Neoliberal ekonomi politikaların en önemli sonuçlarından biri olan esnek ve kayıt dışı çalışmanın son birkaç on yıldır yaygınlaşması ve genişlemesiyle birlikte, ev eksenli üretim ve çalışma tarzı da bu alanın en önemli dayanaklarından biri haline geldi. Çalışma konusunun dağınıklılığı ve disiplinler arası yapısından dolayı bu alanda giderek artmakla birlikte hala çok kısıtlı sayıda ve yeterlilikte akademik, bilimsel ya da sendikal çalışma mevcut. Ev eksenli çalışan işçilerin çoğunlukla kadın ve göçmen olması, meseleyi ekonomik tartışmalar dışında birçok sosyolojik ve demografik tartışmanın da konusu haline getiriyor.
Çalışma ekonomisi açısından bakıldığında uluslararası alanda dönen tartışmaların başında iş tanımının yapılmasındaki sıkıntı dile getiriliyor. Ev eksenli çalışanların istihdam edilme biçimlerinin farklılaşması, onların “kendi hesabına çalışan” ya da “bağımsız çalışan” işçiler olarak tanımlama eğilimini gösteriyor. “Ev eksenli çalışan” tanımının içerisinde “bağımlı işçi” ve “bağımsız çalışan” gibi ayrımlar yapılmaya çalışılıyor. Elbette ki bu tartışmalar ideolojik olarak liberalizmin “işçi emeğini satıp satmamakta özgürdür” söyleminin bir başka pratik örneğinden öteye gidemez. Çünkü, kapitalizmin doğuş aşamasından itibaren mülküzleştirilmiş işçi sınıfı, küçük toprak sahibi köylü üretici ve irili ufaklı tüm üretim ve hizmet sektörleri kapitaliste bağımlı hale getirilmiştir. Günümüzde ev eksenli çalışmayı bilimsel bir şekilde analiz edebilmek ve mücadele dayanaklarını ve olanaklarını doğru bir şekilde tespit edebilmek için, toplumsal cinsiyetle sınıfsal sömürünün en çok iç içe yaşandığı bu alanın tarihsel sürecini iyi anlamak gerekmektedir.
Dünden Bugüne Ev Eksenli Çalışma
Her toplumsal dönüşüm ve bu dönüşümlerin sonuçları dünya coğrafyasında zamansal, mekansal ve şekilsel farklılıklar gösterir. Bu durumu göz önünde bulundurduğumuzda ev eksenli çalışmanın dinamiklerini ve evrimini kabaca ‘evrensel’ olarak etiketlemek yanlış gözükebilir. Örneğin, ev eksenli çalışma ve sanayi üretimi gelişmiş kapitalist ülkelerdeki ekonomik dinamikleri, çalışma koşulları veya çalışanların demografik özellikleri, bu ülkelere bağımlı yoksul ülkelerdekinden farklılaşır. Ne var ki, üretim ilişkilerindeki ve üretim ilişkilerine kadının katılım biçimindeki değişimi belirlemek açısından, bu çalışma ve üretim tipinin temel yapısındaki radikal değişimlerle sonuçlanan bazı noktaları belirlemek bir ihtiyaçtır. Bu yazıda, ev eksenli çalışma açısından temel olarak iki tarihsel dönüşüm süreci ele alınacaktır: Sanayi Devrimi ve 1970’lerdeki ekonomik bunalım. Buna bağlı olarak da ev eksenli çalışmanın üç tarihsel nitelendirmesinden bahsedebiliriz.
1. Sanayileşme öncesi aile-temelli tarımsal üretim
2. Sanayileşme sonrası ev endüstrisi[1]
3. Esnek çalışmanın güncel bir örneği olarak ev eksenli çalışma
Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni’nde, kapitalizm öncesi üretim biçimleri ve ilişkilerinin ortak bir özelliği olan ev-işyeri ve aile(akrabalık)-üretiminin birleşik yapısının sanayileşme öncesi erken kapitalist dönemde bir dereceye kadar korunduğunu belirtmiştir. Bu dönemde aile üretici/üretken bir ekip olarak karşımıza çıkar. Cinsiyete dayalı iş bölümü daha belirgin olarak ailenin iç işlerini kadının ve dış işlerini de erkeğin idare etmesi biçiminde kendini gösterir. Yani, ekip biçilebilir arazi işleri ve/veya hayvan otlatma gibi işler ‘evin reisi’nin kontrolündeyken ev içi ekonomiye dair tanımlanabilecek her türlü iş ‘evin hanımı’nın sorumluluğundadır. Her ne kadar cinsiyete dayalı bu iş bölümü ev-işyeri ayrımını ortaya koyar görünse de, kapitalizm öncesi (haraçlı) toplumda ailenin ev-işyeri bütünlüğünü temsil eden bir birim olmasının altındaki neden ailenin üretim araçları üzerindeki tam tahakkümüdür. Bu tahakkümün en önemli sonuçlarından biri, ailenin üretim ilişkilerinde önemli ölçüde bağımsız üretici bir birim olmasıdır. Diğer bir deyişle, ailede merkezileşen, üretim araçları üzerindeki bu tahakküm ev-işyerinin bütüncül yapısının oluşmasına (ve devamlılığında), dolayısıyla da ailenin bağımsız üretken bir güç olarak şekillenmesine zemin hazırlamıştır.
Bundan hareketle, üç saptama yapılabilir. Birincisi, cinsiyete dayalı iş bölümü henüz aile sınırları içerisinde kalmış, yani tam anlamıyla toplumsallaşmamıştır. İkincisi, ailevi (akrabalık, karı-kocalık, vb.) ilişkiler ve üretim ilişkileri mekansal olarak evde birleşmiştir ve iç içe geçmiştir. Üçüncüsü, ailenin üretim araçları üzerindeki tahakkümünden kaynaklanan bağımsızlık, kadına ev içerisinde kısmi bir bağımsızlık sağlarken, ev dışında tamamen kocasına bağımlı olması üretim ilişkilerine katılımında sadece kısmi bir özerklik getirmiştir.
