Türkiye’de ekonomisinin dünya kapitalizmine uyumu amacıyla kabul edilen 24 Ocak 1980 kararları, pek çok konuda olduğu gibi, o tarihten sonra çalışma yaşamına yönelik olarak hayata geçirilen düzenlemelerin de temelini oluşturdu. 1980 sonrasında IMF ile yapılan “yapısal uyum” anlaşmalarının ve Dünya Bankası’ndan alınan krediler ile hedeflenen, Türkiye’nin ekonomisinden siyasetine kadar bütün alanlarını ulusal ve uluslararası tekelci sermayenin ihtiyaç ve beklentileri doğrultusunda yeniden biçimlendirmekti.
Kapitalizm, geçtiğimiz yıllar içinde dünyada ve Türkiye’de sermaye birikiminin önündeki tüm engelleri aşmak, kâr alanlarını daha da genişletmek ve sistemi kendi çıkarları doğrultusunda yeniden yapılanmak için çok önemli adımlar attı. ‘Reform’ adı altında hayata geçirilen tüm düzenlemeler, başta işçiler ve kamu emekçileri olmak üzere, toplumun geniş bir kesimi açısından tam bir yıkım ve yoksullaşma yarattı.
2002–2011 döneminde çalışma yaşamına yönelik olarak gerçekleşen çok daha fazla yasal düzenleme yapılmış olması, Türkiye’de istihdamın yapısını temelden değiştiren, gerek kamu, gerekse özel sektör istihdamını sermaye sınıfının ihtiyaçları doğrultusunda dönüştürülmesini beraberinde getirdi. Kamu ve özel sektör çalışma ilişkilerinde kuralsızlaştırma ve emeğin aşırı sömürülmesini öngören düzenlemeler birbirine paralel olarak ve pek çok noktada iç içe geçmiş bir içerikle gündeme getirildi ve bazen yasal yollarla, bazen fiili uygulamalarla hayata geçirildi.
AKP’nin Kasım 2002’de tek başına iktidar olmasıyla birlikte, koalisyon hükümetleri döneminde gerçekleştirilemeyen yasal düzenlemelerin hayata geçirilmesi için peş peşe somut adımlar atıldı. Kamuya ait işletmelerin özelleştirilmesi, kamu hizmetlerinin hızla ticarileştirilmesi, 4857 Sayılı İş kanunu ile birlikte esnek çalışmanın yasal hale getirilmesi, sağlık ve sosyal güvenlik alanında gerçekleştirilen köklü düzenlemeler, AKP’nin istihdam strateji ve buna paralel olarak yasalaşan Torba Yasa düzenlemeleri 2002–2011 döneminde en fazla öne çıkan emek düşmanı düzenlemeler olarak dikkat çekti.
Özelleştirmeler ve istihdam üzerindeki etkileri
1980 sonrası dönemde Türkiye’de istihdamın dönüşümü açısından yapılanlar hiçbir zaman yeterli görülmemiştir. Özellikle özelleştirmeler, kamu hizmetlerinin piyasalaştırılması, çalışma yasalarının üretim sürecinde yaşanan esnekleşme ve kuralsızlaşma uygulamalarına paralel olarak yeniden düzenlenmesi gibi adımlar, 1990’lı yıllardan itibaren ülkenin ana gündemini oluşturmuştur. 1990’lı yıllardan 2002’ye kadar koalisyon hükümetlerinin iktidarda olması nedeniyle emek karşıtı uygulamaların ilerlemesi istenilen hızda olmamış, yerli ve uluslararası sermeye çevrelerinin özlemle beklediği yasal değişikliklerin gerçekleşmesi için AKP gibi bir sermaye partisinin tek başına iktidara gelmesi gerekmiştir.
Özelleştirme, taşeronluğun yaygınlaştırılması, esnek çalışmanın hayatın her alanında egemen hale getirilmesi, iki yüz yıllık mücadeleler sonucu kamunun yükümlülüğünde olan bütün hizmetlerin piyasa koşullarında üretilmesi ve halka “piyasa fiyatından satılması” noktasında geçtiğimiz 9 yıl içinde önceden tahmin bile edilemeyecek kadar mesafe alınmıştır. Özelleştirme uygulamalarına 1986 yılında başlayan Türkiye, 25 yılda 42 milyar 33 milyon 904 bin dolarlık özelleştirme yapmıştır. Bunun 34 milyar dolarlık bölümü 9 yıllık AKP iktidarında gerçekleşmiş, 58., 59. ve 60’ıncı AKP hükümetleri döneminde yapılan özelleştirmelerin toplam özelleştirme içindeki payı yüzde 80’i bulmuştur.
Özelleştirme İdaresi Başkanlığı tarafından özelleştirme; “Özelleştirmenin ana felsefesi, devletin, asli görevleri olan adalet ve güvenliğin sağlanması yolundaki harcamalar ile özel sektör tarafından yüklenilemeyecek altyapı yatırımlarına yönelmesi, ekonominin ise pazar mekanizmaları tarafından yönlendirilmesidir… Özelleştirmenin temel amacı nihai olarak, devletin ekonomide işletmecilik alanından tümüyle çekilmesini sağlamaktadır”[1] şeklinde tanımlanmıştır. Tanımdan anlaşılabileceği gibi özelleştirmenin amacı, adalet ve güvenlik hizmetleri dışında kalan tüm alt yapı, mal ve üretim hizmetlerinin özel sektöre devredilmesidir.
1980’li yıllarda özelleştirme altyapısı oluşturulmuş ve 1990’lı yılların ortalarından itibaren özelleştirme uygulamaları hız kazanmıştır. 2002’ye kadar yönetime gelen bütün hükümetler döneminde özelleştirmeyi meşrulaştırmak adına birçok kampanya yürütülmüş, kamu kurumlarına yatırım yapılmamış ve zarara uğratılmışlardır. Kamu kurumlarının, özel sermaye eliyle daha iyi çalışacağı ve kar edeceği iddia edilerek özelleştirmeler teşvik edilmiştir. Türkiye’de özelleştirmelerin ve özelleştirme sonucunda ortaya çıkan ekonomik ve sosyal sorunların en yoğun yaşandığı dönem AKP hükümetinin iktidarda olduğu 2002–2011 dönemi olmuştur.
Özelleştirme İdaresi Başkanlığı’nın (ÖİB) hazırladığı Türkiye’de Özelleştirme başlıklı rapora göre 1985 yılından itibaren 270 kuruluştaki kamu hisseleri, 22 yarım kalmış tesis, 814 taşınmaz, 8 otoyol, 2 boğaz köprüsü, 114 Tesis, 6 Liman, şans oyunları lisans hakkı ile Araç Muayene İstasyonları özelleştirme kapsamına alınmış ve bunların büyük bölümünün özelleştirmesi tamamlanmıştır. ÖİB’nin raporuna göre; 1986 yılından itibaren hız kazanan ve tamamı kamuya ait veya kamu iştiraki olan kuruluşlardaki kamu paylarının özelleştirme kapsamına alınması yoluyla yürütülen program çerçevesinde, İdare tarafından bugüne kadar 199 kuruluşta hisse senedi veya varlık satış/devir işlemi yapılmış ve bu kuruluşlardan 188’inde hiç kamu payı kalmamıştır. Devam eden ve planlanan özelleştirmeler de gerçekleştirildiği takdirde kamuya ait hiç işletme kalmaması hedeflenmektedir.
Özelleştirmeye konu olan Kamu İktisadi Teşekkülleri (KİT), geçmişte Türkiye’de kamu istihdamı alanında son derece önemli bir alan olarak dikkat çekmiştir. Özellikle KİT faaliyetlerinin tarım dışı alanlarda yoğunlaşmış olması, bu kuruluşların tarım dışı istihdamdaki önemini ön plana çıkarmıştır. 1991 yılında KİT’lerde çalışan sürekli işçi sayısı 700 bin ve KİT’lerin istihdamdaki payı yüzde 2 iken, bu oranda 2002’den itibaren yaşanan yoğun özelleştirmeler sonucu keskin bir düşüş yaşanmış ve 2011 yılı başı itibariyle yüzde 0,7 seviyesine kadar gerilemiştir. AKP döneminde Türkiye’de genel istihdam düzeyi ve tarım dışı istihdam istikrarlı bir şekilde artarken, özellikle özelleştirme uygulamalarının ardından KİT’lerde istihdam oranı hızla azalmış, buna paralel olarak resmi işsizlik oranlarında istikrarlı bir artış görülmüştür.
1
2002-2011 yılları itibariyle işgücü ve istihdamda yaşanan değişime bakıldığında en dikkat çekici noktanın tarım dışı istihdamda yaşandığı görülmektedir. 2002 yılında tarım dışı istihdam 13 milyon 896 bin iken, AKP döneminde tarımda yaşanan mülksüzleşme ve bunun yarattığı olumsuz sonuçlarla birlikte tarımdaki istihdam ciddi bir düşüş yaşamış ve tarım dışı istihdam 2011 yılında yaklaşık 3,5 milyon artış göstererek 17 milyon 330 bine kadar yükselmiştir. TÜİK’in verilerine göre aynı dönem içinde tarımın Türkiye ekonomisi içindeki sektörel payı yüzde 35’ten yüzde 24’e gerilemiştir. 2002 yılında KİT’lerde çalışan işçi sayısı 432 bin iken, aradan geçen 9 yılda gerçekleşen özelleştirme uygulamalarının ardından 2011 yılı başı itibariyle KİT’lerde çalışan sürekli işçi sayısı 153 bine kadar gerilemiştir.
