Kürt Sorununun Çözümü Bağlamında UKKTH ve Özerklik

GİRİŞ:

Kürt ulusal demokratik hak mücadelesinin kazandığı boyutun, ülke egemenlerinin inkâr ve asimilasyona dayalı geleneksel çözümsüzlük politikalarının uygulanabilirliğini; Kürt sorununun üstünü örtme ve çözümü geçiştirme olanaklarını ortadan kaldırdığı açıktır. Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana “dış güçlerin kışkırtması”, “dinsel-feodal gericilik”, “ekonomik geri kalmışlık” gibi çeşitli söylemlerle Kürt ulusal sorununu kendisi dışındaki olgularla izah ederek yadsıyan ülke egemenleri ve onların medyadaki kalemşorları, inkârın sürdürülmesi olanaklarının ortadan kalkmasıyla birlikte “Kürtlerin ne istediği belli değil” gibi söylemlerle çözümsüzlük politikalarına sosyolojik dayanaklar yaratmaya çalıştılar. Bu iddianın aksine, sorunun çözümünün toplumun geniş kesimleri tarafından tartışılmaya başladığı süreçle birlikte Kürt ulusal hareketi , “demokratik özerklik” olarak tanımladığı bir çözüm önerisini gündeme getirmiştir.  Ulusal sorunun çözüm biçimlerinden biri olan yerel/bölgesel özerklik formülasyonuna dayanan “demokratik özerklik” talebi; Newroz’larda, çeşitli eylemlerde halk tarafından sahiplenilmiş, en son 12 Eylül referandumunun Bölge’de güçlü, kitlesel boykotuyla geniş halk kesimlerinin talebi olarak öne çıkmıştır.

“Kürtlerin ne istediği belli değil” diyenler, en son eylül ayında anadilde eğitim talebiyle gerçekleştirilen okul boykotu örneğinde olduğu gibi, Kürtler talepleri için harekete geçtiğinde ise “ülke bölünür” yaygarasını koparmaktadır.  Başbakan Erdoğan’ın, hükümet yetkilileri ile görüşen BDP yöneticilerine “Kürtçe eğitim isterseniz olmaz” demesi bu anlayışı bütün açıklığı ile ortaya koymaktadır. Mesela AKP’nin Meclis Anayasa Komisyonu Başkanı milletvekili Burhan Kuzu da “ her etnik gruba kendi dilinde eğitim hakkı verilirse 5 bin devletçik ortaya çıkar” demektedir. Kuzu,  TRT Şêş’in açılmasının Kürtlere “ekstradan verilmiş bir hizmet” olduğunu söylemekte, Kürtlerin anadilde eğitim isteyerek devletten ayrılma hakkını talep etmiş olduğunu iddia etmektedir.  Yine başını Taha Akyol’un çektiği ‘AKP politikalarına sosyolojik dayanak oluşturma uzmanı’ yazarlara göre, Kürtlerin özerklik talebi bağımsız devlet istemenin bir aşaması olarak gündeme getirilmektedir.

Gelinen aşamada Kürtlerin varlığını inkâr eden politikaları, “kart kurt” söylemlerini en gerici mihraklar bile savunamamakta;  Cumhuriyet tarihi boyunca uygulanan asimilasyoncu politikalara rağmen, bugün Kürtlerin ülke sınırları içinde nüfusu 18-20 milyonu bulan bir halk olarak yaşadığı gerçeği karşımızda durmaktadır.  Ya bu gerçeklik göz önünde bulundurularak Kürt sorununun çözümü için anayasa ve yasalar bu halkın varlığı ve haklarını tanıyacak şekilde yeniden düzenlenecek ya da açıktan veya çeşitli manevralarla geleneksel politikalar devam ettirilmeye çalışılacaktır.  Bugün İmralı’da Öcalan ve Ankara’da BDP yöneticileri ile yapılan görüşmelere rağmen ülke egemenlerinin Kürtlerin taleplerine karşı öne sürdükleri söylemlerin çözümsüzlük politikalarının devamını sağlamaya yönelik olduğu ortadadır. Öte yandan ülke egemenlerinin ve burjuva ideologların Kürt halkının her türlü talebi karşısında “ülke bölünür”, “ayrı devlet kurmak istiyorlar” gibi söylemlerle niyet okumaya dayalı değerlendirmeler yapmaları ve bu talepleri reddetmeleri çözümsüzlüğü derinleştirmektedir.  Bugün Kürtlerin ayrı bir halk olduğu inkâr edilemeyeceğine göre, sorunun çözümü de, birlikte yaşayabilmenin yolu da Kürtlerin ulusal hak ve taleplerinin koşulsuz kabulünden geçmektedir. Kürtlerin her türlü ulusal hak ve talebinin reddedilmesi,  özerklik talebi karşısında “Kürtler sadece Bölge’de yaşamıyor”, “İstanbul’daki, Batı’daki Kürtler ne olacak?” gibi yaklaşımlarla meselenin karartılmaya çalışılması, ulusal sorunun temellerini, Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı’nın dayanaklarını ve onun bir biçimi olarak özerkliği yeniden tartışmayı gerekli kılmaktadır.  Çünkü Kürt sorunu da her ulusal mesele gibi kendine özgü koşullara sahip olsa da, ulusal sorunun genel karakteri değişmemekte ve bu sorunun hem sosyalizm, hem de burjuva demokrasisi koşullarında çözümü konusunda dünyada yaşanmış birçok deneyim bulunmaktadır.

ULUSAL BİR SORUN OLARAK KÜRT SORUNUNUN TARİHSEL ARKA PLANI

Stalin, ulusu “tarihsel olarak oluşmuş, ortak bir dil, toprak, ekonomik hayat ve kendini ortak bir kültürde bütünleyen ruhsal biçimleniş temelinde oluşan, istikrarlı bir insan topluluğu” olarak tanımlar.1 Bu özellikler bir yandan bir ulusu diğer uluslardan ayırırken, öte yandan her ulus bakımından bu özelliklerin bileşimi (hangi özelliğin/özelliklerin daha çok öne çıkıp ağır bastığı) farklılıklar gösterir. Ulus, belli bir tarihsel dönemde; feodalizmin bağrında kapitalist üretim güç ve ilişkilerin gelişmesi ve yoğunlaşan üretimin feodal duvarları yıkarak yeni pazarlara ihtiyaç duyduğu bir dönemde şekillenen tarihsel bir kategoridir. Yine Stalin’in deyimiyle feodalizmin tasfiyesi ve kapitalizmin gelişim süreci, aynı zamanda insan topluluklarının ulus olarak örgütlenme süreci olmuştur. Bu süreç Batı Avrupa’da ulusal devletlerin kurulması ve feodalizmin tamamen tasfiye edilmemiş olduğu Doğu Avrupa ve Asya’da ise, egemen ulus burjuvazisinin geri kalmış milliyetleri boyunduruk altına aldığı çok uluslu devletlerin oluşturulması biçiminde gelişmiştir.

Avusturya-Macaristan, Rusya gibi Doğu Avrupa’nın çok uluslu imparatorlukları gibi Osmanlı İmparatorluğu da 19. Yüzyılın başlarında Yunan ve Sırpların ulusal hak istemli ayaklanmalarıyla karşı karşıya kalmıştır. Bu ayaklanmaları yüzyılın ortalarından sonra Bulgar, Makedon, Ermeni milliyetçiliğinin gelişimi takip etmiştir. Osmanlı’nın Müslüman halklarının milliyetçiliği; Arnavut, Arap, Türk ve Kürt milliyetçiliği, Hıristiyan halkların milliyetçiliğinden sonra ortaya çıkmıştır. Merkezi feodal bir devlet olan Osmanlı İmparatorluğu’nun dini karakteri (halifelik) nedeniyle birçok özerk, yarı-özerk dinsel-kültürel cemaat oluşmuş; özellikle Osmanlı İmparatorluğu içindeki gayrimüslimlerin Avrupa burjuvazisiyle dinsel akrabalık üzerinden ekonomik alanda da yakın ilişkiler kurması, Hıristiyan- Müslüman zıtlığının uluslaşma süreçlerinde etkili olmasını sağlamıştır.  1838’de İngiltere ile yapılan ticaret anlaşmasının da ivme kazandırdığı Pazar ilişkileri ve emperyalizme bağımlılık, zamanla Türk olmayan Müslüman halkların da (Arnavut, Arap, Kürt) merkezden kopuşuna; devlete karşı özerklik, bağımsızlık taleplerini yükseltmelerine neden olmuştur. “Türkler içinse sorun değişikti: Çünkü ortada, geniş anlamda, Türk olduğu söylenebilecek bir devlet vardı (…) Türk milliyetçiliği merkezi devletten ayrılmayı değil, onu ulus-devlet şemasına uyduracak biçimde dönüştürmeyi hedefleyen ‘reformist milliyetçilik’ olarak ortaya çıkmıştır.”2 Bu hedef doğrultusunda Türk milliyetçiliği bir yandan Anadolu’nun geçmişini Türkleştirmek üzere Sümer ve Hititlerin Türk olduğuna dair tezler geliştirilmesi ve öte yandan başta Kürtler olmak üzere Anadolu’da yaşayan diğer Müslüman milliyetlerin ve azınlıkların Türklük içinde eritilmesine yönelik politikalar üzerine inşa edildi. Fakat Türklerle aynı dönemlerde ulusal uyanış içine giren Kürtlerin, Türklük içinde eritilme politikalarına karşı ulusal hak istemli kalkışmaları, Ulus-devlet anlayışına dayanan cumhuriyet rejiminin yanlış/sağlam olmayan temeller üzerine kurulduğunu göstermiştir.

Kürtler, Türk kavimleri Orta Asya’dan Anadolu’ya göç etmeye başladıkları dönemlerde Mezopotamya’nın; özellikle bugünkü Güneydoğu Anadolu’yu içine alan Yukarı Mezopotamya’nın yerleşik halkları arasında yer alıyordu. Kürtlerin yaşadığı/yerleştiği yer anlamında ‘Kürdistan’ ismi 12. yüzyılın ilk yarısında hüküm süren Büyük Selçuklu Sultanı Sencer’den bu yana kullanılmaktadır. Kürtler, Mervani Kürt Devleti döneminden başlayarak Anadolu’ya gelen Türk boylarıyla işbirliği içine girmiş; Osmanlı İmparatorluğu döneminde yüzyıllar boyunca ocaklık-yurtluk vb. adlar altında özerk (sadece vergi ve asker göndermeye dayalı, merkezle görece gevşek bir idari ilişki içinde) bir yaşam sürmüşlerdir. İmparatorluk yönetiminin Osmanlı sınırları içinde 19. Yüzyılın başlarında gelişmeye başlayan uluslaşma hareketleri karşısında merkezi otoriteyi güçlendirmeye yönelik girişimleri Kürt beyliklerinin de özerk statülerini hedefe koyduğu için aynı dönemde Kürtlerin Osmanlı rejimine karşı ilk isyanları baş göstermiştir.

Kürtlerin, Osmanlı toprakları içinde milliyetçilik akımının en son geliştiği halklardan biri olduğunu söylemiştik. Bunun en belirgin nedenleri olarak Kürt coğrafyasının dağlık olması ve bu nedenle ekonomik yaşamın göçerliğe dayalı bir hayvancılığa dayanmasının bir sonucu olarak bu topraklara kapitalizmin geç girmesidir. Yine uzun bir dönem feodal beylikler biçiminde görece özerk bir yaşam sürmeleri ve yine feodal dönemin ideolojisi olan İslam dininin (Osmanlının Müslümanların halifesi olarak görülmesi, mesela bu algının bir sonucu olarak Kürtler gayrimüslim olan Ermenilere karşı Osmanlı rejimiyle birlikte hareket etmişlerdir) ulus bilincini geciktirici etkisi gibi nedenler sayılabilir. Gazetenin milliyetçilik akımlarının gelişmesinde önemli bir rol oynadığı dikkate alındığında ilk Kürt gazetesi olan Kürdistan’ın 1898’de yayın hayatına başlaması, Kürt milliyetçiliğinin ortaya çıkış ve gelişim süreci bakımından fikir vericidir (ilk özel Türk gazetesi Tercüman-ı Ahval ise 1860’da çıkartılmıştır).  Bedirxan’ların çıkardığı Kürdistan gazetesi, ulusal bilincin geliştirilmesi amacıyla daha çok dil ve eğitime ağırlık veriyordu.  Yine aynı dönemde kurulmaya başlayan ilk Kürt dernekleri de Kürtlerin ulusal bilincinin gelişiminde önemli bir rol oynamıştır. 1900’de kurulan Kürdistan Azm-i Kavî Cemiyeti, özellikle 1908 Jön Türk devriminden sonra ardı sıra kurulan Osmanlı Kürt İttihat ve Terakki Cemiyeti (1908), Kürt Teavün ve Terakki Cemiyeti (1908), Kürt Neşr-i Maarif Cemiyeti (1912), Hêvî Kürt Talebe Cemiyeti (1912), Kürdistan Teali Cemiyeti (1918) dönemin belli başlı Kürt dernekleri olarak faaliyet yürütmüştür.

Osmanlı devletinin I. Emperyalist Paylaşım Savaşı’ndan yenik ayrılmasından sonra Anadolu’nun işgaline karşı yürütülen Kurtuluş Savaşı süreci boyunca Anadolu “Türklerin ve Kürtlerin yurdu” olarak tanımlanmış ve Türklerle Kürtlerin bu mücadelenin iki asli unsuru olduğu vurgusu yapılmıştır. 23 Nisan 1920’de Büyük Millet Meclisi’nin açılış konuşmasında Mustafa Kemal, Misak-ı Milliyi sadece Türk toprağı olarak değil “kardeş milletlerin milli sınırı” olarak ifade etmiştir. Mücadelenin ortaklaştırılmasına bağlı olarak 27 Haziran 1920 tarihli ‘TBMM Vekiller Heyeti’nin Kürdistan Hakkında Elcezire Cephesi Kumandanlığı’na Talimatı’nda “Milletlerin kendi kaderlerini bizzat idare etmeleri hakkı, bütün dünyada kabul olunmuş bir prensiptir. Biz de bu prensibi kabul etmişizdir. Tahmin olunduğuna göre Kürtlerin bu zamana kadar yerel idareye ait teşkilatlarını tamamlamış, reis ve nüfuzlu kimseleri bu amaç doğrultusunda bizim tarafımızdan kazanılmış olduğu dikkate alındığında, reylerini ortaya koyduklarında zaten kendi kaderlerini de belirleyeceklerinden, BMM idaresinde yaşamaya talip olduklarını ilan etmelidirler. Kürdistan’daki bütün mesainin bu amaca dayalı siyasete yönlendirilmesi Elcezire Cephesi Kumandanlığı’na aittir”3 denilmekteydi.

Kurtuluş Savaşı’ndan sonra Kürtlerin statüsünün ne olacağı konusunda en somut karar Büyük Millet Meclisi’nin 10 Şubat 1922 tarihli oturumunda alınmıştır. İngiliz Yüksek Komiseri Horace Rumbold’un Dışişleri Bakanı Lord Curzon’a yazdığı 29 Mart 1922 tarihli rapora göre söz konusu oturumda Kürdistan’ın statüsüne dair alınan 18 maddelik kararın ana hatlarıyla ele aldığı konular şunlardı:

1) TBMM Türk Milletinin medeniyetin gerekleri doğrultusunda ilerlemesini sağlamak amacıyla, Kürt milleti için kendi milli gelenekleriyle uyum içinde bir özerk yönetim kurmayı taahhüt eder. 3) TBMM, tüm Kürt Milleti tarafından benimsenen ve onurlu bir geçmişe sahip deneyimli bir yöneticiyi Genel Vali olarak seçecektir. 4) Genel Vali üç yıl için atanacaktır. Bu dönemin bitiminde eğer Kürt Milletinin çoğunluğu, önceki Genel Valinin görevine devam etmesini istemiyorsa, yeni bir Genel Vali Kürt Milli Meclisi tarafından seçilecektir. 6)Kürt Milli Meclisi, doğu vilayetlerinde genel oya dayalı seçimle oluşturulacak ve her Meclis üç yıl için seçilmiş olacaktır. 7) Kürt Ulusal  Meclisi doğu vilayetlerinin gelir ve harcama bütçelerini kontrol etme ve alt kademedeki sivil ve idari görevlerin uğrayabilecekleri haksızlıkları soruşturma hakkına sahip olacaktır.  9) Sınırları karma bir komisyon tarafından belirleninceye kadar, Kürdistan idari bölgesi Van, Bitlis, Diyarbakır Vilayetleri, Dersim sancağı ve kimi kaza ve nahiyeleri içerecektir. 15) Türk dili sadece Kürt Milli Meclisi’nde idari işlerde ve hükümet idaresinde kullanılacaktır. Bununla birlikte Kürt dili okullarda öğretilebilir ve yönetim, Kürt dilinin gelecekte hükümetin resmi dili olma talebine temel teşkil etmeyecek şekilde, bu dilin kullanılmasını teşvik edebilir.”4

M. Kemal’in 16 Ocak 1923’te dönemin 9 ünlü gazetecisiyle İzmir’de yaptığı görüşmede Cumhuriyetin kuruluşundan sonra Kürdistan’ın statüsünün ne olacağı konusunda söyledikleri TBMM’nin gizli oturumunda alınan kararı doğrular niteliktedir:  “Başlı başına bir Kürtlük düşünmektense, bizim Teşkilat-ı Esasiye Kanunu (Anayasa) gereğince zaten bir tür yerel özerklikler oluşacaktır. O halde hangi livanın (sancağın) halkı Kürt ise, onlar kendi kendilerini özerk olarak idare edeceklerdir.” Son olarak İsmet İnönü’nün Lozan’a “Türklerin ve Kürtlerin temsilcisi” olarak katıldığı ve bu temelde Kürt ileri gelenlerinden kendilerini temsil edebileceği yönünde belgeler aldığı bilinmektedir.

