Genel Seçime Doğru

2011 Haziran’ında yapılacak genel seçime altı aydan fazla bir zaman var. Ama tüm siyasi mihraklar, attıkları her adımı, 2011’in 12 Haziran’ında yapılacak seçimde kendi amaçlarına en uygun biçimde girmeye göre atmaktadırlar.

Öte yandan, Türkiye’nin siyaset sahnesi; 2010 yılında, referandum, CHP’deki gelişmeler, türban, laisizm konusundaki tartışmaların daha ileri bir mevziye taşınması, Kürt sorunu üstünden hükümeti köşeye sıkıştıran gelişmeler, “yeni bir Anayasa ihtiyacı” tartışmalarının gündemin üst sırasına çıkması gibi yeniden ve yeniden saflaşmalara sahne olmaktadır.

2010 yılı, emek mücadelesi bakımından da, bir yandan kamu emekçileri, öte yandan da işçiler bakımından önemli gelişmelere sahne oldu. Kamu emekçilerinin 2009 sonundaki grevi, TEKEL işçilerinin ülke çapında emek mücadelesini sarsan eylemi, Çemen işçilerin örnek mücadelesi ve 26 Mayıs “genel grevi”ne gelen sınıf hareketinin sorunlarını tartışma ve mücadele süreci son derece önemli gelişmelerdi. Yine 2010’un son çeyreğinde ortaya çıkan sendikal konferanslar ve işçi kurultaylarıyla sendikal mücadelenin sorunlarının işçilerin ileri kesimleri açısından farklı ve bugüne kadar olduğundan çok daha ileriden bir müdahale için alan açılması; sınıf hareketinin yakın geleceği açısından önemli gelişmelere yol açacağa benzemektedir.

Öte yandan, kentsel dönüşüm merkezli olarak kent emekçilerinin barınma hakkı mücadelesi, kırsal alanda HES’lere, termik ve nükleer santrallere, maden firmalarına karşı mücadeleler; doğal ve tarihi SİT alanlarının koruması mücadeleleri giderek daha yaygınlaşmaktadır. Bu yaygın tepkinin, aynı neoliberal politikaların devamı olan sağlık, eğitim, ulaşım gibi temel hizmet alanlarındaki uygulamalara tepkilerle birleşmesi, hükümetin uygulamalarına karşı bütün bu kesimlerin giderek artan bir dirençle karşı durması, seçim sürecinde bu direncin, politik bir karakter de kazanarak, AKP karşıtı bir mevziye yönelmesi şaşırtıcı olmayacaktır.

Hükümet cenahında “ekonominin herkes için iyiye gittiği” yolundaki bütün açıklamalara karşın, aslında “iyiye giden”in sadece bankaların, borsa oyuncularının, büyük firmaların, yabancı ve yerli rant çevrelerinin, para babalarının işleri olduğu giderek daha açıkça görülmektedir. Bu “büyük gelişme”den emekçilere düşen ise, artan işsizlik ve derinleşen yoksulluk olmaktadır. Bu ise, belki beklenenden daha yavaş biçimde, ama giderek daha geniş kesimlerce anlaşılır hale gelmektedir.

Elbette bu mücadele, daha bir seçim öncesinde AKP’ye oy veren kır ve kent emekçileriyle AKP hükümetini karşı karşıya getirerek, AKP’nin en geniş ve en oturmuş görünen oy zeminini parçalamaktadır. Ve bu sürecin giderek daha ilerleyeceğini ve seçimde hükümeti ve AKP’yi sıkıştıracak en önemli muhalefet dinamiklerinden biri olacağını söylemek bir kehanet olmayacaktır.

Siyasal alandaki bu gelişmelerin, siyasal yaşamın başlıca alanlarını kapsaması ve sermaye partilerinin bütün sığlığına karşın, gelişmelerin derinliği dikkate alındığında, başlayan seçim sürecindeki farklı siyasi odaklar arasındaki çatışmaları büyüteceği görülmektedir. Aynı zamanda bu gelişmeler, gerek demokrasi mücadelesi, gerekse emek mücadelesi bakımından mücadelenin daha ileri bir mevziye taşınmasında son derece önemli fırsatlar sunacaktır. Bunun belirtileri, henüz ipuçları biçiminde olsa da şimdiden görülmektedir.

Elbette seçim söz konusu olduğunda, öncelikle bu gelişmelerin, siyaset alanında yol açtığı ve açacağı hareketlenmeye yansımasının bugünkü tablosunu görmek önemli olacaktır.

 

SİYASET SAHNESİNDE SAFLAŞMA!

İç ve dış politikadaki gerilimler ve sermaye klikleri arasında giderek artan çatışmalar ile emekçi sınıfların henüz eyleme dönüşmese de yoksulluk ve işsizlik merkezli hoşnutsuzlukları, siyasal alanda yeni saflaşmaları da hızlandırmıştır.

Bu saflaşmalar sadece genel olarak zaten var olan saflaşmaları derinleştirmekle kalmamakta, dün aynı safta olanlar arasında ayrışmayı, onların yeni saflarda mevzilenmesini de beraberinde getirmektedir.

Bu saflaşma tablosu ve safların içindeki eğilimleri şöyle resmedebiliriz:

 

1-) AKP etrafındaki saflaşma

Yerel seçimlerde oylarının yüzde 47’den yüzde 39’a gerilediğini gören AKP; referandumla; bir yandan karşısındaki güçleri; CHP ve MHP’yi parçalamayı amaçlarken, kendi kayıplarını da geri almayı ve kendisini, geleneksel “sağ-muhafazakâr” olarak tanımlanan kesimleri toparlayan bir çekim merkezi yapmayı hedefledi. Bunda da önemli ölçüde başarılı oldu.

Referandumda “evet” diyen yüzde 58’in içinde, bir seçimde AKP’ye oy vermeyecek kesimler de vardır. Ama bunların yüzde 10-15’i aşması zordur. Ve önümüzdeki genel seçim için referandumdan çıkarılacak önemli dersler olsa da, referandumun oy oranlarının kalıcılığı tartışmalıdır.

Ancak AKP’nin referandumda asıl iki önemli kazancı olmuştur:

a-) Birincisi, bugüne kadar gönüllerinin bir köşesinde AKP aşkı taşıyan liberal “solcu” “yetmez ama evet”çilerin ar damarlarının çatlamış olması, “12 Eylül’le hesaplaşma” paravanı arkasında bu kesimin AKP’ye biat etmesidir. Özellikle bir genel seçimde, bu sefer “demokratik bir Anayasa” vaadi paravanına sığınarak, “AKP’yle ittifak” adına ona iltica etmeleri sürpriz olmayacaktır. Ki bu liberal kesim, oy olarak ciddi bir yekûn teşkil etmese de, AKP’nin doğrudan etkin olamadığı laik, demokratik kesimler gözünde AKP’nin meşruiyetini sağlayıp, AKP hakkındaki soru işaretlerini küçülterek bu çevrelerde AKP’nin etkinliğini artırmasına taşeronluk yapması bakımından önem taşımaktadır.

b-) Referandumda AKP’nin ikinci önemli kazancı ise, MHP’yi önemli ölçüde parçalamış olmasıdır. Özellikle İç Anadolu’daki en geleneksel milliyetçi kesimlerin Bahçeli’nin değil Erdoğan’ın söylediklerine inanarak, referandumda AKP’yi takip etmesi, MHP gibi “mermer” bir parti için ağır bir darbedir. Bahçeli ve ekibinin, bu ağır darbenin sersemliğinden kurtularak, MHP’yi eskisi gibi toparlaması da hayli zor olacaktır.

“Sol”cu tortu ve MHP’den kopardıklarıyla fiili bir ittifak kurarak (onlara vekillik, belediye başkanlığı vb. vaat ederek) AKP; SP, HAS Parti, BBP gibi ideolojik farklılıkları derin olmayan ya da geleneksel olarak aynı genlere sahip olduğu partileri de etrafına alarak seçime gitmeyi amaçlayacaktır. AKP’nin seçimlerdeki hedefi, referandum rüzgârını da arkasına alarak, seçimlerde yüzde 47’nin üstüne çıkan bir oy çoğunluğu ve 367’yi aşan (Anayasayı Meclis’te değiştirecek ya da yeni bir Anayasa yapmada meşruiyet dayanağı olacak) bir çoğunluk sağlamak olarak görülmektedir.

AKP böyle bir blok oluşturabilir mi; oluştursa bile bu blok onu hedefine ulaştırır mı; bunu göreceğiz.

Elbette AKP’nin başka avantajları da vardır. Bunların en başında da, yerel yönetimlerin büyük çoğunluğunun AKP’nin elinde olması gelmektedir; dahası devlet hazinesinden güvenlik güçlerine, idareden Diyanet’e kadar devlet gücü de AKP’nin elindedir. Ve AKP bu imkânları parti rantına çevirmenin, halkın bu yolla aldatılmasının ustasıdır! “Bayram harçlığı”, kömür, yiyecek-içecek dağıtımı, esnafa kredi, vergi ve pirim afları gibi… istismar edildiği besbelli olduğu halde, bir seçim ortamında kimsenin karşı çıkamayacağı “yardım”ları, AKP, kış ve giderek zorlaşan yaşama koşullarını istismar etmekten de çekinmeyerek, kullanacaktır.

Son günlerde AKP’nin üstünde oynayacağı bir diğer imkânın da, “dinin sosyal yaşamdaki etkisini artırma” gayretleri üstünden, bölge başta olmak üzere, tüm ülkede, caminin ve imamların etkin biçimde siyasete çekilmesi olacağı anlaşılmaktadır. 90-100 bin kişilik, maaşı devlet tarafından ödenen ve tek merkezden yönetilen imam ordusunun büyük bir bölümünün AKP’nin hizmetinde büyük bir güç oluşturacağı tartışılmazdır.

AKP, kuşkusuz bu alanda diğer bir imkân olarak da, cemaat-tarikat (yerel esnafın katılımıyla da desteklenen) çevreleriyle mali imkânlarını da devreye sokacaktır.

 

2-) CHP bloğu nasıl oluşabilir?

Altı ay önce bu soru başlığının altını; hemen asker ve sivil bürokrasinin geleneksel kesimleri, kimi sendikacılar, Kemalist aydınlar, sanatçılar, Kemalist, ulusalcı iddiasıyla kurulmuş kimi küçük partiler ve siyasi odaklar, Ergenekoncu diye adlandırılan kimi çevreleri sayarak doldurabilirdik. Hatta, seçimlere katılımayı reformculuk sayan, “seçim boykotçusu” olduklarını iddia eden ve “CHP içine sızarak” politika yapan kimi “radikal sol” odakları da bunlara ekleyebilirdik.

Ancak bugün durum biraz farklıdır. Baykal’ın bir skandalla CHP’nin başından gitmek zorunda kalması sonrasındaki gelişmeler ve CHP’nin Türkiye’nin iç ve dış politikasında, dünkü tutumundan hayli farklı bir çizgiye yöneldiği şeklinde belirtilerin ortaya çıkmasıyla yukarıda çerçevesi çizilen CHP etrafındaki bloklaşmanın da bir hayli değişebileceğini gösteren işaretler belirmiştir.

CHP, Kurultay sonrasında; “Kürt sorununun çözümü”ne dair militarist, statükocu tutumunu yumuşatmaya koyulmuş; örneğin sonradan geri alsa da, Kılçdaroğlu’nun “Genel af”tan, “Öcalan’la görüşülebileceği”nden söz ederek öne sürdüğü ikircikli görüşler ekseninde, giderek CHP’nin, Kürt sorununda AKP’nin açılım manevralarının alanını daraltacak, bazı konularda AKP’yi zorlayacak bir “çözüm planı” geliştirdiğini göstermektedir.

Yine türban tartışmaları içinde, laisizm konusunda, CHP’nin “tehlikenin farkında mısınız?” çizgisinden daha liberal bir anlayışa yönelmesinin işaretleri de ortaya çıkmış bulunmaktadır.

Yine Kılıçdaroğlu CHP’sinin, Ecevit’in ’70’li yıllardaki “emekten yana” sloganlarından da yararlanarak, geniş emekçi kitlelerin en sivrilmiş taleplerine (taşeronlaştırma, işsizlik ve yoksulluk başta olmak üzere) sahip çıkar gözükeceğini, ama aynı zamanda onları kontrol etmek ve yedeklemek için istismar edeceğini gösteren belirtiler de, daha Kılıçdaroğlu’nun ilk kurultay konuşmasından itibaren açıkça ortaya çıkmıştır.

Ancak bu başlıca alanlardaki yönelişlerin anlamlanabilmesi için, bu yönelişleri kendi başına ve yalnızca söylem olarak değil; TÜSİAD’dan TOBB’a, ABD’den AB’ye, Türkiye’de AKP’ye karşı bir seçeneğe (yeni bir statükonun oluşturulmasına) ihtiyaç duyan güçlerin yönelişlerine bakarak değerlendirmek gerekir.

AKP’nin sekiz yıllık iktidarının ilk 6 yılı boyunca onunla adeta bir balayı yaşayan iç ve dış gericilik, emperyalist ülkeler ve büyük burjuvazi, aynı zamanda, AKP’nin olağanüstü güçlenip pratikte “seçeneksiz bir parti” olmasından gelen ve bunda kerameti kendinde gören, (semitizme varan bir Yahudi karşıtlığı, İran, Taliban, Hizbullah yandaşlığı vb.) çıkışlarından da hoşnutsuzdurlar. Bu yüzden de, en azından son yerel seçimden beri, AKP’nin bir seçeneği olmasının hem kendilerini rahatlatacağını, hem de AKP’yi disipline eden bir etken oluşturacağını düşünmekteydiler.

Böyle bir seçenek için elbette ilk akıllarına gelen CHP’ydi. Ancak CHP’nin eski statükoyu, üstelik milliyetçi bir yaklaşımla savunması onlar için aşılması çok zor bir sıkıntıydı.

Baykal’ın bir skandalla devrilmesi, bu egemen güç odakları için bir fırsat (tabii bu skandal, bizzat bu güçlerle bağlantılı organize edilmediyse) olarak ortaya çıktı.

Bugün gelinen yerde, egemen güçlerin, neoliberal politikalar temelinde; ekonomiden orduya, bürokrasiden üniversiteye hayli ileri düzeyde oluşturdukları “yeni statüko”nun partisi kılma, en azından eski statükoyla ilgili takıntılarını geride bırakmış bir CHP oluşturmada hayli ilerledikleri görülmektedir.

Sav-Kılıçdaroğlu hesaplaması (muhtemelen bir olağanüstü kurultayla) eğer Kılıçdaroğlu’nun başarısıyla geçilirse, bu alanda geri dönülmez bir adım atmış da olacaktır.

MHP milliyetçiliği ve Ergenekon “ulusalcılığı” ile arasına bir mesafe koymaya yönelen CHP’nin, ABD, AB, TÜSİAD ve öteki sermaye çevrelerinden önceki seçimlere göre daha çok destek bulması şaşırtıcı olmayacaktır. Buna karşın CHP’nin “ulusalcı”, “Ergenekoncu” çevrelerden desteğinin zayıflayacağı, hatta hiç destek görmeyeceği de bugünden işaretleri olan gelişmelerdir. Yine aydın ve sanatçı çevrelerde de CHP’nin desteğinin yelpazesi değişebilecektir.

Cumhuriyet’in başından beri CHP’nin en sadık destekleyicisi olmakla birlikte, laisizm tartışmaları içinde mevzilerini yenileyen, talepleri konusunda ısrar eden ve CHP’den farklı olarak gerçek bir laiklik ve inanç özgürlüğü isteyen Alevi kesimlerininse CHP’yi desteklemeye ikna edilmesi mümkün olamayacak, en azından hayli güç olacaktır.

Belki bu konuda tek değişmeyecek olan, resmiyette “seçim boykotçusu” “solcu”ların fiiliyatta CHP destekçiliği olacaktır.

Bütün bunlardan öte; CHP’yi bir seçenek haline getirmek isteyen güçlerin; medya gücünü de kullanarak, CHP’yi iktidara yürüyen bir parti olarak göstermesi, yaratılacak böyle bir rüzgârla; soldan, sendikal çevrelerden, Kürt çevrelerinden “AKP’ye karşı” olan kesimlerin CHP etrafında birleşmesi için bir baskı oluşturacaklarını da şimdiden söyleyebiliriz.

Çok yönlü olarak CHP’nin AKP’ye karşı seçenek ilan edilmesi ve sermaye güçlerinin imkânlarıyla bu iddianın CHP’nin kendi niyetlerini bile aşan biçimde propaganda edilmesiyle, emek ve demokrasi güçleri üstünde de bir baskı oluşturulacağından; “CHP’ye oy vermeyenin AKP’ye vermiş sayılacağı” demagojisinin önceki seçimleri aşan biçimde kullanılacağından şüphe etmemek gerekir. Ve ancak, emek ve demokrasi cephesi, kendi açısından bu cereyanı göğüsleyip tersine çevirerek, karşısına, demokrasi ve özgürlüklerin genişletilmesi için CHP’yi “ehveni şer” gören kesimleri etkileyecek bir çekim merkezi olarak çıkabilirse, bu baskıyı önleyebilir. Hatta bu silahı tersine çevirip, CHP’nin de kendine çeki düzen vermesine imkân açmış olur.

 

3-) MHP sıkıntılı

Referandumda seçmen tabanı önemli ölçüde parçalanarak, bu tabanın büyük çoğunluğu AKP’nin isteği doğrultusunda “evet” oyu kullanan MHP, bu seçim sürecine son derece sıkıntılı başlamaktadır. MHP yönetimi, “Bir parçalanma yok. Bunu diyenler hainlerdir!” dese de, onlar da bu gerçeği bildikleri için, kendilerine yönelik bu türden değerlendirmelere öfkeli yanıtlar vermektedir. Ama öte yandan, Bahçeli, yıllardır etrafından uzaklaştırdığı MHP’nin eskilerini “barış yemekleri”ne davet ederek, parti tabanındaki derin yarılmayı kapatmayı amaçlamaktadır. Ancak bunun kolay olmayacağı da görülmektedir. Çünkü giderek sistemle çıkar ilişkileri temelinde bütünleşen MHP tabanı, AKP’de bu çıkarlarına sıcak bir karşılık bulacağını bildiği için, referandumu vesile yapmış görünmektedir. Öte yandan MHP’nin ülke sorunları konusundaki “mermer kafa” tutumunu, Kürt sorunu başta olmak üzere, öteki pek çok iç ve dış politika sorununda çözümsüzlüğü, MHP tabanında da, giderek “Bu işlerin sonu nereye varır?” sorusu etrafında sorun olmaktadır. Burada, AKP’nin, MHP tabanına yönelik milliyetçi motifleri belirgin çağrılarının da etkili olduğunu eklemek gerekir. Ancak, bütün şu ya da bu konjonktürel gelişmenin etkinliğini artıran ise; MHP’nin politikalarına zemin oluşturan, savunucusu olduğu eski statükonun çözülmesi; dolayısıyla MHP politikalarının dayanağı olan zeminin hızla çürümesidir. Bu da, neoliberal rüzgârların MHP cenahında yeni çatlaklara yol açmasını kolaylaştıracağı gibi, AKP tarafından yaratılacak baskıyla referandumdaki yarılmanın kalıcı olma olasılığını güçlendirecektir. Eğer MHP “toparlanmak için bir yol bulamazsa, “bu seçimde MHP barajın altında kalır” tespiti yapanların haklı çıkması sürpriz sayılmaz.

 

4-) Demokrasi bloğu

Demokrasi bloğundan söz ederken, son 10 yılın seçimlerine bakıldığında, çoğu zaman ve günlük dilde, seçime giderken kendi aralarında bloklar, ittifaklar, birlikler oluşturan BDP, EMEP, ÖDP, TKP gibi partileri, siyasi çevreleri kastediyoruz. Ancak gerçekte, bu blok çok daha geniştir. Bu yüzden de, sadece siyasi parti ve çevrelerle oluşacak bir bloğun adı “demokrasi bloğu” olabilir, ama Türkiye’nin demokrasi güçlerini birleştiren bir blok olamayacağı açıktır. Hatta böyle bazı partilerin kendilerini “demokrasi cephesi” ilan etmesi ve tüm diğer güçleri, “Haydi gelin, bizim etrafımızda birleşin. Bize oy verin!” diye çağırması, niyet iyi olsa bile, sonuçta böyle gerçek bir demokrasi bloğunun engeli haline gelebilir. Bu yüzden de, böyle bir blok, aslında bugün sistemle şu ya da bu biçimde karşı karşıya gelen, ama kendilerini siyasi bir odak olarak da ortaya koymayan tüm çevreleri, yerel ve merkezi düzeydeki tüm güçleri birleştiren bir genişlikte olmak durumundadır. Demokrasi mücadelesinin ihtiyacı da bu genişlikte bir bloktur.

Bu açıdan bakıldığında, demokrasi bloğunun kapsaması geren güçleri, çok ayrıntısına girmeden şöyle sıralayabiliriz:

a-) Bu mücadelenin örgütlenmesinde birinci dereceden sorumluluk üstlenecek BDP, EMEP, ÖDP gibi siyasi partiler ile bu bloğa katılmak isteyen çeşitli adlar altında oluşmuş siyasi parti ve çevreler, böyle bir bloğun siyasi etmeni olarak çok önemlidir.

b-) Direnen Kürt ve Alevi kesimlerin çeşitli adlar altında oluşmuş (dernek, platform, kongre) örgütleri, temsilcileri, birey olarak bu toplam üstünde etkin kişileri de böyle bir demokrasi bloğunun bir bileşeni olmak durumundadır.

c-) Doğal ve tarihi SİT’lerin savunulması etrafında oluşmuş örgütlenmeler; kendi topraklarını ve çevrelerini korumak üzere birleşen ve yer yer köylü-toprak mücadelesine dönüşen, yer yer anti-emperyalist bir karakter de gösteren mücadelenin ulusal ve yerel düzeydeki örgütleri (temsilcileri), “demokrasi bloğu” dendiğinde ilk akla gelenlerdendir. Ancak bu alandaki mücadele, bir yanıyla kentlerde kent yoksullarının “barınma hakkı” mücadelesi merkezli, kentsel dönüşüm alanlarının sermayenin rant alanına dönüştürülmesine karşı mücadeleyle, öte yandan hizmetlerin ticarileştirilmesini de kapsayan küreselleşmeye, özelleştirmeye karşı mücadeleyle içsel bir bağlantı içindedir. Bu yüzden de, sistemin kendisini yenileme çabalarına karşı her mücadele, aynı zamanda demokrasi bloğunun kapsaması gereken bir mücadele olarak önem kazanmaktadır.

d-) Kadın hareketinin bileşenlerini oluşturan, çeşitli adlar altında bir araya gelmiş kadın örgütlenmeleri, yerel ve merkezi dernek, platform, çevre, demokrasi bloğunun da önemli bir ayağına oluşturmak durumundadır.

e-) Elbette böyle bir blok; emek mücadelesinin ileri kesimlerini de kapsamak zorundadır. Üstelik blok girişimlerinin bundan önceki en önemli zaaflarından birisi, emek mücadelesinin ileri kesimlerini kapsayamamış olmasıdır. Bu durum, pratikte sendikaları, odaları, meslek birliklerini, hareketin önünde ilerleyen sendikaları (konfederasyonları da), çeşitli türden yerel sendikal birlikleri ve platformları, hatta sınıf hareketi içinde merkezi ya da yerel düzeyde etkin birer birer sendikacıları, emek örgütü temsilcilerini kapsamak durumundadır.

f-) Bu bloğun olmazsa olmaz koşullarının birisi de, Türkiye’nin aydın birikimini kapsama zorunluluğudur. Hatta ülkemizin aydın birikiminin tek seçeneği böyle bir bloktur, olmak zorundadır. Bunun için, üniversite bilim çevrelerinin, sanat çevrelerinin örgütleri ve bu camianın seçkin temsilcilerinin demokrasi bloğunu içinde olması son derece önemli olacaktır.

Elbette demokrasi bloğunun kendisini böyle geniş bir biçimde tarif etmesi de yetemez; bu niyetin pratik tutumda da karşılık bulması gerekir. En geniş, bugünkü eski ve “yeni” statüko ile çatışan tüm güçleri, halktan, emekten yana, halkların kardeşçe yaşadığı bir Türkiye isteyen parti, grup, çevre ve kişileri geniş bir demokrasi anlayışı içinde birleştiren, grupçuluğu, fraksiyonculuğu reddeden bir ilişkiyi inandırıcı biçimde hayata geçirmesi gerekir. Ki bu açıdan en önemli görev, böyle bir girişimi başlatmak için bir araya gelen güçlerde olacaktır.

Söz konusu olan seçim olunca, elbette ki; böyle bir bloğun seçime bir parti ya da ortak adaylar etrafında birlemiş olarak girmesi; seçimde barajı aşacak bir gücü oluşturmuş olması, yığınları bu gücün oluşturulabileceğine ikna edecek bir etkinlikle ve enerjiyle ortaya çıkması da son derece önemli olacaktır.

Çünkü Türkiye’nin sorunları ve bu sorunların çözümü için demokrasi güçlerinin bugüne kadar söylediklerini yaşam önemli ölçüde doğrulamıştır. Daha düne kadar etkili olan, Kürt sorunu, laisizm sorunu, demokrasi ve özgürlükler sorunu ya da emek cephesinin talepleri ile ilgili olarak halk yığınlarının AKP ve öteki sermaye partilerinden beklentileri büyük ölçüde iflas etmiştir. Başka bir seçenek görülemediği için ve kimi geleneksel alışkanlıklardan dolayı sermaye partileri ayakta kalmaya devam etmektedirler. Dahası, bugün en geriden gelen çevreler bile, bu ülkenin çözülmezse hiçbir yere gidilemeyecek sorunları için gerçekçi bir çözümden söz ettiklerinde, dün sövüp saydıkları, bölücülük, hainlik dedikleri çözümü kabul etmek zorunda kalmaktadırlar.

Çünkü hükümet, sermaye partileri ve basını, süreci ellerindeki devasa medya gücüyle ve örgütleriyle nasıl etkilemeye ve maniple etmeye çalışırsa çalışsın; bugün Türkiye’nin sorunları üstü örtülemeyecek kadar gerçektir ve can acıtıcı biçimde sivrilmiştir. Ve seçim süreci de; Kürt sorunu başta olmak üzere, laisizm sorunu, emek cephesinin hak ve özgürlük talepleri, ülkenin demokratikleşmesi için seçim yasasından siyasi partiler yasası, Polis Vazife ve Salahiyetleri Kanunu’na kadar geniş bir özgürlükler ve demokrasi tartışmasıyla sürecektir. Ve bu süreç, aynı zamanda, bütün bu sorunların; Türkiye’nin halkların kardeşçe yaşadığı, demokrasi ve özgürlüklerin yanı sıra ülkenin nimetlerinden de yararlandığı, açlığın, işsizliğin, yoksulluğun olmadığı bir Türkiye’nin inşasının dayanağı olacak bir demokratik Anayasa talebiyle de birleşecektir. Ve elbette, demokrasi güçleri, bu süreci; demokratik bir Türkiye’yi ve onun anayasasını da inşa edecek güçlerin birleşip, kendilerini bütün halk için bir seçenek olarak ortaya koyacakları bir süreç olarak algılayıp, bunu gereği yaptıkları ölçüde iddialarını anlamlı hale getirebileceklerdir.

Bu yüzden de, demokrasi bloğunun seçim bildirgesi; bir yandan bütün bu başlıca sorunların çözümü konusunda görüşlerini açık bir biçimde ortaya koyarken, aynı zamanda, bu sorunları çözümünün gerçekten demokratik bir biçimde olması, Türkiye’nin demokratikleşmesine hizmet etmesi için bir gücü biriktirmenin gereğini ortaya koymak durumundadır. Bu yüzden de demokrasi bloğunu oluşturacak güçler, seçim sürecini, böyle bir bloğun oluşması, etkinliğinin artması, ülkenin ileri güçlerinin, ülkenin demokrasi güçlerinin ağırlığını hissettiren bir güç odağının oluşması bakımından değerlendirmeyi asli işleri olarak görmek zorundadırlar.

Evet, seçime henüz “çok zaman var” görünüyor. Ama aslında “az zaman” kalmıştır. Çünkü 2011 Bütçesi’nin geçmesinden sonra, Meclis’te belki seçimde ihtiyaçları olacak bir iki düzenlemeden sonra, sermaye partileri seçim kampanyasını başlatacaktır. Demokrasi cephesi de, elini çabuk tutmak; çalışmalarını yoğunlaştırmak, sermaye partilerinin halkı bölme faaliyetini dizginlemek ve gerçekleri en açık biçimde ortaya koymak üzere, ülkenin tüm ileri güçlerini birleştirmek, işçi sınıfı ve emekçilerin ileri kesimlerini uyarma çabalarını daha da artırmak durumundadırlar.

AKP İktidarının Ekonomik Performansına Genel Bir Bakış

AKP’nin 2002 Kasım seçimleriyle birlikte başlayan tek parti iktidarı 8 yılını doldurdu. Bu süre zarfında sermayenin hızla el değiştirmesine hep birlikte şahit olduk. 28 Şubata giden süreçte başta Doğan grubu olmak üzere “laik medya”nın saldırılarından fazlasıyla ağzı yanan Tayyip Erdoğan ve kadroları, AKP iktidarı sonrasında devlet olanaklarını da seferber ederek medyayı ele geçirmeye büyük önem verdi. Aradan geçen 8 yıllık sürede geçmişte oldukça sınırlı bir okuyucu/izleyici kitlesine sahip İslamcı medya organlarının devleştiğini, geri kalanların hükümetin yandaşlarınca devralındığını ya da Doğan grubu örneğinde olduğu gibi tasfiyeye zorlandığını gördük. Medyadaki tasfiye süreci henüz sonlanmış değil ama hiç kuşku yok ki hükümet halihazırda karşıt sesleri büyük oranda suturmayı başarıp dev bir propaganda aygıtı yaratmış durumda.

Böylesi bir ortamda AKP’nin her siyasal açılımının, her ekonomi politikasının medyanın geniş bir kesimince büyük bir başarı olarak sunulmasına şaşırmamak gerek. Bu yazıda 2002 seçimleri sonrasında yaşanan ekonomik gelişmelerin kısa bir özetini sunarak AKP iktidarının ekonomik performansını mercek altına alacağız.

AKP DÖNEMİ KUR POLİTİKASI

Son dönemde uluslararası piyasaların başlıca gündem maddesi Avrupa, ABD ve Çin ekseninde yürütülen kur tartışmaları. Giderek büyüyen dış ticaret açığı ve önce Japonya ve Asya kaplanları sonrasında ise Çin karşısında rekabet gücünü yitiren sanayisini tekrar ayağa kaldırmaya çalışan ABD 2001 yılından düşük dolar politikası yürütmekteydi. Bu politika krizle birlikte sekteye uğrasa da sonrasında tekrar ve daha güçlü bir şekilde devreye sokarak, başlıca hedefi Çin gibi gözükse de Almanya başta olmak üzere Euro bölgesi ekonomilerini de sıkıntıya sürükledi. Bu durum elbette Türkiye’de de başta ihracatçı sektörler olmak üzere birçok kesim tarafından tartışıldı, AKP’nin TL’nin değerini düşürmesi gerekliliği vurgulandı. Ne var ki, bu durum iktidarın öyle kolayca yanaşacağı bir seçenek gibi gözükmüyor. TL’nin değerlenmesini mümkün kılan ekonomik konjonktür ve kurun mevcut düzeyde istikrarı iktidarın “başarısının” ispatı olarak gösterilen pek çok ekonomik göstergenin korunabilmesi için büyük önem taşıyor.

AKP hükümetinin çok şanslı bir hükümet olduğunu üstüne basa basa vurgulamak gerek. 2002’de iktidara geldiğinde Türkiye tarihinin en büyük ekonomik krizlerinden birini geçirmiş, üretim dibe vurmuş, dolar kuru 1.41 seviyesine kadar yükselmişti. Bugün AKP iktidarının uzun vadeli bir muhasebesini yapmaya kalktığımızda hemen öncesinde yaşanan krizin ortaya çıkarttığı baz etkisi ister istemez rakamlara yansıyor. AKP’nin bir diğer şansı da Nasdaq balonunun patlamasıyla ortaya çıkan kriz sonrasında dönemin FED başkanı Greenspan tarafından izlenen düşük faiz politikasının sonucu olarak “gelişmekte” olan piyasalara dönük fon akışı ve 2002 yılından itibaren doların diğer para birimleri karşısında hızla değer kaybetmesiydi. Bu durum sadece Erdoğan’ın değil, 2003 yılında iktidara gelen Latin Amerika’nın iki popülist siyasetçisi Kirchner ve Lula’nın da ekonomideki başarılarının ardındaki önemli etkenlerden biriydi. Doların Euro karşısındaki değeri 2002 yılındaki 1.15 seviyelerinden 2004 yılı içerisinde 0.75 seviyelerine kadar gerilerken uzun süredir ağır borç yükü altında ezilen ülkeler büyük ölçüde rahatlamışlardı. Piyasalardaki dolar bolluğu bu ülkelerin dış borçlarının GSYH (Gayri Safi Yurtiçi Hasıla)’ya oranını büyük ölçüde düşürürken kredi notları yükselmiş, ülkelere dönük kredi akışı canlanmış ve tüm bu yaşananlar dönemin hükümetlerine IMF’nin boyunduruğundan da kurtulma olanağı yaratmıştı. Bu resimden de görüldüğü üzere, aslında bize AKP’nin başarısı gibi sunulan durum hiç de Türkiye’ye özgü bir durum değildi. Dolayısıyla, bugün 1.39 seviyelerine kadar gerileyerek 2002 yılındaki seviyesinin altında seyreden dolar/TL paritesi AKP hükümetinin yarattığı “istikrar”ın kazanımı olmaktan ziyade ABD’nin kur politikasının doğrudan sonucu olarak yorumlanmalıdır.

AKP İKTİDARINDA ÜRETİM, İSTİHDAM, BÜYÜME

2008 yılında yaşan kriz dünya piyasalarını olanca gücüyle sarsarken Başbakan ileride belki tarihe geçecek bir öngörüde bulunmuş ve krizin Türkiye ekonomisini “teğet” geçeceğini ifade etmişti. Geride kalan 2 seneye bakıldığında şirket bilançolarının hızla toparlandığını, reel ücretler gerilerken, “işgücü verimliliğinin” yükseldiğini, dolayısıyla kar oranlarının eski seviyelerin de üzerine tırmandığını görüyoruz. Resmin bu tarafına bakıldığında krizin sermaye kesimini teğet geçtiğini söylemek mümkün. Ne var ki, aynı resime işçi sınıfının perspektifinden bakıldığında kriz teğet geçmek bir yana, ekonomin tam kalbine saplanmış gibi gözüküyor. Ortaya çıkan birbirine zıt bu iki resim aslında bize her ekonomik krizin aynı zamanda bir yeniden dağılım aracı olduğunu, işçi sınıfının örgütlülüğü ne denli zayıf ise sermaye sınıfının bu durumu o denli lehine kullanacağını da gösteriyor.

Aşağıdaki Grafik I’de gösterilen karşılaştırmalı büyüme rakamlarına bakıldığında 2001 krizinin etkisi oldukça açık bir biçimde görülüyor. 2001 yılında ekonomi yüzde 5.7 oranında rekor seviyede daralmış, sonrasında (AKP iktidarının öncesinde) hızlı bir toparlanma yaşanmıştır. Bu toparlanmada daha önce belirtildiği üzere ABD’nin uyguladığı genişleyici para politikası ve bunun yarattığı Türkiye ve benzeri ülkelere dönük fon akışı büyük rol oynamıştır. Bu hızlı büyüme 2006 yılından itibaren ivme kaybetmiş, Türkiye 2008 yılında Euro bölgesi ortalamasının altında bir performans göstermiştir. Burada yılın ikinci yarısında TL’nin dolar karşısındaki hızlı değer kaybı sonrasında şirketlerin döviz cinsinden borç yükünün artışı ile birlikte kredi bulmakta zorlanması ve borçlarını çeviremez hale gelmesi önemli rol oynamıştır. 2009 yılında kriz ülkelerin büyüme oranlarına tümüyle yansımış, Türkiye krizin başlangıç noktası sayılan ABD’den de, mortgage tahvillerine yüklüce yatırım yapan AB ülkelerinin ortalamasından da, son dönem borç krizinin başlıca aktörü Yunanistan’dan da belirgin bir şekilde daha fazla daralmıştır. Bu rakamlar ışığında da teğet söylemini doğrulayacak bir tablo gözükmemektedir.

İmalat sanayi kapasite kullanım oranı verilerine bakıldığında da krizin etkisi açıkça gözükmektedir. Kapasite kullanım oranı 2008 yılındaki yüzde 80 seviyesinden keskin bir şekilde gerilemiş, 2009 şubat ayında yüzde 63’lere kadar sarkmıştır. Bu oran 2001 krizi sürecinde dahi görülmemiş derecede düşük bir orandır.

AKP’nin ekonomi kurmayları ve yandaşlarının en savunmasız kaldıkları başlıca alan istihdam verileri olmuştur. III. numaralı karşılaştırmalı grafikten izlenebileceği gibi Türkiye’nin işsizlik sorunu kriz öncesinde de belirgin bir şekilde kendini göstermiş yüzde 10 seviyesinin üzerine tırmanmıştır. 2006-2008 yılları arasında AB ülkelerindeki işsizlik oranları düşüşe geçerken Türkiye’de hafif de olsa yukarı yönlü bir trend izlemiş ve diğer ekonomilerden olumsuz yönde ayrışmıştır. 2008 yılında patlayan kriz ile birlikte bu yukarı doğru trend ivme kazanmış, 2009 yılının ilk yarısındaki kitlesel işten çıkarmalarla birlikte işsizlik oranında AB ülkeleri ile Türkiye arasındaki fark giderek açılmıştır. 2009 yılının ikinci çeyreğinden itibaren düşüşe geçen işsizlik ancak krizle boğuşan Yunanistan’ın gerisine düşmekle birlikte halen AB ortalamasının üzerinde seyretmektedir.

2008 krizi sonrasında hızla toparlanan şirket karlarının ardındaki en önemli etken hızla gerileyen ücretler ve büyüyen işsizlik karşısında giderek artan emek sömürüsü olmuştur. İşten çıkarılma tehdidinin arttığı bir ortamda işçiler karşılığı ödenmeksizin daha uzun mesai yapmaya razı olmuş, ekonominin göreceli olarak toparlandığı dönemde de sınırlı sayıda işçi ile alınan siparişler karşılanmaya çalışılmıştır. Grafik IV’de görüldüğü gibi 2008 yılı içerisinde kapasite kullanım oranının düşüşe geçmesiyle birlikte kişi başına verimlilik oranları da düşmüş, 2009 yılında artan işten çıkarmalarla birlikte hızlı bir yükseliş trendine girerek bir yıl içerisinde kriz öncesi seviyenin de oldukça üzerine tırmanmıştır.

Teknik ekonomi jargonundan uzak geniş okuyucu kitlesi verimlilik artışı gibi olumlu bir anlam içeren bu istatistikleri doğru okumalı, verimlilikteki değişimin temel dinamiklerini incelemek için sabit sermaye (teknoloji) yatırımları, kapasite kullanım oranı ve işsizlik oranı gibi verilerle birlikte incelemelidir. 2001 krizinde olduğu gibi son krizde de yaşanan verimlilik artışının temel kaynağı devreye sokulan yeni teknolojik yatırımlar değil emek sömürüsünün artışıdır.

2008 krizinin sermaye kesimine yarattığı avantajlar reel ücretlerin krizden bugüne yaşadığı sert düşüşten de açıkça anlaşılmaktadır. Aşağıdaki Grafik V’de 2005 yılının ilk çeyreği ile 2010 yılı ikinci çeyreği arasındaki süreçte sanayi kesiminde reel ücretlerin seyri gösterilmektedir. 2001 krizi sonrasında üretimdeki toparlanmanın reel ücretlere yansımadığı sıkça vurgulanmıştır. 2005-2008 yılları arasında reel ücretlerdeki yüzde 12 civarındaki toparlanmanın ardından 2008 yılında kriz bahanesiyle birçok şirkette ücretlerde indirime gidilmiş, işten çıkarılma korkusuyla işverenlerin benzeri dayatmaları gibi işçiler bu talepleri de çoğu kez sessizce kabullenmiştir. 2009 yılında işçi ücretlerini sendika ile anlaşarak 16 ay süresince yüzde 35 oranında indiren Erdemir’in, indirimin sürdüğü bir dönemde beklentilerin oldukça üzerinde bir kar açıklayarak ekonomi gündeminin ilk sıralarına yerleşmesi konuya dair çarpıcı örneklerden biridir. Grafik V’ten de izlenebileceği gibi şirketlerin karları her ne kadar hızla eski seviyelerine dönse de, reel ücretler halen kriz öncesi seviyelerin oldukça altında seyretmektedir.

AKP DÖNEMİNDE DIŞ BORÇLAR

Türkiye’nin Osmanlı’dan günümüze oldukça sancılı bir dış borç macerası bulunmaktadır. Önce Düyun-u Umumiye sonra IMF tarafından uzun yıllar kontrol edilen Türkiye, 2001 krizi sonrasında da giderek presitijini yitiren ve piyasalardaki dolar bolluğu dolayısıyla bir dönem “müşterisi” kalmayan IMF’nin yegane dişe dokunur “müşterisi” durumuna düşmüştür. Sonunda sürdürmek istediği seçime yönelik yerel yönetim harcamaları konusunda uzlaşamayarak IMF ile köprüleri atan Türkiye uzun yıllar aynı kaderi paylaştığı Meksika, Brezilya ve Arjantin gibi ülkeleri oldukça geriden takip etmiştir.

Toplam (kamu ve özel sektör) dış borçların tarihsel seyrine baktığımızda 1998’den bugüne istikrarlı bir artış trendi göze çarpmaktadır. Bunun trendin bozulduğu yegane süreç 2008 yılının son çeyreğinde yaşanmış, uluslarası piyasalarda yaşanan panik sonrasında kredilerin geri çağrılması ve yeni kredilerin alınamaması dolayısıyla ülkenin dış borç stoğu bir miktar azalmıştır. Dış borç göstergelerine bakıldığında AKP hükümetinin buradaki şansı (bir kez daha) doların TL karşısında değer yitirmesiyle birlikte toplam borç stoğunun GSYH’ya oranının gerilemesidir.

AKP hükümetin kamu ve özel sektörün dış borçlarını kontrol altında tutmaktaki başarısının konuşulduğu ve borçlu Avrupa ülkeleriyle sık sık karşılaştırmada bulunulduğu şu günlerde dilerseniz istatistikleri kısaca hatırlayarak tartışmaya devam edelim.

Günümüzde toplam dış borç stoğunun en büyük olduğu ülkelere baktığımızda listenin en başında alışılmadık bir ülke olan İrlanda göze çarpmaktadır. Yakın geçmişin “başarı abidesi”, AB’nin “model ülkesi” İrlanda’da toplam borcun GSYH’ya oranı yüzde 1102’yi bulurken, aynı oran İngiltere’de yüzde 404, Hollanda’da yüzde 316, Belçika’da yüzde 271, ABD, Portekiz ve Yunanistan’da yüzde 240, İsveç ve Fransa’da ise yüzde 200 seviyelerinde seyretmektedir. Bu tablodan da anlaşılacağı gibi günümüz borç krizinin geçmişteki benzerlerinden ayırdedici özelliği güçlü para birimine sahip ülkelerin baş sırayı çekmesidir. 1997 ve 2001 yıllarında yaşadıkları spekülatif ataklar sonrasında para birimlerine dönük büyük güven kaybı yaşayan, dış borçlarını çeviremez hale gelerek krize sürüklenen ve içlerinde Türkiye’nin de bulunduğu ülkelerde ise günümüzde toplam borcun GSYH’ya oranın göreli olarak daha iyi seyrettiği görülmektedir. Asya krizinin başlıca aktörlerinden Güney Kore ve Endonezya’da bu oran sırasıyla yüzde 41.4 ve 25.8 seviyesindedir. Yine 1999 yılında büyük bir krize sürüklenerek dış borç ödemelerini askıya alarak dünya piyasalarını sallayan Rusya’da ise aynı oran yüzde 31.7’dir. Borcun GSYH’ya oranı 2001 krizinin başlıca aktörlerinden Türkiye ve Arjantin’de sırasıyla yüzde 36.4 ve 33.6 iken, geçmişten günümüze dış borç denince akıllara ilk gelen ülkeler Meksika ve Brezilya’da ise sırasıyla yüzde 20.4 ve 14.4 gibi oldukça düşük seviyededir.