Marx’ın “basit kapitalist işbirliği” (co-operation) olarak adlandırdığı sanayileşme öncesi kapitalist üretim ilişkilerinin başlangıç aşamasında, aynı türden metayı aynı anda ve bir ve tek kapitaliste bağımlı olarak üreten işçilerin bir araya geldiği fabrikaların ilkel formları diyebileceğimiz küçük atölyelerin kurulmasıyla, ev-işyeri ayrımının ilk nüveleri ortaya çıkmıştır. (Capital,1. cilt, s. 305) Bu aynı zamanda, yeni doğan kapitalist sınıfla girdiği rekabette yenik düşen eskiden kendi hesabına çalışan köylü üretici ailelerin bağımsız karakterinin çözülmeye başlamasını da beraberinde getirmiştir. Kapitalist üretim biçiminin doğuşu eskinin tarım-temelli aile üretimini baskılamış ve zamanla kendine tabî kılmaya başlamıştır. Buna bağlı olarak sanayileşme dönemine kadar olan bu geçiş sürecinde, kadının üretim ilişkilerine katılımı birkaç nedenden dolayı zayıflamıştır. Birincisi, kadının sorumluluğundaki ailenin iç ekonomisinin üretim ve ev idaresinden oluşan alanı, ev-işyeri ayrımının peyda olmasıyla birlikte daralmış, ve sadece ev işleri (temizlik, yemek pişirme, vb.) çocuk ve yaşlı bakımı, annelik gibi bugün genel olarak ev içi görünmez emek diye adlandırılan işlerin toplamına indirgenmiştir. Bir başka neden olarak, henüz makineleşmenin gelişmediği bu dönemde gerekli iş gücünün kas gücü olmasından dolayı kadının ücretli emek piyasasına girişinin ertelenmesi gösterilebilir.
Basit kapitalist işbirliği sürecindeki üretim içi iş bölümünün örgütlenmemiş karakteri erken manifaktür dönemde örgütlenmiş bir karaktere bürünmeye başlar. Bir ve aynı türden metanın üretiminine dayalı üretim süreci vasıflı-vasıfsız emek ayrımıyla paralel örgütlenmiş bir iş bölümünü ortaya çıkarır. Üretim sürecinin, işçi tarafından sürekli tekrarlanan bir ve aynı basit parçalara bölünmesi, yani parça başı iş, erken manifaktür döneminin temel karakteristiklerinden biridir. Marx, bu dönemde, iş yerindeki bu basit iş bölümünün topluma yansıdığını ve yeni tip bir toplumsal iş bölümünün ortaya çıktığını savlar (339). Bir yandan, belirginleşen ev-işyeri ayrımı, erkeğin proleterleşmesi ve kadının ‘ev kadını-laş(tırıl)ması’ ile cinsiyete dayalı iş bölümünü yeni bir biçime sokarken; diğer yandan da -bağımsız- tarımsal aile üretiminin çözülmesiyle kapitalist üretimin doğuşunun kesiştiği bu dönemde hala hayatta kalabilmiş üretici aileler kapitaliste bağımlı hale gelmiştir. Erken manüfaktür dönemde bu ilişki başlıca iki sistemle hayata geçirilmiştir: üretimin hammaddesinin kapitalist tarafından sağlandığı ve küçük toprak sahibi üreticilerin parça başı ücretlendirilerek kapitaliste bağımlı kılındığı Kauf sistemi (Kaufsystem); sanayileşmeye doğru gidilen süreçte mülksüzleştirilen topraksız ev eksenli proleterlerin kapitalizmin işletme ve ticaret döngüsündeki ihtiyacına karşılık verdiği Verlag sistemi (Verlagsystem) (Secombe, 181-2). Sanayileşme öncesindeki bu iki sistem, birçok kişi tarafından ev eksenli üretimin tarihsel biçimleri olarak kabul edilir.
Kapitalist üretim biçiminin tarihsel gelişimi açısından, Sanayi Devrimi tarihi bir dönüm noktası olarak kabul edilir. Marx, makineleşmenin doğuşunu geri dönüşü olmayan bir sürecin başlangıcı olarak vurgularken, fabrikayı da makineleşmenin belirli bir sistemde örgütlenmiş formu olarak betimler. Kapitalizmin giderek daha da rekabetçileşen ortamında, makineleşme, seri üretimle üretimin, dolayısıyla en yüksek kar marjının elde edilmesini sağlarken, diğer yandan üretim maliyetlerini artırmıştır. Böylece, kapitalist mümkün olan en ucuz emeği işe alma uğraşına girmiştir. Kas gücü ihtiyacından arınan makineleri kullanabilecek yeterlilikteki kadın ve çocuk emeğinin ücretli emek piyasasına kitlesel katılımının maddi koşulları böyle oluşmuştur. Basit kapitalist işbirliği sürecinde ilk nüveleri oluşan ev-işyeri ayrımı süreci kadınların ucuz emek gücü olarak emek piyasasına katılımıyla tamamlanmıştır. Artık ev içi emek ve fabrikadaki emek tamamen birbirinden ayrışmış iki emek türü olarak tanımlanmaktadır. Bu katılım, bir yandan işçiler arasındaki rekabeti artırır ve dolayısıyla onları kapitaliste daha da bağımlı hale getirirken, diğer yandan da geleneksel evlilik ilişkilerinin bozuşmasıyla sonuçlanmıştır. Engels bu durumu kadın üzerindeki eril tahakkümün temellerinin yıkılması olarak tarif eder (Origins s. 103). Birçok feminist akım, Engels’in bu saptamasını ya yanlış anlamakta ya da saptırmaktadır. Onlara göre, Engels kadınların baskılanmasının kapitalist üretim ilişkilerinin gelişimiyle birlikte ortadan kalktığını söylemektedir. Oysa ki Engels, kapitalist üretim ilişkilerine dahil olan kadının sömürüsünün iki kat arttığını açıkça belirtmiştir. Kadın üzerindeki eril tahakkümün temellerinin yıkılmasından anlaşılması gereken kadının ücretli emek olarak proleter sınıf içerisinde artık doğrudan bir özne olarak bulunması, dolayısıyla özgürleşmesi için yeni bir mücadele alanının doğması olmalıdır.
