Sendikalar ve sendikal mücadelenin niteliği, sendikaların ilk ortaya çıktığı günden bu yana, hemen her dönem, en önemli tartışma konularının başında gelmiştir. Sendikaların işçi sınıfı örgütleri olarak ortaya çıkışı ve gelişiminin, söz konusu gelişim sürecinde karşı karşıya kaldıkları engellerin, hangi koşullarda işçi sınıfının örgütlenme ve mücadele merkezleri haline geldiğinin bilinmesi, sadece geçmiş açısından değil, günümüz açısından da öğretici deneyimler olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu durum, sendikaların sadece oluşum sürecini anlamak açısından değil, kapitalizm koşullarında sendikaların yapısı ve işlevinin tarihsel gerçekler ışığında yeniden tartışılması açısından da önemlidir.
Son yıllarda işçi-sendika hareketinde yaşanan dalgalanmalar ve dönem dönem belirginleşen gerileme koşulları hesaba katılırsa, bugün sınıf mücadelesinin diğer alanlarında olduğu gibi, sendikal alanda da ciddi sorunların yaşandığı bilinmektedir. Yaşanan sorunlardan çıkış noktasında, sendikal harekette yaşanan tıkanıklıkların nasıl aşılması gerektiği konusunda, pek çok noktada tespitlerin yapıldığı söylenebilir. Ancak tespitlerin ötesine geçip, pratik sonuçlar ortaya koymak için, sendikalar başta olmak üzere, sendikaların ve sendikal mücadelenin niteliği ve biçimini yeniden gözden geçiren, işçi sınıfının mücadelesi açısından sendikaların izlenmesi gereken çizgiyi daha da belirgin hale getirecek değerlendirmelere duyulan ihtiyaç her geçen gün artıyor.
Sendikaların neden ve hangi gerekçelerle işçi sınıfının kitlesel sınıf örgütleri olarak kabul edildiği, işçilerin birleşme ve mücadele merkezleri olarak tarih içinde oynadıkları rolün önemi geçmişten bugüne sürekli olarak tartışılmıştır. Bugün genel anlamıyla mücadeleci sendikacılık olarak ifade edilen sınıf sendikacılığı fikrini ortaya çıkaran nedenler ve sınıf sendikacılığı pratiğinin işçi sınıfı tarihi içinde nasıl oluştuğuna baktığımızda, sorunun sadece geçmişle ilgili olmadığı, pek çok yönden günümüze de ışık tutan zengin bir içerikle karşılaştığımız görülmektedir.
SENDİKALARIN ORTAYA ÇIKIŞ KOŞULLARI
1789’da gerçekleşen Fransız Devrimi ile burjuvazi, seçme-seçilme hakkı başta olmak üzere bazı temel hakları sadece mülk sahibi erkekler ile sınırlı bir ayrıcalık olarak hayata geçirmiş, bu durum devrimin başarısında burjuvaziyle birlikte mücadele eden ve tamamı mülksüz olan işçi sınıfı açısından büyük bir hayal kırıklığı yaratmıştır. Ancak bu olumsuz gelişme, tarih sahnesine dönemin hızla büyüyen gücü olan işçi sınıfına tarihi bir ders vermiştir. Bu tarihsel dersin en önemli sonucu, işçilerin burjuvaziden ve onun uzantılarından ayrı ve bağımsız bir sınıf olarak örgütlenmedikçe, burjuvazinin tahakkümü ve etkisinden kurtulmalarının mümkün olmamasıdır. Bu durumun sonraki döneme yansıyan en somut sonucu, işçilerin burjuvaziden, sermayeden bağımsız olarak örgütlenme ihtiyacının artması olmuştur. 18. yüzyılın sonlarından itibaren hızla büyüyen işçi sınıfı, zaman içinde sınıf kardeşleriyle birleşerek örgütlenmeye başlamış, önceleri patronlara karşı birleşmiş, sonrasında patronların çıkarlarını koruyan kapitalist sisteme karşı sendikalar kurmaya başlamıştır.
18. yüzyılın sonlarında Avrupa’da yaşanan köklü değişimler; biri İngiltere’de, diğeri Fransa’da birbiriyle sıkı ilişkili iki önemli olay olan sanayi devrimi ve Fransız devriminin getirdiği ekonomik, toplumsal ve politik değişimlerle sınıf mücadelesindeki yeni dönemin başlangıcı olmuştur. Sanayi devrimi, teknolojinin üretimde kullanılmasıyla ortaya çıkan ekonomik devrimle İngiltere’de başlamış ve Fransa’daki siyasal devrimle bütünleşmiştir. Burjuvazi önce sanayi devrimi, ardından Fransız devrimi ile ekonomik ve siyasal olarak güçlendikçe, geçmişte kendisiyle birlikte hareket eden işçi ve köylüleri dışlamış, bir anlamda, sonrasında sınıf mücadelelerinin içeriği ve şiddetini belirleyecek ilk adımları bizzat kendisi atmıştır.
18. yüzyılın son çeyreği ve 19. yüzyılın ilk yarısında işçiler, patronların büyük baskısı ve cezalandırma uygulamaları altında çalıştırılmıştır. Fabrika sisteminin ilk ortaya çıktığı zamanda fiziksel güçleri nedeniyle ve uzun süre çalışmaya uygun oldukları için önce sadece erkek işçiler fabrikalarda istihdam edilmiş, işçilerin birbiriyle rekabeti sonucunda ücretlerin sürekli olarak düşmesinin kaçınılmaz sonucu olarak zaman içinde kadın ve çocuklar da fabrika yaşamına katılmak zorunda kalmışlardır. Bu dönemde sayıları hızla artan yüz binlerce işçi, üretim araçlarının mülkiyetini elinde bulunduran kapitalistler tarafından acımasızca sömürülmüş, pek çoğu toplama kamplarından farksız olan fabrikalarda kölelik koşullarında çalışmışlardır. Eski zanaatkârlar ve evde iş yapanlar için fabrikalarda çalışmak çok zor olmuş, işçiler için fabrikada çalışmak, kışlaya ya da hapishaneye girmekle eşdeğer anlam kazanmıştır.