Yukarıda çizilen tablodan da anlaşılacağı gibi son dönemde Türkiye’nin borç krizinin dışında kalması hükümetin bir başarısı olmaktan ziyade konjonktürel bir durumdur.

Aynı şekilde, Türkiye ekonomisinin vaadettiği istikrar ve güven ortamı ile uluslararası sermayenin gözbebeği haline gelmekte olduğu söylemi de gerçeklerle uyuşmamaktadır. Kriz sonrasında kredi notu Moody’s tarafından 4 kademe indirilerek A3’den yatırım yapılabilir seviyenin altındaki Ba1’e düşürülen Yunanistan’ın kredi notu halen daha kredi notu Ba2 olan Türkiye’nin üzerindedir. Türkiye ile Yunanistan’ın kredi notları arasındaki fark her ne kadar büyük ölçüde Yunanistan’da Euro gibi güçlü bir para birminin varlığına bağlansa da, krizi “teğet geçen” Türkiye’nin krizin tam kalbinden vurduğu pek çok Avrupa ülkesinin yanısıra Kolombiya, Guatemala, Kazakistan, Fas, Mısır ve Peru gibi rakip dahi görülmeyen ekonomilerin gerisinde kalması dikkate değerdir. Görüldüğü gibi hükümete yakın çevrelerin övgüler dizdiği siyasi ve ekonomik istikrar, ekonomik gelişme açısından varlığını zaruri gördükleri uluslararası sermayenin Türkiye’ye dönük risk algısını değiştirmeye yetmemektedir

AKP İKTİDARI DÖNEMİNDE DIŞ TİCARET DENGESİ

Buraya kadar sık sık AKP hükümetinin güçlü TL kuru politikasının ve bu politikayı uygulamasına olanak tanıyan uluslararası konjonktürün yarattığı avantajlardan bahsettik. Birçok ekonomi politikası gibi güçlü kur politikası da iki yanı keskin bir kılıçtır. Güçlü TL’nin yarattığı en büyük olumsuz etki bozulan dış ticaret dengesinde ve fiyat rekabetini sürdüremediği için tasfiye olan ihracatçı sektörlerde görülmektedir.

VII numaralı grafik incelendiğinde dış ticaret açığında AKP iktidarıyla birlikte hızlı bir artış yaşadığı gözlemlenmektedir. 2003 yılının başlarında 4.5 milyar dolar civarında seyreden ithalat, 2004 yılının son ayında 10 milyar dolar seviyesine ulaşmış, 2008 yılının yaz aylarında ise 20 milyar dolar seviyesine tırmanarak zirve yapmıştır. Aynı süre zarfında ihracat ise 3.5 milyar dolardan 12.5 milyar dolara çıkmış, dış ticaret açığı 9 milyar doları bulurken, ihracatın ithalatı karşılama oranı ise 2003 başındaki yüzde 79 seviyesinden 2008 yılı içerisinde yüzde 57 seviyesine kadar gerilemiştir. Ekonomik krizin ağırlaştığı 2008 sonbaharından itibaren TL’nin hızlı değer kaybıyla birlikte dış ticaret açığı da daralmaya başlamış ve 2009 Şubatında 640 milyon dolara kadar gerilemiş, ihracatın ithalatı karşılama oranı ise yüzde 92 seviyesine kadar tırmanmıştır. Ekonomik krizin etkilerinin hafiflemesiyle birlikte Türkiye’nin de içinde bulunduğu “gelişmekte” olan piyasalara dönük sıcak para akışı yaşanmış, TL kuru yükselirken dış ticaret açığı da 2010 Ağustos ayı itibariyle 6.8 milyar dolar seviyesine ulaşmış ve ihracatın ithalatı karşılama oranı yüzde 55’e kadar gerilemiştir. Son bir yıl içerisinde ithalattaki hızlı tırmanışa karşılık ihracat rakamlarındaki duraklama hatta gerileme dikkat çekicidir. Krizin en şiddetli hissedildiği 2009 yılı sonrasında ABD ve Avrupa ekonomilerindeki kısmi toparlanmaya rağmen 2010 Ağustosundaki ihracatın 2009 yılının aynı dönemine göre gerilemesi yüksek TL kurunun dış ticaret üzerindeki olumsuz etkisini gözler önüne sermektedir.

AKP’NİN ÖZELLEŞTİRME PERFORMANSI

AKP’nin ekonomi kurmaylarının bir diğer iddialı oldukları alan iktidarın özelleştirme performansıdır. AKP hükümetinin daha önceki tüm iktidarların toplamının çok daha üzerinde kamu malını özelleştirme yoluyla elden çıkardığı tartışılmaz bir gerçektir.

1986-2002 arasındaki 17 yıl süresince toplam 8 milyar dolarlık özelleştirme yapılırken AKP’nin iktidarı devraldığı 2002 yılı sonundan 2009 yılı sonuna kadar geçen 7 yıllık sürede bu rakam 30.6 milyar doları bulmuştur. AKP iktidarı döneminde yapılan kilit özelleştirmeler arasında Türk Telekom’un yüzde 70 hissesinin (8.5 milyar dolar),Tüpraş’ın 65.76 hissesinin (4.5 milyar dolar), Erdemir’in yüzde 46.12’lik hissesinin (2.8 milyar dolar), Petkim’in yüzde 86 hissesinin (2.3 milyar dolar) ve TEKEL’e ait 6 sigara fabrikasının (1.7 milyar dolar) satışı sayılabilir. Bu rakamlara 2010 yılı içerisinde yapılan (elektrik dağıtım özelleştirmelerinin başı çektiği) özelleştirmelerden sağlanan gelir dahil edilmemiştir. 2010 yılı içerisindeki özelleştirme geliri Ekim ayı itibariyle 2.5 milyar doları bulmaktadır. Son yıllardaki yoğun özelleştirmeler yoluyla sağlanan döviz girişi (uluslararası dinamiklerin yanı sıra) TL’nin dolar karşısında değer kazanmasında önemli rol oynamıştır. Yine yapılan özelleştirmelerden sağlanan gelirin bütçe açığını daraltıcı etkisi de gözden kaçırılmamalıdır.

SONUÇ

Bu yazıda AKP iktidarın geride kalan 8 yıl içerisindeki performasını özellikle 2008 krizi sonrası sürece odaklanarak önemli gördüğümüz bazı ana başlıklar altında incelemeye çalıştık. Son kriz AKP iktidarını sınıfsal karakterini tüm yalınlığıyla ortaya koymuş, yaşanan daralmanın faturası işsizlik, düşük ücretler ve artan emek sömürüsü yoluyla emekçilere çıkarılırken, şirketlerin karlılık oranları hızla toparlanmış, İMKB’ye kote olan çoğu şirketin piyasa değeri şimdiden kriz önceki seviyelerin çok üstüne çıkmıştır. Bu tablo Başbakan’ın “kriz bizi teğet geçti hamdolsun” derken kullandığı “biz”den neyi kastettiğini de açıklamaktadır. 2001 krizi sonrasında bir türlü toparlanamayan reel ücretler, giderek kronikleşen işsizlik sorunu ve derinleşen sosyal güvence kaygısı iktidar partisinin hakim olduğu yerel yönetimlerin ve iktidara yakın vakıfların yardımlarını yoksul halk kitleleri nezdinde daha da önemli kılmakta, iktidarın etki alanını genişletmektedir. Evet, her ne kadar paradoksal gözükse de, iktidar bir yandan “sosyal devletin” kalıntılarını tasfiye ederken, diğer yandan ortaya çıkan boşluktan faydalanarak yoksullaştırdığı kitleleri yardımlar, burslar vs. yoluyla kendine yedeklemektedir. Bu politik hat, hükümetin geçmişteki örneklerinden ayrışarak 2 dönem sonunda oy potansiyelini koruyor olmasının ardındaki temel etkenlerden biridir.

Açılım’ın İkinci Perdesi: KCK Yargılamaları

GİRİŞ:  KÜRT SORUNUNDAKİ HESAPLAŞMANIN BİR ‘ARENA’SI

Kürt ulusal hareketinin güç ve etkisini arttırdığı; elindeki belediye sayısını ikiye katladığı 29 Mart 2009 Yerel Seçimleri’nden sonra Nisan ayında Kürt legal siyasetine karşı başlatılan KCK operasyonu kapsamında gözaltına alınıp tutuklanan belediye başkanlarının, parti yöneticilerinin, insan hakları savunucularının yargılandığı dava 18 Ekim’de başladı. Devletin İmralı’da Öcalan’la görüşmeler yaptığı, PKK’nin Haziran 2011’deki seçimlere kadar ‘ateşkes’ ilan ettiği bir ortamda gerçekleştirilen davanın ilk duruşmasına “Kürtçe savunma talebi” damgasını vurdu. Mahkemenin Kürtçe savunma talebini reddetmesi nedeniyle savunmaların yapılamadığı davanın ilk duruşması, tutukluların hiçbiri tahliye edilmeden, 11 Kasım’da sona erdi ve dava 13 Ocak 2011 tarihine ertelendi.

Ülke içinden ve dışından birçok emek ve demokrasi örgütünden temsilcilerin katılarak tutuklu Kürt siyasetçilere destek ve dayanışma sundukları dava, medya tarafından da yakından izlendi; davayla ilgili birçok yorum ve değerlendirme yapıldı. KCK davası legal alanda siyaset yapan Kürt siyasetçilerin yargılandığı bir dava olarak çeşitli çevrelerce Aralık 1959’da Kürt öğrenci ve aydınlarına yönelik yapılan operasyona;  49’lar Olayı’na (davasına)* benzetildi. Bu dava belki ‘siyasi’ bir dava olması bakımından 49’lar Olayı’na benzetilebilir, ama ötesinde, gerek 49’lar Olayı’nın Irak Kürdistanı’nda Barzani önderliğindeki Kürt hareketine karşı ülke içinden verilmiş bir cevap olması ve gerekse arkasında herhangi ciddi bir örgütlülüğün olmaması bakımından, bugün yapılan yargılamadan, hem ortaya çıkış ve hem de sonuçları bakımından farklı özellikler taşımaktadır. Diyarbakır’daki KCK davası ile ilgili Cumhurbaşkanı Gül’den Taha Akyol ve Derya Sazak’a kadar geniş çevrelerce dile getirilen bir diğer yorum ve değerlendirme ise, “davanın güç gösterisine dönüştürülmemesi”, “adil bir yargılamanın yapılması” biçimindedir. İlk bakışta “iyi niyetli” gibi gözüken bu yorum ve değerlendirmelerin, bu davanın ‘siyasi’ bir dava olduğu gerçeğini karartmaya hizmet ettiğinin altı çizilmelidir. Dolayısıyla bu davada ‘adil’ olup olunmaması, devletin Kürt halkının istemlerinin ne kadarını karşılayıp karşılamayacağı ile dolaysız bir bağlantı içindedir. Öte yandan davanın “güç gösterisine dönüştürülmemesi”ni söylemek, aslında Kürtlere kaderlerine razı olmalarını söylemekten başka bir anlam taşımamaktadır. Çünkü zaten yapılan operasyonlar, tutuklamalar ve süren yargılama Kürt ulusal hareketine karşı devletin bir güç gösterisidir. Ve yargılanan Kürt siyasetçiler, “anadilde savunma” tutumunu geliştirerek, Kürt ulusal mücadelesinin en öncelikli talebi olan Kürtçenin eğitim dili olması ve kamusal alanda kullanımı önündeki engellerin kaldırılması talebini gündemleştirerek, devlete yanıt vermiştir. Bu temelde Bölge’de ve ülkenin çeşitli kentlerinde Kürt halkı ve demokrasi güçlerinin yargılanan Kürt siyasetçilerle dayanışma ve anadilde savunma talebini desteklemek için yaptığı eylem ve etkinlikler, davanın ulusların hak eşitliği ve demokratikleşme mücadelesinin bir ‘muharebesi’ olarak anlam kazandığını göstermiştir. Zaten bu davayı “önemli” ya da “tarihi” kılan da, ülke egemenlerinin Kürt ulusal hareketini tasfiye etme/etkisizleştirme ve ‘bireysel haklar’a dayalı “çözüm”ü ile Kürt halkı ve demokrasi güçlerinin özerklik ve eşit haklara dayalı birlikte yaşam talep ve mücadelesinin bir arenası olarak anlam kazanmış olmasıdır.

Öyleyse, gerek ortaya çıkışının ve gerekse sonuçlarının siyasi olduğunu/olacağını söyleyebileceğimiz bu davanın neden “önemli” ya da “tarihi” olduğunu anlamak için arka planda yaşanan gelişmelere bakmak gerekiyor.

1. İKİ UÇLU BİR POLİTİKA OLARAK ‘AÇILIM’

2009 29 Mart seçimleri öncesinde AKP Hükümeti, TRT-Şêş’in açılmasıyla Kürtlerde sorunu çözeceği yönünde beklenti yaratma hamlesinden Bölge’de tarikatların etkin olarak kullanılmasına ve halkın yoksulluğunun ianeci politikalarla oya dönüştürülmeye çalışılmasına kadar birçok aracı kullanmasına rağmen, Kürt ulusal hareketi, elindeki belediye sayısını ikiye katlayarak, seçimlerden güç ve etkisini arttırarak çıkmıştı. Kürt siyasetçilere karşı KCK operasyonları, işte böylesi bir süreçte, seçimlerin hemen ardından, Nisan 2009’da, seçimlerde “KCK’nin halka baskı kurduğu” gibi söylemler eşliğinde başlatılmıştı. Bu operasyonların başlatılmasından birkaç ay sonra da, Ağustos 2009’da, AKP’nin İçişleri Bakanı Beşir Atalay’ın koordinatörlüğünde ‘açılım’ politikası ilan edilmiş, yapılan operasyonlarda estirilen havanın tersine toplumun geniş kesimlerinde artık sorunun çözüleceği beklentisi yaratılmıştı. Ama bir yandan hükümet ve ‘açılımdan sorumlu’ Bakanı Atalay; üniversitelerde Kürdoloji bölümlerinin açılmasından okullarda Kürtçenin seçmeli ders olarak okutulabileceğine, Kürtçe yer isimlerinin geri verilmesinden devletin kolluk güçlerinin halkı bezdiren aramalarının kaldırılmasına ve TMK mağduru çocuklarla ilgili düzenlemelere kadar birçok demokratik adımın atılacağını söylerken, öte yandan operasyonlar devam etmiş ve Aralık ayında aralarında belediye başkanlarının olduğu yüzlerce Kürt siyasetçi tutuklanmaya devam etmişti. Bu gelişmeler karşısında, hükümetin iki yönlü politikasını anlayamayan çeşitli “sol” ve liberal çevreler, AKP’yi “tutarsızlık”la eleştirdiler ve özellikle belediye başkanlarının tutuklanmasından sonra açılımın bittiği yönünde çeşitli yorum ve değerlendirmeler yaptılar.

Peki, gerçekten ‘açılım’ bitmiş miydi? Başka bir deyişle ‘açılım’ hangi ihtiyaçtan ortaya çıkmıştı ve devlet açılımla neyi çözmek istiyordu?

Öncelikle, ‘açılım’, ABD’nin Irak’tan askerlerini çekeceğini açıkladığı ve bu temelde Türkiye egemenlerine Bölge’de yeni görevler yüklediği/yüklemek istediği bir dönemde gündeme getirilmiştir. ABD, Irak’tan çekilme sürecinde PKK’nin “Bölge’de istikrarsızlık yaratabilecek bir askeri güç” olarak varlığını sürdürmesini istemiyor ve bu sorunu, Türkiye ve Irak (ve Kürdistan Bölgesel Hükümeti) arasında bir işbirliğini geliştirerek, onları kendi Bölgesel politikaları ekseninde birleştirerek çözmeyi amaçlıyordu. Bu temelde Türkiye egemenleri, Irak Bölgesel Kürt Yönetimi ile resmi ilişkiler kurmaya ve onların desteğiyle PKK’yi silahsızlandırıp tasfiye edecek bir politika geliştirmeye yöneldi. Ancak ülke egemenlerinin, ABD ve Irak’ın yanı sıra bugün Suriye ve İran’ı da ekledikleri bu çok yönlü baskılanmaya rağmen Kürt ulusal hareketinin güç ve etkisini koruması ve halk desteğinin giderek artması ve hatta zaman zaman serhildanlar biçiminde gelişen bir boyut kazanması, sorunun çözümünün silah ve çatışma dışı yöntemlerle geliştirilmesini dayatmaktadır. Bunun için içerde yapılması gereken ilk iş, Kürt ulusal hareketini marjinalize edecek, güç ve etkisini kırarak, onu halktan yalıtacak bir politikanın geliştirilmesiydi. İşte ‘açılım’ın uluslararası dayanakları, PKK’nin Kandil’de silahlı bir güç olarak varlığını sürdüremez hale getirilmesi amacıyla ABD ve Irak’taki merkezi ve federe hükümetler tarafından sürekli baskılanması ve öte yandan Türkiye egemenlerinin ülke içinde tasfiyeye uygun koşullar yaratması biçiminde özetlenebilecek politikalar üzerine kurulmuştur.

Ülke içinde tasfiyeye uygun koşulların yaratılması amacıyla, ‘açılım’, iki uçlu bir politika olarak gündeme getirildi. Bir yandan Bakan Atalay, ‘açılım’ politikası temelinde kısa, orta ve uzun vadede yapılacakları açıkladı (Kürdoloji bölümlerinin açılması, yol kontrollerinin ve yayla yasaklarının kaldırılması, Kürtçe yer isimlerinin iadesi ve yeni anaysa yapılması vb.), ama öte yandan da, Kürt ulusal hareketinin (KCK’nin) demokratikleşme yönünde atılmak istenen adımları baltaladığı/baltalamak istediği söylemi eşliğinde operasyonlar devam ettirildi. Aslında yapılmak istenen açıktı, AKP, Kürt sorununu değil, Kürt hareketini çözmek/etkisizleştirmek istiyor ve bu amaçla Kürt halkını yedeklemeye ve böylelikle ulusal hareketi tasfiyeye hizmet ettiği oranda  “bireysel haklar” çerçevesi içinde kimi adımlar atmayı planlıyordu.

Demek ki, Kürt legal siyasetine yönelik yapılan KCK operasyonları, ‘açılım’ politikasıyla çelişmek bir tarafa, bu politikanın varlık nedeni durumundaydı. Zaten 2009 Aralık’ında, çeşitli çevrelerden belediye başkanlarının tutuklanmasına karşı tepkiler yükselirken, ‘açılım’ politikasının adeta resmi yayın organı gibi çalışan (‘açılım’ı “demokratikleşme projesi” olarak sunan) Taraf gazetesinin emniyet kökenli yazarı Emre Uslu, KCK operasyonlarının açılım politikasının bir parçası olduğunu açık açık söylüyordu: “KCK’nın bitirilmesi Açılım sürecinin sağlıklı ilerlemesiyle doğrudan ilgili (…) bu yapılanmaya yönelik operasyonlar yapılacak ve yapılmalı da.” (Emre Uslu, Taraf, 26.12.09) Yine geçtiğimiz günlerde KCK Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan’ın Radikal’den Ertuğrul Mavioğlu ile yaptığı röportajı değerlendiren Murat Yetkin de, aynı gerçeğe işaret etmektedir: “PKK Ankara’nın ne yapmak istediğini anlamış. Başbakan Tayyip Erdoğan ve hükümetinin ikili bir hat izlediği, bir yandan ıçişleri Bakanı Beşir Atalay koordinasyonunda diyalog ve demokratikleşme doğrultusunda hamleler yapıldığı, diğer yandan da ABD ve NATO desteği aranarak PKK’ya fiziksel darbe indirilmeye çalışması tespiti doğru.” (Radikal, 28.10.2010)

‘Açılım’ politikasının gündeme getirildiği günden bu yana yaşanan gelişmelere bakarak söyleyecek olursak; ‘açılım’ nasıl ki iki uçlu bir politika olmuşsa, bu politikanın ortaya çıkardığı süreç de iki yönlü bir gelişme göstermiştir. Hükümetin/devletin Kürt ulusal hareketinin etkisini kırmak amacıyla gündeme getirdiği/tartıştırdığı her adım, tersi bir sonuç doğurarak, Kürt ulusal hareketinin taleplerinin meşruiyet zeminini genişleterek egemenleri daha fazla açmaza sokan bir hal almıştır. Bir adım ileri iki adım geri giden bu zikzaklı politika, işte böylesi bir siyasal zeminin sonucu olarak ortaya çıkmıştır.

2.  SİLAH İLE SİYASET KAVŞAĞINDA BİR DAVA

Diyarbakır’da 104’ü tutuklu 153 Kürt siyasetçinin yargılandığı KCK davasının iddianamesi, Kürtlere lagal siyaset yapma yollarının kapanması ve bu temelde yapılmış etkinliklerin suç olarak gösterilmesi mantığına dayanmaktadır. 7500 sayfayı aşan KCK iddianamesi, her şeyden önce “suç işleyecekleri öngörülen” Kürt siyasetçilerin ortam ve telefon dinlemeleri üzerine kurulmuş olması bakımından kurmaca bir iddianamedir; bu yönüyle, zaten suç icat ederek Kürt siyasetçilerin tasfiyesi, etkisizleştirilmesi amacıyla oluşturulmuştur. İkinci olarak, iddianamede suç olarak gösterilen bütün eylem ve etkinlikler, legal siyaset zemininde gerçekleştirilmiştir. Seçimlerde aday belirleme sürecinde yapılan görüşmeler, kadınlar tarafından gerçekleştirilen etkinlikler, çevreyle ilgili eylem ve etkinlikler (Ilısu Barajına karşı yapılan Hasankeyf eylemleri, festivalleri), yapılan gençlik şenlikleri, Irak Kürdistan Federe Yöneticileri ile yapılan görüşmeler, belediyecilikle ilgili faaliyetler, Mezopotamya Sosyal Forumu’nun düzenlenmesi, Azadiya Welat gazetesinin desteklenmesi, iddianameye göre, işlenen suçlar arasında yer almaktadır. Bu iddianamenin mantığına dair söylenebilecek bir diğer önemli nokta da, dava kapsamında hangi Kürt siyasetçilerin yargılanacağından, yargılanan Kürt siyasetçilerin hangilerinin tutuklu olup olmayacağına kadar her yönüyle politik hesaplar üzerinden kurulmuş olmasıdır. Başka bir deyişle, bu dava, Kürt ulusal hareketinin hak istemli her eylem ve etkinliğini suç olarak gösteren, ama bu “suç”u işleyen Kürt siyasetçilerin sadece bir kısmının yargılandığı bir davadır ve bu nedenle burjuva basın yayın organlarında yazan/değerlendirme yapan birçok yazar ve yorumcu da, davanın aslında Ankara’dan yönetildiğini söyleyerek, bu duruma işaret etmektedir.

Aslında BDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’ın “Partimizde bulunup da yargılanmayan, ceza almayan hiçbir arkadaşımız kalmadı. 1-2 yıl içinde bütün BDP’liler ya cezaevine girecek ya da tırnak içinde söylüyorum, sicili bozulan siyasetçiler olacaktır. Siyasi bir soykırım ile karşı karşıyayız. Bunun bilinmesi lazımdır.” açıklaması durumu özetlemektedir: Devlet/egemenler, Kürt halkına kendi “çözüm”lerini dayatmak; daha doğrusu “bireysel kültürel haklar” çerçevesine oturan kendi çözüm politikalarını demokratik ve eşitlikçi gösterebilmek için, Kürt siyasetinin tasfiyesine, en azından gücünün kırılıp bölünmesine ihtiyaç duymaktadır. KCK iddianamesi ve Diyarbakır’da süren yargılama, bu hedef doğrultusunda gündeme getirilmiş bulunmaktadır.  Burada, yine Kürt hareketini bölme arayışının somut bir ifadesi olması bakımından, İstanbul’da TAK’ın üstlendiği canlı bomba eyleminin ardından (ki, bu eylem KCK tarafından açık bir dille kınanmıştır), Ahmet Altan’ı ve Yasemin Çongar’ıyla, Taraf yazarlarının “PKK’nin ikiye bölündüğü” ve “bu bölünmenin hayırlı bir bölünme olduğu” yönünde yaptıkları değerlendirmeleri hatırlatmak gerekiyor.

Egemenlerin bütün çabalarına rağmen, öncesi bir yana, 2009’daki yerel seçimler öncesinden bugüne, Kürt ulusal hareketini etkisizleştirmeye, bölmeye yönelik olarak geliştirilen politikalar ters tepmiş, Kürt ulusal hareketi bu süreçten güç ve etkisini arttırarak çıkmıştır. Son KCK davasında, tutuklu Kürt siyasetçilerin anadilde savunma tutumu ve mahkemenin bu talebi reddetmesi sonrasında halkın bu talebi savunmak üzere alanlara çıkması da, hem yargılamayı yapanların teşhir olmasına, hem de devletin bu manevrasının da boşa düşürülmesine olanak sağlamıştır. Bununla birlikte, mahkemede anadilde savunma yapma talebinin devletin kurucu metinlerinden Lozan Anlaşması (anlaşmanın azınlıkların kendi anadillerinde savunma yapma hakkı olduğuna vurgu yapan 39. Maddesi) üzerinden yapılması, devletin kuruluş felsefesinin tartışılmasının önünü açması bakımından önem taşımaktadır. Bu gelişmelere bağlı olarak, BDP’nin de bundan sonraki bütün gözaltı, savcılık ve mahkemelerde Kürtçe konuşma kararı, devletin hamlesine karşı bir cevap olarak anlam kazanmış bulunmaktadır.

Kürt sorununda çözümün kendini her geçen gün daha fazla dayattığı, egemenlerin sorunun üstünü örtme, çözümü geçiştirme olanaklarının ortadan kalkmaya başladığı bir süreçte yapılan KCK yargılamaları, önümüzdeki süreçte sorunun ve çözümünün nasıl bir seyir izleyeceğinin kavşaklarından biri durumundadır. Devlet, bugün artık Kürtlerin varlığını kabul ettiğine göre, onların ulusal demokratik istemlerini karşılamaya yönelik politikalar geliştirmeli, bu temelde öncelikli olarak silahı, çatışmayı devre dışı bırakmak üzere PKK’nin (KCK olarak) ülkede siyaset yapabilme kanallarını açmalı, müzakere süreci başlatılmalıdır. Bu yönde atılacak ilk adım, KCK davasında yargılanan tutukluların serbest bırakılması ve davanın kapatılmasıdır.

SONSÖZ: DAVA DEMOKRASİ MÜCADELESİNİN BİR OLANAĞI HALİNE GETİRİLMELİDİR!

Gerek bölgesel gelişmeler ve gerekse Kürt ulusal mücadelesinin kazandığı boyutun “çözüm”ü dayattığı bir süreçte gerçekleştirilen ve Kürt ulusal hareketinin temsilcilerinin, dolayısıyla Kürtlerin ulusal taleplerinin yargılandığı KCK davasının bugün süren mücadelenin bir muharebesi olarak anlam kazandığını belirtmiştik. Hangi niyetle yapılırsa yapılsın, devletin Öcalan’la görüşmesinin Kürt sorununun çözümünün muhataplarıyla konuşulmasını normalleştirdiği, PKK’nin seçimlere kadar uzattığı ateşkes ile silahsız çözüm olanaklarının genişlediği ve ülkenin bir genel seçim havasına girdiği bir süreçte yapıldığı/yapılacağı dikkate alındığında, bu davanın, Kürt sorunun çözümü, demokratikleşme ve halklar arasında barış ve kardeşliğin sağlanması mücadelesinin bir olanağı haline getirilmesinin koşulları fazlasıyla mevcuttur. Ve sadece Kürt sorununun çözümü değil, bir bütün olarak ülkenin demokratikleştirilmesi; emek, barış ve demokrasi güçlerinin bu olanakları gerçekliğe dönüştürmesinden geçmektedir.



* 49’lar Olayı, Irak’ta 1958’de Kral Faysal’ı deviren General Abdülkerim Kasım ile ittifak kuran Molla Mustafa Barzani 1959’da Musul’da yaşanan ayaklanmayı bastırırken iki Türkmen’in ölmesi üzerine, Kürtlerin güçlenmesinden rahatsız olan Türkiye egemenlerinin bir tepkisi olarak ortaya çıkmıştı. Dönemin Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın “Taksim Meydanı’nda bin Kürdü sallandıralım ki, diğerlerine ibret-i âlem olsun” demesi ve Irak’ta öldürülen Türkmen kadar Kürdün öldürülmesi tartışmasının yapılması karşısında 102 Kürt öğrencinin TBMM’ye ve bazı ülkelerin büyükelçiliklerine tergraf çekmesi ve aynı dönemde Diyarbakır’da çıkan ıleri Yurt gazetesinde Musa Anter’in Qimil (Kımıl) adlı Kürtçe şiirinin yayımlanması gerekçe yapılarak, 17 Aralık 1959’da 50 Kürt genç ve aydını tutuklanmıştı. Tutuklulardan Ankara Hukuk Fakültesi son sınıf öğrencisi Mehmet Emin Batu’nun mide kanamasından ölmesi üzerine geriye 49 tutuklu kaldığı için davaya 49’lar Olayı/Davası denilmiştir.

AKP’nin Dış Politikası -2-

Büyük Hedefler, Değişmeyen Küçük Hesaplar

Yazımızın birinci bölümünü noktalarken, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun izlemeye çalıştığı politikanın “çıkar hiyerarşisini gözeten” yani kendi adına da çıkar hesapları yapmakla birlikte büyük patronun çıkarlarına her zaman öncelik tanıyan ama bunu kurnazlıklarla delmeye çalışan bir çizgi olduğuna işaret etmiştik.

Güncel gelişmeler bu tespiti doğrulayan iki olayı getirip önümüze koydu.

Lizbon’da yapılan NATO Zirvesinde, “komşularla sıfır sorun” politikasının kurucuları Ahmet Davutoğlu ve Abdullah Gül, ABD’nin ve AB’nin dayatmasıyla “Füze Kalkanı” projesinin Türkiye’de yer bulmasına onay verdiler.

İkinci olayda da en sorunlu komşu üzerinde, yine Davutoğlu’nun teorisine göre “Merkez Ülke” konumuyla “Büyük Ağabey” rolü oynamak isterken, Irak’ta tam bir başarısızlığa uğradılar.

Geçen ay kaldığımız yerden devam etmek, olayların gerisinde kalmaya yol açabilirdi, o yüzden yazımızı yeniden ele almak zorunda kaldık.

LİZBON’DA NELER OLDU?

1990 yılından itibaren NATO dünyada hâlâ neden varolduğunu açıklamakta güçlük çeken bir örgüt haline gelmişti. SSCB’nin nükleer bir süper güç olarak ABD karşısında bir tehdit konumunda bulunduğu koşullarda kurulmuş olan ve dünyayı komünizm tehlikesinden korumak adına güçlendirilen bu kuruluş, hedefini kaybettikten sonra dağılmadı. SSCB önderliğinde kurulmuş bulunan Varşova Paktı dağılmış, dolayısıyla NATO simetrik askeri güçten de yoksun kalmıştı. Üye ülkelere askeri bakımdan hayli ağır bir mali yük getirmekle kalmayıp aynı zamanda iç siyasi ilişkilere de burnunu sokan NATO, örgütlenmesi itibariyle orta boy bir devlet kadar teşkilatlı ve legal illegal pek çok ilişkiyi kontrol edebilir durumdaydı. Dağıtılması kolay değildi ve her şeyden önce buradan beslenen pek çok ilişkinin yok edilmesi de emperyalist kontrol sisteminde büyük bir boşluk doğurabilecekti. Yalnızca askeri bakımdan değil, siyasi bakımdan da etkisini bütün üye ülkelerde hissettiren böylesine devasa bir örgütün ortadan kalması, dünyadaki Amerikan hegemonyasında telafisi mümkün olmayan boşluklar doğururdu.

Bu yüzden NATO dağıtılamadı. Dağıtılmasına ilişkin tartışmalar ise hemen kesildi. Bununla birlikte örgütün varlığının devam etmesini bir gerekçeye bağlamak gerekiyordu ve bu olmaksızın üyeliğini bin bir nazla sürdüren bazı Avrupa ülkelerinin yanı sıra, Dünya kamuoyunu da ikna etmek güç olacaktı.

Afganistan, Irak ve İran’ın düşman ilan edilmesi, Kuzey Kore, Küba, Suriye gibi ülkelerle birlikte bunların “haydut devletler” olarak tanımlanması NATO’nun varlığını sürdürmek için yeterli bir zemin hazırlıyordu. Ancak bu devletlerin kendilerine yüklenen bu suçlamaya delil olacak bir şeyler yapmaları da gerekiyordu ki NATO operasyonel olarak varlığına ihtiyaç duyulan bir güç olabilsin. Sırayla “İslami Terör” ve Saddam Hüseyin hayaletleri böylece ortaya çıktı.

NATO’nun yaşatılması önünde herhangi bir psikolojik engel kalmamıştı. Eğer düşman kalmadıysa yeniden yaratılabilirdi. Yaratılmalıydı, çünkü NATO çok büyük bir sermaye hareketi demekti ve onun yokluğunda ciddi bir para, askeri bürokratik mal ve hizmet alanı ortadan kalkacaktı ve bu belki de, dünya kapitalizminin merkezlerini bütün olağan ekonomik krizlerden daha fazla sarsabilecekti.

NATO şimdi tartışılır olmaktan çıkarıldı ama onun başlıca varlık nedeni olan askeri harcamaların sürdürülebilmesi için yeni alanların açılması gerekliliği ortada duruyor. Bir yandan olası bir emperyalist savaş içinde karşı ittifaklara darbe vurabilecek hazır kuvvet olması bakımından, diğer yandan emperyalist hegemonyanın en örgütlü silahlı gücü olması bakımından ona duyulan ihtiyaç, aynı zamanda kendi maliyesini geliştirip yönetmesine imkân verecek harcamalar listesini de zorunlu kılıyor.

“Füze Kalkanı” projesinin büyük ölçüde bu ihtiyaçtan doğduğu açıktır. Milyarlarca dolarlık bir sermaye dolaşımı alanı açan bu proje emperyalist ekonominin nefes deliklerinden biri olabilecektir. Askeri ekonominin en temel özelliği, üretilen malın –silah ve cephane, askeri elektronik ve mekanik teknoloji vs- süratle tüketilmesi ve sermaye devrini hızlandırmasıdır. Eğer tüketilmiyorsa kâr getirici olmaktan çıkar.

Ortadoğu, temel sosyal ve tarihsel gerçeklerinin kolaylaştırıcı etkisi dolayısıyla ve elbette sahip olduğu zengin enerji kaynakları yüzünden, emperyalistlerin ilgi odağıdır ve buradaki her hareket denetim altında tutulmak istenir.

Türkiye, AKP iktidarıyla birlikte bölgede “kendi hesabına işler çevirmeye çalışan” bir hükümete sahip olduğu kuşkusu uyandırdı.

Denetim dışı ve palanları bozan bir çizgi izlenmesine ilişkin en küçük belirtiler bile emperyalist denetimin etkili olduğu bütün dünya basınında ve Türkiye medyasında gürültüler çıkardı. “Eksen Kayması” tartışmaları, bu nedenle ortaya çıktı.

Oysa bu görünüşte “yeni” olan eğilimin başında Ahmet Davutoğlu vardı ve onun NATO ve genel olarak Batılı emperyalistlerin politikaları hakkındaki görüşü çok önceden biliniyordu.

Şu tespitler ona aittir:

Uluslararası fiilî güç kullanım kapasitesi bakımından Soğuk Savaş sonrası dönemin yegâne örgütlü gücü olan NATO’nun bu dönemde üstlenmeye yöneldiği düzen kurucu ve koruyucu rol, bu örgütün özellikle Avrasya’yı doğu-batı doğrultusunda kuşatan ve kuzey-güney derinliğinde kesen jeopolitik hatlar üzerindeki stratejik derinliğini güçlendirmeyi zorunlu kılmaktadır. Soğuk Savaş dönemindeki çift kutuplu statik dengenin dağılması ile ortaya çıkan jeopolitik boşluk alanlarının denetim altına almaksızın kalıcı bir uluslararası düzen oluşturabilmek mümkün değildir.” (Davutoğlu A. 2010, s. 232)

Çok açık bir biçimde, NATO’nun, SSCB’nin ve Varşova Paktı’nın dağılmasından sonra işlevini yitirmediğini,  aksine, bir dünya hakimiyeti aracı haline geldiğini tespit eden bu satırlardan sonra Davutoğlu, bu geniş ve “derin” strateji içinde Türkiye’nin rolünün ne olabileceğini tartışıyor. Vardığı sonuç şudur: “…Türkiye, NATO’nun yeni küresel stratejik misyon tanımlaması için vazgeçilmez bir öneme sahiptir.” (Davutoğlu A. 2010, s. 233)

Pazarlık gücü artmıştır, jeopolitik konumu dolayısıyla “çok aktörlü güçler dengesi yapılanması içinde” pozisyonu güçlenmiştir. Bu yüzden, “Türkiye’nin bölgesel politikaları ve tercihleri ile NATO’nun küresel misyon tanımlaması … arasındaki uyum meselesi…” önümüzdeki dönemin en önemli problemi olacaktır.

Yaşanan durum budur ve elimizdeki örnek, bu “uyumun” nasıl sağlanacağını göstermiştir.

NATO ve ABD’nin “küresel misyonu” yanında, Türkiye’nin bölgesel politikaları ve tercihleri, tümüyle geçersiz ve anlamsız kalmıştır.

Sarkozy’nin ifadesiyle “kedi”nin adı anılmamış, ama ortada bir “kedi” olduğunu bildiren sonuç bildirgesini Türkiye de imzalamıştır.

Oysa, Türkiye’nin bölgesel politikaları ve tercihleri hakkında yapılan propaganda başta İran olmak üzere, tüm komşularla “sıfır sorun” hedefine yönelmişti, dostane ilişkiler, “derin strateji” yani tarihten gelen bağlar, Osmanlı mirası vs. sayesinde geliştirilerek, yepyeni bir Ortadoğu çehresi yaratılacaktı.

Küresel politika, bu yerel ve “ulusal” hevesin önünü tıkamıştır. Büyük ve tayin edici uluslararası politikalar söz konusu olduğunda bunun bölgesel tercihler yüzünden delinemeyeceği “kesin ve stratejik biçimde”  karara bağlanmıştır.

Davutoğlu’nun NATO ile ilgili amaçları arasında bir başka iddialı olan daha vardır.

Ona göre, NATO bugüne kadar Türkiye’yi “stratejik ortak olarak değil, ucuz insan gücü icab ettiğinde kullanılabilecek bir destek stratejik kaynak gibi görmekte”dir. (Davutoğlu A. 2010, s. 236)

Öyleyse şimdi yapılması gereken, NATO’ya, Türkiye’nin bölgede sözü dinlenen güçlü ve büyük bir devlet olduğunu göstermek, eğer uygulanacak bir politika oluşturulacaksa, bunun herkesten önce Türkiye’nin kurucu aktör olarak katıldığı bir süreçte inşa edilmesini kabul ettirmek gerekir.

Peki, bu ne kadar mümkündür ve şu anda yaşadıklarımız bunun gerçekleşebilir olduğu konusunda nasıl bir işaret vermiştir?

Açıktır ki, izlenmeye çalışılan bölge stratejisinin gereği olarak yapılması gereken şey, İran’a yönelik olduğu çok açık olan (kimse bunu gizlemiyor zaten) Füze kalkanı Projesini tümüyle ve ilkesel olarak reddetmekti. Ancak böylece bütün Batı bloğunun “terörist diktatörlük” olarak ilan ettiği komşu ülkeye güven verebilirdi. Ancak böylece Türkiye ile İran arasında bölgenin geleceğini birlikte düşünmeye yönelik adımlar atılabilir, Chavez’in Venezüella’dan kalkıp gelerek yapmaya çalıştığı şey, kapı komşusu bir ülke olarak Türkiye tarafından denenebilirdi. Yani, ABD’nin küresel tahakkümüne karşı olanakları birleştirmeye çalışmak, halklar arasında antiemperyalist bir dayanışma duygusu yaratmak…

Füze Kalkanı’nı İzmir’e yerleştirmeye evet diyerek bu olmaz.

İran’ı, adının belgede geçmediğini söyleyerek yatıştırmaya çalışmak ve hâlâ dostluğunun devam ettiğini söylemek ise en küçük bir inandırıcılık taşımamaktadır.

Böylece, “derin strateji”nin en temel unsuru Lizbon’da ağır bir darbe almıştır. “Komşularla sıfır sorun” saf bir ütopyaya dönüşmüş, onlarla sorunu olan ABD ve Fransa’nın yanında durulmuş, sonuçta da Türkiye, 56 yıldır neredeyse yine orada kalacağını göstermiştir.

Böylece, Zirve’de elde edilen sonucu tam bir başarı olarak göstermeye çalışan büyük medyanın iddiası da tam bir boşluğa düşmüştür. NATO’da “kendisine söyleneni yapan Türkiye’nin yerini, NATO’nun en önemli aktörlerinden biri olan ve söylediklerini NATO konseptleri haline getiren bir Türkiye almış[1] değildir.

“MERKEZ ÜLKE”NİN ATLAYAMADIĞI HENDEK

Irak’taki hükümet bunalımı, istikrarlı ve kendi yanında olduğuna güvenebileceği bir hükümet isteyen Türkiye’nin ciddi müdahalelerine sahne oldu. Son olarak Talabani, kendisini Cumhurbaşkanı olarak görmek istemediğini söyleyerek Türkiye’yi suçlayan bir açıklama yaptı; sonra bunu geri aldı, ya da haber tamamıyla uydurmaydı!

Ancak Talabani ile Türkiye arasındaki bu limoni durum bir gerçek.

Türkiye Dışişleri Bakanlığı, yaklaşık dokuz aydır hükümet bunalımı yaşayan Irak’ta, Sünni Arap Milliyetçilerinin ve İslamcıların ağırlıkta olduğu bir hükümet kurulması yönünde bütün etkisini kullandı. Bunun karşısında laik Şiilerin ve Baasçı Arap milliyetçilerinin oluşturduğu İyad Allavî listesi bulunuyordu. Parlamento seçimlerini Türkiye’nin desteklediği taraf kazandı. Ancak hükümet kurulması aşamasında uzlaşma sağlanamadı ve Mart’ta yapılan seçimlerden bugüne kadar bir hükümet kurulamadı.

6 Kasım’da Ahmet Davutoğlu, ilan edilmiş programının dışına çıkarak Irak’a beklenmedik bir ziyaret gerçekleştirdi… Türkiye’nin büyük medyası, bu baskın ziyareti, Davutoğlu’nun Irak’a hükümet kurmaya gittiği biçiminde verdi.

Olaya ilişkin sonraki gelişmeler bu yazının konusu bakımından önem taşımıyor.

Şimdi olup bitenlere Davutoğlu’nun “derin strateji” teorisi açısından bakalım.

Yaklaşık 580 sayfalık bir kitap halinde yayınlanan “Stratejik Derinlik” adlı kapsamlı çalışmasında Davutoğlu, günümüzün bütün olaylarını, ABD’nin Soğuk Savaş ve sonrası dönemlerde değişen stratejisinin şekillendirdiği bir dünya üzerinden yorumlamaktadır. Başka bir deyişle, ABD günümüz dünyasının uluslararası sisteminin kurucusu ve yeryüzünde düzenin koruyucusu olarak değerlendirilmiş, Türkiye’nin izleyeceği yol da bu temel değerlendirmeyi veri olarak kabul etmek üzerine tasarlanmıştır. Kuşkusuz yer yer diğer emperyalist güçler de analize konu edilmiştir, ama bunlar küreselleşme sürecini tersine çevirebilecek faktörler olmadığından esas değerlendirmeyi etkilememektedir.