1924 Anayasası, Kürtlerin ulusal varlığının ve Kurtuluş Savaşı sürecinde Kürtlere verilen taahhütlerin inkârı; ulus-devletin inşası adına Kürtlerin ve diğer milliyetlerden azınlıkların Türklük içinde eritilmesine yönelik politikaların ilanı olmuştur. 1924 anayasasının hazırlık metninde ulus-devlet vurgusu “Devletimiz bir devlet-i millîyedir. Beynelmilel veyahut fevkalmilel bir devlet değildir. Devlet, Türk’ten başka millet tanımaz.” Sözleriyle ortaya konulmuştur. 1924’ten bugüne (mevcut anayasada da “devlete vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkesin Türk” olduğu vurgulanmaktadır) sürdürülen bu politikalara karşı Şeyh Sait’ten Ağrı ve Dersim isyanlarına kadar Kürtler birçok isyan gerçekleştirmiştir. Ve bugün resmi rakamlara göre 29 kez isyan ettikleri belirtilen Kürtlerin en büyük ve uzun süren isyanı ulusal hak mücadelesi sürmektedir.

ULUSAL SORUN VE ULUSLARIN KENDİ KADERİNİ TAYİN HAKKI

Avrupa’da Aydınlanma Dönemi filozofları “doğuştan haklar”, “siyasal temsil yetkisi” gibi kavramlar üzerinden yükselen burjuvazinin feodal aristokrasiye karşı mücadelesinin ideolojik temellerini oluşturmuşlardır. İşte bu dönemde “self determinasyon”; yani kendi kaderini tayin hakkı, bayrağına “özgürlük, eşitlik, kardeşlik” yazan burjuvazinin kendi ulus devletini kurma hakkı olarak anlam kazanmıştır. Avrupa burjuvazisi, kendi ulus devletlerini (İngiliz, Fransız, Alman, İtalyan vb…) oluşturduğu; güç ve etkisini arttırmak üzere yayılmacı politikalara sarılmaya başladığı dönemlerde ise, “toprak bütünlüğüne saygı” gibi söylemler eşliğinde bu hakkın kullanımını engellemeye yönelik politikalar geliştirmiştir. İşçi sınıfının kapitalist sömürü düzeninden kurtuluşunun ideolojisi olarak ortaya çıkan Marksizm, aynı zamanda emperyalist kapitalizmin sömürgeciliğine ve ezilen uluslara karşı uygulanan baskı politikalarına karşı Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı’nın en kararlı savunucusu olmuştur. Özellikle “halklar hapishanesi” olarak tanımlanan Çarlık Rusya’sında Lenin ve Stalin bu hakkın ne anlama geldiği ve kapsamının ne olduğu konusunda önemli makaleler yazmış ve bu hak en geniş anlamıyla Ekim Devrimi’nden sonra uygulanmıştır. Lenin ve Stalin’in makaleleri ezilen Doğu halklarına yol göstermiş ve onların dönemlerinde Sovyetler bu halkların en büyük destekçisi olmuştur.

Ulusal sorun, esas olarak burjuva karakterli bir sorundur; fakat işçi sınıfı ve burjuvazi arasında sınıf mücadelesinin sürdüğü koşullarda işçi sınıfı partisinin Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı (UKTTH) için mücadeleden vazgeçmesi, “burjuvazi ve gericiliğin ekmeğine yağ sürmek” anlamına gelecektir. Her türden milliyetçiliğin yerine enternasyonalizmi geliştirmek için çalışan işçi sınıfı partisinin bu hakkın savunulmasındaki amacı, halklar arasında eşitliği sağlamak ve ulusal çelişki ve çatışmalara son vermek iken, burjuvazi milliyetçiliği geliştirmeye, halklar arasındaki ayrımları kendi çıkarı için sürekli kışkırtmaya yönelik bir tutum takınır.  “Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı için mücadelede, sosyal demokrasinin amacı, ulusal baskı politikasına son vermek, bu politikayı imkânsız kılmak ve böylece uluslar arasındaki çekişmeyi ortadan kaldırmaktır.” “Bu sebeple işçiler, en incesinden en kabasına kadar ulusal baskıya ve ulusları birbirlerine karşı kışkırtma politikalarının bütün biçimlerine karşı savaşırlar ve savaşmaya devam edecekler.”5

Ekim Devrimi’nden sonra Sovyet Rusya’da UKKTH en geniş anlamıyla uygulanmış, mesela Sovyetlerin aleyhine olduğu halde Finlandiya’nın bağımsızlığı tanınmıştır. Oysa aynı dönemde emperyalist burjuvazinin ikiyüzlü tutumunun en somut örneği Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı’nı içerdiği söylenen ünlü Wilson ilkelerinde kendini göstermiştir. Dönemin ABD Başkanı Wilson, UKKTH’nin sadece “bozguna uğramış imparatorlukların sınırları içinde kalan halklar için geçerli olduğunu” söylemiştir. Görüldüğü gibi bu hakkın kullanımı savaştan galip çıkan emperyalist devletlerin yayılmacı politikalarına hizmet ettiği oranda gündeme getirilmiştir.  Bu ikiyüzlü politika, I. Emperyalist Paylaşım Savaşı’ndan yenik çıkan ülkelerin II. Emperyalist Paylaşım Savaşı’na ortam hazırlayan yayılmacı politikalarının da gerekçesi yapılmıştır. Oysa Sovyetler bu hakkı sadece kendi topraklarında uygulamakla kalmamış; II. Emperyalist Paylaşım Savaşı’ndan sonra kurulan Birleşmiş Milletlerin “vesayet rejimi altındaki halkların KKT ilkesine saygı” ilkesini benimsemesini de sağlamıştır.

Peki, UKKTH Sovyetler Birliği’nde nasıl uygulanmıştır?

Bir ulusun gelişim süreci bakımından belirleyici olan “Dil birliği“, “bölge birliği“, “ekonomik hayat birliği” ve “kültürel birlik” gibi kıstaslar üzerinden Sovyet halkları ulus (natsiya), uluslaşma sürecini tamamlayamamış milliyetler (natsionalnost) ve daha az gelişmiş etnik gruplar (narodnost) olarak sınıflandırılmıştır. 1936 Sovyetler Birliği Anayasası’nda devletin yapısı bölümünde Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği aşağıdaki eşit Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri’nin gönüllü birliği temelinde kurulmuş federal bir devlettir” denilmektedir. Birlik cumhuriyetleri Ermenistan, Azerbaycan, Beyaz Rusya, Estonya, Gürcistan, Kazakistan, Türkmenistan, Tacikistan, Rusya, Letonya, Litvanya, Moldova, Tacikistan Ukrayna, Özbekistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetlerinden oluşuyordu.  Anayasanın aynı bölümünün 17. Maddesi “Her Birlik Cumhuriyetinin SSCB’den özgürce ayrılma hakkına sahip” olduğunu belirtmektedir. Bu birliği oluşturan federal cumhuriyetlerin altında yer alan daha az nüfusa sahip olan ve iç bölgelerde yaşadıkları için ayrılma koşullarına sahip olmayan milliyetler “özerk cumhuriyet” biçiminde yapılandırılmış; bu temelde Azerbaycan sınırları içinde Nahçıvan Özerk Cumhuriyeti, Gürcistan’da Acar Özerk Cumhuriyeti, Özbekistan’da Kara-Kalpak Özerk Cumhuriyeti gibi birçok özerk cumhuriyet oluşturulmuştur. Özerk cumhuriyetlerin altında kalan daha küçük etnik yapılar ise, “özerk bölge” statüsünde (Dağlık Karabağ Özerk Bölgesi, Güney Osetya Özerk Bölgesi gibi) yaşamlarını sürdürmüş, kendi dil ve kültürlerini özgürce geliştirme koşullarına sahip olmuşlardır. Sovyetlerde bu yapılanma içinde her federatif ve özerk cumhuriyet devlet işlerinde kendi dilini kullanabiliyor, en küçük ulusal topluluklar bile kendi dilinde eğitim hakkına sahip bulunuyordu.

UKKTH’NIN BİR BİÇİMİ OLARAK ÖZERKLİK

Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı,  kendi geleceğini özgürce belirme hakkıdır. “Kendi kaderini tayin hakkı, bir ulusun kendi hayatını istediği gibi düzenlemesi anlamına gelir. Ulusun kendi hayatını özerklik temelinde düzenleme hakkı vardır. Ulus, diğer uluslarla federatif bir ilişki içine girme ya da tamamıyla ayrılma hakkına sahiptir. Uluslar egemendir ve hepsi eşit haklara sahiptir.6 Sovyetler Birliği’nde bu hak en geniş anlamıyla (Finlandiya örneğinde ayrılma hakkı, birlik cumhuriyetleri bakımından federal ve diğer milliyetler için özerklik biçiminde) kullanılmıştır. Burjuva karakterli bir sorun olan ulusal sorunun elbette kapitalizm koşullarında da çözümü mümkündür. Lenin, İsviçre örneğini göstererek ulusal sorunun kapitalizm koşullarında çözümünün ancak “tutarlı bir demokrasi” ile mümkün olduğunu söylemiştir. Marksistler, farklı uluslar tek bir devlet kurabildikleri sürece bu halkların bir arada yaşamasını savunur. Ancak bu tutum özel ekonomik ve toplumsal koşullara sahip, ulusal bileşimi farklı bölgelerin özerkliğini dışlamaz. Lenin bu konuda Marksistlerin tutumunu şöyle açıklamıştır: “Açıktır ki, hiç kimse, farklı ekonomik ve toplumsal özelliklere, özel bir ulusal bileşime vb. sahip her bölgeye böyle bir özerklik(yerel ve bölgesel-yyk) vermeyen gerçekten demokratik bir devlet tasavvur edemez.”7

Lenin ve Stalin, UKKTH ile ilgili polemiklerinin önemli bir bölümünü bu hakkı “ulusal-kültürel özerklik” ile sınırlayan burjuva milliyetçi “sosyal demokrat”larla yapmışlardır. Avusturyalı sosyal demokratların ulusal programı, yaşadıkları topraklara bakılmaksızın özerk ulusların birliğini amaçlayan ulusal-kültürel özerkliktir. Rusya’da bu programı benimseyen Yahudi sosyal demokratlar (Bundçular), ülkenin hiçbir bölgesinde kendilerine ait bir yerleşim birimi bulunmamasına, hiçbir bölgede çoğunluğu oluşturmamalarına rağmen Yahudi ulusunun birliğini ve bu birliği sağlamak üzere “ulusal meclis”ini oluşturmasını savunmuşlardır. Yine Lenin’le polemik yapan Ukraynalı Yurçeviç, Ukraynalı Marksistlerin görevini  “işçiler arasında Ukrayna ulusal bilincinin geliştirilmesi, ulusal amaçları doğrultusunda onları aydınlatmak ve onlara önderlik etmek” olarak tarif etmektedir.

Lenin ve Stalin, birinci olarak UKKTH’nı sadece “kültürel özerklik” ile sınırlayan bir çözüm; ulusların ayrılma, federasyon biçiminde bir araya gelme veya birlikte yaşama seçeneklerini dışta bırakan bir “çözüm” olarak gördüğü için ulusal-kültürel özerkliği reddetmişlerdir. Stalin, ulusal sorunun çözüm reçetesi olarak ulusal-kültürel özerkliği gösterenlerin, bütün ezilen ulusları Prokrutes’in(*) yatağına girmeye zorladıklarına dikkat çekmiştir. İkinci olarak yaşadıkları topraklara (bölgeye) bağlı olmaksızın aynı milliyetten olanların kendi ulusal meclisleri tarafından yönetilmesi anlayışına dayanan ulusal-kültürel özerklik, halklar arasındaki milliyetçi ayrışmaları ve çatışmaları kışkırtır; işçilerin sınıfsal değil milliyetçi kaygılarla hareket etmesini salık verdiği için birlikte mücadele koşullarını ortadan kaldırır. Bu “çözüm” mesela İstanbul’da yaşayan bir Kürt işçinin Diyarbakır’da kurulacak olan Kürt meclisine bağlı olması anlayışına dayanır ki, bu durumda İstanbul’daki Kürt işçi ile diğer milliyetten işçiler arasına milliyetçi duvarlar yükselecek; onun fabrikada, yaşadığı yerleşim biriminde vb. baskı ve sömürüye karşı ortak mücadeleyi olanaksız kılacaktır. Oysa İstanbul’daki işçi yapay bir birlik değil; yaşadığı yerde demokratik, insanca yaşam için gerekli haklara sahip olmayı isteyecektir.

Marksizm’in, ulusal-kültürel özerkliğe alternatifi, bölgesel/yerel özerkliktir. Bölgenin ekonomik ve toplumsal şartları, nüfusun ulusal yapısı bu bölgelerin belirlenmesinde temel kıstas olarak alınarak o bölgede yaşayanların kendi öz-yönetim mekanizmasını kurmasıdır. Bu mekanizma İstanbul’daki Kürt işçinin hem diğer sınıf kardeşleriyle birlikte sömürüsüz bir dünya için mücadele koşullarını yaratacak, hem de bölgenin koşullarına bağlı olarak kendi dil ve kültürü ile ilgili haklarını talep edebilmesini sağlayacaktır. Bölgesel/yerel özerklik mesela Kürt coğrafyasında Kürtlerin başta anadilde eğitim olmak üzere, ulusal demokratik haklarını elde etmeleri, kendi yönetsel mekanizmalarını kurabilmelerine olanak sağlamakla kalmayacak, aynı zamanda ülkenin çeşitli bölgelerindeki azınlıkların (Arap, Laz vb.) kendi kültürlerini yaşatabilmeleri ve toplumun tüm kesimleri için demokratikleşmenin gerçekleşmesini sağlayacaktır.

Burada kısaca, Kürt ulusal hareketinin “demokratik özerklik” olarak tanımladığı çözüm projesinin Marksizm’in yerel/bölgesel özerkliğe dayanan çözümünün neresinde durduğuna bakmak gerekiyor. Öncelikle Öcalan, “demokratik özerklik” projesinin çerçevesini belirlerken “reel sosyalizmi (söz konusu edilen Sovyetler Birliği pratiğidir-yyk) Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı’nın sadece devletle, devlet sahibi olmakla sağlanabileceği” anlayışına dayanmakla eleştirmektedir.8 Oysa Sovyet pratiği, yukarıda da ana hatlarıyla ortaya konulduğu gibi UKKTH’nın en geniş anlamıyla ve her biçimiyle uygulandığı bir deneyim durumundadır ve aslında Öcalan’ın çözüm modeli de, eleştirdiği “reel sosyalizmin” ortaya çıkardığı birikimin bir sonucu olarak şekillenmektedir. Zaten KCK Yürütme konseyi Başkanı Murat Karayılan da “Bizim geliştirmek istediğimiz demokratik özerklik modeli etnisiteye dayalı bir modelden ziyade yerinde yönetimi esas alan demokratik bir modeldir 9 diyerek aslında “demokratik özerklik” olarak tanımlanan çözümün milliyetçi ayrışmaya dayalı ulusal-kültürel özerklik anlayışının karşısında Lenin ve Stalin tarafından savunulan halkların eşitliği ve emekçilerin ortak mücadelesini temel alan yerel/bölgesel özerklik modeline dayandığını ortaya koymaktadır.

Özetlemek gerekirse, kapitalizm koşullarında ulusal sorunun çözümünün tek yolu tutarlı bir demokrasi (demokratikleşme) ise, bölgesel/yerel özerklik de bunun biçimlerinden biridir. Bugün Kürt sorununun çözümü bağlamında sıkça gündeme getirilen Bask ve Katalan modelleri de bölgesel özerkliğe dayanan modellerdir. İki şey karıştırılmamalıdır; bölgesel özerklik belirlenirken bölgenin ulusal nüfus yapısı, ekonomik-sosyal yapısı göz önünde bulundurulur. Bu bakımdan bu model, farklı milliyetlerin kendi dil ve kültürlerini geliştirme, kamusal alanda kullanma vb. koşullarına olanak sağlar. Ama bu özelliğine rağmen bu özerklik ulusal değil; bölgeseldir. Yani Madrid’te yaşayan bir Katalan, Barselona’daki Bölgesel Katalan meclisine değil; Madrid’teki yönetime bağlı olarak yaşamını sürdürmektedir. Bu Katalan eğer bir işçi ise, ayrı bir Katalan işçi sendikasında değil; diğer milliyetlerden sınıf kardeşleri ile aynı sendikada mücadele etmektedir. Başka bir deyişle, Kürt sorununun çözümü bağlamında Bölge’de oluşturulacak böylesi bir yönetim ve meclis, sadece Kürtlerin değil; bölgede yaşayan diğer etnik ve dinsel (Arap, Süryani, Ezidi) azınlıkların da yönetimi ve meclisi olacaktır. Bölgesel özerkliğe dayalı çözüm, Kürt halkının “demokratik özerklik” talebini karartmak için “Kürtler sadece Bölge’de yaşamıyor” gibi gerekçeler uydurmaya çalışan ülke gericiliğinin gerekçelerinin de elinden alınması anlamına da gelmektedir.