İlk yıllarında, kapitalizmin fabrikalarda yaşanan yoğun sömürünün doğal bir sonucu olarak oldukça hızlı gelişme göstermesi, kapitalist sınıfın her geçen gün güçlenmesini ve daha fazla zenginleşmesini beraberinde getirmiştir. Kapitalist gelişme sınıflar arasındaki uçurumu daha da artırmış ve bu uçurum, sonraki döneme damgasını vuracak olan sınıf çatışmalarının nesnel zeminini oluşturmaya başlamıştır. Ancak işçiler fabrikada çalışmaya başladıktan itibaren birbirlerini rakip olarak görmüşler, işyerinde yaşanan rekabet, geniş işçi kitlelerini istediği gibi denetleme ve yönlendirme konusunda sayıları az olan patronların işini kolaylaştırmıştır.
İşçi sınıfının içinde bulunduğu yoksulluk koşulları özellikle İngiltere ve Fransa’da 19. yüzyılın başlarında kendisini acımasızca göstermiştir. Bu dönemde tek tek fabrikalarda birbirinden kopuk çok sayıda grev ve direniş yaşanmıştır. Bu durum, o döneme kadar kendinden son derece emin olan kapitalistlerin geleceklerinden endişelenmesine yol açmıştır. İşçi sınıfı, grev ve direnişlerin de etkisiyle 1800’lü yıllardan itibaren örgütlenme özgürlüğü isteyerek harekete geçmeye başlamış ilk örgütlü işçi hareketleri işçilerin kendilerini yoksulluğa ve sefalete iten kapitalist sömürü koşullarına karşı gösterilen tepkiler şeklinde olmuştur.
İşçilerin burjuvaziye karşı ilk kitlesel tepkisi, yaşanan yoksulluk ve sefaletin de etkisiyle çoğunlukla şiddet ve suç işlemek biçimindedir. Örneğin 18. yüzyılın sonlarında o dönem “baldırıçıplak” (sans cullottes) olarak ifade edilen çok sayıda işçi ve işsiz, zenginleri gördükleri yerde döverek ceplerindeki bütün paraları almış, burjuvaziye duyduğu öfkeyi hırsızlık yaparak göstermiştir. Bu dönemde işçilerin burjuvaziye karşı beslediği düşmanlığın ilk ve en başarılı ifadesi bu tür hırsızlık eylemleridir. Engels, bu döneme ilişkin olarak “İşçi, bütün halk içinde çile çekenin niçin yalnız kendisi olduğunu kavrayacak nitelikte değildi… Sonunda ihtiyaçlar, mülkiyetin kutsallığına beslediği köklü saygıya üstün geldi ve hırsızlığa başladı.” (1975:12) ifadesini kullanmıştır.
İşçi sınıfının gerçek sınıf düşmanlarını tanıması ve ona karşı kitlesel mücadeleyi öğrenmesi hiç de kolay olmamıştır. İşçilerin burjuvaziye karşı beslediği düşmanlığın ilk biçimi hırsızlık şeklinde olsa da, esas şiddetli eylemler makineli üretimin yaygınlaşmasıyla birlikte yaşanmıştır. İşçilerin bilinen ilk makine kırma eylemi 1758 yılında İngiltere’de mekanik yün biçme makinesine karşı yapılmış olsa da, en yaygın makine kırma eylemleri İngiltere ve Fransa başta olmak üzere Avrupa’da 1811-1813 yılları arasında gerçekleşmiştir. Luddite hareketi (makine kırıcılığı) olarak da bilinen bu eylemler, işçilerin burjuvaziye karşı daha önce yürüttüğü dağınık ve amaçsız mücadeleye yeni boyutlar kazandırmıştır.
İşçi sınıfının mücadele tarihinde önemli bir yere sahip olan makine kırıcılığı hareketi, o dönem işçi hareketi ve sendikaların radikal bir içerikte şekillenmesinde etkili olurken, son derece disiplinli ve etkili bir hareket olarak ortaya çıkmıştır. Makine kırıcı işçiler başlarda içinde bulundukları koşulların da etkisiyle, mücadelelerini nasıl bir düşmana karşı verdiklerinin bilincinde olmamışlardır.
Sanayi devriminin gelişim süreci içinde işçiler, zamanla makineleri kırarak sonuç alamayacaklarını görmeye başlamışlardır. Çünkü makineleri kırmak işsizliği önlememiş, yaşanan yoksulluğu azaltmamış, işçilerin yaşadıkları sefalete son vermemiştir. “Makine kırıcılığı hareketi ilerlemeye karşı geleneksel bir tepki olarak değerlendirilse de devrimci hedeflerin etrafında gelişmiş ve işçi hareketine belli bir militanlık ruhu getirmiştir. Makine kırıcılarının topraklar üzerindeki ipotekleri kaldırma, vergileri düşürme gibi hedefleri vardır. Bu bakımdan makine kırıcılığı hareketi, ayaklanma benzeri bir hareket olarak da tanımlanmaktadır” gibi değerlendirmeler de yapılmıştır (Thompson, 2004:665). İşçiler gerçek düşmanlarının makineler değil, makinelerin sahipleri olan kapitalistler olduğunu zamanla daha net kavrayabilmişler ve mücadelelerini kalıcı hale getirmek için sendikalara yönelmeye başlamışlardır.