ABD’nin Ortadoğu’ya ilişkin stratejisi hakkında Davutoğlu şunları söylüyor: “ABD gerek Soğuk Savaş döneminde gerekse Soğuk Savaş sonrası dönemde iki temel parametre arasında diplomatik ve stratejik bir uyum kurmaya çalıştı; Bölgenin küresel jeopolitik ve ekonomik dengeler içindeki rolü ve bölge-içi güç yapılanması. (Davutoğlu A. 2010, s. 342)

Hem Ortadoğu’daki enerji kaynaklarını kontrol altında tutmak, hem de (bu nokta daha önemli) bölgede siyasal mekanizmaların işleyişi üzerinde belirleyici olmak birbirine bağlı iki hedeftir. Davutoğlu, birinci hedefin ikinciyi mali bakımdan desteklemek için gerekli olduğunu söylüyor. Böylece, gerek Soğuk Savaş döneminde gerekse Soğuk Savaş’ın sona ermesi ve sonra da SSCB’nin bölgedeki kısmi hegemonyasının ortadan kalkmasıyla, ABD bürokratik diktatörlükleri de monarşileri de kendisine yakın olma dışında hiçbir kriter gözetmeksizin desteklemiştir. Çünkü önemli olan “bölge içi güç yapılanması”dır ve burada halk kitlelerinin talepleri (ve örneğin Doğ Avrupa’da olduğu gibi rejim değiştirmeye yöneltilmeleri) ABD’nin istediği bir şey değildir. Davutoğlu’nun da kabul ettiği gibi, Ortadoğu’da kitleler bir kez ayağa kalktığında onları istenilen biçimde denetim altında tutmak ve yönlendirmeye devam etmek hayli risklidir. Öyleyse, öteden beri muhalif olan güçler “düzen içine” çekilmeli, ABD planları doğrultusunda işbirliğine zorlanmalıdır. Davutoğlu buna örnek olarak FKÖ’yü veriyor. Diğer yandan İran’ı bloke etmek için Irak’ı savaşa ikna etmek, sonra da Irak’ı sistem dışına çıkarmak için Birinci Körfez Savaşı’na sebep olan olayları başlatmak, aynı stratejinin küçük uygulamalarıdır.

Davutoğlu, çok yakından tanıdığı ve belki de kuruluşunda rol oynadığı bu stratejinin şimdi Dışişleri Bakanlığını yaptığı Türkiye için hangi olanakları doğuracağını hesaplarken, ABD’nin yöntemlerini de kendi çapında uygulamaya girişiyor.

Irak’a yapılan siyasi müdahale bu bakımdan önemlidir. “Güç yapılanması” denilen iş, belli bir siyaseti yürütmeye uygun yerel aktörleri birleştirmek, karşı olanları bloke etmek, uygulanacak bir siyasi plan sunmak ve bunu denetlemek üzerine kuruludur.

Irak seçimleri ve sonrasında Türkiye bu yolu izlemeye çalışmıştır. Bunu yaparken de, özellikle İran’ın Irak üzerinde etkili olmasını engelleyecek bir sentez yapmaya çalışmıştır. Şiileri hükümet dışında tutmaya çalışmış, bunun için Laik Şiilerle Baasçı milliyetçilerin karşısına, Sünni İslamcılarla Arap milliyetçilerinin birliğini çıkarmayı denemiştir. Bu planın pürüzlü bir noktası, Kürtleri de bir biçimde eskiden olduğu gibi Barzani ve Talabani taraftarları biçiminde bölmeye çalışmasıydı. Talabani, “Türkiye yanlış ata oynadı” dese de demese de, gerçek buydu ve onun cumhurbaşkanı olmasını Davutoğlu siyaseti kabul etmiyordu.

Bu durum çerçevesinde Türkiye, önümüzdeki yıllar içinde Irak’ı boşaltma kararını açıklamış olan ABD’nin yerini doldurmaya kendisini aday olarak gören bir ülke olarak, içişlerinin yapılandırılmasında ve yönlendirilmesinde hak sahibi olduğu düşüncesine iyice alışmış vaziyettedir. Davutoğlu’nun bizzat yönettiği operasyonun basit bir deneme olmadığını söylemek gerekir.

Burada eleştirilmesi gereken şey, bazı köşe yazarlarının yaptığı gibi Davutoğlu’nun doğru ata oynayıp oynamadığı değil, böyle bir politikayı, yani komşu ülkenin içişlerine yönetimi belirleme düzeyinde karışma yanı olmalıydı. Yani Davutoğlu, o birliği değil de ötekini desteklemiş olsaydı, doğru mu yapmış olacaktı? Türkiye’ye güdük bir emperyal rol beğenip bunun nasıl gerçekleşebileceği üzerine teori yapmak, hükümet yağdanlığının bir başka biçimi halini aldı.

Buradan çıkarılacak sonuç şu oluyor: Türkiye yeni dış politikası çizgisiyle, bir yandan Osmanlı İmparatorluğunun bir zamanlar egemen olduğu geniş coğrafya üzerinde onun mirasını sahiplenerek politika yürütmeye çalışırken, kendi gücünü, imkânlarını, etkisini değil, ABD’nin artıklarını kullanmaktan başka bir yol bulamamaktadır. Ama bunu yaparken de, “kendisine özgü renkler ve çizgiler” yaratma adına, şimdi ilgilendiği ülkelerin (örneğin Irak’ın) iç politikasını tayin edebilmek için, eğer mümkünse kendisine ideolojik olarak yakın bulduğu İslamcı parti ya da kişileri etkili kılmaya yönelmektedir.

“Merkez Ülke” olma iddiası, bu noktada gerçekleşme ihtimali bir yana, “nasıl bir merkez” sorusunu da akla getirmektedir. Lübnan’a yaptığı son gezide “Sultan” diye karşılanan Tayyip Erdoğan, dış politikada hareketliliğin iç politikada bereket getirdiğini görmüş olarak, Davutoğlu tarafından çizilen yolu sonuna kadar götürmeye kararlıdır. Ancak bu çizginin, Amerika’nın boşluğunu doldurarak, yine ABD’nin izin verdiği ölçülerde ve onun hedefleriyle uyum içinde yürütülebileceğini de biliyor. Bu aynı zamanda, çizginin ve yapılacak işlerin İsrail’in de onaylaması şartının bulunduğu anlamına geliyor.

Kendince büyük hedefler koymuş olmakla birlikte belirlenmiş bir hat üzerinde yürüme mecburiyetini aşamama sorununu küçük ve kurnazca hesaplarla halledilebileceğini sanmak, herhalde zaferden zafere koşan Osmanlı Sultanlarının değil, ama çöküş dönemi aciz padişahlarının politikası olabilirdi.

SONUÇ

Hatırlayalım, “Stratejik derinlik” tezinin üç temel unsuru vardı: Komşularla Sıfır Sorun, Merkez Ülke, Derin Strateji…

Kısa bir zaman içinde karşılaşılan iki sert virajda ilk iki unsur şarampole yuvarlandı. Üçüncü unsur, yani Osmanlı coğrafyası üzerinde yaşayan halklarla sahip olunan tarihsel bağlar, kültürel ve siyasal kökler üzerinde yükselecek yeni birlik projesi, dumanlı hayaller halinde, kaybettiği zemini arayarak nasıl cisimleneceğini bilmeden havada dolaşmaya devam ediyor… Çünkü bilinmesi gereken temel gerçek odur ki Amerikan atına binerek Osmanlı kılıcı sallamaya çalıştığınızda, yapabileceğiniz tek şey at sahibinin önceden çizdiği çizgi üzerinde bir ileri bir geri gidip gelmekten ibaret olacaktır.



[1] Cengiz Çandar, “Eksen de sağlam NATO’daki yer de”, Radikal, 21.11.2010

Türban Bir Özgürlük Sorunu Mudur?

ÖRTÜNME’NİN ÖYKÜSÜ VE KADIN ÖZGÜRLÜĞÜ

İ.Ö. 1200’de, Asur Yasası’nda hangi kadınların peçe kullanması gerektiği, hangilerinin ise buna hakkı olmadığı konusu ayrıntılı olarak belirlenmişti. Peçe kullanması gerekenler cinselliği ve doğurganlığı yalnızca bir tek erkeğe ait olan “saygın” kadınlar; peçe kullanmaya hakkı olmayanlar ise cinselliği herkese ait olan fahişeler ile köleler idi. Ve, hakkı olmadığı halde peçe takanlar cezalandırılıyordu. Bu kesin ayrımı ortaya koymak üzere, “peçe”nin bunca önemli bir gösterge haline gelmesi, anlaşılacağı gibi, mülkiyetin miras yoluyla babadan oğula geçmesini güvence altına alan “ataerkil aile”nin kurumlaşıp yasalaşması ve devlet güvencesine kavuşmasının sonuçlarından biriydi. Mezapotamya ve daha sonra İran, Helen, Hristiyan ve İslam kültürlerinin tümü, farklı derece ve nüanslarda, yöresel etkileri bugün de süren ataerkil geleneğin biçimlenmesinde rol oynadılar. İ.S. 5. ve 6. yüzyıllarda da, Bizans’ta, cinsiyetlerin birbirinden soyutlanması (haremlik-selamlık), özellikle yüksek sınıflardan kadınların ev dışına çıkarken örtünmeleri ve peçe takma uygulaması geçerliydi. Bu dönemde, Doğu Akdeniz ve Ortadoğu toplumlarını, esas olarak Hristiyanlar ve belirli ölçülerde Yahudiler oluşturuyordu. Sonradan Müslüman toplumların orta ve yüksek sınıflarında görülen bu uygulamaların çoğunun Bizans toplumundan devralınan bu cinsiyetçi kültür mirası olduğu ve kadının cinsellik ve doğurganlığa indirgenmiş varlığını meşrulaştıran ataerki’nin sonucu olduğu izlenmektedir. Türkler, çarşafla, Bizans ve Doğu Hristiyanlarında karşılaşmışlardır. Osmanlılarda örtünme, köylülerden çok, kentli orta sınıflarda geçerlidir. Haremlik/selamlık ayrımı, Osmanlıya Bizans’tan geçmiş bir saray yaşam tarzıdır.. Her üç semavi dinin doğduğu ve yayıldığı Ortadoğu kültüründe, kadınla ilgili pek çok dinsel buyruk ortaktır. Ve hatta örtünme, her üç dinde de mevcuttur. Çünkü ortak kaynaklardan beslenen Doğu Akdeniz ve Ortadoğu kültüründe, tarihsel kökleri derin olan ataerkil aile düzeni’nin ortak meşruiyet zemini olması, en geniş kültürel maddi temeli oluşturmaktadır. Ama bugün İsevi ve Musevi dinsel kültürün egemen olduğu toplumlar, farklı tarihsel süreçleri ve laiklik konusundaki farklı düzenlemeleri nedeniyle, örtünmeyi hayli geçmişte bırakmışlar ve bu toplumlarda örtünrme, bugün sadece kendini dine adamış kadınların sürdürdüğü bir ritüel olarak kalmıştır.

Bütün tek tanrılı dinler, tıpkı İ. Ö. 1200’lerde Asur Yasası’nda yer aldığı şekilde, kadınların giyim kuşamından, mülkiyet hakkı ve erkeğe karşı konumuna, özel hayatındaki davranışına kadar en ince ayrıntılarına dek yaşamının sınırlarını özel olarak çizmişlerdir. Tarihin cilvesine bakın ki, İ. S.1980’li yıllarda,  MEB ve YÖK yönetmelikleri gibi düzenlemelerde de, kadınların giyecekleri kılık kıyafetler en ince ayrıntısına kadar belirlenmiş; adeta başka iş yokmuşcasına, başörtü yasaklama ve yasak kaldırmalar birbirini izleyerek, İ.S. 2010 yılına gelinmiştir.(Dipnot)

Şimdi bu şaka gibi görünen düzenlemelerin; insanlığın son 12 bin yıllık geçmişine –yani avcılık/toplayıcılık ilkel döneminden yerleşik yaşama geçiş ve tarımın keşfine kadar olan süreç hariç– damgasını vuran ataerkil toplum düzenini sürdürmenin nasıl temel dayanakları olduğu anlaşılabilirse, bugünkü türban tartışmalarının da öyle mazisi pek yakın geçmişe ait bir konu olarak kalmadığı görülebilir. Buradan; kadın özgürlüğü ve eşitliği sorununun sadece ataerki ile birleşik bir sorun olarak kalmayıp, onu da kapsamak üzere özel mülkiyet ve sınıf mücadeleleriyle bağı da anlaşılabilir.(dipnot)

Türban tartışmaları, bugün, aslında insanlığın en eski çelişkisi olan ve özel mülkiyetin ortaya çıkışıyla eş zamanlı olan kadın cinsinin erkek cinsi ve özel mülkiyet yararına baskı ve denetim altına alınması olgusunu, bu ezeli sorunu ülkemizde tekrar gündem haline getirmiştir. Türban, bugün, tarihsel bir çelişkinin su yüzüne çıkmış güncel görüngüsüdür. Yine “tarihin cilvesi” demekten alıkonulamayacak bir yanı da, türban özgürlüğü mücadelesi verenlerin azımsanamayacak bir kitlesellikte kadınlar olmasıdır. Türban özgürlüğü mücadelesi veren kadınlar, tarihsel bakımdan Truva atı rolü üstlenmişlerdir. Oysa bütün tarih içinde yer alan kadına yönelik baskı ve denetim araçları, kadınlar dışındaki egemenler tarafından, ataerkil düzenin kurulması ve bekası uğruna gerçekleştirilmişti. Aynı amaçlar için olanaklarını seferber eden bir siyasi akıma, bugün, onca kitlesellikteki kadınlar, gerçekten haklı taleplerini, nesnel olarak “örtü” etme durumunda bulunuyorlar.

AKP, TÜRBAN, KADIN ÖZGÜRLÜĞÜ

Başbakan Erdoğan türbanın üniversitelerde serbest olmasına karşı çıkmanın “gericilik” olduğunu ilan etti. Üniversitelerde bilindiği gibi rektörlerin tutumuna göre türbanın serbest olduğu yerler var, yasak olduğu yerler var. Ardından, türbanın kamusal alana girip girmeyeceği tartışılırken, Cumhuriyet Bayramı Resepsiyonu’nun eşli olarak düzenlenmesi ile, turban, kamusal alana, devletin en üst makamına resmen davet edildi. Esasında devletin bütün üst makamlarına türbanlı ev sahipleri yerleşmişti. Ve bir ilköğretim okulu öğrenci velisinin ağzından, kızının türbanla okula alınmaması üzerine, türban tartışması ilköğretime kadar indi. Cumhurbaşkanı’nın eşi Hayrünnisa Hanım türban konusu ile birlikte tahminen politik konularda ilk beyanatını ilk ve orta öğretimde türbanın serbest olamayacağını söyleyerek verdi. Cumhurbaşkanı onu destekledi. Başbakan Erdoğan bu konuda Cumhurbaşkanı ile aynı görüşte olmadığını açıkladı. vs..

Bütün bu tartışmalar tekrar gündeme gelmeden, türban, zaten kamusal alana başka bir yoldan da çoktan girmişti. AKP’nin yönetimde olduğu bütün belediyelerde ve belediyelere bağlı kuruluşlarda yıllardır türbanlı kadın çalışanlar bulunuyordu. Yöneticilerinin uygun bulduğu başka devlet kurumlarında da türbanlı çalışanlar istisna değildi.

Velhasıl türban tartışması kimbilir kaçıncı kez gündemin ilk sıralarına yerleşti. Gelinen nokta,  türbanın meşruiyet mücadelesini “selametle” olabildiğince geniş bir tartışma süreci içinde tamamlama aşaması. Artık kamuoyu ve hukuk nezdinde türbana en geniş meşruiyet temelini sağlamak amaçlanıyor.

Türban savunucuları, türban özgürlüğünün siyasi bir simge değil, din ve vicdan özgürlüğünün bir gereği olduğunu savunageldiler. Bu savunuyu güçlendiren pek çok gelişme de oldu. Başörtülüleri aşağılayan, onurlarını rencide eden,  isyan duygularını kışkırtan, gerçekten vicdan sahibi herkesin “pes!” diyeceği olaylar yaşandı. Ordu evlerindeki düğünlere giden başörtülü kadınların kapıdan içeri alınmamasından, çocuğunun mezuniyet töreni için gittiği üniversite kapısından çevrilen başörtülü annelere kadar, kamu vicdanının türban mağdurlarını bağrına basması için yapılabilecek her şey yapıldı. Ve bütün bu zulüm, laiklik adına yapıldı. Dinine ve geleneklerine bağlı kesimlerin, “lazım değil böyle laiklik!” diyesi geldi! Aslında türban özgürlüğüne en güçlü desteği, görünüşte en sıkı türban karşıtları vermiş oldu. AKP iktidarından önce türbanlılar, eli sopalı rektörler ve eli silahlı ordu temsilcileri tarafından devlet eliyle kovalanırken, AKP iktidarıyla durum tam tersine döndü. Devletin şefkatli elleri türbanlı başları sıvazladı. Yani her iki halinde de, devletin eli türbanın üstünde oldu. Sorunun kaynağıysa tam da bu. Devletin eli her daim din işlerinin içinde.

3 Mart 1924’te hilafetin, şeyhülislamlığın kaldırılmasıyla yerine Diyanet İşleri Başkanlığı kurularak, din işleri, yine devlet eliyle, başbakanlığa bağlı olarak yürütülmeye devam edildi. 80’li yılların sonlarına kadar laiklik sorunu, en yaygın şekilde imam hatip okulları ile din derslerinin müfredata sokulması, 12 Eylül darbecileri tarafından da zorunlu hale getirilmesi vesilesiyle kamuoyunun tartışma gündemine girmişti. 80’li yılların başlarına kadar da, türban, militan bir azınlık kadın grubunun dışında siyasal bir simge olarak yaygın bir şekilde kullanılmamaktaydı ve bir laiklik tartışmasının öznesi olmamıştı. (Dipnot)

Model alınan Batı’da, çağdaş hukuk ve siyaset, isteyenin inanma özgürlüğü ile ibadetini istediği şekilde gerçekleştirme hakkını, bir nevi kişinin ve dini toplulukların dokunulmazlık alanı sayılmak üzere, kamusal alanın, devlet faaliyetlerinin ve kamusal hizmetlerin dışında bırakmıştır. Bu duruma da laiklik dendi. Laiklik, Batı’da sınıf mücadelelerinin bir ürünü olarak ortaya çıktı ve yerleşti. Aristokrasi ile kilise ittifakının, burjuva sınıfının ve kapitalizmin gelişmesine ayak bağı olmaktan çıkarılması demekti, aynı zamanda. Öte yanıyla da, din ve devlet işlerinin tamamen ayrılması, dindarlığını yaşamak isteyen kilise ve dindar insanların kamusal alanların dışında ibadet ve eğitimini istediği gibi düzenleyebilmesi ve yaşayabilmesini ifade etti. Devletin bütün din ve inançlara –bu arada inanmayanlara da– eşit mesafede durması ve eşit davranması demek oldu. Bu tanım, devletin, insanlara; dini, ırkı, siyasi görüşü, etnik kökeni ne olursa olsun eşit davranma ilkesinin de bir gereği idi. (Anayasa Mahkemesi de, 2008 yılında türbanla ilgili verdiği kararda, “Dinlerden birini devlet olarak tercih fikri, ayrı dinlere mensup vatandaşların kanun önünde eşitlik ilkesine aykırı düşer. Lâik devlet, din konusunda, inancına bakmaksızın, yurttaşlara eşit davranan, yan tutmayan devlettir..” ifadeleriyle laiklik tanımının bu özgün biçimine  atıfta bulunmaktaydı..) Laikliğin Batı’daki bu biçimi, dinsel alanla ilgili özgürlükleri kamusal alanın dışına taşırken, aynı zamanda, dini özgürlüklerin güvence altına alınmış olmasını da içeriyordu. Laikliğin Türkiye’deki biçimi ise, din işlerinin devlet tarafından yürütüldüğü, bugünkü sorunların bir bakıma hazırlayıcısı olan bir türevidir. 1961 Anayasası da, kendisine yüklenen bütün ilerici vasıflarının yanında, din işlerinin devlet eliyle yürütülmesini, Diyanet İşleri Başkanlığı’nı anayasal bir kurum haline getirerek sürdürmüştür.

Açıkçası, bugünleri on yıllarca önceden hazırlayan maddi temeller var. Cumhuriyet’in din ile ilişkisindeki bu sorunlu laiklik düzenlemesi, günümüzde 8 bakanlığın bütçesinden daha büyük bütçeye sahip Diyanet İşleri Başkanlığı’na kendi alanında ayrı bir cumhuriyet gibi güç kazandırdı. Diyanet İşleri Başkanlığı denetiminde, diğer mezhep ve dinler yok sayılırken, camiler ve kuran kursları aracılığıyla ülkenin en küçüğünden en büyüğüne bütün yerleşim yerlerinde insanlar, 7’den 70’e, devlet eliyle sistematik bir sünni din eğitimine tabi tutuldular. Nitekim, Radikal Gazetesi’nde Ekim ayı içinde yayınlanan röportajında, eski Diyanet İşleri Başkanı Ali Bardakoğlu, “Toplumun en uç noktasına kadar her yerde görevlimiz var, insanlarla bir aradalar..” diyerek, bu durumu birinci ağızdan ifade etti. Hatta Diyanet’in “sivil toplumun en sivil kurumu” olduğunu söyledi. Ülkede bugün okul ve hastane sayısından çok daha fazla cami olduğu sayılarla basına yansıdı. Kuran kursları ile kuran kursu ve cami yaptırma ve yaşatma dernekleri bu karşılaştırmada hiç yer almadı. Bütün geçmiş hükümetler döneminde, 12 Eylülcüler döneminde ve sonrasında da, Diyanet bir devlet kurumu olarak ve desteklenerek “..toplumun en uç noktasına kadar..” faaliyetlerini yürüttü Yani bugün AKP’nin ılımlı İslam modeline sözde en yüksek itirazları yükselten parti ve politikacılar ile “devletin asıl partisi” asker ve sivil bürokrasi, öncelleriyle, Cumhuriyet tarihi boyunca, “laiklik” adına, ülke çapında okullardan ve hastanelerden daha yaygın ve örgütlü olan bu kurumun bakanı, yöneticisi, yürütücüsü, parçasıydılar. AKP de, böyle bir laiklik içinde, zihniyet olarak devlet içinde örgütlü iken devlet eliyle sunulan olanakları son sekiz yıldır da iktidar olarak kullanıyor.

Elbette bu gelişmelerin kadınlar cephesinde de  bir karşılığı vardı.

1979 yılında İstanbul Üniversitesi’nin merkez kampüsünde iki elin parmağı kadar sayıda türbanlı öğrenci vardı. Kimse bu öğrencileri üniversite kapısından geri çevirmiyor, derslere gayet özgürlük içinde giriyorlardı. Tümü değilse de çoğu; Beyazıt’ta resmi statüsü yatılı kız kuran kursu olan, gerçekte ise dini eğitimin yanı sıra ilkokuldan liseye kadar kız öğrencilere gayrı resmi eğitim veren ve yüzlerce (süreç içinde binlerce) kız öğrencinin ilkokul, ortaokul, lise bitirme sınavlarına dışarıdan girerek diploma almalarını sağlayan bu okulda gayrı resmi öğretmenlik yapıyorlardı. Üniversiteyi bitirdikten sonra resmi dairelerde çalışamıyorlardı. Henüz ortada bir türban mücadelesi yoktu, ama gelecekte verilecek mücadeleye uzun vadeli ve kitlesel bir hazırlık eğitimi vardı. Çok az olan erkek görevlilerle, günlük yaşam, haremlik-selamlık bir ilişki içinde yürüyordu. Bu okulun irili-ufaklı benzerleri Türkiye’nin pek çok yerinde vardı.

O yıllara dek Şule Yüksel Şenler gibi birkaç isim dışında aydınlar dünyasında yeri olmayan bu kadınların, bugün politik alanda, basın ve televizyonlarda, bütün meslek alanlarında hatırı sayılır sesleri, temsilcileri var. Yüksek sesle evde, sokakta, mahallede, okulda, hayatın her alanında politika yapıyorlar.

Olaya geniş ölçekli bir zaman penceresinden baktığımızda, 90’lı yıllardan bugüne gelen türban sorunu veya mücadelesinin, onlarca yıl geriye uzanan arka planında, uzun vadeli, sabırlı bir örgütlenme iradesinin olduğunu görüyoruz. Bu örgütlenme iradesinin, isabetle dikkat ve ilgisini yoğunlaştırdığı en önemli alan, kadın dünyasıydı. Cehaletten ve ev esaretinden muzdarip olan kadınlar.. On yıllardır yatılı kuran kurslarında okuyan, 6-7 yaşından 18-20’li yaşlarına kadar olan kız öğrencilerin hepsi de, yoksul, dar gelirli, kız çocuklarını dindarlığı nedeniyle okutmayacak ya da aynı zamanda fukaralıktan okutamayacak ailelerden geliyor. Onlara, cemaat ve tarikatlar, hem parasız, hem de içinden geldikleri geleneksel yaşam biçimi ve kültürden kopmadan okuma olanağı sunuyorlar. Refah Partisi ve AKP’yi iktidara getirmekte çok önemli bir işlev üstlenen bu kadınlar da, bugün iktidardan, kendilerine, okullarda, üniversitelerde ve kamusal alanda türbanlı yaşama özgürlüğü istiyorlar. Yani eğitim ve kamusal alanda çalışma özgürlüğü istiyorlar. Türban, kadın nüfusu üzerinde siyasal İslam’ın örgütlenme etkinliğinin bayraklaşan bir yönü. Kapıyı zorlayan bir yön.. Her yüklenmede açılmasına biraz daha yaklaşılıyor.

Görülüyor ki, AKP’yi iktidara taşıyan önemli dinamik, Refah Partisi döneminde kadın nüfusun en temel taleplerine –sokağa çıkma, politika yapma, örgütlenme, eğitim ve iş– bizzat kendilerinin sahip çıkacakları bir alan açılmış olmasıdır. Kadınların militanca eğitiminin onlarca yıllık birikimi AKP iktidarıyla meyvelerini veriyor. Hayatın her alanında politika yapan İslami akımlardan AKP destekçisi ve örgütçüsü kadınlar, esas olarak türban mücadelesi ile “kazanım elde etme”nin geniş kadın yığınları için öncülüğünü, rol modelliğini yapmaktalar.

İslami akımlar tarafından onlarca yıl dinsel motiflerle eğitilen ve donatılan kadınlar tarafından, geleneksel ve kültürel olarak da bu topraklarda kökleri bulunan ve bu nedenle de geniş kadın kesimlerinde kabulü ve sahiplenmesi kolay olan son derece kişisel ve dini yönü de bulunan kültürel bir tercih konusu olan örtünme konusu, yıllardır bir mücadele bayrağı yapılageldikten sonra, AKP tarafından, günümüzde çözüm masasına yatırılmış bulunuyor. Bugüne kadar devlet eliyle büyütülüp beslenen bu sorunun, karşımıza bir “özgürlük” sorunu, türbanı desteklemenin “ilericilik”, serbestliğine karşı olmanın “gericilik” olarak nitelenerek çıkarılması, gelişmelere bakılınca şaşırtıcı görünmüyor.

AKP hükümeti,  halkoylamasından %58’lik bir destekle çıktığı sürecin devamında, kadın özgürlüğü mücadelesi gibi sunduğu türban sorunu üzerinden yeni bir politik hamle ve güç gösterisi yaparken, aynı zamanda Türkiye’yi ve Türkiyeli kadınları çok sorunlu bir dönemece sokuyor. Elbette burada bir özgürlük talebinin de olduğundan kuşku duyulamaz. Halkın dini değerlerle en haşır-neşir kesimine dahil olan kadınların bu süreç içinde sokağa çıkma, politika yapma, örgütlenme, eğitim ve iş talepleri için kendi değerlerine “değer” veren politik bir mecra buldukları bir gerçek. Ama bu mücadele için türbanın bir kalkan haline gelmesi ise, bu kadınları aşağıdan örgütleyen politik İslami partilerin –Refah Partisi, Fazilet Partisi, Saadet Partisi ve esas olarak AKP’nin– başarısı.

AKP hükümeti, kadınların eşitlik ve özgürlük taleplerine çok mu duyarlı? Günde 12-14 saat çalışmak zorunda olup, çocuklarını koyacak kreş, bakımevi olmadığından sokağa bırakan işçi kadınların ev ile iş arasında parçalanmış hayatı hiç ilgilendirdi mi, iktidar sahibi AKP’yi? Evlerine giren parayla kirasının bile ödenemeyeceği koşullarda yaşayan asgari ücretlilerin, hiç geliri olmayanların, işsiz kadınların ve erkeklerin, sayıları artan sokakta yaşamak zorunda kalanların hak ve özgürlükleri için ne yapıyor, AKP hükümeti? 1988-2008 yılları arasında Türkiye’de kadınların işgücüne katılım oranı % 34,3’ten % 21,6‘ya düşmüştür.**** AKP hükümeti kadınların iş gücüne katılımını yükseltmek konusunda ne gibi önlemler alıyor? İnsanca yaşama ve çalışma, barınma, sağlık, işsizlik, eğitim gibi temel sorunlarda yoksullar, emekçiler, kadınlar ve çocuklar aleyhine her gün yeni bir hak kaybı yaratırken, bu hükümet ve partisi özgürlükçü olabilir mi? Elbette bu sorulara olumlu yanıt vermek mümkün değil. Öyleyse, sadece türbanın özgürleşmesi temelinde süren mücadelenin hedefi, kadınların eşitlik ve özgürlük talepleriyle örtüşmüyor.

TÜRBAN SERBEST KALDIĞINDA KADINLARA GERÇEKTEN ÖZGÜRLÜK GETİRECEK Mİ?

Kadınlara ya da halka özgürlük getirecek bir gelişmenin, onların üzerindeki maddi-manevi baskı ve kısıtlamaları kaldıran, tercihlerini, davranış ve yaşam biçimlerini bu baskılar olmaksızın seçebilme olanağı yaratan bir niteliğinin olması gerekir. Elbette “özgürlük”, göreceli bir kavram olarak, çağın, dönemin nesnel koşulları içinde anlam kazanır.

Türban mücadelesinin dayandırıldığı “kişisel haklar”a, insan hakları boyutuna bakmak gerekir. “Din, inanç ve vicdan özgürlüğü” çerçevesinde kamuoyuna sunulan örtünme sorunu, aslında kültürel bir olgu olmasına karşın, dini bir özgürlük savunusu olarak gündeme geldi. “Din”; tartışılması kendi niteliği gereği mümkün olmayan ve olduğu gibi kabul edilmesi gereken bir “dogma”dır. Dinen düzenlenmiş bütün toplumsal alanlara ilişkin buyruklar da, “dogma” olduğu için, değiştirilemezler. Savunucuları, örtünmeyi, kültürel bir olgu değil, İslami bir buyruk saydıklarına göre, dini esaslara göre yaşamını sürdürmek isteyenler örtünmek zorundadır. Bu tartışılmaz.

İslam dini, 1500 yıllık bir din. 90 yıllık Cumhuriyet tarihinin 70 yılında bu dine dayanan bir gereklilik, örtünme gerekliliği –dinin siyasal örgütlenmesinin devlet içinde gerçekleştiği o kadar uzun yıllar içinde– özgürlük sorunu olmayıp, son 20 yılda bir özgürlük sorunu haline geliyorsa, burada, dünyanın içinde bulunduğu dönemsel uluslarararası duruma, Türkiye’nin siyasi geçmişi ile bugün içinde bulunduğu sosyo-ekonomik koşullara, 9 yıldır iş başında olan hükümete, bu hükümetin ülkeyi biçimlendirmek istediği yeni bir insan dokusu özlemine özgü başka ‘sorunlar’, yani amaçlar olduğu sonucu ortaya çıkar. Son dönemde ABD yetkililerinin din ve vicdan özgürlüğüne toleranslı açıklamaları ve özel olarak Türkiye’ye yönelik beyanları hatırlandığında, konunun böylesine yakıcı gündem haline gelmesinin, tek başına “yerli” aktör ve dinamiklerle ilgili olmadığı da anlaşılabiliyor.

Türban özgürlüğüne saf bir özgürlük sorunu olarak bakılırsa, başka türlü eğitim olanağı olmayacak, yatılı-yatısız kuran kurslarında dinci gerici eğitim ve kültürle bu olanağa kavuşmak isteyen kız çocukları ve genç kadınlar için mevcut yaygın eğitimin tanıdığı özgürlük ne kadar ise, onlar için de bu özgürlüğü getireceği kabul edilebilir. Kamusal alanda türbanla çalışma özgürlüğü için de aynı şey söylenebilir. Hatta, türban üniversite ve kamusal alanda serbest kaldığında, ilk ve orta öğretim açısından da yasak olmasını savunacak fazlaca bir gerekçe kalmaz. Ama hiç kimse –hükümetin kendisi de– hedeflediği dini özgürlük alanının bununla sınırlı kalacağını düşünmemektedir. Ardından sürece yayılmış olarak, kız ve erkek öğrencilerin sınıflarının ayrılması, giderek okullarının ayrılması, kamusal alanda benzer cinsiyetçi konumlanma taleplerinin sökün etmesi sürpriz olmayacaktır. Türban kamusal alanda yasal dayanağını bulduktan sonra, toplumsal mücadelenin en dinamik potansiyellerinden olan geniş emekçi kadın kesimleri arasına, kaçınılmaz olarak, başörtülüler ve örtüsüzler olmak üzere, Oya Baydar’ın deyimi ile bir “kama” sokulmuş olacaktır. Emekçi kadınlar arasına sınıf bölünmesini uzun vadeler için perdeleyen bir bölünme olarak girecektir, türban. Hükümetin desteğini arkasına alan başörtülülerin diğerleri üzerinde hegemonik bir baskı oluşturacağı da öngörülebilir bir durum. (Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, türban yasağına uğrayan Leyla Şahin davasında , “…çoğu Müslüman olan bir ülkede dinsel bir simge olan türbanın üniversitelerde bu simgeyi giymeyenler üzerindeki etkisini dikkate almak gerektiği…” şeklinde yorum yapmıştır.) Dinden kaynaklanan bu özgürlük talepleri –savunucuları da böyle ifade ediyor– İslam dininin doğası gereği, hayatın her alanını düzenlemeye çalışacaktır. Eğitimin içeriğinin İslami temelde değiştirilmesine de pek çok ‘haklı’ argüman bulunacaktır. Daha başka benzer talep, karar ve yasa değişikliklerinin de ardından geleceğinden şüphe etmemek gerek. Yani sorun, sadece bir özgürlük sorunu olmayıp, on yıllar boyunca örgütlenip hazırlanmış olan, AKP’nin salt hükümet kurma ve yönetme amacıyla sınırlanmamış –ordu, yargı, üniversite, vb.– devleti ve toplumu reorganize etme iddia ve kararlılığında olan bir “ebediyyen iktidar kalma” pozisyonu alma durumudur.

Özetle, otuz yıl önce ülkenin her tarafında dönemin baskın ortamına nazaran dikkatlerden uzak kuran kurslarında mevcut olan küçük ölçekli eğitim ve yaşam biçimi, bugün, bütün Türkiye’nin resmen tanınan “hak edilmiş” yaşam biçimi haline gelmek istiyor. Elbette hükümetin ve devletin, bilimin ve tekniğin bütün olanakları ve kaynaklarıyla, gerekli birikimi, düşünsel temeli, örgütleri, örgütçüleri ve halk desteğini yaratmış olarak.. Siyasal iktidarı elde tutmakla yetinip, onun olanaklarını tüketmek yerine, “ cihat ve fetih” cephesini genişleterek..

Olayın bu noktaya gelmesi, kadının eşitliği ve özgürlüğü sorunu açısından ironik bir durum, ama Türkiye’nin kendi yakın geçmişindeki siyasal olayların akışı ile emekçi kadın kesimlerinin bu gelişmelerden etkilenme boyutu arasında doğru bir orantı olduğu da yadsınamaz. 80’lerden bu yana, Türkiye’nin siyasal profilinde, işçi sınıfı ve emekçi mücadeleleri zaman zaman yükselen ve son Tekel direnişi gibi taze rüzgarlar estiren bir etki yaratsa da, bu etkinin kalıcı olamadığı koşullarda, siyasal bölünmeler, burjuva siyasal akımlar arasındaki güç dengeleri tarafından belirleniyor. Türban sorunu da, burjuva siyasası içinde egemen akım olan AKP’nin, kendi gelecek tasarımında önemli köşe taşlarından biri. AKP bu taşla, Türkiye’nin ve Türkiyeli kadınların geleceğine ipotek koyacak pek çok kuş vuracağa benziyor.

Bugün “başörtüsü”ya da “turban” görüntüsüyle karşımıza çıkan, kadınların eşitlik ve özgürlük mücadelesinin kısmen taleplerine de cevap ve tercüman olarak (sokağa çıkma, eğitim ve çalışma özgürlüğü, politika yapma hak ve özgürlüğü) kendisine alan açan kadınların İslami yaşam tarzıyla toplumsal varoluş talepleri, ataerkil düzenin onları görmek ve hapsetmek istediği bir kimliğe kadınları mahkum eden bir dizi sonuç ortaya çıkarıyor. Bunlardan en önemlisi, (örtünmenin gerekçesi olan) kadının cinselliğinin gizlenmesi ve denetim altına alınması amacının kökeninde kadını cinselliğine ve doğurganlığına hapseden bir kimliğe mahkum ediyor olmasıdır. Oysa kadın, sadece cinselliği ve doğurganlığıyla değil, bugünkü toplumsal gelişmenin vardığı düzeyde, ekonomik üretimin her aşamasında ve sosyal yaşamın her yerinde toplumsal kimliğiyle az ya da çok varolmuş, var olmaktadır. İşçisi, memuru, öğrencisi, ev kadını, her meslekten kadınlarıyla bir toplumsal varoluşu ve varoluş çabası olduğu gibi, devam eden politik mücadeleleriyle de kadın toplumsal bir varlık olma kimliğini korumaktadır.  Böyle bir aşamada kadına cinsel kimliğini gizleme ve denetleme aracı olarak sunulan başörtüsü ve tesettür, bir yanıyla kadının sadece cinsel kimliğini işaret eden bir işlev görmektedir. Kadın ilk önce ve görünüşüyle cinsel kimliği ile imlenmektedir. Tesettür ya da daha popüler haliyle türban, öteki bütün varoluş biçimlerini geri plana iterek, dinsel bir görünüm altında cinsel kimliği öne çıkarmaktadır. Bu durum, hangi eğitim düzeyinde olursa olsun, hangi iş, durum ve statüde olursa olsun, günümüzün kadınına karşı en hafifiyle haksız ve aşağılayıcı bir yaklaşımdır.

Bütün bunlara karşın, türban özgürlüğü mücadelesi ile gündeme gelen kadın özgürlüğüne dair talepleri gözardı etmek de mümkün değildir. Türban konusu, son 15-20 yıllık süreçte, dinsel inanç ve geleneklerine bağlı olup, herhangi bir özgürlük talebiyle sokağa çıkmamış yüz binlerce kadının, İslami partilerin örgütlemesiyle de olsa, sokağa çıkmasının, politika yapmasının, ev ev sokak sokak örgütlenme çalışması yürütmesinin ve bunun sonucu olarak eğitim ve çalışma özgürlüğü taleplerinin de mecrası ve vesilesi olmuştur. Burada, bizce yanlış bir politik tercih yaptıklarını söyleyebiliriz. Ama, bağlandığı hedefin yanlış olmasının, onların hak ve özgürlük taleplerinin gerçek olmadığı anlamına gelmeyeceği açıktır. Döneme özgü uluslararası durumun niteliği, işçi, emekçi ve diğer ezilen kesim ve katmanların mücadelesinin emekçi ve yoksul çoğunluk için çekici bir odak haline gelememiş olması, bundan güç alan siyasal ve dini gericiliğin her türlü devlet ve sermaye olanağını kullanarak yaygınlaşıp yerleşmesi, kadınların hak ve özgürlük taleplerinin kendisini gerici odaklarda ifade etmesini kolaylaştırmıştır. İfade edildiği gibi, ülkemizde böyle bir gelişmenin egemen olmasının tarihi ve kültürel olarak maddi temelleri de mevcuttur. Bu durumda türban özgürlüğüne karşı çıkmak, bir yanıyla ‘türban altında saklanmış’ öteki kadın özgürlüğü taleplerine de karşı çıkmak gibi talihsiz bir politik duruş olacağı gibi, türban özgürlüğünü desteklemek de, kadının özgürlük alanının cinsel kimliği ve doğurganlığıyla belirlenmesine destek vermek anlamına geleceği bir çıkmaz halidir. Her iki haliyle de, geldiği noktada, politik bir duruşu ifade etmiş olmanın ötesinde, kısa bir sürede pratik bir değişime ve sonuca yolaçamayacaktır. Ancak, aydınlanma ve aydınlatmanın sürekliliği ve zenginliği, özgürlük ve eşitlik mücadelesinin temel koşullarından biri ve aynı zamanda örgütlenmenin ve mücadeleye atılmanın da en sağlam yolu olmaya devam edecektir.

 

Kaynaklar:

“Başötüsü Yasağı ve Ayrımcılık: İş Hayatında Meslek Sahibi Kadınlar” Dilek Cindoğlu, Ekim 2010-TESEV

“Tek Tanrılı Dinler Karşısında Kadın” Farmagül Berktay, Metis, Ekim 2009



**** T.C. Başbakanlık Devlet Planlama Teşkilatı ve Dünya Bankası verileri, 2009

Bir Sınıf Çatışması: Emeklilik Sistemi İçin Verilen Mücadeleler

GİRİŞ

Bu satırları yazdığımız sırada, Sarkozy ve hükümeti ve patronlar tarafından yapılmak istenen “emeklilik reformu”na karşı verilen mücadeleler, grevlerin taşımacılık ve ulaşım sektörüne yayılması, rafineri ve petrol dolum tesislerindeki grevlerden dolayı yakıt ikmal sisteminin çok şiddetli bir şekilde etkilenmesi ile bir dönüm noktasına ulaştı. Liseli gençler güçlü bir şekilde gösterilere katılıyorlar. Geçen Mayıs ayında başlayan bu mücadelelerin geleceği için önümüzdeki günler belirleyici olacak. Ancak bu önemli sınıf çatışmasının derslerini şimdiden çıkarabiliriz.

KAPİTALİST SİSTEMİN KRİZİNİN FATURASINI HALKA ÖDETMEK İÇİN EMEKLİLİK SİSTEMİNİN YOK EDİLMESİ

2007 yılında önce ABD ve ardından bütün emperyalist ülkeler derin bir krize girdiler. Malî sistemin çöküşünü başlatan Subprimes (yüksek riskli ipotek kredileri) krizinin ardından, başta Avrupa Birliği ülkeleri olmak üzere, bütün ülkelerde bir aşırı üretim krizi ortaya çıktı. Kriz, krizin faturasını işçilere ve halk kitlelerine ödetmek için kapitalist güçlerin işine yaradı. Bu da, derecesi ülkeden ülkeye farklı olmakla birlikte, az çok sıkı “kemer sıkma” planlarında kendini gösterdi. Yunanistan’da uygulamaya sokulan plan ise, en şiddetli olanıydı. “Kamu borçlarını azaltma” planları olarak adlandırılan bu planlarla, her ülkede farklı tedbirler yürürlüğe sokulmakla birlikte, hemen hepsinde aynı hedef amaçlanmaktaydı: Sermayenin gelirlerini arttırmak için halkın ve emekçilerin cebinden almak.