Fabrika sisteminin gelişmesiyle birlikte üretim şehirlerde ve büyük kasabalarda bir merkezileşme sürecine girmiştir. Mülksüzleştirilmiş köylü ailelerin kentlere kitlesel zorunlu göçleri, modern proleter sınıfın doğuşunu konu edinen birçok romana, filme, vs.’de anlatıldığı üzere, bu dönemin toplumsal yeniden yapılandırılmasına damgasını vurmuştur. Bu dönem için, iddia edilenin aksine, Marx ev eksenli üretimin yok olacağını değil, yapısal ve işlevsel olarak biçim değiştireceğini savlamaktadır. Eski tip ev eksenli üretim, “fabrikanın, manüfaktürün ya da ambarın dışsal departmanı”[2] olarak yeniden örgütlenmiştir (Capital, s. 434). Diğer bir deyişle, makineleşme ve teknolojik gelişmeler ev eksenli üretimi yok etmemiş, tam tersine bunların sonucunda ortaya çıkan kitlesel işsizlik, işçi sınıfına mensup ailelerin fabrika üretimine bağımlı olmak koşuluyla ev eksenli çalışmaya yönelmesini zorunlu kılmıştır. Böylece, tarihte ilk defa ev eksenli sanayi üretimi ortaya çıkmıştır.
20. yy boyunca ev eksenli üretim, toplam toplumsal üretimdeki payı oranında, bölgesel ve sektörel farklılıklar gösterse de, 1970’lerdeki ekonomik bunalıma kadar, fabrika üretimine ek/yardımcı bir departman olmak bakımından, biçimsel olarak radikal bir değişiklik göstermemiştir. Kısacası, toplumsal üretimde tuttuğu yer bakımından üretimin temel karakteristiğini belirleyecek bir düzeye hiçbir zaman ulaşmamıştır. Diğer yandan, 20. yy boyunca yaşanan siyasal ve/veya ekonomik krizler, kadın istihdamında dönemsel hareketlere yol açsa da ev eksenli üretimde kadınlar her zaman iş gücünün çoğunluğunu oluşturmuşlardır. Örneğin, İkinci Dünya Savaşı sırasında erkeklerin kitlesel olarak orduya alınmaları, kadınların fabrikada istihdam edilme oranında ciddi bir artışa sebep olmuştur. ABD’de özellikle silah sanayiinde ağır iş makineleri kullanan kadın işçiler onore edilmiştir. ‘Rosie the Riveter’ gibi popüler simgeler yaratılmış, kadınların fabrikalarda, ağır sanayide “en az erkekler kadar” başarılı olduğu propagandası güçlendirilmiştir. Sözde sosyal devlet kapsamında çocuk ve yaşlı bakım işlerinin kısmi olarak devlet sorumluluğunda olması da kadınların eve bağımlılığında kısmi bir rahatlama yaratmıştır. Fakat ev eksenli emeğin üretim sürecinin bir parçası olmadığı ve bu alandaki istihdamın çoğunluğunu kadınların oluşturmadığı bir dönem hiç yaşanmamıştır. Diğer yandan, dünyanın sosyalist kısmında, SSCB’de ev içi emeğin ev dışında toplumsal yeniden örgütlenmesi, kadınların hızla ve kitlesel bir biçimde üretim sürecine doğrudan katılımını sağlamıştır. Bu dönemde özellikle Avrupa’da sosyal devlet adı altında benzer rahatlamalar görülür. Elbette kapitalistler, sosyalizmin zaferinin sosyal devlette işçilerin kazanılmış hakları üzerindeki rolünü her zaman inkar etmiş, kitlelerden bunu her alanda saklamaya çalışmıştır.
SSCB’de revizyonizmin baş göstermesi ve ardından 1970’lerde
başlayan ekonomik kriz üretimin makro ve mikro düzeyde yeniden biçimlendirilmesini zorunlu kılmıştır. Üretimin merkeziyetsizleştirilmesi (decentralization) ve esnekleştirilmesi, krizin yıkıcı etkilerinden kaçınmak adına kapitalizm için yeni bir çözüm stratejisi olarak ortaya çıkmıştır. Bu merkeziyetsizleştirme kapsamında “küresel montaj bandı” (global assembly line) olarak tanımlanan, üretimin dünya coğrafyasına dağılmasına yönelik bir yol izlenmiştir. Sermaye giderek tekelleşirken üretimin bu şekilde dağılması, taşeronlaştırma ve aracılar yoluyla çalışmanın hızla esnekleştirilmesi sonucunu doğurmuştur. Özellikle bazı sektörlerdeki kayıt dışı istihdam hızla büyürken, ev eksenli üretim, bu çalışma ve üretim tipleri arasında ciddi bir yaygınlık kazanmıştır. Kayıt dışı ve esnek bir çalışma tarzı olduğu için sağlıklı bir istatistiksel veri ortaya koymak neredeyse imkansız olsa da, Uluslararası Emek Örgütü, ILO’ya göre ev eksenli çalışma dünyadaki tarım dışı iş gücünün %10’unu oluşturmakta, ‘gelişmekte olan ülkelerde’ konfeksiyon ve tekstil sektöründe bu sayının %25 ila %60 arasında olduğu tahmin edilmektedir. Ev eksenli üretim özellikle 20. yy’ın son on yılında ‘merkeziyetsizleştirilmiş’ üretimin temel dayanaklarından biri haline gelmiştir. Bunun sonucu olarak, ev eksenli üretim hala fabrika üretiminin dışsal bir departmanı olarak sürse de, diyebiliriz ki aralarındaki bağımlılık ilişkisi tek yönlü olmaktan çıkma ve karşılıklı olma yönünde hızlı bir eğilim göstermektedir. Ev eksenli üretim, aynı zamanda üretim maliyetlerindeki enerji, su, kira vb. kalemlerin de işverenin sorumluluğundan almakta ve işçinin sırtına yüklemektedir.