AKP iktidarı döneminde yaşanan özelleştirme uygulamalarına paralel olarak, Bakanlar Kurulu’nca 3 Mayıs 2004 tarihinde kararlaştırılan “Özelleştirme Uygulamaları Sonucunda İşsiz Kalan ve Bilahare İşsiz Kalacak Olan İşçilerin Diğer Kamu Kurum ve Kuruluşlarında Geçici Personel Statüsünde İstihdam Edilmelerine İlişkin Esaslar” yürürlüğe girmiş ve TEKEL direnişi ile yoğun bir şekilde ülke gündemini oluşturan kalıcı bir “4/c statüsü”[2] yaratılmıştır. Bu düzenlemeye göre İş Kanunu hükümlerine tabi olarak çalışan sürekli veya geçici işçi olup (kapsam dışı personel hariç), özelleştirme uygulamaları sonucunda işsiz kalanlar, iş sözleşmelerinin kamu tarafından feshedilmesini takip eden 30 gün içinde çalıştıkları kamu kurumlarının Özelleştirme İdaresi Başkanlığı’na bildirilmeleri halinde, 4/c kapsamında Devlet Personel Başkanlığı kanalıyla istihdam edilmeye başlanmıştır.
4-c kapsamda istihdam edilecek personele yapılacak tüm ödemeler ile disipline ilişkin yaptırımlar, çalışma saat ve süreleri, sosyal güvenlik yönünden tabi olunacak mevzuat, izin hakları ve buna benzer diğer konular her kurum için Bakanlar Kurulu kararıyla belirlenmeye başlanmıştır. Yapılan bu düzenleme ile 2004 yılından itibaren özelleştirilen kuruluşlarda çalışırken özelleştirme nedeniyle mağdur olan işçiler başka kurumlara 4/c’li personel olarak atanmaya başlamış ve ciddi hak kayıpları yaşamışlardır. Bu tarihten sonra kamuda memur ve işçi alımlarında keskin bir düşüş yaşanmış, başta eğitim ve sağlık olmak üzere kamunun neredeyse tüm kurumlarında sözleşmeli ve geçici personel çalıştırılması yoluna gidilmiştir
2
2002-2011 yılları arasında kamu istihdamında yaşanan değişime bakıldığında, kamu istihdamındaki artışın nüfus artışının çok altında kaldığı görülmektedir. 2002 yılında Türkiye’nin nüfusu 67 milyon, devlet memuru sayısı 1 milyon 653 bin iken, 2010 yılı sonu itibariyle nüfus 7 milyon artarak 74 milyona çıkmış, buna karşın devlet memuru sayısı toplamda sadece 124 bin artmıştır. Aynı dönemde sözleşmeli personel sayısı 195 binden 262 bine çıkarken, sürekli işçi sayısı 247 binden 226 bine gerilemiştir. Toplamda ise 2002 yılında kamuda istihdam edilen 2 milyon 179 bin kamu görevlisi varken, 2010 yılı sonu itibariyle bu sayı sadece 2 milyon 276 bin ile sınırlıdır. 7 milyon nüfus artışına rağmen, kamu görevlilerinin sayısında bu kadar sınırlı artış olması, AKP döneminde kamuda esnek ve güvencesiz çalışma uygulamalarının ne kadar yaygınlaştığının bir göstergesi olarak değerlendirilebilir.
Özelleştirme uygulamalarıyla çalışma süreleri uzatılmış, çalışma şartları ağırlaşmış, işçilerin kazanımları gerilemiş ve ücret yapısındaki değişme ile ücretler düşme eğilimine girmiştir. İşçi sağlığı, iş güvenliği ve diğer kazanımlar, işletmeler kamunun elinde iken daha yüksek olmasına rağmen, bu işletmelerin özele devri ile bu konularda işçilerin aleyhine bir durum ortaya çıkmıştır. Bu durum, özellikle her türlü güvenceden yoksun, küçük, dağınık ve kaçak iş yerlerinde daha belirgin bir şekilde görülmeye başlamıştır.
Özelleştirmenin taşeronlaşma, geçici ve mevsimlik çalışma ve diğer istihdam biçimleri sonucunda da sosyal güvenlik sistemini olumsuz yönde etkilemiştir. Sosyal güvenlik hizmetlerinin özelleştirme ile birlikte maliyet artışından dolayı düşük gelirli geniş halk kesimleri, bu hizmetlerden yararlanamama riskiyle karşı karşıya kalmıştır. Bu nedenle özelleştirme uygulamalarının, diğer sonuçlarının yanı sıra, sağlık ve sosyal güvenlik hakkını zayıflatma eğilimini ortaya çıkaran bir boyutu vardır. Bu durumu fırsat bilen AKP hükümeti, sağlık ve sosyal güvenlik hakkına yönelik kapsamlı bir tasfiye operasyonuna girişmiştir.
AKP’nin tek başına iktidar olduktan sonra hızlandırılan özelleştirme uygulamalarına paralel olarak 4857 Sayılı İş Yasası’nın kabul edilmesiyle başlayan kapsamlı dönüşüm süreci, sağlık ve sosyal güvenlik sisteminin sermayenin beklentileri doğrultusunda yeniden şekillendirilmesiyle devam etmiştir. Geçtiğimiz yıl Haziran ayında açıklanan “Ulusal İstihdam Strateji Belgesi” ve bu belgeye paralel olarak gündeme getirilen “Torba yasa” düzenlemeleri, her ne kadar birbirinden bağımsızmış gibi gösterilmeye çalışılsa da, gerçekte çalışma yaşamına yönelik olarak hayata geçirilen bütün düzenlemelerin birbiriyle içsel bağlantıları olduğu görülmüştür.
4857 Sayılı İş Kanunu: Esnek çalışmanın yasal güvencesi
Türkiye’de esnek çalışma uygulamaları 1990’lı yılların ortalarından itibaren fiili olarak uygulanmaya başlanmış, yıllarca fiilen uygulanan esnek ve güvencesiz çalışma biçimleri AKP iktidarı tarafından yasal bir zemine oturtularak, 2003 yılında 4857 Sayılı İş Kanunu çıkarılmıştır. 10 Haziran 2003 tarihinde yürürlüğe giren 4857 Sayılı İş Kanunu, yıllardır emek piyasasının daha esnek ve kuralsız hale getirilmesini savunan sermaye örgütlerinin (özellikle TÜSİAD ve TİSK) talepleri ve yayınladıkları kapsamlı raporlar doğrultusunda hazırlanmıştır. 4857 Sayılı İş Kanunu’nun ilk göze çarpan özelliği, iş hukukunun temel ilkelerinden birisi olan “emeğin korunması” ilkesinden uzaklaşılarak, işyerinin ya da işletmenin güvenliği ilkesinin benimsendiği yeni bir sistemin benimsenmiş olmasıdır. Ancak 4857 Sayılı İş Kanunu’nu asıl önemli kılan nokta, kanun birlikte gelen “yeniliklerle” esneklik uygulamalarının yasal olarak güvence altına almış olmasıdır.
4857 iş güvencesini büyük ölçüde ortadan kaldırmıştır[3]. Meclis Genel Kurulu’ndaki görüşmeler sırasında AKP’nin verdiği önergeyle iş güvencesinin 10 veya daha fazla işçi çalıştırılan işyerlerinde uygulanması hükmü, 30 veya daha fazla işçi çalıştıran işyerleri olarak değiştirilmiştir[4]. SGK verilerine göre Türkiye’de 30 ve daha fazla işçi çalıştıran işyeri sayısı, toplam işyeri sayısının sadece yüzde 6’sı kadardır. Bunu anlamı tüm işçilerin ancak yüzde altısının yasal olarak iş güvencesi hükümleri kapsamına girebildiğidir.
Kanunun getirdiği düzenlemelere göre iş güvencesi hükümlerinden yararlanabilmek bazı şartların oluşması gerekmektedir. İş güvencesi kapsamında olmak için öncelikle otuz[5] veya daha fazla işçiyi bir hizmet akdine dayanarak çalıştıran iş yerlerinde çalışma şartı aranmıştır. Bununla birlikte, sadece en az altı aylık kıdemi olan ve belirsiz süreli iş sözleşmesi ile çalışıp iş sözleşmesi işverence feshedilen işçiler iş güvencesi hükümlerinden yararlanabilmektedir. Kanun ile işveren, işçilerle süresi belirli, kısa süreli, kısmi süreli çalışma türlerine uygun iş sözleşmeleri yaparak, esnek çalışma koşullarını uygulama ve bu şekilde işçilerin iş güvencesini sağlayan hükümlerin dışında tutulmasını sağlayabilmiştir. İş güvencesini sağlayan kanun maddesinde işyerinin veya işin gereklerine dayandırılan sebepler fesih için geçerli sebep sayılmış, böylece işverene işçilerin yeterliliğinden, davranışlarından, işletmenin, işyerinin veya işin gereklerinden kaynaklandığını iddia ettiği bir nedenle işten çıkartılması hakkı verilmiştir.