SONSÖZ: ÖZERKLİK BİRLİKTE YAŞAMA PROJESİDİR

Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Baydemir 10. Munzur Kültür ve Doğa Festivali’nde “Bizler Demokratik Özerklik Projesi’ni ‘Milli Beraberlik Projesi’ olarak görüyoruz” dediği ve Diyarbakır Belediyesinin önünde Türk bayrağıyla birlikte sarı kırmızı yeşil bayrağın dalgalanmasından söz ettiği için “vatan haini”, “bölücü” ilan edilip medya tarafından hedef haline getirilmişti. Bugün egemen güç odakları Kürt halkının özerklik talebini “üniter devleti tehdit eden bir talep” olarak görmekte/göstermektedir. Oysa Kürt ulusal hareketi yıllardır Türk halkıyla birlikte yaşamdan yana olduğunu söylemekte ve “demokratik özerkliği” eşit haklar temelinde birlikte yaşama projesi olarak savunmaktadır. Burada her şeyden önce şunu belirtmek gerekir ki, özerklik talebi üniter devletle çelişen bir talep değildir. Bunun en somut örneği, ülkenin 22 bölgeye ayrıldığı ve her bölgenin kendi yerel meclisi tarafından yönetildiği Fransa devletidir. Fransa gibi üniter yapısını koruyan bir diğer devlet de özellikle Kürt sorununun çözümü bağlamında Katalan ve Bask modelleriyle gündeme gelen İspanya’dır. 1978’de kabul edilen İspanya Anayasası’nın 2. Maddesinde : Anayasa, İspanyol ulusunun parçalanmaz birliğine, bütün İspanyolların ortak yurdunun bölünmezliğine dayanır; ulusu oluşturan milliyetlerin ve bölgelerin özerklik hakkını ve kendi aralarında dayanışmasını tanır ve güvence altına alırdenilmektedir.  Demek ki, özerklik talebi iddia edildiği gibi üniter devleti parçalayacak bir proje değil; aksine çözümsüzlük politikalarının İnegöl ve Dörtyol’da görüldüğü gibi giderek Türk ve Kürt halklarını karşı karşıya getirecek, halklar arasında ayrışmayı kışkırtacak boyutlara vardığı bir süreçte halkların yeniden birlikte ve güven içinde yaşamasını temin edecek bir taleptir.

Bugün çözüm yönünde açık-gizli çeşitli müzakerelerin/görüşmelerin yapıldığı bir dönemde, çözüm konusunda adı sıkça ‘model’ olarak telaffuz edilen İspanya’da sürecin nasıl işletildiğine kısaca bakmakta yarar var. İspanya’da 1973’te faşist diktatör Franco’nun ölümünden sonra yeni bir anayasa hazırlamak için Bask ve Katalan bağımsızlıkçıları, sosyalist, liberal, sosyal demokrat temsilcilerin yer aldığı 9 kişilik bir heyet oluşturulmuş; hükümet ‘yol haritası’nı bu heyetle birlikte hazırlamıştır. Bu çalışmaların bir sonucu olarak 1978’de Bask, Katalan, Galiçya ve Navara bölgelerine özerklik hakkını tanıyan yeni bir anayasa yapılmış ve genel siyasi af çıkartılmıştır. İspanya’da özerk bölgelerin statüsü ve işleyişini Basklı tarihçi ve gazeteci Manuel Martorell şöyle anlatıyor: “Bu özerk yönetimlerin kendi hükümetleri var. Özerk parlamentosu var. Kendine ait bir yargı kurumu var, yüksek mahkemesi var. Bask bölgesinin, Navara’nın ve Katalonya’nın kendi polis güçleri var. Bunlar herhagi bir polis gücü değil, güçlü polis örgütleridir. Vergilerin toplanması konusunda da otonomi hükümetinin söz sahibi olduğu alanlar var. Bazı vergiler sadece otonomi hükümetine ait. Bazı vergileri ise merkezi hükümet ile otonomi hükümeti ikisi topluyor. İkisi arasında pay ediliyor. Eğitim, ekonomi, sağlık, ulaşım, yargı, kültür, turizm, ormanların işletilmesi, karayolları, spor vb. alanlar otonomi hükümetinin yetkileri içindedir. Bölgeyle ilgili önemli yetkileri otonomiler kendileri icra ediyor. Örnegin, Bask bölgesindeki demiryollarının işletmesi, denetlemesi tamamen Bask hükümetine aittir. Her otonominin kendi bayrağı var.(…) İspanya’da kendilerine ait dilleri olan otonomiler, kendi dilleriyle eğitim yapıyorlar. Bu otonomilerde eş resmi dil var. Kendi dilleri de resmi dildir. Eğitim sisteminde iki dilde farklı modeller var. Her bölgede aynı değil, ama temel olarak çift dilli bir eğitim sistemi var.” 10

Sonuç olarak UKKTH, ulusların birlikte ya da ayrı ama eşit haklar temelinde birbirleriyle dostane ilişkiler geliştirmesini sağlar; milliyetçi ayrışma ve çatışmaları etkisizleştirerek işçi sınıfının ve emekçi halk kitlelerinin ortak mücadele koşullarını sağlar. Ülke egemenlerinin Kürt sorunu konusundaki 80 yıllık pratiği, ulusal baskı politikasının, Kürt halkını yok sayma ve Türklük içinde eritme uygulamalarının birlikte yaşamayı değil, aksine her iki ulus içinde ayrışma, milliyetçi çatışma ve bölünme eğilimini güçlendirdiğini göstermiştir. Bugün bu eğilimleri etkisizleştirmenin yolu, Kürt ulusal hareketinin temsilcileriyle görüşmelerin devam ettirilmesi ve “demokratik özerklik” talebinin karşılanmasıdır. Açıktır ki, Kürt halkının eşit haklar temelinde birlikte yaşamak için talep ettiği “demokratik özerklik” değil, bu talebin “acaba bölünür müyüz?” ve benzeri kaygılarla reddedilmesi ülkeyi bölünme noktasına getirecektir.  Bu bakımdan  “demokratik (bölgesel)özerklik” talebi sadece Kürt ulusal hareketinin değil; halkların ve Türk-Kürt her milliyetten işçi ve emekçilerin ortak mücadelesine dayalı demokratik bir gelecek inşa etmek üzere başta her milliyetten işçi sınıfının partisi olmak üzere bütün emek, barış ve demokrasi ve halk güçleri tarafından sahiplenilmelidir.

 

KAYNAKÇA

1 Stalin, Marksizm ve Ulusal Sorun (Lenin-Stalin), Evrensel Basım Yayın-İst, s.14.

2        François Georgeon, Osmanlı-Türk Modernleşmesi, YKY-İst, 2006, s. 5.

3        TBMM Gizli Celse Zabıtları Cilt:3, İş Bankası Yay., s. 550-551

4        Ahmet Mesut, İngiliz Gizli Belgelerinde Kürdistan 1918-1958, DOZ Yayınları, sf.138-139

5        Stalin, Marksizm ve Ulusal Sorun, Evrensel Basım Yayın, s. 24-25

6        Stalin, age, Sf. 25

7        Lenin, age. Sf.103

8        Öcalan, 20.08.2010 Görüşme Notları. www.gundem-online.net

9        M. Karayılan, ANF Röportajı, 13.09.2010

10) Manuel Martorell, Günlük Gazetesi, 23.08.2010

*Prokrustes: Yunan mitolojisinde yolcuları durdurup demir yataklara yatıran ve kısa gelirse çekerek uzatan, uzun gelirse keserek kısaltan, böylece onları işkence ederek sakatlayan Attikalı haydut.

AKP’nin Dış Politikası ve “Yeni Burjuvazi” İddiaları -1-

İran Devrimi’nin ilk yıllarına denk gelen bir dönemde, 12 Eylül rejimi sürerken, Türkiye bazı Batılı stratejistler tarafından “kalkan ülke” olarak tanımlanıyordu. Devrimci tehlike kaynağı olarak görülen ve bu özelliği SSCB’nin yanı sıra İran’la da pekişmiş olan Doğu’ya karşı Batı’nın, savunmasının ilk hattı Türkiye idi.

Henüz iki kutuplu olan dünyada en önemli tehditlerden biri olan Sovyetlerden ya da yeni bir “devrim ihracı” kaynağı olan İran’dan gelecek saldırıyı göğüsleyecek ilk “Batı ülkesi” Türkiye idi.

“Batı’nın en doğusu, Doğu’nun en batısı” olan bu coğrafya parçası, 80’li yıllarda henüz başlatılmış bulunan küreselleşme politikalarında “kalkan” rolüne layık görülmüştü. Ordusu güçlendirilmeli, füze kalkanları yerleştirilmeli, hem NATO için hem de ABD için üslerle donatılmalıydı. Fakat “kalkan” benzetmesi kısa sürdü. Bu kadar yatırım yapılacaksa, Türkiye, “Mızrak Ülke” olmalı diyenler çıktı. Batı’nın Doğu’ya karşı girişebileceği “demokratikleştirme ve özgürleştirme” operasyonlarında başlıca vurucu-delici güç alarak kullanılmasını önerenler, yapılacak siyasi ve ekonomik yatırımın karşılığını bu biçimde almayı daha uygun görüyorlardı.

Bu tartışmalar fazla uzamadı, Sovyetler Birliği’nin yıkılışı gerçekleştikten sonra, eski “Köprü Ülke” kavramı yeniden dolaşıma sokuldu. Bu kavramı yeniden raftan indirenlere göre, Türkiye’ye tarihin ve coğrafyanın verdiği asıl rol, Doğu ile Batı arasında köprü olmaktı…

Bütün bu benzetmeler, Türkiye’de siyasi iktidarın nitelikleri ne olursa olsun, Batı’nın ihtiyaçları değiştikçe az çok değişebilen fakat temel özelliği değişmeyen bir “eksen”e işaret ediyordu. Bu, uluslararası çapta Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunu resmileştiren Lozan Antlaşması’ndan sonra kesinleşen ve Türkiye’nin dünyadaki yerini ve yönünü belirleyen temel ilkelere dayanan bir eksendi ve bu açıkça “Batı’dan yana” idi.

Batıyı temsil eden, daima egemen emperyalist güçtür ve Türkiye, hemen her dönemde “hâkim gücün kim olduğuna” bakarak dış politikasını belirlemiştir. II. Emperyalist Savaş süreci bu bakımdan tipiktir. Henüz kimin kazanacağı belli değilken, faşist Mihver Devletleri ile (Almanya, Japonya ve İtalya) Müttefikler (ABD, SSCB, Birleşik Krallık) arasında “tarafsız” kalmış, zaman zaman Almanya ilerlerken Alman yanlısı olmuş, Hitlerci propagandayı resmen desteklemiş, Yahudi azınlık üzerinde ciddi baskılar kurarak uzaktan selam göndermiş, faşizmin yenilgisi kesinleştikten sonra Almanya’ya karşı savaş ilan etmiş, içeride de Türkçü-Turancı faşistleri tutuklamıştır.

Savaş sona erdikten sonra, ABD’nin yanında ve onun müttefiki olarak dünyadaki temel çelişmeler karşısındaki politikasını belirlemiş, NATO’ya girmek için siyasi ve ekonomik bütün imkânlarını seferber etmiş, nihayet bunda “başarılı” olmuştur. NATO üyeliği mücadelesi aynı zamanda iç politikada şiddetli bir antikomünist propaganda ile birlikte yürütülmüş, SSCB’ye karşı düşmanlık bir iç politika sorunu olarak ele alınmış ve NATO üyeliği ülkenin “komünist tehdide” kaşı savunulmasının temeli olarak gösterilmiştir.

Bununla birlikte, emperyalist sermaye ihracının geniş bir alanı haline gelen Türkiye aynı zamanda bağımlı yönleri ağır basan bir kapitalist gelişme yoluna da girmiş, ithal edilen sermayenin genişletilmiş yeniden üretimi sürecinde, temel üretim araçlarında ve tekniklerinde gelişme olmuştur. Tarımda nispi makineleşme sağlanırken, ülke çapında karayolları, limanlar, hava limanları, enerji santralleri inşa edilmiş, enflasyonist para politikalarıyla “vatandaşın cebi para gördü!” denilen “kalkınma süreci”ne girilmiştir. 1950’li yılların efsanevi “kalkınan Türkiye” propagandasının ve bunun mimarı olarak bilinen Adnan Menderes’in popüler yükselişinin ardında yatan gerçek, Türkiye’nin dünyada kendisine emperyalist kampı seçmiş olmasıyla, batı sermayesiyle organik bir bütünlüğe yönelmiş olmasıyla ilgilidir.

Tümüyle bu gelişmelerle bağıntılı olarak, dünyanın sosyalist ve kapitalist iki kampa bölündüğü bir zamanda, kapitalist-emperyalist sisteme her yönüyle bağımlı hale gelen Türkiye’nin Lozan’da belirlenen ana yönü ve ekseni kolayca değiştirilemeyecek bir kesinlik kazanmıştır. Bu kesinliği sağlayan iki unsur, ekonomik ve siyasal bağımlılıktır. Türkiye’nin egemen burjuvazisinin temel hayat kaynağı her zaman emperyalist sermaye dolaşımının ağı içinde olmuştur ve bugün de böyledir. Siyasal bakımdan ise, askeri yönden güçlendirilmiş bir bağımlılık söz konusudur. Hükümetlerin tercihlerinden ve programlarından tamamen bağımsız olarak, devlet yapısı ve politikaları ana çizgileriyle emperyalizmin hedeflerine göre şekillenmektedir. Bunun değiştirilebilmesi ancak ve ancak, emperyalist sermaye ilişkilerinden kopmuş, siyasal ve ekonomik olarak bağımsız bir işçi ve emekçi iktidarıyla mümkündür.

 

BİR ŞEYLER DEĞİŞİYOR MU?

Son zamanlarda, özellikle AKP hükümeti döneminde Türkiye’nin Batı’dan ve bu ilişkiler çerçevesinde şekillenmiş devlet yapısından ayrı, hatta ona karşıt bir yol izlemeye yöneldiği, bunun kaynağında da yeni gelişmekte olan Anadolu burjuvazisinin eğilimlerinin bulunduğu yolunda kimi analizler yapılmaktadır.

22. 07. 2010 tarihli Taraf gazetesindeki köşesinde Ahmet Altan, epeydir konuşulan bu sınıf tahlilini güncel bir çerçeveye oturtarak bir yorum aracı haline getirdi.

Özetle diyor ki:

“Türkiye bir altüst oluştan geçiyor.

Öncelikle sermaye el değiştiriyor.

Bütün varlığını ‘devletle ticarete’ borçlu olan, onun için de devletin karşısında boynu bükük duran ‘büyük şehir zenginlerinin’ yerini devletle hiçbir bağı olmayan, dik başlı ‘Anadolu zenginleri’ alıyor.

Bu yeni zenginler siyasete ve medyaya giriyorlar.

Dünyayla iş yaptıkları için dünyayı tanıyorlar, ‘muhafazakâr’ kimlikleri üzerinden halkla daha gerçek bir ilişki kuruyorlar, hak ettiklerine inandıkları iktidarı istiyorlar ve ‘muhafazakâr’ bir yaşam tarzına sahip olmalarına rağmen ‘küreselleşmiş’ bir dünya algısını zihinlerine yerleştiriyorlar.

İktidarı ancak ‘demokrasi’ içinde elde edebileceklerini kavradıklarından da daha demokratlar.

Bu yeni zenginler, Türkiye’nin ‘Cumhuriyet kurulduğundan’ beri sahip olduğu ‘tek başlı’ mutlak iktidar yapısını çatlattılar.

Ordu, yargı, CHP, ‘devlet zengini’ dörtlüsüne karşı daha ‘demokrat’, daha ‘dünyacı’ ve daha ilerici bir yapıyla ortaya çıktılar.

Şimdi, biri halkın, diğeri devletin desteğine sahip bu ‘iki sermaye grubu’nun çatışmasını yaşıyoruz.

‘70’li yılların başından itibaren, Türkiye’de yeni ve farklı özellikler taşıyan bir burjuva katmanın oluştuğuna dair tezler, özellikle Necmettin Erbakan başkanlığındaki “Milli Görüş” hareketinin doğuşuyla itibar kazandı. 12 Mart darbesine giden süreçte düşünce iklimine hâkim olan Marksist eğilimlere paralel olarak, burjuva yazarları ve teorisyenler arasında sermayenin yapısı ve gelişme eğilimleri hakkında buna benzer, “sınıf analizi” soslu görüşler yayılmaya başlamıştı. Esas olarak, Erbakan hareketinin sınıf karakteri hakkında bir kuşku yoktu; burjuva idi bu hareket… Fakat özellikle tekelci burjuvaziyi temsil eden Koç, Eczacıbaşı, Sabancı gibi büyük ailelerin siyasi ve ideolojik eğiliminden farklı, hatta onların yaşam tarzlarına ve uluslararası ilişkilerine karşıt özellikler taşıyordu, sonuçta da siyasi iktidar programı bakımından köklü değişiklikler vaat ediyordu. Hareketin çözümlenmesinin vardığı sonuç, bu hareketin gelişmekte olan yeni Anadolu burjuvazisinin eğilimlerine karşılık düştüğü oldu.

Bu yeni yükselen ve giderek ticaretten sanayiye doğru alan değiştirerek büyüyen burjuvazinin kaynağında, Anadolu’nun hâlâ önemli ölçüde feodal ilişkiler içinde olan tüccar sermayesi bulunuyordu ve bu sermaye, yapısal olarak ve genel bağlantıları bakımından büyük sanayi sermayesinden farklıydı.

AKP’nin esas olarak Erbakan hareketinin bir devamı olduğu noktasından hareketle, bu çözümleme yeniden hatırlanıyor ve Ergenekon davasından, orduyla ilişkilere, uluslararası stratejilerden, borsa-finans dünyasına kadar her alanda hükümetin icraatı bu perspektiften yorumlanmaya çalışılıyor.

Farklı yazıların konusu olması gereken bu alanlara girmeden, yalnızca konumuz olan “Eksen Kayması” sorunuyla ilgili olarak bu “yeni burjuvazi” sorunu üzerinde duracağız.

“YENİ BURJUVAZİ” NE KADAR YENİ?