Fransa’da, patronlar tarafından hayata geçirilen işten çıkarma planlarından başka, Sarkozy hükümetinin planları da birçok yönde ilerliyor. Bu planlar, birçok sektörü, özellikle personel azaltılmasıyla gerçek bir “temizlik harekâtına” sahne olan kamu sektörünü etkiliyor. Patronlar ve hükümet için aslında en önemli tedbir, 2010 başında ilan edilen ve şimdi Fransa’da “karşı reform” diye adlandırılması daha uygun olan emeklilik ile ilgili olanıdır. Bu “karşı reform”, hazırlanması ve hayata geçirilmesiyle görevlendirilen çalışma bakanı Woerth’in adıyla anılıyor.

REFORMUN İÇERİĞİ

Alman faşizminin yenildiği 1945 zaferinden hemen sonra hayata geçirilen kuşaklararası dayanışmaya dayalı dipnot2 emeklilik sistemi, son yıllarda defalarca önemli kırpıntılara uğradı.

Emeklilik yasalarında birkaç temel tarih:

1945: Kuşaklararası dayanışmaya dayalı emeklilik sisteminin hayata geçirilmesi, emeklilik hakkı yaşı: 65.

1982: 37,5 yıl prim ödeme şartıyla emeklilik yaşının 60’a indirilmesi.

1993: 1. darbe: Veil-Balladur yasası:

·                    Emekli maaşlarının işçi ücretleri yerine tüketici fiyatlarına endekslenmesi.

·                    Emekli maaşlarının hesaplanmasında son 10 yıl yerine son 25 yılın ücretlerinin dikkate alınması.

·                    Tam emekli maaşını haketmek için prim ödeme süresinin 37,5 yıldan 40 yıla çıkarılması (özel sektör çalışanları için – çn).

1995: Dönemin başbakanı Juppé tarafından yapılmak istenen “reform”, emekçilerin mücadeleleri ile engellendi.

1996: Ek emeklilik haklarında gerileme.

2003: Şu anda başbakan olan Fillon’un adıyla anılan yasa:

·                    1993 yılında alınan tedbirlerin kamu çalışanlarını da kapsayacak şekilde genişletilmesi. Artık emekliye ayrılabilmek için 37,5 yıl prim ödeme tarihe karıştı, kamu kesimi ve özel sektör çalışanları artık 40 yıl prim ödemek zorunda.

·                    Emeklilik maaşlarının hesaplanmasında üç aylık dönem sayısı 160’la sınırlandığı için emeklilik maaşlarında otomatik olarak bir düşüş meydana geldi.

2007: Özellikle taşımacılık sektöründeki (SNCF ve RATP) emekçileri ilgilendiren ve bu sektörde çalışan emekçiler için bazı avantajlar içeren “istisna”ların kaldırılması.

1993’den önce; 37,5 yıl (150 adet üç aylık dönem) prim ödeyen herkes, 60 yaşına gelince, çalışırken en iyi ücret aldığı 10 yılın ücretleri üzerinden emekli maaşı hesaplanarak, tam emekli maaşı ile emeklilik hakkına sahip olabiliyordu. Emekli maaşları güncel ücretlere endeksliydi.

Bugün; herhangi bir kayba uğramaksızın tam emekli maaşı ile emeklilik hakkına sahip olabilmek için, 1952 doğumlu birinin en az 41 yıl (164 adet üç aylık dönem) prim ödemesi gerekiyor. Emekli maaşlarının hesaplanmasında, en iyi ücret aldığı 25 yılın ücretleri göz önüne alınıyor ve emekli maaşları fiyatlara endeksleniyor.

Netice; emekli maaşlarında önemli oranda ve kesintisiz bir kötüye gidiş.

Ancak Woerth-Sarkozy projesi büyük ölçekli genel bir sosyal gerilemeye tekabül ediyor. Başarılı olur da bu projeyi hayata geçirebilirlerse, şimdiden sırada bekleyen diğer sosyal gerilemelere ve reformlara kapı ardına dek açılacaktır.

Peki, nedir bunlar?

Bu proje, bizzat hükümet tarafından reformun kalbi olarak nitelenen iki esas önlem içeriyor: Birincisi, emekliye ayrılma yaşının 60’dan 62’ye çıkarılması. Ancak 62 yaşında emekliye ayrılmak için gerekli olan 41 yıl prim ödeme koşulunu yerine getiremeyenlerin emeklilik yaşı ise, 65 yaşından 67 yaşına çıkarılıyor. İkincisi ise, özellikle kamu emekçilerinden yapılan prim kesintilerinin yükseltilmesidir.

Bu “reform”un ana hedefi; emeklilik maaşlarının düşürülmesi ve tabii ki imkanı olanları, ek olarak bir özel emeklilik sigortası yapmaya zorlamaktır. Özel emeklilik sigortası pazarı, belli başlı banka ve sigorta şirketlerinin paylaşmak istedikleri önemli bir mali pazardır. Son ekonomik kriz sırasında en fazla yıkıma uğrayan alanlardan biri de, özel emeklilik sigortası tekellerinin cirit attığı “kişisel birikim yoluyla emeklilik” dipnot3 sistemi oldu. Başka bir deyişle, “kuşaklar arası dayanışmaya dayalı” sistemin savunulması için verilen mücadeleler, kamu hizmetlerinin özelleştirilmesi politikalarına karşı ve daha genel olarak da hükümetler tarafından uygulanmaya devam edilen neo-liberal dogmalara karşı mücadeleleri içeriyor.

Yöntem

Hükümet, Nisan ayında, içeriğini açıklamadan, sendikalarla bu konuda diyaloğa başlamayı amaçladığını söyleyerek, emeklilik sistemi reformu projesini, görüşmeler takvimini de ekleyerek açıkladı. Temmuz ayı başına kadar sendikalarla görüşmelere devam edilecek, ardından proje Meclis’e sunulacaktı. Eylül ve Ekim aylarında yasa tasarısı Meclis ve Senato’da görüşülecek ve nihayet her şey Ekim ortasında bitmiş olacaktı. Gerçekten de sendikalarla görüşmeler başladı. Hükümet, henüz hiçbir şey hakkında karar verilmediğini ve her konunun görüşmeye açık olduğunu söylemesine rağmen, önerilerinin hiçbiri dikkate alınmayan sendikalar, görüşmelerin sözde görüşmeler olduğunu kısa sürede anladılar. Hükümetin, sendika merkezleri arasında bir bölünmeyi umarak, hiç taviz vermeden, görüşüyormuş gibi yaparak zaman kazanmaya çalıştığı açıktı.

Buna paralel olarak hükümet, bakanları ve UMP’nin (Sarkozy’i destekleyen sağcı parti) akıl hocaları aracılığıyla yoğun bir ideolojik bombardımana girişti. Bu girişim, oligarşi tarafından kontrol edilen medya tarafından da yoğun bir şekilde tekrar tekrar işlendi.

Eğer bugün bazı fedakârlıklar yapmazsak felakete doğru gideriz; ‘kuşaklar arası dayanışmaya dayalı’sistem yok olabilir; bugünün gençleri ileride hiç emekli olamayacaklar; madem ki yaşam süresi uzuyor, prim ödeme süresini uzatmak da tamamen meşrudur; günümüzün sosyal borçlarını gelecek kuşaklara devretmek adaletsizlik olur…” vb. türünden söylemleri sık sık duyduk.

Bütün basın organlarında “madem ki artık daha uzun süre yaşıyoruz, daha uzun süre çalışmamız da normaldir” cümlesiyle sanki bir mutlaklıkmış gibi tekrar tekrar karşılaştık. Aynı şekilde öne sürülen bir başka söylem de, “bütün diğer Avrupa ülkeleri emeklilik yaşını daha önceden uzattılar” söylemidir. Diğer ülkelerdeki durum ve dolayısıyla sosyal sigortalardaki tarihi farklılıklar hakkında yeterince bilgi sahibi olunmamasına rağmen, bu yalan büyük bir rahatlıkla evire çevire söylendi. Ancak bu söylemler, emekçilerin yapacakları hesaplamalar, sendikal, politik örgütler ve demokratik kitle örgütlerinin yapacakları sabırlı açıklama çalışmaları karşısında uzun süre direnemeyecekti.

MÜCADELENİN GELİŞİMİ: REFORMA İTİRAZDAN REFORMUN TAMAMEN GERİ ÇEKİLMESİ TALEBİNE

Emeklilik hakkının savunulması için mücadelelerin hazırlıkları 2009 yılında yapılan bölgesel seçimler için yürütülen kampanyaların sonuna doğru başladı. Partimizin de içinde yeraldığı sol’un toplumsal dönüşüm için “Birlik” listelerinin seçim çalışmaları çerçevesinde Paris’te yaptığı son mitingte, katılan tüm politik güçler, Sarkozy tarafından yapılmak istenen emeklilik reformuna karşı birlikte mücadele etme çağrısı yaptı ve karar aldı. Detayları hâlâ bilinmemekle birlikte, görüşmeler sırasında hükümet tarafından izlenen “göstermelik pazarlık, pazarlıksız pazarlık” yöntemi, sosyal bir gerilemeden başka birşey değildir. Birincisini sosyal-liberal Yunan hükümetinin, Avrupa Komisyonu, bankalar, IMF ve özel yatırım fonlarıyla birlikte hazırladığı ve birbiri ardına ilan edilen kemer sıkma politikaları, söylediklerimizi bir kez daha kanıtladı. Neticede, emekçiler 1 Mayıs gösterileri sırasında güçlü bir şekilde sokağa çıktılar. Sokaklarda, kemer sıkma politikalarına karşı, Yunan halkıyla dayanışma sloganları atıldı. “Onların krizinin faturasını biz ödemeyeceğiz” sloganı en geniş kitleler tarafından benimsendi ve gösterilerde atıldı.

Emeklilik için Vatandaş Talepleri” ulusal kollektifinin inisiyatifiyle, ATTAC ve Copernic Vakfının dipnot4 4 Mayıs’ta Paris’te düzenlediği kapalı salon toplantısında, salon tamamen dolduğu gibi, yüzlerce dinleyici dışarıda kaldı. Kollektif, hükümetin planlarına karşı mücadele kampanyasını başlatarak karşı atağa girişti.

Sendikalar, emekçileri 23 Mayıs’ta greve ve gösteri yapmaya çağırdılar. Fransa’nın büyük kentlerinin hemen hepsinde yapılan gösterilere katılım oldukça yüksek oldu. Sendikalar, yaz tatilinden hemen önce, 27 Haziran için yeniden bir çağrıda bulundular. Ülkenin hemen her yerinde ortaya çıkan ve gelişen “emeklilik kollektifleri” aracılığıyla hareket giderek güçlendi. 27 Haziran gösterisinin ardından, aynı akşam, bütün sendika merkezleri tarafından 7 Eylül bir sonraki randevunun tarihi olarak belirlendi. Uzun zamandan bu yana, ilk defa, yeni dönem için mücadele tarihi iki ay öncesinden belirlendi ve aynı gün için grev çağrısı yapıldı.

Yaz ayları boyunca, aynı zamanda hükümet partisi UMP’nin saymanı olan çalışma bakanı Woerth ile ülkenin en zenginlerinden olan lüks tüketim malları tekeli L’Oreal’in varisi arasındaki yolsuzluk ilişkilerinin gün ışığına çıkmasından ibaret olan “Woerth skandalı” patlak verdi. Basın; çalışma bakanının L’Oreal tekeli patronu olan Bettencourt’a milyonlarca euro tutarında bir vergi indirimi sağladığını, bakanın eşinin de, Bettencourt’un dev servetinin bir kısmını idare eden bir malî kuruluşta idareci olarak çalıştığını ortaya çıkardı. Yine bayan Bettencourt’un UMP’nin önemli malî destekçilerinden olduğu, politik iktidara yakın bir yüksek hakimin, Rus matruşkaları gibi, iş içinden başka işler çıkan adli bir dosyadan sorumlu olduğu ortaya çıktı. Olanlar; en zenginlerin daha da zenginleşmesini sağlamak için özellikle Sarkozy ve hükümeti tarafından hayata geçirilen mekanizmalar ve devletin yüksek kademeleri ve oligarşi arasında hergün karşılaştığımız sıkı ilişkilerin somut bir örneğidir. Partimizin söylediği gibi, “bu hükümet, tamamen zenginlerin, oligarşinin, büyük hissedarların hizmetindedir.”

Skandalların neticesinde, çalışma bakanı Woerth, emeklilik reformu projesini idare etme meşruiyetini yitirdiği için, bir süre sonra reformun gidişatı ile doğrudan Sarkozy ve danışmanları ilgilenmeye başladılar. Partimiz de dahil olmak üzere, birçok dernek ve örgütü birleştiren “Emeklilik için Vatandaş Talepleri Kollektifi”, tatil beldeleri de dahil olmak üzere, yerel olarak kampanyayı devam ettirmek için militanların kullanması amacıyla ulusal çapta propaganda malzemelerini (afiş, pul, bildiri vb.) ve bilgiyi sunuyordu. Amacımız son derece açıktı; 7 Ekim’de 27 Haziran’dan daha kalabalık olmaktı.

GÖÇMEN KARŞITI SÖYLEMLER VE GÜVENLİK SORUNLARI ÜZERİNDEN GÜNDEM DEĞİŞTİRME ÇABALARI İŞE YARAMADI

Bir yandan hükümet skandallarla çalkalanır, öte yandan emeklilik hakkını savunmak için mücadele örgütlenirken, Sarkozy, Grenoble kentindeki bir adi suç olayını bahane ederek, Ağustos ayı ortalarında sert bir konuşma yaptı. Konuşmasında, bir kez daha, asayiş sorunu ile göçmenler arasında paralellik kurarak, yabancıları potansiyel suçlu ilan etti.

Aynı zamanda, konuşmasında, Romanların sınırdışı edileceğini ilan ederken, yoksul banliyölerinin gençleri ile suçlular arasında da paralellik kurdu ve bazı suç işleyenlerin vatandaşlıktan atılmasını önerdi.

Bu konuşma derhal tepkilere neden oldu. Geniş bir kesim, bu konuşmayı, emeklilik hakkının savunulması için yükselen mücadelelere çevrilmiş olan dikkatleri başka yerlere çevirmek için yapılmış kaba bir girişim olarak niteledi. Sarkozy, politikalarına muhalif olan kitle hareketini etkisizleştirmek için, bir yandan korkuyu ince ince işleyerek, öte yandan da kendini asayişin koruyucusu gibi göstererek, “halk” diye adlandırdığı en geri kesimlere sesleniyordu.

Ancak hile saklanamayacak kadar büyüktü ve özellikle halkın bilinç düzeyi çok yükselmişti. Nihayet manevra başarısızlığa uğradı. Demokratik hakları ve göçmen haklarını savunma örgütlerinin öncülüğünde sendikalar, dernekler ve sol politik partilerin katılımıyla 4 Eylül’de “devlet ırkçılığı”na Dipnot5 karşı bir protesto gösterisi için çağrı yapıldı. Gösteriye çağrı için dağıtılan bildiride, demokratik talepler için hazırlanan bu mücadele ile emeklilik hakkının savunulması konusunda sosyal talepler için hazırlanmakta olan mücadele arasındaki bağlantıya vurgu yapıldı. Paris’te ve taşrada yapılan gösterilerde yaklaşık 150 bin kişi sokaklardaydı. Bu gösterilere katılanların birçoğu, Sarkozy ve hükümetinin halk düşmanı gerici politikalarının bu iki yönü arasında bağlantı kurarak, 7 Eylül’de tekrar sokakta buluşma randevusu verdiler.

7 Eylül’de yapılan grev ve gösterilere, ülkenin 200 kentinde yaklaşık 2 milyon emekçi katıldı. Tatiller henüz tamamen bitmemişken, hemen Eylül ayının başında yapılan bir gösteriye bu denli bir katılımı ülkemizde uzun bir zamandan bu yana görmemiştik. Özellikle kamu kesimi başta olmak üzere, bazı kesimlerden emekçiler sürekli grevden bahsetmeye başladılar. Hükümet ve onun ardındaki MEDEF ile emekçiler arasında başlayan mücadelede emekçilerin güç dengesini kendi lehlerine arttırmalarının gerekliliği şüphe götürmüyordu.

Bu ölçekte bir toplumsal harekette, amaçlar ve araçlar üzerine yürütülen mücadele, sahte radikal eğilimler ve reformist eğilimler arasında sürdürülüyor.

Bizzat hareketin içinde, hareketin hedeflerine, taleplerine, mücadele biçimleri ve özellikle kazanmak için imkanların seferber edilmesine yönelik tutumlar birbirleriyle mücadele ettiler. Bu tutumları kısaca şöyle özetleyebiliriz:

Mücadele biçimleri konusunda:

·          Birbirini takip eden grev günleri yeterli değil, süresiz genel grev ilan edilmelidir,

İçerik ve şekil konusunda:

·          Emekçileri ve en geniş kitleleri bu mücadeleye kazanmak gerekir, zira bu “reform” onları da ilgilendiriyor, sendikal mücadeleyi desteklemeleri gerekir.

·          Projenin iyileştirilmesi için değil, tamamen geri çekilmesi için mücadele edilmelidir.

Bu politik güçlerin bir kısmı, özellikle Troçkistler, kendilerini diğer gruplardan ayırdetmak için genel grev çağrısı yaptılar. Kendi taraftarı olan sendika örgütlerinin ve sendikacıların bu konuyu bir prensip meselesi olarak öne sürmeleri konusunda ısrarcı oldular. Troçkistler bu sloganı, eskiden beri her mücadele sırasında, mücadelenin öteki güçlerini, özellikle CGT’yi reddetmek için, halkın karşısında gösteriş yaparak ileri sürüyorlar. Ancak bizzat kendileri ve etkiledikleri güçlerin hiçbiri de aslında bu hedefi gerçekleştirebilme yeteneğinde değiller.

Hiçbir faydası olmayan bu kısır polemik karşısında partimiz, genel grev çağrısı yapmadan önce gerçekten güçlü bir grev hareketinin doğması için çalışılması gerektiğini savundu.

Öte yandan genel grev meselesi bir amaç değil, sadece bir araçtır. Mücadelenin bir üst boyuta başarıyla geçebilmesi için gerekli koşulları yaratmaya çalışmak gerekir. Zira kitleler tarafından takip edilmeyecek olan bir genel grev çağrısı yapmanın mücadeleye zararı büyük olur.

Bu koşulları yaratmak için, hem grevlerin ve gösterilerin kamu ve özel sektör işyerlerinde işçi hareketine yerleşmesi, hem de halkın yaşadığı semtlerin sakinlerinin kolayca katılabildikleri, özellikle Cumartesi günü yapılan gösterilere kitle halinde katılmaları için çağırarak halk kitlelerini kazanmaya çalışmak gerekir.

Gerçekten de, Cumartesi günü yapılan gösterilerde her defasında halk kitlelerinin kitlesel olarak katılımıyla iki ila üç milyon arasında emekçinin sokağa döküldüğünü, hafta içinde yapılan ve emekçilerin grev yaparak katılabildiği gösterilere de aynı miktarda katılımın olduğunu gözlemledik. Bunun anlamı, toplam olarak gösterilere iki ila üç milyondan daha fazla sayıda insanın katıldığıdır. Yapılan bütün gösterilere katılan göstericilerin söylediği gibi, “her gösteride yeni yüzler” ile karşılaşıldı. Yapılan bütün kamuoyu yoklamaları bunu doğruluyor; kamuoyu, büyük bir çoğunlukla, hayatın normal akışını etkileyen grevler ve gösteriler de dahil olmak üzere, mücadeleden yanaydı ve bu eğilim zaman içinde güçlenmeye devam etti.

CGT yönetimi, bizzat kendisinin saflarında giderek yükselen bu talepler karşısında genel grev çağrısı yapmayı tamamen ihtimal dışı bırakmadı, ancak bunun için aktif bir çalışma da yapmadı. Aslında tepki o kadar güçlüydü ve “reform”un tamamen reddedilmesi fikri ülkede öylesine çoğunluktaydı ki, sendika merkezlerinin tamamı, bu özellikleri dikkate almak zorundaydı ve bu nedenle de, oluşturulan sendikal birliği herhangi bir nedenle bozmanın ya da mücadeleye son verme çağrısı yapmanın sorumluluğunu taşımaya cesaret edemediler.

7 Eylül’de yapılan gösterilerin başarılı olmasından sonra, militanlar, kitlelerin bu atılımını daha da geliştirmek için yakın bir tarihte yeni bir grev ve gösteri tarihinin belirlenmesini bekliyorlardı. Ancak, ertesi gün sendika merkezleri arasında yapılan toplantıda bir sonraki etabın tarihi olarak 23 Eylül belirlenince, bir hayal kırıklığı yaşandı. Buna rağmen, “Emeklilik için Vatandaş Talepleri” kollektifi 23 Eylül’ün başarısı için bütün gücüyle çalışmaya devam etti. Sendika militanları, 7 Eylül ile 23 Eylül arasında, 23 Eylül günü yapılacak olan grev ve gösterilerin başarısı için tüm güçleriyle seferber oldular. Yine başından beri mücadeleye katılan kadınlar kitleler halinde seferber oldular. Başlangıçta çekingen bir şekilde mücadeleye katılan gençler, gün geçtikçe daha kararlı ve daha kitlesel olarak mücadeledeki yerlerini aldılar. 18-20 yaşındaki bir genci, o yaşta kendisi için oldukça uzak görünen bir tarih için seferber etmek göründüğü kadar kolay değildir. Ancak yine, gençlerin kendi çıkarları için daha yaşlılarla birlikte mücadele etmesi gerektiğine ikna etmek için gerekli söylemleri geliştirildi ve dile getirildi.

İşte bu koşullarda gerçekleşen 23 Eylül gösterilerinin hemen ardından, sendikalar, bir sonraki gösteriyi, bir Cumartesiye denk getirecek biçimde, 2 Ekim olarak belirlediler. Gösterinin Cumartesi günü yapılması; grev yapması zor (işten atılma korkusunun yüksek oluşundan dolayı-çn) olan küçük işletmelerin işçilerinin, kadınların, güvencesiz işlerde çalışan gençlerin diğer bütün işçilerle birlikte gösteriye katılmasına olanak sağlayacaktı. Birçok sendikacı, bu inisiyatife karşı olmasalar bile en azından şüpheyle yaklaştılar. Ancak partimiz, sadece sendikal mücadelenin değil, geniş ölçekli toplumsal bir mücadelenin gerçeklerine cevap verdiği için, bu inisiyatifi destekledi ve savundu. Bu mücadele, “geleneksel” sendikal mücadeleler içinde bulunmayan kesimler de dahil olmak üzere, toplumun tüm güçlerini ilgilendiriyordu. Bu nedenle, Cumartesiye denk gelen 2 Ekim’de, kortejlerde, çocuklarıyla birlikte anneleri, gençleri, iş güvencesi olmayan emekçileri ve hatta üst düzey çalışanları diğer emekçilerle yan yana görmek mümkün oldu.

BU MÜCADELELER İÇİNDE PARTİMİZİN ÇALIŞMASI: NEYİ SAVUNDUK? NASIL ÇALIŞTIK?

Bölgesel seçimler için oluşturulan “Birlikte” Dipnot6 listesiyle çalışmalarına aktif olarak katıldığımız seçim kampanyasının hemen ardından, partimiz emeklilik hakkının savunulması için verilen mücadelelere başından bu yana katıldı. Mayıs ayında tüm örgütlerini, bu meselenin önemi hakkında bilgilendirdi. Aynı dönemde yapılan Merkez Komitesi toplantısında, kendi adıyla ve etkilediği kitle örgütleri aracılığıyla bütün güçlerini seferber ederek bu konuda ulusal bir kampanya yürütmeye karar verdi.

Partimiz, kendi adıyla, ancak ulusal çapta “Emeklilik için Vatandaş Talepleri” kollektiflerinde ve yerel olarak oluşturulacak olan kollektiflerin saflarında bir kampanya yürütmeye karar verdi.

Bu mücadelenin kazanması için parti militanları, hücreler, bir propaganda ve ajitasyon çalışmasına giriştiler. Ancak kitleler içinde olduğu kadar, kendi saflarımızda da kendini pek ifade etmeyen, ancak varolduğunu hissettiren, hükümetin “reform”u geçirmek için (insan ömrü uzadığı için çalışma süresininde buna paralel olarak uzatılması gerektiği şeklinde) “demografik” söylemler kullanacağından dolayı başarılı olamayacağımız düşüncesine karşı mücadele etmek gerekti. Partimiz, hiçbir şeyin henüz bitmediğini ve kaybettiğimiz mücadelelerin girişmekten kaçtığımız mücadeleler olduğu fikrini savundu. Gösterilerin giderek genişlemesi ve halk kitlelerinin açık desteği karşısında, hiçbir şeyin önceden belli olmadığı ve gerekli imkanları kullanarak ve yaratarak hükümetin bu “reformu”nu geri püskürtmenin mümkün olduğu düşüncesi yerleşmeye başladı. Bu reformun somut sonuçları ve etkileri, yaratacağı eşitsizlikler (varolduğu iddia edilen emeklilik kasasındaki cari açık; %80 oranında emekçilerden yapılacak kesintiler, %20 oranında da sermayeden yapılacak kesintilerle karşılanacak), büyük çoğunluğu şimdikinden daha az bir emeklilik maaşı için 67 yaşını beklemek zorunda kalacak olan çalışan kadınlar aleyhine ortaya çıkacak sonuçlar üzerine yapılan bilgilendirme, açıklama çalışmaları buna eklendi. “Emeklilik için Vatandaş Talepleri” kollektifi ükenin tamamında 500’den fazla halk toplantıları düzenledi. Bu toplantılardan bazılarına, Toulouse’da olduğu gibi, 1700 kişi katıldı.

Objektif sınırlarının bilincinde olan partimiz, grevin gerekliliği konusundaki bilinci arttırmak için etkilediği işçi kesimlerinde çalıştı. Koşulların olgunlaştığı yerlerde, ciddi ve sabırlı bir açıklama çalışmasının neticesinde daha geniş kitleleri katma kaygısıyla grev ilan edilebilmesi için onları teşvik etti.

Militanlarının bulunduğu bütün şehirlerde; standları, bayrakları, pankartları, bildirileri ve sloganlarıyla gösterilerin hepsine katıldı. Partimizin kullandığı ve kollektifin sloganı haline gelen “ne bir gün fazla çalışma, ne de bir lira daha az maaş, Woerth-Sarkozy projesi geri çekilsin” sloganı, tüm gösterilerde sık sık haykırılan popüler bir slogan haline geldi. Merkezi yayın organımız, geçen Haziran ayından bu yana sayfalarını geniş ölçüde bu konuya ilişkin yapılan açıklamalara ve izlenecek çizgi ile ilgili makalelere ayırdı. Bütün bu mücadelelerin içinde yer alan partinin kaygısı, daha fazla sayıda emekçiyi, yoksul semtlerin halk kitlelerini bu mücadeleye kazanmak için, slogan ya da izlenecek yön şeklinde eylem olanaklarını sunacak biçimde, ruh halleri ve taleplerini bireştirmek için, emekçilerin en bilinçli kesimlerine yakın olmaktı. Kitlelerden kopmamak, ancak her defasında bir adım daha ileri gitmeleri için kitlelere yardım etmek – partimizin hayata geçirmeye, mücadele içinde yerine getirmeyi öğrenmeye çalıştığı şey işte budur.

Başta Sosyalist Parti olmak üzere, reformist güçler, mücadeleyi tamamen sağın hakimiyetinde olan parlamentodaki görüşmelerde milletvekili ve senatörleri desteklemekle sınırlamak istese de, bu mücadeleler sırasında yeniden itibar kazandı. Esas olarak bu partilerin ufkunda, 2011’de yapılacak olan kantonal seçimler ve ardından 2012’de yapılacak olan parlamento ve başkanlık seçimleri var. Giderek yükseleceği açık olan Sarkozy karşıtı dalgadan faydalanmayı umuyorlar.

Partimiz için, seçimler önemlidir, ancak, sistemden kopuşun gerekliliği düşüncesini ilerletmeye hizmet etmelidir. Ve bu kopuş, sınıf partisinin devrimci idaresi altında seferber olmadan, sınıf mücadelesine büyük oranda bölükleri katmadan gerçekleşemez.

Sistemden kopuşun gerekliliği, sosyal gerilemelere tekabül eden bu “reform”a karşı verilen güncel mücadeleler içinde gün ışığına çıkarılabilir. Zira, emperyalist kapitalist sistemin krizinin faturasını bize ödetmek amacıyla; tekellerin, oligarşinin ve tamamen onun hizmetinde olan devletin politikalarının merkezinde bu “reform” vardır. Başka bir deyişle, bu mücadelenin etkileri ve sonuçları çok önemlidir.

Bu mücadeleler, aynı zamanda, bu sistemden devrimci bir kopuş için bir halk cephesi oluşturma politikamızın inşaasını hayata geçirmek için bir fırsattır da.

Bu muazzam ölçekteki mücadelede (12 Ekim’de yapılan gösterilere katılanların sayısı 3 milyonu geçti), partimiz, bu “reform”a karşı verilen mücadelelerin mümkün olabildiğince ileri gitmesi için bütün gücüyle daha da güçlendirmek için çalışıyor. Ancak partimiz, mevcut sistemden devrimci bir kopuşun gerekliliği bilincini büyütmek amacıyla, bu savaşımın merkezindeki meselelerin yani istediğimiz toplum tipinin geniş bir şekilde tartışılması için de çalışıyor.

Sendikaların Yeniden İnşası İçin Bir Öneri

Çok uzun bir zamandan beri ülkemizde ve dünyada sendikal hareketin sorunları, sendikaların bir “varlık-yokluk” sorunu olarak tartışılmaktadır.

Hele sendikalı olmak isteyen milyonlarca işçi olduğu ve bunların azımsanmayacak bir bölümü sendikalaşmak için işten atılmayı, kara listelere girmeyi göze alarak eyleme geçtiği halde, sendikalı işçi sayısının yüzde 6’lara düşmüş olması; sendikal hareketin bir “kriz” içinde olduğunun açık işaretidir. Kriz varsa, krizin nasıl çözüleceği de bütün diğer sorunların önüne geçmektedir. Onu içindir ki, krizin yayılmasına ve direnleşmesine paralel olarak da; “Sendikaların durumu ne olacak?”, “Bize nasıl sendikalar lazım?” sorusu her gün daha büyümektedir.

Bu sorunun yanıtı aslında artık çok karmaşık değil: Ya sınıfın sendikaları olmak için sınıfı harekete geçirmek üzere, sınıfın ileri güçlerine dayanarak her bakımdan sendikal mücadele anlayışında ve sendikaların yapısında bilinçli bir dönüşüme yönelmek ya da acılı ve uzunca bir sürünme döneminden sonra bu gerçeğe ulaşmak!

Partimiz, işçi sınıfımızın sendikal mücadelesinin tarihinden çıkardığı dersler ışığında, “Bize nasıl sendikalar lazım?” sorusuna bir yanıt vermek ve konunun hem sendikal camia içinde hem akademi dünyasında tartışılması için bir yaklaşım getirmiştir. Partimizin işçi-sendikacı kökenli kurucularından Memet Kılınçaslan’ın anısına 23 Mayıs 2010’da yapılan toplantıda, konuyu gündeme getirerek bu tartışmayı açmıştır.

O günden bugüne bu yaklaşım çeşitli çevrelerde tartışılmış; bu tartışmalar içinde ortaya konan yaklaşıma ilişkin öneriler ve eleştiriler getirilmiştir. Bu eleştireler ve öneriler ışığında broşür yenilenmiş; örneğin, bu uyarılar doğrultusunda “üye sendikacılığı” kavramı bu broşürde hiç kullanılmamıştır. “Üye sendikacılığı”nın kullanılmasına karşı çıkan arkadaşlar, sanki mevcut sendikaların üyelerinin haklarını koruduğu ya da sendikaların üyesinin haklarını korumasının doğru olmadığı, hatta sendikaya üye olmanın gereksiz olduğu savunuluyor düşüncesi uyandıracağı kaygılarını dile getirmişlerdir. Bu eleştiri dikkate alınarak yeni metinde üye sendikacılığı kavramına yer verilmemiştir.

Yine mevcut sendikal yapının sorunları ve bunların aşılmasının bugünkü imkânları ve sınıftan yana sendikacılar ve ileri işçilerin görevleri, dönüşümde sendikaların nasıl yeniden biçimleneceği gibi konularda önceki broşürün “çok genel kaldığı”na dair eleştiriler haklı bulunmuştur. Ve biraz uzaması pahasına elinizdeki broşürde bu konular daha kapsamlı ele alınmış; ilgili bölümler yeniden yazılmıştır. Ve tabi yeniden gözden geçirme sırasında metnin daha anlaşılır hale gelmesi için bazı küçük müdahaleler de yapılmıştır.

Dahası sorun en azından geçtiğimiz 200 yılı kapsayan, dünya işçi sınıfının sendikal mücadelesinin ve Türkiye işçi sınıfının sendikal mücadelesinin sorunlarının tartışıldığı bir dönemde, bu tartışmaların sağlıklı yürümesi için hazırlanmıştır. Ve söz konusu konu, tartışmalar ilerledikçe; başka broşürler, makaleler, giderek kitapların yazılacağı bir konudur. Çünkü mücadele ilerledikçe ve sendikal dönüşüm doğrultusunda adımlar atıldıkça, hem geçmiş işçi sınıfı mücadelesinden yeni dersler çıkaracağız hem de kendi deneyimlerimizden öğrenip bugün önemli bulduğumuz bazı bilgilerin de eskidiğini göreceğiz.

Bu broşürün gözden geçirilip yeniden düzenlendiği günlerde Kocaeli’de bir sendikal konferans, Gebze ‘de de bir işçi kurultayı [(*) Dipnot: İşçilerin, sendikacıların bir araya gelerek aşağı yukarı benzer konularda yapılan toplantıları, konferans, kurultay gibi kavramları birbirinden ayırmak, her toplantıyı bu iki kavramın içine sokmak elbette hem zor hem de gereksiz. Bu broşür boyunca konferans dendiğinde; daha çok belirli, çağrılı işçilerin, sendikacıların, bilim insanlarının yaptıkları toplantılardan söz edeceğiz. Kurultay deyince de daha genel bir çağrıyla, isteyen her işçinin katılıp görüş belirtme imkânı bulacağı belki yüzlerce kişinin katılıp tartıştığı toplantıları kast edeceğiz.]yapılmıştı. Elbette bu toplantılarda işçiler ve sendikacılar, sorunun değişik boyutlarına dikkat çektiler; kendilerine görevler çıkardılar. Yine pek çok işçi havzasında işçilerin bu türden konferanslar ve kurultaylar için hazırlandığı haberleri de geliyor. Öyle görünüyor ki; 2010’un son ayaları ve 2011’in ilk yarısı sendikal alanda son derce önemli tartışmaların yapıldığı, sadece toplantılardan da öte kimi etkinlikler ve girişimler yapıldığı, sendikal hareketin yakın gelecekte nasıl bir biçim kazanacağı ve sendikaların dönüşümünün imkânlarının daha iyi görüldüğü bir dönem olacaktır. Daha önemlisi de bu süre içinde işçilerin ve sendikacıların ileri kesiminin önemli bir bölümü; sendikal hareketin ilerletilmesi ve sendikaların dönüşümü konusunda ciddi düşünce ve eylem birliğine ulaşacak, ortak aldıkları kararları kitlelere mal edip uygulayan bir çizgiye ulaşacaklardır.

Sürecin daha derinden kavranması için elbette deneyimli sendikacılarımızın, mücadeleci eski kuşaklardan işçilerin ve konuyla ilgili bilim çevrelerinin katkıları son derece önemli olacaktır. Ve onların katkısı arttığı ölçüde konferans, kurultay, başka türden toplantılar ve sendikal hareketin değişik yönlerine ilişkin mücadeleler ve çıkarılacak dersler daha derin anlamlara sahip olacaktır.

 

*** 
Sendikal alana ilişkin yayınladığımız makalelerle birlikte ele alınmasının ya

SENDİKAL HAREKETİN TARİHSEL SEYRİ İÇİNDE BİÇİMLENMESİ

Sendikalar, işçilerin işgüçlerini satmak için birbirleriyle giriştikleri rekabete son verip onları patrona karşı birleştirerek var oldular. O günden beri sendikaların, işçiler arasında rekabete son vererek onları sermayeye karşı birleştiren bir örgüt olma ön koşulu değişmiş değildir. Bugün de bir örgütlenmenin sendika adına layık olabilmesi için bu temel görevi yerine getirmeyi kendisine ana ilke edinmesi gerekir.

İşçiler arasında sendikaya giden ilk birlikler işyerleri düzeyinde oluşmuş, her işyerinde bir “sendika” örgütlenmiş; zamanla birçok işletmede (sanayi havzasında) çalışan işçiler aynı sendikanın, aynı sendika federasyonunun çatısı altında toplanmıştır. Giderek değişik iş kollarına göre ayrı sendikalar ortaya çıkmış, ulusal çapta federasyonlar, konfederasyonlar şeklinde birleşen sendikalar; nihayet uluslararası olarak da örgütlenmiştir. Kuruluşundan itibaren sınıfın mücadelesinin ilerlemesine bağlı olarak yeni işlevler kazanan sendikalar iki yüz yılı aşkın bir zamandan beri işçilerin en kitlesel, en yaygın ve sürekli sınıf örgütleri olmuşlardır.

Önce sanayi havzaları düzeyinde, sonra ulusal çapta birleşen sendikalar, sadece işçiler arasında rekabete son vermekle kalmamış; işçilerin daha iyi koşullarda çalışma ve daha iyi yaşamak için sermayeye karşı verdiği mücadeleyi, sömürünün ortadan kaldırılması mücadelesinin zeminini de genişletmişlerdir. Şu ve ya bu işçi bölüğünün değil, tüm sınıfın örgütü haline gelen sendikalar, “işçi sınıfının kapitalizme karşı örgütlenme merkezlerine” evrilerek, sermayeye karşı verilen mücadelenin merkezleri olma özelliği kazanmışlardır.

Sendikalar, sermaye ve onun örgütleriyle herhangi bir bağı (ekonomik, siyasi, ideolojik) olmayan bağımsız işçi örgütleri olarak biçimlenip gelişmiştir. İşçi aristokrasisi ve sermaye partilerinin, işçi sınıfını içinden bölme ve yedekleme faaliyetlerinin etkisiyle sendikaların sermaye partilerine yaklaşmaları, onların bu “sermayeden bağımsız olma” özelliğine zarar vermiş, sendikalar içindeki bölünmelerin ve çatışmaların dinamik etkenini oluşturmuştur.

19. yüzyılın ikinci yarısında, özellikle de son çeyreğinde, milyonlarca üyeyi çatıları altında örgütleyen sendikalar; “sermayeye karşı sınıfın örgütlenme ve mücadele merkezleri” olma özelliği de kazanmışlar; İkinci enternasyonal partilerinin kurulmasında önemli bir dayanak olmuşlardır. Sınıfın örgütleri olarak hızla büyüyen ve etkinliği artan sendikalar; sadece o anda çalışan, aktif işçilerin değil yaşlısıyla, genciyle, işsiziyle, kadını, erkeği ve çocuğuyla tüm işçi ailesini örgütleyen bir misyon kazanmıştır. Böylece sendikaların rolü genişleyerek, işçiler arasında rekabete son veren ve ekonomik talepler uğruna mücadele eden örgütlerden, işçi sınıfının sosyal, kültürel, ideolojik, hatta siyasi bakımından eğitimini kolaylaştıran ve katkı yapan örgütlere evrilmişlerdir.

Milyonlarca işçiyi bağrında toplayıp büyük güce sahip olan sendikaların, sermayeye karşı mücadele merkezleri olarak hareket etmeleri, sermaye ve partilerinin sendikalardaki faaliyetlerini daha etkin ve yıkıcı biçimde sürdürmelerine de yol açmıştır. Sermaye partilerinin işçiler arasındaki faaliyeti ve bu faaliyetin dayanağı olan işçi aristokrasisini kullanması sendikal hareket içinde değişik burjuva sendikacılık akımlarına zemin yaratmıştır. Sınıfın sendikal mücadelesi içinde Hıristiyan sendikacılık, değişik ülkelere göre milliyetçi sendikacılık akımları, bürokratik, reformcu sendikacılık gibi adlar altında sendikal odakların faaliyetleri de hiç eksik olmamıştır. Bu “sınıf dışı” (ama sınıfın içinde faaliyet gösteren) akımların her birinde; 19. Yüzyılın son çeyreği ve 20. yüzyılın başında, tekellerin büyüyüp istikrar kazanmasına paralel olarak, hızla büyüyen işçi aristokrasinin rolü birinci dereceden olmuştur. İşçi aristokrasisi dendiğinde daha çok reformcu işçi partileriyle de içli dışlı olan, işçi sınıfını kapitalizmin uysal köleleri haline getirmek isteyen sendikacılık akımı özellikle de 2. Enternasyonal partilerindeki kapitalizmle birleşme eğilimlerinin derecesiyle de güç kazanan “sınıf sendikacılığı” karşısındaki “ana akım”dan söz ediyoruz. Hıristiyan sendikacılık, milliyetçi sendikacılık akımları ve daha sonraki yıllarda ortaya çıkacak olan gangster sendikacılık, sarı sendikacılık, korsan sendikacılık, faşist sendikacılık, Amerikan sendikacılığı gibi odakların yaşaması ve yayılması, sermaye partilerinin ve patronların sendikal harekete müdahaleleriyle bağlantılı olduğu kadar, reformcu sendikacılığın yaydığı hayaller ve hayal kırıklıklarıyla sıkı biçimde bağlıdır.

20. yüzyılın başında işçi sınıfının uluslararası sendikal hareketi başlıca iki akıma bölünmüştü. Bunlardan birincisi, kapitalizmin ebediyen var olmasını esas alan, çalışma koşullarını iyileştirmekle sınırlı (gerçekte bu amaç bile laftadır ve tekelci kapitalizm çağında böyle bir iyileştirme için bile kapitalizmi hedef alma zorunluluğu vardır) bir mücadele veren reformcu, sınıf uzlaşmacı sendikacılıktı. İkinci akım ise, sömürüyü tümden kaldırmak; savaşsız ve sömürüsüz bir insanlık dünyası kurma stratejisiyle hareket eden, iktisadi mücadeledeki hattını da bu tutuma göre belirleyen sınıf sendikacılığı idi. Bütün diğer burjuva sendikacılık akımları bu iki ana akım arasındaki derin çatlakta varlık nedeni bulmuştur. Bu akımlar içinde Amerikan sendikacılığı, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra, ABD’nin dünya hegemonyasına soyunmasına paralel olarak, reformcu sendikacılık merkezlerini de sarsıp yedekleyen, hatta onları çekip çeviren bir ana akım olarak sahneye çıkmıştır.

Reformcu sendikacılık merkezleri, işçi sınıfının 19. yüzyıl ve 20. yüzyılın ilk yarısındaki işçi sınıfı mücadelelerinin kazanımlarının duldasında bir işleve sahip gibi görünmüşler; bütün o kazanımları kendi uzlaşmacılıklarının, reformcu tutumlarının ve kapitalistlerin artık “vahşi sömürü”den vazgeçen bir olgunluğa erişmesinin eseri gibi gösterebilmişlerdir. 20. yüzyılın son çeyreğinden itibaren korunaksız kalan reformcu sendika merkezlerinin ipliği pazara çıkmış; işlevsiz ve etkisiz oldukları, patronlar ve hükümetler karşısında hiç bir gerçek itibara sahip olmadıkları ortaya çıkmıştır. Ve bu devasa sendikalar; hızla güç ve itibar yitimine uğradıkları bir sürece girmişlerdir.

 

TÜRKİYE’DE SENDİKAL MÜCADELENİN ANA ÇİZGİLERİ

Türkiye’de sendikalar, sendikal hareketteki büyük bölünmenin, Avrupa’nın reformcu sendika merkezlerini de arkasına alan Amerikan sendikacılığı ile Sovyetler Birliği sendikaları başta olmak üzere sınıf sendikacılığı çizgisindeki sendikaların en sert biçimde karşı karşıya geldiği bir dönemde kuruldular. Bu dönemde Amerikan sendikaları, ABD’nin dünya hegemonyası doğrultusunda sendikal hareketi biçimlendirmek üzere görevlendirilmişti ve Türkiye’de sendikaların 1925’te kapatılmasından, 1946’dan sonraki bir yıllık bir legalleşmeden sonra yeniden kapatılmasından sonra sendikalar 1950’lerin başında  (1952’de Türk-İş’in kurulmasıyla) yeniden yasal olarak kuruldular.