Tarihte işçi sınıfının burjuvaziye karşı bir sınıf olarak gerçekleştirdiği ilk örgütlü direniş makine kırıcılığı hareketi olmuştur.[1] Bu dönemde İngiltere’de sendikalar militan ve mücadeleci bir karakter kazanmış, işçilerin mücadelesinin daha da şiddetlenmesinden korkan burjuvazi sendikal örgütlenmeyi yasaklayan Birleşme Yasalarını (Combination Act) 1824 yılında yürürlükten kaldırmak zorunda kalmıştır. Marx İngiltere’de sendika kurma yasağının kaldırılmasının işçi hareketi ve sendikalar açısından önemini şu cümlelerle ifade etmiştir; “(Kapitalistlerin) işçilere kıyasla sayıca az olmaları, ayrı bir sınıf oluşturmaları ve aralarındaki sürekli sosyal ve ticari ilişkiler onları ayakta tutar. (…) Buna karşılık işçiler ta başından itibaren, sıkı kurallarla biçimlenen ve yetkilerini görevlilere ve komitelere devredebilen güçlü bir örgüte mutlaka gerek duyarlar. 1824 Kanunu bu örgütleri tanıdı. Bu tarihten itibaren emek İngiltere’de bir güç haline geldi.” (1975:117)
Yasağın kalkmasının ardından giderek güçlenen sendikalar bir taraftan yeni üyeler kazanarak büyürken, diğer taraftan üyelerinin katılımıyla patronlara karşı mücadelelerinde nasıl mücadele edeceklerinin yollarını aramaya başlamışlar, görüşlerini yaymak için bildiriler ve işçi gazeteleri[2] çıkarmışlardır. İşçilerin daha çok çalışma koşulları ve ücretlerle sınırlı olan mücadelesi zaman içinde daha da genişlemiş, demokratik-siyasal talepleri de kapsar hale gelmiştir.
İşçi sınıfının mücadelesi İngiltere’de, 1838 yılında Çartistler Halkın Bildirgesi’ni (People’s Charter) yayınlayana kadar genellikle ekonomik taleplerle sınırlı kalmıştır. Marx ve Engels tarafından işçi sınıfının ilk siyasal işçi hareketi olarak tanımlanan Çartist hareket, yayımladığı bildirgede herkes için gizli oy, parlamentoda temsil edilmek, parlamentonun her yıl toplanması gibi siyasal içerikli talepler öne sürmüş ve bunun için kısa sürede 1 milyon 200 bin imza toplayarak İngiliz Parlamentosuna başvurmuştur.
Engels’in, sendikaların henüz bilinen anlamıyla kitlesel sınıf örgütleri olarak yaygınlaşmadığı bir dönemde kaleme aldığı İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu (1845) adlı eserinde işçi örgütleri olarak sendikalar ile ilgili olarak yaptığı şu tespit dikkat çekicidir; “Sendikalar, burjuvazinin üstünlüğünün tamamen, işçiler arasındaki rekabete dayandırıldığı gerçeğinin yani işçiler arasındaki bütünlük eksikliğinin itirafı demektir. Ve sendikalar kendilerini, tam da şimdiki toplumsal düzenin can damarlarına yönelttikleri için, ne kadar tek yanlı ve ne kadar dar bir çerçevede olsa da, bu toplumsal düzen için büyük bir tehlikedirler.” (1997:292–293). Engels bu satırları yazdığı yıllarda sendikalar sadece belli meslek gruplarına mensup (dokumacılar, ayakkabıcılar, marangozlar gibi) vasıflı işçilerin[3] örgütleri olarak bilinmektedir.
Sendikalar ilk ortaya çıktıklarında yetişkin erkek emeğinin merkezinde olduğu ve sadece bu emeğin kullanılabildiği işkollarının örgütleri olmuşlardır. Özellikle 18. yüzyılın son çeyreğinden itibaren önce kadın ve çocuk emeğinin, sonrasında makinelerin üretimde yer alması onların örgütlü gücünü zayıflatmaya yetmemiştir. Vasıfsız işçiler ve kadınlar o dönemde sendikalara üye olarak kabul edilmediği gibi, bazı sendikalara üye olmak için belli bir süre işçilik yapma şartı bile aranmıştır. Bu dar ve sınırlı yapıları bile sendikaların işçiler için önemini azaltmamıştır.
İlk ortaya çıktığı dar biçimleriyle bile sendikalar, kapitalist sınıfın büyük öfkesini çekmiştir. Sendikalar işçi sınıfının kitlesel sınıf örgütleri haline geldikçe, o zamana kadar işçi sınıfını ezme, acımasızca sömürme işini kazanılmış bir hak olarak gören patronlar, işçilerin sendikalarda birleşerek hakları için mücadele etmeye başlamaları ile birlikte başka çözümlere yönelmeye başlamışlardır.
Modern işçi sınıfı tarihi açısından baktığımızda ilk işçi hareketleri ve buna paralel olarak ortaya çıkan sendikalar, işçilerin çalışma ve yaşam koşullarından kaynaklı olarak ortak dayanışma duygusunun gelişmesini sağlamış, işçilerin kendi aralarındaki rekabete son vererek patronlara karşı ortak çıkarları çerçevesinde birleşmelerini sağlamıştır. Marx bu durumun etkisini Felsefenin Sefaleti’nde şu cümlelerle açıklar; “Ekonomik koşullar ülkenin halk yığınını ilkin işçi haline getirir. Sermayenin dayanışması, bu yığın için ortak bir durum, ortak çıkarlar yaratmıştır. Bu yığın, böylece, daha şimdiden sermaye karşısında bir sınıftır, ama henüz kendisi için değil. Ancak birkaç evresini belirtmiş bulunduğumuz bu savaşım içinde bu yığın birleşir ve kendisini kendisi için bir sınıf olarak oluşturur. Savunduğu çıkarlar sınıf çıkarları olur.” (1992:171) Sendikaların işçi sınıfının çıkarları doğrultusunda işçileri birleştiren sınıf örgütleri haline gelmesi sürecinde en belirleyici dönem I. Enternasyonal dönemi ve sonrasında yaşananlar olmuştur.
