğin, alt sınıf çocukları için işçi sınıfı meslekleri, üst sınıf çocukları için idari ve profesyonel pozisyonlar) ve gerekse sosyal katman, siyasal hiyerarşi ve kültürel hegemonyanın sürdürülmesi bakımından okulların, toplumda egemen olan düzeni yeniden ürettiği şeklinde ifade edilebilecek bir önyargıyı dile getirirler .
Türkiye’de zorunlu eğitimin 4+4+4 şeklinde kademelendirilerek 12 yıla çıkarılması, beraberinde getirdiği pek çok değişiklikle birlikte, çocukların küçük yaşlardan itibaren “dindar” ve “kindar” yetiştirilmesinin yanı sıra “uysal” ve “itaatkar” bireyler olarak yetiştirilmesini hedeflemektedir. Bu anlamıyla yapılan değişiklikler, zorunlu eğitim sisteminin ilk ortaya çıktığı dönemden bu yana geçerli olan hedeflerden bağımsız değildir. Verili toplumsal düzenin kültürel, siyasi vb. değerlerinin de eğitim yolu ile küçük yaşlardan itibaren bireylere aktarılmasıyla, çocuklara küçük yaşlardan itibaren söz konusu değerlerin benimsetilmesi, “vatandaşlık” tanımının okul sistemi ve müfredat üzerinden yeniden üretilmesini kolaylaştırmaktadır.
MESLEKİ EĞİTİME YÖNLENDİRME MESELESİ
Eğitimin temel bir insan hakkı olması, kamusal sorumluluğu, yani devletin herhangi bir ayrım gözetmeden herkese, nitelikli eğitimi parasız olarak sunmasını gerektirir. Eğitimin kamusal bir sorumluluk değil, parayla alınabilen bir mal olması ise, onun bir hak değil, kişilerin maddi olanaklarına göre yararlanılabilen bir ayrıcalık durumuna dönüşmesine yol açmaktadır. Eğitimin hak olarak görülmesi devlete bir sorumluk yüklerken, bir hak değil de gereksinim olarak algılanması, bu sorumluluğun ailelere ve bireylere devredilmesi anlamına gelmektedir. 4+4+4 modeli ile ilgili olarak yöneltilen eleştirilere yanıt olarak verilen “ailelere tercih hakkı sunuyoruz” ifadesiyle “tercih” ile “özgürlük” arasında bir bağ kurmak mümkün değildir. Bu sorumluluk, eğitimin kamusal olması gerektiği gerçeğinden hareketle, tek tek ailelerden önce kamuda olmak zorundadır. Dolayısıyla eğitimin kamusal olması gerektiğinin kaçınılmaz bir sonucu olarak çocukları adına ailelerin “tercih” ya da “seçme” yapması, “seçme özgürlüğü” olarak görülemeyeceği gibi, eğitim hakkıyla ve kamusal eğitim anlayışıyla temelden çelişmektedir.
1989 tarihli Çocuk Hakları Sözleşmesi, çocukların birey olarak haklarını düzenleyen ve Türkiye’nin de altında imzası bulunan ayrıntılı bir belgedir. Bu sözleşme, kuşkusuz burjuva içeriklidir ve hukuk önünde eşitliği öngörmekte, dünyanın neresinde yaşarlarsa yaşasınlar, bütün halklar için aynı anlamı taşımaktadır ve ırk, dil, cinsiyet, din, etnik ya da toplumsal farklılık, mülkiyet, özürlülük, doğum ya da başka farklılık gözetilmeksizin bütün çocuklar için eşit ölçüde geçerlidir. Sözleşme, ortak standartları ortaya koyarken, devletlerin farklı kültürel, toplumsal, ekonomik ve siyasal gerçeklerini de göz önüne almıştır.
Çocuk Haklarına Dair Sözleşme’nin temel ilkesi; çocuğun yüksek yararıdır ve her konuda çocuğun yüksek yararının gözetilmesini öngörmektedir. Bu sözleşme, çocukların haklarının gözetilmesinde asgari standardı tespit etmekte ve çocuğun öncelikle aile içinde ve aile çevresinde korunmasını temel almaktadır.
Çocuk hakları, çocuğun insan olması, aynı zamanda da bakıma ve özene gereksinim duyması nedeniyle doğuştan sahip olduğu hakların tümünü ifade etmektedir. Bu haklar, insanlığın belli bir gelişme çağında, teorik olarak, bütün çocuklara tanınması gereken ideal hakları içermektedir. 4+4+4 modelinde çocukların adına ailelerin, din derslerini ya da diğer seçmeli dersleri seçecek olması, ikinci 4 yıldan itibaren yine ailelerin ya da öğretmenlerin iradesi ile çocukların mesleğe yönlendirilmesi, çocuğun eğitimde ve daha sonraki yaşantısında telafisi zor olumsuzluklar yaratması nedeniyle pedagojik olarak son derece sorunlu bir durumdur.