Bu kayıtdışılaştırma ve esnekleştirme sürecinin işçi sınıfı açısından en önemli sonuçlarından biri de toplu iş sözleşmelerinin bireysel ve sözlü hale indirgenmesidir. Diğer bir deyişle formal sektördeki toplu pazarlığa dayanan iş sözleşmeleri, enformalleştirme sürecinde bireysel sözleşmelerle yer değiştirmeye başlamıştır. Emek gücünü satan işçinin pazarlık gücünü zayıflatan bu dönüşüm işçileri çok düşük ücretler karşılığında ve güvencesiz çalışmak zorunda bırakmıştır. Diğer yandan, formal ve enformal sektör arasındaki organik bağ, formal sektörde çalışan ‘düzenli’ işçilerle kayıt dışı ve esnek çalışan işçiler arasındaki rekabeti de artırmış, sonuç olarak formal sektördeki mütemadi ücret artışlarında da bir düşüşe, hatta ücretlerin artmaması ya da düşürülmesine sebep olmuştur. Formal ve enformal ayrımına ek olarak, esnek çalışma cinsiyet, ırk, etnisite ve bunun gibi faktörlere dayalı iş bölümünü de şekillendirmiştir. Örneğin, bir uluslararası araştırma politikaları ağı olan WIEGO (Enformal Sektördeki Kadınlar: Küreselleşme ve Örgütlenme) bugün ev eksenli endüstriyel üretimde 100 milyondan fazla insanın çalıştığını ve bunun %80’ini kadınların oluşturduğunu tahmin etmektedir. Ya da, İngiltere’de ev içi bakım hizmetinde eski Doğu Blok’u ülkelerinden gelen kadınlar işe alınmaktadır.
Kadınların kayıt dışı ve esnek çalışmaya, özelde ev eksenli üretim istihdamına katılmalarında neoliberal politikaların etkilerine baktığımızda başlıca ilk bakışta çelişik duran iki hareketlenmeyi sıralayabiliriz. Birincisi, sosyal hizmetlerin (çocuk-yaşlı-hasta bakımı) özelleştirilmesi ve ticarileştirilmesidir. Aile bütçesi için karşılanamaz hale gelen bu hizmetler kadınların istihdamdan çıkıp eve kapanmasına sebep olmaktadır. İkincisi ise hane gelirindeki düşüş ve artan yoksulluk ‘ev kadınlarını’ emek gücü piyasasına itmektedir. ‘Kadın işçilerin ev kadınlaştırılması’ ve ‘ev kadınlarının proleterleştirilmesi’ olarak tarif edebileceğimiz zıt yöndeki bu iki itki ev eksenli çalışmada istihdamın çoğunluğunu kadınların oluşturmasının maddi koşullarını ele verir. Bazı akademik çevreler bu durumu “emeğin kadınlaşması”[3] olarak tanımlasalar da bu saptamanın sadece belli çalışma alanlarda ve kısıtlı sektörlerde doğru olabileceğini söylemek gerekir. Yoksa “emeğin küresel olarak kadınlaşması” gibi bir savın hiçbir bilimsel dayanağı olamaz. (Feminist iktisat teorisi gibi bir şeyin bilimsel olamayacağı gibi…)
Ev Eksenli Çalışmayı Sorunsallaştırma
Dergimizin geçmiş sayılarında esnek üretim, esnek çalışma ve kayıtdışılaştırma gibi çalışma ekonomisine ilişkin birçok neo-liberal politika şimdiye dek detaylı bir biçimde ele alındığından kayıt dışı esnek çalışma koşullarının burada tekrarını yapmak gereksiz olacaktır. Ev eksenli çalışma -yukarıda da altını çizdiğimiz üzere- toplumsal cinsiyet ve sınıf arasındaki ilişkiye dair tartışmaların kristalleşmiş bir örneğini sunması açısından önemsenmektedir. Ev eksenli çalışan kadınlar açısından sömürünün ve baskılanmanın maddi koşulu ise yeniden üretken (reproductive) ve üretken (productive) emeğin[4] zamansal ve mekansal bütünlüğüdür. Diğer bir deyişle örgün çalışmaya katılan bir kadın işçinin koşullarına kıyasla, bu kadınlar için ev-işyeri ayrımı pratik olarak ortadan kalkmış, anne-eş-‘ev hanımı’-bakıcı-işçi olma durumları iç içe geçmiş bir şekilde evde bütünleşmiştir. Buradan hareketle ortaya toplumsal cinsiyet ve sınıf kavramları arasındaki ilişkiye dair başlıca iki sorunsaldan bahsedebiliriz: Kadının ezilmesinin maddi temeline ev-işyeri ayrımını koyan toplumsal cinsiyet teorilerinin yeniden düşünülmesi ihtiyacı ve ev eksenli çalışan kadınların işçi sınıfı içerisindeki konumundaki muğlaklık.
Sanayileşme döneminden bu yana, ev-işyeri ayrımı[5] toplumsal cinsiyet temelinde belirli bir iş bölümünü doğurmuştur ki bu da kadının üretken olmayan emeğinin evde, erkeğin üretken emeğinin de iş yerinde konumlanmasına dayanır. Bu koşullarda ev, zamansal olarak Marx’ın boş zaman ya da çalışma dışı zaman olarak tarif ettiği bir mekandır. Yani iş günü dışındaki, aşk, cinsellik, dinlenme, entelektüel aktivite vb. insan ihtiyaçlarının karşılandığı mekan.