I. ENTERNASYONAL VE SINIF SENDİKACILIĞININ DOĞUŞU
Sendikalar, ilk oluşmaya başladığı yıllardan itibaren sosyalist düşüncelerden etkilenmiş ve sosyalizmin etkisine açık bir şekilde gelişmiştir. Örneğin 1848 yılında Karl Marx ve Friedrich Engels tarafından yayımlanan Komünist Parti Manifestosu, Çartizm’in 1848’den önceki önemli isimleriyle işbirliği içinde yayımlanmıştır. Komünist Manifesto’da Çartizm, gerçek bir siyasal işçi hareketinin ilk örneği olarak ifade edilmiş ve işçi sınıfının siyasal mücadelesine örnek olarak gösterilmiştir.
1864 yılında İngiltere’de toplanan I. Enternasyonal (1864-1876) toplantısı bilimsel sosyalist düşünce ile işçi hareketi ve sendikaların buluşması açısından önemli ve tarihi bir gelişme olmuştur. O dönem etkili olan İngiliz ve Fransız sendikalarının yoğun çabalarıyla I. Enternasyonal’in kurulması, işçi sınıfı hareketi, sendikalar ve sınıf sendikacılığı fikrinin oluşması açısından dönüm noktasını oluşturmaktadır.
I. Enternasyonal, 1866 Cenevre Kongresi’nde 8 saatlik işgünü çağrısı yaparken, her meslek ve işkolunda işçiler arasında erkek-kadın, vasıflı-vasıfsız ayrımı yapmadan bütün işçilerin örgütlenmesi ve ülke çapında sendikal örgütlerin kurulması çağrısı yapmıştır. Buradaki amaç, sendikaları sadece ekonomik mücadele aracı olmaktan çıkarmak, doğrudan sınıf mücadelesi saflarına çekmektir.
Marx’ın Cenevre’de toplanan I. Enternasyonal kongresine sunduğu Sendikaların Rolü, Önemi ve Görevleri Hakkında kararla, ilk defa bir sınıf örgütü olarak sendikalar hakkındaki Marksist görüşün temelleri atılmış, sınıf sendikacılığının en temel ilkesi belirlenmiştir. Bu karara göre, sendikalar işçi sınıfının örgütlenme ve mücadele merkezleri olmalı, görevleri sadece ekonomik mücadele değil, aynı zamanda işçi sınıfının tam kurtuluşu için mücadele etmek olmalıdır. “(Sendikalar) özgün amaçlarının yanı sıra, artık, daha büyük çıkarları olan tam kurtuluş için işçi sınıfını örgütleme merkezleri olarak bilinçle hareket etmeyi öğrenmelidirler. Bu amaca yönelik her toplumsal ve politik harekete yardımcı olmalıdırlar. (Böylece) kendilerini tüm işçi sınıfının temsilcileri ve savunucuları sayarak ve böyle davranarak birliğin dışında kalanları da saflarına katmayı başaracaklardır.” (Marx, 1975:79)
1869 yılında toplanan Basel Kongresi’nde ise sendikaların, her meslek ve işkolunda mutlaka örgütlenmesi, ülke çapında birleşerek sendikal örgütlerin kurulması kararı alınmıştır. Burada amaçlanan da sendikaları sadece ekonomik bir mücadele aracı olmaktan çıkarmak, doğrudan işçi sınıfının mücadelesi saflarına çekmektir. Bu çağrıya ilk cevap ABD’den gelmiş ve ABD sendikaları işçilerin siyah-beyaz, erkek-kadın, vasıflı-vasıfsız olmalarına bakmaksızın bir sınıfın üyeleri olarak örgütlemeye ve mücadele içine çekmeye çalışmışlardır[4].
Sendikalar, ilk ortaya çıktığında sınıfın genelinin çıkarlarını gözeten bir yapıda oluşmamış olmasına rağmen, Marx ve Engels tarafından ısrarla işçi sınıfının en geniş kesimlerini birleştirme ve örgütlenme merkezleri olarak görülmüştür. Sendikaların, daha önce işçilerin dağınıklığından ve birbiriyle rekabetinden yararlanan kapitalistler açısından ilk yıllarından itibaren “tehlike” olarak görülmüş olması tesadüf değildir. Çünkü sendikalar zaman içinde işçilerin ekonomik çıkarları için yürüttükleri mücadelenin ötesine geçerek, toplumsal ve siyasal olarak etkinliğini arttıran işçi sınıfı hareketinin önde gelen mücadele araçlarından birisi haline gelmişlerdir. Marx, 23 Kasım 1971’de F. Bolte’ye yazdığı ünlü mektubunda bu durumu şöyle ifade etmektedir;“(…) işçilerin ayrı ayrı ekonomik hareketlerinden politik bir hareket doğar. Bu hareket çıkarlarını, genel bir biçimde, zorlayıcı nitelikte genel bir toplumsal gücü içerir biçimde, elde etmeyi amaçlayan sınıfın hareketidir. Eğer bu hareketler, önceden belirli ölçüde örgütlenmiş olmayı gerektiriyorsa, kendileri de aynı şekilde bu örgütlenmeyi geliştiren araçlardır.” (1975:91)
Kapitalizmin tarihi incelendiğinde, işçilerin mücadelesinin patronlara karşı yürütülen ekonomik mücadeleler düzeyinde kalmadığı ve giderek genel bir sınıf hareketi düzeyine yükseldiği görülmüştür. Bu durum kuşkusuz sınıf hareketinin gelişiminin tarihsel kökleriyle yakından ilgilidir. İşçilerin birbiriyle rekabet etmeye son verip önce patronlara karşı, ardından patronların çıkarlarının güvencesi olan kapitalist sisteme karşı örgütlü mücadeleye girmeleri süreci kuşkusuz birden bire olmamıştır. Marx ve Engels, fabrika içindeki rekabetin çok sayıda işçiyi, sayıları sınırlı patron ya da yöneticiler karşısında zayıf düşürdüğünü her fırsatta vurgulamışlar, ancak tek başına işçiler arasındaki rekabetin sona erdirilmesinin de yeterli olmayacağını belirtmişlerdir. “İşçiler kendi aralarındaki rekabete son verme adımının ötesine geçemezlerse, ücretleri belirleyen yasa uzun vadede yeniden geri gelecektir. Ama işçiler yeniden geri çekilmeye ve kendi aralarındaki rekabetin bir kez daha ortaya çıkmasına hazır değillerse, o zaman bu noktanın ötesine geçmelidirler.” (Engels, 1997:293).