4857 Sayılı Kanun, 1980’lerden günümüze kadar gündemde olan özelleştirmeler, taşeron uygulamaları, sendikasızlaştırma yoluyla adım adım örülen yeni esnek birikim modeline uygun olarak hazırlanmış ve yasalaşmıştır. Patronların elini güçlendiren bu kanun ile asıl işveren-alt işveren ilişkisi yeniden tanımlanmış ve işverenin ürettiği mal ve hizmetleri bölümlere ayrılıp işin alt işveren (taşeron) eliyle yürütülmesine yönelik taşeron uygulamasının kapıları ardına kadar açılmıştır. Düzenleme öncesinde son derece sınırlı olan taşeron çalıştırma uygulamaları, 4857 Sayılı İş Kanunu hayata geçirildikten sonra kelimenin tam anlamıyla patlama yapmış, sadece özel sektörde değil, kamuda da yaygın olarak uygulanmaya başlamıştır[6]. 2002 yılında kamudaki toplam taşeron işçisi 20 bin civarında iken, 2011 yılı başı itibariyle kamuda çalışan taşeron işçi sayısının belediyelerle birlikte 300 bini aştığı tahmin edilmektedir.
AKP döneminde kamuda, mevcut mevzuata göre sınıflandırılamayan istihdam biçimleri oluşturulmuştur. 2011 yılı bütçe gerekçesine göre kamuda (yerel yönetimler hariç) “diğerleri” adı altında 103 bin kişi çalıştırılmaktadır. Memur, sözleşmeli personel, işçi ya da geçici personel olmayan bu “diğerleri” kategorisini eğitim ve sağlıkta hukuka aykırı biçimde “ücretli öğretmen”, “vekil öğretmen”, “vekil ebe, hemşire” gibi tanımlamalar ile çalıştırılan emekçilerin oluşturduğu tahmin edilmektedir. Yerel yönetimlerde ise “diğerleri” adı altında çalıştırılan kişi sayısı 10 bin 612’dir[7].
4857 ile telafi çalışması, çağrı üzerine çalışma, serbest zaman uygulaması, denkleştirme süresi vb gibi yeni esnek çalışma biçimleri getirilerek, işçilerin tamamen patronların belirlediği ölçülerde çalışmasının önü açılmıştır. Kanunda getirilen çalışma türleri ise bir bütün olarak geçici istihdam, taşeronluk, kısmi süreli çalışma gibi uygulamaları yasal güvencelere bağlamıştır. Bu düzenlemenin ardından işçi sınıfı içinde esnek, kuralsız ve düzensiz çalışma olarak adlandırılan atipik istihdam biçimleri hızla yaygınlaşırken, işgücü kendi içinde derin bir farklılaşma ve katmanlaşma yaşamaya başlamıştır.
4857 ile sürekli ve düzenli istihdamın mutlak olarak azalması öngörülmüştür. Özellikle getirilen yeni sözleşme türleri, sürekli bir iş ilişkisinin yerine tercih edilen bir çalışma sistemi olarak geçici iş ilişkisinin yaygınlaşması hedeflenmiştir. Esneklik savunucularının başlıca iddialarından birisi bu sistemin yaygınlaşması ile işsizlik sorununun çözüleceği üzerine olmuştur. Buna gerekçe olarak, daha az sürelerde de olsa, daha çok kişinin istihdam alanına gireceği iddia edilmiştir. Bu düşünceye göre işçi 3 ay çalışıp 3 ay işsiz olsa bile TÜİK tarafından işsiz olarak değerlendirilemeye alınmayacağı için işsizlik oranlarının rakamsal olarak düşürülmesi amaçlanmıştır.
Üretimin ve bunlara bağlı olarak istihdamın kendi içinde parçalanması ve belirsizleşmesi emeğin kolektif iş ilişkilerini ve bunlara dayanan kurumsal yapıları sendikaları zayıflatarak, bireysel iş ilişkilerini ön plana çıkarmıştır. Geçici istihdam ve bireysel iş ilişkilerinin yaygınlaşmasıyla beraber işçi ücretlerinde genel olarak bir azalma yaşanmış, özellikle geçici, mevsimlik ve taşeron uygulamalarına paralel olarak, yasal asgari ücret uygulaması fiilen ortadan kalkmıştır.
4857 ile yasal hale getirilen esnek çalışma ilişkileri ile iddia edilenin aksine çalışma sürelerinde bir azalma ortaya çıkmamış, aksine işçilerin daha yoğun ve uzun çalıştırılmasına neden olmuştur. Kanun bir bütün olarak işçiyi işverene tam anlamıyla bağımlı kılmayı ve üzerinde her türlü tasarrufta bulunmayı öngörmüştür. İş ilişkileri çerçevesinde işçilere yönelik (işten çıkarma ile ilgili öngörülen sınırlı güvencenin dışında) herhangi bir koruyucu düzenleme getirilmemiş, bu durum üretim aşamasında ve sonrasında patronların işçiler üzerindeki denetiminin artmasını sağlamıştır.
4857 ile sermayeye sınırsız bir sömürü alanı açılırken, işçilerin en temel hakları, yasal düzenlemeler ve fiili saldırılarla karşı karşıya kalmıştır. Yasanın yürürlüğe girmesinin ardından, esnek, kuralsız, güvencesiz çalışma biçimleri daha da artmış ve yaygınlaşmıştır. İş yasasının sağladığı kolaylıklarla geçtiğimiz dokuz yıl içinde artan sömürü oranlarına paralel olarak, ciddi bir gelişim gösteren Türkiye kapitalizmi, sürekli artan işsizlikten beslenip, sermayeyi ve onun kaynağı olan sömürünün artmasını sağlamış; patronlar, işyerlerinde daha baskıcı ve otoriter uygulamaları hayata geçirebilmişlerdir. Böylece kâr oranlarının istenilen oranda artışını engelleyen ve sermaye birikiminin istikrarını tehdit eden tam zamanlı, düzenli ve güvenceli istihdamın önünü kesmeyi kolaylaştırmak adına önemli adımlar atılmıştır.
Yasal bir içerik kazanan esneklik uygulamaları sermayeye, işgücünün yapısında, kurallara bağlı kalmadan, içinde bulunulan koşullara kolaylıkla uyum sağlayacak şekilde, istediği gibi değişiklik yapabilme serbestliği tanınmıştır. Esneklik ya da esnek çalışma ile birlikte, işçilerin, çalışma süresi, çalışma biçimi, ücretleri ve çalışma koşulları bakımından, ‘piyasa koşulları’ neyi gerektiriyorsa, o koşullarda istihdam edilebilmesinin kapıları ardına kadar açılmıştır. Bu uygulama ile birlikte, eğer “piyasa koşulları” işçilerin sayısının azaltılmasını, ücretlerinin düşürülmesini ya da çalışma süresinin yükseltilmesini gerektiriyorsa, patronlar, hiçbir yasal engel ile karşılaşmaksızın, çalışan sayısını azaltabilmekte ya da çalışma sürelerini arttırabilmektedir. Bu çerçevede oluşturulan yeni istihdam yapısı içinde sistemin, yaşanması muhtemel krizler karşısında, işgücünü istediği şekilde çalıştırarak, ücretlerini düşürerek ya da işçileri istediği zaman işten çıkararak, kendisini koruyabilmesinin önü açılmıştır.
Sosyal Güvenlik ve sağlık alanında yaşanan değişiklikler
1990’lı yılların başından itibaren, dünyanın çeşitli ülkelerinde sağlık ve sosyal güvenlik sistemlerinin özelleştirilmesinde, sosyal güvenlik sistemlerinden yararlanan işçi ve emekçilerin haklarının daraltılmasında en önemli rolü Dünya Bankası oynamıştır. Dünya Bankasının sosyal güvenlik sistemlerine ilişkin “yeniden yapılandırma” politikalarının özünü, sosyal güvenlik sistemlerinin varlıklarını sürdürebilmeleri için temel yapısal değişikliklerin “kaçınılmaz” olduğu varsayımı oluşturmuştur.
1980’lere kadar bir sorun olarak görülmeyen sosyal güvenlik sistemleri, fonlarının devlet tekelinde olması ve bu alanda yatırım yapan şirketler açısından “haksız rekabet” yarattığı, bu nedenle de sosyal devlet uygulaması üzerindeki devlet tekelinin kaldırılması gerektiği gerekçesiyle hedefe konulmuştur. Bu iddia en belirgin şekilde, 1995 yılında imzalanan “Hizmet Ticareti Genel Anlaşması” (GATS) ile gündeme getirilmiştir. GATS ile antlaşmaya imza atan hükümetlerden kamu hizmetleri üzerindeki devlet tekeline son verip, başta eğitim ve sağlık olmak üzere, halkın ve emekçilerin yararlandıkları tüm kamu hizmetlerini “serbest rekabete” açmaları istenmiştir. Bu anlayışa göre, kamu hizmetleri içinde önemli bir yeri olan sosyal güvenlik sistemleri yeniden bölüşüm için kullanılmamalıdır. Bunun yolu sosyal yardımın devlet tarafından karşılanması ve bunun dışında kalan sosyal güvenliğin büyük ölçüde özel sektöre devredilmesidir[8].