Birçok feminist yaklaşım, kadının ezilmesi sorunun temelinde bu ev-işyeri ayrımının cinsiyetçi bir biçimde şekillenmesini görür. Düşün camiasında Marksist feminist olarak bilinen Heidi Hartmann “Marksizm ve Feminizmin Mutsuz Evliliği” başlıklı ünlü makalesinde erkeğin kadın üzerindeki tahakkümünün bu ayrımdan kaynaklandığını söyler. Hartmann’a göre, erkekler aralarındaki ‘dayanışma’ yoluyla kadınları üretim araçlarından uzak tutarak kadınların emek-gücü üzerinde şiddetli bir tahakküm kurmaktadır. İşçi sınıfının eşinin evde kendisine hizmet etmesini isteyen erkek mensuplarının yanı sıra kapitalistler de kadın iş gücü üzerinde bir tahakküm kurmak istediğinden bu iki eril iktidar arasında görünürde bir çatışkı doğduğunu söyler; makineleşme sürecinde belirginleşen bu çatışkının 19.yy’da aile-ücreti sistemi ile dönemsel olarak çözüldüğünü örnekler. Maddi dayanağı ev-işyerine dayanan bu iki ayrı (erkek-egemenlik/ patriarkal ve kapitalizm) sistem günümüzde çakıştığı için, günümüz toplum formasyonunu “ataerkil (ya da patriarkal) kapitalizm” olarak adlandırmamız gerektiğini savlar.[6] Hartmann’a göre, ev-işyeri ayrımına dayanan patriarkal kapitalizm, kadını istihdam dışı bırakıp evde konumlandırarak, Marx’ın “kapitalizm mümkün olan en yüksek sayıda insanı proleterleştirmek zorundadır” tespitini boşa çıkarmıştır, çünkü kapitalizm ‘ev kadınlarını’ proleterleştirememiştir. Bu olgu, patriyarkanın kapitalizm üzerindeki belirleyici karakterinin bir göstergesidir.
Hartmann’ın sadece bu tespitlerine bakarak bile doğru bir varsayımda bulunabiliriz. Kendisi hükümetlerin ve hükümetlere bağlı istatistik kurumlarının verilerinin fazlaca etkisinde kalmış olacak ki, başlı başına kayıt dışı sektörün varlığının bile Marx’ın öngörüsünü doğrulamaya yettiğini görememiştir. Kapitalizmin bugünkü gidişatı zihinsel emeği bile hızla proleterleştirme eğilimindedir. Ev eksenli endüstriyel üretim ise Hartmann’ın ‘beceriksiz’ sandığı kapitalizmin toplumun her kesimini meta üretim sürecine ücretli emek olarak dahil etmedeki başarısına tek başına bir örnektir.
Hartmann’ın toplumsal cinsiyet ve sınıf kavramları ve patriyarka ve kapitalizm arasında kurduğu bu çarpık ilişki birçok radikal feminist tarafından da benimsenmiş durumdadır. Örneğin, Kate Millet Cinsel Politika’sında insanlık tarihindeki temel eşitsizliğin cinsiyete dayandığını ve bu anlamda cinsiyetler arasındaki eşitsizliğin sınıflı toplumdan daha önce başladığını savunur. Shulamith Firestone, Cinselliğin Diyalektiği’nde toplumun temelde kadın ve erkek olmak üzere iki sınıftan oluştuğunu, benzer bir şekilde Christine Delphy de Baş Düşman’da evlilik kurumunun aslında karı (işçi) ve koca (patron) arasındaki bir iş sözleşmesinden ibaret olduğunu savunur. Feminizmin bu noktadaki temel teorik problemi kadının sömürüsünü ve ezilmesini kadınlar üzerindeki eril tahakkümle aynılaştırmasıdır. Bu da kadının birincil ve temel olarak içerisinde yaşanılan üretim biçimi ve ilişkilerine değil (örneğin kapitalizme) değil de erkek iktidarına tabi olduğunu varsayar. Bu durum aslında kadının ezilmesi sorununun maddi ve tarihsel sürecini saptırmak, yanlış tahlil etmek ya da iyimser bir deyişle kavrayamamaktan kaynaklanır. Cinsiyet kavramı idealize edilir ve ‘kendi-içinde ve kendi-için’ cinsiyet olarak algılanmaya başlanır. Kadının ezilmesi sorununu erkek iktidarı olarak deşifre ettikleri için de ‘baş düşman’ olarak erkekleri görmekte ve erkek iktidarına olan mücadeleyi listenin başına koymaktadırlar. Toplumsal şekilleniş içerisindeki sınıfsal, ulusal, cinsiyete dayalı çelişkileri ve bunların birbiriyle olan diyalektik ilişkilerini göremezler.
Bu tür feminist akımları eleştiren ve meseleye tarihsel materyalizmin ışığında yaklaşmaya çalışan bazı düşünürler (örneğin, Roisin McDonough, Rachel Harrison, vb.) ise kapitalist toplumda kadının ezilmesinin temelinde kadının kapitalist üretim ilişkilerine tabi olmasında görür. Fakat bu ilişki her zaman dolayımlıdır. Kadının kapitalizme tabîliği erkeklere olan bağımlılığı üzerinden işlemektedir. Bu tutum, Marx’ın kadının emek piyasasına girişiyle aile ilişkilerinde saptadığı değişimle uyumlu görünmektedir. Marx, kadının işçileşmesiyle kocanın efendi olmaktan çıkıp karısının ve çocuğunun emeğini satan bir ‘köle tüccarı’ haline geldiğini söylemiştir (Capital s.373) Fakat bu tespit sadece bir sürecin başlangıcına işaret etmektedir. Marx ve Engels kadının proleterleşmesini ataerkil ilişkilerin temellerinin yıkılması sürecinin başlangıcı olarak tarif eder. Kadının kapitale olan bu dolayımlı ilişkisi git gide dolaysızlaşmaktadır. Ev eksenli çalışmanın bir yönü bu dolaysızlaşma süreciyle doğrudan bağlantılıdır. Kocası olmadan aracı, taşeron veya işverenle doğrudan pazarlık eden kadın üretim ilişkilerinin dolayımsız bir parçasıdır artık.