Enternasyonal ile birlikte sendikaların niteliğinde önemli değişiklikler yaşanmış, sendikalar erkek-kadın, vasıflı-vasıfsız, siyah-beyaz vb ayrımlar yapmadan bütün işçi sınıfının birleşme merkezleri haline gelmeye başlamıştır. Bu döneme kadar sendikalar, hızla büyüyen işçi sınıfın diğer kesimlerini dışlamış, sadece üretim birimlerinde ve işkollarında çalışan işçilerin kendi haklarını güvenceye almak, hatta patrona karşı olduğu kadar, işsizlere karşı da işçilerin kendi iş güvencelerini sağlamak için mücadele etmiştir. I. Enternasyonal ile birlikte sendikaların ve sendikal mücadelenin oldukça dar olan içeriği önemli bir değişim yaşamış hem nicelik, hem de nitelik açısından sendikaların işçi sınıfının bütün üyelerini kapsayan kitlesel sınıf örgütleri haline gelmesi yönünde ilk adımlar bu dönem atılmıştır.
İşçi hareketinin tarihsel ilerleyişi içinde siyasi mücadele öncelik kazanmış, ama bu gelişme sendikal mücadelenin gereğini ve zorunluluğunu asla ortadan kaldırmamıştır. Marx ve Engels bütün sınırlılıklarına rağmen işçi sınıfının sendikal örgütlerine önem vermiş, fakat onların sendikalara yaklaşımı, sendikaların işçi sınıfını tek bir çatı altında toplayan ve işçi sınıfının kısa, orta ve uzun vadeli çıkarları için mücadele eden kitlesel sınıf örgütleri düzeyine yükseltilmesi açısından olmuştur.
İşçi sınıfının mücadele tarihine bakıldığında, sendikaların, emekçileri birleştiren ve mücadeleye yönelten bir rol üstlendikleri zaman, yaşanan saldırılar ne kadar büyük ve kapsamlı olursa olsun birleşen işçilerin mücadelesiyle geri püskürtülebildiği görülmüştür. İşçi sınıfını birleştirme ve mücadeleye çekme noktasında sendikalar kadar kitlesel, etkili ve önemli başka bir örgütlenme biçiminin olmaması onların önemini daha da arttırmıştır. Marx sendikaların bu önemini şöyle tarif eder: “Sermaye ile emek arasındaki yer yer küçük çatışmalardan ibaret gündelik savaş için vazgeçilmez iseler de, örgütlü aygıtlar olarak, bizzat ücretlilik sisteminin kaldırılması için çok daha önemli.” (Marx, 1999:80-81)
Marx ve Engels, 1860’lı yıllarda henüz emekleme çağını yaşayan sendikaların sadece o zamanki durumlarına bakarak hüküm vermemiş, teorilerini, sendikaların gelişme potansiyellerini dikkate alarak kurmuşlardır. Bu anlamda sendikalar Marx ve Engels tarafından, dağınık ve kendi haline bırakıldığında sürekli birbiriyle rekabet eden işçileri bir araya getiren ve onlara ilk sınıf eğitimini veren örgütlenme merkezleri olarak kabul edilmiştir.
Marx’ın, sendikaların işçi kitlelerinin en geniş kesimlerini birleştirici rolünü öngörerek yaptığı değerlendirmeler, o dönemde olduğu kadar bugün için de geçerlidir. Marx, I. Enternasyonal’de sendikaların, işçi hareketinin geleceği açısından önemini şu ifadelerle açıklar; “İşçi sınıfının siyasal hareketinin kesin amacı, siyasal iktidarın ele geçirilmesidir ve elbette ki, bunun için daha önceden belli bir gelişim düzeyine ulaşmış, bizzat iktisadi savaşımlarda oluşmuş ve büyümüş bir işçi sınıfı örgütü gerekir” (1999:83-84). Marx’ın, söz konusu “iktisadi savaşım örgütleri” derken işçi sınıfının kitlesel sınıf örgütleri olan sendikaları kastettiği açıktır.
Birinci Enternasyonal’in 1871 yılında toplanan Londra Konferansında kabul edilen, Marx ve Engels’in kaleme aldığı İşçi Sınıfının Siyasal Eylemi başlıklı karar metninde, işçi sınıfının kitlesel mücadelesi durumunda sınıfın ekonomik hareketi ile siyasal faaliyetinin birbiriyle kopmaz bir bütün oluşturacağı özellikle belirtilmiştir. İşçi sınıfının çıkarları gereği, hem sendikal mücadelenin ileriye çekilmesi, hem de ekonomik taleplerle siyasal talepleri ustaca birleştirerek sınıf hareketinin işçi sınıfının nihai amaçları doğrultusunda ilerlemesi gerektiği savunulmuştur.