1990’lı yıllara kadar, nüfusun neredeyse yüzde 85’i, herhangi bir devlet katkısı olmaksızın üç temel sosyal güvenlik sistemi üzerinden güvence altında bulunmaktadır. Bu üç sosyal güvenlik kurumu (SSK, Emekli Sandığı, Bağ-Kur), devlet bütçesinden herhangi bir yardım almaksızın kendi başına ayakta durabiliyorken, kurumların kaynaklarının siyasi istismara açılması ile birlikte sosyal güvenlik sisteminin açıkları oluşmaya başlamıştır.
Türkiye’de dönem dönem emeklilik yaşı ile ilgili değişiklikler yapılmıştır. En son 1999 yılında sendikalar tarafından “mezarda emeklilik” olarak adlandırılan düzenleme ile bu alanda ciddi bir yol alınmış, ancak sosyal güvenlik sisteminin kökten değiştirilmesi girişimleri, AKP Hükümeti ile birlikte başlatılmıştır. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın yayınlamış olduğu “Sosyal Güvenlik Sisteminde Reform” başlıklı raporda[9], mevcut sosyal güvenlik sisteminin başarısız olduğu, yüksek açıkların kamu bütçesinde faiz harcamalarının büyümesine neden olduğundan söz edilirken, bu açıkların nedenlerine ve hükümetlerin özellikle işverenler lehine çıkardığı “prim affı” yasalarıyla sosyal güvenlik açıkların daha da büyüttüklerine hiç değinilmemiştir.
AKP Hükümeti’nin sosyal güvenlik sisteminin geleceğine yönelik uygulamaları Dünya Bankası modeline uygun bir yapısal değişimi beraberinde getirmiştir. Bu anlamda önerilen reformun üç temel özelliği dikkat çekmiştir; Birincisi, fonsuz, tanımlanmış faydaya dayalı, asgari bir aylığı garanti eden kamusal sistemin daraltılması ve sosyal güvenlik sisteminin düşük aylık verilerek varlığını sürdürmesi; İkincisi, özel yönetilen, fonlu, tanımlanmış katkıya dayalı, ücrete bağlı bir aylık sağlayan emeklilik sisteminin geliştirilmesi; Üçüncü olarak ise isteğe bağlı, yine tanımlanmış katkıya dayalı, özel emekliliğin yerleştirilmesi öngörülmüştür[10].
5510 Sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu (SSGSS) öncesinde Türkiye’de devlet memurları, ücretli çalışanlar, tarım işlerinde ücretli çalışanlar, kendi hesabına çalışanlar ve tarımda kendi hesabına çalışanları kapsayan beş farklı emeklilik sistemi bulunmaktadır. Bu durum farklı statülerdeki çalışanların, sırf farklı emeklilik sistemine bağlı olmalarından kaynaklı olarak, emeklilik hakları bakımından farklı uygulamaların ortaya çıkmasına neden olmuştur. Söz konusu sosyal güvenlik sistemlerinin farklılığı sonucu ortaya çıkan eşitsizliğin giderilmesi iddiasıyla başlatılan “Sosyal Güvenlik Reformu”, Türkiye’deki beş farklı emeklilik sisteminin tek çatı altında birleştirilmesi ile sonuçlanmış, Emekli Sandığı, SSK ve Bağ-Kur gibi ayrımlar kaldırılarak, tüm emeklilik sistemlerindeki haklar ve yükümlülükler Sosyal Güvenlik Kurumu bünyesinde birleştirilmiştir.
Yeni sistemde bütün emeklilik sistemlerindeki haklar ve yükümlülüklerin eşitleneceği iddia edilmiştir. Yapılan değişikliklerle prime esas kazancı, aylık bağlama için gerekli minimum yaş, prim gün sayısı, aylık bağlama oranı, aylık ve gelirlerin yükseltilme biçimi, kazancın güncelleme biçimi, sigorta yardımlarının türü ve kapsamı gibi konularda “en alt sınırda” eşitlenme sağlanmıştır. Oysa adil bir eşitlenme olması için en yüksek ortak paydada eşitlenmenin sağlanması gerekir. Ancak sağlık ve sosyal güvenlik sistemlerinde gerçekleştirilen değişiklikler ile finansman açıklarının kapatılması hedeflendiği için söz konusu eşitlenme en yüksek ortak paydada değil, en düşük ortak paydada gerçekleşmiştir. Bunun sonucunda Emekli Sandığı, SSK ve Bağ-Kur emeklilerine ödenen emekli maaşı bağlama oranları kademeli olarak düşürülmüştür[11].
1 Ekim 2008’de yürürlüğe giren 5510 Sayılı SSGSS Kanunu’na göre emekli maaşları yıllık bağlanma oranlarının kademeli olarak düşürülmesi hedeflenmiştir. Buna göre örneğin Emekli Sandığı’na bağlı olarak çalışan bir kamu emekçisinin 5510 sayılı Kanun yasalaşmadan önce emekli olduğunda emekli maaşı bağlama oranı yıllık yüzde 3 iken, yasadan sonra 2016 yılına kadar yüzde 2,5 oranına, 2016 sonrasında ise yüzde 2’ye düşmüştür. Buna göre 5510 Sayılı Kanun’un getirdiği değişiklik nedeniyle kamu emekçilerinin emekli maaşlarındaki düşüş oranı yüzde 33’ü bulmaktadır. Yasal değişiklikten önce SSK ve Bağ-Kur’dan emekli olanların 1 Ekim 2008 öncesi emekli maaşı bağlama oranı yıllık yüzde 2,6 iken, yasadan sonra yüzde 2,5, 2016’dan sonrası için ise yüzde 2 sınırına çekilerek toplamda SSK ve Bağ-Kur emekli maaşlarında yüzde 23 düşüş gerçekleştirilmiştir.
3
Türkiye’de 5510 Sayılı Kanun’un yürürlüğe girdiği 1 Ekim 2008 öncesinde uygulanan sisteme baktığımızda, SSK ve Bağ-Kur emeklileri çalışırken aldıkları brüt ücretin yüzde 65’ini almıştır. Bu oran Emekli Sandığı’na bağlı emeklilerde çalışırken aldıkları brüt ücretin yüzde 75’i kadardır. Sadece bu rakamlardan hareketle “Sosyal Güvenlik Reformu” olarak adlandırılan düzenlemelerin bütün işçi ve küçük esnafı, özellikle de Emekli Sandığı’na bağlı olarak çalışan kamu emekçilerini olumsuz etkileyeceği görülmektedir. Yapılan düzenleme ile 1 Ekim 2008 sonrasında çalışmaya başlayanlara, eğer emekli olabilirlerse çalışırken aldıkları maaşın sadece yüzde 50’sini ödeyen bir sosyal güvenlik sistemi oluşturulmuştur. Alt sınır aylığının miktarı düşürüldüğünden mevsimlik, sözleşmeli, geçici süreli ve yarı zamanlı çalışan sigortalılar çok daha düşük aylıkla karşı karşıya bırakılmıştır. Bu şekilde yapılan değişiklikler sonucu, işçi ve emekçiler bireysel emeklilik sistemlerine katılmaya zorlanmış, böylece kamu emeklilik sistemini işlevsiz kılarak, bireysel emeklilik sistemleri güçlendirilmiştir.
SGK verilerine göre kamu sağlık harcamaları AKP döneminde (2002- 2011) 4 kat artmış, ancak kamu sağlık harcamalarının toplam sağlık harcamaları içindeki payı sürekli azalmıştır. 2002 yılında %70,7 olan kamu sağlık harcamalarının toplam sağlık harcamaları içindeki payı, bugün yüzde 60’lara kadar gerilemiştir.
AKP’nin 2003 yılında gündeme getirdiği “Sağlıkta Dönüşüm Programı”nın önemli bir ayağını özel hastanelerin kurulması, sağlık yatırımlarının özel sektör eliyle gerçekleştirilmesi, hatta bu hizmet arzının piyasa tarafından gerçekleştirilmesi oluşturmuştur. 1990’larda başlamakla birlikte, daha çok 2003 sonrasında, AKP iktidarıyla özel sağlık yatırımları hızlanmıştır. Türkiye’de son yıllarda toplam yatırımlardaki payı yüzde 75’e ulaşan özel sektörün, sağlığa yatırımları özel yatırımların toplamında yüzde 5’e yaklaşmaktadır. 2006-2010 döneminde yılda ortalama 7-8 milyar TL’yi bulan sağlık yatırımlarının üçte ikisini özel sektörce, üçte birini kamu gerçekleştirmiştir.
