Açılım’ın İkinci Perdesi: KCK Yargılamaları

GİRİŞ:  KÜRT SORUNUNDAKİ HESAPLAŞMANIN BİR ‘ARENA’SI

Kürt ulusal hareketinin güç ve etkisini arttırdığı; elindeki belediye sayısını ikiye katladığı 29 Mart 2009 Yerel Seçimleri’nden sonra Nisan ayında Kürt legal siyasetine karşı başlatılan KCK operasyonu kapsamında gözaltına alınıp tutuklanan belediye başkanlarının, parti yöneticilerinin, insan hakları savunucularının yargılandığı dava 18 Ekim’de başladı. Devletin İmralı’da Öcalan’la görüşmeler yaptığı, PKK’nin Haziran 2011’deki seçimlere kadar ‘ateşkes’ ilan ettiği bir ortamda gerçekleştirilen davanın ilk duruşmasına “Kürtçe savunma talebi” damgasını vurdu. Mahkemenin Kürtçe savunma talebini reddetmesi nedeniyle savunmaların yapılamadığı davanın ilk duruşması, tutukluların hiçbiri tahliye edilmeden, 11 Kasım’da sona erdi ve dava 13 Ocak 2011 tarihine ertelendi.

Ülke içinden ve dışından birçok emek ve demokrasi örgütünden temsilcilerin katılarak tutuklu Kürt siyasetçilere destek ve dayanışma sundukları dava, medya tarafından da yakından izlendi; davayla ilgili birçok yorum ve değerlendirme yapıldı. KCK davası legal alanda siyaset yapan Kürt siyasetçilerin yargılandığı bir dava olarak çeşitli çevrelerce Aralık 1959’da Kürt öğrenci ve aydınlarına yönelik yapılan operasyona;  49’lar Olayı’na (davasına)* benzetildi. Bu dava belki ‘siyasi’ bir dava olması bakımından 49’lar Olayı’na benzetilebilir, ama ötesinde, gerek 49’lar Olayı’nın Irak Kürdistanı’nda Barzani önderliğindeki Kürt hareketine karşı ülke içinden verilmiş bir cevap olması ve gerekse arkasında herhangi ciddi bir örgütlülüğün olmaması bakımından, bugün yapılan yargılamadan, hem ortaya çıkış ve hem de sonuçları bakımından farklı özellikler taşımaktadır. Diyarbakır’daki KCK davası ile ilgili Cumhurbaşkanı Gül’den Taha Akyol ve Derya Sazak’a kadar geniş çevrelerce dile getirilen bir diğer yorum ve değerlendirme ise, “davanın güç gösterisine dönüştürülmemesi”, “adil bir yargılamanın yapılması” biçimindedir. İlk bakışta “iyi niyetli” gibi gözüken bu yorum ve değerlendirmelerin, bu davanın ‘siyasi’ bir dava olduğu gerçeğini karartmaya hizmet ettiğinin altı çizilmelidir. Dolayısıyla bu davada ‘adil’ olup olunmaması, devletin Kürt halkının istemlerinin ne kadarını karşılayıp karşılamayacağı ile dolaysız bir bağlantı içindedir. Öte yandan davanın “güç gösterisine dönüştürülmemesi”ni söylemek, aslında Kürtlere kaderlerine razı olmalarını söylemekten başka bir anlam taşımamaktadır. Çünkü zaten yapılan operasyonlar, tutuklamalar ve süren yargılama Kürt ulusal hareketine karşı devletin bir güç gösterisidir. Ve yargılanan Kürt siyasetçiler, “anadilde savunma” tutumunu geliştirerek, Kürt ulusal mücadelesinin en öncelikli talebi olan Kürtçenin eğitim dili olması ve kamusal alanda kullanımı önündeki engellerin kaldırılması talebini gündemleştirerek, devlete yanıt vermiştir. Bu temelde Bölge’de ve ülkenin çeşitli kentlerinde Kürt halkı ve demokrasi güçlerinin yargılanan Kürt siyasetçilerle dayanışma ve anadilde savunma talebini desteklemek için yaptığı eylem ve etkinlikler, davanın ulusların hak eşitliği ve demokratikleşme mücadelesinin bir ‘muharebesi’ olarak anlam kazandığını göstermiştir. Zaten bu davayı “önemli” ya da “tarihi” kılan da, ülke egemenlerinin Kürt ulusal hareketini tasfiye etme/etkisizleştirme ve ‘bireysel haklar’a dayalı “çözüm”ü ile Kürt halkı ve demokrasi güçlerinin özerklik ve eşit haklara dayalı birlikte yaşam talep ve mücadelesinin bir arenası olarak anlam kazanmış olmasıdır.