Kademeli eğitimin ikinci dört yılında mesleki yönlendirmenin yapılacak olmasının ve mesleki eğitim oranının yüzde 65’e çıkarılmak istenmesinin tek anlamı, emekçi çocuklarının, işçi sınıfının gelecekteki üyeleri olarak, küçük yaşlardan itibaren uysal birer işçi olarak yetiştirilmesinin önünün açılması demektir. Üstelik bunun, kamu kaynaklarını özel sektöre aktararak, çocukları stajyer adı altında küçük yaşlardan itibaren sömürünün her türlüsüne maruz bırakarak yapılacak olması ibret vericidir.
Kapitalizm ile birlikte belirginleşen kafa ve kol emeğinin ayrışması süreci, doğrudan doğruya kapitalist eğitim sistemlerini de etkilemiş, eğitim süreçleri söz konusu bölünmeye paralel bir içerikte örgütlenmiştir. Her ne kadar günümüz kapitalizmi sömürüyü arttırmak için işçileri hem zihinsel, hem de fiziksel olarak sömürüyor olsa da, son yıllarda ucuz ve eğitimli işgücünün mesleki ve teknik eğitimi üzerinden eğitim sisteminin yeniden örgütlenmesi konusunda yatırımlar yapılması ve bu alanı güçlendirmek için yasal düzenlemelerin gündeme gelmesi dikkat çekicidir.
Eğitim, özellikle emekçi aileleri açısından çoğu zaman sınıf atlamada en etkili merdiven olarak görülmüştür. Bu bakış açısına göre, kendi çocukları için en iyi çözüm ve yoksulluğu alt etmede en önemli araç olarak eğitimi gören birçok aile için eğitim, öğrencilerin yüksek bir ücret ve statüsü olan bir iş elde etmelerini sağlayacak önemli fırsatlar sunar. Çoğu yoksul aile, eğitimin toplumda yüksek statü edinmede çok geliştirici bir rol oynadığını düşünmektedir. Okulda yeniden üretilen ve güçlendirilen sınıfsal tutumlar, aileden okula doğru yönelen bir değere sahip olduğu için, aile-okul ilişkisi birbirini beslemektedir. Bu durum, eğitimde yaşanan dönüşümlerin aileler tarafından çok daha yakından takip edilmesini sağlamaktadır.
Emekçi sınıflar yıllarca, okulların onlara sosyal bir ilerleme sağladığına ve okullaşma sürecinde bu ilerlemenin çocuk ve gençlerin kişisel yeteneklerine bağlı olduğuna inandırılmışlardır. Oysa toplumdaki sınıfsal farklılıklar eğitim süreçlerine aynen yansımakta, yoksul emekçi çocuklarından çok azı “sınıf atlama” olanağı bulabilmektedir. 4+4+4 modeli, ikinci dört yıldan sonra gündeme getirilen mesleki yönlendirme ile bu geçişkenliği daha da zorlaştıracak özellikler göstermektedir. “Egemen sınıfın kültürünün, dilinin ve değerlerinin bu okullardaki eğitiminde kullanıldığı gerçeği, etnik azınlıklar ve yoksulların çocuklarının bu ayrımın kol emeği (mesleki eğitim) etrafında bulunmasına neden olmaktadır” .
Milli Eğitim Bakanı, Organize Sanayi Bölgelerinde (OSB) kurulacak özel meslek liselerini öğrenci başına yaklaşık 1.500 TL teşvikle destekleyeceklerini, aynı zamanda bu okullarda eğitim göreceklerin eğitim maliyetinin bir bölümü devlet tarafından üstlenilerek işadamlarının kendi okullarını kurmalarının sağlanacağını açıklamıştır. 6111 sayılı torba yasada, 16 yaşından küçüklere ödenen asgari ücretin brüt asgari ücretin üçte ikisinden, net asgari ücretin üçte birine düşürülmesinin ardından, 4+4+4 düzenlemesi ile önceden yüzde on olan “stajyer öğrenci” çalıştırma sınırlamasının tamamen kaldırılması, patronlara meslek okulları kurma ve “işletme”nin kapılarını ardına kadar açmıştır .
“Okullar, teknik ve işletme odaklı bilginin halk içerisinde dağıtımını fazlalaştırır. Öğrenciler bu bilgiyi öğrendikçe, edindikleri beceri ve uzmanlığı yatırım olarak kullanıp daha iyi meslekler için basamakları tırmanır. Okullar, büyüyen ekonominin ihtiyaç duyduğu iyi yetişmiş insanların sağlanmasını garanti eder. Okullar, hiyerarşik işgücü piyasası için özneler ve teknik/işletme odaklı bilgi üreterek birikime yardımcı olur. Bir devlet aygıtı olarak okullar, sermaye birikimi (hiyerarşik olarak örgütlenmiş bir öğrenci grubunu ayıklar, seçer ve onaylar) ve meşruiyet (eksik bir liyakat ideolojisi sağlar ve böylece eşitsizliğin yeniden yaratılması için gerekli ideolojik biçimlere meşruiyet sağlar) için gerekli koşulların sağlanmasında önemli roller üstlenir” .