Türkiye’de sendikacılığın yerleştirilmesinin ve sendikal kültürün oluşturulmasının merkezi olacak olan Türk-İş, bir yandan Avrupa ama daha çok da Amerikan sendikacılarının, özellikle de İngiliz-Amerikan sendikacılığının yönlendirdiği bir sendikacılık merkezi olarak kurulmuştur. Öyle ki ’50-’60’lı yıllarda yüzlerce Türk-İş yöneticisi ABD’de “eğitilmiş”tir. Bu eğitimlerde CİA yöneticilerinin ve uzmanlarının aktif rol oynadığı, Amerikan sendikalarının bu dönemde Amerikan emperyalizmin dünya egemenliği stratejisi doğrultusunda, Türkiye ve öteki benzer ülkelerde sendikaları yönetip biçimlendirme göreviyle yükümlendirildiği herkesin malûmudur.

Türk-İş, Avrupa’daki öteki reformcu sendika merkezlerinden farklı olarak “siyaset üstü”, “siyaset dışı” sendikacılık anlayışını öne çıkarıp bir övünme vesilesi yapan bir anlayışla kurulmuştur. Bu radikal “siyaset dışı” anlayış; elbette gerçekte sadece işçi sınıfının siyasetine bulaşmama olarak gerçekleşmiştir. “Siyasetle uğraşmama”, “komünizme karşı olma”, “Amerika’nın dünyayı kurtaracağı” fikri ve “aşırı bir milliyetçilik” Türk-İş’in oluşmasında ana ideolojik malzeme olarak kullanılmıştır. Türk-İş’in ünlü “24 ilkesi”nin ruhu bu ideolojik yaklaşımdır.

Burada siyaset dışı olma, “işçi sınıfı siyaseti dışında” olma olarak kalmıştır. Çünkü CHP ve Demokrat Parti (DP)’nin işçi kollarının birleştirilmesi temelinde oluşturulan Türk-İş; bu partilerle ve sonraki yıllarda da büyük sermaye partileriyle içli dışlı olmuş, üst yöneticilerini bu partilerden milletvekili seçtirmiş, hatta cuntalara bakan verme Türk-İş’in geleneği olmuştur.

Türk-İş’e Amerikan sendikacılığının ve Avrupa’nın reformcu sendikalarının ilk öğrettiği şey, sendikal mücadeleyi “sendika yöneticileri”nin patronlar ve hükümetle diyaloguna, pazarlık yapmasına indirgemedir. 1961’de Anayasa’da grev hakkı tanınmış ve 1963’te grev yasası çıkarılmış olmasına karşın Türk-İş, “grev yapmayan sendika” olmayı bir övünç vesilesi yapmıştır. İşçilerin sendikal mücadelenin dışına itilmesi ve sendikal faaliyetin “sendikacıların işi”ne indirgenmesi, sendikal bürokrasinin sendikalardaki egemenliğini sürekli pekiştiren bir rol oynamıştır.

1967 ile 15-16 Haziran 1970 arasındaki dönemi bir yana bırakırsak; DİSK’in Türk-İş’ten ayrılan bazı sendikalar tarafından kurulmasına da denk gelen bu dönem, Türkiye’de işçilerin sendikal hareket içinde kendi inisiyatiflerini kullandıkları bir dönem olmamıştır. 1970’li yıllarda kimi işletmelerde ya da 1989 Bahar Eylemleri’nden 1991 Körfez Savaşı’na kadarki mücadele döneminde “işçi inisiyatifinin” öne çıktığı durumlar kısmen olmuşsa da sendikal hareketin seyrini belirleme bakımından son derece cılız kalmıştır. Bu yüzden 1952’de Türk-İş’in kuruluşundan başlayarak bugüne kadar, sendikacılığın ana çizgisi, “aktif sendikacı-pasif işçi yığınları” biçimindeki yaklaşım olmuştur. Burada “aktif sendikacı” ifadesindeki “olumluluk” gerçekte bir olumsuzluktur. Çünkü sendikacının aktifliği “genel olarak” (bazı sendikacıların patronlar karşısında işçi hakları için mücadele ettiği, bürokratik ilişkileri zorladığı elbette bir gerçektir) patrona karşı bir aktiflikten çok işçiyi patronunun isteklerine razı etmek biçiminde cereyan etmiştir.  Bu yaklaşım, bugün de sendikal hareketin en önemli sorunu olmaya devam etmektedir.

Esnek çalışmanın yaygınlaşması, taşeron çalışmanın sınırsız bir biçimde genişlemesi, mevcut sendikal yasaları ve “ILO normları”nı çok büyük ölçüde geçersiz hale getirmiştir. Üretimin zamana, mekâna (işyerinde, ülkede, uluslararası düzeyde) göre parçalanmasını esas alan esnek çalışma yöntemi, geleneksel sendikacılığı etkisizleştirmiştir. Üretim sürecindeki, giderek yaygınlaşıp derinleşen bu değişiklik, çalışma normlarının, ulusal ve uluslararası düzeyde yeniden biçimlendirilmesi için sermayenin uluslararası ve ulusal saldırısı, sendikal mücadelenin dersleri üstünden hareket edecek bir mücadeleyi gerektirmektedir. Bunun ön koşulu ise sermayenin saldırılarına karşı sınıfın bütün enerjisini harekete geçirebilecek ve dişe diş mücadele verecek yeni bir sendikacılık anlayışı ve bu anlayış temelinde sendikaların yeniden inşasıdır.

 

SENDİKALARDA DÖNÜŞÜM MÜCADELESİ

Aslında bu; ister Amerikan sendikacılığı, ister reformcu sendikacılık, ister milliyetçi, Hıristiyan, İslamcı, faşist, sarı sendikacılık; adına ne dersek diyelim uzlaşmacı, işçiyi sendikal mücadeleden dışlayan sendikacılık anlayışının temsilcileri de artık eskisi gibi bile gidemeyeceklerini, sonuçta çökeceklerini (şimdiden çöktüklerini) bilmektedirler. Ancak bu gidişata son vermek için gereken hareketi yapma, sendikaların mücadeleci sendikacılık hattına dönmesini de istememektedirler. Bunların bir kısmı; işlerine gelmediği için, çıkarlarını bu mevcut sendikal konumla (sendikaları geçim kaynağı ve bağlı oldukları siyasi mihraklar için bir dayanak olarak gördükleri için) birleştirdikleri ve bir dönüşüme karşı oldukları için var olan durumu benimsemektedir. Ki; bunlar aynı zamanda sınıf düşmanları olarak sendikalardaki dönüşüm mücadelesinin de dolaysız hedefidir. Diğer bazı sendikacılar ise, sorunları görmekte ama çözüm için ne yapılması gerektiği konusunda bir bilinç açıklığına sahip değillerdir. Ya da kimi sendikacılar, bir “çıkış yolu” üstünde kafa yorsalar da bunun nasıl olacağı konusunda başka arayış içindeki sendikacılar, ileri işçi, emekçi kesimleriyle bir düşünce ve mücadele ortaklığına sahip olmadıkları için hareketsizlerdir; hatta umutsuz ve karamsardırlar!

 

1-) Sendikal yapıda dönüşüm

Bu broşürün en başından beri iddia edildiği gibi amacı; sendikaların nasıl dönüşeceklerine, bunun için neler yapılmasının gerektiğine, bu dönüşümün dayanaklarına, mümkün olduğunca açıklık getirmek yükümlülüğündedir. Ancak dönüşümün dayanaklarını ve bunu için görevlerimizi iyi anlamak için; sendikalar dönüşümünün örgütsel yapıdaki karşılığı üstünde kısaca durmakta yarar olacaktır.

 

a)- Sendikaların örgütlenme yeri işyerleridir

Sendikalar sınıfın en geniş ve uzun mücadeleler içinde örgütsel olarak da dönüşüp yaptığı mücadeleyle uyumlu biçim kazanmış örgütler olarak, onların örgütlerinin yeri işyerleridir. Sendikaların üyeleri, işyerlerinde sorunlarını temsilci ya da sendikacılara devretmiş, ilgisiz bir yığın oluşturmazlar; en küçük ünitelerde dahi kurdukları temsilciler kurulları içinde ve çevresinde örgütlenerek, örgütlenmelerini temsilciler kurulları aracılığı ile işyerleri çapında merkezleştirirler. Bugün temsilcilikler vardır, baş temsilci vardır, oysa olması gereken kurullardır, kurullara karşı sorumlu başkanlıklardır ki bu, gerçek bir sendika örgütü olmanın zorunluluğudur. Kurullar olmadan, en kıyıda köşedeki ünitelerine kadar örgütlenmemiş sendika, bir yığın olarak kalmaktan kurtulamayacağı gibi, sorumluluklara dayanan örgütsel yaşantı ve bir sendika disiplininin oluşması da olanaksız olur. En geniş işçileri kapsayan örgütler olsalar da, sendikalarda gene de bir örgütsel yaşantı ve disiplinin olması zorunludur. Ve sendikal mücadelenin kendisi, eğer az çok uygun bir mücadeleyse, sadece ileri işçileri değil, genel olarak işçi yığınlarını da böyle örgütlülük ve disiplin için eğitir.

Sendika şubeleri, iş yerlerindeki örgütlü işçilerin birleşmesi ve belli bir alanda merkezileşmesinin bir ifadesinden başka bir şey değildir. Tabii ki, sendikaların iş kolu düzeyinde ve iş kolları arasında (federasyon, konfederasyon vs.), ulusal çapta merkezileşmesi bugün olduğu gibi, (demokrasiye dayandığı için üstelik daha güçlü bir şekilde) gelecekte de olacaktır. Esas olan, bu merkezleşmelerin, sınıftan kopmuş bürokratların kürsüleri değil, örgütlenmiş işçilerin değişik düzeylerdeki birliklerinin ifadesi, aracı ve hareketlerinin yönetim merkezleri olarak işlev görmelerinin sağlanmasıdır. Burada asıl gözden kaçırılmaması gereken; bütün bu yukarıda adı geçen örgütsel kademelerin (şube, merkez, federasyon, konfederasyon) adlarına yakışan bir sendika organı olmasının koşulu, işyerlerinde layıkıyla örgütlü olmalarına, en geniş işçi yığınlarının iradesini temsil ediyor olmalarına bağlıdır.

Bu elbette; sendikal hareketin en temel sorunlarından biri olan işçilerin sendikal hareketten dışlanmasının önlenmesinin de tek yoludur.

 

b)- Emekçi semtlerinde işçilerin örgütlenmesi

Sendikalar işyerlerinde sıkı bir biçimde örgütlenmiş olsalar ve sendika yönetimlerini ciddi bir biçimde denetliyor olsalar bile, özellikle bugünkü dünya ve ülke koşullarında, bu örgütsel yapı “tamamlanmak” zorundadır. Belirli işyeri ve sektörlerdeki işçilerin yoğun yaşadığı emekçi semtlerinde açılacak “işçi kültür dayanışma ev veya merkezleri” (adı başka da olabilir) sendikaların örgütlenmelerini tamamlayacak; işçinin işyeri dışındaki sosyal yaşamı ile işyerindeki mücadelesini birleştirecek örgütler olarak bir işleve sahip olacaklardır.  Bu ev veya merkezlerin örgütlenmesi, aynı sanayi bölgesinde (ve ya aynı OSB’de) örgütlenmiş değişik sektörlerden birkaç sendika şubesi tarafından ortak kurulup çalıştırılması mümkündür. Böyle değişik sendikaların şubelerinin farklı mesleklerden işçiler arasındaki birliğe ve emekçilerin sadece bir mesleğin değil, esas olarak bir sınıfın mensubu olarak düşünme ve hareket etmelerine hizmet bakımından böyle birlikler son derece önemli bir rol oynayabileceklerdir. Sanayiinin dağılımındaki değişiklikler, işçilerin uzunca zaman bir işyerinde çalışmalarının giderek daha da güçleşmesi (evinin daha uzun süre aynı kalması) ve işçilerin OSB ve büyük fabrikalar çevresindeki semtlerde toplanmayı hızlandırmaları, bu tür örgütlenmelerin olanak ve zorunluluklarını oldukça çoğaltmıştır.

Bunların, işçilerin iş yerlerindeki sendikal örgütlerini tamamlayıcı yönü olarak şunları belirtebiliriz:

*) İşyeri örgütü ve sendika yönetiminde sorumluluğu bulunmayan pek çok işçinin, semtlerde kendi yaşam ve eylemlerini örgütleme ve düzenlemede sorumluluk üstlenmesi, bu merkezlerin en önemli işlevlerinden biridir. Öte yandan, yapacağı sosyal, kültürel, eğitsel vs. işlerle, işçiler arasındaki canlı ilişkinin kesintisiz sürmesi ve sendika yöneticilerinin, bu örgütlerde birlikte çalışıyor olmaları ve onların bütün yaşamlarıyla işçilerin gözleri önünde olmak zorunda olmaları işçilerle sendikacılar arasındaki ilişkiye yeni bir boyut katacaktır. Dolayısıyla, işçiler bu merkez üstünden sendikal demokrasinin çeşitli yönlerine dair katılımlarını ve işçilerin yöneticilerini denetlemesinin koşullarını geniş şekilde elde tutmuş olacaklardır.

*) Aynı derecede önemli başka bir olanak da; işçilerin, düşünce ve eylemleriyle işyerlerindeki sorunların ötesine geçmesi ve halkın öteki tabakalarının önüne düşecek mevzileri tutmasının olanakları olağanüstü genişleyecektir. Emekçi semtlerindeki işsizlik, yoksulluk, çevre, konut, imar, kültür, eğitim, sağlık sorunları ve yaşlı-emekli, kadın, gençlik ve çocuklara dair sorunlar ve belediye ve hükümetlerin halk yaşamını etkileyen zam, vergi ve halk aleyhtarı yeni yasa vs girişimlerinin, semtlerdeki bu işçi kurumları ve işçilerin olduğu kadar, sendikaların da gündemine gelip oturması önlenemez bir şeydir.

*) Bu örgütlenmenin uygunluğu ile ilgili olarak, mücadele halindeki başka sektör ve bölge işçileriyle dayanışmanın kolaylaşması gibi başka kazanımlardan da söz edilebilir. Ama burada, bu örgütlenmenin sendika şubeleri ve yönetimleriyle örgütsel bağlarının nasıl olacağı daha önemlidir: Amaçlarına bakıldığında, bu kurumların, nispeten sendika şubelerine bağlı, nispeten de özerk olması gerektiği açıkça görülür. Bu yapının gerektirdiği ise; bu kurumların yönetimlerinin bir bölümünün (azınlığı), sendika şube yöneticileri ve temsilci kurulları tarafından, diğer bir bölümünün (çoğunluğu) bu kurumları ortak oluşturan sendika şubelerinin (ilgili alandaki-semt ya da semtlerdeki) üyelerinin seçmesiyle oluşturulması gerekir. Bunların mali giderlerinin bunları kuran şubelerce (sendikanın kasasından ya da oluşturulacak ayrı bir fondan) karşılanması zorunludur. Şube yönetimlerinin buralara katılımı ve buna karşın şube genel kurullarında bu kurumlara delegelik kontenjanları tanıması ise örgütlenme ve örgütsel demokrasinin mantığının bir gereğidir.

Sonuç olarak söylemek gerekirse; sendikaların temel ve ya esas örgütleri, öncelikle iş yerlerindeki örgütleri ve sonra, semtlerdeki onları tamamlayan (şubeler işçilerin yoğun olarak yaşadığı değişik semtlerde başka sektörlerden şubelerle birlikte bir değil, başka başka semtlerde birkaç tane bu tür örgütlenmeler yapabilirler, yapmalıdırlar.) örgütlenmeleridir.

 

c)- İşçilerin sendikaları denetlemesi ve elde tutmalarının yolu olarak sendikal demokrasi

Sendikal demokrasi, işçilerin sendikaları elde bulundurmalarının, her tür şer kuvvete karşı korumalarının koşuludur. Bu yüzden sendikal demokrasi özenle savunulmak durumundadır. Evet, bugün sendikal demokrasi adına, hemşehricilik, çetecilik, mafya yöntemleri, gurupçuluk, herhangi bir siyasi parti yandaşlığı, hükümet yandaşlığı, sahte oy kullandırma, sahte mahkeme kararını kullanma yoluyla sendikal demokrasin ihlal edilmesi sendikal demokrasiyi savunmayı geriye itmemelidir. Türk Metal (adı çıksa da) gibi, pek çok sendikanın sendikalarda işçiden habersiz, yönetimin “delege yazması”, Lastik-İş’te olduğu gibi muhalif işçilerin patronla işbirliği içinde işten atılması, seçimlerin mafya yöntemleriyle yaptırılması, bu sözde seçimlerin tüzüğe uydurulması, sendikal demokrasinin iğfal edilmesi gibi olaylar sendikal demokrasiyi savunma kararlılığını bozmamalıdır. Ancak sendikalarda demokrasinin yaşama ve gelişmesinin ilk koşulu; başta temsilciliklerin, tüm organların “görünüşte” değil de, gerçek seçimlerle oluşturulan ve yukarıda ortaya konulan biçimler içinde şekillenen örgütsel yapılar olmasıdır.

Elbette başka konularda olduğu gibi sendikalarda da demokrasinin en belirgin işaretlerinden birisi, sendikadaki tüm kademelere ve görevlere gelenlerin seçimle gelmesidir. Elbette seçim demokratik, işçilerin iradesini yansıtacak mekanizmalar üstünden yapıldığında yerli yerine oturur. Bu yüzden de işyerindeki temsilcileri (temsilci kurulları) seçiminden başlayarak, seçilenlerin nasıl bir mücadele hattının, sendikal mücadelenin ilerlemesi için nelerin yapılması gerektiğinin işçi iradesi olarak belirlendiği tartışmalar; bu tartışmalardan çıkan kararları hayata geçirecek olan yöneticilerin seçimi olarak cereyan etmek durumundadır. Ve elbette bu görevliler aynı zamanda; kendilerini seçen iradenin kendilerine yüklediği görevleri yerine getirmediğinde görevden alınacağını da bilerek kendilerini ortaya koymak durumundadır.

 

2-) Sendikal dönüşümün bugünkü dayanakları nelerdir?

Sendikal hareket nereden, nasıl gelişecektir; işçi sınıfının hiç olmazsa büyük işletmelerdeki ana kitlesinin sendikalarda örgütlenmesi, sendikaların ileri işçilerin sendikalarda etkin hale gelmesinin ve dönüşmesinin dinamikleri nerelerdedir? gibi soruların yanıtları bugün son derce önem kazanmış bulunmaktadır.

Yukarıda da belirtildi; sendika yöneticilerinin çok büyük bir çoğunluğu bugünkü gidişattan, sendikaların itildiği ataletten hoşnut değildir. Ama önemli bir bölümü, bu gidişattan çıkar sağlamayı tercih edip; hükmet ve sermaye güçleriyle işbirliği içinde sendikal faaliyet yürütmeyi asli işleri ilan etmiştir. Diğer bir bölüm sendikacı ise, mevcut durumun kabul edilmez olduğunun farkındadır ve bundan sıkıntı duymaktadırlar ama yaşantılarıyla, düşünceleriyle, duygularıyla büyük ölçüde sınıftan kopmuş olmaları nedeniyle karamsarlığa sürüklenmiş, daha iyi bir gelecekten, bu geleceğin yaratılmasında işçilerin ve sendikalarının önemli rolü olacağı konusundaki umutlarını yitirmişlerdir. Elbette azımsanmayacak bir sendikacı kesim ise, Bugün sendikalar içinde bulundukları durumdan nasıl kurtulur? sorusu ve bu sorunun yanıtına kulak kabartmaktadır. Ve bu yanıta inandıkları ölçüde de sendikal dönüşüme güç verecek bir çizgide bulunmaktadırlar.

Ancak bu broşür kapsamanda sözü edilen dinamizmin bir dayanağı Türkiye işçi sınıfının uzun yıllara yayılan mücadelesinin olumlu birikiminin bir yanı olan, sınıftan yana sendikacılarsa, asıl ve belirleyici dayanağı ise; bürokrasinin sermaye ve hükümetlerle işbirliği içindeki ihanetine karşın talepleri için mücadeleyi bırakmamış olan işçi yığınlarıdır. Bu mücadele bazen büyük ya da orta büyüklükte işletmede, bazen büyük hizmet kurumlarında bazen OSB içinde bir ya da birçok işletmeyi kapsayacak biçimde gelişmiş; çoğu zaman da bu mücadeleler gerek emek mücadelesi, gerekse ilerici demokrat güçlere yeni bir heyecan ve enerji veren bir biçimde gelişmiştir. Sendikalardaki özelleştirme, kapatılma, emekli olma, sendikal rekabet gibi nedenlerle ortaya çıkan üye kaybı, moral ve motivasyon olarak geriye düşüşlere karşın ve sendikalaşmak ya da başkaca talepleri için mücadeleye atılan işçileri arkadan hançerleyen sendikal bürokrasiye karşın işçiler, sendikalaşma mücadelesini hiç bırakmamışlardır. Her yıl onlarca işyerinin çok azı başarılı olmasına karşın, sendikalaşma mücadelesini işçiler hiç bırakmamışlardır. Ve bugün de yüzlerce, hatta binlerce işyerinde genç işçilerin sendikalaşmayı tartıştıklarını, bir gün sendikalaşmayı başarmak umudunu taşıdıklarını söylemek hiç de abartı olmaz.

İşçi sınıfı mücadelesinin bu birikiminin ifadesi olan olgular şunlardır:

 

a-) Dönüşümün dayanağı olarak işçi sınıfının yapısal değişiminin getirdiği dinamizm

Yarısı kayıt dışı olmak üzere, çalışma statüsü bakımdan sendikalaşabilir 13 milyona yakın işçi vardır Türkiye’de. Bundan 15 yıl önce bu sayının yarısı kadardı işçi sayısı. Bu işçilerin önemli bir bölümü, OSB’lerde toplanmıştır. Bu dönem boyunca esnek çalışmanın imkânlarını da kullanan patronlar ve hükümetler pek çok büyük işletmeyi parçalara ayırarak, pek çok işlerini taşeron ve yan sanayie aktararak işletmelerini “küçülttüler”se de; bunu yaparken her biri 35-100 bin arasında değişen işçinin çalıştığı fabrikaları OSB adını verdikleri ve Anadolu’nun pek çok yerine yayılan bir sanayi yapısının ortaya çıkmasını da engelleyememişlerdir. Aslında patronlar (elbette dünya ölçüsünde de) büyük işletmelerdeki üretim sürecini parçalayayım derken daha büyük işçi kitlelerini bir araya getirmişlerdir.

Yine son 15 yıl içinde Türkiye’de sanayiinin yapısında da önemli bir değişim yaşanmış; otomotiv ve demir-çelik sanayii, sanayiinin lokomotifi olarak tekstil, gıda gibi geleneksel sanayilerin önüne geçtiği gibi, “kamu işçisi”nin sınıf içindeki ağırlığı da azalmıştır. Bu değişim kuşkusuz işçi sınıfımızın proleter karakterini, mücadele kapasitesini ve etkinliğini, sendikaların bu özellikleri ne kadar kullanabildiğinden bağımsız olarak, artırıcı bir rol oynamıştır.

Bu genç işçi kesimi, büyük ölçüde köylerden hızla kentlere göçün beslediği, proleterleşme sürecinde bir yığındır ve yıllar geçtikçe işçi karakteri artmakta, hızla deneyim de kazanmaktadır. Yine bu genç işçi kuşağı, son 20 yıl içinde Kütlere yönelik savaşın baskısıyla ve genç Kürt nüfusun önemli bir bölümünü, sanayiinin sömürü çarkının dişleri arasına atmıştır. Dolayısıyla bu hızlı işçileşme, genç işçiler arasında Kürt nüfusun oranını yükseltmiş; Kürt sorunu sadece ülkenin nasıl bir demokratikleşme yolu izleyeceğinin ana etkeni olmasının da ötesinde, işçi enternasyonalizmini, işçi sınıfının birliğinin genel bir sorunu olmaktan çıkarıp sıcak gündem olarak sınıfın birliğinin, sendikaların birlik ve bütünlüğünün etkeni haline getirmiştir. Bu durum, işçi sınıfının Kürt-Türk, Alevi Sünni,… kökenden gelen işçilerin, tek bir sınıf olarak kaynaşması, bu kaynaşmanın önemi ve demokrasi mücadelesiyle işçi sınıfı mücadelesi arasındaki sıkı bağı da sınıfın gündeminin en ön sırasına taşımak için çok önemli bir fırsat yaratmıştır.

Ne var ki; işçi sınıfının son 15 yıldaki hızlı yapısal değişiminin oluşturduğu bu maddi temel sendikaların örgütlenmesi ve etkinliğinin artırılması için çok önemli bir dayanak oluşturduğu halde, sendikalar bundan yararlanamamıştır. Hatta bugünkü sefil duruma düşmelerini birçok sendikacı ve “uzman”, işçi sınıfının yapısındaki bu değişimi olumsuzlayarak, buradan işçi sınıfı ve onun tarihsel rolü hakkında kuşkular yaymak için fırsata dönüştürmeye, kendi yeteneksizliklerine ve uzlaşmacılıklarına dayanak yapmaya çalışmaktadırlar. Oysa gerçek olan,  sendikaların (sendika yöneticilerinin) işçi yığınlarının duygularıyla, talepleriyle bağını koparmış olmaları ve uzlaşmacı sendikacılığın alışkanlıklarıyla bu genç, dinamik ama aynı ölçüde deneyimsiz, taleplerini hızla gerçekleştirmek isteyen işçi yığınlarını örgütleme yeteneğini gösterememiş olmalarıdır.

Bu broşürün amacı açısından şunu söyleyebiliriz ki; bugün işçi sınıfımız, kitleselliği, gençliği, Kürt, Türk her milliyetten halk kesimlerinden gelmesi ve bütün ulusal, dinsel, mezhepsel ayırımları aşarak birleştirecek özellikleriyle aynı zamanda ülkenin geleceğinin nasıl olacağını belirleyecek bir sınıf olarak da  kendisini ortaya koymaktadır. En azından şimdilik nesnel bakımdan!

Bu ise; sendikal hareketin ve sendikaların dönüşümü bakımından son derce gerçek ve dinamik bir zemindir.

 

b-) Dönüşümün dayanağı olarak sendikal platformlar

1989 Bahar Eylemleri’ne gelen süreçte kurulan ve sonraki yıllarda mücadelenin yüksek seyrettiği dönemlerde daha da hareketlenip bileşimi genişleyen “Şubeler ve temsilciler platformları”, “Sendikalar birliği” gibi oluşumlar sendikal mücadelede önemli bir rol oynamışlardır. Sermayenin saldırılarına karşı mücadelenin olduğu kadar, sendikal hareketin gelişmesi, genişlemesi, sendikaların büyümesi, aynı zamanda bürokrasiden arınarak gerçek işçi sendikaları olarak dönüşümleri için de bu platformlar önemli dayanaklardır ve bugünden sonra da bu işlevlerinin daha da artabileceği ortadadır. Ama aynı zamanda bu platform ve oluşumların; sermayeye karşı mücadeleci bir çizgiyi ve sendikaların dönüşümü ile ilgili yükümlülüklerini kabullenmedikleri ve gerekenlerini kararlılıkla yerine getirmedikleri takdirde, varacakları hiçbir yer yoktur. Dolayısıyla şube ve temsilciler platformları, sendikalar birliği oluşumları ve buralardaki ileri sınıf güçleri; sendikal örgütlenmenin gelişmesi, sendikaların dönüşümü ve bürokrasiden arınması görevlerini üstlenmek, mevzilerini ve eylem çizgilerini yenilemek ve her tür bürokratik baskı ve manevralara karşı daha uyanık ve kararlı bir tutumla hareket etmek zorundadır.

Sendika şubeleri ve temsilciler platformlarının dünden bugüne gelen konumlarına bakıldığında, işçilerin sermayeye karşı mücadeleleri ve sendikalarda örgütlenme girişimlerinin genişlemesi ve sendikaların gerçek anlamda dönüşümleri, platformların üretim ve hizmet birimlerinde örgütlenmeleri üstünde yükselmesi açısından birinci planda önem taşıdıkları açıkça görülebilir.

Burada sendikaların merkez yönetimlerinin, sınıftan yana sendikacıların ağırlıkta olması ya da birer birer de olsa şu ya da bu sendikanın merkez yönetiminde bulunmalarının çok önemli olduğu açıktır. Çünkü bir yönetim içinde bir kişinin bile sınıftan yana tutum takınması sınıf aleyhine yapılacak komploları ve alınacak sınıf düşmanı kararları engelleyeceği gibi, bürokrasinin kirli çamaşırlarını dökmek bakımından da önemlidir. Sadece sendikaların merkez yönetimleri değil, konfederasyonların “başkanlar kurulları”, “danışma kurulları” gibi oluşumlarda bir kişinin bile sınıfın gözü kulağı, iradesi gibi davranması elbette platformlar, şubeler ve temsilciliklerdeki ileri işçi ve sendikacılar için çok önemli dayanaktır.

Şunu artık, sendikal hareketi az çok izleyen herkes bilmektedir ki; mevcut sendikalar, ortak bir yol izlemek, iş birliği yaparak işçi hareketinin gelişmesini teşvik edecek bir çizgiye gelmek ve aynı şekilde, işçilerin sendikalarda örgütlenmesini sağlayacak bir tutumla hareket etmek zorundadırlar. Eğer sendikalar bu görevlerini üstlenmezse; bu sendikalara bağlı işletmelerdeki ileri işçi ve temsilciler, sınıftan yana şubeler ve oluşturdukları platformlar, sendikaları bu çizgiye çekecek ve giderek onları dönüştürecek bir çizgi üzerinde hareket edemezlerse; mevcut sendikalar durumlarını bile koruyamayacaklardır. Sendikalar bu dönüşümü sağlayamazsa pek çok dolambaçtan geçerek ve büyük sıkıntılar yaratarak da olsa, hareketi örgütleyecek yeni güçlerin ve yeni sendikaların ortaya çıkması kaçınılmaz olacaktır. Çünkü işçi sınıfı mücadelesi her zaman küllerinden doğmayı başarmıştır.

 

c-) Sendikal hareketin taze kanı olarak Organize Sanayi Bölgeleri’ndeki işçi mücadelesi

Sendikal hareketin gelişmesinin en önemli ve özgün alanlarından birisi de OSB’lerde ve yeni sanayi havzalarındaki genç işçilerin mücadelesidir. Son on yıl içinde pek çok OSB’deki onlarca işyerindeki direnişler, en son Dega ve Çemen direnişi ve grevi göstermiştir ki, organize sanayi sitelerindeki işyerlerinin tek tek örgütlenmesi ve kendilerini tek tek kabul ettirmeleri çok zordur. Hangi konfederasyon ve sendikaya bağlı olursa olsun, organize sanayi sitelerinde sendika ve sendika şubelerinin iş birliği ile mümkün olan sayıda büyük işletmenin işçilerinin ve küçük iş yerlerindeki genç işçilerin (gençlik olarak) örgütlenmesi site çapında ortak bir direnişle ortaya çıkmak, başarı için neredeyse zorunlu bir koşul haline gelmiştir. Bu site ve havzalarda, patronlar dişlerinden tırnaklarına örgütlüdürler. OSB yönetimleri bütün site çapında, yerine göre mücadeleci işçileri kara listelere alarak, yerine göre işçi ile karşı karşıya gelen patronu mali olarak destekleyerek (sendikayı patronun kabul etmesini engelleyerek) “büyük patron” gibi hareket etmektedir. Bu durum işçilerin de “büyük patrona” karşı site çapında bir örgütlenme yaparak başlıca işletmelerde birlik ve dayanışma içinde davranmalarını zorunlu hale getirmektedir.

Bu tür OSB’lerde toplu direnişlerin sunacağı avantaj ve başarı olanaklarını kullanmak son derece önemlidir. Ve OSB’lerde örgütlenmek isteyen sendikalar da tüm siteyi örgütleyecek bir stratejiyle hareket etmek durumundadırlar. 2010’un başında gerçekleşen ve 74 gün militan bir grev yapan Çemen Tekstil işçileri, aslında nasıl bir mücadele yürütüleceğini ve sadece patronu değil, emniyeti, idareyi, hatta sendika bürokrasisini de yenecek kadar örgütlü olmak gerektiğini çok açık biçimde göstermiştir. Nitekim mücadelenin sendika tarafından satılması da ileri işçilerin tasfiye dilmesiyle mümkün hale gelebilmiştir. Eğer ki, OSB çapında bir örgütlenme olabilseydi; hiç olmazsa başlıca tekstil fabrikalarından işçiler bu grevi az çok destekleyen işçi kesimleri ile daha ileriden bir birlik oluşturulabilseydi mücadelenin sonucu da farklı olabilirdi.

 

d)- Sendikal dönüşümde büyük fabrika ve iş yerlerinin önemi

Kimileri OSB’lerin içinde olan kimileri ise değişik alanlara dağılmış olan birkaç binden, sekiz bine kadar işçinin çalıştığı büyük işletmeler elbette sendikal mücadelenin ve sendikaların yeniden yapılanmasında son derece önemli dayanaklarıdır. Çünkü bu işletmeler Türkiye’nin işçi sınıfının sendikal mücadelesinin olumsuz birikimini olduğu kadar olumlu birikimini de taşımakta olup; bu büyük işletmelerde bir hareketlenme tüm diğer işletmelerde yayılıp genişleme özelliğine sahiptir.

Renault, TOFAŞ, Ford, Pektim, TÜPRAŞ, Mercedes, Arçelik-Beko, İsdemir, Erdemir, Kardemir, Şişe Cam Sanayi, bunlara eklenecek 1-5 bin kişinin çalıştığı onlarca tekstil fabrikası, lastik fabrikaları, Zonguldak, Soma gibi maden işletmeleri, THY, BOTAŞ, İSKİ, ASKİ, İZSU gibi başlıca sanayi ve hizmet merkezlerinde sendikal hareketin az çok ayağa kalkması, kuşkusuz Türkiye’de işçi-emekçi mücadelesinin dönüşümü için belirleyici önemde olacaktır. Bu tür kimi işletmelerin bazılarında Türk Metal, Tes-İş, Çelik-İş, Lastik-İş, Teksif gibi işçi mücadelesinde en geriden gelen, hatta işçiden çok patronun isteklerini gözeten bir çizgi izleyen yönetimleri, işçilere göz açtırmamak için patronla, hükümetle, istihbaratla işbirliği dahil her yola başvurmaktadırlar. Ancak bunlara rağmen bu işletmelerde işçiler, fırsat bulduklarında harekete geçmekten geri kalmamaktadırlar. 1998’de otomotiv ve çelik işçilerinin Türk-Metal yönetimine karşı giriştiği büyük eylem, geçen yıl ve bu yılın başlarında Kocaeli lastik işçilerinin Lastik-İş yönetimine karşı başkaldırıları, “kriz önlemleri” adına işçi atılması ve işçi haklarına yönelik saldırılara karşı, sendikalarla patronların ortak hareket ettiğinde Renault, Tofaş, ERDEMİR ve İSDEMİR’deki eylemler, sendikal bürokrasinin işçilerin üstündeki hâkimiyetlerinin sanıldığı kadar mutlak olmadığını göstermektedir. Daha da önemlisi bunlar ve sayısız daha küçük çaptaki eylemler, büyük işyerlerinde de sendikal dönüşüme dayanak olacak çok önemli bir birikimin oluştuğunu göstermektedir.

 

e-) Sendikal dönüşümün önemli bir müttefiki olarak kamu emekçilerinin mücadelesi

Kamusal hizmetlerin özelleştirilmesi ve ticarileştirmesine de paralel olarak kamu emekçileri, bir yandan hızla işçileşme süreci yaşar ve sosyal bakımdan işçi sınıfına yakınlaşırken öte yandan sendikal alanda da bürokratlaşma, hükümetin baskıları, yandaşı sendikaların güçlenmesi, sendikaları ırkçı, şoven müdahalelerle karşı karşıya bırakmıştı. Ancak bu saldırılara karşı kamu emekçileri ve özellikle KESK’in de etkisiyle sıkça grevlere, direnişlere başvurarak; aynı zamanda sendikal platformlarda gündemlere müdahale ederek (son 2009, 25 Kasım grevi, son yıllardaki çok sayıda eylemler, iş bırakmalar, lokal ve genel eylemlerde de açıkça görüldü bu) ve sınıf işbirlikçisi sendikacılara karşı bir mücadele içindedirler. Bu durum sendikal dönüşüm, sendikaların yeniden yapılandırılmasını kamu emekçileri sendikalarında da birinci gündem haline getirmektedir. Ama öte yandan kamu emekçileri sendikaları, bu sürece müdahale etme, işçi sendikalarındaki ileri güçlerle kamu emekçileri sendikalarındaki ileri güçlerin yakınlaşıp birleşmesi, genel olarak sendikal hareketin yeniden inşası süreci bakımında da çok önemli bir dayanak oluşturmaktadır. Başka bir söyleyişle kamu emekçileri sendikaları alanı; bir yandan işçi sendikaları gibi sendikal dönüşüm mücadelesinin bir alanıyken aynı zamanda işçi sınıfının sendikal alandaki mücadelesinin ileri güçlerinin de en yakın müttefikidir.

 

3-) Sendikaların Mali Durumunda Ve Sendikacıların Yaşamında Tam Aleniyet!

Sendikalarda dönüşümün diğer bir alanını ise; sendikaların mali bakımdan işçiler tarafından denetlenebilir olması, sendikacıların yaşamlarının işçilerin gözü önünde olması, sendikacıların ücretlerinin ve öteki harcamalarının alenileşmesi gibi sendika ile geniş işçi yığınları arasındaki kopukluğun giderilmesi sorunları oluşturmaktadır.

Bu açıdan bakıldığında sendikal bir dönüşüm için şunlar önemlidir:

 

a-) Sendika kasalarının denetimi

Sendika aidatları, gelir ve harcamalar, bugün genel merkezler ve konfederasyon merkezlerinin elinde toplanmış, mali yönetim adeta tekelleşmiştir. Bu mali güç üstündeki tam denetim merkezlere; şubelere, temsilciliklere boyun eğdirmenin, ya da onları baştan çıkarmanın (delegeleri otellerde ağırlamak, istediklerinde de şubelerin artı harcamalar yapmasına göz yummak) bir aracı olarak kullanma imkânı sağlamaktadır. Bu sürecin tersine döndürülmesi, örneğin aidatların şubelerde toplanması ve harcamaların nerelere yapılacağına şubelerin karar vermesi sendikalarda bürokratik işleyişi engellemenin başlıca imkânlarından biridir. Dolayısıyla aidat gelirlerini toplama ve harcama yetkisinin bir kural olarak şubelerde toplanması; gelirlerin çoğunluğunun şubelerde (genel merkezlerin hesapları bilme, takip etme, gerektiğinde uyarı hakkı, hatta görevi kuşkusuz olacaktır) kalması; geri kalanının ise, sendika merkezlerine aktarılması önemlidir. Grev ve direnişler gündeme geldiği ve ihtiyaç olduğunda ise, konfederasyon ve genel merkezlere, şubelerde toplanmış mali olanakları grev ve dayanışma fonu olarak “kullanma” imkanının tanınması da çok önemlidir. Bugün yasalar böyle bir şeye imkan tanımamakta ama sendika üst yöneticilerinin çoğu da bundan pek rahatsız olmamaktadır. Ne var ki, bu kısıtlı koşullarda bile sendikaların imkânlarının grev ve direniş fonu olarak kullanmasının iyi örnekleri de yok değildir. Ne var ki bu örneklerin sayısı azdır ve genel yaklaşım, merkezlerin sendika kasaları üstündeki tam denetimleridir. Ve bu denetim sendika imkânlarının kişisel ve çevresel çıkarlar doğrultusunda istismarı biçiminde ortaya çıkmaktadır. Nitekim son on yılda irili ufaklı birçok sendikada “yolsuzluklar” nedeniyle pek çok “olağanüstü genel kurul” yapılmış, bazı yöneticiler görevlerinden alınmıştır ama yolsuzlukların ortadan kalktığına dair işçilerin ikna olduğu söylenemez. Sendikalarda yetkinin ve denetimin alttan yukarı doğru merkezileşmesi, istismarı kolaylaştırmakta, alt örgütler üst örgütlere boyun eğmeye zorlanmaktadır. Oysa tam tersi olanı daha demokratiktir. Her kademenin önemli mali karar ve harcamalarında, yetkisini bir alt kademeyle; örneğin konfederasyonların sendika başkanlar kuruluyla, genel merkezlerin şube yönetimleri, şubelerin ise, temsilci kurullarıyla paylaşması ve her yönetici kurulun, her harcamasını mümkünse uygulamadan önce ilgili işçi kamuoyuna açarak yapması doğru olanıdır. Bürokrasinin gücünün kırılması ve demokrasinin teşvik edilmesinin yolu buradan geçmektedir.

 

b-) Sendikacı ücretleri sendikal bürokrasinin ana dayanağı durumuna gelmiştir

Çok az sayıdaki sendika dışında, yöneticilerinin ne kadar ücret aldığını pek bilen yoktur. 30 bin TL, hatta 60 bin TL aylık ücret alan sendikacıların sendika ve konfederasyon yöneticilerinin olduğu, bazı sendikacıların dört yıllık kıdem tazminatlarının (hizmet ödeneği de deniyor) 350-400 bin TL’yi bulduğu başka sendikacılarca söyleniyor. Örneğin 6 bin 500 üyesi olan bir sendikanın başkanı 20 bin TL net aylık ücret almaktadır sendikadan. Yine pek çok sendika üst yöneticisinin ücretlerinin yanı sıra edindikleri mal-mülkün değme kapitalistlerin varlıklarını aştığı da zaman zaman ve elbette işlerine gelindiğinde, sermaye basınına bile düşüyor. Bazı sendikaların, profesyonel sendikacıların ücret ve kıdem tazminatları ödemeleri nedeniyle beş parasız kaldıkları belirtiliyor.

Yine pek çok sendikalar; grev ve direnişler ya da örgütlenme faaliyetleri için tek kuruş harcamadıkları halde, gelirler giderlerin altında kalmakta, ellerindeki malı mülkü satıp profesyonel sendikacılara ücret ve tazminat ödemeyi başlıca kaygı edinmişlerdir. Çoğu sendikacı yüksek ücretlerle dahi yetinmiyor; asla yapmadığı örgütlenme gideri, harcırah vs. diyerek kılıfına uydurup sendika bütçelerini adeta yağmalıyorlar. Sendikaların bütçelerini denkleştirmek, bu tür giderleri azaltmak için buldukları çözüm ise, bazı şubeleri kapatarak şubelerdeki profesyonel sendikacı sayısını azaltmak olmuştur! Sendikaların işçiye daha yakın olmaları ve daha çok çalışmanın gerektiği bir zamanda!

Uzunca bir zamandan beri, sendika üst yönetimleri, böyle giderse, sendikaların giderek ücretleri bile ödeyemez hale geleceklerini bildikleri için olacak; vakıflar kurup sendikanın birikimini vakfa aktararak, kendilerini de “ebediyen yüksek gelirle vakıf yöneticisi” yapacak “önlemler” almışlardır. Böylece pek çok sendikacı kendilerini hem vakıftan hem sendikadan maaş alan çift maaşlı sendika yöneticileri durumuna getirmişlerdir.