Öyleyse, gerek ortaya çıkışının ve gerekse sonuçlarının siyasi olduğunu/olacağını söyleyebileceğimiz bu davanın neden “önemli” ya da “tarihi” olduğunu anlamak için arka planda yaşanan gelişmelere bakmak gerekiyor.

1. İKİ UÇLU BİR POLİTİKA OLARAK ‘AÇILIM’

2009 29 Mart seçimleri öncesinde AKP Hükümeti, TRT-Şêş’in açılmasıyla Kürtlerde sorunu çözeceği yönünde beklenti yaratma hamlesinden Bölge’de tarikatların etkin olarak kullanılmasına ve halkın yoksulluğunun ianeci politikalarla oya dönüştürülmeye çalışılmasına kadar birçok aracı kullanmasına rağmen, Kürt ulusal hareketi, elindeki belediye sayısını ikiye katlayarak, seçimlerden güç ve etkisini arttırarak çıkmıştı. Kürt siyasetçilere karşı KCK operasyonları, işte böylesi bir süreçte, seçimlerin hemen ardından, Nisan 2009’da, seçimlerde “KCK’nin halka baskı kurduğu” gibi söylemler eşliğinde başlatılmıştı. Bu operasyonların başlatılmasından birkaç ay sonra da, Ağustos 2009’da, AKP’nin İçişleri Bakanı Beşir Atalay’ın koordinatörlüğünde ‘açılım’ politikası ilan edilmiş, yapılan operasyonlarda estirilen havanın tersine toplumun geniş kesimlerinde artık sorunun çözüleceği beklentisi yaratılmıştı. Ama bir yandan hükümet ve ‘açılımdan sorumlu’ Bakanı Atalay; üniversitelerde Kürdoloji bölümlerinin açılmasından okullarda Kürtçenin seçmeli ders olarak okutulabileceğine, Kürtçe yer isimlerinin geri verilmesinden devletin kolluk güçlerinin halkı bezdiren aramalarının kaldırılmasına ve TMK mağduru çocuklarla ilgili düzenlemelere kadar birçok demokratik adımın atılacağını söylerken, öte yandan operasyonlar devam etmiş ve Aralık ayında aralarında belediye başkanlarının olduğu yüzlerce Kürt siyasetçi tutuklanmaya devam etmişti. Bu gelişmeler karşısında, hükümetin iki yönlü politikasını anlayamayan çeşitli “sol” ve liberal çevreler, AKP’yi “tutarsızlık”la eleştirdiler ve özellikle belediye başkanlarının tutuklanmasından sonra açılımın bittiği yönünde çeşitli yorum ve değerlendirmeler yaptılar.

Peki, gerçekten ‘açılım’ bitmiş miydi? Başka bir deyişle ‘açılım’ hangi ihtiyaçtan ortaya çıkmıştı ve devlet açılımla neyi çözmek istiyordu?

Öncelikle, ‘açılım’, ABD’nin Irak’tan askerlerini çekeceğini açıkladığı ve bu temelde Türkiye egemenlerine Bölge’de yeni görevler yüklediği/yüklemek istediği bir dönemde gündeme getirilmiştir. ABD, Irak’tan çekilme sürecinde PKK’nin “Bölge’de istikrarsızlık yaratabilecek bir askeri güç” olarak varlığını sürdürmesini istemiyor ve bu sorunu, Türkiye ve Irak (ve Kürdistan Bölgesel Hükümeti) arasında bir işbirliğini geliştirerek, onları kendi Bölgesel politikaları ekseninde birleştirerek çözmeyi amaçlıyordu. Bu temelde Türkiye egemenleri, Irak Bölgesel Kürt Yönetimi ile resmi ilişkiler kurmaya ve onların desteğiyle PKK’yi silahsızlandırıp tasfiye edecek bir politika geliştirmeye yöneldi. Ancak ülke egemenlerinin, ABD ve Irak’ın yanı sıra bugün Suriye ve İran’ı da ekledikleri bu çok yönlü baskılanmaya rağmen Kürt ulusal hareketinin güç ve etkisini koruması ve halk desteğinin giderek artması ve hatta zaman zaman serhildanlar biçiminde gelişen bir boyut kazanması, sorunun çözümünün silah ve çatışma dışı yöntemlerle geliştirilmesini dayatmaktadır. Bunun için içerde yapılması gereken ilk iş, Kürt ulusal hareketini marjinalize edecek, güç ve etkisini kırarak, onu halktan yalıtacak bir politikanın geliştirilmesiydi. İşte ‘açılım’ın uluslararası dayanakları, PKK’nin Kandil’de silahlı bir güç olarak varlığını sürdüremez hale getirilmesi amacıyla ABD ve Irak’taki merkezi ve federe hükümetler tarafından sürekli baskılanması ve öte yandan Türkiye egemenlerinin ülke içinde tasfiyeye uygun koşullar yaratması biçiminde özetlenebilecek politikalar üzerine kurulmuştur.