Dr. Hikmet Kıvılcımlı, Anadolu ticaret burjuvazisinin geçmişini Asur’lara kadar uzatır. “Asur-Babil artığı” olarak gördüğü bu sınıfın siyasi ve ideolojik eğilimlerinin daima en “geri” olanı temsil ettiğini ileri sürer. Burada gerçek olan şudur ki, ticaret, Anadolu’nun en eski toplumlarının tanıdığı bir ekonomik etkinliktir ve yalnızca Ortadoğu çapında değil, İpek ve Baharat yolları dolayısıyla eski dünyanın bütün ülkelerini, kıtalarını birleştiren bir konumda bulunmaktadır. Şu halde, mevcut ticaret burjuvazisinin köklerini istediğimiz kadar derine indirebiliriz; ama bu günümüzü açıklamak bakımından anlamlı ve bilimsel gerçekliğe uygun bir çaba olmaz. Osmanlı İmparatorluğu’nun tarihsel ve ekonomik koşulları, geniş çapta bir sermaye birikiminin oluşmasını ve özellikle bu sermayenin sanayi sermayesi haline dönüşmesini mümkün kılmamıştı. Ticaret, sermaye birikiminin esas kaynağını oluşturmaya çok uzun yıllar devam etti. Bunda, Osmanlı İmparatorluğu’nun İstanbul’un ele geçirilmesinden itibaren esas varlığını fetih üzerine kurmuş olmasının, fetihlerin başlıca hedefinin de daima ticaret yollarının düğüm merkezlerine yönelmesinin de payı vardı. Başlıca limanlar ve Asya ile Avrupa’yı bağlayan ticaret ve ulaşım yolları üzerinde hâkimiyet kurmaya çalışmak Osmanlı İmparatorluğunun yayılma politikasının ana çizgisini oluşturmuştur. Yolların tıkanması veya başka güçlerce ele geçirilmesi gerileme ve çöküş süreçlerinin başlangıcıdır.

Bu kısa özet, Anadolu’da siyasal ve ideolojik süreçleri etkileyen bir güç olarak neden ticaret burjuvazisinin önemli olduğunu anlamaya yeterlidir.

Ancak, 1950’li yıllardan başlayarak, emperyalist sermayenin yoğun biçimde girişi ve bunun etkisiyle belli ölçülerde sanayileşmenin hızlanmasıyla, Anadolu’ya hâkim olan bu güç, geleneksel kaynaklarından koparak hızla emperyalizme bağlı finans kuruluşlarının, bankaların ağı içinde yer almaya başladı. Başka türlüsü zaten mümkün değildi. “Milli Banka” kavramının önemli olduğu dönem boyunca (‘50’li ve ‘60’lı yıllar) kendine kaynak yaratma arzusundaki esnaf ve zanaatkâr devlet desteğiyle geleneksel köklerini koruyarak ayakta durmaya çalışmıştır. Henüz o yıllarda, büyük ölçüde lonca ve çarşı düzeninin kalıntılarının hâkim olduğu bir süreçte, bu gibi banka girişimlerinin kısmen etkili olduğu söylenebilir. Üretici köylülüğü de kapsayan bu kredi akışı, “kapalı devre” çalışan Anadolu pazarının ihtiyaçlarını kısmen karşılayabiliyordu. Menderes ve Demirel dönemlerinin üretim hacmini ve pazarı genişleten enflasyonist politikalarıyla, Anadolu’da ticaret kökenli burjuvazinin palazlanmasını, geleneksel sınırları fazla zorlamadan sağlayan bu gelişme, bu kesimin siyasi eğilimlerini DP-AP-ANAP ve son olarak da AKP çatıları altında ifade etme yolunu açmıştır. Bu “geleneksel siyasal tercih” çizgisinin incelenmesi bu yazının konusu dışındadır.

Türkiye’de kapitalizmin gelişmesine paralel olarak, Anadolu ticaret burjuvazisi olarak adlandırılan kesim de gittikçe daha yaygın pazar olanaklarına ve kapitalist sistem içinde daha etkili bağlantılara kavuşmuştur. Bir bölümü, acentecilerin acentecisi (beyaz eşya, otomobil, tarım makineleri, tekstil vs. dükkâncıları) olmaktan çıkarak, yerel sanayi işletmelerinin sermayedarları mevkiine yükselmiş, özellikle Kayseri, Gaziantep, Bursa gibi illerde, önceleri yan sanayi ürünleri üreticisi, sonra da ihraç edilebilir meta üreticisi konumuna yükselmişlerdir.

Fakat önemli olan, bu burjuva kesimin örneğin Ahmet Altan’ın dediği gibi, “bütün varlığını ‘devletle ticarete’ borçlu olan” burjuva kesimden farklı “devletle hiçbir bağı olmayan, dik başlı ‘Anadolu zenginleri’” olup olmadığıdır.

Önce, tam adıyla söyleyecek olursak, Türkiye tekelci burjuvazisinin, yani Ahmet Altan ve benzerlerinin “büyük şehir burjuvazisi” dediği kesimin, bütün varlığını devletle ticarete borçlu olup olmadığına bakalım. Kısaca ve özetle, Türkiye tekelci burjuvazisi varlığını, elbette büyük ölçüde devletin de desteğiyle, emperyalist sermayenin genişletilmiş yeniden üretimi sürecine borçludur. Devlet karşısında boynu bükük değildir, aksine devlet politikaları üzerinde belirleyici bir etkisi vardır.

Temel yanılgı, devletin burjuvazinin bir aygıtı olduğunu söylemekle, onu burjuvazinin güncel ve özellikle etkili bir kesiminin çıkarlarının dolaysız temsilcisi ve savunucusu olduğunu düşünmekten kaynaklanıyor. Devlet, burjuvazinin bir kesiminin değil, bir bütün olarak sistemin savunucusudur. Kapitalist sistemin ve bir bütün olarak onun kurumlarının ve işleyişinin korunup kollanması devletin işidir. Bu işlevini yerine getirirken, bazen burjuvazinin bir kesiminin, bazen başka bir katmanının güncel ve kısa dönemli çıkarlarıyla çatışabilir, çelişebilir. Bir kesimin çıkarlarını, dönemsel olarak diğerinin çıkarlarına üstün tutabilir. Ama esas olarak sınıfın tümünün ve kapitalist sisteminin ta kendisinin koruyucusudur. Bir zamanlar çok revaçta olan “oligarşi” teorileri bu bakımdan yanlıştı. Şimdi de bazı liberaller, özellikle ordu ile ilgili tezlerinden ve devletle özdeşleştirdikleri orduya karşı bazı liberal politikaları savunurken, “oligarşik diktatörlük” kavramından açıkça esinlenmektedirler. Bu görüşün ana yanlışı, devleti burjuvazinin çok sınırlı bir kesiminin, birkaç ailenin ve toprak ağaları ve aşiretlerin emir komutasında görmekti. Bunun dışında kalanlar da devletin, siyasetin dışında görünüyorlardı. Oysa tekrarlarsak, devlet bir bütün olarak sistemle ilgilidir ve elbette kimi burjuva grupların onun üzerinde egemen olma mücadelesi vermesine karşın, uzun vadede ve temel olarak sistemin kalıcılığıyla ilgilidir.

Bu açıdan bakılınca, “Anadolu’nun dik başlı burjuvalarının”, kısa vadeli kimi güncel çelişmeler bir kenara bırakılırsa, devletle herhangi bir sorunu yoktur ve devletin korumakla görevli olduğu sistem onların da içinde yer aldığı sistemdir.

Tabii ki, bu gerçekler karşısında “biri halkın, diğeri devletin desteğine sahip bu ‘iki sermaye grubu’nun” çatışmasını yaşadığımız tespiti de tümüyle temelsizdir.

DIŞ POLİTİKA’DA EKSEN MESELESİ VE “YENİ BURJUVAZİ” KAVRAMININ BİR KEZ DAHA GEÇERSİZ KALMASI

AKP’nin ikinci döneminde gözlenen en önemli değişiklik, uzun süre danışmanlık koltuğunda oturan Ahmet Davutoğlu’nun Dışişleri Bakanı olarak, kendisine özgü teorilerini uygulamaya çağırılmasıdır.

Bu arada, ABD’nin Ortadoğu politikalarını gözden geçirdiği, Irak merkez olmak üzere yeni bir tasarı geliştirdiği koşullar da doğmuştu.

Davutoğlu, entelektüel birikimi ve özel teorisyen yapısı ile kendisinden önceki Dışişleri Bakanlarından hayli farklı bir görüntü veriyor. R.T.Erdoğan’ın danışmanlığını yapmadan önce başkanlığında bulunduğu Bilim ve Sanat Vakfı, Ortadoğu, İslam Dünyası küreselleşme süreçleri üzerine araştırmalar ve yayınlar yapan bir kuruluş olarak dikkat çekiyordu. Bünyesinde topladığı genç akademisyenler ve araştırmacılar yeni bir dış politika teorisini geliştirmekle görevlendirilmiş gibiydiler. İlgi alanları ve eğitimleri çoğunlukla Doğuya yönelikti. Yayınları arasındaki DİVAN dergisi, teorinin oluşturulmasında ve yayılmasında başroldeydi. Vakıf ve dergi halen Davutoğlu olmaksızın aynı hedefler doğrultusunda çalışmalarına devam ediyor. Son zamanlarda, Kartal-Cevizli Tekel Fabrikası arazisinde özel üniversite kurmak üzere atağa geçti. Tekel Fabrikası’nın vakfa ücretsiz verildiğine dair bilgiler var. Dava açılmış ama sonra Tek-Gıda iş Sendikası davadan vazgeçmiş… Bu da konumuz dışı ama geçerken değinmiş olduk.

Davutoğlu, “Makyavel’i Kissinger’a bağlayan hâkim Batılı siyaset felsefesinin kavramsal zeminine vâkıf, realist dış politika uzmanlarından biri” olarak tanımlanıyor ki bu, onun küreselleşme patronları ile İslam dünyası arasında bir “köprü” olarak taşıması gereken özelliklerin güzel bir özetidir.

Öyleyse, bu nadide politikacının temsil ettiği eğilimin, “Anadolu’nun bağrından kopup gelen dik başlı burjuvazi” ile ilişkisini sorgulayabiliriz.

Medreselerin yerine özel fen liselerinin ve üniversitelerin kullanılmasının ve buralarda geleneklerine ve inançlarına bağlı tarikat mensubu ailelerin çocuklarının eğitilmesinin daha akıllıca olduğunu keşfetmek, uzun “Soğuk Savaş” yıllarında Amerika’da ve Avrupa’da Müslüman ve antikomünist aydın-yönetici yetiştirme programlarının etkisiyle Türkiye’ye gelmiştir. Evet, bu insanlar dinlerine, kitaplarına bağlı olmalılar, ama aynı zamanda bilimin, özellikle mühendislik bilimlerinin eğitiminden de geçmeliler ve eski sömürgecilik geleneklerine göre batının çoktan bildiği usullerle metropol ülkelere kopmaz bağlarla bağlanmalılar. Yeni nesil (özellikle 70’li 80’li yıllarda üniversite öğrenimi gören) genç, zeki ve çalışkan seçilmiş tarikat mensuplarının çok iyi eğitim almaları bu anlayışla önemsendi ve gerçekleştirildi. Davutoğlu’na bu özel program çocuklarından biri olarak iktisat ve siyaset bilimi okutuldu. Amerika’da uzun süre özel eğitim programlarına katıldı. Zeki, çalışkan ve inançlı olmasının yanı sıra, emperyalist metropolün değerlerine de sımsıkı bağlı olarak göze girdi. Büyük olasılıkla yalnızca bir “memur” olarak değil, Amerika’nın derin stratejilerinin kurucu kadrolarından biri olarak değerlendirildi. Tıpkı “Anadolu’nun yeni burjuvaları” gibi, farkında bile olmadığı bin bir bağla emperyalist sisteme sıkıca bağlandı.

Yine, tıpkı onlar gibi, yaptığı her şeyi memleketi ve ümmeti için yaptığını düşünürken, büyük patronun çıkarlarıyla uyumlu, sistem içi ilişkilere özenli ve çıkarları uzlaştırmaya çalışarak ilerlemenin en doğru yol olduğuna inandı. Eğer herhangi bir eylem, ülkesinin ve halkının çıkarlarına uyuyorsa, bunun aynı zamanda Amerikanın da çıkarlarına uygun olması gerektiğini öğrendi. Biri diğerini asla dışlamamalı, her halükarda, Amerika’nın onayı alınmalıydı. Bu bazen sıkıcı derecede uzun çabaları gerektirebilirdi ama neticede ABD ikna edilmeden herhangi bir adım atılmamalıydı. Bunu iyi öğrenmişti.

Anadolu’nun yeniyetme burjuvaları, “küresel sermaye sisteminin” büyük ve kaçınılmaz gücünü, bankalarla ilişkilerinden, uluslararası ticaretten, bütün dünyayı kucaklamış kapitalizmin en ücra köşelerde bile karşılarına çıkmasından öğrenmişler, birlikte yaşamanın ve birlikte sömürmenin büyük ve genel bir uzlaşma gerektirdiğine inanmışlardı. Sermayenin dini, imanı, milliyeti olmazdı… Bunu kabul etmek ve buna göre paranın akış yönünde ilerlemek gerekiyordu. Yine kalbinizin bir köşesinde, ümmetinizin istikbali için duyduğunuz endişe, merhametli bir dünyaya özlem gibi duygular yaşasın; ama paranın dünyasında ne yapılması gerekiyorsa o da mutlaka yapılsın! Bunlar çelişir mi? Çelişirse çelişsin; ona kitapta bir yer nasıl olsa bulunur, ama işler aksamasın, krediler kesilmesin, ihaleler bozulmasın, kasalar dolmaya devam etsin.

Davutoğlu’nun politik çizgisi de bu kurnazlıklarla dolu ve çıkar hiyerarşisine uyum kaygısıyla diri tutulan ilişkiler içinde şekilleniyor.

Devlet ve Demokrasi

Epeyce tartışmalı geçen bir referandum geride kaldı. Referandum 12 Eylül Anayasa’sının 26 maddesinde değişiklik yapılmasını içeriyordu. Bu anayasa değişiklikleri yüzde 58’lik bir oranla kabul edildi. Bununla birlikte hükümet ve liberaller tarafından “çözüleceği” iddia edilen sorunlar daha da ağırlaşarak varlığını sürdürmeye devam edecek. Hatırlanacağı gibi, hükümetin dümen suyundaki liberaller, referandumun, demokrasi ve “vesayetçi” devlet arasında var olduğunu iddia ettikleri ilişkiyi “demokrasi” lehine çözeceğini ileri sürmekteydiler. Ancak süreç içinde daha iyi anlaşılacaktır ki, bugün ortaya çıkmış olan tablo, demokrasi yönünde değil, yürütmenin yetkilerinin arttığı daha merkezi bir devlet yapılanması lehine olmuştur. Gerici devlet yapısı tüm kurumları ve organları ile ayakta durmakta, ancak bunların konumları ve aralarındaki ilişkiler halkın aleyhine, büyük sermayenin lehine adeta yeniden yapılanmaktadır. Üstelik bütün bunlar, “demokrasi”, “daha fazla özgürlük” adına yapılmıştır.

Ama vurgulamak gerekir ki, daha merkezi ve otoriter bir devlet yapısı, sadece AKP’nin değil, genel olarak büyük sermayenin ve gericiliğin istediği bir yapıdır. Çünkü hem uluslararası hem de işbirlikçi sermaye, sermayenin çıkarları için daha kolay ve hızlı kararlar alabilen, önlerindeki her türlü engeli ortadan kaldıran bir devlet yapısı istemektedir. Durum böyle olunca, yaşanılan bütün bu süreci ve bu süreçte yapılan tartışmaları, demokrasi sorunu açısından, demokrasi devlet ilişkisi açısından yeniden irdemek zorunlu hale gelmektedir. Bu irdemeyi yaparken, somut, güncel tartışmalar üzerinden giderek yapmak, sorunun anlaşılmasına daha iyi hizmet edecektir.

DEVLET KURUMLARININ OLUŞMASI VE DEMOKRASİ

Demokrasi tartışılırken, öncelikle bu sorunu gerçek zeminine oturtmak gerekir. Sınıflı toplumlarda demokrasi üzerine genel laflar etmek, azınlık ve çoğunluk üzerine ahkâm kesmek, bu sorunun anlaşılmasına en ufak bir katkı sağlamayacaktır. Demokrasi bir devlet biçimidir ve dolayısıyla devletin yönetim biçimlerinden birini ifade etmektedir. Devletin, egemen sınıfın sınıf egemenliğini güvenceye aldığını, bir sınıfın diğer sınıf üzerindeki diktatörlüğünü ve örgütlenmiş zorunu ifade ettiğini biliyoruz. Modern burjuva toplumunda demokrasi denildiğinde ise, kastedilenin burjuva demokrasisi olduğunun altını kalınca çizmek gerekiyor. Burjuva demokrasisi, sermayenin egemenliği üzerinde yükselmektedir ve burjuvazinin sınıf hakimiyetini güvence altına alır. Her devlet biçimi gibi, demokrasi de zorun örgütlenmiş olarak, sistemli biçimde yönetilen alt sınıflara uygulanmasıdır. Ama bu zor, yasallığı ve görünüşte eşitliği kendisine zırh edinmiştir.

Farklı sınıflara bölünmüş toplumlar kuşkusuz bu aşamaya birden bire gelmemiş, onu “icat” etmemiştir. Tarih boyunca sınıfların karşılıklı mücadeleleri ve ilişkileri, sınıf hakimiyetini olduğu gibi, bunun biçimini de belirlemiştir. Örneğin, en parlak döneminde, antik Yunanistan’da, köleci bir sistem egemendi ve ülke demokrasi ile yönetiliyordu. Ama nüfusun önemli bir kısmını oluşturan köleler –Atina’nın en gelişmiş döneminde kölelerin sayısı özgür yurttaşların sayısının yaklaşık on katı olarak tahmin ediliyordu–, ne oy kullanabiliyor, ne de yurttaşlara tanınan diğer temel haklardan yararlanabiliyordu. Bu, köleci bir demokrasi idi.