Sınıf sendikacılığının, I. Enternasyonal’in tüm konferanslarında ısrarla vurgulanan en önemli ve belirleyici kıstasının “ekonomik mücadelenin siyasal mücadeleyle kopmaz bir bağ şeklinde sürdürülmesi gerektiği” üzerinedir.[5] Sınıf sendikacılığını, tarih içinde ortaya çıkmış tüm sendikacılık yaklaşımlarından ayıran temel nokta burasıdır. İşçi sınıfının temel çıkarları, ancak köklü toplumsal-siyasal değişiklikler ile karşılanabilir. Bu anlamda tek başına ekonomik mücadelenin bunu karşılamaya yetmeyeceğinden yola çıkan sınıf sendikacılığı, işçi sınıfının ekonomik mücadelesi ile siyasal mücadelesinin arasındaki bağın kompası durumunda, sendikaların gerçek anlamda işçi sınıfı örgütleri olarak yaşamlarını sürdürmelerinin mümkün olmadığını ve burjuva siyaset alanının içine girmelerinin kaçınılmaz olacağını savunur. İşçi sınıfının kendi öz siyasetinden bağımsız olarak tek başına sendikal mücadele, bütün işçilerin, içinde bulunduğu durumu ortadan kaldırmayan, yani emeğin sermayeye bağımlılığını yok etmeyen, ama bu koşulların ortaya çıkardığı sıkıntıları hafifleten önlemler almakla yetinen bir mücadele olmak zorundadır. Bu durum sendikaların sadece yaşanan sömürüyü geçici olarak sınırlandıran örgütler olarak kabul edilmesi anlamına gelmektedir.
Sınıf sendikacılığında, sendika ile işçi sınıfı partisi arasında siyasal-ideolojik bir bağın olması zorunludur. Bu olmadığında işçilerin örgütü olan sendikalar, kaçınılmaz olarak işçilerin değil, burjuvazinin siyasetini savunmak, burjuva partilerin etki alanına girmek durumunda kalırlar. Sendikalar ile işçi sınıfı partisinin arasındaki siyasal-ideolojik bağımlılığa dayanan sıkı ilişkinin kurulmasından sonra yapılacak ilk şey, sınıf partisi ile yürütülecek siyasal iktidar mücadelesine destek olmak ve kapitalist sömürü düzeninin kaldırılması için gereken uzun süreli mücadeleye katılmaktır. Bu durum, aynı zamanda işçi sınıfının kısa vadeli çıkarları ile uzun vadeli çıkarları arasında bir bağ kurulması gerektiğinin, bunun için sınıf sendikalarına büyük görevler düştüğünün en somut ifadesidir.
Kaynağını I. Enternasyonal’den alan sınıf sendikacılığı fikri, işçi sınıfının tüm kesimlerinin sendikalarda birleşmesi, işçiler arasındaki sınıf dayanışmasının güçlenmesi ve patronlara karşı işçi sınıfının en geniş kesimlerinin harekete geçirilmesini hedefler. İşçi sınıfının ekonomik mücadele örgütü olan sendikalar, işçi sınıfının mümkün olan en geniş kitlesini kucakladıkları ölçüde bu mücadelelerini etkin biçimde yürütebilmişlerdir. Bu nedenle sınıf sendikacılığının etkin olduğu ülkelerde sendikal örgütler, işçiler arasında ırk, milliyet, cinsiyet, dil, din, meslek, vasıf vb gibi açılardan hiçbir ayrım yapmaksızın çeşitli siyasal görüş ve eğilimin etkisi altında olan işçileri bünyelerinde barındırmış, onları kendi sınıf çıkarları için harekete geçirebilmiştir.
1880’li yıllara kadar sendikaların örgütlenme ve eylemleri fabrikalar ve fabrika havzaları merkezli olarak gerçekleşmiştir. Bu tarihe kadar sendikal mücadelenin örgütlenmesi ve yönetilmesi bizzat tek tek fabrikaların içinden, başka bir ifade ile işyerlerinden başlatılmış ve yürütülmüştür. Bugün bilinen anlamıyla şube, genel merkez, konfederasyon vb gibi örgütsel yapılar ilk olarak 1880’den sonra İngiltere’de gelişen “yeni sendikacılık” hareketi ile ortaya çıkmıştır. Bu durum bir taraftan kitleselleşen işçi sınıfı mücadelesi açısından bir zorunluluğu ifade ederken, diğer taraftan işçi aristokrasisinin ve sendikal bürokrasinin de oluşması koşullarını yaratmıştır.
Sendikaların yüz binlerce işçiyi birleştiren yegâne işçi örgütleri haline gelmesi, sendikal mücadele içinde işçi sınıfının güncel ve nihai çıkarlarıyla uyuşmayan farklı tabakaların (işçi aristokrasisi ve sendikal bürokrasi) ortaya çıkması sonucunu doğurmuştur. Sendikal mücadele içinde sınıf sendikacılığının genişleme ve güçlenmeye başlaması ile sendikal bürokrasinin oluşmaya başlaması sürecinin birbirine paralel olarak ortaya çıkmış olması ayrıca değerlendirilmesi gereken bir durumdur.
İŞÇİ ARİSTOKRASİSİ VE SENDİKAL BÜROKRASİNİN ETKİSİ
Sermayenin, sendikaları yasal olarak tanıması asla onları kabullendiği anlamına gelmemiştir. Sermaye sınıfı fırsat buldukça ve ihtiyaç haline geldikçe zora başvurmaktan ve sendikaları zayıflatmak için eline geçen fırsatları seferber etmekten geri durmamıştır. Bu politikaların en somut sonucu hiç kuşkusuz işçi sınıfı içinde ayrı bir üst tabakanın (işçi aristokrasisi) oluşturulması ve sermaye ile diyalog ve işbirliğini sağlayacak sendika bürokrasisinin egemen hale gelmesidir. İlk ortaya çıktığı andan itibaren sendikal bürokrasinin temel işlevi, sınıf sendikacılığının “ekonomik mücadele ile siyasal mücadelenin birleştirilmesi” hedefini bertaraf etmek ve bunun için işçi örgütleri olan sendikaları işçi sınıfının değil, sermayenin çıkarları doğrultusunda biçimlendirmek ve yönlendirmek olmuştur. Bunun için öncelikle sendikal bürokrasi kullanılmıştır.