Bu yağmanın önlenmesinin gerçekçi yolu ise, sendikal örgütlenmenin yukarıda sözü edilen şekillenişinin, işçilerin denetim olanaklarını büyük çapta genişletmesiyken, bir başka önlem de, sendikacı ücretlerinin hiç olmazsa ilgili sektörde en yüksek ücreti alan kalifiye işçinin ücretiyle sınırlamaktır. Mali gücün şubeler elinde toplandığı; bunu için de aidatların şubelerin kasasında toplandığı ve merkezlere ihtiyacı kadar bir bütçe ayrılan bir mali yapı değişimi sendikal dönüşüm için son derece önemli olacaktır. Bu önlemler alındığında, sendikal bürokrasinin elindeki silahların en önemlilerinin alınacağı gibi, sendikalardaki bürokratlaşma da hiç olmazsa mali yönüyle frenlenmiş olacaktır. Dahası harcamalarda aleniyet, kılıfına uydurmaya izin vermeyen belgeleme ve her kademe (şube, genel merkez, konfederasyon) mali raporlarının, ilgili işçi kitlesine genel kurullar ve delege seçimlerinden önce sunulmasını değişmez bir yasa olarak hayata geçirme… gibi önlemler; işçilerin sendikalara ve sendikal yaşama ilgisini artıracağı gibi, özgüvenle, girişkenlikle hareket etme, haklarını kullanma, yöneticileri denetleme ve aday olma gibi konularda işçilerin cesaretini artırıcı olacaktır.

Sendikal dönüşümde ilk adımlardan birisinin de profesyonel sendikacıların maaşları, aldıkları (alacakları) tazminat ve hizmet ödeneklerinin alenileştirilmesi olmak durumundadır.

 

DÖNÜŞÜMÜN ÖNEMLİ BİR SORUNU; SENDİKAL PARÇALANMIŞLIK VE SENDİKALAR ARASI REKABET!

Sendikal parçalanmışlık ve rekabet, bugün sendikal hareketin en önemli zaaflarındandır dersek herhalde gerçeği ifade etmiş oluruz.

Mevcut sendika ve konfederasyon yöneticileri çoğunluğunun, hareketi ve sendikaları birleştirme diye bir dertlerinin olmadığı ise diğer acı bir gerçektir. Tam tersine, konfederasyonlar ve aynı işkolundaki sendikalar, bu sendikal rekabeti ve parçalanmışlığı derinleştirerek kendilerine varlık nedeni yaratmayı adeta temel strateji edinmişlerdir. Türkiye’deki işçilerin sadece yüzde 6’sının sendikalarda örgütlü olduğu ve milyonlarca işçi sendikalaşabilir olduğu halde, bunları değil de bir avuç sendikalı işçiyi ayartıp o sendikadan bu sendikaya geçirmek, birçok sendika ve sendika yöneticisi (hatta bazı konfederasyonlar) için başlıca sendikal çalmadır! Bu amaçla hükümetle, yerel yöneticilerle aşağılık işbirlikleri ve uzlaşmalar yapılmakta; patronlarla düşülüp kalkılmakta, şoven milliyetçi odaklarla, kontra güçlerle, emniyet ve valilerle oyunlar tezgâhlanmakta, toplu sözleşmeler satılmakta; sarı, gangster sendikacılığın en iğrenç yöntemlerinden bile kaçınılmamaktadır. Bu, işçiler arasında rekabete son vermek için tarih sahnesine çıkan sendikaların, en ilk ve en eski ilkesini de reddeden anlayış; son yıllarda “hükümetin arka bahçesi”, hatta “ön bahçesi” olan sendikalar yerel ve merkezi yönetimin açık desteği ile örgütlenmektedir.

Oysa sendikalar arasında, işçiler ve işçi hareketinden yana birlik ve dayanışmaya büyük ihtiyaç vardır. Ve bu birlik ve dayanışma ancak, iş yerleri ve şubelerdeki ileri güçler, gerekse örgütsüz ama örgütlenme çalışması yapılan işletmelerde oluşan bilinçli işçi ve sendikacı kitlesinin ısrarlı bir birlik ve ortak mücadele tutumuyla gerçekleşebilir. Bugün ileri her işçinin, temsilcinin, şube ve şubeler platformunun, örgütsüz işçilerin örgütlenmesine yardım için, sendika ve konfederasyon farkı gözetmeksizin dayanışma ve iş birliğinin bir militanı ve odağı olarak hareket etmesi, işçi hareketinin ve sendikaların en önemli ihtiyaçlarından biridir.

Kısacası, değişik sendika ve konfederasyonlara bağlı şubelerdeki mücadeleci güçler, bulundukları alanlarda örgütlenmek isteyen işçiler, genel merkez istemese dahi, dayanışma ve işbirliği halinde çalışmak zorundadırlar. Burada ilke; sendika şubeleri arası işbirliği ve dayanışma ile örgütlenmeye çalışılan iş yerlerindeki işçilerin çoğunluğunun eğilim gösterdiği şubenin örgütlenmesini, diğer şubelerin de desteklemesidir. Aynı iş kolundaki merkezi sendika ve konfederasyonların da bu anlayışla hareket etme ve karşılıklı destek politikası izlemeye zorlanması, bu tutumun kararlıca sürdürülmesi için şubelerin ve temsilcilerin elbette çok sağlam durması gerekir. Ki, kısımcılık, dar, “bizim sendika” anlayışı yıkılabilsin!

Dahası bu parçalanmışlık ve rekabet aşılamazsa; sendika, konfederasyon hatta işkolu farkı gözetmeden, tüm sınıf güçleri olarak birleşerek ortak bir hedefe yürünmediği, toplu direnişlerin örgütlenmediği durumlarda çok zor örgütlenecek olan OSB’lerin örgütlenmesi son derece güç olacaktır.

 

İŞÇİ SINIFININ ETNİK YAPISI, SENDİKAL DÖNÜŞÜM İÇİN BİR AVANTAJA DÖNÜŞTÜRÜLEBİLİR

Türkiye işçi sınıfı, ezen ezilen ulus ve mezheplerden gelen işçilerden oluşan bir sınıftır. İşçiler arasındaki milliyetçi, dinci ve memleketçi etkilenmeler, işçi sınıfı hareketinin gelişmesine büyük zararlar vermektedir. Sendikal bürokrasi, patronlar ve sermaye partileri bu farklılıkları da istismar etmekte, işçileri birbirine karşı kışkırtarak, kendi saflarını güçlendirmek için kullanmaktadırlar. Örneğin eğer sendikacı Türk kökenli, muhalefeti de Kürt kökenli ise, (ya da biri Alevi öteki Sünni ise) daha baştan Türk kökenli işçileri kendisine, Kürt kökenlileri de karşı tarafa saymaktadır. Bu rekabet ve istismarcılık seçimden sonra da sürmekte; siyasi partilerin karşı karşıya gelmesi, farklı milliyetlerden işçiler arasında sürüp gitmektedir. Özellikle de son on beş yirmi yıldan beri bu farklılıkların istismarı artmış bulunmaktadır. Oysa şu bir gerçektir ki; patronlar sömürürken ne hemşehri, ne akraba-aşiret, ne mezhep ne de farklı ulustan,.. ne şu ne bu partinin taraftarı olup olmadığına bakmamaktadır. Onun gözünde işçi sömüreceği bir işgücü deposudur ve mümkün olduğu kadar çabuk biçimde o işgücünü harekete geçirmeye bakmaktadır.

İşçi sınıfının içinde Kürt-Türk, Alevi-Sünni ya da öteki azınlık din ve milliyetlerin varlığı bir gerçektir. Ne var ki sınıf içinde bu değişik kesimlerden gelen işçilerin sayısal bakımdan neye karşılık geldiği bilinmemektedir. Bu konuda; devlet herkesi “Türk ve Sünni” kabul ettiği için, ciddi bir veri yoktur. Hatta şunu söyleyebiliriz ki; batıya Kürt göçünün devasa boyutlara varması ve nispeten daha yoksul olan Alevi köylülerin daha büyük oranda kentlere göç etmek zorunda kalması gibi nedenler göz önüne alındığında genç işçiler içinde, OSB’lerde Kürt işçilerin oranı giderek yükselmektedir. Yine Alevi işçilerin oranının da son yıllarda yükseldiğini söylemek bir kehanet sayılmaz. Elbette işçi sınıfının bir sınıf olarak örgütlenmesinin şartı, her tür ulus, her din-mezhep ya da başka türden farklılıkları aşan; sınıfın çıkarları üstünden bir birlik oluşturmasıdır. Ne var ki sendikacılar; tıpkı devlet gibi bu farklılıkları istismar etmekte ama; örneğin Kürt sorununun demokratik çözümünden, halkların, işçilerin kardeşleşmesinden söz edildiğinde, sendikaların bu sorunların çözümünde taraf, müdahil olması gerektiği söylendiğinde; “Tabanda Türk işçi, Arap işçi de var; nasıl Kürt sorununda taraf olalım” diyen en geri tutumu almaktadırlar.

Bugün sendikaların Kürt sorunu gibi ülkeni en önemli sorunu karşısında, en geride duran bir pozisyonda olmaları; sendikal bürokrasinin çıkarı ile devletin arasındaki yakınlığın belirleyici olduğunu söylemek gerek. Sendikalar bu farklılığı görerek, işçi enternasyonalizmi doğrultusunda her ulus ve her din ve mezhepten (din, dil, ırk, milliyet, hemşehrilik, aşiret vb) işçilerin birliğini savunur. Eğer sendikalar işçileri, kendi sınıf çıkarları etrafında birleştirip harekete geçirebilirse, kuşkusuz ki mücadelenin ve sendikaların sorunları azalacak, sendikanın gücü artacak; işçilerin kendi sendikalarına sahip çıkıp mücadeleye daha aktif katılımının zemini olağanüstü genişleyecektir. Bu da sendikalarda dönüşümün en önemli dayanağı olacaktır. Bu yüzdendir ki; işçi sınıfının farklı din-mezhep ve uluslardan gelen işçilerden oluşması ilk bakışta bir “sorun” olarak görünse de, orta ve uzun vadede enternasyonalizm düşüncesini güçlendirmektedir. Sınıf kardeşliği fikrinin gelişmesi; işçi sınıfının demokrasi mücadelesine müdahalesi için de doğrudan, sınıfın birliğinin de bir ihtiyacı olarak sendikaların gündemine girmektedir. Bu da işçi sınıfını, ülke sorunlarının çözümü bakımından öteki sınıfların ve geniş halk yığınlarının gözünde de bir seçenek haline getirecektir.

Bugünkü koşullar göz önüne alındığında işçi sınıfının, örneğin Kürt sorununun çözümüne doğrudan müdahil olması, Türkiye’de işçilerin, halkların kardeşleşmesini ilerletecek en önemli dayanağı olacağı gibi, aynı zamanda sendikaların da hem kamuoyunda hem de sermaye güçleri karşısında itibarını yükseltecektir.

Ancak bunun için sendikaların ve tabii sınıfın kendisinin Kürt sorununun demokratik çözümünde aktif olması, işyerlerinden başlayarak işçilerin birlik ve dayanışmasını sağlamak ve işçi sınıfı enternasyonalizmi ışığında, Türk ve Kürt işçilerinin birliği için çalışması gerekmektedir.

Elbette, işçilerin birliği tüm bu ulusal, dinsel bölünmeleri geride bırakan bir birlik olduğu ve sınıfsal birliğin, ezilen ulus ve mezheplerin özgürlüğünü tanıma ve karşılıklı saygı ile derinleşebileceği bir gerçektir. Burada farklı milletlerden ve din-mezheplerden işçilerin sınıf kardeşliği, ortak mücadelesi ve örgütlenmesi tayin edici önemdedir.

 

***

Yukarıda, sendikal mücadelenin kısa özetinden ve ortaya konan yaklaşımdan da açıkça anlaşılmaktadır ki; sendikaların en temel sorunlarından birisi, geniş emekçi yığınların sendikal mücadeleden dışlanması ve sendikacılığı sendikacıların patronları ikna etme gücüne indirgenmesi (bürokratik sendikacılık) anlayışı ise öteki de; sendikal mücadele sendikaların işçiler arasında tartışılmasının, işçilerin gidişata müdahale etmesinin önlenmesidir. Öyle olunca da sorunları ve çözümleri üstünde fikir ve eylem birliği yapamayan işçiler ve sınıftan yana sendikacılar; sadece basit yakınıcılar durumuna düşmektedir.

Sendikalarda bir dönüşümün başlangıç noktası; elbette ki, sendikal hareketin sorunları ve bu sorunların aşılmasının yolunun, geniş işçi yığınları içinde tartışmaya açılması; ileri işçi kesimleri ve sınıftan yana sendikacılardan başlayarak bu çıkış yolu üstünde bir eylem birliğini sağlamaktır.

Sendikal konferanslar, işçi kurultayları, sendikaların her kademedeki (delege, temsilci, şube, genel merkez, konfederasyon) seçim ve kongreleri, her türden işçilerin katıldığı etkinlikleri bu amaçla değerlendirmek; sendikalarda dönüşümün ilerlemesi için kararların alındığı faaliyetlere dönüştürmek son derece önem kazanmıştır.

Bu broşür ve ortaya konan yaklaşım, sendikal hareketin sorunlarının aşılması için üstünde birleşilecek bir zemin olarak işlev görürse, amacına hizmet etmiş olacaktır.

Sendikal Mücadelenin Gelişim Yönü ve Sınıf Sendikacılığının Güncel Dayanakları

Kapitalist toplumda işçi sınıfı, tüm diğer toplum kesimleri gibi, üretim süreci içindeki yerleri, üretilen değerden aldıkları pay ve bu payı elde ediş biçimleri, toplum içindeki ekonomik-siyasal ağırlıkları ve eğilimleriyle, sermayeden her yönüyle farklı özellikte bir sınıftır. Tarih boyunca modern işçi sınıfının örgütlenmesi ve mücadelesi, söz konusu farklılık üzerinden, sermaye ile emek arasındaki çelişkiler ve uzlaşmazlıklar temelinde gerçekleşmiştir.

Sendikaların burjuvazi tarafından yasal olarak tanınmalarından bu yana, sendikal hareketin gelişiminin başlıca iki yönü olmuştur. Bunlardan ilki, işçilerin öncelikle kendi aralarındaki rekabete son vererek patronlara karşı birleşip örgütlenmesi, sonrasında, sendikaları aracılığıyla bir bütün olarak kapitalizme karşı ekonomik ve siyasal mücadelenin yürütülmeleridir. Sendikal hareketin diğer gelişim yönü ise, sermayenin sendikal hareketin içinde oluşturduğu sendikal bürokrasinin de yardımıyla, hareketin sadece “ekonomik alan”la[1] sınırlı tutulmaya çalışılmasıdır. Bu şekilde işçi sınıfının sermayeden ve onun dünya görüşünden ayrı ve bağımsız örgütlenmesi engellenmeye çalışılmış, bizzat işçi örgütleri olan sendikalar aracılığı ile işçi hareketi düzen sınırları içinde tutulmak istenmiştir.

Burjuvazinin 19. yüzyılın ortalarından itibaren sendikaları yasal olarak tanımak[2] zorunda kalması, elbette onların işçilerin çıkarlarını savunan birer işçi sınıfı örgütleri olarak peşinen kabul ettikleri anlamına gelmemiştir. Sermaye sınıfı, fırsat buldukça ve ihtiyaç haline geldikçe zora başvurmaktan ve özellikle sınıf sendikalarını zayıflatmak için eline geçen fırsatları değerlendirmekten geri durmamıştır. Bu politikaların en somut sonucu, 19. yüzyılın son çeyreğinden itibaren işçi sınıfı içinde ayrı bir üst tabaka olan işçi aristokrasisinin oluşturulması ve sermaye ile işçi örgütlerinin işbirliğini sağlayacak olan sendika bürokrasisinin yaratılması olmuştur.

Sendikaların kurulması ve bugüne gelişinin tarihi, hemen her ülkede, işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki sınıf mücadelesinin gelişim tarihi ile paralellik gösterir. İşçi sınıfının sermayeye karşı yürüttüğü ekonomik, siyasal ve ideolojik mücadele, bu mücadelenin araçlarından birisi olan sendikalar aracılığıyla sendikal bürokrasi ve burjuvazinin sınıf içindeki uzantılarına karşı mücadeleyi de beraberinde getirmiştir.

İşçi aristokrasisi ve sendika bürokrasisine dayanarak, sendikal alana yönelik politika geliştiren sermaye sınıfı, tarih boyunca sendikaları ve diğer işçi örgütlerini kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirmeye çalışmıştır. Sermayenin büyük bir dikkatle örgütlediği bu mücadelenin kendisi, sendikal bürokrasinin etkinliğinin arttığı dönemlerde işçi örgütleri olan sendikaların, bizzat işçi sınıfının mücadelesini baltalayan roller oynamasını sağlamıştır.

I. Enternasyonal’in Avrupa’da gerçekleştirilen çeşitli oturumlarında temelleri atılan sınıf sendikacılığının temel ilkeleri[3], dönemin sosyalistleri ve mücadeleci sendikalar tarafından önemli ölçüde benimsenirken, sendikaların ilk ortaya çıktıkları dönemle karşılaştırıldığında, daha geniş ve kitlesel sınıf örgütleri haline gelmesinin önünü açmıştır. İngiltere, Fransa, Almanya gibi ülkelerde sınırlı bir uygulama alanı bulan sınıf sendikacılığı, Rusya’da 1903 yılında Bolşeviklerin o zamana kadar Çarlık Rusya’sının denetiminde olan işçi sendikalarında etkin hale gelmesi, önce 1905 Devrimi, ardından 1917 Ekim Devrimi’nin örgütlenmesinde oynadıkları aktif rol ile birlikte etkisini arttırmış, Ekim Devrimi’nin hemen ardından ise, başta Avrupa ülkeleri sendikal hareketi olmak üzere, geniş bir coğrafyada etkili olmuştur.

Sendikal hareket içinde sınıf sendikacılığının 19. yüzyılın son çeyreğinden 20. yüzyılın ortalarına kadar işçi sınıfının ekonomik mücadelesi ile siyasal ve ideolojik mücadelesini birbirine bağlayan ve karşılıklı olarak beslenmesini içeren yoğun mücadele dönemini, 1950’li yılların ortalarından itibaren yaşanan ekonomik-siyasal dönüşümler, sendikal hareketi ekonomik harekete, ekonomik mücadeleyi de çeşitli sektörlerin ve işkollarının sorunlarına hapsederek, mücadele alanını sınırlandırmıştır. Sendikaların, “Refah devleti” uygulamaları sırasında gündeme getirilen “Endüstriyel demokrasi” yalanlarına paralel olarak sistemle bütünleşmesiyle birlikte, sendika bürokrasilerinin denetimine girdiği bu dönemin tüm olumsuzluklarına rağmen, işçiler, sendikalarda örgütlenmeye devam etmişlerdir.

II. Dünya Savaşı sonrası dönemde sendikalardaki egemenliğini daha da güçlendiren sendika bürokrasisi, sermayenin işçi hareketini gerektiği zaman baskı altına alma ve denetimi dışına çıkmasını engellemek için bütün imkanlarını seferber etmiştir. Yaşanan bütün olumsuzluklara rağmen, işçi sınıfı sendikalara sırtını dönmemiş, onları birleşme ve dayanışma örgütleri olarak görmeye devam etmiş, bu örgütleri kendi sınıf çıkarları için mücadele araçları haline getirme mücadelesinden vazgeçmemiştir.

İşçi sınıfının saflarında ve sendikalar içinde ileri işçi kitlesi ile sendikal bürokrasi arasında yüz yılı aşkın bir zaman diliminde süren egemenlik mücadelesi, 1960’lı yıllardan itibaren sermayenin lehine işçi sınıfının aleyhine gelişen bir seyir izlemiştir. Bu dönemden itibaren hızla düzen içine çekilen sendikalar, işçilerden ve onların taleplerinden kopuk, bürokratik birer işçi kuruluşları haline getirilmiştir. İşçi sınıfının ekonomik mücadelesi ile siyasal mücadelesini birleştirmeyi amaçlayan sınıf sendikacılığının etki alanını daraltmayı hedefleyen “Partiler üstü sendikacılık ”, “Ücret ve meslek sendikacılığı” (ABD), “Reformcu ya da uzlaşmacı sendikacılık” (İngiltere), “Sınıf ve kitle sendikacılığı” (Fransa) vb. gibi çeşitli sendikal yaklaşımlar, 1980’li yıllardan itibaren “Çağdaş sendikacılık” adı altında, sermaye ve onun ideolojisi etrafında birleşmişlerdir.

Sendikaların işçi sınıfının örgütleri olmaktan çok kapitalist-emperyalist sistemin işçi sendika hareketini sistemle bütünleştirme ya da en azından sendikaların işçi sınıfı siyaseti ile birleşmesini engellemeyi ya da bu temel gerçeği görmezden gelmeyi kendisine görev edinen bu yaklaşımların olumsuz etkilerine paralel olarak, dünyanın büyük bölümünde, sendikalaşma oranlarında sert düşüşler yaşamıştır. Bu ve benzeri durumlar, sendikaların ve sendikal hareketin pek çok yönden tartışılmasını beraberinde getirmiştir.

SENDİKALARIN VE SENDİKAL MÜCADELENİN BAŞLICA SORUNLARI

Sendikaların ilk ortaya çıktığı dönemdeki dinamizm ve canlılıktan bugünkü noktaya gelmesine kadar geçen süre zarfında yaşananlar, sermayenin karşısına dikilen ve yine zaman içinde işçi sınıfının en kitlesel sınıf örgütleri olan bu devasa gücün, sermayenin çıkarları doğrultusunda nasıl dönüştürüldüğünün sayısız örneklerini yaratmıştır. Öyle ki, sermeyenin bu alandaki gücü ve başarısı, kendi özgücü ve örgütlülüğünden çok, sendikaların ve sendikal hareketin içinde bulunduğu sorunlardan ve zayıflıklarından kaynaklanmıştır.

1980’li yıllardan itibaren istihdamda yaşanan dönüşümün sınıfın ana kitlesini kendi içinde parçalı hale getirmesi, işsizliğin artması ve esnek çalışma biçimlerinin yaygınlaşması ile işçiler arasındaki rekabetin yoğunlaşması, sendikaları pek çok yönden köşeye sıkıştıran temel etkenler olmuştur. Sermayenin özelleştirme, taşeronlaştırma ve esnek çalışma politikalarının öncelikli amacı, işçi sınıfının az çok belli bir istikrar gösteren ana kitlesini dağıtmak, sendikal örgütlenmeyi daha da zorlaştırıp, işçilerin özellikle yeni ve genç kuşaklarının örgütlenmesini engellemek, bu amaçla sendikaların gücü ve etkisini kırmak şeklinde ortaya çıkmıştır.

Emek sürecinde yaşanan dönüşümün sendikal yapılara ve örgütlenme biçimlerine doğrudan olumsuz etkileri olmuştur. Söz konusu etkiler, öncelikle üretimin ve buna paralel olarak istihdamın parçalanması şeklinde ortaya çıkmış, bu durum sendikaları pek çok açıdan olumsuz etkilemiştir. Fabrikada yaşanan üretimin parçalanması sonucu tahminlerin çok ötesinde bölünmeler ve farklılaşmalar gündeme gelmiştir. Üretimin kilit noktalarının bölünmesi, bölünmeyen kısımların esnekleşmesi, nerede örgütlenilirse örgütlensinler, işçilerin hak ve çıkarları için mücadelesi üzerinden doğrudan bir baskı oluşturmuştur. Üretimin parçalanması sonucu ortaya çıkan tabloyu ana hatlarıyla özetlemek gerekirse:

–            Üretim, binlerce, on binlerce işçinin çalıştığı fabrikalar içinde, ama çoğunlukla dışında oluşturulan atölyelerde yapılmaya başlanmıştır. Bu durumun en somut sonucu, fabrikada çalışan işçilerin sayılarının azalması, küçük atölyelerden oluşan çok sayıda sanayi bölgeleri ve yeni işçi havzalarının ortaya çıkması olmuştur.

–            Fabrikalarda üretimin “alt işveren” olarak adlandırılan taşeronlaştırılması ile üretim sürecinin içeride de parçalı hale gelmesi sağlanmıştır. Önceleri fabrikadaki işgücünün küçük bir bölümünü oluşturan örgütsüz taşeron işçilerin sayısı zaman içinde artmış ve örgütlü-kadrolu işçileri tehdit ederek, sendikalardan kaçışı hızlandırmıştır.

–            Sürekli üretimden vazgeçilmiş, üretimde, teknolojinin olanakları ölçüsünde talebe ya da siparişe göre üretim (yalın üretim) ilkesi benimsenmiştir. Sipariş olmadığında, üretime ara verilmeye, işçiler ücretsiz izine gönderilmeye başlanmıştır.

–            Her fabrika kendi yan sanayiini oluşturmaya başlamış ve üretim yükünün önemli bir bölümü buralara kaydırmıştır. Ayrıca oluşturulan yan sanayiler, ana sanayi olan farklı fabrikalara üretim yapmaya başlamıştır. Fabrikanın altında yan sanayiler, yan sanayilerin altında da daha küçük üretim birimleri oluşturulmuş ve fabrikanın üretim yükünü azaltan alt üretim zincirleri yaratılmıştır. (Bu değişimi özellikle büyük otomobil fabrikalarında gözlemlemek mümkündür.)

–            Oluşturulan üretim zincirleri sadece ulusal sınırlar içinde kalmamış, aynı örgütlenme mantığına bağlı kalarak, emeğin bol ve ucuz olduğu azgelişmiş kapitalist ülkelerden gelişmiş kapitalist ülkelere bağlanan uluslararası üretim zincirleri, iç içe geçmiş halkalar halinde, dünya coğrafyasının büyük bölümünde yaygınlaşmıştır.

–            Emek sürecinin dönüşümünden kamu istihdamı da payına düşeni almış, kamuda esnek ve güvencesiz istihdam uygulamaları hızla yaygınlaşmıştır. Buna paralel olarak pek çok ülkede kamu-özel ayrımı büyük ölçüde ortadan kalmış, özellikle kamu hizmetleri açısından temel belirleyici “kamu yararı” olmaktan çıkartılarak, “serbest piyasa”nın mutlak egemenliği ön plana çıkmıştır.

Yaşanan dönüşüm sürecinin sendikalara en somut etkisi, farklılaşan, parçalanan ve esnekleşen istihdam biçimleri karşısında yaşanan örgütlenme sorunlarının ortaya çıkması olmuştur. Sendikal örgütlenmeyi olumsuz yönde etkileyen faktörlerin başında, devletin özelleştirme uygulamalarının yanı sıra, üretim ve kamu hizmeti alanlarından büyük ölçüde elini çekmesi gelmiştir. Özelleştirme ile birlikte, toplam istihdam içinde sendikalıların önemli bir paya sahip olduğu kamu işletmelerinde ciddi istihdam azalmaları yaşanmıştır. Böylece, hem artan işsizlik nedeniyle yedek işçi ordusu büyümüş, hem de kamuda örgütlü olan sendikalar önemli oranda üye kaybetmişlerdir.

Üretimde ve istihdam yapılarında yaşanan değişikliklerle birlikte artı-değer oranını yükseltmek ve sermaye birikiminin istikrarını güvence altına almak için, esnek üretim ve buna bağlı olarak standart dışı çalışma biçimleri yaygınlaşmıştır. Buradaki hedeflerden birisi, kâr oranlarının artışını ve sermaye birikimi istikrarını tehdit eden sendikal örgütlenmenin önünü kesmek olmuştur. Bu amaçla işçiler arasındaki farklılıkları öne çıkartan ve sendikal örgütlenmenin son derece zor olduğu, genelde esnek çalışma olarak ifade edilen yeni çalışma biçimleri yaygın olarak uygulanmaya başlanmıştır. Ayrıca, daha düşük ücretle, kayıt dışı, taşeron vb. adlarla çalışma biçimlerine daha uygun oldukları için tercih edilen kadın, genç ve çocuk işçilerin toplam istihdam içindeki payları hızla artmaya başlamıştır.

Son yıllarda giderek artan ve kapitalist sömürüyü sınırlayan engellerin ortadan kalkmasını, işçi sınıfının kazanılmış haklarının geri alınmasını amaçlayan düzenleme ve uygulamalar, tüm emekçi kitleleri ve sendikaları derinden etkilemiştir. Sendikal bürokrasi, temsil ettiği sınıfın sorunlarından hareket etmek yerine, sermayenin üretim alanındaki kendini yenilenme ve bunu yaparken sömürü oranını arttırma stratejilerine yönelik çabalarını güçlendiren, çoğu zaman bu stratejisinin peşine takılan tutumlar almışlardır.

Sendikalarda emekle sermaye arasında sürmekte olan mücadeleyi tehdit eden en önemli zayıflıklardan birisi, sendika bürokrasisinin uzun süredir sendikalarda yerleştirdiği sendika büroları ile sınırlı günlük çalışma ile ilgili geleneğin, klasik örgütlenme ve eylem alışkanlıklarının sürüyor olmasıdır. Söz konusu geleneğin sendikalar ve sendikal hareket içindeki somut karşılığı, sendika üyesi olduğu halde, örgütsüzleştirilmiş olan işçi kitlelerinin üzerinden işbirlikçi sendika bürokrasilerinin bir azınlık olarak kendilerini örgütlemiş olmalarıdır. Bu durum, sınıfın öz örgütü olması gereken sendikaların, sıradan bir sendika üyesi için ile ulaşılması zor bir “büro örgütü” haline getirilmesine, sendikal bürokrasinin sadece genel merkezlerde değil, şubelere kadar inen geniş bir alanda etkili olmasına neden olmuştur.

Özellikle son yıllarda, sendikal alana yönelik sıradan işçinin en çok dillendirdiği soru “Sendikalar bizim için ne yapıyor?” şeklindedir. Şu somut bir gerçektir ki, emekçi kitleler sendikalarda, ancak maddi bir çıkar sağladıkları, orada birleşmiş olmanın gücünü somut olarak hissettikleri oranda bir araya gelir, örgütlenirler. Bu gerçekleşmediği zaman, mevcut “ekonomik” bilinçlerinin kaçınılmaz bir sonucu olarak, “umutsuzluğa” kapılmaları, geri çekilmeleri kaçınılmazdır. Sendikaların rutin faaliyetleri içinde, üyelerin ekonomik (sendikal) bilincinin, kendiliğinden sınıf bilincine dönüşmeyeceği düşünüldüğünde, saman alevi gibi yanıp sönen sendikal mücadele ve diğer işçi eylemlerinin istikrarsızlık göstermesi şaşırtıcı değildir.

Sermayenin yasal ve fiili saldırıları, işyerlerinde genç-yaşlı, sağcı-solcu, ileri-geri, laik-dindar bütün işçileri rahatsız etmekte, sendikaların duyarsızlığı ve işbirlikçi tutumu karşısında pek çok işçi çeşitli düzeylerde tepkiler göstermektedir. Ancak bu tepkiler genellikle sendika seçimlerinde mevcut yönetime “muhalif” yeni bir yönetim listesini destekleme düzeyini aşmamakta, bu durum da işçilerin saflarında ortaya çıkan rahatsızlıkların maddi bir güce dönüşmesini büyük ölçüde engellemektedir. Son yıllarda sendika merkezlerinde yaşanan olağanüstü kongrelerin, genel kurulların ve yönetim değişikliklerinin koltuk kavgalarını aşamaması bunun en açık kanıtıdır. İşçi yığınlarının, patronlara ve sendika bürokrasisine karşı kendi örgütlerini sahiplenme ve mücadele etme çabası henüz, sınıflar arası mücadelenin önemli bir dayanağı haline gelememiş, bu konuda bugüne kadar atılan adımlar ise çeşitli nedenlerle yetersiz kalmıştır.

Sendika bürokrasisinin sendikaların yönetimin­de olduğu ve mevcut sendikaların büyük bölümünün işçi sınıfının en acil sorunlarıyla bile ilgilenmediği ya da böyle bir gündemlerinin bile olmadığı bilinmektedir. Gerek bu olgular, gerekse egemenlerin sendikalar hakkındaki olumsuz propagandası, sendikasız işçiler arasında sendikalara ve sendikal mücadeleye temkinli yaklaşmalarını beraberinde getirmektedir. Bu durum, bir taraftan da sendikalı işçiler içinde sendika bürokrasisinin uygulamaları karşısında sendikalardan ayrılma, aynı işkolundaki başka sendikalarda örgütlenme ya da sendika değiştirme eğilimlerini geliştirmekte, bu durumdan en zararlı çıkan ise sendikalar ve sendikal hareket olmaktadır.

Sendikaların ve sendikal hareketin ne yönde gelişeceği ve gelecekte nasıl bir değişim yaşayacağı noktasında bugünden kesin bir yargıya varmak elbette kolay değildir. Sendikal mücadelenin öncelikli sorunu, hiç kuşkusuz sendikaların büyük çoğunluğunun ve konfederasyon merkezlerinin neredeyse tamamen sendikal bürokrasinin denetiminde bulunması ve sendikalarda örgütlü bulunan az sayıda işçi kitlesinin örgütsüz milyonlar karşısında bir “Sendikalı azınlık” olarak görülmesinin yarattığı diğer olumsuzluklardır. Yaşanan bütün olumsuzluklara rağmen işçiler yine de kendi örgütlerine sırtlarını dönmemekte, sendikalarının mücadeleci tutumlarını desteklemekte, çağrı ve eylemlerine sınırlı da olsa katılarak, içinde bulundukları koşulları değiştirmek için somut adımlar atılmasını istemektedirler.

SINIF SENDİKACILIĞININ GÜNCEL DAYANAKLARI

İşçi sınıfının sermayeye karşı mücadelesinin belli bir örgütlülük altında ilerlemesi, sendikal bürokrasi ile işçiler arasında çoğu zaman kendiliğinden bir karakterde süren mücadelenin işçiler lehine gelişmesinin ön koşulunu oluşturur. Sendikalardaki mücadeleci geleneğin genişlemesi, işçilerin kitlesel sınıf örgütleri olarak sendikaları büyütme ve gerçek birer örgütlenme merkezi haline getirmeleri, sendikaların aynı zamanda yine işçiler tarafından birer mücadele aracına dönüştürülmesiyle doğrudan bağlantılıdır. Bunun için öncelikle, bugüne kadar uygulanan klasik örgütlenme ve mücadele anlayış ve alışkanlıklarını reddeden, sağlam dayanaklar üzerinden hareket etmek gerekir.

Sendikaların yüzünü dönmesi gereken en önemli dayanaklardan birisi, sayısı giderek artan genç işçiler ve onların son dönemde yaşanan direnişlerde karşımıza çıkan mücadele azim ve kararlılıklarıdır. Özellikle son yıllarda sayıları 10 milyona yaklaşan (TÜİK’e göre Türkiye’de toplam işçi sayısı 13 milyon civarındadır) bir genç işçi kuşağı ortaya çıkmıştır. Bugün büyük kentlerin çevresine ve Anadolu’nun irili ufaklı sayısız kentine yayılmış olan sanayi siteleri ve organize sanayi bölgelerinde milyonlarca genç işçi sigortasız, sendikasız ve uzun çalışma saatleri ile çalışmak zorunda bırakılmıştır. İşçi sınıfının daha eski kuşaklarından farklı olarak, belli oranda eğitimli, önemli bir bölümü lise mezunu olan yeni kuşak genç işçiler, sigorta, düzenli bir ücret, iş güvencesi, 8 saatlik işgünü, sendika vb. talepler için mücadele etmekte, sendikaları bu mücadelede yanlarında görmek istemektedirler.

Bilinen anlamda sendikal deneyime sahip olmayan, fakat geçtiğimiz yıllarda sayıları hızla artarken aynı zamanda sorunları da büyümüş olan işçi sınıfının genç kuşakları, bugüne kadar bütün eksikliklerine rağmen sendikalı olmak ve sendikalı olarak çalışmak için sayısız girişimde bulunmuştur. Tüm eksikliklerine karşın az çok örgütlü bir düzeye gelen pek çok işletmedeki işçiler,  sendikalaşmak için giriştikleri mücadele içinde oldukça direngen ve mücadeleci tutumlar takınmışlardır. Sayısız fabrikada işçilerin çeşitli nedenlerle işten atılmayı, işsiz kalmayı bile göze alarak sendikalı olmak için bazen aylarca süren mücadelelere girdikleri bilinmektedir. Sendika bürokrasisinin sinema oyuncularına taş çıkaran oyunlarına ve onları çoğu zaman yarı yolda bırakan tutumlarına rağmen sendikalı olmak için mücadele etmekten geri durmamışlardır.

Bugün için geniş işçi ve emekçi kitlelerinin sendikaların ve sendikal örgütlenme alanının dışında olması, işçi sınıfının saflarında ilgisizlik olduğu anlamında değerlendirilemez. Henüz sendikalarda kalıcı bir örgütlülüğe sahip olmayan kitlelerin önemli bir bölümü, geçtiğimiz dönemde çok sayıda sendikal örgütlenme girişiminde bulunmuş, kimi yerlerde günlerce süren grev, işgal vb direnişler yaşanmıştır. Bu direnişlerin önemli bir bölümü yenilgi ile sonuçlanmış olsa da, bu alanda işçi sınıfının küçümsenmeyecek kadar deneyimi olduğu açıktır. Sendikal bürokrasinin egemenliği nedeniyle gücü ve etkisi sınırlanmış olmasına rağmen, işçi örgütleri olarak varlığını sürdüren sendikalar, örgütsüz işçiler tarafından sorunlarını çözmen için başvurdukları başlıca örgütler arasındadır. İşçiler bir taraftan sendikaları yetersiz görüp bugünkü durumlarını eleştirirken, diğer taraftan onlar olmadan birleşemeyeceğini ve haklarını koruyup geliştiremeyeceğini herkesten çok daha iyi bilmektedirler.

Sendikal hareketin bugün karşı karşıya kaldığı en önemli sorunların başında, işçilerin örgütlenmeye ilgisizlikleri değil, sendikaların olanaklarını, sendikal hareketin ise dinamiklerini yeterince değerlendirmemesi, sermaye karşısındaki avantajlarını yeterince kullanamaması gelmektedir. Sendikal bürokrasinin, sendikaları etkisizleştirerek işçiler arasındaki mevzilerini korumasının, kuşkusuz bu durum üzerinde belirleyici etkileri vardır. Ancak bütün bu olumsuzluklara karşın sendikaların bugünkü yapısı ve işleyişiyle daha fazla yol alabilmeleri mümkün değildir. Sendikaların geleceğini karakterize edecek olan temel nokta, sendikal hareket içindeki iki karşıt noktanın, sermaye ve onun uzantısı sendikal bürokrasi ile sendikaları sınıf örgütleri olarak kabul eden sınıf sendikacılığı çizgisi arasındaki mücadelenin gelişim seyri olacaktır.

En genel anlamıyla emek ile sermaye arasındaki mücadelenin işçi sınıfı lehine gelişmesi, bir taraftan sendikal hareketin işçi sınıfının siyasal hareketine doğru genişlemesi, diğer yandan sendikaların yeniden birer sınıf örgütleri olarak dönüştürülmesine olan ihtiyaç içinde bulunduğumuz dönemde hiç olmadığı kadar güncel hale gelmiştir. Sermaye ile işçi sınıfı mücadelesinin gelişme derecesini, sendikal bürokrasi ile ona karşı bayrak açmış olan ileri işçi kitlesi ve sınıf içinde gün geçtikçe daha etkili olan sınıf partisi arasındaki güç ilişkilerinin bugünkü konumlanışı vb gibi olgular belirlemektedir. Fakat bunun yeterli olmayacağı, sınıf sendikacılığı çizgisini ayrım yapmaksızın her sendika ve işyerinde kararlılıkla uygulamak gerektiği açıktır.

Sınıf sendikacılığı, ayrım yapmaksızın işçilerin katıldığı (bazı “sol” kesimler tarafından ilerici ya da gerici olarak ifade edilen) bütün sendikalara katılmayı, sermayeye ve sendika bürokrasisine karşı mücadelelerinde işçilerin örgütlenmesine tüm olanaklarıyla yardımcı olmayı savunur. Sendika çalışmasını sadece bürolarda yapılan çalışmalar olmaktan çıkarıp fabrika ya da işyeri çalışmasına dayandırmak, sendikaları işçi sınıfının öz örgütleri olarak yeniden inşa etmenin temel hareket noktasıdır.

Sendikalar, sendika üyesi olan ancak sendika içinde örgütsüz hale getirilmiş işçi kitlesi adına vekil olarak belirlenmiş sendika yöneticilerinin “sendikacılık” mesleklerini ircaa ettikleri yerler değildir. Bu anlamıyla sınıf sendikacılığı açısından sendikal mücadelenin sendika bürolarına sıkışmış bir mücadele haline getirilmiş olmasının kabul edilebilir bir tarafı yoktur. Sınıf sendikacılığını savunanlar açısından sendikalar, öncelikle işyerinde emekçilerin her gün yeniden örgütlendikleri, patronlara karşı ortak çıkarları için dayanışma halinde oldukları işyeri örgütleridir. Bu anlamıyla sendikal çalışmanın temeli, özünde günlük, düzenli ve planlı olarak yürütülen işyeri çalışmasıdır ve bürolarda yürütülen çalışmalar ancak işyeri çalışmalarını güçlendirdiği oranda anlamlıdır. Sendikal çalışmanın bu iki yönü birbirinin karşısına konulamayacağı gibi, işyerindeki günlük sendikal çalışmayı temel almadıkça başarılı olmanın, sendikaları mücadeleci örgütler haline getirmenin olanağı yoktur. Bu anlamıyla sendikal mücadele asla bir eylem ya da miting olduğunda ya da sendika seçimleri yaklaştığında yoğunlaşan bir mücadele olarak görülmemelidir.

Sendikal bürokrasinin sendikal mücadeleyi sendika yöneticilerinin işi haline getiren mücadele ve örgütlenme geleneği pasif, alınan her kararı itiraz etmeden onaylayan işçilerin temsilcisi ve kendisini onun destekçisi olarak gören anlayış ve alışkanlıklar, bugün neredeyse bütün sendikalarda yerleşik hale gelmiştir. Uzun bir süredir sendikal bürokrasinin etkisi ve denetiminde olan sendikalar içindeki mücadele, sendikal bürokrasinin hareket üzerindeki etkisini belli ölçülerde kısıtlamak ve bu etkiye karşı mücadelenin dayanaklarını oluşturmakla sınırlı değildir. Sendikaların gerçek sahipleri olan işçilerin yönetim ve denetimine geçmesi[4] ve onları yeniden birer örgütlenme ve mücadele merkezleri olarak dönüştürülmeleri en öncelikli hedefler arasındadır.

Sendikaların dönüştürülmesi sorunu, pratik olarak sendikal bürokrasi dışındaki hemen her kesim tarafından çeşitli yönleriyle tartışılmaktadır. Sendikal hareket bir adım ileri gittiğinde bu sorunun hemen hemen tüm sendikalarda gündem haline gelmesi kaçınılmazdır. Ancak sendikal hareketin bugünkü dinamiklerini doğru okuyup, zayıflıklarını görmeden atılacak adımların olumlu anlamda somut sonuçlar vermesini beklemek de hayalcilik olur.

Sendikaların, sınıfın sendikaları olarak yeniden inşa edilmesinin bir diğer dayanağı işçi sınıfının içinde bulunduğu bütün olumsuz koşullara rağmen, kararlı, sabırlı ve mücadeleci tutumu ile genç işçi yığınlarının, sayıları giderek artan kadın işçilerin sendikalaşmak için gösterdiği büyük istektir. Sendikalar sınıfın bu ihtiyacına yanıt verecek ilkeli ve mücadeleci çizgide yeniden örgütlenmeyi sağlamak için adım attıklarında bugün içinde bulundukları olumsuz durumdan kurtulmaları ve milyonlarca işçinin gözünde yeniden güven duyulan kurumlar haline gelmeleri mümkündür.

Sendikal hareket güçlendiği oranda bürokrasinin alt kademelerinden başlayacak var olan etkisi sarsılacak, sendika şube ve temsilciliklerinde yaşanacak değişiklikler kaçınılmaz olarak mücadeleci işçilerin ve sınıf sendikacılığını benimsemiş sendika yöneticilerin manevra alanını genişletecektir. Sendikal bürokrasinin saflarında yaratılacak herhangi bir parçalanma ya da bölünme, daha alt kademelerdeki bürokrat eğilimli sendikacıların daha fazla işçi sorunlarına yönelmelerini sağlayacaktır.