Meslek tercihi ve meslek eğitimi, dünyanın pek çok ülkesinde temel ve genel eğitimden sonra yapılmaktadır. Sağlıklı bir meslek tercihi, çocuğun kendi ilgisini, yeteneklerini, değerlerini, kişilik özelliklerini tanıması; meslekleri, mesleğin gerektirdiği eğitimi, istihdam olanaklarını ve koşullarını tanımasıyla mümkündür. Yapılan araştırmalar, ergenlerin ilgilerinin 17-18 yaşlarında kararlılık göstermeye başladığını, bununla birlikte sürekli değiştiğini ortaya koymaktadır. Dolayısıyla gelişmiş birçok ülkede ve özellikle Avrupa ülkelerinde mesleki yönlendirmenin orta öğretimin son yıllarında yapılmasına rağmen, Türkiye’de, yeni adıyla ortaokul düzeyine indirilmesinin hiçbir bilimsel dayanağı yoktur.
Sınıflı toplumlarda okullar, kuşkusuz toplumdaki sınıfsal bölünmeleri yansıtan üst yapı kurumlarıdır. 4+4+4 sistemi ile Türkiye’de kapitalizmin gelişimine paralel olarak ortaya çıkan sınıfsal farklılaşmaların daha da derinleşmesi, yoksul emekçi çocuklarının içinden geldikleri sınıfa layık görülen mesleki eğitime ağırlıklı olarak yönlendirilmesi söz konusu olacaktır.
Mesleki yönlendirmenin ikinci 4 yıl kadar indirilmesi ile asıl amaç, bir süredir istihdam ilişkilerinde yaşanan esnekleşmeye paralel bir temel eğitim sistemi oluşturmaktır. Eğitimin kademelendirilerek esnekleştirilmesini, 2012–2023 döneminde uygulanması planlanan Ulusal İstihdam Strateji Belgesi ile birlikte değerlendirdiğimizde, eğitimdeki değişiklikler ile çok daha ötesinin planlandığı anlaşılmaktadır.
Ulusal İstihdam Stratejisinin ilk hedefi “Eğitim ve istihdam ilişkisinin güçlendirilmesi” olarak belirlenmiştir. Konu ile ilgili olarak hazırlanan eylem planında yer alan ifadeler, özellikle piyasa ile uyumlu olarak yapılması hedeflenen zorunlu eğitim ve mesleki eğitim ile ilgili hedefleri net bir şekilde ortaya koymaktadır. Örneğin strateji belgesindeki “Zorunlu eğitim dışındaki öğrenme fırsatları çeşitlendirilecektir” vurgusu, 4+4+4 şeklindeki kademeli eğitim ile hedeflenenler ile zorunlu eğitimin “esnekleştirilmesi” arasında nasıl bir bağ kurulduğunun anlaşılması açısından önemlidir.
İstihdam strateji belgesinde dikkat çekici olan bir diğer nokta ise, yine eğitim ve istihdam ilişkisinin güçlendirilmesi başlığı altında, kamu kesiminin, mesleki eğitimden kademeli olarak çekilerek, bu konudaki inisiyatifin “yerel aktörlere ve özel sektöre bırakacağı” ifadesidir . Buradan, Türkiye’de eğitim sisteminde yaşanan kamusal olmaktan çıkma eğiliminin önümüzdeki dönemde daha da hızlanacağı ve başta mesleki eğitim olmak üzere, eğitimin bütün aşamalarında piyasa ilişkilerinin belirleyici olacağı anlaşılmaktadır.
KAMUSAL, BİLİMSEL, LAİK VE ANADİLİNDE EĞİTİM
Eğitim süreci, parçası olduğu toplumsal yapının egemen ideolojisinin yeniden üretilmesinde en önde gelen araçlardan birisidir. Bu süreç, toplumsal üretiminin eğitimden beklediği diğer işlevlerinin de yerine getirilişi ile iç içe geçmiştir. Kapitalizm açısından baktığımızda, yetişmiş insan gücü gereksinimi eğitim süreci üzerinden karşılanarak, toplumsal iş bölümü konumları için bireyler seçilir ve bireyin değil, sistemin ihtiyaca göre yetiştirilirler. Seçme, yetiştirme ve yerleştirme sırasında hiyerarşik toplumsal yapının, sınıfsal farklılıkların yapısına uygun özellikler korunarak, eğitim üzerinden sınıfsal farklılaşmanın ve bireysel rekabetin uzun ömürlü olması sağlanır. Bu da, bir bakıma, var olan kapitalist toplumsal iş bölümünün meşru, doğal ve hatta kaçınılmaz olduğu, bunu değiştirmenin çok zor olduğu görüşünün nesilden nesle aktarılması anlamına gelmektedir.