Feodal toplum, gelişmesinin ileri aşamalarında, toprak aristokrasisini temsil eden feodal soylular ve kral arasındaki ilişkilerin ürünü olan meşruti yönetim biçimlerini merkezi düzeyde geliştirdi. Şehirler kısmen kendi yönetim biçimlerine sahip oldu vb. Ama bu sistemde toprağa bağlı olarak yaşayan serfin –köylünün, toprak kölesinin– kaderi, toprak beyinin iki dudağı arasındaydı. Kral ve soylular arasındaki ilişkileri düzenleyen kurullar vb., üst sınıfların yönetim üzerindeki kayıtsız şartsız tekelini ifade ediyordu.

Kapitalist ilişkilerin gelişmesi ve yaygınlaşması, burjuvazinin bir sınıf olarak oluşması ve yönetimde söz hakkı talep etmesi, burjuva devrimleri çağını başlattı. Burjuvazi, genel olarak büyük toprak mülkiyetine dayanan soyluluğa karşı eşitlik ve özgürlük sloganlarıyla halkı yedeklemeyi başardı ve kendi sınıf egemenliğini kurdu. Bu mücadeleler içerisinde halk yığınları ve gelişmekte olan işçi sınıfı politik mücadele deneyimi edindi, bütün bu mücadeleler sonucunda parlamento vb. kurumlar oluştu. Burjuva demokrasisi, genel olarak burjuvazinin sınıf hakimiyetinin en saf biçimi olarak –serbest rekabetçi kapitalizm döneminde– şekillendi ve kuruldu.

Burjuvazinin sınıf egemenliğinin tam ve gelişmiş bir biçimi olarak burjuva demokrasisinin daha önceki yönetim biçimlerinden temelde ayrılan bir özelliği bulunuyordu. Bu sistemde, yurttaşlar, yasa önünde “eşit ve özgürdü.” Örneğin basın serbestti. Ancak tüm basımevleri, kâğıtlar, dağıtım aygıtları vb. burjuvazinin tekelindeydi ve bu, alt sınıflar için basın özgürlüğünü ulaşılamaz bir hale getiriyordu. Belirli kısıtlamalarla da olsa, seçme ve seçilme hakkı kazanılmıştı, ama aday olmak, bir seçim kampanyası yürütmek ancak büyük paralarla olanaklıydı vb. Bunların da üzerinde, büyük burjuvazi ve mali sermaye, devletin her kurumunu kendi lehine kullanma, her düzeyde memuru satın alma imkânına sonuna kadar sahip durumda ve bu durum burjuvaziye kesin bir hakimiyet getiriyor. İşçi sınıfının ve halk yığınlarının burjuva demokrasisinin kâğıt üzerinde getirdiği bu haklardan kısmen de olsa yararlanabilmesi için büyük mücadeleler vermesi, kendi hareketlerini ve eylemlerini geliştirmeleri gerekiyordu.

Tam da burada, bir yanılgıyı ortaya koymak gerekiyor. Burjuva demokrasisinin gelişmesi ve egemen olması, burjuvazinin emekçi halka bir hediyesi değildir. Burjuva demokrasisinin gelişmesi ve egemen olması için işçi ve emekçi halkın büyük mücadelelere girmesi gerekmiştir. Bugün yasalara giren pek çok hak ve özgürlük, halkın ayaklanmalara da varan mücadelelerinin sonucunda gerçekleşmiştir. Özellikle büyük burjuvazi, bu mücadelelerde ya doğrudan karşı safta yer almış ya da yatıştırıcı bir rol oynamıştır. Burjuvazinin radikal kesimleri, özellikle de küçük burjuvazi, zaman zaman halkın önünde yürümüş, halkla birlikte demokrasi ve özgürlük istemlerini “burjuva devriminin bu ideallerini” savunmuş, onların taşıyıcısı olmuştur. Bütün bu sınıf mücadeleleri, burjuva demokrasisine bilinen temel özellikleri kazandırmıştır. Kısacası, büyük halk kitlelerinin alttan gelen girişkenliği olmadan, ciddi hiçbir tarihsel, toplumsal sorun köklü bir çözüme kavuşturulamamıştır.

Büyük Fransız Devrimi’ne ilişkin yapılan şu tespitler bu durumu çok iyi açıklıyor: “Parisli sansculotte’lar 14 Temmuz’da Bastille’i ele geçirmiş olmasalardı Ulusal Meclis’in ayaklanması kralcıların süngüleriyle bastırılacaktı. Çıplak kollular –dönemin işçilerini tanımlamak için kullanılıyor– 5 Ekim günü Versailles’a yürüyüp Meclis’i zorlamış olmasalardı, İnsan Hakları Bildirgesi asla onaylanmayacaktı. Kırsal bölgelerden gelen karşı konulması imkânsız baskı olmaksızın, Meclis, 4 Ağustos 1789 gecesi feodal mülkiyet haklarına –yine de ürkekçe– saldırmaya cesaret edemeyecekti. 10 Ağustos 1792’de güçlü bir kitle hareketi olmasaydı, feodallerin alacaklarının tazminat ödenmeksizin kamulaştırılması yasası asla çıkarılmayacaktı ve burjuvazi, cumhuriyet ya da genel oy hakkı gibi konularda duraksayacaktı.” (Fransa’da Sınıf Mücadelesi 1793-95, Daniel Guerin)

Emekçi sınıflarla demokrasi arasındaki bu ilişki bugün de geçerlidir. Bu mücadele bazen burjuva demokrasisini elde etme, bazen de onun sınırlarını aşarak ilerleme biçiminde hâlâ devam ediyor ve bu nedenle de bu yazının konusu olmayı sürdürüyor. Ama tüm bu mücadeleler sonucunda anlaşılan temel bir gerçek var ki, o da şu: Demokrasi mücadelesini, demokratik hareketi halk kitlelerinin genel çıkarlarına yakınlaştırma, onu üstte yapılan soyut, entelektüel tartışmalardan çıkarma görevi, günümüzde işçi sınıfının omzuna binmiş durumdadır. Demokrasi mücadelesini, halk demokrasisi ve halk devrimi mücadelesine doğru geliştirecek olan da budur. Büyük Ekim Devrimi’nin kanıtladığı gerçek de budur. Yoksa tarihsel gelişmenin de kanıtladığı gibi, burjuva toplumunda işçi sınıfı ve emekçi halk için tek bir “gerçek” özgürlük var ve bu özgürlük de, işgücünü patrona satma özgürlüğü, satış koşullarını belirleme özgürlüğüdür. Bu ise, patron tarafından dayatılan koşulları kabul etmeme durumunda, açlıktan ölme özgürlüğüne dönüşmüştür.

Burjuva toplumunda özgürlük gibi, eşitlik de bir hayalden ibarettir. Sömüren ile sömürülen arasında hiçbir biçimde gerçek bir eşitlikten söz edilemez. Demokrasi, biçimsel ve yasa önünde eşitlik getirmektedir. Sınıflar ortadan kaldırılmadan, sınıf farklılıkları kaldırılmadan, toplum üyelerinin üretim araçlarının mülkiyetine göre eşitliği sağlanmadan, gerçek bir eşitlikten söz edilemeyeceği ortadadır. Kolayca anlaşılacağı gibi, burjuva toplumunda işçi ve emekçi sınıfların önüne tek gerçek yol konulmuştur, bu da, mücadele yoludur. Buradan şu kesin sonuca ulaşılmaktadır, işçi sınıfı iktisadi köleliliğine son vermeden politikada üstünlük kuramaz. Ama iktisadi köleliğine son vermek ve haklarını genişletmek için de demokrasiye ihtiyaç duymakta, demokrasinin olmadığı ülkelerde demokrasi mücadelesi vermektedir.

Buraya kadar kısaca özetlenenler, burjuva toplumun olağan gelişmesini yansıtmaktadır. Türkiye gibi ülkelerde ise, burjuva demokrasisinin –kapitalizmin geç gelişmesi, emperyalizme bağımlılık ilişkileri vb.– egemen olmaması, sermayenin, egemenliğini burjuva diktatörlüğünün çeşitli biçimleri altında sürdürmesi gibi ek sorunlar, demokrasi mücadelesine farklı boyutlar katmaktadır. Bu nedenle, sürdürülen demokrasi mücadelesi, işçi sınıfının ve emekçi halkın alttan gelişecek girişkenliğini ve inisiyatifini artıran, onun eylemini kolaylaştıran bir zemin üzerinde gelişmek gibi özelliklere sahip olmak zorundadır.

Bütün bu söylenenler şu anlama gelmektedir ki, demokrasi sorununu, anayasa ve referandum meselelerini, bütün bunların devletle ilişkilerini, işçi sınıfı ve emekçi halkın eylemini ve tutumunu, bu tarihsel ve toplumsal gerçekler dışında ele alma olanağı bulunmamaktadır. Şimdi konuya bunların ışığında biraz daha yakından bakabiliriz.

GÜNCEL DEMOKRASİ TARTIŞMALARI

Çok iyi bilindiği gibi, anayasa değişikliği tartışmalarının yoğunlaştığı temel alanlardan birisi, Anayasa Mahkemesi’nin ve HSYK’nın oluşturulma biçimidir. Mevcut uygulamada Anayasa Mahkemesi üyeliğine atamaları cumhurbaşkanı yapmaktadır. HSYK üyeleri ise bütünüyle yüksek yargı tarafından seçilmektedir. Yapılan değişiklik ise, bu kurumlara ilişkin seçim ilkesini biçimsel olarak biraz daha genişletmekte, yürütmeye ve seçilmiş cumhurbaşkanına daha fazla müdahale alanı açmakta, onun belirleyiciliğini daha kesin hale getirmektedir. Buna rağmen hükümet ve onun dümen suyuna girmiş liberaller, burada, “demokrasi” ya da “yetersiz de olsa iyileştirme” bulmaktadırlar.

Oysa soruna biraz daha yakından bakıldığında, ortaya bütünüyle farklı bir tablo çıkmaktadır. Hem eski biçimiyle, hem de yenilenmiş haliyle yüksek yargı ve bütünüyle yargı sistemi, egemen sınıfların, büyük burjuvazinin halk üzerindeki egemenlik sisteminin en önemli halkalarından birisidir ve bu egemenliği güvence altına alan bir hukukun ve onun kurduğu bir sistemin üzerinde yükselmektedir. Bu sistemde yargının bağımsızlığından söz etmek ne olanaklıdır, ne de burjuvazi böyle bir şeyi kabul edebilir. İşte bu sistem içerisinde, görevleri ve işlevleri belirlenmiş yüksek yargı kurumlarının nasıl oluşturulacağının, üyelerinin nasıl belirleneceğinin “demokrasi” açısından ne gibi bir önemi olabilir? Ya da farklı egemen sınıf kliklerinin bu sistem içerisinde ne kadar etkinlik kuracakları mücadelesi, halkın sorunu olabilir mi?

Oluşturulmuş anti-demokratik yapının bu sorunu kendi içerisinde bir çözüme kavuşturması, bütünüyle sistemin kendi sorunudur. Farklı burjuva kliklerinin, devlet kurumları içerisinde daha fazla etkinlik kurma mücadelesinde halkı yedeklemeye çalışacağı tahmin edilebilir ve tarihin pek çok döneminde böylesi durumlara rastlanmıştır. Son anayasa tartışması da, AKP ve onun dümen suyundaki liberallerin, burjuvazinin yönetim sorunlarına, bu sorunlara ilişkin anlaşmazlıklara halkı yedekleme çabalarının nereye kadar uzanabileceğini açık seçik göstermiştir.

Hükümet ve bazı liberaller, parlamento çoğunluğunun, yüksek yargıyı yeniden yapılandırmasının demokrasiye uygun olduğunu iddia etmekte, demokrasi sorununu dar ve biçimsel seçim çerçevesine sıkıştırarak, “büyük demokratlar” pozlarında ortalıkta salınmaktadırlar. Onlara göre, her ne yolla olursa olsun, çoğunluk haline gelmiş olan karar alır, azınlık da buna uyar. Bu, burjuva partiler sistemi, mevcut seçim ve partiler kanununun kutsanmasından başka bir anlama gelmemektedir. Ayrıca bu yaklaşım, bizdeki somut durum bir yana, liberallerin demokrasi anlayışına uygundur. Bu demokrasi anlayışı, her türlü yol ve yöntem kullanılarak oluşturulmuş “çoğunluğun” egemenliğini meşru saymaktadır. Sınıfsal anlamda, bu, burjuva azınlığının çoğunluğa onaylatılmış egemenliğinin bir biçimi olmaktadır.

Peki, bu sorunda işçi ve emekçi halkın tutumu nasıl olmalıdır? Olayları, gelişmeleri seyretmek, ‘ne halleri varsa görsünler’ tutumu takınmak, ne ciddi politik partilerin, ne de işçi emekçi halkın tutumu olabileceğine göre, sorun nasıl ele alınacaktır? Demokrasi açısından soruna bakılınca, işçi ve emekçi halkın bu sorunu farklı bir alandan tartışması, demokrasi sorununa ve mücadelesine farklı bir içerik kazandırması, zorunlu ve gerekli olmaktadır.

Bu sorunun genel olarak demokrasi mücadelesinin bir parçası olduğu, demokratikleşmenin genel görevlerine bağlı olarak bir çözüme kavuşturulabileceği ortadadır. Ama yüksek yargı da içinde olmak üzere bir yargı sistemi tartışması varsa, bu genel görevlerle bağlantı içerisinde olmak üzere, yasaların ve sistemin bütünüyle değiştirilmesini, yargıçların halk tarafından seçilmesini; halk mahkemesi, halk jürisi sistemi ve halkın bilgi ve denetimine açık yargı, gerektiğinde yargıçları görevden alma yetkisinin halka verilmesini, adalete ulaşmanın parasız hale getirilmesini vb. talep etmek ve bunun için mücadele etmek, pratik güncel bir görev olarak da, politik yaşamın daha da gericileştirilmesine karşı çıkmak, demokrasi güçlerinin temel görevleri arasında olmalıdır.

Her soydan burjuva liberalinin adalet ve yargı sisteminin bu kapsamda halkın önüne getirilmesinden ölesiye korktuğu görülmektedir. Halkın girişkenliğinin ve inisiyatifinin bu yönde gelişmesi, işçi ve emekçi halkın devlet ve yönetim işlerine bu mevziden müdahale etmesi, burjuvazi ve liberaller açısından kabul edilemezdir. Onların demokrasisi, mevcut sistem içerisinde, halka kapalı bir çerçevede, kendi içerisinde sınırlı bir seçime ve bolca atamalara dayanmaktadır. Eskisiyle ve yenisiyle yargı sistemi ve yüksek yargının oluşumu, halkın üzerinde anti-demokratik bir mekanizmanın sağlamlaştırılması ve korunması üzerine oluşturulmuştur. Böyle bir yargının  ayrıca bağımsızlığından söz etmenin anlamsızlığı ortadadır.

Yargı sistemi böyle de, diğer devlet kurumları ve bürokrasi farklı mı? Farklı olduklarını ileri sürmek için tek bir neden bile bulunmamaktadır. Bir bütün olarak devlet sistemi, halkın üzerinde baskı ve egemenlik aygıtı olarak örgütlenmiş durumdadır. En yükseğinden, en alttakine kadar tüm kademelerde memurlar atamayla görevlendirilir, halk tarafından denetlenemez, onlardan hesap sorulamaz, görevden alınamazlar. Belediyeler, yerel yönetimler, merkezi hükümet ve devlet aygıtı tarafından sıkı biçimde denetlenmektedir. Hareket alanları ve yetkileri son derece sınırlıdır. Halkın ne merkezi düzeyde, ne de yerel, bölgesel çevrelerde inisiyatifini geliştirecek, yönetim ve devlet işlerine katılmasını sağlayacak, kendi kaderine olan ilgisini artıracak yol ve yöntemler geliştirilmediği gibi, bu yöndeki mücadeleler, talep ve istekler sürekli olarak bastırılmaktadır.

Bugünkü modern devletlerin ve sermaye düzeninin temel direği sürekli ordudur, polis de bu kurumu tamamlar. Olağan bir burjuva devletinde, ordu, hükümetlerin arkasında durur ve ancak emekçi sınıfların “düzeni tehdit eden” hareketlerini bastırmak üzere göreve çağrılır. Türkiye devletinin şekillenmesinde ordunun özel bir yeri ve ağırlığı olduğu reddedilemez. Ama buradan “vesayet sistemi vb.”nin de teorisi yapılamaz. Çünkü bu, büyük burjuvazinin sınıf egemenliğini, emperyalizme bağımlılık ilişkilerini, ordunun bu ilişkilerin korunmasındaki işlevini vb. halkın gözünden kaçırmaktadır. (bkz. ÖD’nin geçmiş sayılarında konuya ilişkin yazılar.)

YAŞ toplantısı, bu toplantı öncesi gelişmeler –mahkemelerin harekete geçirilmesi–, şurada terfilerin engellenmesi vb., hükümet çevreleri ve liberaller tarafından “vesayet sistemi”nin darbe yemesi olarak sunulmuştur. Emekçi halk için, düzenin temel direği ordunun komuta heyetine kimlerin atacağı sorunu belki merak ve ilgi konusu olabilir. Ama halkın bütünüyle bu mekanizmanın dışında olduğu, oraya atananların temel görevinin halkı bastırmak olduğu gerçeği karşısında, bu merak ve ilginin başka bir alana yönelmesi gerektiği de ortadadır.