İşçi sendika hareketinin belirtilen görevler etrafında ileriye doğru somut adımlar atması, sendikal bürokrasiden kurtulma mücadelesinin yoğunlaşmasını ve sendikaları sınıf sendikaları olarak yeniden örgütleme görevinin işçi sınıfının inisiyatifinde gerçekleştirilmesini gerektirmektedir. Sendikal mücadelenin belirtilen dayanaklar üzerinden yükseltilmesi, sendika bürokrasisinin gerici platformunu kaçınılmaz olarak aşındıracak, bunun sonucunda kendi içindeki rekabet ve bölünme koşullarının olgunlaşmasını sağlayacaktır.

Sendikaların gerçek anlamda işçi örgütleri haline dönüştürülebilmesi açısından işçilerin ve ailelerinin yaşamını sendikal ve siyasal anlamda örgütlü bir yaşama dönüştüren, işyerindeki her soruna örgütlü olmanın gücü ve onun verdiği güvenle müdahale eden bir sınıf örgütü olarak örgütlenmesi gerektiği açıktır. Bu örgütün yeri geldiğinde kararlar alan ve aldığı kararları uygulayan bir örgüt olması gerektiği gibi, üyelerinin ve ailelerinin bilgi ihtiyaçlarına, sosyal ve kültürel yaşamlarının canlanmasına olanak veren, işçileri ve ailelerini işçi sınıfının kültürü ile dönüştürmeyi hedefleyen bir örgüt olarak benimsenmesi ve kendisini var etmesi ayrıca önemsenmelidir.

Sendikal hareketin ve sendikalardaki mücadelenin yeni ve tarihi bir dönemecin eşiğinde bulunduğu bir gerçektir. İçinde yaşanılan ve gelişen mücadele süreci, karşıt sınıfların giderek şiddetlenen kesin bir hesaplaşmaya doğru sürüklenmekte, sendikaların bu dönemde oynayacakları rol önem kazanmaktadır. Bu anlamda sendikal mücadelenin genişletilmesi, sendikaların gerçek sahiplerinin yönetimine geçmeleriyle doğrudan bağlantılıdır. Bu nedenle fabrika ve işyerlerine dayanmayan, sermaye ve uzantısı olan sendikal bürokrasiye karşı mücadeleyi görev olarak önüne koymayan bir çalışmanın belirlenen hedeflere ulaşması mümkün değildir.

SONUÇ

Sendikalar, bütün diğer örgütlerden farklı olarak, dil, din, mezhep, milliyet, ırk, siyasal görüş vb. hiçbir fark gö­zetmeksizin bütün işçileri birleştiren ya da birleştirmesi gereken sınıf örgütleridir. Dün olduğu gibi, bugün de sendikalar, bu temel özelliklerin koru­dukları ölçüde anlamlı, işçiler tarafından sahiplenilen, güvenilir örgütler haline gelebilir. Bu nedenle, sadece işçilerin ileri kesimlerinden ibaret sendikal örgütlenmeler, sadece işçilerin belirli bir kesiminin ta­leplerini savunan sendikalar, kimileri tarafından çok daha “devrimci” ya da çekici görünse de, sendikal hareket içinde bölücü etki yaratan başarısız girişimler olmaya mahkumdur. Bu açıdan bakıldığında açıktır ki sendikal mücade­lenin öncelikli talepleri, en azından nesnel bakımdan, sınıfın bütününün, işkolu ya da işyerindeki bütün işçi ve emekçilerin beklentilerini ve ihtiyaçlarını içerecek biçimde formüle edilmesi gereken somut talepler olmalıdır.

Sendikaların gücünün kırılması, onların işlevsiz, işe yaramaz kurumlar haline getirilmesi işçi sınıfının, dolayısıyla sınıf mücadelesinin güç kaybetmesi demektir. Son elli yılda dünya çapında yaşanan gelişmeler, sendikaların ve sendikacıların benimsemiş olduğu pek çok yanılsamanın artık terk edilmesi gerektiğini göstermektedir. Bu yanılsamaların başında emek ile sermayenin çıkarlarının ortak olduğu yanılsaması gelmektedir. Bu düşüncenin tamamen yanlış olduğunu, sermayenin son dönemde dünya çapında yoğun olarak uyguladığı emek karşıtı politikalar göstermiştir. Bu durum özellikle sendikal mücadele ile siyasal mücadele arasındaki ilişkilerin bütün yönleriyle yeniden ele alınmasını ve işçi hareketi ile sosyalist hareketin arasına geçmişte itinayla örülen duvarların yerle bir edilmesini gerektirmektedir.

Sınıflı toplumları, sınıf mücadeleleri şekillendirir. Bu nedenle sermayenin işçi ve emekçilere dayattığı güvencesiz, sağlıksız, olumsuz çalışma ve yaşama koşullarından kurtulmak, ancak emekçi sınıfların önderliğinde ve onların sendikal ve siyasal örgütlülüğüyle yürütülecek, her hal ve koşulda işçi sınıfı iktidarını hedefleyen bütünlüklü bir mücadele ile mümkündür. Sermaye cephesinin saldırgan politikaları karşısında işçi sınıfı, pasif bir kabullenici olmak yerine, örgütlü gücüne güvenerek somut talepler üzerinden mücadele etmek ve sendikalarını bu mücadelenin temel dinamiklerinden birisi haline getirmek sorumluluğu ile karşı karşıyadır.

İşçi sınıfının yürüteceği mücadele, sermayenin saldırılarına karşı sendikaları hareketlendirmeyi, sınıfın en geniş kesimlerini mücadele içine çekmeyi ve bunu baltalayan kişi ve siyasetlere karşı mücadeleyi de içermek zorundadır. İşçi sınıfının birleşme ve mücadele merkezleri olarak sendikaları yenibaştan inşa etmeleri, sendikalarını yeniden birer birlik, dayanışma ve mücadele örgütlerine dönüştürmesinin olanakları ancak bu şekilde başarılabilir. Tarihsel deneyimler, işçi ve emekçilerin, sınıfına bağlı, emekten yana temsilci ve sendikacıların sermaye ve saldırılarına karşı mücadelesinin yıkamayacağı bir kale olmadığını göstermiştir. Bugün, düne göre tartışmasız bir biçimde daha ileri bir noktada olan emek hareketi ve sınıf sendikacılığı savunucuları, sendikalarda küçümsenemez mevzi ve olanaklara sahiptir.

Sendikaların ve sendikal hareketin önümüzdeki dönemde ne yönde gelişeceği esas olarak, sınıf partisinin ve onun sendikalar politikasının temel dayanağı olan sınıf sendikacılığının sendikalardaki etkinliği ve gücüyle de doğrudan bağlantılıdır. İşyerleri ve sendikalarında gerçekten örgütlü, sınıf bilinçli işçiler, kamu emekçileri sendikalı ya da sendikasız geniş yığınlarla ne kadar sağlam bağlara sahip olabilirlerse ve sendikalarını söz konusu bağlar üzerinden harekete geçirebilirlerse ulaşmak istediklere bütün hedeflere ulaşabilmeleri ve karşılarına çıkan bütün engelleri zorlanmadan aşmaları mümkündür.



[1] Siyasal iktidarın sınıfsal kaynağı, ekonomik ve siyasal yapının bütünlüğünde gizlidir. İktidarın bu temel yapısal kaynağına karşın, sömürü sadece ekonomik bir olguymuş gibi görülür ya da gösterilmek istenir. Kapitalist üretim tarzında sömürü, esas olarak ekonomik ve siyasal alanın sömürüyü arttırmak amacıyla ortak kaynaşmasının somut bir ifadesidir. Kapitalizmde ekonomik alan ile siyasal alan -iddia edilenin aksine- bir karşıtlık içinde bulunmaz, tersine birbirini tamamlar. Ancak kapitalizm, bu iki alan arasındaki iç içe geçmişliği gizlemeye ve bu iki alanın birbiriyle olan bağını görünürde de olsa ortadan kaldırmaya çalışır. Bunun nedeni, hem devletin mevcut sınıflar karşısında sözde ‘bağımsız’ olduğunu göstermek, hem de egemen sınıf iktidarını meşrulaştırmaktır.

[2] İşçilerin kendi içlerinde birleşerek örgütlenmesini yasaklayan yasalar, İngiltere’de 1824, Fransa’da 1884’ten itibaren kaldırılmıştır. Avrupa’nın pek çok ülkesinde ve ABD’de “yasa dışı” ve “fiili” olarak yürütülen sendikal mücadelenin burjuvazi tarafından yasal olarak tanınması işçi sınıfının yürüttüğü mücadelenin bir başarısı olarak görülse de, burjuvazi bu durumu fırsata çevirmekte gecikmemiş, sendikaları yasal sınırlar içinde mücadele eden işçi örgütleri olarak düzenlemek ve denetlemek için bütün imkanlarını seferber etmiştir. Bu durum, özellikle İngiltere ve ABD’de 19. yüzyılın son çeyreğinden itibaren sendikaların büyük bir bölümünün “yasal sınırlar içinde” faaliyet yürüten işçi örgütleri haline gelmelerini beraberinde getirmiştir. Fransa, İspanya, İtalya ve 20. yüzyılın başından itibaren Rusya gibi ülkelerde, sendikalar, mücadelelerini, yasalardan çok işçi sınıfının meşru taleplerine dayanarak yürütmüşlerdir.

[3] Sınıf sendikacılığı, işçi sınıfının ekonomik talepleriyle siyasal taleplerinin birleştirilmesini, aynı zamanda işçi sınıfının birbirinden farklı unsurlarının ortak sınıf çıkarları etrafında birleşerek mücadele etmesini savunur. Sendikaların birer meslek örgütü olarak görülmesine karşı çıkar. Bu nedenle birer sınıf örgütü olarak tanımlanan sendikaların, işçi sınıfının güncel sorunlarına ve toplumsal olaylara, sadece ekonomik çıkarlar ya da dar sınıf çıkarları açısından bakmaması gerekir. Ekonomik talepleri göz ardı etmeyen sınıf sendikaları, işçi sınıfının siyasal taleplerini ve mücadelesini en az ekonomik mücadele kadar önemseyen bir sınıf siyasetini benimser. Kapitalizmin özünü oluşturan sömürü olgusu bir bütün olarak değerlendirilir. Buna göre, sınıflar arasındaki sömürü ilişkileri ile farklı uluslar, halklar ve benzeri toplumsal gruplar arasındaki sömürü ilişkileri, farklı toplumsal gerçeklikleri değil, aynı kapitalist sömürü sisteminin birer parçasını oluşturur. Bu nedenle sınıflar arasındaki sömürünün ortadan kaldırılması mücadelesi ile diğer sömürü ilişkilerinin (etnik, ulusal, cinsel vb) ortadan kaldırılması mücadelesi birbirinden bağımsız değerlendirilemez. Sınıf sendikacılığı, sınıf dışı sendikal ve siyasal akımların iddialarının aksine, emek ile sermaye arasında olduğu kadar diğer toplumsal çelişkileri de dikkate alır, başka bir ifade ile toplumun gündemini oluşturan tüm çelişki ve çatışmalar arasındaki diyalektik ilişkiyi gözetir.

[4] Sınıf sendikacılığını savunanlar iki yönlü bir görevle karşı karşıyadır. Bu gö­revin birinci yanı sendika bürokrasisini ve onun rolünü her fırsatta teşhir etmek, işçilerle açık bir şekilde sendika ile onların tepesine çöreklenen sendika bürokrasisinin ayrı şeyler olduğunu anlatmaktır. İkinci nokta ise, sendikalarda ve sendikal mücadelede yaşanan tüm olumsuzluklara karşın işçi yığınlarına sendika­larına sahip çıkmaları için yardımcı olmaktır. Bu amaçla sendikanın her kademesinde görev almaları için mücadeleci, ileri işçilerin teşvik edilmesi, sendika yönetimlerine aday gösterilerek desteklenmesi önemlidir.

 

Sivil Toplumcu Sendikal Anlayış ya da Toplumsal Hareket Sendikacılığı

Sendikalar, işçi sınıfının bir sınıf olarak kendi arasındaki rekabete son vererek patrona karşı birleşmesi ve burjuvazi ile top yekun bir mücadelenin eseri olarak tarih sahnesine çıktılar. Tarihsel olarak birçok mücadele deneyimine* sahip olarak gelişen işçi sınıfı mücadelesi, makine kırıcılığından örgütlü işçi birliklerine evrilen kitlesel bir işçi hareketi olarak, sendikal örgütlülüğe de ilk adımını attı. Bu dönüşüm, işçi sınıfı açısından birliklerini kalıcı hale getirmenin yanı sıra örgütsel olarak da bir üst aşamayı ifade ediyordu. Bu nedenle, sendikaların doğuşu, işçilerin tek tek ya da kolektif olarak işverene karşı birleşme zorunluluktan kaynaklandı.

Sendikalardan bir örgüt olarak sınıflar mücadelesinin sahnesine çıkmalarından önce de işçilerin patronlara karşı süregelen bir mücadelesi söz konusuydu. Ancak bu mücadele çoğunlukla bireysel, dağınık ve çoğunlukla şiddet içeren eylemler şeklindeydi. İşçilerin yaşadıkları grev ve direnişlerden sonra birliklerini sürdürmeleri, patronlar karşısında güçlerini ortaklaştırmak amacıyla kalıcı birliklere olan ihtiyacı, sendikaları ortaya çıkaran koşulların olgunlaşmasını beraberinde getirdi. Bu kalıcı birleşmelerle sadece kendi aralarındaki rekabeti sonlandırmakla kalmayan işçi sınıfı, aynı zamanda işçi sınıfıyla uzlaşmaz derecede karşıt çıkarlara sahip bir sınıf olan sermaye ile mücadelenin de en önemli dayanağına sahip oldular. “İşverenlerle savaşımlarında işçilere siper hizmeti gören kalıcı dayanışmalar[i]olarak sendikalar, işçilerin siyasal savaşımının** da ilk birlikleri, işçi sınıfının ilk kitlesel mücadele örgütü olarak tarih sahnesine çıktı.

Sendikaların yaşadığı ve halen karşı karşıya bulunduğu sendikal mücadeleye yaklaşım sorunu, sınıf mücadelesinin temel sorunu olarak varlığını devam ettiriyor. Giderek üyelerine yabancılaşan, yeni haklar elde etmek bir yana, mevcut haklarını koruma konusunda en temel görevlerini bile yerine getirmekten imtina eden, varlık nedenleri tartışılan örgütlere dönüşmeleri nedeniyle sendikaların mücadeledeki rolü ve görevleri, ilk ortaya çıkmalarından bu yana en çok tartışılan konuların başında geliyor. Tarihsel gelişim süreci içinde dönem dönem farklılıklar gösterse de, sendikaların ve sendikal hareketin niteliği, sendikalar için “içeriden” ve “dışarıdan” tartışılan bir konu olmayı sürdürüyor. Uzun sayılabilecek bir süreden bu yana varlıkları ve gerekliliği sorgulanır olan sendikaların, yola nasıl devam edeceklerinin cevabını bulmak bugün her zaman olduğundan daha fazla önem taşıyor.

Bugünkü halleriyle sendikaların büyük bir bölümü, sınıf örgütleri olmaktan hızla uzaklaşmış, sınıfın sorunlarına ve mücadelesine yabancı hale gelmiştir. Gün geçtikçe nicel ve nitel olarak zayıflayan sendikaların mevcut durum ve anlayışla sınıf hareketinin sendikalaşma ihtiyacına cevap olamayacağı açıktır. İşlerin artık “dün” olduğu gibi yürüyemeyeceği gerçeği, bugün çok geniş bir kesim tarafından dile getirilmektedir. Üyeleri ile seçimden seçime buluşan, sermayenin saldırı dalgaları karşısında üye ve güç yitiminden kurtulamayan, bir mücadele örgütü için kabul edilemez olan “pasif üye, aktif yönetici” anlayışı da işçi sınıfına hizmet eden mücadele örgütleri olarak sendikaların nasıl bir sendikal mücadele benimserse gerçek işçi örgütleri haline gelebileceği sorusu önem kazanmıştır.

Çeşitli burjuva akımlardan beslenen mevcut sınıf dışı sendikal anlayışlar, işçi sınıfı saflarında yaratmış olduğu tahribat ve kafa karışıklığıyla sendikal mücadelenin dolayısıyla sınıf mücadelesinin geriye düşmesine neden olmaktadır. Oysa işçi sınıfının bir sınıf olarak tarih sahnesine çıktığı andan itibaren içerden ve dışarıdan bu tür sınıf düşmanı fikirlerle mücadele ederek ilerlemiş olması ve her türlü burjuva karakterli sendikacılık yaklaşımını yenilgiye uğrattığı ölçüde başarılı olması, işçi sınıfı mücadelesinin tarihsel bir gerçekliğidir.

Sorun sendikalar ve sendikal mücadele olarak adlandırıldığında, her türden burjuva ideolojinin ve sınıf dışı “sol” anlayışların, Marksizm dışı değerlendirme ve manipülasyonuna açık hale gelmektedir. Çünkü sınıf mücadelesi, işçi sınıfının iktidar mücadelesinden ve işçi sınıfının devrimci bir sınıf olarak görev ve yükümlülüklerinden soyutlanarak ücret mücadelesine indirgenmektedir. Bu nedenle özellikle sermaye saldırılarının yoğunluğu, işçi sınıfın tarihsel kazanımlarının bir bir yok edilmesi karşısında sınıf mücadelesi, ekonomik mücadele ile eşitlenerek ya da sadece ona indirgenerek ele alınmaktadır. Kazanım ve kayıplar ekonomizm üzerinden değerlendirilmekte, TİS’ler bu yaklaşımla sorgulanmaktadır. İşçi sınıfı mücadelesi ekonomik, politik bir hareket olarak gelişmesine rağmen, sınıf mücadelesi esas olarak “maddi yaşam koşullarının” iyileştirilmesi olarak ele alındığından, burjuvazinin sularında kulaç atmak kaçınılmaz hale gelmektedir.

Sendikalar ve sendikal sorunlara farklı yaklaşım ve bu yaklaşımları ele almadan önce sendikaların hangi ihtiyacın ürünü olarak ortaya çıktıkları ve sınıf mücadelesinde işlev ve görevlerinin neler olduğunu, en önemlisi de işçi sınıfının iktidar mücadelesinde sendikal örgütlerin yerini belirlemekte yarar var. Gerek sendikal bürokrasi gerekse farklı renk ve yaklaşımdaki kimi sendikal anlayışların, sendikaları işçi sınıfının iktidar mücadelesini güçlendiren araçlar olmalarından alıkoyacak yaklaşımlara sahip oldukları bilinmektedir.

Engels, konuyla ilgili olarak; “…eğer işçiler sadece kendi aralarındaki rekabeti yok etmekle yetinip daha öteye gidemezlerse, ücret kanununun sonunda yeniden işlemeye başlayacağı gerçektir. Ancak amaçlarının bu şekilde sınırlandırılması, günümüz sendikal hareketinin ölümü olacak, sonunda işçiler arasındaki rekabetin yeniden canlanmasına yol açacaktır. Böyle bir politika söz konusu değildir. Zorunluluk, sendikaları rekabetin yalnızca bir yönüne değil, tümüne son vermeye itecektir. Bu sonuca ulaşılacaktır.[ii] demektedir.

Engels’in belirtmiş olduğu gibi; sendikal örgütlerin doğuşunu koşullayan, öncelikle işçilerin kendi arsındaki rekabete son verme zorunluluğudur. Ancak bu, sorunun sadece bir yönünü oluşturmuştur. Eğer hala kapıda bekleyen işsizler ordusu, burjuvazi tarafından, içerde çalışan asgari ücretli işçiye karşı bir tehdit aracı olarak kullanılmak isteniyorsa, Engels’in sözünü ettiği “rekabetin” bugün de bütün kurallarıyla geçerli olduğu görülecektir. Ancak rekabeti aşmanın yolu söz konusu rekabeti sadece yok etmekle kalmayıp onun da ötesine geçmek olduğu, yani işçi sınıfının iktidarını kurmak olduğu açıktır. İşte burada belirtilen rekabetin ortadan kaldırılması sınıfın kendi siyasetini yapmasıyla, iktidar mücadelesini güçlendirmesi ile olanaklıdır. Asıl olarak kapitalist iktidarı yıkmak ve yerine kendi iktidarını kurmak perspektifiyle hareket etmek sendikal mücadelenin de temel sorunu olmak durumundadır.

İşçi sınıfı elbette ki kendi arasındaki rekabeti sonlandırmalıdır, ancak daha ötesine geçmek sendikal örgütlemeler için bir zorunluluktur. Hangi amaçla yapılmak istenirse istensin bugün de tartışma konusu olan bu meseledir. Bu tartışmaların merkezinde işçi sınıfının iktidar mücadelesine yaklaşım sorunundan ayrı ele alınamaz. Eğer sendikalar sadece işçi sınıfının kendi arasındaki rekabeti yok etmeye dönük mücadelenin ortaya çıkardığı araçlar olsaydı elbette ki o zaman bizlerde sendikaları salt ekonomik mücadelenin*** birer aracı olarak görür ve sendikaları bu görevi ne derece yerine getirdiği üzerinden tartışmayı sürdürürdük. Ancak “işçiler açısından rekabetin yeniden canlanmaması” için sendikaların yüklenmiş olduğu görev ve sorumluluğun günlük, kısa vadeli çıkarlardan daha fazlasını gerektirdiğini, rekabetin yok edilmesinin bir ön şart olarak işçi sınıfının iktidar mücadelesine bağlandığı açıktır.

İŞÇİ SINIFI VE SENDİKALAR

İşçi sınıfı ve sendikalar konusu tarih boyunca sınıf mücadelesine ilgi duyan tüm kesimlerin dikkatini çekmiş ve bu konu üzerinden yoğun tartışmaların yürütülmesine neden olmuştur. Birinci Enternasyonalin Cenevre Kongresi’nde kabul edilerek karar haline getirilen önergesinde Marx; sendikalarla ilgili olarak, “Sendikalar sermaye ile emek arasındaki gerilla savaşı için vazgeçilmez duruma gelmişlerdir, o halde bizzat ücretli emek sisteminin ortadan kaldırılmasını gerçekleştirecek örgütlü organlar olarak daha da fazla önem taşırlar.[iii] ifadesiyle, sendikalar ile işçi sınıfının iktidar mücadelesi arasındaki dolaysız ilişkiyi belirtmektedir. Sınıf mücadelesinden ayrı değerlendirilmeyecek kadar sınıf mücadelesinin araçları olan sendikalar, emek ile sermayenin karşıt mücadelesinin sonucunda ortaya çıkmış sınıf örgütleridir. Ancak işçi sınıfını tanımlamada yaşanan yanlışlıkların neden olduğu Marksizm dışı yanlış kavrayışlar, sendikal mücadelenin de yanlış ele alınmasını beraberinde getirmiştir.

Kapitalizm sınıflı bir toplumdur ve kapitalist toplumdaki iktidar mücadelesi de iki temel sınıf, burjuvazi ve işçi sınıfı arasındaki iktidar mücadelesidir. Kapitalist toplumda sınıfların karşılıklı konumlanışı ve sermaye sınıfı ile işçi sınıfı arasındaki karşıtlığın tanımlanmasında yaşanan kafa karışıklığı ve sınıf dışı etkilenmelerin yol açtığı yanlış değerlendirmeler kaçınılmaz olarak sendikalar ve sendikal mücadeleye yönelik tartışmalı değerlendirmeleri ortaya çıkarabilmektedir.

Sosyalizmin geçici yenilgisinden cesaret alan ve özellikle 80’li yıllardan sonra yoğunlaşarak devam eden sosyalizm düşmanlığının o yıllarda gelmiş olduğu nokta, işçi sınıfını ve onun tarihsel konumunu yok sayarak, sınıfa ait değerlerin içini boşaltmak olmuştu. Kimileri işçi sınıfının tanımını değiştirmiş, kimileri hızını alamayarak sınıfın tükendiğini ve Marksizm’in sınıf tahlilinin sorunlu olduğunu iddia etmiş, kimileri de ar damarları çatlamışçasına kapitalizme ilericilik atfedecek kadar ileri gitmişti. Üzerinde bulundukları zemin böylesine bataklığa dönüşünce bunun üzerine inşa edilecek sınıf mücadelesi de, dolayısıyla bu mücadelenin önemli araçlarından sendikalara yaklaşım da sorunlu ve Marksizm dışı değerlendirmelerle malul hale gelmiştir.

İşçi hareketinin ilk mücadele aygıtları olmasa da, işçi sınıfının en gelişkin, en birleşik ve işçi sınıfı içerisinde rekabeti sonlandıran mücadele örgütleri olarak tarih sahnesinde yerini alan sendikaların, sınıf mücadelesi içindeki yeri ve işçi sınıfı mücadelesi açısından taşıdığı önem, sendikal mücadelenin güç ve itibar kaybettiği, aynı zamanda ağırlaşan çalışma koşulları nedeniyle sendikal örgütlenme istek ve çabalarının yükseldiği şu günlerde daha çok sorgulanır hale gelmiştir. Bu tartışmanın tarafları olarak bir yandan sendikaları sınıf mücadelesinden kopararak birer “sivil toplum” örgütüne dönüştürme çabaları, diğer yandan sendikal hareketin tekrar yüzünü sınıfa dönerek bir mücadele örgütü olarak yeniden ayağa kalkma tartışması olduğu açıktır. Bu nedenle çeşitli biçim ve argümanlarla günümüze kadar taşınan bu tartışmalar, bir yandan sendikalarda yaşanan “tıkanıklığı” aşmanın tartışması olarak görülse de, aslında tartışılan sınıfın kurtuluş mücadelesinde, işçi sınıfının ve onun örgütleri olan sendikalara yaklaşımı da açıklar niteliktedir. Çünkü sendikalar, soyut ve subjektif koşulların bir ürünü olarak değil, emek ve sermaye çelişkisinin üzerinden işçi sınıfının yarattığı tecrübelerle, tarihin somut, nesnel olgularına dayanarak var oldular. Bu nedenle bu tartışma yeni değildir. Tarihsel bir arka plana sahiptir. Bu tarihsel arka plan bir makaleyi zorlayacak bir hacimde olması nedeniyle, biz güncel yaklaşım ve tartışmaların ışığında konuyu irdelemeye çalışalım.

İŞÇİ SINIFININ İKTİDAR MÜCADELESİ Mİ, TOPLUMSAL MUHALEFET Mİ?

Sınıf mücadelesinin ekonomik, ideolojik ve politik boyutları göz ardı edilerek yapılan değerlendirme ve eleştiriler kapitalist gelişmeye bağlı olarak onun ekonomik sürecinin yanlış tahlillerinden kaynaklanmaktadır. Bu yanlış ve sınıf mücadelesinin ihtiyaçlarına yabancı tahlillerin sendikal alanda da karşılık bulduğu görülmektedir.

Yaşanan tıkanıklığı aşma iddiasıyla ortaya sürülen ve sendikal hareketin bütün dertlerinin dermanı olarak gösterilen ve aslında hiç de yeni olmayan “Toplumsal Hareket Sendikacılığı” (THS), bir sendikal anlayıştan daha çok sivil toplumcu bir bakış açısıyla karşımıza çıkmaktadır. Tam bir kafa karışıklığının ve eklektik yaklaşımın egemen olduğu ve yön verdiği bu anlayışın savunucuları, işçi sınıfının bileşimi ve yapısında yaşanan değişimleri kendilerince yorumlayarak, bu durum üzerinden “yeni duruma” uygun, yeni bir sendikal anlayışın gerekliliğini öne sürülmektedirler. Toplumsal Hareket Sendikacılığı broşüründen öğrendiğimize göre, “Dünya çapında yaşanan yeni bir proleterleştirme dalgası olarak da nitelenebilecek gelişmeler yaşanmakta, bu gelişmelerle birlikte, işçi sınıfının bileşimi ve yapısı da değişmeye[iv] başlamıştır.  Hemen belirtelim ki yeni bir proleterleştirme dalgasının oluştuğu doğrudur. Özellikle sanayi sitelerinde yoğunlaşan genç bir işçi kuşağının yetişmekte olduğu tüm kesimlerin ortak gözlemidir. Ancak anlaşılamayan, bu yeni dalganın neden sınıf mücadelesinin ve işçi sınıfının iktidar perspektifiyle ele alınmadığıdır.

THS, İşçi sınıfının kısa vadeli çıkarları ile uzun vadeli çıkarları arasında diyalektik bir bağ kurmaktan ısrarla uzak durmayı, büyük bir devrimcilik (!) saymaktadır. Bu durum, işçi sınıfı mücadelesi açısından yeni olmadığı gibi, sendikal mücadeleyi neredeyse sivil toplumculuğa yaklaştırmaktadır. Çözüm olarak ortaya sürülen ise, anarko-sendikalizmden devşirme, hatta onu kötü bir kopyası olarak karşımıza çıkan, işçi sınıfına iktidar mücadelesini yasaklamanın “sol” söyleminden öte bir şey değildir. İşçi sınıfın yerine çeşitli ara tabakaları esas alarak geliştirilen bu anlayış, anarko-sendikalizmin günümüze uyarlanmış bayat bir hali olmaktan öte gidemeyeceği gibi, bu yaklaşımın sınıf hareketinin yaşadığı sorunlara çözüm olması beklenemez.

THS broşürünün “Yeni Proleterleşme Dalgası” ara başlığı; “Değişim sürecinin işçi sınıfı saflarında yarattığı sonuçların, geleneksel sendikal hareket içinde kalınarak çözülemeyeceği giderek daha da belirginleşiyor. Sendikal harekette yeniden yapılanma, bir başka deyişle yeni bir sendikal hareketin yaratılması ihtiyacı bugün bütün çıplaklığıyla karşımızda duruyor.[v] değerlendirmesi ile başlıyor. Sendikal bürokrasinin sendikal harekette yaratmış olduğu tahribat ve uzlaşmacı tutum yok sayılarak, bürokratik sendikacılığın neden olduğu tüm olumsuzlukların “geleneksel sendikacılık” olarak adlandırılması dikkat çekicidir. Bu paragrafın içerisinde eleştirilecek birçok başka yan bulunmasına rağmen, bürokratik sendikal anlayışın bir eleştirisi olarak görebiliriz. Ancak devamında bu tespitin nereye ulaşmak istediği anlaşılmaktadır; “Yeni bir sendikal hareket ihtiyacının dayandığı temel, işçi sınıfı saflarında yaşanan değişimdir. Dünya çapında yaşanan yeni bir proleterleşme dalgası yeni bir işçi kitlesi yaratıyor; bu yeni işçi kitlesi de yeni bir emek hareketine ve sendikal harekete ihtiyaç duyuyor.[vi]

İşçi sınıfının geçmişte aynı çatı altında sahip olduğu birlikteliğin kısmen de olsa bu gün aynı düzeyde olmaması, işçi sınıfının üretim süreci içinde birbirinden yalıtılmış olmasını “işçi sınıfı saflarında yaşanan değişim” olarak ifade etmek ve bununu yeni bir sendikal anlayışın ön kabulü olarak görmek dikkat çekicidir. Kafa karışıklığının hüküm sürdüğü bu yaklaşımda, “yeni işçi kitlesi” ifadesinden kastedilenin kapitalist sömürünün bir sonucu olarak yoksullaşan kitleler olduğu açıktır. Dahası bu yaklaşım, kaba bir yoksullar yığınından, işçi sınıfı gibi modern bir sınıf çıkarmak amacı taşımaktadır ki, kabul edilemez olan da budur. Hatta her yoksul ve ezileni, düzensiz çeşitli çalışma biçimlerinde çalışanları toptan bir değerlendirmeye tabi tutarak,  “bu yeni çalışma biçimleri özellikle kadın, çocuk, göçmen, azınlık ve ulusal eşitsizliğe maruz kalan emekçilerin üzerindeki sömürüyü yoğunlaştırıyor[vii] denilerek geniş bir kesim sendikal mücadelenin öznesi haline getirilmek istenmiştir. Bu yaklaşımın sahiplerinin işçi sınıfını “Mevlana Tekkesi” gibi gördüklerini söylemek abartı olmaz. Her ezilen ve yoksulu proletaryanın yerine koymak ve proletaryayı böylesi bir zemin üzerinden tarif etmeye kalkışmak kafa karışıklığın da ötesinde anlamlar ifade etmektedir.

Esnek çalışmanın yaygınlaşması, taşeronlaştırmanın artması, kuralsız çalışmanın kural haline gelmesi uygulamaları eşliğinde, sermaye saldırıları her geçen gün artarak devam etmekte ve yaşanan saldırılar sonucunda binlerce işçi işten atılmakta, açlık ve yoksullukla karşı karşıya kalmaktadır. TİS hakkının fiili olarak ortadan kaldırılması, grevlerin bakanlar kurulu kararlarıyla engellenmesi, bürokrat sendika ağalarını rahatlatmakta, sendikacılığı masa başı görüşmelere indirgemektedir. Bürokratik sendikal anlayışın, bu saldırıları püskürtmek bir yana, bu yaşananlardan memnuniyet duyduğu ve sendikalardaki saltanatlarını sürdürmenin bir olanağı olarak gördükleri de bir gerçektir. Sendikal bürokrasinin en önemli destekleyicisi olduğu bu olumsuzlukları, “geleneksel sendikacılık” ifadesi üzerinden değerlendirmek, sorunu anlamamanın ötesinde sendikal bürokrasinin rolü ile sendikaların işlevini özdeş görmenin kaçınılmaz sonucudur. Sendikal hareketin sorunu, işçi sınıfının bileşimi ve yapısında meydana gelen değişimler kadar, sendikal bürokrasinin ardı arkası kesilmeyen ihanetleridir.

Burada kapitalizmin geçirmiş olduğu değişimin işçi sınıfının niteliği ve yapısında karşılıklı olarak değişikliklere yol açtığı ve açacağı gerçeğinden hareketle, bunun kaçınılmaz bir şekilde olumsuz siyasal sonuçlara ulaşacağının peşinen kabul edildiğini de vurgulamak gerekir. THS, işçi sınıfının bileşimi ve yapısında meydana gelen değişiklikleri, (ara sınıfların proleterleşme süreçleri de bu ifadenin içinde girer) mutlak, kaçınılmaz ve kendinden menkul bir şekilde değerlendirmektedir. İşçi sınıfının mücadele, örgütlülük ve bilinç faktörünün, yaşanan değişiklikler üzerindeki etkisini yok sayıp, kapitalizmin yaşadığı dönüşümü nesnel bir süreç olarak mutlaklaştırmak, bu sonuçları veri alıp sendikal anlayışı bu zemin üzerinde tanımlamak, kaçınılmaz bir şekilde yanlış ve hatalı sonuçlara ulaşabilmektedir. İşçi sınıfının bugünkü (“geleneksel” dedikleri) sendikal örgütlülüklerine mutlak anlamda olumsuz yaklaşarak, bu örgütlülükleri sendikal bürokrasinin kaleleri olarak değerlendirmektedirler. Böylesi çarpık bir yaklaşımın “geleneksel” olarak tanımlanan sendikalar ile bu sendikaların örgütlediği işçi sınıfına mesafeli ve hatta giderek düşmanca bir tutum takınmalarını beraberinde getirmesi kaçınılmazdır.

Sendikal anlayıştan önce sorgulamamız gereken meselenin bu olduğu açıktır. Söylenen aslında şudur: “Sendikal hareketin dibe vurmasında, aslında sendikal bürokrasinin fazla bir suçu yok, ne yapsınlar, devir değişti, işçi sınıfının yapısı değişti, eski örgüt modelleri artık ihtiyaca cevap vermiyor.” Utangaçça davranmaya gerek yok, “İşçi sınıfının bileşimi ve yapısı değiştiğine” göre, yeni bir “işçi sınıfı” ve “yeni bir sendikal anlayışla” yola devam edersiniz! Tam da burjuva ideologların çeşitli dönemlerde, özellikle de sosyalizmin geçici yenilgi yaşadığı dönemlerde dile getirdikleri gibi. Bu yaklaşım, yukarıda da vurguladığımız gibi 80’li yıllardan sonra işçi sınıfının yapısındaki değişimi kendince yorumlayarak bu durumun işçi sınıfının devrimci niteliğini ortadan kaldırdığını öne süren liberal yeni dünya düzenci anlayışa ne de çok benzemektedir. Sosyalizmin maddi bir güç olarak tarih sahnesinde yer aldığı günlerin aksine benimsenen kavramlar üzerinden “sınıftan kaçış”ın teorisini oluşturmanın “ilericilik”, “devrimcilik” sayıldığı bir dönemin sendikal yaklaşımının da “yeni” kavramının çekiciliğine kendisini kaptırmasını çok görmemek gerekir. Sorun ideolojik ve sınıfsal temelden ayrıştırılarak ele alındığından varacağı yerin -niyetten bağımsız da olsa- sınıf anlayışının ve sınıf mücadelesi kavrayışının temelden sakatlanması olduğu görülecektir.

THS broşüründe “yeni sendikal anlayış” olarak ileri sürülen “yeni görüşleri” okumaya devam edelim: “Emek hareketi dünya çapında bir kriz yaşıyor. Bu krizin nedenleri arasında hiç kuşkusuz emek hareketinin ve sosyalizmin önderliğinin yenilgisi önemli bir yer tutuyor. Bununla birlikte emperyalist sistemin yapısında ve emek-sermaye ilişkilerinde gözlenen bir dizi değişim de krizi oluşturan etmenler arasında yer alıyor.[viii] Kapitalist gelişim ve bağlı olarak ekonomik sürecin tahliline yönelik bu yaklaşımın Küreselleşme ve yeni dünya düzeni tezlerinden etkilenmenin “sol” versiyonu bu olsa gerek. Yani bu anlayışın savunucularına göre, değişim sadece emek-sermaye ilişkileriyle sınırlı değil(!), aslında emperyalist sistemin yapısında da bir değişiklik olmuştur. Haksızlık etmek gibi bir derdimiz yok, ancak Marksizmden ve Marksist sınıf tahlilinden anladıkları bu kadardır. İşçi sınıfının üretim araçlarıyla kurulan ilişkisinin üzerinden atlanarak, kapitalist toplumdaki işçi sınıfının Weber sosyolojisinin bile gerisine düşerek, sosyal tabakalaşma, meslekî ayrımlar, gelir durumları ve genel bir yoksulluk ve “ezilme” vurgusu üzerinden yapılacak “değişim” analizinin bir sonucu olarak emekle sermaye arasındaki çelişkinin değiştiğini söylemek hem de bunu “devrimcilik” iddiası ile yapmak. İşçi sınıfının, kapitalist sistemle olan temel çelişkisinin ıskalanmasının varacağı sonuç bundan başka bir şey olamazdı zaten.

Bahsi geçen yeni (!) sınıf tahlili devrimci sözlerle ne kadar cilalanmaya çalışılırsa çalışılsın, onun Marksizm ve sınıf dışılığı hakkında bolca örnek sıralanabilir. Ancak biz birkaçını burada aktararak devam edelim. Örneğin sınıf tahlilini ve tarifini devletin ekonomideki rolünü esas alarak yapmak başlı başına bir garabet örneğinin ötesinde, doymak bilmeyen ve her gün yeni sömürü kaynaklarına ihtiyaç duyan sermayenin saldırılarını anlamamaktır. Hele alıntıladığımız şu yaklaşım Marksizm’in ne kadar anlaşıldığının belgesi olacak niteliktedir. “Devletin ekonomideki rolünün değişmesine bağlı olarak kamu çalışanlarının büyük bir bölümü de bu yeni işçi kitlesine dahil oluyorlar. Ayrıca kentlerin yoksul kenar mahallelerinde yoğunlaşan, kısa süreli işlerde çalışan yarı işçi-yarı işsiz kitleler ve informel sektör çalışanları da yeni işçi kitlesi içinde giderek daha fazla önem kazanıyorlar.[ix] Kamu emekçilerini de işçi olarak gören anlayışın doğal bir sonucu olarak, devletin ekonomideki rolü üzerinden sınıfın tanımını değiştirmek veya değiştiğini öne sürmek, yetmedi tüm “çalışanları” işçi olarak görmek, sınıftan ve sınıf mücadelesinden ne anlaşıldığını göstermektedir. Sözü daha fazla uzatmadan yanıtını Lenin’e ve Engels’e bırakalım.

Lenin, Rusya Komünist Partisi’nin (Bolşevik) (RKP (B)) 16 Mart 1921 günlü X. Kongresi’ne sunulan “Partinin Birliği ve Anarko-sendikalist Sapma Üzerine Rapor”unda Marx ve Engels’e atıfta bulunarak, 20. yüzyılın başlarında bugünkü THS savunucularıyla benzer savunularda bulunanların yaklaşımını “sapma” olarak değerlendirdikten sonra; “Marx ve Engels sınıflar arasındaki ayrımı unutanlarla üreticilerden, halktan ya da genellikle çalışanlardan söz edenlerle savaştılar. Birazcık olsun Marx ve Engels’in yapıtlarını bilen biri onların, her yerde üreticilerden, halktan, genellikle çalışanlardan söz edenleri alaya aldıklarını unutamayacaktır. Genellikle çalışanlar ya da çalışan insanlar yoktur, ama ya üretim araçlarına sahip, bütün zihniyeti ve alışkanlıkları ile kapitalist olan ve başka türlü de olamayan bir küçük patron vardır, ya da bambaşka bir zihniyette ücretli işçi, kapitalistlerle uzlaşmaz karşıtlık durumunda, çelişki durumunda ve onlara karşı savaşım durumunda olan büyük sanayinin ücretli işçisi vardır.[x] demektedir.

İçeriğinden koparılarak içi boşaltılmaya çalışılan proletaryanın ne olduğunu kimleri kastettiğini Engels’e bırakarak bu yaklaşımı incelemeyi sürdürelim. Engels, Komünizmin İlkeleri adlı yapıtında; Proletarya nedir? sorusuna yine kendisi yanıt vererek; “Proletarya, toplumun, geçim araçlarını herhangi bir sermayeden elde edilen kârdan değil, tamamıyla ve yalnızca kendi emeğinin satışından elde eden; sevinci ve üzüntüsü, yaşaması ve ölmesi, tüm varlığı emek talebine, dolayısıyla işlerin iyi gittiği dönemler ile kötü gittiği dönemlerin birbirlerinin yerini almasına, sınırsız rekabetten doğan dalgalanmalara dayanan sınıfıdır. Proletarya, yani proleterler sınıfı ondozuncu yüzyılın çalışan sınıfıdır.[xi] diyerek net bir cevap vermektedir. Alıntıyı uzatma pahasına devam edelim. Engels aynı eserinde, O halde proleterler her zaman var olmamışlar mıdır?” sorusuna “Hayır. Yoksul halk ve çalışan sınıflar her zaman var olmuştur ve bu çalışan sınıflar çoğunlukla yoksuldular. Ama demin sözü edilen koşullar altında yaşayan bu tür yoksullar, bu tür işçiler, yani proleterler her zaman var olmamışlardır, nasıl ki rekabet her zaman serbest ve sınırsız olmamışsa[xii] cevabını vermiştir. Bu yaklaşımı ile Engels, proletarya ile diğer toplumsal katmanlar arasındaki farkı ortaya koyarken özellikle kimlere proleter denilmesi gerektiğini açık bir şekilde ifade etmiştir.

THS broşürünün ilerleyen sayfalarında niyet saklanamayacak kadar açığa çıkmaktadır. Üstü kapalı olarak sunulmaya çalışılan, sınıfın, Marksizmin sendikalara ve sınıfa yaklaşımın reddine varacak “tahliller” ileri sürüldüğünü görüyoruz. “Daha açık bir ifadeyle, bu süreçte sınıfın ekonomik, demokratik ve politik örgütlenme biçimlerinde, yani sendikalarda ve/veya siyasal örgütlülüklerde (parti, hareket, cephe vb.), eski biçimlerin, tarzların eleştirisini içeren ve yeni koşulların doğurduğu ihtiyaçları dikkate alan bir yeniden yapılanmaya gereksinim duyuluyor. Marksist literatürün tüm açıklığına ve kaynaklarına rağmen; varılan sonucun bu olması, Marksist sınıf tahlilinin nasıl da yok sayıldığını göstermekte ve Lenin’in yukarıda yapmış olduğumuz alıntıda dile getirdiği “sapma” tespitinin ne kadar doğru olduğunu bir kez daha teyit etmektedir.