Eğitim hakkının yaşama geçirilmesinin en temel koşullarından birisi, kamu tarafından yürütülmesi ise, diğer koşulu, içeriğinin yine kamusal bir anlayışla parasız, bilimsel, laik ve anadilinde olması, farklı dil ve kültürlerin özgürce gelişmesini sağlamayı hedeflemesidir. Bu koşullar sağlanmadığında, eğitimin, o anki mevcut statükonun devamlılığını sürdürmeye çalışan, bu haliyle eğitimin kişi için hak olmaktan çıkıp yapılması zorunlu bir görev haline gelmesi kaçınılmazdır.
Bütün ulusal ve uluslararası belgelerde, herkesin eğitim görme hakkına sahip olduğu belirtilir. Cinsiyeti, etnik ve dinsel kimliği ne olursa olsun, herkes, insan olduğu için, kendini geliştirme, kendini oluşturma hakkına sahiptir. Bu da, ancak eğitimin kamusal bir anlayışla gerçekleştirilmesi ile mümkündür. Eğitimde var olan eşitsizliklerin, sınırlamaların ve yoksunlukların ortadan kaldırılması, özgürlükçü eğitim anlayışına dayalı bir eğitim hakkının yaşama geçirilmesi için yeterli değildir. Eğitimin temel bir insan hakkı olması, bu hakkı kullanırken hak sahiplerinin taleplerini (örneğin anadilinde eğitim hakkı talebini) özgürce, demokratik yollarla dile getirebilmesine imkân verilmesini gerektirmektedir.
Bir toplumda kamusal eğitimden uzaklaştıkça, “eğitimde fırsat eşitliği” söyleminin yaygınlaştığı görülür. Bu söylem, herkesin eğitim olanaklarından eşit bir şekilde yararlanması gerektiğinin ifadesi olarak kullanılıyor olsa da, gerçek yaşamda somut bir karşılığı yoktur. Bir değer yargısını ifade eden eşitlik kavramı, sadece basit bir matematiksel eşitliği anlatmamaktadır. Yasalarda belirtilen eşitlik söylemleri (örneğin ilköğretim okullarında eğitim parasızdır ifadesi) sadece hukuksal bir anlam taşımakta, gerçekte eğitim hakkından ve dolayısıyla eğitim olanaklarından her bireyin “eşit” bir şekilde yararlanmasını güvence altına almamaktadır. Bunu sağlamanın tek yolu, eğitimin kamusal olması ve bütün aşamalarında kamu tarafından finanse edilmesidir. Öte yandan, herkese eşit eğitim olanakları sunmak, herkese yeterli “eğitim hakkı” sunmak anlamına gelmemektedir. Bu nedenle bir bütün olarak eğitimi sağlama açısından “eğitimde fırsat eşitliği” yerine, “eğitim hakkı” kavramını benimsemek daha doğrudur.
Kamusal eğitimin önemli bir parçası olan ve insanı merkeze alan laik eğitim anlayışı, tüm insanların eşit, saygıdeğer, öğrenme ve gelişmeye açık olduğunu savunur. Laiklik, devlet yönetiminin, eğitimin, hukuk kurallarının ve bir bütün olarak toplumsal yaşamın dini kurallara değil, akla ve bilime dayandırılmasıdır.
Eğitim açısından bakacak olursak, dinsel bir eğitim anlayışı, insanları inanan ya da inanmayan, dindar ya da dinsiz olarak ayırarak, bir kısmını üstün ve değerli, diğerlerini ise sapkın, hatta düşman ilân edebilmektedir. Bu şekilde toplumda giderek derinleşen sınıfsal ayrışmanın din üzerinden daha da derinleştirilmesi kaçınılmazdır. Geçtiğimiz yıllarda bu anlamda çokça gelişmenin yaşanmış olması, AKP hükümetinin diğer amaçları ile birlikte, kendi siyasal amaçları doğrultusunda eğitimi dinselleştirme uygulamalarını adım adım hayata geçirdiğini ve bu durumun toplumun muhafazakârlaşmasında belirleyici hale geldiğini söylemek abartı olmayacaktır.