Ülke içinde tasfiyeye uygun koşulların yaratılması amacıyla, ‘açılım’, iki uçlu bir politika olarak gündeme getirildi. Bir yandan Bakan Atalay, ‘açılım’ politikası temelinde kısa, orta ve uzun vadede yapılacakları açıkladı (Kürdoloji bölümlerinin açılması, yol kontrollerinin ve yayla yasaklarının kaldırılması, Kürtçe yer isimlerinin iadesi ve yeni anaysa yapılması vb.), ama öte yandan da, Kürt ulusal hareketinin (KCK’nin) demokratikleşme yönünde atılmak istenen adımları baltaladığı/baltalamak istediği söylemi eşliğinde operasyonlar devam ettirildi. Aslında yapılmak istenen açıktı, AKP, Kürt sorununu değil, Kürt hareketini çözmek/etkisizleştirmek istiyor ve bu amaçla Kürt halkını yedeklemeye ve böylelikle ulusal hareketi tasfiyeye hizmet ettiği oranda  “bireysel haklar” çerçevesi içinde kimi adımlar atmayı planlıyordu.

Demek ki, Kürt legal siyasetine yönelik yapılan KCK operasyonları, ‘açılım’ politikasıyla çelişmek bir tarafa, bu politikanın varlık nedeni durumundaydı. Zaten 2009 Aralık’ında, çeşitli çevrelerden belediye başkanlarının tutuklanmasına karşı tepkiler yükselirken, ‘açılım’ politikasının adeta resmi yayın organı gibi çalışan (‘açılım’ı “demokratikleşme projesi” olarak sunan) Taraf gazetesinin emniyet kökenli yazarı Emre Uslu, KCK operasyonlarının açılım politikasının bir parçası olduğunu açık açık söylüyordu: “KCK’nın bitirilmesi Açılım sürecinin sağlıklı ilerlemesiyle doğrudan ilgili (…) bu yapılanmaya yönelik operasyonlar yapılacak ve yapılmalı da.” (Emre Uslu, Taraf, 26.12.09) Yine geçtiğimiz günlerde KCK Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan’ın Radikal’den Ertuğrul Mavioğlu ile yaptığı röportajı değerlendiren Murat Yetkin de, aynı gerçeğe işaret etmektedir: “PKK Ankara’nın ne yapmak istediğini anlamış. Başbakan Tayyip Erdoğan ve hükümetinin ikili bir hat izlediği, bir yandan ıçişleri Bakanı Beşir Atalay koordinasyonunda diyalog ve demokratikleşme doğrultusunda hamleler yapıldığı, diğer yandan da ABD ve NATO desteği aranarak PKK’ya fiziksel darbe indirilmeye çalışması tespiti doğru.” (Radikal, 28.10.2010)

‘Açılım’ politikasının gündeme getirildiği günden bu yana yaşanan gelişmelere bakarak söyleyecek olursak; ‘açılım’ nasıl ki iki uçlu bir politika olmuşsa, bu politikanın ortaya çıkardığı süreç de iki yönlü bir gelişme göstermiştir. Hükümetin/devletin Kürt ulusal hareketinin etkisini kırmak amacıyla gündeme getirdiği/tartıştırdığı her adım, tersi bir sonuç doğurarak, Kürt ulusal hareketinin taleplerinin meşruiyet zeminini genişleterek egemenleri daha fazla açmaza sokan bir hal almıştır. Bir adım ileri iki adım geri giden bu zikzaklı politika, işte böylesi bir siyasal zeminin sonucu olarak ortaya çıkmıştır.