Fakat bu durum çifte sömürüyü de beraberinde getirir. Kadının ücretsiz emeği, ev içi emek, kadının işyerinde ücretli emek olmasıyla sırtından alınmamıştır. Nerede çalıştıklarından bağımsız olarak, kadınlar bu işler için her zaman sorumlu tutulmuşlardır. Fakat ev eksenli çalışan kadın işçiler için, iki farklı tür emek zaman ve mekan açısından iç içe geçmiş ve bütünleşmiştir. Bunlardan ilki ev içi emek dediğimiz, bakım-yemek pişirme-temizlik, vb. işlerdir. Bu türden bir emek ücretsizdir ve meta üretimi açısından üretken olmayan emektir. Her ne kadar Italya’daki bazı “Marksist-Otonomist” feministler bu emeğin artı değer ürettiğini iddia etseler de, bu yaklaşım çoğu marksist tarafından haklı olarak bilimsel olmamakla eleştirilmiştir. Engels toplumsal üretimin çift yönlü karakterini tarif ederken, toplumsal hayatın yeniden üretimiyle meta üretimi arasındaki ilişkiden söz etmiştir. Kadınların ev içi emeği bu bakımdan yeniden üretken emektir, diyebiliriz. İşçi sınıfının, işçi sınıfı olarak hayatta kalmasına ve yeni işçi nesillerinin ‘sağlıklı’ bir şekilde kapitalistin hizmetine girmesini sağlayacak emektir yani.
İkinci tür emek, ev eksenli çalışan kadın işçinin ücretli yani üretken emeğidir. Doğrudan artı değer üretir. Ev içi (ücretsiz-yeniden üretken) emek ve (ücretli) üretken emeğin yaşam alanındaki bu bütünlüğü kadınların toplumsal entegrasyonunun sınırlarını ev ve mahalle içinde olmak üzere belirlemiştir. Sanayileşmeyle birlikte, meta üretiminin ev-dışı, fabrikada hayata geçirilen bir üretim ilişkisi olduğunu belirtmiştik. Üretimde ev-işyeri şeklinde gelişen ayrım, siyasal hayatta modernleşmeyle birlikte daha da belirginleşen özel alan-kamusal alan ayrımının maddi koşullarını oluşturur. Dolayısıyla meta üretimi ve buna özgü ilişkiler kamusal alana yani ev dışına ait ilişkiler olarak görülmüştür. Öte yandan, ev eksenli üretim, ev dışı/kamusal alanla özdeşleştirilen meta üretimini ‘özel alana’ taşıyarak kamusal alan ve özel alan ayrımının da pratikte ortadan kalktığı özgün ve karmaşık bir entegrasyon örneği sunmaktadır. Fakat bu ayrımın ortadan kalkması şimdilik sadece pratikle sınırlıdır, çünkü özel alandaki kamusal etkinliğin, yani evdeki meta üretiminin sadece kadının üretken emeğiyle sınırlıdır. Sonuçta, tüm vaktini evde, en iyi ihtimalle sokağında veya mahallesinde harcayan bir kadın tipolojisi ortaya çıkar.
Ev eksenli üretim ve çalışma söz konusu olduğunda, ev-işyeri ya da özel-kamusal alan ayrımına ilişkin tartışmalar meselenin analizinde sadece bir dereceye kadar yardımcı olabilmektedir. Feminizm gibi analiz konusunu bu ayrımlarla sınırlayan teoriler, toplumsal cinsiyet ve sınıf kavramları arasındaki ilişkiyi incelemekte bu nedenle başarısız olmaktadırlar. Meseleye bilimsel yaklaşmanın en temel koşullarından biri, Marx’tan örnek alarak, ev eksenli çalışan kadınların emeğinin analizini yapmaktan geçer. Bu noktada iş günü kavramı bu kadınların emeği açısından yeniden ele alınmalıdır. Çünkü düzenli fabrika işçisi için iş günü belirli bir zamanla sınırlanmış ve aralıksız üretken bir etkinliğe işaret ederken, ev eksenli çalışan kadınlar için üretken aktivite ev işleriyle aralıklı olarak kesintiye uğrar. Bu da günde kaç saat ücretli emek olarak çalıştıklarını, yani onlar için iş günü tanımını muğlaklaştırır.
i. Ev eksenli çalışan kadın işçilerin ücretleri açısından iş günü ne ifade eder?
Marx, Kapital’de emek gücünün değerinin üretim için gerekli olan çalışma zamanıyla ölçüldüğünü ve belirlendiğini belirtir. Yani işçi, günlük/haftalık olarak belirlenen zamanla ölçülen emek gücünü satmaktadır. İşyerinde harcanan zamanın belirli bir başlangıç ve bitiş zamanı vardır. Bu zamanın belirlenmesinde, iş gününün belirlenebilir ve belirlenemez olarak tanımlanan ikili ve kompleks karakterinin altını çizer. İş gününü belirlenebilir kılan şey, işçinin fiziksel kapasitesinin fiziksel ihtiyaçlar (uyuma, yeme, içme, üreme, vb.) ve sosyal ihtiyaçlarla sınırlanmasıdır. Fakat aynı zamanda bunun tam zıttı yönünde bir itki vardır ki bu da işgününün belirlenemez karakteriyle alakalıdır. Son tahlilde ücretli emek gücünün alıcısı ve satıcısı arasındaki değişim/alışveriş ilişkisini temsil eder. İş gününün bir kısmı işçinin ihtiyaçlarını karşılamak için çalışması için gereken zorunlu emek zamandır. Bunun geri kalanındaki sürede işçi sadece üretim araçlarının sahibi için üretir. Bu da artık emek zamanı oluşturur. Örneğin, 10 saatlik iş gününde işçi 4 saatte kendi ihtiyaçlarını karşılayacak değişim değerine sahip emek gücünü satıyorsa, geri kalan 6 saat tamamen kapitaliste aittir. Yani iş günü içerisindeki ücretli emek 4 saatliktir ve işçinin harcadığı 6 saatlik emek-gücü artık değeri oluşturur, ödenmeyen emek gücüdür. İş gününün belirsiz karakteri bir günlük emeğin belirsizliğinden kaynaklanır (Capital s. 223). Kapitalist bu artık-emek zamanı uzatmaya (bu 6 saati 7-8 saat yapmaya) çabalarken, normal bir işgünü mücadelesinin talebi bu sürenin insanca yaşanacak biz düzeye çekilmesi yönündedir. Dolayısıyla, üretken emek bu süreçte metalaştıkça, işçinin zaman algısı da parasal bir olguya dönüşür.