Dinsel eğitim; olay, olgu ve nesneleri bilimin değil, dinin (ya da dini merkeze alanların) bakış açısıyla açıklamayı temel almaktadır. Örneğin, yağmurun oluşumunu, buharlaşmış suyun belirli bir aşamada yoğunlaşarak yoğuşması olayı olarak açıklamak yerine, Tanrı katında duası kabul olan insanların duaları sonucu olduğunu kabul etme ya da böylesi bir açıklamayı yeğleyici bir eğitim veya bilimsel bir gerçeklik olarak evrimi “maymundan gelmek” olarak tanımlayıp, “hepimiz Âdem’den Havva’dan geldik” gibi ifadelerle açıklamaya çalışmak, dinsel eğitimin ne tür sonuçlar ortaya çıkarabileceğini görmek için yeterlidir. Elbette durum verdiğimiz örneklerdeki kadar basit değildir. Daha karmaşık bilimsel konular (evrim, kök hücre vb.) gündeme gelince, bu durumu açıklamak bu kadar kolay olmamaktadır. Ancak “bilim yuvaları” olarak gösterilen üniversitelerde bile evrim karşıtı etkinliklerin organize edildiği bir ortamda, bilimsel ve laik eğitim mücadelesinin ne kadar önemli ve güncel olduğu açıktır.
Eğitimin kurumsal olarak gelişimi, başlangıçta dinsel bir nitelik taşımış, dini kurumlar içinde, din adamları tarafından verilmiştir . Din kurumunun baskın olduğu bu tür toplumlarda, eğitim dinsel bir nitelik göstermiş ve din kurumları içinde, toplumsal yaşamdaki yerini almıştır. Özellikle tek tanrılı dinlerle birlikte, din kurumları, yönetici ve üst düzey memurların yetiştirilmesinde önemli bir rol oynamıştır. Örneğin Osmanlı İmparatorluğunda mahalle ve sübyan mektepleri dine dayalı eğitim veren ilkokul düzeyinde okullardır. Arapça eğitim veren medreseler ise, imparatorluğun ulema sınıfını oluşturmuş, fetva yoluyla devlet yönetimini etkilemişlerdir .
Türkiye’de okullarda din eğitimi ile ilgili olarak, bu konuya seçmeli ders olarak yer verilmesinden zorunlu ders haline gelmesine kadar farklı seçenekler denenmiştir. Zorunlu din dersi ile ilgili tartışmalarda, çoğu zaman, bilimsellikten çok, siyasal-ideolojik duruşlar, din ve din eğitimi konusundaki pozisyonlar etkili olmuştur. Sorun, eğitim üzerinden dini bilimselleştirmeye ya da bilimi dinselleştirmeye çalışma noktasında düğümlenmektedir. Oysa eğitim bilimi açısından geçerli olan tek şey, eğitime bilimin gözlüğü ile bakmaktır. Dinin gözlüğü ile bilime bakmak mümkün değildir. Bilim “bilim” olarak, din “din” olarak kaldığı sürece işlevlerini yerine getirebilmektedir.
Din dersinin zorunlu sayılması, kamusal, laik, demokratik eğitim anlayışıyla ve bilimsel eğitimle temelden çelişmektedir. Okullarda, üstelik devlet aracılığıyla ve zorunlu olarak, yalnızca belli bir din ve belli bir mezhep öğretilmektedir. Bu durum, Türkiye gibi çok kültürlü, çok dinli ve çok mezhepli toplumda, birçok sorunun doğmasına yol açmaktadır. Türkiye’de dinin siyasallaşması ve siyasal çıkarlara alet edilmesinin engellenmesi, ancak devletin dinden elini tamamen çekmesiyle olanaklıdır.
Devlet, din işlerinden bütünüyle elini çekmeli, bütün dinler, mezhepler ve inanmayanlar karşısında tarafsız olmalıdır. Hiçbir resmi işlemde kimseye dini ya da inancı sorulmamalı, bir dine inananlar ibadetlerini devlet desteği almadan istedikleri gibi yapmalı, hiçbir inanca karşı ayrımcı uygulama yapılmamalıdır. Laik eğitimin bir gereği olarak okullarda hiçbir dinin eğitimi verilmemeli, din öğretimi ve ibadethaneler için kamu bütçesinden pay ayrılmamalıdır. Bu durumda, yıllardır İslam’ın belli bir mezhebinin hizmetinde olan Diyanet İşleri Başkanlığı kaldırılmalı, Diyanet’e bütçeden para ayrılmayarak, bu alana aktarılan paralar kamusal eğitime harcanmalıdır.
4+4+4 ile, temel eğitim çağındaki çocuklara zorunlu din dersinin yanı sıra, Kur’an ve Peygamberin hayatı derslerinin “seçmeli” olarak okutulacak olması, laik eğitim ilkesi ile açıktan çelişmektedir. Çocukların ikinci 4 yıllık dönemde henüz somut düşünme aşamasında olmaları ve soyut kavramları algılamakta zorlanmaları nedeniyle, zorunlu din dersi ya da seçmeli Kur’an gibi dini içerikli derslere yönlendirilmeleri, hem eğitimin dinselleştirilmesi açısından, hem de pedagojik olarak büyük sakıncalar içermektedir.