THS açısından hemen her soruna müdahil olma yönelimi, işçi sınıfının siyasal örgütlenmesini yok sayma ya da geri plana itme eğilimi yaratarak, bilinçli ya da bilinçsiz, siyasal örgütlenmeyi önemsizleştirmektedir. Bu durum, kapitalist sistemin yıkılması gereğinin ötelenmesi, en fazla sistem içi çözümlerin hedef olarak belirlenmesini beraberinde getirmektedir. Dolayısıyla mevcut yapısıyla THS’nin sistem içi bir muhalefet hareketi olarak kalması ve kendi mücadele alanını bizzat kendisinin sınırlandırması kaçınılmazdır.

Sınıfların iktidar mücadelesinde işçi sınıfını sadece yapısal bir olgu, “sabit” toplumsal bir kategori olarak değerlendirmenin, işçi sınıfının durağan bir yapı değil, sürekli oluşum halinde olan bir süreç ve ilişki olarak görülmemesinin doğal sonucu, işçi sınıfını diğer toplumsal kategorilerle bir değerlendirmek ve onlarla aynılaştırmaktadır.  Bu yaklaşımdan işçi sınıfının iktidar mücadelesi çıkmayacağı gibi, THS savunucularının özel bir önem atfettiği güçlü bir “Toplumsal muhalefeti” de oluşturamayacağı açıktır.

Sonuç

Yaşanan savaşlar, insanlığın çektiği açlık ve yoksulluk, doğanın kâr uğruna katledilmesi, emekçilerin evlerinin kentsel dönüşüm adı altında talan edilmesi gibi son yıllarda yoğunlaşan saldırılar, tekelci kapitalizmin ürünüdür ve bunlar olmadan kapitalizmin yaşaması mümkün değildir. Elbette ki işçi sınıfı devrimci bir sınıf olarak ezilen tüm bu toplumsal kesimlerin taleplerini sahiplenen ve bu kesimlerle birlikte yürütülen mücadelenin merkezinde yer alan bir sınıftır. İşçi sınıfının başka türlü kendisi kurtulurken başkalarını da kurtaran bir sınıf olma özelliğini kazanması mümkün değildir.

Kabul edilemez olan, sosyolojik olarak “ara tabaka” niteliğindeki çeşitli toplumsal kesimlerin, işçi sınıfının yerine ya da onunla aynı düzeyde değerlendirilmesidir. Yoksulluk gibi bir kavramın yarattığı yoksul, dışlanmış, ezilen kesimlerin işçi sınıfı yerine konularak ve bu kesimlere işçi sınıfından daha fazla önem atfedilerek mücadelenin merkezine konulması, mücadele hedeflerini geriletmenin ve kısa vadeli kazanımlar tercih edilerek “toplumsal muhalefetin” örgütlenmesi ve iktidar mücadelesinden vazgeçmenin itirafıdır. Sivil toplumculuğa kapı aralayan bu yaklaşım ve bu yaklaşım üzerinden sınıf mücadelesini toplumsallaştırma, kendince geniş tabanlı bir “yurttaş hareketi” yaratma gayretleri sermayenin ihtiyaçlarına “sol”dan destek vermek anlamına gelmektedir.

Sürdürülen bu tartışmanın dünya sendikal hareketinde hacimli bir evveliyatı olduğunu biliyoruz. Bugün yaşadığımız bu tartışmaları bu tarihsel arka planlardan bağımsız olarak ele almak ve “yeni bir yaklaşım” olarak değerlendirmek elbette yanlış olur. THS’nin bir ayağı ekonomizmde,  bir ayağı da sınıf mücadelesinde sendikal örgütü, siyasal örgütün yerine koyan ve işçi sınıfının sermayeden bağımsız siyasal mücadelesini şiddetle reddeden anarko-sendikalizmde olduğu açıktır.

Son yıllarda ulusal ve uluslararası çeşitli sendikal platformlara yansıyan ve tartışılan bu sınıf dışı yaklaşımların yaygınlık kazanmalarının sosyalizmin geçici yenilgi yaşadığı yıllara denk gelmiş olması dikkat çekicidir. Sermayeyle uzlaşmaz sınıf karşıtlığı üzerinden kendisini var eden işçi sınıfının iktidar mücadelesini yok sayarak yapılacak olan her sendikal mücadele tahlili, işçi sınıfını düzenin sınırları içerisine mahkûm etmenin yollarını açmaktadır. Sendikal mücadeleyi işçi sınıfının iktidar mücadelesinden soyutlayarak, sınıf mücadelesinin ekonomik, ideolojik ve politik boyutlarını bütünlüklü bir biçimde ele almayan ve mücadeleyi ekonomik taleplerle sınırlayan bir yaklaşımın, hangi iddia ile ortaya çıkarsa çıksın sendikaları burjuva siyasetinin kollarına terk etmesi kaçınılmazdır.

Nitekim süslü cümlelerle ve sözümona yeni bir mücadele platformu yaratma iddiasıyla ortaya çıkan “Toplumsal Hareket Sendikacılığı” anlayışı, aslında düzen sınırları içerisinde çözüm üretmekten öte bir anlam taşımamaktadır. Kapitalist-emperyalist sistemin kendisine değil de, çeşitli emekçi kesimler üzerinde yaratmış olduğu sonuçlarına karşı mücadele etmeyi işçi sınıfının iktidar mücadelesinin yerine koymak, işçi sınıfının tarihsel devrimci rolünü anlamamaktır.

Sendikal hareketin yaşadığı sorunları tek bir nedenle açıklamak elbette doğru bir yaklaşım olamaz. Ancak yaşanan gelişmeler ve sermayenin artan saldırıları karşısında sınıfın iktidar mücadelesini yok sayarak icat edilecek her yaklaşım işçi sınıfı mücadelesini ve dolayısıyla sendikal hareketi daha da geri noktalara savuracak ve onu burjuva reformların sınırlılığına mahkûm edecektir. Çok uzaklara, eski örneklere gitmemize gerek yok. İçinde bulunduğumuz yıl içerisinde gerçekleşen TEKEL işçilerinin mücadelesi üzerinden, sınıf hareketinin önderlik potansiyeline baktığımızda bitti denilen, bir süredir yerine yenisi aranan işçi sınıfının, sendikal bürokrasinin cenderesinden kurtulduğunda nelere kadir olduğunu görebiliriz. Sınıf mücadelesinin dünyada ve Türkiye’de yaşanmış deneyimlerine baktığımızda, diyeceklerimizi, tahlillerimizi işçi sınıfının tarihe mal olmuş deneyimleri üzeriden yaptığımızda, sınıf mücadelesi açısından neyin doğru neyin yanlış olduğunu görmek mümkün.



* * Birçok mücadele deneyiminden öğrenerek ilerleyen işçi sınıfının başlıca tarihsel deneyimleri olarak 1830 Lyon Ayaklanmasını, Çartist hareketleri ve 1848-1849 devrimlerini sayabiliriz.

* ** Burada söz konusu olan siyasal savaşımın; burjuva karakterli bir siyasal savaşım, yani Marx’ın sonrasında Lenin’in de belirttiği gibi, işçilerin ekonomik anlamda yürüttüğü her mücadelenin aslında siyasal bir nitelik taşıdığı, ancak bunun burjuva anlamda bir siyasal mücadele (ekonomizm) anlamına geldiğini belirtmek gerekir.

* *** Elbette sendikalar ekonomik mücadele de verecek, görece de olsa daha iyi yaşam koşullarına sahip olmaları yönünde mücadele edeceklerdir. Buradan anlaşılması gereken sendikaların işçi sınıfının iktidar mücadelesinde  “iktisadi ve siyasal mücadeleyi ayrılmaz bir biçimde bir biçimde (Lenin) ele alınmasında ve işçi sınıfın gelecek sorunu ile ne kadar ilişkilendirildiği ile ilgilidir.



[i] Karl Marx, Felsefenin Sefaleti, Sol Yayınları 1979, syf. 156

[ii] Engels, İngiltere’de Emekçi Sınıfının Durumu,  Sol Yayınları 1979, syf. 292

[iii] Marks-Engels: Seçme Yapıtlar, Cilt: II, Sol Yayınları, 1977, syf. 99

[iv] Toplumsal Hareket Sendikacılığı (THS) Broşürü, syf, 6

[v] (THS) Broşürü, syf, 25

[vi] (THS) Broşürü, syf, 25

[vii] (THS) Broşürü, syf, 29

[viii] (THS) Broşürü, syf, 7

[ix] (THS) Broşürü, syf, 29

[x] Marx, Engels, Lenin, Anarşizm ve Anarko Sendikalizm, Sol Yayınları, Birinci Baskı, syf. 409

[xi] Engels, Komünizmin İlkeleri, Bilim ve Sosyalizm Yayınları, syf, 9

[xii] Engels, a.g.y, syf, 10

Eğitimde Gericileş(tir)me ve AKP’nin Demokratikleşme Söylemi

AKP hükümetinin 2004-2005 yıllarında uygulamaya koyduğu eğitim “reformu”nu salt bir ‘bireycileştirme’ veya ‘dinileştirme’ projesinin hayata geçirilmiş bir ayağı olarak okumak, doğruluk taşımakla birlikte, meseleye oldukça yüzeysel yaklaşmak olur. Son çeyrek yüzyıldır uluslararası düzeyde ortaya konulan neoliberal ekonomi politikalar ve bununla ilişkili şekilde ABD’nin özellikle Ortadoğu’da yoğunlaşmış emperyalist politikalarından bağımsız bir şekilde yürütülen her tartışma, konuya ilişkin gerçeğin somut ifadesini zorlaştırmaktadır. Ne var ki, Türkiye’de bir neslin AKP hükümeti ile yetişmekte olduğu göz önünde bulundurulduğunda, böylesi dar bir tartışma bir sorun haline de gelebilmekte, “şeriat geliyor”, “ülke bölünüyor” gibi statükocu çığırtkanlığı da besler bir pozisyona düşebilmektedir.

Peki, AKP hükümeti boyunca uygulanan ve uygulanması planlanan eğitim politikalarını nasıl sorunsallaştırmak gerekiyor? Her şeyden önce, burjuva diktatörlüğünde eğitimin, toplumsal yaşamın, üretim süreçlerinin ve ilişkilerinin burjuvazinin ihtiyaç ve çıkarlarına uygun olarak yeniden üretimi ve sürekliliği için gerekli bilginin üretimi, nesiller arası aktarımı ve buna uygun bireyler/vatandaşlar yetiştirme işlevini ortaya koymak gerekiyor. Bu bağlamda, AKP hükümetinin uygulamaya koyduğu “eğitim reformu”, diğer geçmiş hükümetlerin yürüttüğü eğitim politikaları gibi, tarihsel süreçte şekillenmiş burjuva ideolojisinin eğitim alanındaki yansımalarını taşıması bakımından zaten gericidir. Örneğin, eğitimde ‘toplum’ kavramı yerine ‘birey’ kavramının öne çıkarılması, burjuva ideolojisinin bir yansımasıdır ve AKP hükümetinden önce de eğitim sisteminin temel vurgusunu oluşturmaktadır. AKP’nin her alandaki demokratikleş(tir)me söylemleri gibi, eğitim alanındaki demokratikleşme söyleminin ‘bir gericileş(tir)me süreci’ olduğunu ortaya koymak içinse, daha spesifik bir soru sormak gerekir: 20. yy’da girilen süreçte dünya ölçeğinde hayata geçirilen emperyalist politikalar, 21. yy’da nasıl bir Türkiye gençliğine ihtiyaç duymaktadır? AKP’nin hükümet olduğu süreçte ilkokulda okuyan bir çocuğun bugün üniversite gençliğinin bir ferdi olduğu düşünülürse, bu soru(n) kendini çok daha vahim bir şekilde dayatmaktadır.

Eğitimin yeniden yapılandırılmasını uluslararası durumla ilişkilendirdiğimizde, bu soruya yanıt vermeye yaklaşırız. Serbest sermaye dolaşımını esas alan, geçtiğimiz yıllarda ‘Yeni Dünya Düzeni’, ‘küreselleşme’, ‘neo-liberalizm’ gibi tanımlamalarla anılan ekonomik politikaların bir birey ideali vardır. ‘Girişimci, rekabetçi, kariyer sahibi, esnekliğe uyum sağlayabilen’ vb. gibi sıfatlarla nitelenebilecek bu bireyin yetiştirilmesine en uygun sosyal politikayı, sermayenin hizmetine, AKP hükümeti sunmuştur. Nitekim, parti programında “bilimsel bilgi üretimi ve aktarımının” önemine ayıp olmasın diye bile değinilmemiş, temel amaç olarak eğitimin ‘istihdam ihtiyacını karşılamaya uygunluk’ temelinde yeniden örgütlenmesine işaret edilmiştir. Yani, uluslararası sermayenin bugünkü ihtiyaçlarına yönelik üretici güç ordusunun oluşturulması için, eğitim sistemi, tüm kurumlarıyla birlikte, her zamankinden daha fazla ‘fabrika’ görevi görmektedir. Emekçi sınıfların çocuklarının, esnek üretim biçimlerine ve esnek çalışmaya daha iyi uyum sağlamasına yönelik olan bu anlayış, aynı zamanda, devletin tüm sosyal sorumluluklarından (sağlık, eğitim, ulaşım, barınma vb.) arınmasında da esnekliği benimsetmektedir. “Herkes kendi başının çaresine baksın” anlayışının normalleştirilip hakim kılındığı bu eğitim modelinde, zengin çocukları ise, piyasa rekabetine uyumluluğu, girişimciliği ve kariyer sahibi olmayı daha ilkokul sıralarında bireysel özellikler olarak benimsemekte, kendini geleceğin patronu olmaya hazırlamaktadır. Hükümet partisine göre, ezberci geleneksel eğitim modeli, genç nesillerin bu hevesini kırmakta, onlara gerekli motivasyonu sağlayamamaktadır.

AKP’nin “eğitim reformu”na getirilen bir diğer temel eleştiri ise, eğitimin ‘muhafazakarlaşması, dinileştirilmesi, mistikleştirilmesi’ yönündedir. Dünya ölçeğinde, yaratılış ‘teorisi’, akıllı tasarım gibi bilimsellikten uzak olmakla kalmayıp, tam da bilime karşı geliştirilen ideolojik saldırılarla paralellik gösteren bu olgu, emperyalist-kapitalist sistemin son çeyrek yüzyıldır ihtiyaç ve çıkarları doğrultusunda aydınlama değerlerinin (rasyonel düşünme) yıpratılıp, ortaçağ değerlerinin (inanç) yüceltilmesiyle de uygunluk göstermektedir. Dahası, emperyalist-kapitalist sisteme patronluk yapan ABD’nin enerji kaynaklarının kontrolüne sahip olarak, uluslararası üretim ilişkilerini, dolayısıyla politikayı belirleme yönündeki hedefleri doğrultusunda Ortadoğu’da ihtiyaç duyduğu ‘sadık müttefik’, İslam dünyası ile ilişkilerin düzenlenmesi bakımından İslami bir karaktere sahip olmalıydı. ABD’nin çıkarlarıyla uzlaşan İslami çevrelerin ‘ılımlı’, çatışanların ise ‘radikal/terörist’ ilan edildiğine, özellikle 11 Eylül’den sonra defalarca tanık olduk. AKP’nin bu ihtiyaca en iyi şekilde cevap vererek hükümet olması ve yönetmeyi sürdürebilmesine Özgürlük Dünyası’ndaki birçok yazıda da işaret edilmiştir. Dolayısıyla, ABD’nin çıkarları doğrultusunda ‘ılımlı İslam’ı benimsemiş bir Türkiye gençliğine ihtiyaç duyulmaktadır ve AKP’nin eğitim reformu içerik ve biçimsel açıdan bu ihtiyacı en iyi şekilde karşılayacak biçimde tasarlanmış ve uygulamaya konmuştur.

EĞİTİMİN YENİ FELSEFESİ: YAPILANDIRMACILIK (CONSTRUCTİVİSM)

Yapılandırmacılık, temelde bir eğitim felsefesi değil, bilgi felsefesidir. Diğer bilgi felsefelerinden (amprisizm, rasyonalizm vb.) ayrışarak, bilginin kendi doğasından ziyade insan tekinin bilgiyi edinme sürecinin doğasına yoğunlaşır. Bu anlamda, bir çeşit öğrenme teorisidir. Fakat eğitimin temel prensiplerinden biri olan pedagojiyle ilgilenmez. Aydınlama dönemi ve sonrasında, yapılandırmacı olmasa da, bu teoriyi etkileyen filozoflar olmuştur elbette, fakat bir düşünce sistematiği içerisinde yapılandırmacı öğrenme ilk kez Jean Piaget (1896-1980) tarafından açıkça savunulmuştur. Teori, temelde; “insan bilgiyi oluşturur/meydana getirir; kendi deneyimleri, düşünceleri ve davranış kalıpları arasındaki etkileşim sonucu da bu bilgiye anlam atfeder” demektedir. Elbette ki, bir birey olarak insanın bilgi edinim sürecinin, onun varolan koşullarını deneyimlemesinden bağımsız gelişeceği fikri her şeyden önce gerçekçi olmazdı. Fakat, yapılandırmacı bilgi teorisi, bireyi içinde yaşadığı toplumsal koşullardan soyutlamakta, adeta bir birey ideası üzerinden ilerlemektedir. Nitekim, teorinin daha sonraları geliştirilmiş halinde, öğrenen kişiye ilişkin daha iddialı tezler sunulmaktadır. Buna göre, her öğrenen (the learner) kişi, kendi-içinde özgün bir bireydir, kendine özgün bir evveliyatı ve ihtiyaçları, kendine özgün karmaşık (kompleks) ve çok boyutlu bir yapısı vardır. Dolayısıyla, aynı olguya yaklaşan iki farklı birey için, o olgunun gerçeği ve gerçekliği aynı olamaz. Herkes kendi gerçeğini yaratır, dahası yaratmalıdır. Yapılandırmacı öğrenme teorisinin nesnellikten tam olarak koptuğu noktada burada yatmaktadır. Piaget’in 20. yy’ın ortalarına doğru ortaya attığı fikirler, postmodern savruklukla, doğa yasalarının bile öznel bir üretim olduğunu savunmaya kadar vardırılmış, bilimsel bilginin nesnelliği adeta hiçe sayılmıştır. Toplumsal düzlemde ise, “Herkes kendi gerçeğini kendi keşfeder” anlayışı, 20.yy’ın ortalarında pek rağbet görmese de, Piaget’in sunduğu yapılandırmacı bilgi teorisi, 80’li yıllardan itibaren ve özellikle 90’lı yıllarda ‘yeniden’ keşfedilmiş ve ‘geliştirilmiştir’. Kuşkusuz ki, bireyin öğrenme, bilgiyi yapılandırma/oluşturma ve kendi öz gerçekliğini keşfetme/yaratma sürecindeki en büyük motivasyonunun rekabet olduğunu savlayan teori, neoliberal çağın ihtiyaç duyduğu insan/birey profiline denk düşmektedir. Yeniden keşfedilmesinin nedeni de burada yatmaktadır. Kendi başına bir eğitim metodu sayılmasa da, günümüzde uygulanan yaygın eğitim metotlarına felsefi bir zemin hazırlamıştır. Öyle ki, başta İngiltere olmak üzere, birçok Avrupa ülkesinde ve ABD’de birçok eyalette, bu teoriden hareketle eğitim metotları oluşturulmuştur. Ülkemizde ise, bir eğitim metodu olarak uygulamaya konması, AKP hükümeti dönemine denk düşmüştür.

YAPILANDIRMACI (CONSTRUCTİVİST) EĞİTİM MODELİ

Ne var ki, eğitimdeki bu “reform” sürecini AKP’nin ortaya çıkışı ya da hükümet oluşuyla sınırlandırmak, tarihsel ve bilimsel bir eleştiri olamaz. Dünya ölçeğinde, 70’li yılların sonu ile başlayan ve 80’li yıllarda hızla ve şiddetli bir biçimde uygulamaya konan neo-liberal politikaların Türkiye’de 12 Eylül darbesiyle hayata geçirildiği defalarca yapılmış bir tespittir. Toplumsal-devrimci hareketin giderek güçlendiği bir süreçten sonra darbe, öncelikle bu damarın sindirilmesine yönelik baskıcı-otoriter politikalar, 90’lı yıllara gelindiğinde, zamanla, ihtiyaç olmaktan çıkmamakla ve özellikle ulusal demokratik hareket karşısında, ama işçiler, memurlar, gençler vb. karşısında da uygulanmaya devam etmekle birlikte, bu politikaların üstünün örtülerek gözden gizlenmesine, şiddet politikalarının olmadığı ve uygulanmadığı görünümü verilmesine yönelik neo-liberal söylem de yoğunlaştırıldı ve söylemi destekleyecek kimi liberal uygulamalara da başvuruldu. Devrimci hareketin ezici bir şekilde püskürtüldüğü ortamda, Özal dönemiyle birlikte, “sopa” elden bırakılmadan, “demokratik” iddialı neo-liberal politikalar uygulanabilir hale gelmiştir. Serbest piyasa, özelleştirme, ‘serbestleştirilmiş’ gümrük politikalarının uygulamaya konduğu bu dönemde, bugün ‘Yapılandırmacı Eğitim Modeli’ diye anılan “reform”un ilk adımları atılmıştır. Özal Hükümeti (1989), ‘milli eğitimin kalitesizliğini’ ‘dahiyane’ bir şekilde tespit etmiş, VII. Beş Yıllık Kalkınma Programı’nda sistemin uluslararası güncel gelişmeler ve ‘yeni’ ulusal çıkarlar doğrultusunda yeniden yapılandırılması gerektiğine kanaat getirmiştir. Ekonomik İş Birliği ve Kalkınma Örgütü (OECD) ve üye ülkelerle birlikte belirlenen eğitimde kalite standartlarına uygun bir “reform”a gidilmesi kararı alınmıştır. Bu bağlamda, Millî Eğitimi Geliştirme Projesi (MEGP) adı altında, Dünya Bankası ile ‘işbirliği’ içerisinde hazırlanan ve yaklaşık yarı maliyeti (90.2 Milyon ABD doları) DB tarafından fonlanan ‘Müfredat Laboratuarı Okulları (MLO)’ projesi, 1990 yılında, Özal’ın cumhurbaşkanlığında, Akbulut hükümeti tarafından yürürlüğe sokulmuştur. MLO projesi, 23 ilde 147 ilköğretim, 61 ortaöğretim olmak üzere toplam 208 okulda uygulanmıştır. MLO’nda esas alınan yaklaşım, bilgiyi öğretme-öğrenme ilişkisine dayanan öğretmen merkezli eğitimin terk edilip, öğrencinin deneyimleriyle öğrenmesi ilkesine dayanan öğrenci merkezli bir eğitim anlayışının benimsenmesi yönündedir. Öğrenci, ezberci eğitimden kurtarılacak, ‘kaliteli’, yani fayda sağlayan bilgiyi edinmeye teşvik edilecektir. Bilimselliğe, çıkar sağlama kriteri getirilmiştir. Bu bağlamda, günümüzde eğitim tarzı haline gelen proje bazlı aktivitelerin ilk örnekleri bu okullarda uygulanmıştır. Bunun için gerekli araç ve gereçler, okulların MLO modeline göre yeniden inşa edilmesi için gereken maliyet, velilerin üstüne yıkılmıştır. İlk ve orta öğrenimde “Toplam Kalite Yönetimi” uygulamalarının ve özelleştirmenin ilk görünür örnekleri, bu laboratuarlarda ortaya çıkmıştır. 90’lı yılların sonlarına gelindiğinde ise, projenin değerlendirmeleri oldukça çarpık bir şekilde yapılmıştır. MLO ve normal okullar arasındaki başarı düzeyi karşılaştırıldığında, kırsal-kent, doğu-batı gibi bölgesel farklılıklar gözetilmeden yapılan değerlendirmeler, yer yer MLO’nın başarısız olduğu kanıtlanmasına rağmen, eğitimin bu modele uygun biçimde yeniden örgütlenmesi gerektiği sonucuna varmıştır. 1997 yılında, MLO modelinin beklenilen başarıya ulaşamayacağını öngören MEB, bu okulları adeta genelge yağmuruna tutmuştur. 1999 yılında DB raporunda ise, modelin uygulandığı MEGP’nin oldukça başarılı olduğuna değinilmiş, Türkiye’nin geleneksel ezberci eğitim anlayışından kurtulup, öğrenci merkezli, amaca-ihtiyaca ve istihdama yönelik bir eğitim sistemine geçmesi gerektiği vurgulanmıştır. Buna uygun olarak, bugünkü ders kitapları, öğrencilerin ağzından hikayelerinin anlatıldığı ve her hikaye sonunda öğrencilere bilgi vermek yerine ‘yönlendirici’ (zaten cevapların belli olduğu) soruların yöneltildiği biçimiyle şekillendirilmiştir.

2000’li yıllara gelindiğinde ise, Ecevit hükümeti, DB ve IMF ile 2. Temel Eğitim Projesi’nin alt yapılarını hazırlamaktaydı. 2001/2002 ve 2004/2005 yılları arasında hayata geçirilmesi planlanan bu proje, AKP hükümetiyle birlikte hızlandırıldı ve ülke sathında yaygınlaştırıldı. Bugün Yapılandırmacı Eğitim Modeli diyerek kendine pay çıkaran ve toplum nezdinde eğitim “reformları”yla övünen AKP, aslında kendi varlığından çok daha önce temeli atılmış, örnekleri sunulmuş ve geliştirilmiş bir sürecin tamamlayıcısı olmuştur. Neo-liberal politikalara karşı mücadele yürüten kesimleri, değişen çağın gereklerini anlamamak ve bunlara ayak uyduramamak, değişimi reddetmek gibi kabadayı laflarla bastırmaya çalışarak, AKP, eğitim “reformu”nu AB’ye girme ve “demokratikleşme” sürecinin olmazsa olmaz bir parçası olarak sunmuştur. Belli ölçüde hem halkın bazı kesimlerinin, hem de (Referandum sürecinde de ‘statükodan kurtuluyoruz, demokratikleşiyoruz’ yaygarası yapan) kimi liberal solcu çevrelerin desteğini de bu noktada yedeklemiştir.

DEMOKRATİKLEŞME Mİ, GERİCİLEŞME Mİ?

AKP hükümetinin demokratikleşme söyleminin ardında yatan gerçeğin, yasama-yargı ve silahlı organların yürütmeye daha çok bağımlı hale getirilerek hükümetin yetkilerinin genişletilmesi yoluyla siyaseten de güçlendirilecek şekilde devletin yeniden örgütlenmesi olduğu dergimizde daha önce de belirtilmişti. Bu bağlamda, devletin küçüldüğü neo-liberal söylemine karşın, tam aksine, siyasi güç bakımından merkezileştiği gerçeği aşikardır. Devletin sosyal güvenlik bakımından sorumluluklarını, özelleştirmeler yoluyla, vatandaşa ve tüm kurumlarıyla birlikte ‘sivil toplum’a yüklediği ise başka bir gerçeği gözler önüne sermektedir. Tüm sosyal alanlar gibi, eğitim alanı da bu talandan nasibini almıştır elbette. AKP, IMF-DB-Dünya Ticaret Örgütü-AB kurumlarıyla birlikte yürüttüğü projeler kapsamında okullaşma oranında bir artış olduğu propagandasını yapmakta, her kesimden öğrencinin (yoksul çocukları, kız çocukları vb.) okula erişim olanaklarını geliştirdiğini iddia etmektedir. Okullaşma oranı, istatistiksel olarak, ilköğretimin zorunlu kılınmasından bu yana, ilköğretimde zaten bir artış göstermekteydi. İstatistiklerin bu oranda çıkmasının, öğretmen sayısının sözleşmeli öğretmenlik statüsünde artırılması, okul sayısının düşürülmesi (2002-2010 yılları arasında yaklaşık 2000 ilköğretim okulu gereksiz/işlevsiz olduğu gerekçesiyle kapatılmıştır) gibi birçok değişkene bağlı olduğunu göz ardı etmemek gerekir. Görünürdeki bu niceliksel artış, öğrencilerin niteliksel açıdan verimli bir eğitime erişimi konusunda tam bir fiyaskodur. Proje bazında ödevlerin maliyetleri tamamen velilerin sırtına yüklenmiş, parası yetenin daha iyi bir ödev yapabildiği bir hal almıştır. Gelinen noktada, başarı değerlendirmesi, parayla satın alınır bir meta haline gelmiştir. Yeni eğitim modelinin, her evde internet erişimi olduğunu var sayması ise, ayrı bir ironidir. Kira-elektrik-doğalgaz-su gibi birçok giderin ağır yükünü sırtlanan emekçi aileler, çocuklarını okutabilmek için ya internet sağlayıcılarına ya da internet kafelere para akıtmak zorunda kalmıştır. Kaldı ki, pedagojik bir zemini olmayan bu modelde, öğrencilerin zeka gelişimi düzeyinin çok üstünde olan müfredat programı kapsamında verilen ödev ve projelerin çoğunun veliler tarafından yapıldığı bilinen bir gerçektir. Burjuva demokrasisinin, sözde hak-eşitlik-özgürlük kavramlarına dayanan söyleminin ardında yatan emekçi sınıflar üzerindeki egemenliğinin gelişmiş biçimi, AKP döneminde, eğitim alanında daha da derinleşmiştir. Zaten parası olanın ‘nitelikli’ eğitim erişimine sahip olduğu eski eğitim modelinden sonra, AKP, bu erişimi daha da güçleştirerek eğitimi gericileştirmiştir.

Bunun yanı sıra, içerik bakımından ilkokul çağındaki öğrencilere neo-liberal çağın bireysel değerlerinin aşılanması da bu gericileş(tir)meyi pekiştirmektedir. Örneğin; 2009 yılı 4. Sınıf Sosyal Bilgiler kitabının ‘Üretimden Tüketime’ ünitesinde sunulan aile bütçesi şöyledir:

 

Giderler

Mutfak masrafı: 400 TL

Ev kirası: 350 TL

Ulaşım: 200 TL

Fatura: 300 TL

Giyim: 100 TL

Eğitim: 50 TL

Sağlık: 50 TL

Harçlık: 50 TL

Eğlence: 50 TL

Kitap-dergi-gazete: 100 TL

Tasarruf: 200 TL

 

Gelir

Beyza’nın annesi: 900TL

(tekstil fabrikasında işçi)

Beyza’nın babası: 950 TL

(bankada memur)

 

 

Bahsi geçen örnekteki aile 4 kişiliktir. Ve bu verilerden birçok sonuç çıkarılabilir. Rakamların gerçekçiliği ayrı bir tartışma konusu olmakla birlikte, çocuklara daha 10 yaşından itibaren ev ekonomisi yaptırılmak istenmektedir. Eğitim, sağlık, ulaşım, barınma gibi temel insan ihtiyaçlarının ise paralılaşmasının normalleştirildiği görülmektedir. Çocuklar, eğitim ve sağlık hakkının satın alınan bir şey olduğu bilinciyle yetiştirilmektedir. 4 kişilik bir ailenin giderleri, dalga geçercesine verilen rakamlarla ifade edilmekle kalmamış, bu aile, yoksulluk standartlarına göre yoksul tanımına girmesine rağmen, ayda 200 TL’lik bir tasarruf bile yapabilmektedir. Bunca yüzsüzlükle yetinilmemiş, çocuklara, ‘öğrenci merkezli, düşünen-sorgulayan’ bir eğitim modelinin gereği olarak şu soru yöneltilmektedir: Beyza’nın ailesinin bütçesi verili olduğu halde, babasının işten ‘ayrılıp’ 2 ay işsiz kaldığı koşullarda bütçe nasıl hazırlanmalıdır ki geçinebilsinler? Elbette temel insan haklarının satın alınan mallar olduğu bilinciyle yetiştirilen gençlikten, babanın neden işten ‘ayrıldığı’, 2 ay boyunca nasıl işsiz kaldığı, tazminat alıp almadığı gibi sorgulamalar beklenmemektedir. AKP’nin “verimli-hesaplı-esnek çocuğu”, bu koşullar altında yaşamaya devam etmenin yollarını sorgulamalıdır. Annenin maaşının babadan daha az olması da sorgulama alanı dışında kalmalıdır, ‘normaldir’. “Herkes kendi gemisini kurtarabilir, kurtarmalıdır” mantığının çocuklara empoze edildiği bu modelde, daha önceleri sadece iş dünyasında kutlanan “Girişimcilik Haftası”nın (Mart ayının ilk haftası) da müfredat programına dahil edilmesi yadırganmayacaktır. “Yerli Malı Haftası” tarihsel işlevini tamamlamıştır, devir, yabancı sermayeyi ülkeye çekerek, ekonomiyi kalkındırma devridir! Yeni müfredat, emperyalist-kapitalist sisteme bağımlılığın artırılması, sosyal ve ekonomik hak ve özgürlüklerin, “açlık ve sefalet koşullarında hayatta kalabilme yollarını keşfetme” özgürlüğüne dönüştürülmesi bakımından da gericileş(tiril)miştir.

Benzer bir mantıkla, yeni müfredat programında “sivil toplum” kavramı, eskiye nazaran, oldukça yüceltilmiştir. Devletin sorumluluğunda olan/olması gereken eğitim, sağlık gibi haklar “sivil toplum kuruluşları”nın ‘yardımıyla’ çözülmektedir. Bu anlamda, çocuklara, “sivil toplum”un önemi kavratılmaktadır. Bu anlayış, neo-liberal politikalar kapsamında adeta ‘sektörleşen’ ve yeni bir sömürü alanı haline gelen “sivil toplum kuruluşları”nın sistemin açıklarını yamayacak şekilde örgütlenmesinden bağımsız değildir elbette. Benzer bir örnek, 8. sınıf “Vatandaşlık ve Demokrasi Eğitimi” dersi öğretim programında vurgulanmış, ‘Hak ve Özgürlüklerimiz’ teması altında ‘bireysel’ hak ve özgürlüklerin korunup geliştirilmesinde “sivil toplum kuruluşları”na hayati bir misyon biçilmiştir. Toplumun siyasi ve sosyo-ekonomik (sınıfsal) bir yapılanması olduğu gerçeğinden arındırılmış çocuklar, birey olarak “sivil toplum”un bir ferdi oldukları bilinciyle yetiştirilmek istenmektedir. ‘Demokratik vatandaş’, “talep eden, etkin ve sorumlu vatandaş” olarak tanımlanmış, taleplerin adresleri (devlet olması gerekirken) muğlaklaştırılmış ve “sivil toplum”a havale edilmiştir. “Demokrasi”nin siyasal bir kavram ve dolayısıyla bir mücadele alanı olduğu bilincinden arındırılması bakımından da, müfredat, gerici özelliğini koruduğu gibi, bu özelliği pekiştirilmiştir.

Bilindiği gibi, AKP hükümeti, akıl hocası ABD’nin Ortadoğu’da yaptığı gibi, bir süredir demokratikleşme adına çeşitli siyasi ‘açılımlar’ yapmaktadır. Örneğin Kürt sorunu konusunda kendisiyle uzlaşan kesimler demokrasiden yana (ılımlı), çatışan kesimler ise ‘terörist/bölücü’ damgası yemektedir. Yeni eğitim müfredatında bu ‘demokratikleşme’nin izdüşümlerini beklemek elbette safça bir tutum olurdu. Fakat, ‘Nevruz’ bayramının ‘en eski bayramımız’ olarak yüceltilmesiyle ve “Yaşadığınız yerde ‘Nevruz’ bayramında ne tür kutlamalar yapılır?” gibi sorularla Kürt illerindeki çocuklara bir göz kırpılması da çarpıcıdır. Elbette ki, bu soru Batı illerinde Newroz kutlamasından bihaber olan Türk çocuklarına yöneltilmiş olamaz. ABD’nin Ortadoğu’daki çıkarları doğrultusundaki direktiflerinin sadık takipçisi AKP’nin her kesimden insanları yedekleme çabasının belirgin bir örneği müfredata yansımıştır. Benzer bir ‘demokratik’ tutum, Aleviler açısından gözlenememiştir. Aleviliği Sünnileştirme/İslamlaştırma projesinden başka bir şey olmayan “Alevi açılımı”nın izdüşümleri müfredatta yer bulamamış, laisizmin yer bulması söz konusu bile olmamıştır. Yer bulmaya devam edenin Aleviler ve inançsızların çocuklarına düpedüz bir dayatma olan ve laisizmle de kökten çelişen din dersi zorunluluğu olduğuysa bilinmektedir.

Din konusunda, Avrupa’da ve özellikle ABD’de Hıristiyanlığı ve yaradılış ‘teorisini’ ‘rasyonel ve -sözde- bilimsel’ temellere oturtma eğilimi, yeni eğitim müfredatında İslam (Sünni yorumuyla) için de geçerliliğini korumaktadır. İnsan aklı ‘Allah’ inancına vardığı sürece kutsanmıştır ki, zaten başka bir sonuca varması da ‘mümkün’ değildir. Bu inanç, bilim ve teknoloji alanlarından örnekler verilerek pekiştirilmeye çalışılmıştır. Ortaçağ din felsefesinin (Aquinas, Augustine) tanrının varlığını ispatlama yöntemlerine sadık kalan bu anlayış, Ortaçağ’ın baskıcı üslubundan kurtulmuş görünmekle beraber, özünde bu baskıyı oto-kontrol biçiminde çocukların zihin dünyasında kurmaktadır. Çocuklar, kendi mantıksal çıkarımlarıyla ‘Allah’ inancına erişir kılınmaya çalışılmıştır. Bu dinileştirme çabası, ortaöğrenim felsefe müfredatında da açık bir şekilde gözlenmektedir. ‘Din felsefesi’ ünitesinin son sıradan 6. sıraya; ‘bilim felsefesi’nin ise son sıraya konması bunun bir diğer örneğidir. Eğitim sisteminin pratiği göz önünde bulundurulmadığında önemsiz bir detay gibi görünebilecek bu değişiklik, gerçekte oldukça ideolojik bir saldırının görüntüsüdür. Ülkemizde, müfredattaki son ünitelerin çeşitli nedenlerle işlenmediği düşünüldüğünde, adeta, bilimsel method ve yaklaşımların felsefi açıdan sorunsallaştırılması bilincinin verilmesi beklenen konu, öğrencilerin gündeminden çıkarılmaktadır. Bu durum, AKP’nin ve temsil ettiği zihniyetin; eğitim ve bilim ilişkisini zayıflatmak ve ortadan kaldırmak amaçlı pratiklerinden sadece biridir. Din felsefesi ünitesi ise, bariz bir şekilde teoloji (“tanrı bilimi”) ile aynılaştırılmakta ve “Allah vergisi aklımızı -yine iman yolunda- nasıl kullanmalıyız” sorusunun ortaya atılması amacını gütmektedir. Varlık felsefesi ünitesinde ise, metafiziğin temele alındığı anlayış korunmuş, zaten, ayıp olmasın diye şöyle bir değinilip geçilen ve derslerde anlatımı hocaların takdirine bırakılan ‘materyalist’ dünya görüşü, böylelikle tamamen müfredattan çıkarılarak, gençlerle zaten zayıf olan bağı tamamen kopartılmaya çalışılmıştır. Çocuklardan, yapılandırmacı eğitim modelinin öngördüğü biçimde, ‘kendi deneyimleriyle’ İslam’ı benimsemeleri ve mistikleşmeleri beklenmektedir.

İçerik bakımdan bu denli gericileş(tiril)en müfredat, biçimsel olarak kurduğu dil bakımından da gericilikteki tutarlılığını korumuştur. Felsefe müfredatında, felsefenin tanımı yapılırken, ‘bilgelik’ yerine ‘hikmet’ sözcüğünün kullanılması bunun en popülerleşen örneğidir. “Felsefe ve ‘hikmet’ arasında bağ kurma” yeni müfredatın hedeflenen kazanımlarından biri olarak sunulmuştur. ‘Felsefe’ sözcüğünün etimolojik kökeni ‘philos’ (aşk) ve ‘sophia’ (bilgelik) kelimelerinden gelir ve en yalın anlamıyla ‘bilgelik aşkı’ demektir. Ama kelimelerin, anlamı sadece teknik bir biçimde barındırmadıkları, kültürel ve tarihsel bir kullanım sürecinde anlam kazandıkları yadsınamayacak bir gerçektir. Bu açıdan bakıldığında, ‘hikmet’ sözcüğü, coğrafyamızda, ‘Allah’ın hikmetleri’ deyimiyle anlam kazanmış ve ‘insan aklının ermeyeceği kutsal sırlar’ imasıyla kodlanmıştır. Milli eğitime göre bile, amacı ‘sorgulatmak’ olan felsefe derslerinde ise, sorgulama, ‘insan aklının ermeyeceği’ noktada bir sınır bulacaktır.

Kullanılan dile ilişkin bir başka örnek ise, toplumsal cinsiyet açısından çarpıcıdır. Yine, 2009 yılı 4. sınıf “Sosyal Bilgiler” ders kitabının ‘Kendimi Tanıyorum’ ünitesinde, ‘Ben Kimim?’ başlığı altında, çocuklardan kendilerini tanımlamaları/ifade etmeleri istenmiştir. Kitapta, kendini tanıtan Atakan, bilgisayar oyunlarını ve basketbol oynamayı çok seven ‘aktif’ bir çocukken; Ayşe, oyuncak bebek koleksiyonu yapan ve kendini “Duygusal bir kızım. Üzücü bir olay görsem hemen ağlıyorum.” şeklinde ifade eden bir kızdır. Duygu ve düşüncelerin ‘sorgulatılmaya’ çalışıldığı bölümde ise, fare gören erkek çocukları dalga geçen yüz ifadeleriyle temsil edilirken, kız çocukları korkan, ağlayan, tedirgin olan yüz ifadeleriyle kodlanmıştır. Bir başka örnek ise, Kurtuluş Savaşı’ndaki ‘kahramanlar’ konusunda ortaya çıkmaktadır. “Türk kadını cephede savaşan askerlerimize nasıl yardımcı olmuştur?” gibi sorularla, kadınları toplumun yedek kulübesine hapseden zihniyet sinsice dile yedirilmiştir. (Beyza’nın annesinin babasından daha düşük maaş aldığını da hatırlamakta yarar var.) Görüldüğü gibi, toplumsal cinsiyetçi zihniyet, yalnızca ‘nitelikli’ eğitime erişimde değil (ilköğretim çağında okula gitmeyen her 3 çocuktan 2’si kız çocuğudur) müfredat içeriğinde ve dilde de daha da derinleşmektedir. Tüm bu örnekler ortadayken, AKP’nin eğitimde demokratikleşme iddialarını yutturmaya yeltenmesi safsatadan öteye gitmemektedir.

Sonuç yerine…

Demokrasi ve demokratikleşme farklı sınıflar açısından farklı imalara sahiptir. Yasa önünde herkesin eşit hak ve özgürlüklere sahip olması, burjuvazinin emekçiler üzerindeki sınıfsal tahakkümü gerçeğini örtmektedir. Emekçi sınıflar açısından, bu egemenliğin ortadan kalkmadığı koşullarda demokrasiden ve demokratikleşmeden söz edilemez. Bu çerçevede burjuva diktatörlüğünde demokratikleşme adına atılan her adım, bir mücadele alanı olmakla birlikte, emekçi sınıfların özgürlüğü bakımından bir gericileş(tir)me arz etmektedir. AKP’nin her alanda olduğu gibi eğitim alanında da giriştiği demokratikleş(tir)me ve yeniden yapılandırma süreci, halkın sosyo-ekonomik, kültürel, ulusal ve toplumsal cinsiyet bakımından içerisinde bulunduğu gerçekliğin daha ‘becerikli’ bir şekilde üzerinin örtülmesidir. Dahası, bu politikalar emperyalist-kapitalist sistemin ihtiyaçlarını daha ‘verimli’ bir biçim ve içerikte karşılayacak bir Türkiye gençliği yetiştirmeye yöneliktir.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