2.  SİLAH İLE SİYASET KAVŞAĞINDA BİR DAVA

Diyarbakır’da 104’ü tutuklu 153 Kürt siyasetçinin yargılandığı KCK davasının iddianamesi, Kürtlere lagal siyaset yapma yollarının kapanması ve bu temelde yapılmış etkinliklerin suç olarak gösterilmesi mantığına dayanmaktadır. 7500 sayfayı aşan KCK iddianamesi, her şeyden önce “suç işleyecekleri öngörülen” Kürt siyasetçilerin ortam ve telefon dinlemeleri üzerine kurulmuş olması bakımından kurmaca bir iddianamedir; bu yönüyle, zaten suç icat ederek Kürt siyasetçilerin tasfiyesi, etkisizleştirilmesi amacıyla oluşturulmuştur. İkinci olarak, iddianamede suç olarak gösterilen bütün eylem ve etkinlikler, legal siyaset zemininde gerçekleştirilmiştir. Seçimlerde aday belirleme sürecinde yapılan görüşmeler, kadınlar tarafından gerçekleştirilen etkinlikler, çevreyle ilgili eylem ve etkinlikler (Ilısu Barajına karşı yapılan Hasankeyf eylemleri, festivalleri), yapılan gençlik şenlikleri, Irak Kürdistan Federe Yöneticileri ile yapılan görüşmeler, belediyecilikle ilgili faaliyetler, Mezopotamya Sosyal Forumu’nun düzenlenmesi, Azadiya Welat gazetesinin desteklenmesi, iddianameye göre, işlenen suçlar arasında yer almaktadır. Bu iddianamenin mantığına dair söylenebilecek bir diğer önemli nokta da, dava kapsamında hangi Kürt siyasetçilerin yargılanacağından, yargılanan Kürt siyasetçilerin hangilerinin tutuklu olup olmayacağına kadar her yönüyle politik hesaplar üzerinden kurulmuş olmasıdır. Başka bir deyişle, bu dava, Kürt ulusal hareketinin hak istemli her eylem ve etkinliğini suç olarak gösteren, ama bu “suç”u işleyen Kürt siyasetçilerin sadece bir kısmının yargılandığı bir davadır ve bu nedenle burjuva basın yayın organlarında yazan/değerlendirme yapan birçok yazar ve yorumcu da, davanın aslında Ankara’dan yönetildiğini söyleyerek, bu duruma işaret etmektedir.

Aslında BDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’ın “Partimizde bulunup da yargılanmayan, ceza almayan hiçbir arkadaşımız kalmadı. 1-2 yıl içinde bütün BDP’liler ya cezaevine girecek ya da tırnak içinde söylüyorum, sicili bozulan siyasetçiler olacaktır. Siyasi bir soykırım ile karşı karşıyayız. Bunun bilinmesi lazımdır.” açıklaması durumu özetlemektedir: Devlet/egemenler, Kürt halkına kendi “çözüm”lerini dayatmak; daha doğrusu “bireysel kültürel haklar” çerçevesine oturan kendi çözüm politikalarını demokratik ve eşitlikçi gösterebilmek için, Kürt siyasetinin tasfiyesine, en azından gücünün kırılıp bölünmesine ihtiyaç duymaktadır. KCK iddianamesi ve Diyarbakır’da süren yargılama, bu hedef doğrultusunda gündeme getirilmiş bulunmaktadır.  Burada, yine Kürt hareketini bölme arayışının somut bir ifadesi olması bakımından, İstanbul’da TAK’ın üstlendiği canlı bomba eyleminin ardından (ki, bu eylem KCK tarafından açık bir dille kınanmıştır), Ahmet Altan’ı ve Yasemin Çongar’ıyla, Taraf yazarlarının “PKK’nin ikiye bölündüğü” ve “bu bölünmenin hayırlı bir bölünme olduğu” yönünde yaptıkları değerlendirmeleri hatırlatmak gerekiyor.

Egemenlerin bütün çabalarına rağmen, öncesi bir yana, 2009’daki yerel seçimler öncesinden bugüne, Kürt ulusal hareketini etkisizleştirmeye, bölmeye yönelik olarak geliştirilen politikalar ters tepmiş, Kürt ulusal hareketi bu süreçten güç ve etkisini arttırarak çıkmıştır. Son KCK davasında, tutuklu Kürt siyasetçilerin anadilde savunma tutumu ve mahkemenin bu talebi reddetmesi sonrasında halkın bu talebi savunmak üzere alanlara çıkması da, hem yargılamayı yapanların teşhir olmasına, hem de devletin bu manevrasının da boşa düşürülmesine olanak sağlamıştır. Bununla birlikte, mahkemede anadilde savunma yapma talebinin devletin kurucu metinlerinden Lozan Anlaşması (anlaşmanın azınlıkların kendi anadillerinde savunma yapma hakkı olduğuna vurgu yapan 39. Maddesi) üzerinden yapılması, devletin kuruluş felsefesinin tartışılmasının önünü açması bakımından önem taşımaktadır. Bu gelişmelere bağlı olarak, BDP’nin de bundan sonraki bütün gözaltı, savcılık ve mahkemelerde Kürtçe konuşma kararı, devletin hamlesine karşı bir cevap olarak anlam kazanmış bulunmaktadır.