Toplumlarda din-eğitim ilişkisini büyük ölçüde din-devlet ilişkisi belirlemektedir. Başka bir ifadeyle, dini konular devlet üzerinde ne denli güçlü bir etkiye sahip ise, eğitim sistemi üzerinde de o denli yönlendirici ve dayatmacı olması kaçınılmazdır. Bu anlamda, dinin eğitim üzerindeki etkisini var olan siyasal yapı ile ilişkisinden ayrı düşünmek mümkün değildir. Bugün Türkiye’de “din, eğitim üzerinde ne denli belirleyici olmalıdır?” sorusu tartışılır olmaktan çıkmış, “eğitim sistemi dinsel eğitimi içermeli midir?” sorusu tartışılmaya başlanmıştır. Bu sorunun yanıtı “laiklik” ilkesi ile birlikte düşünüldüğünde, devletin, bırakalım zorunlu din dersini, seçmeli olarak bile din dersi vermemesi gerekir.
Laik toplum düzeni, bütün din ve inançtan insanların, eşit koşullarla, aynı kurallara uymak durumunda bulundukları, hiç kimseye ya da gruba dinsel ayrıcalık ve üstünlük tanınmayan bir toplum düzenini ifade etmektedir. Laikliğin temelinde, farklı inanç ve dinlerdeki insanlar arasında eşitliğin sağlanması vardır. Bunu yapabilmek için, laik devlet, tüm din ve mezheplere aynı mesafede durmak, dine karşısında mutlak olarak tarafsız olmak zorundadır.
Laik eğitim, özünde bilimsel eğitimi ifade ederken, bilimin kuşkucu, sorgulamaya, araştırmaya, eleştirmeye dayanan yüzüdür. Dinsel eğitim ise, kabule dayanırken, herhangi sorgu ya da eleştiriyi kabul etmez. Bu durumda, laik olduğunu iddia eden bir devletin din eğitimi vermesi, üstelik bunu zorunlu tutması büyük bir çelişkidir. Öğrencilerin eleştirel bir zihinsel yapı ile mi, yoksa kendilerine verilen bilgiyi aynen ezberleyerek kabul etmeye hazır olacakları bir eğitim yapısı ile mi yetiştirilecekleri sorusu önemlidir. Hiçbir toplum tamamen aynı inancı paylaşan insanlardan oluşmadığına göre, tüm inançlara aynı mesafede bulunması gereken devletin, sadece bir mezhebin ya da dinin eğitimini zorunlu ya da seçmeli olarak vermesi aynı derecede yanlış bir uygulamadır.
Eğitimin kamusal, bilimsel ve laik olması kadar, bireylerin hiçbir kısıtlamaya gidilmeden kendi anadillerinde eğitim almaları da, eğitim biliminin en temel ilkeleri arasındadır. Anadili eğitimi ve anadilde eğitim, bireyin toplumsal bir varlık olarak gelişmesinde, içinde yaşadığı çevreyi ve dünyayı algılama ve yorumlamasında, özgür ve eleştirel düşünebilmesinde temel bir rol oynamaktadır.
Anadil eğitimi, ilköğretimden başlayarak tüm eğitim basamaklarında ve daha sonra da bir yetişkin olarak sürdüreceği yaşamındaki başarısında temel belirleyicilerden bir tanesidir. Birey bir anlamda toplumsal ilişkiler sistemine anadil ile katılmakta, anadili ile içinde yaşadığı toplumun bir parçası olmaktadır.
Bireyin kendisini gerçekleştirme sürecinde anadilin büyük etkisi vardır. Kişi ana dili ile daha etkili iletişim kurmakta ve algıları daha güçlü, net ve çok yönlü olmaktadır. Bu noktadan hareketle, bireyin kendisini gerçekleştirmesinde önemli bir etkisi olan anadil eğitiminin etkin bir biçimde kullanılması şüphesiz okuldaki başarıyı arttıracaktır. Çünkü insanoğlu kendisini gerçekleştirirken, kendi yansımasını bulduğu değerlere de yönelmektedir. Bu anlamda hangi kültürel ortamda olursa olsun, bireyin kişiliğinin sağlıklı ve dengeli bir yapıya oturması, eğitimin anadilinde yapılmasından geçmektedir.
Türkiye’de yaşayan ve sayıları milyonlarla ifade edilen, kendi ana dillerinde eğitim isteyen halklar anadilinde eğitim hakkından mahrum bırakılırken, kuruluş amaçları farklı olsa da, Türkiye’de hiç konuşulmadığı halde İngilizce, Fransızca, Almanca ve diğer dillerde eğitim yapan okullar bulunmaktadır. Resmi dil dışında anadilde eğitimin yapılmayışı, hatta yasak oluşu, pek çok toplumsal huzursuzluğun ortaya çıkmasına da neden olmaktadır. Bu olumsuzluklardan en çok etkilenen kesim, Kürt halkı ve Kürtçe olmaktadır.