Bu ilginin düzenli ordunun dağıtılması, halkın genel silahlanmasının bunun yerini alması mücadelesine doğru ilerlemedikçe, işçi sınıfının ve emekçi halkın kendi kaderini kendinin belirleyemeyeceği, artık tarihsel olarak kanıtlanmış bir gerçektir. Bürokrasi ve düzenli ordu, modern burjuva devletin iki temel dayanağıdır. Tarihsel olarak mutlakiyetin gerilemesi ve yıkılması, meşruti monarşiler ve burjuvazinin gelişmesi ve egemen olması süreci, bu iki temel kurumun sürekli olarak geliştirilmesi ve yetkinleştirilmesi süreci olmuştur. Polis kurumu, gizli ve açık güvenlik örgütleri vb., bütün bu mekanizmayı tamamlamaktadır.

Devlet yapısı ne kadar gelişmiş, burjuva toplumu ne kadar oturmuş ve kökleşmiş ise, devletin örgütlenmesi de o kadar gelişmiştir. Bütün bu sistemin merkezinde de, mükemmel örgütlenmiş, bir ağ gibi toplumu yönetmek ve denetlemek üzerine kurulmuş bir bürokratik sistem bulunmaktadır. Önemli tüm devlet işleri kulislerde, dar çevrelerde karara bağlanır ve parlamentolar bu kararların kitleler önünde meşrulaştırıldığı organlar olarak görev yapmaktadırlar. Büyük burjuvazi, demokrasiyi, parlamentarizmi sürekli olarak biçimselleştirmekte ve güdükleştirmekte, halk kitleleri kendilerini ilgilendiren her önemli karar sürecinden sistematik olarak dışlanmaktadırlar.

Bu genel durum dikkate alındığında, tüm devlet ve yönetim işlerinin şeffaflaşması, işçi ve emekçi halkın her düzeyde kendi kaderini ilgilendiren karar ve yönetim mekanizmasına katılması mücadelesini geliştirmesinin önemi daha bir anlaşılır olacaktır. Demokrasiyi dar ve biçimsel şekillerden çıkaracak, onu, halkın kendini yönetme biçimine yaklaştıracak olan da budur. Bugün bunu sağlayabilmenin araçları ve yöntemleri bulunmaktadır. Burjuvazi, bu araçları, halkı denetleme ve gözetleme, baskı altında tutma amacıyla kullanmaktadır. Ama tam da burası, aynı zamanda, burjuvazinin tahammülsüzlüğünün, demokrasiye katlanamayacağının görüldüğü yer durumundadır. Halkın bu yöndeki her ciddi ilerlemesi, burjuvaziyi, egemen sınıfları demokrasiyi ortadan kaldırmaya doğru yöneltmektedir.

DEVLET VE HÜKÜMET

Modern burjuva toplumlarında, burjuvazinin egemenlik ve işçi sınıfı ve halk üzerinde sınıf diktatörlüğünün aygıtı olan mekanizma, devlettir. Mutlak olan ve devletin yapısını belirleyen olgu, burjuvazinin sınıf egemenliği ve diktatörlüğüdür. Burjuvazi bu sınıf egemenliğini, sınıf mücadelelerinin düzeyine, tarihsel gelişmenin özelliklerine göre, açık diktatörce yöntemlerle kullanabildiği gibi, burjuva demokrasisi yöntemleriyle de sürdürebilir. Bu, devletin çeşitli biçimler alabileceği gerçeğini ortaya koyar. Burjuvazinin sınıf hakimiyetinin en saf ve ideal biçimi burjuva demokrasisidir. Burjuva demokrasisi ne kadar gelişkin ve mükemmel bir düzeye ulaşmışsa, burjuvazinin sınıf hakimiyeti de o kadar gelişkin olur. Demokrasiye ilişkin bütün bu söylediklerimiz, kapitalizmin serbest rekabetçi dönemine uygun düşmektedir.

Tekelleşme ve emperyalizm dönemi, burjuvazinin demokrasiyi sınırlama ve ortadan kaldırma eğilimlerini güçlendirmiştir. Burjuva demokrasisi güdükleşmiş, seçim ilkesi daha fazla biçimselleşmiş, faşistleşme eğilimleri, faşist diktatörlükler kurma istemi yoğunlaşmıştır. Yakın geçmişte Almanya’da, İtalya’da, diğer bazı ileri ülkelerde ve bağımlı ülkelerde faşist diktatörlükler gündeme gelmiş, bilinen trajik olaylar yaşanmıştır. Daha geri ve bağımlı ülkelerde yaşananlardan ise uzun uzadıya söz etmenin bir gereği bulunmuyor. Bugün ise, batılı demokrasiler, bilinen teknolojik gelişmeleri, her vatandaşı denetim altına almanın ve gözlemenin aracı olarak kullanmaktadırlar. Artık “büyük birader” her yerdedir. Bütün bu söylediklerimiz, devletin, burjuvazinin sınıf egemenliğinin aygıtı olarak kaldığını, ancak biçiminde değişiklikler olabileceğini açıkça ortaya koymaktadır.

Buradan devlet ve hükümet ilişkisine geçebiliriz. En kısa tanımlama ile, hükümetleri, devletin işlerini yürüten komiteler olarak tanımlayabiliriz. Parlamenter sistemlerde seçimlerle işbaşına gelen hükümetler, devleti çalıştırma görevini üstlenirler. Bu, olağan bir “parlamenter demokrasi”nin işleyiş biçimidir. Ancak Türkiye gibi ülkelerin pratiğinde de görüldüğü gibi, anti-demokratik yönetim biçimlerinde de, hükümetler, seçimlerle değişmektedir. Bu durum, anti-demokratik devlet yapısını değiştirmemektedir.

Bu durumu şu somut örnekle açıklamak olanaklıdır: 12 Eylül askeri faşist darbesinin kurduğu anti-demokratik devlet yapısı aynı kalırken, cunta hükümetleri, sonrasında ANAP, DYP, ANAYOL, ANASOL, REFAHYOL, AKP vb. hükümetler birbirlerini takip etmişlerdir. Geri toplumsal yapıdan, dinin politik amaçlarla kullanılmasından, burjuva sınıfın genişlemesinden ileri gelen burjuva klik ve partilerinin kendi aralarındaki mücadeleler de, bu genel yapıyı değiştirmemiştir. Ama şunu da vurgulamak gerekir ki, devletin şekillenmesindeki bazı özgünlükler nedeniyle, hükümetlerin devlet mekanizması üzerinde tam kontrol kurma sorunu bulunmaktadır ve bu durum, bir mücadelenin konusu olmaya devam etmektedir.

Ama burada, bir gerçeğin altı kalınca çizilmelidir. AKP Hükümeti, gerek uluslararası büyük emperyalist burjuvazinin, gerekse de onunla işbirliği içerisindeki büyük burjuvazinin istek ve hedeflerini derinden kavramış, büyük sermayenin özgürce gelişmesi için yapılması gerekenleri gerçeğe dönüştürme konusunda fütursuzca adımlar atmakta kararlı bir hükümettir. Bu konuda Özal’ın ANAP’ı ile karşılaştırılabilir, ancak onu aşan bir kararlılık göstermiştir. Din ve yaşam tarzı konusunda defoları olsa da, büyük burjuvazinin çıkarlarını kararlılıkla savunan bir hükümettir. Büyük burjuvazinin bir bölümü ile ortaya çıkmış olan çelişkilerin temelinde, büyük burjuvazinin sınıf olarak biraz daha genişlemesi, bu yeni kesimlerin de ayrıcalıklardan yararlanma, kendini kabul ettirme mücadelesi bulunmaktadır. Başbakan Erdoğan bu durumu “yeni gelişmiş olanları içlerine kabul etmiyorlar, ya da çok seçkinci davranıyorlar” sözleri ile ifade etmektedir.

Sonuç olarak, şunu ifade etmek gerekir ki, bugün uluslararası düzeyde hükümetlerin otoritesinin daha fazla arttığı, devletlerin “güvenlik ve terör” bahaneleri ile daha fazla merkezileştiği ve güçlendiği, buna karşın büyük sermayenin çıkarlarının engelsizce yerine getirildiği bir süreç yaşanmaktadır. AKP Hükümeti de, bu genel akımın dışında değildir. Ülkenin kendi tarihinden, gelişiminden kaynaklanan ek sorunlarla birleştiğinde, bu genel gidişata ilişkin tablo renklenmekte ve çeşitlenmektedir. Ancak sorunun özü yukarıda çizilen genel çerçevenin ışığında anlaşılabilir ve karşı koyma ve mücadele etme hattı bu temelde kurulabilirse, sermayenin ve gericiliğin saldırısı püskürtülebilir, işçi sınıfının öncülüğünde demokrasi ve bağımsızlık kazanılabilir.

Referandumun Ardından

Geçtiğimiz 12 Eylül’de “değişim” ve “12 Eylül darbesiyle hesaplaşma” teması üzerinden yürütülen bir referandum yaşadık.

Hükümet ve başta AKP olmak üzere faşist ve muhafazakar dinci, milliyetçi partiler, ezici çoğunluğuyla bügünkü düzenden hoşnutsuz olan halkın “değişim” özlemi üzerinde tepindikleri ve özellikle 12 Eylül faşist darbesi ve darbenin siyasal-hukuki sonuçları üzerine demagojik bir ajitasyon yürüttükleri referandumdan ciddi denebilecek bir başarıyla çıktılar: Yüzde 58. Geri kalan maddeleriyle asıl metnini kabul ettirerek meşrulaştırmak anlamına gelse bile, ’82 Anayasası’nın 26 maddesinin değiştirilmesine “evet” dedirtmeyi başardılar  ve bu “evet”i, “yetmez, ama evet” kampanyası yürüten bir takım solcu eskisi liberalin de katılım ve desteğiyle, 12 Eylül ve 82 Anayasası karşıtlığı olarak pazarlamayı önemli ölçüde başararak, dayanakları çürük ve çelişkili olsa bile, bir zafer kazandılar. AKP’nin yanı sıra SP, BBP gibi partilerle sermaye örgütlerinden TOBB ve sendikalardan tamamen AKP yanlısı bir tutum izleyen HAK-İŞ’le Memur-Sen açıktan “evet”çi saflarda yer aldılar.

“Hayır” safları da karışıktı. Faşist MHP’den, Baykal sonrasında söylemde ve belirli tutumlarda bir farklılaşma sürecine giren ve siyaset sahnesinde kendisine eskisinden az-çok değişik bir yer edinmeye uğraşan CHP’ye, pek bir hükmü kaldığı kuşkulu milliyetçi muhafazakar DP’ye, burjuva partileri, “hayır” dediler. Bunlardan ciddi denebilecek bir “hayır” kampanyası yürüten neredeyse tek başına CHP oldu ki, onun kampanyası da, Baykal’ın parti örgütünü dışlayarak sürdürdüğü “tek adam show”unun bir devamı olarak yürüdü. Zaman zaman Kılıçdaroğlu tarafından “Genel Af” ve “görüşmeler yapılabilir” önerileriyle gevşetilse de, Kürt karşıtı bir milliyetçilikle, yine Kılıçdaroğlu tarafından yürütülen yoksulluk ve yolsuzluklarla geçim derdini konu edinen ajitasyonla çeşnilendirilen yargı bağımsızlığı ve kuvvetler ayrılığı adına eski hukuk örgütlenmesini savunma tutumu, aralarında nüanslar olsa da, bu burjuva partilerin “hayırcılık”larının temelini oluşturdu.

Referandum çalışmalarına güçbirliği oluşturarak katılan dört ilerici, demokrat ve sosyalist örgüt de “hayır” kampanyası yürüttüler. Onların “hayır” kampanyalarının dayanakları kuşkusuz farklıydı. Ne Kürt düşmanı bir zemine dayanıyor, ne de düzenin eski hukuki örgütlenmesinin savunmasını esas alıyordu. Tabii ki, EMEP, ÖDP, TKP ve Halk Evleri’nden oluşan bu dört örgütün temel yaklaşımlar bakımından tam anlaşma içinde olduklarını söylemek mümkün değildir. Kürt karşıtlığının belirli etkileriyle, “Cumhuriyet’in kazanımlarını savunmak” adına geçmiş hukuki örgütlenmenin şöyle ya da böyle savunulması, güçbirliğinin unsurları saflarında yer yer görüldü. Ancak yine de, “hayır” saflarında farklı bir ses durumundaydılar. Bu değişikliklerle, 12 Eylül Anayasası’nın değiştirilmek bir yana meşrulaştırılacağını, Anayasa’nın değiştirilmediğini, ama ona “AKP yaması” yapılmakta olduğunu savunmaktaydılar: Ne “demokratikleşme süreci”nden söz edilebilirdi, ne de demokratik bir Anayasa doğrultusunda adım atıldığından!

“Hayır” oylarının oranı yüzde 42 oldu.

“Evet” ile “hayır” yanıtlarının yanı sıra Meclis’te kabul edilip referanduma sunulan ’82 Anayasası’nın 26 maddesinin değiştirilmesine verilen bir diğer yanıt da “boykot”tu. Esas olarak Kürt partisi tarafından savunulup uygulanan “boykot” tutumu, kuşkusuz farklı gerekçelerden hareket eden, ancak bir kısmı da onun tutumuyla birleşme eğiliminde olan ilerici, demokrat, “solcu” gruplar tarafından da benimsendi.

Özellikle Kürt illerinde, ama belirli büyük illerde de Kürt kitlelerinin “boykot” çağrısına olumlu yanıt verdikleri görüldü. Boykot oranı Hakkari’de yüzde 94, Diyarbakır’da yüzde 67’ye ulaştı. Batman’da yüzde 63, Van ve Mardin’de yüzde 57 oranında boykot gerçekleşti. Iğdır yüzde 49, Muş yüzde 46, Ağrı yüzde 44 oranında “boykot” dedi.

RAKAMLAR… ZAFER Mİ?

Rakamlar net ve fark hiç de küçük değil. Yüzde 58 “evet”, 42 “hayır”. 16 puanlık fark var. Ya da 6 milyonluk.

Bu fark kuşkusuz önemli. Yüzeysel bir bakışla “zafer” demek. Zaten gerek başta Başbakan olmak üzere AKP yetkilileri, gerekse Tarafçılar başta olmak üzere “yetmez, ama evet”çiler hemen zafer ilan ettiler ve üst perdeden, burunlarından kıl aldırmaz konuşmalar yapıp yazılar yazdılar.

Başbakan daha referandumdan az önce “Hayır diyecekler darbecidir” dememiş gibi, “Evet diyenlerin de, hayır diyenlerin de ülkelerini sevdiklerini ve hem evet diyenlerin hem de hayır diyenlerin başbakanı olduğunu” açıkladı. Herkesi kucaklıyordu! Ancak şüphesiz referandum sonuçlarını AKP ve kendisi için, şahsen ve izlediği politikalar için verilmiş bir “güvenoyu” saydı. Referandum, zaten, başta CHP’nin ele alışıyla, değiştirilmek istenen Anayasa maddelerinin ne olduğu ve ne için ve hangi amaçlarla, ne yönde değiştirildiğiyle hemen hiç kimse ilgilenmezken, AKP ve Erdoğan için bir güvenoyuna dönüşmüştü. AKP ve saldırılarının önünü kesmek şüphesiz önemli ve gerekliydi, ancak saldırının somutluğu, yapılmak istenen değişikliklerle ulaşılmaya çalışılan hedef ve değişikliklerin içeriği bir yana bırakılarak bu elde edilemezdi. Bu yaklaşımla, “geçim derdi”nin yanı sıra daha çok “AKP’nin hizmetleri”, “türban” sorunu ve dine yaklaşım ve etkileri vb.nin, ama tümünün de ötesinde akılhocalarıyla AKP’nin usta bir manevrayla referandum kampanyasını üzerine oturttuğu, tüm halkın özlemi olduğundan kuşku duyulamayacak “değişim” ve “12 Eylül’le hesaplaşma” temalarının öne çıktığı ve AKP’nin elindeki bütün imkanları kullandığı bir “güven oylaması” yaşandı ve oylama hükümet partisi tarafından kazanıldı.

Yalnızca AKP ve Başbakan (ve arkadaşları) referandumun sonucunu zafer sayıp böbürlenmeye, üstten üstten konuşmaya, oylamadan hız aldığı ve kendisini yeterince güçlü gördüğü için örneğin “haydi, hemen türban sorununu çözelim” demeye başlamadı. “Yetmez, ama evet”çiler, başta Tarafçılar “kraldan çok kralcılık” yaptı, çok daha ileri gittiler. Her türlü değeri satışa çıkarmış olmanın verdiği rahatlıktan kaynaklanan satışçı alışkanlığı ve içselleştirilmiş gönül hoşluğuyla “ilk kez kazanan tarafta olmak”tan duydukları mutluluğu yaşayanlar gevrek gevrek gülüyor, kaybedenleri aşağılayıp kendilerince eğleniyorlar.

Örneğin Tarafçı Roni Margulies, ruh halini pek güzel yansıtan açıklıkla “Kıs kıs gülmemek gerek, biliyorum. ‘Hepimiz için hayırlı olsun’ demek, kapsayıcı olmak gerek. Yenilenin karşısına geçip el kol işaretleri yapmak ayıptır. Ama ben de insanım ve bazı zaaflarım var.” diye yazıyor. Anlaşılıyor, havalarda uçuyor! Başka örnekleri yok değil. Fazlasıyla var ve ne kazandılarsa, şişinip duruyorlar.

Gerek AKP, gerek AKP yalakaları kazanmasına kazandılar da, zafer elde ettiklerini düşünmek yanıltıcı olacak.

Evet, zafer; ciddi bir farkla kazandılar. Peki, gerçekten kazandılar mı? Fazlasıyla pratik bir yaklaşımla, ileri görüşlü olmayan ve yalnızca cebine giren paraya bakmakla yetinen, “kısa günün kârı” hesabını yapan bir tüccar bakımından kazandılar. Kazançlarının bundan sonra da getirisi olacaktır. Az şey elde etmemişlerdir.