Parça başı çalışan ve ev eksenli üretim yapan işçi kadınlar içinse, bu zaman algısına dair bir çıkarım yapmak zorlaşır. Parça başı ücret görünürde işçinin çalışma kapasitesini, yani emeğinin kullanım değerini sattığına dair bir yanılsama yaratır. Marx parça başı ücretin emek gücünün değişim değerinin zamana dayalı ücretlendirilmesini dönüştürülmüş bir formu olduğunu açıkça belirtmiştir. Çünkü parça başı ücret, verili zaman zarfı boyunca emeğin nesneleştiği ürünlerin miktarı tarafından belirlenir. Yani, artık-emek ürün biçiminde ortaya çıkar. (Capital s. 517-8) Parça başı ücret, parça başı işlerin tümünde olduğu gibi, kapitalist ve işçi arasındaki gerçek ilişkiyi -emek gücünün değişim değerini- gizler. Yani işçinin emeğinin kullanım değerini sattığı yanılsamasını yaratır. Bu nedenle, ev eksenli çalışma açısından da sorunludur. Fakat bu, parça başı çalışan işçinin zaman algısının da parasal bir olguya dönüştüğü gerçeğini değiştirmez. Diğer parça başı işlerden farklı olarak ev eksenli çalışmayı özgün kılan nokta ise üretken emeğin ev işleriyle sürekli olarak bölünmesiyle doğrudan ilişkilidir. Dolayısıyla ev eksenli çalışan kadınların emeği kabaca şu şekilde kategorize edilebilir:
a. Metalaşmış Emek=Üretken Emek=Ücretli Emek
Ø Zorunlu Emek: (yukarıdaki örnekte 4 saat)
Ø Artık Emek: (örnekteki 6 saat- gerçekte değişim değeri ödenmemiş emek)
b. Metalaşmamış Emek= (Meta üretmeyen) Yeniden Üretken Emek= Ücretsiz Emek:
Annelik, eşlik, bakım, ev işleri (yemek, temizlik), vs.
Ev eksenli kadın işçiler açısından bu iki temel emek türü arasındaki ilişki bu kadınların sınıfsal bilinçlerini doğrudan etkiler. Birçok araştırmanın da ortaya koyduğu üzre ev eksenli çalışan kadınlar kendilerini işçi olarak görmemektedirler. Eğer kapitalist toplumda kadının sömürülmesinin ve ezilmesinin maddi temellerinden söz edeceksek bu kadınların üretken ve yeniden üretken emekleri arasındaki ilişkiyi sorgulamamız gerekir. Fabrikada çalışan kadın açısından bu iki emek türü arasındaki hiyerarşi, ev eksenli işçiye nazaran daha dengelidir- ki “çalışan anne, çalışan eş” gibi tanımlamalarla ifade edilir. Ev eksenli çalışan kadın işçiler, yeniden üretken emeklerinin üretken emeklerini, yani ev içi emeklerinin ücretli emeklerini gölgelemesinin bir sonucu olarak kendilerini işçi olarak tanımlamaktan ziyade anne, eş, kız evlat vs. gibi tanımlamaları ön plana çıkarmaktadırlar. Genel olarak kadın işçiler herhangi bir çelişkinin olgunlaştığı bir evrede, bir mücadele dönemine girildiğinde, üretken emeklerine sahip çıkabildiklerinde, tüm baskılanmanın üretim ilişkileriyle alakasını kurabilir hale gelirler. Geçmişte Novamed, Sümerbank, vb. mücadelelerde ya da Desa deri işçisi Emine Aslan’ın direnişindeki söylemlerinden bu sonucu çıkarabiliriz. Ev eksenli üretici kadınlar içinse bu bilince erişmenin yolları çok daha çetindir. Çünkü yeniden üretken emek ve üretken emek tam anlamıyla iç içedir, birbirinden ayrılamaz haldedir. Dahası fabrikalarda ya da daha farklı iş yerlerinde kendi sınıfdaşlarıyla buluşma olanakları olmadığından mahallelerde bölük pörçük dağılmış bu kadınların bir araya gelmesi hem zordur hem de işverenler farklılaştığından ortak bir hedefe yönelmek neredeyse imkansızdır.
ii. Marx’ın tarif ettiği üzere, proletarya ve burjuvazi arasındaki mücadelenin temel alanı olan normal iş günü ve insanca yaşam mücadelesi bu kadınlar için ne ifade etmektedir?
Yukarıda tarif ettiğimiz bu çelişkili durum, yani ikili sömürünün ev içindeki zamansal bütünlüğü, iş günü mücadelesinin de ikili karakterini zorunlu kılar. Yani ev eksenli çalışan kadınlar için normal bir işgünü mücadelesinin stratejik talebi mutlaka ve mutlaka ev işlerinin ve bakım hizmetlerinin kolektifleştirilmesini/toplumsallaştırılmasını içermek zorundadır. Ülkemizde kreş talebi sadece fabrikada çalışan kadınların bir talebi olarak dile getirilmekte ve böyle algılanmaktadır. İşçi sınıfı mücadelesi içerisinde bile ücretli-ücretsiz, her türlü emeği görmezden gelinen bu “ev hanımı işçilerin” bakım sorumluluğunu tek başına göğüslemelerinde bir problem görmeyen eğilimler kuvvetlidir. Hasta ve yaşlı bakımının devlet sorumluluğunda ve güvencesinde olmaması başka bir külfeti getirmektedir. Türkiye’de gelişkin geleneksel aile bağları, hasta ve yaşlı bakımını kız evlatların ya da gelinlerin doğal bir vazifesi olduğu algısını yaratmıştır.