Çocukların gelişimi açısından bakıldığında 0-6 yaş arası, zeka gelişiminin büyük oranda tamamlandığı, çevresiyle ilişkilerini algılamaya ve tanımaya, hatta yorumlamaya başladığı bir döneme denk düşmektedir. Zeka gelişimi, başarıyı anlayan ya da geliştiren özellikleri katılımla ilgili olmasına rağmen, bunun gelişimi yaşanılan çevrenin ekonomik, sosyal ve kültürel yapısı ile ilgilidir. Bu aşamada çocuğun gelişiminde belirleyici olan aile yaşantısı olduğundan, okul öncesi dönemde çocukların konuşma dili olarak bildiği tek dil çocuğun ana dilidir. Anadilin çocuk üzerindeki etkisi, ailesi ve çevresinden öğrendikleriyle doğru orantılıdır. Bu süreçte çocuk, ona verildiği gibi, öğretildiği gibi anadilini öğrenir. Bu aşamadan sonra çocukta toplumsal ve ulusal kültür oluşmakta ve bilinçaltına yerleşmektedir.
Çocuğun sadece duyduğu, ancak anlayamadığı bir dille karşılaşması, bu dille okulda yaşamak zorunda bırakılması, çocuğun zeka ve duygu gelişiminin durmasına hatta gerilemesine neden olabilir. Bu yaş döneminde öğrenmede hızlanıp doruğa ulaşması gerekirken, yetişkinlerin bile öğrenmekte zorlandığı yabancı bir dili öğrenmek zorunda olması, çocukta şaşkınlık ve çaresizlik yaratmaktadır. Bu noktada çocuğun öz güvenini yitirmesi, kendisini başarısız bulması ve eğitim sürecine daha başlangıç aşamasında yabancılaşması kaçınılmazdır.
Anadilinde eğitim almayan çocuk, okuldan kaçma, okula gitmeme, okulu sevmeme, öğrenmeye ilgisiz kalma, yanlış konuşmaktansa hiç konuşmama vb. gibi tepkilerle kendi iç dünyasına çekilerek, kendisi ile baş başa kalmaktadır. Örneğin eğitim dilinin Türkçe, sosyal çevre dilinin Kürtçe olması çocukta bir kimlik karmaşasına neden olmakta, bu karmaşa çocukta kalıcı zihinsel bozukluklar oluşmasına kadar gidebilmektedir. Eğitimde tek dilin dayatılması, eğitim sisteminin de katkısıyla, çocuğun gerçek kimliğini reddetme ve ona dayatılan kimliği kabullenme çabası içerisine girmesine neden olmaktadır.
Anadili üzerinde yapılan bütün araştırmaların ortak bir sonuç olarak gösterdiği gibi, tüm bu olumsuz sonuçlar, kendi anadilinde eğitim gören çocuklarda ortaya çıkmamaktadır. Anadilinden başka bir dille eğitim gören bazı çocuklar, kendi kültürel çevresini, ailesini, dilini, ulusal kimliğini ret ederek, kendisine dayatılan yeni kimlik, yeni kültür ve yeni dil alanına girip ulusal kültürüne düşman olabilmektedir. Öte yandan dayatılan yeni kimlik, yeni kültür ve yeni dili kabul etmeyerek, önce kişisel, sonra çevresel ve nihayetinde siyasal düzeyde direnişe geçilebilen geniş bir kesim olduğu da açıktır.
4+4+4 düzenlemesi ile eğitime başlama yaşının 72 aydan 60–66 ay aralığına geriletilmesi, diğer başka sorunların yanı sıra, anadili Türkçe olmayan çocuklar açısından, eğitim üzerinden asimilasyon politikalarının daha katı bir şekilde hayata geçirilmesi gibi tehlikeli bir durumu ortaya çıkarmaktadır.
AKP’nin bir süredir üniversitelerde yarattığı dönüşüm ve yoğun siyasal kadrolaşmaya rağmen, tek bir öğretim üyesinin çıkıp, okula başlama yaşının 60–66 ay aralığına çekilmesini destekleyen açıklama yapamamış olması, 4+4+4’ün hem bilime, hem de topluma karşı yapılmış büyük bir dayatma olduğunu göstermektedir.
SONUÇ
Eğitimde bir süredir adım adım gerçekleşen dönüşüm eğilimleri, kuşkusuz dünya çapında yaşanan gelişmelerden bağımsız değildir. Dünya düzeyinde eş zamanlı olarak gerçekleşen bu eğilimlerin yapısal bir sürecin, yani kapitalizme özgü dinamiklerin günümüzde ulaştığı düzeyin sonuçları olduğunu belirtmek gerekir. Eğitim ve diğer alanlarla ilgili olarak pratik süreçte karşılaştığımız farklılıklar sadece Türkiye’ye özgü dinamikler değildir.