Sendikalar içindeki işçi aristokrasisi ve sendika bürokrasisine dayanarak sendikal alana yönelik politika geliştiren sermaye sınıfı, tarih boyunca sendikalara ve diğer işçi örgütlerine egemen olma, onları kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirme mücadelesi vermekten geri durmamıştır. Sermayenin bu mücadelesi, sendikal bürokrasinin etkinliğinin arttığı dönemlerde sendikalarda, bizzat işçi sınıfının mücadelesini baltalayan önemli roller oynamıştır. Bu durum aynı zamanda, mücadeleci işçi ve sendikacılar ile, sermaye ile arasında organik-ideolojik bağlar olan yöneticiler arasındaki, sınıf içinde ve sendikalarda egemenlik kavgasını kaçınılmaz hale getirmiştir.
İşçi sınıfının saflarında ve sendikalar içinde sınıf sendikacılığını savunan ileri işçi kitlesi ile sendikal bürokrasi arasında yüz yılı aşkın bir zamandır süren egemenlik mücadelesi, 20. yüzyılın ilk yarısında Sovyetler Birliği’nin de etkisiyle işçi sınıfı açısından daha olumlu bir seyir izlerken, 1950’li yılların ikinci yarısından itibaren bu mücadelenin seyri sermayenin lehine, işçi sınıfının aleyhine gelişmeye başlamıştır.
Kapitalizmin “altın çağı” olarak adlandırılan 1950 sonrasındaki süreçte sendikalar, sermaye ile emek arasındaki “diyalog kurumları” haline getirilerek düzen içine çekilmiş ve bürokratik birer işçi kuruluşları haline getirilmiştir. İşçi sınıfının ekonomik mücadelesi ile siyasal mücadelesini birleştirmeyi amaçlayan sınıf sendikacılığı fikrine karşı geliştirilen “sınıf ve kitle sendikacılığı”, “sosyal diyalog sendikacılığı”, “çağdaş sendikacılık” ve “toplumsal hareket sendikacılığı” vb gibi sendikal yaklaşımlar farklı gerekçelerle ortaya çıkmışlar gibi görünse de, hepsinin ortak hedefi işçilerin kitlesel sınıf örgütü olan sendikaların, işçi sınıfının kendi sınıf siyaseti doğrultusunda kuracağı ilişkilerin engellenmesi ya da sınırlandırılması olmuştur.
Sendikal hareket içinde sınıf sendikacılığının 19. yüzyılın ikinci yarısından 20. yüzyılın ortalarına kadar işçi sınıfının ekonomik mücadelesi ile siyasal ve ideolojik mücadelesini birbirine bağlayan ve karşılıklı olarak beslenmesini sağlayan bir dönem olmuştur. 1950’li yılların ortalarından itibaren sendikal bürokrasinin de etkisiyle sendikal alanda hızlı bir dönüşüm yaşanmış, sendikalar bütün bir sınıfın değil sadece üyelerinin çıkarlarını savunan kurumlara dönüşmüştür. Sendikal hareket ekonomik mücadeleyle, ekonomik mücadele de “sektör” ya da “işkolu” sorunlarına hapsedilerek mücadele alanı sınırlandırılmıştır. Sendikaların neredeyse yarı resmi devlet kurumları haline getirilerek büyük ölçüde sendika bürokrasilerinin denetimine sokulduğu bu dönemin tüm olumsuzluklarına rağmen işçiler sendikalara sırtlarını dönmemiş, kitlesel olarak sendikalarda örgütlenmeye devam etmişlerdir.
Sendikalarda egemen olan sendika bürokrasisi sermayenin işçi hareketini gerektiği zaman baskı altına almak ve kontrol dışına çıkmasını engellemek için en etkili aygıt haline gelmiştir. Yaşanan tüm olumsuzluklara karşın işçi sınıfı sendikalara sırtını dönmemiş, onları birleşme ve dayanışma örgütleri olarak görmeye ve bu örgütlerde kendi sınıf çıkarları için mücadelede araçları olarak kullanılmaya devam etmişlerdir.
Sonsöz
İşçi sınıfının bugüne kadar yaşanmış olan tarihi ve ortaya çıkardığı zengin deneyimler, tek başına ekonomik (sendikal) mücadelenin, işçi sınıfının maruz kaldığı sömürünün ortadan kaldırılması için yeterli olmadığını defalarca ispatlamıştır. Marx’ın, bu durumla ilgili yorumu şöyledir: “İşçi sendikaları, sermaye saldırılarına karşı direniş merkezleri olarak görevlerini yaparlar. Kısmen başarısız olmalarının nedeni, güçlerini akılsızca kullanmalarındandır. Sendikalar, mevcut sistemin doğurduğu etkilere karşı küçük küçük çarpışmalardan ibaret bir savaş yürütmekle yetinip, bunları yaparken aynı anda, sistemi değiştirmeye uğraşmadıkları, örgütlü güçlerini emekçi sınıfın nihai kurtuluşu, yani ücret sisteminin tümüyle yok edilmesi için bir manivela olarak kullanmadıkları zaman genellikle başarısız olurlar.” (1975:79)
Dün olduğu gibi bugün de işçi sınıfı mücadelesi, sınıfa karşı sınıf perspektifinden hareketle, işçi sınıfının bütün üyelerini, işçi ailelerini de içine alarak, ekonomik ve siyasal taleplerle birleştirecek bir mücadele fikrine dayanmak zorundadır. Bu fikrin dayanağı dün olduğu gibi bugün de sınıf sendikacılığı fikri ve onun pratiğidir.