Ama bu kadarı yarım gerçektir. Sarhoşluğunu yaşadıkları bir zaferden söz etmek herhalde mümkün değil. Belki Pirus Zaferi! Yani eldekini tükettiren, tükettirecek bir “zafer”!

Öncelikle, herhangi bir yasa maddesi değil, Anayasa değişiklikleri oylandı. Ve belki unutulup gidecek bir oylama olmadı yapılan. Saflar, “evet”lerle –AKP’lilerle liberal solcuların üzerine titredikleri– AKP ilişkisi tartışmalı olarak, ciddi biçimde ayrıldı ve sonradan toparlanmaya çalışılsa bile, “hayır” eğiliminde olan ve sonradan toplumun ciddi bir bölümünü oluşturdukları görülen “çoğunluk” gibi bir “azınlık”, milyonlarca kişi, oy kullananların yüzde 42’si “demokrasi düşmanı”, “darbeci” ilan edilerek, toplum neredeyse ortasından bölündü.Anayasaların toplumlharın “birlik” zemini olduğu varsayılır. En azından Jean-Jacques Rousseauu’dan bu yana, toplumları bir arada tutan siyasal-hukuki “toplumsal sözleşme” sayılırlar. Toplumlar; kendi aralarında belirli farklılar taşımalarına ve belirli siyasal mücadeleler yaşayacak olmalarına rağmen, belirli sürelerle de olsa, kağıda geçirilmiş anayasal ilke ve belirlemeler temelinde genel bir siyasal-hukuki birlik oluşturmak üzere, mevcut düzenin, bugünkü Türkiye’de kapitalizmin olumlanmasını ve savunulmasını içeren, ayrıntısında farklı eğilimlere sahip olabilecekleri, ama köşeleri ve çerçevesi belirli bir siyasal zeminde bir arada tutulmaya çalışılırlar. Gerçeği yansıtmaması bir yana, şimdi, oluşturulmuş kutuplaşmayla zedelenmiş olan bu “birlik”tir. “Darbecilik”, herhalde ve kesinlikle toplumun yüzde 42’sinin eğilimi değildir. Toplumun yüzde 42’si herhalde gerici faşist 12 Eylül Anayasası’nı savunmamakta ve üstelik 12 Eylül’den hiç hoşlanmamaktadır; bu faşist darbeyle, hatta şöyle ya da böyle bir mağduriyet yaşamıştır.

Darbecilik sorununun yanına, aralarında “havuzlu villa” türünden zengin-yoksul karşıtlığını yansıtan ya da yaşam tarzına ilişkin kaygıları veya bugüne kadarki dışlanmışlıklarının üstüne HSYK ve kararları suçlanırken hedef alınarak dışlanan Alevilerle taleplerinin tümüyle yok sayılmaları türünden başkaları da eklenebilir. Daha, kimlikleri ve taleplerini sahiplenmeleri, son seçimden bu yana eksilmek şöyle dursun büyüyen ve kararlı hale gelen Kürtler ve mücadeleleri var. Ve daha, henüz kimsenin fazla dikkatini çekmeyen, ama “dipten gelen” ciddi bir birikimle donanmakta olan işçi ve emekçiler var.

AKP, “şimdilik evet”çi Saadet ve Büyük Birlik partileriyle “yetmez, ama evet”çi liberal solcuları yanına çekerek, MHP’yi küçümsenmeyecek şekilde bölerek, hukuk düzenine isteğince bir biçim vermeyi başarmıştır başarmasına; ancak, önemli bir bölümünü pratik siyaset bakımından AKP karşısında kemikleşmeye iterek, toplumu da fena bölmüş, üstelik mevcut düzenin burjuva çerçevesini tartışılır hale getirmiştir.

Referandumda izlediği politikayla AKP, pratik bir zafer kazanmasına rağmen, burjuva düzenin hukuki çerçevesini tartışılır hale getirmesinin ötesinde, kendisini daha da ileriye taşıyacak bir tutum geliştirmemiş, kırıp dökerek ilerlemiş, karşısındaki safları daha ileriden bölüp kazanma ihtimali bırakmadan, yapabileceklerinin sınırında, elinden gelen her şeyi yapmış ve artık yapacağı hemen hiçbir şey kalmamış, kazancında iflasının koşullarını oluşturan, kazancıyla iflasını biriktiren bir tüccar görüntüsündedir.

Bu, en çok, hemen hiçbir kesimi bugününden memnun olmayan, bilinçle ve örgütlü olarak talep etsin etmesin, mücadelesini versin vermesin, iş ve en azından geçinebilecek bir gelir, beslenme, barınma, çalışma koşulları, kimliklere eşitlik, özgürlükler vb. vb.. her bakımdan yaşam koşullarında iyileştirmeler isteyen halkın “değişim” özlemi üzerinden yürüttüğü demagojiyle “kazanmış” olan AKP’nin “değişim”ci sahtekarlığıyla tamamen gerçek olan halkın değişim özlem ve talebi arasındaki –sadece makasın büyüklüğü ya da uçurum değil– karşıtlık nedeniyle böyledir.

Evet, referandumda, “evet” ve “evet” çalışması yapan, buradan güvenoyu almış görünen AKP kazanmıştır. Ancak “evet” oylarının yüzdesiyle, neoliberal saldırganlığını, tüm kazançları ve “zaferi”ni borçlu olduğu “değişimcilik” üzerine dayandırdığı referandum çalışması ardına gizleyebilen; sömürülen kitlelerin değişim özleminin henüz “nasıl bir değişim” noktasında fluluğundan yararlanarak, demagojik “değişim” pazarlamacılığıyla, gerici burjuva içerikli neoliberal yeniden yapılandırma amaç ve yönelimlerinin, bu yöndeki politika ve uygulamalarının üzerini örtebilen AKP’nin az-çok “çıplak” oylarının yüzdesi arasındaki fark, başta Erdoğan olmak üzere, AKP yöneticilerinin rüyalarına girecek ve onları dehşete düşürecek türdendir. 2007 genel seçimlerinde AKP oyları yüzde 47’yken, 2009 başındaki yerel seçimlerde yüzde 38’e gerilemiştir. 2008 ile birlikte milyonlarcasıyla işten atılan, gelirleri düşen ve geçim derdi büyüyen, okul ve dershane masrafları artan ve bunları karşılayamayan, tarımı tepetakla giden, hayvancılığı “ithal et” noktasına geriletilen, memuru performansa, ücretliliğe, sözleşmeliliğe sıkıştırılan, esnafı eskisi gibi sürdüremez hale gelen, “çalıştay” laflarına rağmen dışlanmasında ısrar edilen Alevisi, demokratik hareketine tasfiye dayatılarak “çözüm” diye kandırılmakta olan Kürdü, ırkçı milliyetçi yaklaşamlara tavır alınmadığı için “açılım” tartışmalarından olumsuz etkilenen şovenizmin etkisi altındaki Türküyle emekçi halkın, demagojiler bir yana, AKP’ye neden eğilim göstereceği sorusunun yanıtı olumlu değildir. Üstelik 2011 genel seçimlerine giderken, uluslararası ve yerli işbirlikçi sermayenin ihtiyaçlarını karşılamak üzere SGK’ya ilişkin yasalaştırılmış atılacak adımlar vardır. Alınmasına çalışılan bölgesel asgari ücret “önlemi” vardır. Referandumun sonucu yüzde 58 “evet”tir ve bu sonuç en çok AKP’nin kampanyasının ürünüdür, ama işte o kadar; AKP’nin gerçek durumunun kuşkusuz ki bu yüzde 58’lik oyla bir ilgisi yoktur!

 

YÜZDE 58’İ KOŞULLAYAN NE?

Bir kısmı üzerinde duruldu.

Ancak şu belli başlı etkenleri belirtmek gerek.

Birincisi, AKP’nin, sadece kırıp döküp karşıtlarını kemikleştirerek, kısa vadeli kazançlar için geleceği harcayan tutumlarıyla sınırlı olmayan elinden geleni ardına koymayışıdır.

AKP, bazı toplum mühendisleri, reklamcı ve siyasal analizci/anketçinin tersi sonuç verme olasılığına işaret ettikleri gibi bıkkınlık verircesine yoğun bir kampanya yürüttü. Kuşkusuz hiçbir parti sıkı çalışmak ve yoğun bir kampanya yürütmekle eleştirilemez; böyle yapmasından doğalı yoktur. Ancak AKP kampanyasının sorgulanmaya neden olacak birçok yönü vardı ki, bunların başında kampanya masrafları geldi. Havada zeplinler ve balonlar, duvar ve bilboardlarda afişler, binadan binaya ya da direkten direğe pankartlarla, medyaya verilen büyük yerler tutan ilanlarla, kampanyaya, on milyonlarca lira, belki de daha fazlası harcandı. “Değirmenin suyu nereden geliyor?” tartışmasına neden olan masraftan kaçınmama tutumu, AKP liderinin açıkladığı gibi “hazineden siyasal partilere aktarılan yardımlar”dan sağlanmış olsa bile, AKP’nin devlet olanaklarının kullanımı dahil, elinden gelen her şeyi yaptığının delilidir.

Başbakan “CHP de kullansaydı” demiş, hazine yardımlarından siyasi partilerin yararlandığını ileri sürmüş; hatta bu iddiasını ileri sürdüğü konuşmasını BDP’ye de seslenerek yapmıştır. CHP ve MHP’nin neden ne kadar harcama yaptıkları bizim sorunumuz değildir; ancak burjuva partileri arasındaki cüret edilebilen kampanya masrafları konulu uçurum, AKP’nin, para yönetimi konusunda tüccarlıktan gelme becerisi ne denli çok olursa olsun, herhalde “hazine yardımları”nı kullanmayı aşan bir “beceri”ye sahip olduğuna kanıttır. Geçmiş seçimlerin makarna, kömür, beyaz eşya vb. dağıtımlarının “partilere hazine yardımı”nın ötesindeki finans kaynaklarının, referandumda da harekete geçirildiği kuşkusuzdur ve AKP’nin bu alanda deneyimli ve bir şirketten ayırt edilemez olduğu bilinmektedir. Oğullarına karşılıksız gemi, damatlarının CEO’luk yaptığı şirketlere karşılıksız banka kredi bulanların yüksek kampanya masraflarına bir çözüm oluşturmazlık etmeyecekleri kolaylıkla tahmin edilebilir.

Ancak bunun ötesindeki sorun, referanduma katılan siyasal partilerin üç burjuva partisinden ibaret olmadığı, ama bu üç parti hazineden milyonlarca lira “yardım” alırken Meclis’te grubu bulunan BDP de içinde olmak üzere, çok sayıda partinin böyle bir gelir olanağının bulunmayışının oluşturduğu eşitsizliktir. Sadece görünmez kaynaklara erişimde değil, ama hazine kaynaklarından yararlanmada da eşitsizlik, sadece referandumun değil, tüm burjuva sistemin temelinde vardır. Siyasi partiyse, tümü siyasal partidirler; neden bazıları hazineden “yardım” alır bazıları almaz sorusunun “eşitsizlik”ten başka yanıtı yoktur. Sözde demokratikleşme peşinden koşan AKP burjuva demokrasisinin en demagojik argümanlarından olan “eşitlik”ten ne anladığını göstermiş, zaferi önemli ölçüde görünür ve görünmez gelir kaynaklarıyla bu eşitsizliğin gücüne dayanmıştır.

Üstelik AKP (ve diğer burjuva partileri) sadece devlet olanaklarından eşitsiz olarak yararlanmakla kalmamışlar; AKP, hükümet partisi olmanın nimetlerini, görünmez finans kaynaklarını harekete geçirmenin yanı sıra, ihale, ceza vb. teşvik ve/veya tehditleriyle yakın ve uzak çevresini, tarafsızları, hatta karşıtlarını, kendi yanında harekete geçmeye ikna ederken kullanmıştır. Bu kapsamda TÜSİAD yönetimi “bertaraf” olmakla tehdit edilmiş, Doğan grubuna ilan verilmeyerek parmak sallanmış, yandaş ve etki altına alınmaya çalışılan medya ilan gelirlerine boğulmuştur. Ancak açılan musluğun yalnızca “ilan gelirleri”nden ibaret olduğunu hiç kimse ileri süremez. Dağıtılan ve dağıtılma sözü verilen ya da önü kesilen veya açık ya da üstü örtülü verilmeyeceği tehdidi kulaklara kaçırılan ya da karşı çıkacakların zaten alamayacaklarını bildikleri ve tutumlarını ona göre ayarladıkları (“hizaya girdikleri”) irili ufaklı ihaleler ve sağlanan/sağlanacak ya da kesilen/kesilecek benzeri gelirler, AKP’nin çevresini, tarafsızları ve hatta karşıtlarını bir düzene sokmada kullandığı temel yöntemlerdendir. Medya alanında, yandaşlarının yalakalıkta ve asparagasçılığa varan gerçekleri tersyüz edicilikle yaptıkları yayınlarda beslemeciliğin tayin ediciliğinden şüphe duyulamayacağı gibi, örneğin Doğan grubu yayınlarının “hayır”ı desteklemeyi göze alamayış bir yana, habercilikte gerçeği aktarma tutumu bile alamayarak, AKP ve iddialarını da dengeleyici unsur olarak verme yoluna giden “tarafsız” bir pozisyon tutmalarında, bu gruba kesilmiş vergi cezalarının (yenilerinin kesilmesi ya da azaltılmalarının) baskısının tayin ediciliğinden de şüphe edilemez.

Parasal maddi eşitsizlik ve baskıların etki gücünün yanı sıra AKP’nin güncel zaferinin bir başka dayanağı yine maddi baskıyla ilgilidir. “Mahalle baskısı” olarak nitelenen, oysa gerici burjuva muhafazakar dinci, milliyetçi şoven zorbalık, özellikle MHP ondan aşağı kalmasa da, günümüzde esas olarak, hükümet partisi olan ve devletin maddi baskı olanaklarını da kullanan AKP tarafından uygulanmaktadır. Manevi yönüyle de tamamlanan maddi saldırganlığa, referandum sürecinde az başvurulmamıştır. AKP militanları ve polisin “hayır” kampanyası yürüten CHP’lilerin çalışmalarını bile engellemeye yönelik saldırganlığı, kuşkusuz en çok devrimci ve sosyalistlerin faaliyetlerini engellemeye yönelik olmuş ve özellikle Kürt partisinin uyguladığı “boykot” tutumunu kırmak üzere, “boykot”un anti-demokratik bir tutum olduğu propagandasıyla birlikte Kürt illerinde yoğunlaşmıştır. Zaten zilli ulusalcı cumhuriyetçi Doğan Heper’in “Güneydoğu’da hepimiz AKP’liyiz” diye açıkça yazdığı gibi, bölgede asker-sivil hemen tüm gericilik, seçimler kadar referandumu da demokratik Kürt hareketinin gövde gösterisi olarak görerek, AKP ve “evet”ini desteklemiştir.

Son olarak, örnekleri* geçen yerel seçimlerde görülen ve mahkemeye düşen “seçim hileleri”nin de sözü edilmelidir. Yüzde kaç puanlık etkisi olduğu/olacağı üzerine bir yorumda bulunmanın olanaksız olduğu, ama özellikle seçim kurullarında görev alan alt dereceli hakimler arasındaki cemaat örgütlenmesinin HSYK seçimlerinin kendileri tarafından yapıldığında sonuç alınacak kadar yaygınlığına güvenildiği, anayasa değişikliğinin iki temel maddesinden birinin bu güvenle öngörüldüğü dikkate alındığında bu yüzdenin hiç de küçük olmayacağı tahmin edilebilir.

 

ASIL ETKEN: “DEĞİŞİM” VE “12 EYLÜL’LE HESAPLAŞMA” DEMAGOJİSİ

AKP, referandum başarısını, asıl olarak, şüphesiz kendisinin icat etmediği*, ama “okyanus ötesi”ndeki “küçük” de değil, “büyük ağabey”den, araştırma kuruluşlarıyla da desteklenen gizli-açık resmi/gayrı resmi organlarından aldığı akıl ve yönlendirmeyle gündeme getirdiği “değişim” ve “12 Eylül’le hesaplaşma” argümanına borçludur.

Bu “hesaplaşma” demagojisini herhalde AKP’nin icat etmediği ortadadır. Çünkü daha birkaç ay öncesine kadar, AKP, liderinin ağzından “12 Eylül’ün yargılanması”nı “sulu şaka” olarak tanımlamıştır. Ve yakın tarihlere kadar 12 Eylül’ün faşist şefi Evren’e minnet borcu öder gibi yaklaşmış ve resmi devlet törenlerinde, açılışlarda onur konuğu olarak davet ederek, onu baştacı etmiştir. F. Gülen’in Evren’e ve 12 Eylül darbesine yaptığı “cennet mekan” övgülerin bunda payı büyüktür. Bu övgülerde de kuşkusuz bir yanlışlık yoktur; 12 Eylül, 24 Ocak Kararları’nı uygulayarak Gülen’in sırtını dayadığı Amerikalı efendilerle büyük tekelci sermayenin talebi olan ekonomik politikaları benimsediği gibi, darbenin lideri her konuşmasına Kur’andan ayetlerle başlayarak , imam-hatip okullarıyla Kur’an kurslarını alabildiğine yaygınlaştırarak dini gericiliğin önünü açmıştır. Üstelik darbeciler Amerikan devleti ile birlikte devletin bütün olanaklarıyla Fethullah Gülen’in yurt içi ve dışındaki tüm misyoner okullarını desteklemiştir.