4
Sağlık ve sosyal güvenlik açıklarının kapatılacağı iddiasıyla gündeme getirilen sağlıkta dönüşüm programının ve buna paralel olarak yasalaşan 5510 Sayılı SSGSS Kanunu’nun yasalaşması sürecinde öne sürülen bütün iddiaların gerçeği yansıtmadığı, Sosyal Güvenlik Kurumu’nun 2002-2010 dönemindeki verileri göstermektedir.2002 yılında toplam sağlık harcamaları 7 milyar 629 TL iken, aradan geçen 8 yılda katlanarak artmış ve 2010 yılı sonu itibariyle 32 milyar 80 milyon TL’ye ulaşmıştır. Sağlık harcamalarının artışına paralel olarak her yıl artan oranda kamu kaynakları özel sağlık kuruluşlarına aktarılmıştır.
AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılında, SGK prim gelirleri ile emekli aylıkları ve toplam sağlık ödemeleri arasındaki fark sadece 9 milyar 494 milyon TL iken, aradan geçen dönemde sosyal güvenlik açığı 5 kat artarak 2010 yılı sonu itibariyle 44 milyar 275 milyon TL’ye yükselmiştir. Sadece bu veriler bile, AKP’nin çalışma yaşamının diğer alanlarında olduğu gibi, sağlık ve sosyal güvenlik harcamaları konusunda da toplumu yanlış bilgilendirdiğini göstermektedir.
Sosyal güvenlik kurumlarının açıklarını kapatmak ve “aktüeryal denge” oluşturmayı amaçlayan 5510 Sayılı Kanun’un yürürlüğe girdiği 2008 yılından sonra, bırakalım “aktüeryal denge”yi, sağlık ve sosyal güvenlik sisteminin bütün dengeleri alt üst olmuş, sağlık ve sosyal güvenlik giderlerinin aşırı artması sonucunda sistemdeki açık alarm vermeye başlamıştır. 2008 yılında 29 milyar 936 milyon TL olan toplam açık, 2009 yılında 42 milyar 836 milyon TL’ye, 2010 sonu itibariyle de 44 milyar 275 TL’ye ulaşmıştır. Söz konusu açığın 2011 sonu itibariyle 50 milyar TL’yi geçmesi tahmin edilmektedir.
5510 Sayılı Sosyal Güvenlik ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu ile kadınlar için 58, erkekler için 60 olan emeklilik yaşı 1 Ekim 2008’den itibaren işe girenler için geçerli olmak üzere hem kadınlar, hem de erkekler için 65’e çıkarılmıştır. Üstelik emekliliğe hak kazanabilmek için daha önce 7 bin gün olan prim ödeme zorunluluğu 7 bin 200 güne çıkarılmıştır. 5510 öncesinde işten çıkan sigortalının önceki yılda 90 gün prim ödemişse kendisinin, 120 gün prim ödemişse kendisi ile birlikte geçindirmekle yükümlü olduğu aile fertlerinin sigortalı niteliği sona erdikten itibaren 6 ay süreyle tedavi olabiliyorken, işten çıkan sigortalıların bu hakkı ortadan kaldırılmış ve 6 aylık süre 3 aya düşürülmüştür.
Kanun ile ayrıca emekli aylıklarının hesaplanmasında kanun öncesinde ekonomik gelişme hızının yüzde 100’ü dikkate alınırken bu oran yüzde 30’a indirilmiştir. Hastalanan sigortalılara verilen iş göremezlik ödeneği % 16 azaltılmış, malullük ve ölüm aylıklarını mevcut mevzuata göre hak etmek için 5 yıl sigortalı olup 900 gün prim ödenmesi yeterliyken bu şartlar 10 yıl sigortalılık süresiyle 1800 gün prim ödeme şartına yükseltilmiştir. Çalışan veya gelir alan çocuksuz dul eşin ölüm aylığı oranı yüzde 75’ten yüzde 50’ye düşürülmüştür.
Esnek çalışma biçimlerinin, üretim ve hizmet birimlerinde mevcut çalışma ilişkileri sistemini parçalayarak; düzenli ve belirli bir iş günü, belirli bir iş haftası ve sigortalı çalışma zorunluluğunu (yasalarda bu zorunluluk olmasına karşın) ortadan kaldırmış olması; AKP eliyle Türkiye’de sağlık ve sosyal güvenlik sistemlerini çöküşe götüren yolu açmıştır. Ortaya çıkan açıkların hazineden karşılanması yerine hükümetler; bunu giderek sayısı ve prim ödeme imkanları azalan sigortalı işçi ve emekçilerin üzerine yıkan yöntemleri devreye sokmuş, ancak yapılan “düzenlemelere” karşın sistemdeki çöküş sürmüştür. Geçtiğimiz yıllarda esnek çalışmanın, kuralsız ve sigortasız çalıştırmanın yaygınlaşması, yapılan bütün düzenlemeleri önemsiz hale getirmiştir.
Sosyal güvenlik ve sistemini tahrip eden temel faktör; çalışma düzeninin esnekleştirilerek, çalışma ilişkilerine kuralsızlığın egemen olmasıdır. Sağlık sistemini tek çatı altında toplayarak hizmetlerin merkezileşmesi ve halka daha iyi hizmet anlayışının sunulmasının, koca bir yalan olduğu geçtiğimiz yıllar içinde bütün açıklığıyla görülmeye başlanmıştır.
Türkiye’de tıpkı özelleştirmeler ve “mezarda emeklilik” tartışmalarında olduğu gibi, kamu emekçilerine, işçilere, halka yönelik olarak yapılan dezenformasyon (yanlış bilgilenme), başka bir ifade ile “yalan propaganda” SSGSS konusunda da en üst seviyelere çıkmıştır. Kamu hizmetlerinin işlememesi için elinden geleni yapan AKP Hükümeti, halkın gözünün içine bakarak “bu hizmetleri özelleştirirsek, daha kaliteli hizmet alırsınız” iddiasında bulunmuştur. Ancak bu yalan propagandayı yaparken, yoksul halkın cebinden kaç para çıkacağından, kamu emekçilerinin ne gibi hak kayıplarına uğrayacağından hiç bahsedilmemesi, “reform” olarak sunulan düzenlemelerin kolay kabullenmesi için yaratılan bilinç bulanıklığından başka bir şey olmadığı kısa süre içinde görülmüştür.
AKP’nin istihdam stratejisi: Kuralsız ve güvencesiz çalışma
AKP döneminde çalışma yaşamına yönelik olarak en tehlikeli düzenlemelerden bir diğeri de 2010 yılı Haziran ayı başında gündeme getirilen Ulusal İstihdam Stratejisi (UİS) olmuştur. UİS, gerek içeriği gerekse Türkiye’de istihdamın yapısını kökten değiştirecek olan orta ve uzun vadeli hedefleri ile birlikte, önemli ve tehlikeli bir uygulama olarak dikkat çekmektedir.
AKP Hükümeti tarafından büyük bir gürültü eşliğinde açıklanan UİS ve bu strateji ile birlikte hayata geçirileceği belirtilen konu başlıkları, emek sürecinde yaşanan dönüşümün alt başlıkları olarak daha önce de çeşitli şekillerde gündeme getirilmiştir. Özellikle 1990’lı yılların ikinci yarısından itibaren IMF, Dünya Bankası, Avrupa Birliği, Dünya Ticaret Örgütü, OECD vb. gibi uluslararası emperyalist kuruluşlar, merkezinde “işgücünün esnekleştirilmesi”, “standart dışı çalışmanın yaygınlaşması” ve “güvencesiz istihdam” uygulamalarının yer aldığı bir dizi eleştiri ve önerilerde bulunmuşlardır.
Türkiye’de istihdamın yapısında önemli değişiklikler içeren ve Ulusal İstihdam Strateji Belgesi’nin, OECD’nin 2010 yılında yayınladığı OECD Economic Surveys: Turkey 2010 (OECD Ekonomik Araştırmalar: Türkiye 2010) Raporunda belirlenen tespitlere uygun olarak hazırlanmış olması dikkat çekicidir. 144 sayfalık OECD raporunun özellikle “Uzun Dönemli Büyüme için Düzenleyici Reformlar”[12] başlığı taşıyan üçüncü bölümündeki ifadeler, Türkiye’de bugüne kadar istihdamda yaşanan ve 12 Haziran seçimleri sonrasında da devam etmesi öngörülen değişikliklerin hangi temel parametreler üzerinden gerçekleşeceğinin ipuçlarını vermektedir.
OECD’nin raporunda yapılan ilk tespit, Türkiye’de işgücü maliyetlerinin yüksekliği üzerindedir. OECD’ye göre “yüksek işgücü maliyetleri iş yaratmanın önündeki en büyük engeli oluşturmaktadır. İşgücü maliyetleri arasında ilk sırada yüksek yasal asgari ücret gelmektedir. Türkiye’deki yasal asgari ücret, Avrupa’nın yükselen ekonomilerinin çoğundan daha yüksektir. Bu ülkeler Türkiye’nin rekabet ettiği ülkeler olmasının yanı sıra Türkiye’den daha yüksek kişi başına Gayri Safi Yurtiçi Hasıla (GSYH) seviyesine sahiptir. Bu durum, özellikle emek yoğun ürünler açısından Türkiye’nin rekabet gücünü azaltmaktadır”[13]. OECD’nin yapmış olduğu tespitlerin, daha önce IMF, Dünya Bankası ve AB tarafından da yapılmış olması dikkat çekicidir.