Diğer yandan, kayıt dışı çalışma koşullarının iş sözleşmesini illegal, sözlü ve bireysel hale sokması üretim sürecince sınıfdaşlarıyla bir araya gelemeyen bu kadınların kendi emekleri üzerindeki işverenle pazarlık gücünü neredeyse sıfırlamaktadır. Ev eksenli çalışan kadınlar ve sendikalar arasındaki zayıf ilişkide başlıca iki belirleyen vardır. Birincisi, ev eksenli çalışmanın dönemsel/geçici/mevsimlik olarak görülmesidir. Çalışılan iş başına düşünüldüğünde bu tespit doğru gibi görünse de, günümüzde İstanbul’un yoksul semtlerinde farklı ya da aynı işverenden aldığı parça başı işleri evinde yapmayan orta yaşlı bir kadın bulmak neredeyse imkansızlaşmaktadır. İkincisi de, yukarıda da belirttiğimiz gibi, neoliberal politikalar sonucu üretimin merkezden uzaklaştırılıp dağıtılması ve çalışmanın esnekleştirilmesinin sendikal örgütlülüğü zayıflatmasıdır. Ne yazık ki ülkemizde birkaç sendika hariç (örneğin Birleşik Metal-İş) ev eksenli üretim üzerine çalışma yürüten sendika yoktur. Bu durumda ev eksenli çalışan kadın işçilerin en acil talebi derhal kayıt altına alınmak olmalıdır. Türkiye’de özellikle büyük şehirlerde, belli başlı tekstil havzalarında irili ufaklı örgütlenme (örneğin kooperatifler) deneyimleri yaşansa da bugün neredeyse tükendi denecek kadar azdır.
Esnekleşen ve merkeziyetsizleştirilen üretimin çalışma alanını parçalamasının sosyal hayata yansımaları üzerine daha çok çalışma yapılmalı, bu dönüşümün hedefindeki kadın emeğinin giderek kötüleşen konumuna karşılık verecek örgütlenme biçimleri tahlil edilmelidir. Elbette ki talepler bir liste şeklinde sıralanabilir ve bu oldukça uzun bir liste olacaktır. Fakat her şeyden daha acil olan işçi sınıfının kendi öz örgütlerinin ve sınıf partisinin bu kadınların kendi -göreli- bağımsız örgütlerini kurma çabasına girmesidir. Neredeyse tüm zamanlarını evde geçiren bu kadınlara doğru kanallarla ulaşmak için daha çok tartışma üretilmeli ve örgütlenme mekanizmaları geliştirilmelidir. Unutulmamalıdır ki, özellikle İstanbul’da işçi sınıfının bir yarısı git gide evlerinin içine hapsedilmektedir.
KAYNAKÇA
· Engels, F. The Origin of Family, Private Property and the State. (Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni) London: Penguin. 2010
· Hartmann, H. “The Unhappy Marriage of Marxism and Feminism: Towards a more Progressive Union.” (“Marksizm ve Feminizmin Mutsuz Evliliği: Daha İlerici bir Birliğe Doğru”) Women and Revolution (Kadınlar ve Devrim) Ed. Lydia Sargent, Cambridge: South End Yaınları, 1981: s. 1-41.
· International Labour Organisation (Uluslararası Emek Örgütü). Women and Men in the Informal Economy: A Statistical Picture. (Enformal Ekonomide Kadınlar ve Erkekler: İstatiksel Bir Tablo) Geneva: ILO, 2002
· Marx, K. Capital: A Critical Analysis of Capitalist Mode of Production, V.1., (Kapital: Kapitalist Üretim Biçiminin Eleştirel Bir Analizi), Ed. Frederick Engels. Çev. Samuel Moore & Edward Aveling. London: Lawrence&Wishard, 2003
· Secombe, W. A Millenium of Family; feudalism to capitalism in Northwestern Europe. (Ailenin Bir Bin Yılı: Kuzeybatı Avrupa’da feodalizmden kapitalizme ) London&New York: Verso, 1992
SSCB Ekonomi Enstitüsü Bilimler Akademisi, Politik Ekonomi Ders Kitabı, çev. İsmail Yarkın, İstanbul: İnter Yayıncılık, 1996
[1] Bazı kaynaklarda ‘kapitalist ev işi’ olarak da tanımlanmaktadır. Bkz: Politik Ekonomi Ders Kitabı (s. 123),
[2] İngilizcesinden çevrilmiştir.
[3] Öreneğin, Standing, G. “Global Feminization through Flexible Labor.” (Esnek Emeğin Küresel Kadınlaştırılması) World Development. Vol.17. No.7. 1989
[4] Engels, toplumsal üretimin ikili karakterini yeniden üretim (insanlığın bir tür olarak kendini sürekli üretmesi, kapitalizmde işçi sınıfının yeniden yeniden üretilmesi) ve materyal üretim (türün devamı için gerekli yaşamsal materyallerin üretilmesi, kapitalizmde meta üretimi) olarak tarif etmiştir.
[5] Bu ayrıma dayalı toplumsal cinsiyet teorilerini irdelemeye başlamadan önce belirtilmesi gereken bir nokta var ki, bu da ev-işyeri ayrımının sanayileşme döneminde ücretli emek piyasasına katılan kadınlar ve günümüz kadınları için farklı bir anlam ifade edeceğidir. Çünkü makineleşmeyle birlikte fabrikaya giren kadın ilk defa evden dışarı çıkıp üretken emeğini satmaktadır. Günümüz kadını ise kapitalizmin doğuşundan bu yana hareketli bir istihdam olagelmiş ve kimi zaman işsiz kimi zaman fabrika işçisi olmuştur. Yani günümüzde tarihsel süreçte fabrika işçiliğini deneyimlemiş, işçi olmanın bilincine erişmiş kadın emeğinin yeniden eve kapatılıp üretken emeğini sattığı koşullardan bahsediyoruz.
[6] Hatta daha da ileri gidip her dönemdeki toplumsal formasyonun benzer şekillerde tanımlanması gerektiğini buyurur. Örneğin, patriyarkal feodalizm ya da -cinsiyetsel- eşitlikçi avcı toplum.