Kürt sorununda çözümün kendini her geçen gün daha fazla dayattığı, egemenlerin sorunun üstünü örtme, çözümü geçiştirme olanaklarının ortadan kalkmaya başladığı bir süreçte yapılan KCK yargılamaları, önümüzdeki süreçte sorunun ve çözümünün nasıl bir seyir izleyeceğinin kavşaklarından biri durumundadır. Devlet, bugün artık Kürtlerin varlığını kabul ettiğine göre, onların ulusal demokratik istemlerini karşılamaya yönelik politikalar geliştirmeli, bu temelde öncelikli olarak silahı, çatışmayı devre dışı bırakmak üzere PKK’nin (KCK olarak) ülkede siyaset yapabilme kanallarını açmalı, müzakere süreci başlatılmalıdır. Bu yönde atılacak ilk adım, KCK davasında yargılanan tutukluların serbest bırakılması ve davanın kapatılmasıdır.

SONSÖZ: DAVA DEMOKRASİ MÜCADELESİNİN BİR OLANAĞI HALİNE GETİRİLMELİDİR!

Gerek bölgesel gelişmeler ve gerekse Kürt ulusal mücadelesinin kazandığı boyutun “çözüm”ü dayattığı bir süreçte gerçekleştirilen ve Kürt ulusal hareketinin temsilcilerinin, dolayısıyla Kürtlerin ulusal taleplerinin yargılandığı KCK davasının bugün süren mücadelenin bir muharebesi olarak anlam kazandığını belirtmiştik. Hangi niyetle yapılırsa yapılsın, devletin Öcalan’la görüşmesinin Kürt sorununun çözümünün muhataplarıyla konuşulmasını normalleştirdiği, PKK’nin seçimlere kadar uzattığı ateşkes ile silahsız çözüm olanaklarının genişlediği ve ülkenin bir genel seçim havasına girdiği bir süreçte yapıldığı/yapılacağı dikkate alındığında, bu davanın, Kürt sorunun çözümü, demokratikleşme ve halklar arasında barış ve kardeşliğin sağlanması mücadelesinin bir olanağı haline getirilmesinin koşulları fazlasıyla mevcuttur. Ve sadece Kürt sorununun çözümü değil, bir bütün olarak ülkenin demokratikleştirilmesi; emek, barış ve demokrasi güçlerinin bu olanakları gerçekliğe dönüştürmesinden geçmektedir.



* 49’lar Olayı, Irak’ta 1958’de Kral Faysal’ı deviren General Abdülkerim Kasım ile ittifak kuran Molla Mustafa Barzani 1959’da Musul’da yaşanan ayaklanmayı bastırırken iki Türkmen’in ölmesi üzerine, Kürtlerin güçlenmesinden rahatsız olan Türkiye egemenlerinin bir tepkisi olarak ortaya çıkmıştı. Dönemin Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın “Taksim Meydanı’nda bin Kürdü sallandıralım ki, diğerlerine ibret-i âlem olsun” demesi ve Irak’ta öldürülen Türkmen kadar Kürdün öldürülmesi tartışmasının yapılması karşısında 102 Kürt öğrencinin TBMM’ye ve bazı ülkelerin büyükelçiliklerine tergraf çekmesi ve aynı dönemde Diyarbakır’da çıkan ıleri Yurt gazetesinde Musa Anter’in Qimil (Kımıl) adlı Kürtçe şiirinin yayımlanması gerekçe yapılarak, 17 Aralık 1959’da 50 Kürt genç ve aydını tutuklanmıştı. Tutuklulardan Ankara Hukuk Fakültesi son sınıf öğrencisi Mehmet Emin Batu’nun mide kanamasından ölmesi üzerine geriye 49 tutuklu kaldığı için davaya 49’lar Olayı/Davası denilmiştir.

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