OECD’nin bir diğer tespiti, Türkiye’de AKP döneminde istihdamda yaşanan onca esnekleşmeye rağmen, hala işgücü piyasası düzenlemelerinin katı olduğunu iddia etmesidir. OECD’ye göre “İş yaratma, katı iş koruması düzenlemeleri nedeniyle de engellenmektedir. Bu düzenlemeler, özellikle sürekli işçilere yönelik yüksek işten çıkarma maliyetlerini kapsamaktadır. Türkiye, kıdem tazminatının OECD ülkeleri arasında ve dünyada en yüksek olduğu ülkelerden biridir. Bu maliyetler işletmelere ağır yükler yüklemekte ve konjonktürel daralmalarda likidite problemleri ortaya çıkarabilmektedir. Bununla birlikte, 30 ve 49’dan fazla işçi çalıştıran işyerleri, onlara ek yasal yükümlülükler yükleyen maliyetli ek düzenlemelerle karşı karşıyadır”[14].
OECD, Türkiye’nin geçici istihdam konusundaki düzenlemelerini çok katı bulmakta, OECD ülkelerinin birçoğunun aksine yasaların, özel istihdam büroları aracılığıyla geçici istihdama izin vermediğini, belirli süreli iş sözleşmesi yapılabilmesinin son derece istisnai bir uygulama olduğunu belirtmektedir. İşçilerin lehine olan bütün düzenlemeleri “katılık” olarak değerlendiren OECD, Türkiye’nin OECD ülkeleri arasında en katı iş güvencesine sahip ülke olduğunu iddia etmektedir.
Ulusal İstihdam Strateji Belgesi, gerek OECD’nin işgücü piyasasına yönelik tespitleri, gerekse IMF, Dünya Bankası ve Avrupa Birliği’nin Türkiye’de istihdamın tamamen esnekleşmesine yönelik önerileri doğrultusunda hazırlanmış, orta ve uzun vadeli hedefleri olan kapsamlı bir “dönüşüm stratejisi” olarak gündeme getirilmiştir. UİS’in açıklanması sürecinde yıllardır Türkiye’nin en temel sorunlarından birisi olan işsizlik sorununu çözmek için istihdamda önemli adımların atılacağı izleniminin verilmesi dikkat çekici olmuştur. Oysa bahsi geçen stratejinin içeriğine bakıldığında, ulusal ve uluslararası sermayenin, uluslararası emperyalist örgütlerin ve onların yerli uzantılarının (özellikle TÜSİAD, MÜSİAD ve TİSK’in) son yıllarda sürekli olarak gündeme getirdiği temel değişikliklerin “Ulusal İstihdam Strateji Belgesi” içinde bütün boyutlarıyla yer aldığı görülmektedir.
Ulusal İstihdam Strateji Belgesi’nde temel politika eksenleri olarak eğitim-istihdam ilişkisinin güçlendirilmesi; işgücü piyasasının esnekleştirilmesi; kadınlar, gençler ve dezavantajlı grupların istihdamının artırılması ve istihdam-sosyal koruma ilişkisinin güçlendirilmesi belirlenmiştir. Belge’de öncelikle yapılacak değişikliklerin gerekçelendirilmesi amacıyla makro ekonomik bir çerçeve çizilerek, istihdam stratejisinin mevcut içeriği ile uygulanmasının bir zorunluluk olduğu savunulmuş ve temel hedefin işgücü piyasasının esnekleştirilmesi olduğu açıklanmıştır.
İstihdamın esnekleşmesi konusunda çok sayıda tespit yapılmakla birlikte, Ulusal İstihdam Strateji Belgesi’nde özellikle kısmi süreli istihdamın yaygınlaştırılmasına yönelik olarak yapılan tespitler dikkat çekicidir. Belge’de kısmi süreli çalışma[15], en eski ve yaygın olarak uygulanan esnek çalışma biçimi olarak ifade edilmiştir. Belge’de Eurostat verileri referans gösterilerek, 2009 yılında kısmi süreli çalışan oranı AB-27’de yüzde 18,8 olduğu, kısmi süreli çalışmanın Hollanda (yüzde 48,3), İsveç (yüzde 27), Almanya (yüzde 26,1), İngiltere (yüzde 26,1), Danimarka (yüzde 26) ve Avusturya (yüzde 24,6) gibi ülkelerde yaygın olarak uygulandığı belirtilmektedir. Türkiye’de ise kısmi süreli çalışanların istihdam içindeki payının yüzde 11,3 olduğu, ancak ücretsiz aile işçileri dışarıda tutulduğunda bu oranın yüzde 3,6’ya indiği vurgulanmaktadır. Kısmi süreli istihdamın Türkiye’de yaygınlaşması ile birlikte işsizlik oranının azalacağı iddia edilerek, bu tür esnek çalışma biçimlerinin mutlaka yaygınlaştırılması gerektiği savunulmuştur.
Ulusal İstihdam Strateji Belgesi’nde kısmi süreli çalışmanın yanı sıra, belirli süreli çalışma, özel istihdam büroları aracılığıyla geçici iş ilişkilerinin kurulması, uzaktan çalışma, çağrı üzerine çalışma, iş paylaşımı, esnek zaman modeli, kıdem tazminatlarının yüksekliği, bölgesel asgari ücret ve benzeri çok sayıda düzenleme ayrıntıları ile açıklanmış ve bütün bu düzenlemelerin nasıl adım adım hayata geçirileceği belirtilmiştir. Buna göre öncelikle işgücü piyasasının esnekliğinin artırılması hedeflenmekte, İş Kanunu’nda düzenlenen ancak yaygın olarak uygulanmayan esnek çalışma biçimlerinin uygulanabilir kılınması, yasal altyapısı bulunmayan esnek çalışma biçimlerinin ise mevzuatta düzenlenmesi amaçlanmaktadır. Bu şekilde işgücü piyasasının rekabet edebilirliğinin arttırılması hedeflenmekte ve son derece açık ifadelerle kıdem tazminatı “sorununun” çözüleceği belirtilmektedir. Belge’de ayrıca bölgesel asgari ücret uygulamasına imkân tanınarak istihdam üzerindeki mali yüklerin öngörülebilir ve rekabet edebilir bir düzeye çekilmesinin amaçlandığı da açık bir şekilde belirtilmiştir.
Torba Yasa: İstihdamın dönüşümünde ön adım
AKP Hükümeti, Cumhuriyet tarihinin en kapsamlı “vergi, borç ve prim affı” olarak gündeme getirdiği “Torba yasa” içinde çalışma yaşamı ile ilgili olarak kapsamlı düzenlemeler yapılmıştır. Özellikle 5510 Sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu, 4857 Sayılı İş Kanunu, 657 Sayılı Devlet Memurları Kanunu vb gibi istihdamı doğrudan etkileyen kanunlarda yapılması düşünülen değişiklikleri tek bir torba yasa içinde birbiriyle hiç ilgisi olmayan düzenlemelerle birlikte ele alınmış ve yasalaşarak yürürlüğe girmiştir. Ülke nüfusunun tamamını etkileyecek düzenlemelerin özellikle istihdam ile ilgili olanları, gerek OECD’nin 2010 istihdam raporu, gerekse ulusal istihdam stratejisinde belirtilen hedefler doğrultusunda hazırlanmış olması dikkat çekicidir.
Torba yasada istihdam ile ilgili olarak dikkat çeken düzenlemelerden birisi, kısmi süreli çalışan işçilerin eksik sigorta primleri cepten ödemelerinin önünün açılmasıdır. Buna göre 1 Ocak 2012’den itibaren kısmi süreli iş sözleşmesiyle çalışanlar ile ev hizmetlerinde ay içerisinde 30 günden az çalışan sigortalılara, eksik günlerine ait genel sağlık sigortası primlerini 30 güne tamamlama yükümlülüğü getirilmiştir. Haftalık çalışma süresi 30 saatin altında olan ve esnek çalışma türlerini kapsayan kısmi süreli iş sözleşmesiyle çalışan sigortalılar, ancak kısmi süreli çalıştıkları aylara ait eksik sürelerini ceplerinden tamamlamak şartıyla sağlık hizmetlerinden yararlanabilecektir. Örneğin ayda 15 gün sigortası yatanların, eksik olan 15 günü ceplerinden ödeyip tamamlamadıkları zaman sağlık hizmetlerinden yararlanmasının önü kesilmiştir.
TÜİK’in verilerine göre Türkiye’de çalışan erkeklerin yüzde 38’i, kadınların yüzde 60’ı kayıt dışı çalıştırılmaktadır. Dolayısıyla sadece kayıtlı işgücü için geçerli olacak bu düzenleme ile düşük ücretle çalışmak zorunda olan kısmi süreli çalışanların (yevmiyeli çalışanlar, taşeron işçiler, evlerde temizlik işlerinde çalışanlar vb) aldıkları ücretlerin önemli bir bölümünü sağlık sigortası (1 Ocak 2012’den sonra GSS primi) için ayırmak zorunda bırakılmıştır.