Emek hareketinin, uzunca bir süredir içinde bulunduğu olumsuz koşulların üstesinden gelebilmesi için benimsenmesi gereken temel ilke, sınıf siyasetini toplumsal yaşamın dışına itmeye çalışan her türden ikiyüzlü tutumu mahkûm eden ve tüm sınıfı kendi öz siyaseti doğrultusunda birleştirmeye çalışan bir temelde yükselmek olmalıdır. Bu konuda, yine Marx’ın I. Enternasyonal’in 1866 yılındaki Cenevre Kongresi’nde söyledikleri öğreticidir: “(Sendikalar) özgün amaçlarının yanı sıra, artık, daha büyük çıkarları olan tam kurtuluş için işçi sınıfını örgütleme merkezleri olarak bilinçle hareket etmeyi öğrenmelidirler. Bu amaca yönelik her toplumsal ve politik harekete yardımcı olmalıdırlar. (Böylece) kendilerini tüm işçi sınıfının temsilcileri ve savunucuları sayarak ve böyle davranarak, birliğin dışında kalanları da saflarına katmayı başaracaklardır.”(1999:81)
Sendikalar, işçi sınıfını öncelikle sömürüyü sınırlandırmak amacıyla ekonomik mücadele içinde birleştiren, ancak sadece bununla yetinmeyip sömürüyü tamamen ortadan kaldırmak amacıyla sınıfın siyasal mücadelesini güçlendiren örgütler haline getirildiklerinde, işçi sınıfının sadece bir bölümünün değil tamamının temsilcileri olarak, kendilerinin dışında olanları sınıf mücadelesine katmayı başaracaklardır. Bunun için en büyük görev sınıf sendikacılığı savunucularına, mücadeleci işçi ve sendika yöneticilerine düşmektedir.
Kaynakça:
Friedrich Engels, İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu, çev: Yurdakul Fincancı, Sol Yayınları, 1997, Ankara.
Karl Marx, Felsefenin Sefaleti, çev: Ahmet Kardam, Sol yayınları, 1992, Ankara.
Karl Marx, Ücret, Fiyat ve Kar, çev: Sevim Belli, Sol yayınları, 1999, Ankara.
E.P. Thompson, İngiliz İşçi Sınıfının Oluşumu, çev: Uygur Kocabaşoğlu, Birikim Yayınları, 2004, İstanbul.
Karl Marx, Friedrich Engels, V.İ. Lenin, Sendikalar Üzerine, çev: Engin Karaoğlu, Bilim Yayınları, 1975, İstanbul.
V. İlyiç Lenin, Ne Yapmalı, çev: Muzaffer Erdost, 4. Baskı, Sol Yayınları, 1992, Ankara.
Erkan Aydoğanoğlu, Sınıf Mücadelesinde Sendikalar, Evrensel Basım Yayın, 2007, İstanbul.
Erkan Aydoğanoğlu, Dünyada ve Türkiye’de Sendika Siyaset İlişkisi, Kültür Sanat Sen yayınları, 2009, Ankara.
[1] Bu dönem işçi sınıfı ve sendikal hareketin tarihi açısından önemlidir. O dönemde tüm Avrupa’da toplam 12.000 tekstil makinesi bulunuyorken, işçiler tarafından kırılıp tahrip edilen makine sayısının 3.000 civarında olduğu tahmin edilmektedir. Sadece bu rakam bile makine kırıcılığı hareketinin ne kadar etkili olduğunu görmek açısından dikkat çekicidir.
[2] Çartistler, görüşlerini yaymak için The Northern Star (Kuzey Yıldızı) adında haftalık bir gazete çıkarmışlar ve bu gazete 1837’den 1852 yılına kadar yayınlanmıştır. 19. yüzyılın ilk yarısında işçiler arasında en çok okunan gazete olan Kuzey Yıldızı, 1939 yılında haftada elli bin kopya basılarak, o dönemin koşullarında çok yüksek okunma rakamlarına ulaşmış, yayınlandığı dönemde işçi sınıfının mücadelesini güçlendiren bir işlev görmüştür.
[3] İngilizcede “sendika” anlamında kullanılan “trade union” ifadesinin kelime anlamı “vasıf birliği” demektir. İlk sendikalar sadece vasıflı işçilerin birleşme ve mücadele örgütü olarak kurulduğundan İngiliz işçileri tarafından böyle bir tanımın benimsenmesi kaçınılmaz olmuştur.
[4] ABD’de 1861’de kurulan Ulusal Emek Birliği (NLU) ve 1869’da kurulan Emek Şövalyeleri, ayrım yapmaksızın bütün işçileri örgütleyen ilk işçi örgütleri olarak bilinmektedir.
[5] Bu önemli noktayı 20. yüzyılda kararlı bir şekilde vurgulayan ve yaşama geçirmek için mücadele eden Lenin, sendikaların sadece ekonomik mücadele ile yetinmelerinin de bir siyaset olacağını savunmuş ancak bunu ‘ekonomizm’, ‘trade unionism’ olarak adlandırmıştır. (Lenin, 1992) Ekonomik mücadele ile siyasal mücadele arasında kurulacak olan bağın bir benzerinin sendika ile işçi sınıfının devrimci partisi arasında kurulması gerektiğini savunan Lenin ve sonrasında Stalin, 20. yüzyılda “sınıf sendikacılığı” pratiğini savunan iki önemli isim olarak dikkat çekmiştir.