Eğitimin, “iş dünyasının” ve piyasanın değişen bilgi ve beceri taleplerini karşılamak için rekabet temelinde yeniden yapılandırılması sonucu, eğitim hakkı ilkesi göz ardı edilerek, “rekabet”, “teknolojik eğitim”, “girişimcilik” ve “kendi kendine yetme” anlayışı, eğitimde ve eğitim hizmetlerinin sunumunda temel kabul haline getirilmiştir.
Bugün tüm dünyada egemen olan ve eğitim sistemlerini neoliberal içeriğiyle yenileyerek sermayenin tam hizmetine ve denetimine sokmaya yönelik anlayışlar, eğitimi bir insan hakkı olarak değil, maliyeti olan ve karşılığı mutlaka ödenmesi gereken bir “müşteri hizmeti” olarak görmektedir. Eğitim sistemlerinde çeşitli adlar altında yapılan köklü değişiklikler ve çeşitli projeler, temel olarak, eğitimi herkesin eşit ve parasız olarak yararlanması gereken bir hak olmaktan çıkarmayı hedeflemektedir. Bu anlayışın gelişmesiyle birlikte, aynı okul içinde sınıflar, aynı bölgede okullar, farklı bölgeler birbirleriyle rekabet içine sokularak, eğitimde piyasa ilişkilerinin tek belirleyen olması sağlanmak istenmektedir. Eğitimin kamusal niteliğinin aşınmasıyla birlikte bir yandan kaynakların eşitlikçi dağılımını ortadan kaldırılırken, diğer yandan eğitimi tamamen piyasaya teslim etmenin adımları atılmaktadır.
Eğitim hizmeti, bir uçta egemen sistemle uyumlu standart birey yetiştirme alanı olarak ortaya çıkarken, diğer uçta bireyi özgürleştirici, yeteneklerini ortaya çıkaran ve yaratıcılığını geliştiren kişiliğini dönüşüme uğratıcı bir üretim alanı olarak görülebilir. Açıktır ki, birinci model, eğitimin kapitalist tipini; ikinci model ise, sosyalist tipini yansıtmaktadır. Eğitimin dayanacağı ilkeler, finansmanından hizmetin sağladığı sonuçlara kadar, geniş bir alanda etkili olmaktadır. Bu açıdan, eğitim hizmetinin hangi ilkeler çerçevesinde yapılacağına yönelik olarak yapılacak sınıfsal tercihin, en az eğitim politikalarının belirlenmesi ve uygulanması kadar önemli olduğu gerçeğini asla unutmamak gerekir.
Eğitim sistemi ve okullar, elbette sadece mevcut sistemi yeniden üreten kurumlar, öğrencileri sistem karşısında zayıf, çaresiz, pasif varlıklara dönüştüren kurumlar olarak görülüp değerlendirilemez. Böyle kurgulandıkları tartışmasızdır; ancak çelişmesiz bir bütünlük olarak sermayenin mutlak egemenliği, onun hep ulaşmak istediği hedef olarak kalacak, ama gericiliğin en koyu karanlık koşullarında bile gerçekleşmekten uzak olacaktır. Bu nedenle, okullar, birçok siyasal-ideolojik mücadelelerin ve çatışmaların, eğitimin özneleri tarafından (öğretmen, öğrenci, veli vb), gerek eğitim içinde, gerekse de okul dışındaki bazı örgüt ve kurumlar tarafından pratiğe aktarıldığı, bu anlamda birer mücadele mekanları olma özellikleriyle ele alınmalıdır.
Ancak şu da doğrudur ki, 4+4+4 eğitim modeli ile daha da belirginleşen eğitimde ticarileştirme ve dinselleştirme sürecine somut yanıtlar oluşturabilmek için, egemen sınıfın ideolojik hegemonyasını kıracak ve siyasal egemenliğini en azından zayıflatmak üzere neoliberal içerikli saldırılarını püskürtecek çok yönlü bir mücadelenin örgütlenmesi gerekmektedir.
Eğitim sistemini sermayenin değil, emekçi halkın çıkarları doğrultusunda dönüştürmek, eğitime ve bilime meydan okumak anlamına gelen 4+4+4 kademeli eğitim modeline karşı yürütülecek mücadelenin gelişim sürecine doğrudan bağlıdır. Bu nedenle öğretmeni, öğrencisi, velisi ve diğer toplum kesimleri ile birlikte kamusal, bilimsel, laik ve anadilinde eğitim mücadelesinin güçlendirilmesi, bugün, dün olduğundan çok daha fazla önem ve aciliyet kazanmış durumdadır.
Eğitim hakkına yönelik saldırılar karşısında başta eğitim sendikaları olmak üzere, toplumun örgütlü kesimleri, geniş halk kesimleriyle birleşen, bütünlüklü bir toplumsal mücadeleyle kamusal, bilimsel, demokratik, laik ve anadilde eğitim hakkını yaşama geçirme görev ve sorumluluğu ile karşı karşıyadır.