Torba yasa ile gerçekleşen bir diğer düzenleme genç ve ucuz emek sömürüsünün önünü tamamen açacak bir içerikte gerçekleşmiştir. AKP hükümeti tarafından mesleki eğitim yaptıracak işletme sayısının yetersizliği öne sürülerek, 20 ve daha fazla personel çalıştıran işletmeler için var olan staj yaptırma yükümlülüğü, 20’den az işçi çalıştıran ve Türkiye’deki toplam işletmelerin önemli bir bölümünü kapsayacak şekilde genişletilmiştir. AKP Hükümeti bu düzenleme ile meslek liseleri öğrencilerinin staj yapma olanaklarını arttırdığını iddia etse de, diğer maddelerde yapılan değişikliklerle özellikle staj ücreti bakımından stajyerlerin yasa öncesinde brüt asgari ücretin üçte ikisi ödeniyorken, yapılan değişiklikle stajyerlerin asgari ücretin net tutarının üçte biri kadar ücret almaları öngörülmüştür. Meslek liselerinde öğrenciler son sınıfta iki gün okula, üç gün ise alanlarındaki işletmelerde staja gitmektedir. Kanun değişikliği ile patronları stajyerleri daha fazla ve daha ucuza çalıştırma imkânına sahip olması sağlanmıştır. Sermaye açısından ucuz iş gücü olarak görülen gençler, işçilerin yerine kendi alanları olmayan konularda çok uzun saatler çalıştırılacak ve artık, eskiye kıyasla daha çok işyerinde ucuz emek sömürüsü yaşanması sağlanmıştır.
Torba yasa ile ayrıca, kısa çalışma ödeneği ile patronlara destek sürekli hale getirilmiş, kısa çalışma ödeneğinin uygulama alanı genişletilerek ödenek miktarı yeniden düzenlemiştir. Buna göre, “genel ekonomik, sektörel veya bölgesel kriz” nedeniyle haftalık çalışma sürelerinin geçici olarak azaltılması, işyerinin faaliyetinin kısmen veya geçici olarak durdurulması hallerinde işyerinde 3 ayı aşmamak üzere kısa çalışma yapılabilecektir. Kısa çalışma ödeneği hazineden değil, işsizler için kurulan İşsizlik Sigortası Fonundan verilecek olması işsizler için oluşturulan fonun patronlara nasıl aktarıldığının görülebilmesi açısından önemlidir[16]. Bu düzenleme aynı zamanda, önümüzdeki dönemde genel, bölgesel ya da sektörel krizlerin yaşanabileceğinin itirafı anlamına gelmektedir.
Torba yasayla 31 Aralık 2015 tarihine kadar ilk defa işe alınacak her bir sigortalı için, özel sektör işverenine sigorta primi desteği getirilmiştir. Buna göre, 31 Aralık 2015’e kadar işe alınan sigortalının, sigorta primlerinin işverene ait tutarının önemli bir bölümü, işe alındıktan sonra belirli sürelerle İşsizlik Sigortası Fonundan karşılanacaktır. Yasada ayrıca sigorta prim desteği süresinin Bakanlar Kurulu’nca 2020 yılına kadar uzatılabilmesi öngörülmüştür. Bu düzenleme, 18 yaşından büyük kadınları ve 18–29 yaş arası erkekleri istihdam edenlerin sigorta primlerinin işveren hisselerine ait tutarının belli bir kısmını, işe alındıkları tarihten itibaren İşsizlik Sigortası Fonundan karşılanmasını sağlamıştır. Böylece bugüne kadar olduğu gibi, bugünden sonra da işsizlere ödenmesi gereken Fon gelirleri patronlara “istihdam teşviki” olarak aktarılmıştır. İşverenler 29 yaş altında olanları daha çok istihdam ederek prim desteğinden yararlanmaya çalışacak, 29 yaş üstünde olan işçileri işten çıkarmak için çeşitli yollar deneyecektir. İlk bakışta “istihdamı teşvik” gibi algılanabilecek bu uygulama sonucunda 30 yaş ve üzeri çalışan işçilerin işe alınması daha da zor hale getirilmiştir.
Torba yasayla ayrıca, grev yasağı olan memurların ve sözleşmelilerin, üretimden gelen en önemli eylemi olan işi yavaşlatma ve işi durdurma eylemlerinin “memuriyetten çıkarmayla” sonlandırılmasının önü açılmıştır. Bu şekilde en temel sendikal eylemlerin “memuriyetten çıkarılma” tehdidi ile önüne geçilmek istenmiştir. 657 Sayılı Devlet Memurları Kanunu’nun disiplin hükümlerini içeren 125’inci maddesinde yapılan değişiklik ile bugüne kadar sendikalarının aldıkları kararlar ile işi yavaşlatan, hizmet üretimini bir süreliğine yapmayan memurların işten atılmasının önü açılmıştır.
657 Sayılı DMK’nın 125’inci maddesinin “E” bendinin “a” alt bendinde yer alan “engelleme” ibaresi “kamu hizmetlerinin yürütülmesini engelleme” olarak değiştirilmiştir. Yapılan değişiklikle “a) İdeolojik veya siyasi amaçlarla kurumların huzur, sükûn ve çalışma düzenini bozmak, boykot, işgal, kamu hizmetlerinin yürütülmesini engelleme, işi yavaşlatma ve grev gibi eylemlere katılmak veya bu amaçlarla toplu olarak göreve gelmemek, bunları tahrik ve teşvik etmek veya yardımda bulunmak” devlet memuriyetinden çıkarılma nedeni sayılmıştır[17].
Torba yasayla müzakereci, “sosyal diyalogcu” ve hepsinden önemlisi “yandaş” sendikaları güçlendirmek, mücadeleci sendikaları etkisiz hale getirmek için yapılan en temel sendikal eylemlerin bile “memuriyetten çıkarılma” sebebi sayılması, AKP’nin “kendine demokrat” olduğunu bir kez daha göstermiştir.
Torba yasa ile getirilen bir diğer önemli düzenleme, kamuda 4-c benzeri çalışma statüsü yaygınlaştırılmasının önünün açılmasıdır. Kurumlarında atama imkânı olmayan memurların, Devlet Personel Başkanlığınca belirlenen başka bir kurumdaki boş kadroya atanabilmesinin önü açılmıştır. Bu durumda olan memurlar, atama işlemi yapılıncaya kadar kurumlarında niteliklerine uygun işlerde çalıştırılacak ve eski kadrolarına ait mali haklardan ve sosyal yardımlardan yararlanmaya devam edebilecektir. Torba yasa ile ayrıca, tıpkı 4-c statüsünde çalışanlara yapıldığı gibi, memurların da yürüttükleri hizmetin özelliklerine göre, tespit edilen çalışma saat ve süreleri ile görev yerlerine bağlı olmaksızın çalıştırılabilmeleri gibi son derece tehlikeli düzenlemeler yer almaktadır. Hatırlanırsa, özelleştirilen kamu işletmelerindeki kamu işçileri, 4-c kadrosuna geçene kadar özlük haklarını ve ücretlerini tam almış daha sonra işçilerin 4-c’ye geçirilmesi ile ücret ve özlük haklarında yarı yarıya kayıp yaşamıştır. Torba yasada yer alan bu tür düzenlemelerle kamuda iş güvencesi ve özlük hakların önemli bir bölümünün ortadan kaldırılması ve 4-c statüsünde çalışmanın yaygınlaştırılması için ön hazırlık yapılmıştır.
Torba yasada “memurların, kamu yararı ve hizmet gerekleri sebebiyle ihtiyaç duyulması halinde kurumlarınca Devlet Personel Başkanlığının uygun görüşü alınarak diğer kamu kurum ve kuruluşlarında 6 aya kadar geçici süreli olarak görevlendirilebileceği” belirtilmiştir. Kamuoyunca “ödünç memurluk” olarak değerlendirilen bu düzenleme ile çeşitli nedenlerle “istenmeyen” kamu görevlilerinin başka kurum ve illere sürgün edilmesinin önünü açılmıştır. Bu düzenleme ile özellikle KESK’e bağlı sendikaların üyelerinin sık sık karşı karşıya kaldığı sürgünler yasal hale getirilmiştir. Mücadeleci sendikalara üye kamu emekçilerine gözdağı verilerek memurların, kendilerini güvencede hissedebilmeleri için yandaş sendikalara yönlendirilmesi sağlanmıştır.
Torba yasada belediye işçileri ve il özel idarelerinin sürekli işçi kadrolarında çalışan ihtiyaç fazlası işçilerin, Karayolları Genel Müdürlüğünün taşra teşkilatındaki sürekli işçi kadrolarına, belediyelerin sürekli işçi kadrolarında çalışan ihtiyaç fazlası işçilerin ise, Milli Eğitim Bakanlığı ve Emniyet Genel Müdürlüğünün taşra teşkilatındaki sürekli işçi kadroları ile ihtiyacı bulunan mahalli idarelere, vali ya da vali yardımcısının başkanlığında oluşturulacak komisyonun kararıyla gönderilmesinin önü açılmıştır. Komisyon kararıyla gönderilen işçiler 5 işgünü içinde görevlerine başlamazlar ise istifa etmiş sayılacaklardır. 12 Haziran seçimleri sonrasında belediyeler ve il özel idarelerinde çalışan yaklaşık 52 bin işçinin “norm fazlası” ya da “ihtiyaç fazlası” olarak şu anda çalıştıkları yerlerden çok uzak yerlere sürgün edilecekler ve bu sürgünler 1 Ağustos 2011 tarihi itibariyle başlatılacaktır.
İşçilerin, kamu emekçilerinin, gençlerin ve kadınların geleceğini yakından ilgilendiren çok sayıda olumsuz düzenleme içeren torba yasa, kamu ya da özel ayrımı yapmadan, bütün istihdam alanlarında esnek, kuralsız, güvencesiz ve kayıt dışı çalıştırmayı yaygınlaştırma açısından, 12 Haziran seçimleri sonucunda yaşanacakların ön adımı niteliğindedir.
AKP’nin 2002–2011 yılları arasında çalışma yaşamında hayata geçirdiği ve burada sadece bazılarına değinebildiğimiz değişiklikler, emeğe ve emekçilerin haklarına yönelik yasal düzenlemelerin ve fiili saldırıların 12 Haziran genel seçimleri sonrasında artarak devam edeceğini göstermektedir.
Sonsöz
AKP öncesi çalışma ilişkilerinde yaşanan değişiklikleri bir tarafa koyarsak, sadece son 9 yıl içinde kez yapılan ve önümüzdeki dönemde AKP’nin tek başına iktidar olması durumunda yapılması düşünülen yasal değişikliklerin nasıl bir içerikte karşımıza çıkacağını bugünden tahmin etmek zor değildir. AKP’nin bugüne kadar çalışma yaşamında yaptıkları, gelecekte yapacaklarının teminatı olarak kabul edilebilir. Bugün sermayenin içinde bulunduğu koşullarda, işsizliğin azaltılması amacıyla yeni istihdam alanları yaratması, işçi sınıfının hak ve özgürlüklerini genişletmesi mümkün olmayacağı gibi, işçi sınıfının mevcut sınırlı haklarına, kendilerini sınıf örgütleri olarak tanımlayan mücadeleci sendikalara bile tahammül edilmediğini görmek mümkündür.
İstihdamın esnekleşmesi, kuralsızlaşmanın ve güvencesizliğin artması, en çok sendikaların örgütlenme ve mücadele alanını daraltmakta, bu durum, kaçınılmaz olarak, sendikaların sermaye karşısındaki gücü ve etkisini ciddi anlamda zayıflatmaktadır. Bu nedenle, kapitalist sistemde, genel olarak çalışma yaşamına, özel olarak istihdama yönelik herhangi bir değişiklikten söz edildiğinde, bir taraftan sömürüyü arttırıcı düzenlemeler gündeme getirilirken, diğer taraftan işçilerin örgütlenmesini ve mücadelesini güçlendirmek yerine, onu zayıflatacak ve kendi denetimi altına sokacak adımların atılıyor olması dikkat çekicidir.
İşçi ve emekçilerin birçok kazanılmış hakkını gasp etmeyi amaçlayan saldırıların tümüne karşı mücadele etmek, emekçiler ve bu değişikliklerden doğrudan ya da dolaylı olarak etkilenecek geniş halk kesimleri açısından bir zorunluluktur. Bu nedenle, geçtiğimiz yıllar içinde çeşitli ad ve biçimlerde uygulanan emek düşmanı politikalar ve gündeme getirilen yasal düzenlemelere, fiili uygulamalara karşı sendikaların, emek ve meslek örgütlerinin birleşik, örgütlü ve daha kararlı tutumlar alması, emek hareketinin sadece bugününe değil, geleceğine de sahip çıkılması açısından ayrı bir önem taşımaktadır.
[2] 657 4-c statüsü, ilk defa 23 Aralık 1972 tarihinde 657 Sayılı Devlet Memurları Kanununa “geçici personel” başlığı ile girmiştir. İşin niteliğine göre geçici sayılan işlerde çalışanların 4-c statüsünde çalıştırılması öngörülmüş olmasına karşın, AKP hükümeti, esnek, kuralsız ve güvencesiz çalışmanın simgesi haline gelen 4-c statüsünde çalışma uygulamasını sürekli uygulanan bir istihdam biçimi haline getirmiştir.
[3] 4857 sayılı İş Kanunu yürürlüğe girmeden önce, 15 Mart 2003 tarihinde yürürlüğe girmek üzere 09.08.2002 tarihinde “iş güvencesini” sağlayan 4773 Sayılı Kanun kabul edilmiştir. Bu kanun, 15 Mart 2003 tarihinde yürürlüğe girmiş, 4857 Sayılı İş Kanunu kabul edilinceye kadar geçen üç ay süresince yürürlükte kalmıştır.
[4] İşçilere son derece sınırlı “iş güvencesi” sağlayan bu düzenleme, 30’dan fazla işçi istihdam eden işletmeler açısından işten çıkarma maliyetlerini yükselttiği için OECD tarafından eleştirilmektedir (OECD Economic Surveys: Turkey 2010).
[5] İşverenin, aynı işkolunda birden fazla işyerinin olması halinde, işyerinde çalışan işçi sayısının, bu işyerlerinde çalışan toplam işçi sayısına göre belirlenmesi öngörülmüştür.
[6] Devlet Bakanı Egemen Bağış, geçtiğimiz Ocak ayı içinde kamuda taşeronlaştırma ile ilgili olarak Meclis’te kendisine sorulan 7 bir yazılı soru önergesine verdiği yanıtta; “Bazı hizmetlerin hizmet alımı yoluyla sürdürülmesinin daimi personel istihdamına göre daha ekonomik olduğunu” söylemiş ve kamuda taşeron işçi çalıştırılmasını savunarak “Taşeron işçi daha ucuz oluyor” ifadesini kullanmıştır.
[7] Sosyal İş, 2000’li Yıllarda Türkiye’de Emekçilerin Panoraması, Sosyal İş Raporu, Mayıs 2011, syf: 7.
[8]Erkan Aydoğanoğlu, Sosyal Güvenlik ve Sağlıkta Yaşanan Değişimin Nedenleri, syf:13, Almanak 2005, Sosyal Araştırmalar Vakfı, 2006, İstanbul.
[9] Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı, Sosyal Güvenlik Sisteminde Reform, www.calisma.gov.tr.
[10] Seyhan Erdoğdu, “Türkiye’de Emeklilik Sisteminde Değişim”, Kamu Yönetimi Dünyası, Sayı:23, syf: 22, Temmuz-Eylül 2005, Ankara.
[11] Erkan Aydoğanoğlu, a.g.m, syf:16.
[12] OECD, Economic Surveys: Turkey 2010, ss: 109-132.
[13] OECD, agy, syf: 112.
[14] OECD, agy, syf: 114.
[15] 4857 Sayılı İş Kanunu’nun 13. maddesi kısmi süreli çalışmayı, “işçinin normal çalışma süresinin, tam süreli iş sözleşmesiyle çalışan emsal işçiye göre önemli ölçüde daha az belirlenmesi” şeklinde tanımlanmıştır. “Önemli ölçüde az” ibaresi, ‘İş Kanununa İlişkin Çalışma Süreleri Yönetmeliği ile netlik kazanmıştır. Yönetmelik “İşyerinde tam süreli iş sözleşmesi ile yapılan emsal çalışmanın üçte ikisi oranına kadar yapılan çalışmayı” kısmi süreli çalışma olarak tanımlamaktadır. Kanunda ve Yönetmelikte kısmi çalışmanın ölçütü olarak işyerindeki tam süreli emsal işçi esas alınmıştır. Buna göre işyerindeki emsal işçi haftada 45 saat çalışıyor ise en fazla 30 saate kadar yapılan tüm çalışmalar kısmi çalışma olarak kabul edilmektedir.
[16] Ocak 2011 itibariyle 46 milyar TL büyüklüğe ulaşan İşsizlik Sigortası Fonu’nun bugüne kadar sadece 3 milyar 755 milyonu işsizler için kullanılmıştır. Buna karşın daha önce yapılan yasal düzenlemelerle GAP ve Karayolları gibi alanlara Fon’dan son iki yıl içinde aktarılan miktar 8 milyar 500 milyon TL’dir.
[17] Geçmişte iş yavaşlatma ve durdurma eylemi yapılan çok sayıda kamu emekçisi ceza almış, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi bu cezaları “Örgütlenme hakkı eylem hakkını da içerir; sendikaları eylem kararı almış ve memur buna uymuşsa, kendisine ceza verilemez” diyerek Türkiye’ye binlerce Euro cezalar vermiştir. Bu maddenin uygulanması durumunda Türkiye’nin benzer cezalar alması kaçınılmaz görünmektedir.