YÖK ve hakem kurulları türü 12 Eylül kurumlarını devraldığı, MGK’ya yönelik tek bir eleştirisinin bulunmadığı, 12 Eylül Anayasası ile “gül gibi” idare ettiği, hatta onun getirdiği seçim barajlarına minnet borçlu olduğu, başlangıçta başka türlü hükümet olamayacağı gibi, bundan böyle de olamayacağı ortadayken, AKP’nin “12 Eylül karşıtı olduğu”na kimin inanacağı sorunu bir yana, böyle bir karşıtlığı ortaya atıp referandum sürecindeki tutumunu bu karşıtlık üzerine oturtma AKP ve akıldanelerinin aklına gelmezdi. Üstelik AKP 12 Eylül’ün açtığı neo-liberalizm yolunda kararlılık ve sebatla yürümüş, onun başlattığı özelleştirmelerle sosyal güvenlik kurum ve politikalarının tasfiyesini sürdürmüş, 12 Eylül’ün örgütsüzlüğü ve mücadelesizliği dayatan sendikal yasalarının azimli bir uygulayıcısı olmuştu.

Üstelik lideri Erdoğan, kendisini, Menderes’in yanı sıra sürekli Özal’la birlikte anıyor, Özal’a övgüler yağdırıyor, onun izini sürdüğünü ve devamcısı olduğunu ileri sürüyordu. Ama Özal da, 12 Eylül faşizminin ekibinden olduğu kadar 24 Ocak Kararları’nın mimarıydı!

Tutarlılığı bir tarafa, AKP’nin “12 Eylül karşıtlığı”nı gündeme getirmesi ve “12 Eylül’le hesaplaşma” argümanına sarılması, açıkça demagojiktir. Aksi halde, AKP ve liderinin kafasına saksı düşmesi gerektir. 12 Eylül’ün koltuğunun altında büyüyeceksin, onun devamı olan 28 Şubat’ın ürünü olacaksın, tüm politika ve uygulamalarını savunup sürdürecek, onlardan besleneceksin ve 12 Eylül’den otuz yıl, hükümet oluşundan üzerinden 8 yıl sonra, çıkıp “12 Eylül’le hesaplaşıyoruz” diyeceksin!

İşte bu yapılmış, 12 Eylül Anayasası’nın birkaç maddesinin değiştirilmesi girişimi “12 Eylül’le hesaplaşma” biçiminde ambalajlanmış ve bu mağduriyet istismarı başarılı da olmuştur.“12 Eylül’le hesaplaşma” ile yan yana, ona paralel ve aynı demagojinin daha genelleştirilmiş bir yönü olarak “demokratikleşme süreci”nden, böyle bir süreçte ilerlendiğinden, anayasa değişikliklerinin bu kapsamda olduğundan söz edilmiş, “değişim” sihirli sözcük olarak ileri sürülmüştür.

Ergenekon soruşturmaları, generallerin tutuklanmaları, “Kürt açılımı”, Alevi Çalıştayları, İsrail’e karşı mazlum Filistinlilerin yanında yer alma… tüm bu ve benzeri –çoğu söylem niteliğinde ya da gericiler arası çekişme içerikli– gelişme, anayasada yapılmak istenen hukuki bir dizi değişiklikle birlikte, yanlarına, işçilere “iki sendika hakkı”, memurlara “toplusözleşme hakkı”, Anayasa Mahkemesine “bireysel başvuru hakkı” gibi “haklar” da katılarak, “reformlar”, hatta “devrim”, ama mutlaka “demokratikleşme süreci” olarak işlenen AKP “değişim”ciliğinin dayanakları olarak sunuldu. Darbeler ve darbecilerle mücadele ediliyor, “askeri vesayet rejimi” ve militarizmin tasfiyesi için uğraşılıyor, Türkiye demokratikleştirilmeye çalışılıyordu. AKP dört bir yanda “değişim” rüzgarı estirmeye, ne denli “değişimci” olduğunu pazarlamaya yöneldi. Kendi icat etmese bile, halkın değişim özlem ve talebinin istismarının pirim yaptığı biliniyordu, kanıtlıydı. Öyleyse “değişim” denmeli, değişitiriyoruz diye ilerlenmeliydi! Değiştirilenin ne olduğu, yerine ne konmakta olduğu fazla önemli değildi. Hiç değilse halkın bu bilinç ve örgütlülük düzeyinde önemli değildi. Mevcut sömürü ve zorbalık koşullarında nefret küçümsenir gibi değildi: Değişsin de nasıl değişirse değişsin eğilimi baskındı. AKP tarafından değerlendirildi. Şimdiye kadar 12 Eylül’ün ’82 Anayasası çok kez değiştirilmiş, son referanduma gelinceye kadar 77 maddesi “yenilenmiş”, ama demek ki hala, 12 Eylül Anayasası olarak kalmıştı. Bunca “değişim”e rağmen, şimdiye kadar, hiç kimsenin aklına “12 Eylül’le hesaplaşma” gelmemişti. Bu kez “değişecek”ti, bu kez “demokratikleşiyor”duk!

Sanki eskiden hiç değişmemiş gibi, bu kez “değişim”e olağanüstü anlamlar yüklendi. Değişmesi söz konusu olan 12 Eylül Anayasası’nın bazı maddeleri olduğuna göre, “12 Eylül Anayasası’nın değiştiği”nden söz açılabilir ve içeriği önemli sayılmadan, “12 Eylül’le hesaplaşıldığı”, dolayısıyla “değişim”in “demokratikleşme” anlamına geldiği ileri sürülebilirdi! Böyle yapıldı.

Ve sadece anayasa değişikliği de değildi. Arkada, Ergenekon soruşturmalarında, YAŞ kararlarında, general tutuklamalarında, Kürt ve Alevi “Açılımları”nda, İsrail’e karşı tutumlarda birikmiş “koca” bir “değişiklikler” yığınağı vardı!

Sanki 28 Şubatçılarla 27 Nisan Muhtıracıları, Ç. Birler ve Y. Büyükanıtlarla hesaplaşmaya eğilim gösterilmiş, sanki Ergenekon davalarında “içeride” tek bir general kalmış gibi.. Sanki Kürtlerle Alevilere eşitlik peşine düşülmüş, sanki iktidar dizginlerini AKP’nin ele alması bir yana işçiye, memura, köylü ya da esnafa bir hak tanınmış, basın ya da örgütlenme özgürlüğü sağlanmış, TEKEL’ciler işe geri alınmış gibi.

AKP ve onunla el ele, onun hükümetinden nasiplenen “yetmez, ama evet”çi liberal sol, A. Bayramoğlular, Tarafçılar, Çandarlar, H. Cemaller, O, Çalışlarlar.. referanduma giderken safları şöyle belirlediler: Bir yanda “değişimden yana olan”, kimine göre “askeri vesayet rejimi”, kimine göre “derin devlet diktatörlüğü”nü tasfiye edecek bir “demokratikleşme”yi benimseyenler, bu yönde atılacak adımlara “evet” diyenler vardı. Bunun için “12 Eylül’le hesaplaşma”ya soyunmuşlardı, “12 Eylül Anayasasını değiştirme”ye çalışıyorlardı. Karşılarındaysa statüko vardı. Statükoyu, “12 Eylül rejimini ve 12 Eylül Anayasasını savunanlar”, “askeri vesayet rejiminin değişmesini istemeyenler” “demokratikleşmeye karşı çıkanlar” referandumda “hayır”ı benimsiyorlardı!

Safları böyle tanımlama ve “evet””i öfke duyulan neoliberal uygulamalarla tahkim edilmiş kapitalist sömürü ve zorbalık koşullarında genel bir “değişim”e, “12 Eylül’le hesaplaşma”ya ve anayasasını değiştirmeye “evet”; “hayır”ıysa “12 Eylül ve Anayasasıyla darbeleri ve sair kötkülükleri  savunmak” olarak ortaya koymak sadece demagojidir. Ama etkili de olmuştur. Bu Amerikan malı, pahalı demagojik kampanyanın üstesinden gelinememiştir.

Nedeni açıktır: Toplumda 12 Eylül’den mağdur olmayan hemen hiçbir sınıf ve tabaka yoktur. 12 Eylül ilk elde sendikalarını yasakladığı işçilerin, ücretlerini dondurmuş, onları sendikalarda örgütlenemez ve grev ve hakkıyla toplu sözleşme yapamaz bir noktaya sıkıştırmıştır. Küçük üreticileri aslanın ağzına atmış, piyasanın dişlileri arasında ezilmelerinin yolunu açmış, onları, ardından gelen Özalların, Çillerlerin ve özellikle Erdoğanların sürdürdüğü yok oluş sürecine sürüklemiştir. Köyler asker, jandarma zorbalığından çok çekmiştir. Memurlar, sendikasızlaşma dayatmasıyla 12 Eylül faşist darbesinde tanışmış, sendikalarını yeniden yıllar sonra kurabilmişler, ama hala grev haklarını alamamışlardır. Bugünün orta yaşlıları, hatta yaşlıları olan 12 Eylül döneminin gençleri, darbenin en başta gelen mağdurlarındandır. 12 Eylül Kürtlere kan ağlatmış, Sünni İslam’ı dayatarak Alevilerin de hiçbir hak tanımamıştır. Öte yandan devrimci, sosyalist ve solcuları cezaevlerine doldurup asar ve öldürürken, darbeyi ve onun “kardeş kavgasını önleme” gerekçesini topluma kabul ettirebilmek üzere faşistleri de, bir süreliğine olsa bile cezaevlerine doldurmuş, hatta birkaçını da idam sehpasına çıkarmıştır. Partileri kapatılan ve liderleri sürgüne yollanıp siyaset yapmaları yasaklanan CHP’lisi de 12 Eylül’den çekmiştir, Adalet Partilisi (DYP ve sonra DP) de. Hasılı, toplumda 12 Eylül’ü benimseyecek hemen hiç kimse bulunmazken*, imkan bulursa üstüne yürüyeni, küfür edeni ve lanet okuyanı çoktur.

Üstelik “değişim” “12 Eylül”le sınırlı da sunulmamış, geniş tutulmuştur. Genel olarak hukuksuzluk koşullarının “değişimi”, “askeri vesayet” koşullarının “değişimi”… Ve oyuna başvurulan halkın öfke duyup nefret ettiği, ama özlediği ne varsa, tümüne ilişkin olarak ima edilen “değişim”. Tümünü değiştirmek üzere ilk adımları atılan bir “değişim”! İsteyen istediği gibi anlayabilirdi. Halka algılama özgürlüğü tanınmak üzere, ucu açık bırakılmıştı. İsteyen, halka saldırının doruklarından biri olan GSS’yi örneğin, bir iyileşme olarak anlayıp, “değişiyoruz” diye sevinebilir, isteyen inşaat sektörünün TOKİ’li vurgunculuğundan “işsizliğin giderildiği”ni anlayabilir ve “değişim”in ikna ediciliğine kapılabilirdi.

Masraftan kaçınılmayan kampanyayla, tüm imkanlar kullanılıp, neredeyse tüm medya harekete geçirilerek “12 Eylül’le hesaplaşılmakta olduğu” demagojisi, allanıp pullanarak, iyi ambalajlanarak pazarlanan darbecilerin tasfiyesi yolunda ilerlendiği, demokratikleşme sürecinin sürdürüldüğü, değişimin gerçekleştiği yalanı sonuç verdi.

“Hayır” saflarının karışıklığı, 12 Eylül’ü ve Anayasasını gerçekten savunan MHP gibi partilerin de “hayır” diyor olması, üstelik “hayır”ı, başlıca Kürt düşmanlığına ve barış karşıtlığına dayandırmaları, değişikliğe konu olan gerici hukuk düzenini savunmaları, “hayır” tutumunun ikna ediciliğini zayıflattı ve bir kez daha ne kadar geniş kesimler, ne kadar çok siyasal parti bir tutumda birleşirse o kadar büyük güç oluşur görüşünün yanlışlığı pratikte kanıtlandı.

Etki güçleri zaten düşük ve örgütlenme ihtiyaçları büyük olan devrimci, sosyalist güçler de bu demagojik kampanyanın üstesinden gelemeyince, görece yüksek “evet” yüzdesi kaçınılmaz oldu.

 

REFERANDUMLA DEĞİŞTİRİLMEK İSTENEN NEYDİ?

Oysa referandum, kuşku duyulamaz ki, bir “demokratikleşme süreci”nin unsuru ya da “12 Eylül’le hesaplaşma”nın, “askeri vesayet rejiminin tasfiyesinin” belirtisi olarak yaşanmadı. Kim, hangi liberal solcu örneğin, referandumdan bu yana Türkiye’nin demokratikleştiğini ileri sürebilir? Ne değişti?

Ya da referandumla değiştirilmek istenen neydi?

Tamamen dolgu maddesi olarak değer taşıyan “ombudsman”, “memura toplu sözleşme hakkı”, “Anayasa Mahkemesine bireysel başvuru hakkı”, “birden fazla sendikaya üyelik hakkı” türünden değişiklik maddeleri bir yana bırakılırsa, ki bırakılmalıdır, Baykal bile zamanında 24 maddede fikir birliği halinde olduklarını, iki maddenin ayrılması durumunda 24 maddeye “evet” diyeceklerini açıklamıştı. Geriye kalan iki madde, değişikliğin asıl ilgili maddeleridir ki, bu iki madde de hukuki düzenin örgütlenişine ilişkindir.

HSYK’nın örgütlenişine ve üye seçimine/atamasına ilişkin maddeyle Anayasa Mahkemesi’nin örgütlenişine ve üye seçim/atama yöntemine ilişkin madde.

Değişiklik öncesinde, gerek Anayasa Mahkemesi ve gerekse hakim ve savcı atamalarını yapmakta olan HSYK, az sayıda seçkinden oluşmaktaydı ve kurul üyesi seçkinler, tümü hakim ya da savcı da değillerdi. Hukukçu olmaları şartı aranmıyordu. Ama bir şey kesindi ki, kurul üyeleri, kapalı devre seçimle belirleniyorlardı. Başlıca, hakimler oligarşisi ya da jüristokrasi  kendi kendisini seçiyor, idare edip gidiyorlar ve hukuk sistemi sağlam kazığa bağlanmış olarak kalıyordu.

Son seçim ya da atama, cumhurbaşkanı tarafından yapılıyordu; ancak her iki kurul için de Yargıtay, Danıştay vb. (Anayasa Mahkemesi için, ilaveten, Askeri Yargıtay, Askeri Yüksek İdare Mahkemesi ve YÖK de seçimlere katılıyordu) aday gösteriyor ve cumhurbaşkanı, yüksek yargı organlarının gösterdikleri üç aday içinden birini seçiyordu.

Son atamaları cumhurbaşkanı yapmasına rağmen, değişiklik öncesi, yüksek yargı her iki kurulun, Anayasa Mahkemesi ile HSYK üyelerinin belirlenmesinde ciddi söz sahibiydi. Dolayısıyla hukuk sistemi iki yandan da garantiye alınmıştı: Hem hakimler oligarşisi, hem de düzenin süzerek başına oturttuğu cumhurbaşkanı ile hukuki tahkimat pekiştirilmişti.

Değişiklikle, hakimler oligarşisini oluşturan yüksek yargının yetkileri budandı. Birincisi, cumhurbaşkanının yetkileri artırıldı; artık onun doğrudan seçtiği hakimler ve hakim olmayan seçkinler olacak. Ve eskiden farklı olarak Anayasa Mahkemesi’ne TBMM de üç üye seçecek. Yani, bu mahkemenin siyasallık düzeyi yükseliyor.

HSYK’ya gelince ise, sayıları artırılan üyelerinin dördünü doğrudan cumhurbaşkanının seçecek olmasının yanı sıra on üyesi de, eskiden farklı olarak, birinci sınıf hakimler tarafından seçilecek.

Hem Anayasa Mahkemesi ve hem de HSYK üyelerinin belirlenmesinde, yüksek yargının etkisi azalmakta, ama ilk kez Anayasa hakimleri seçimiyle yetkilendirilen TBMM ve eskiden zaten yetkili olan cumhurbaşkanı ile (HSYK açısından) alt-düzey hakimlerin etkisi artmaktadır.

Referandumun değiştirilmelerini kararlaştırdığı iki maddeyle yüksek yargı organlarının yeni düzenlenişi, “hesaplaşıldığı” ileri sürülen 12 Eylül’ün faşist şefi Evren’in bile kendi üzerine almaktan kaçındığı oranda yetkiyi cumhurbaşkanına vermekle, tarafsızlığı ileri sürülen, ama öyle olmadığı herkesçe bilinen cumhurbaşkanının yanı sıra TBMM’yi işe karıştırarak yüksek hakim atamalarını ileri düzeyde siyasallaştırmakla ve hakim ve savcılar içindeki gücünden emin olunan Fethullahçı örgütlenme aracılığıyla bu siyasallaşmayı bir de cemaatçi/dinsel sağlam kazığa bağlamakla eskisinden ayrılmaktadır. AKP’nin “12 Eylül’le hesaplaşma” ve “demokratikleşme” olarak sunduğu, önsel olarak olumlu ve iyi ilan ettiği “değişim”in aslı astarı budur. AKP’nin “değişimci” “demokratik” pazarlamasında anlaşılmaz hiçbir şey yok. Destekçisi “yetmez, ama evet”çi liberal “AKP solculuğu”nun da, bu “değişimi” onaylaması ve onda yetersiz de olsa demokrasi bulması, anlaşılmaz olmadığı gibi, demokratlıklarının tam bir göstergesidir. “AKP solculuğu”nun demokratlığı, cumhurbaşkanının tek seçicilik müessesesi olarak benimsenişi kadardır! Bir de önünde diz çökülen Fethullahçılık ve Meclis’in demokratlığının benimsenişi kadar!

 

EMPERYALİZM, BURJUVAZİ VE REFERANDUM

Referandum öncesinde “12 Eylül’le hesaplaşma” ya da “demokratikleşme süreci”ne ilişkin yapılan söylem yığınağının tümüyle demagojik içeriği, emperyalistlerle işbirlikçi büyük burjuvazinin referanduma ilişkin tutumlarında da görülmektedir. Gerçi “AKP değişimciliği” ve “demokratizmi” övgüsü yapanların, AKP’liler ve liberal solcuların “küreselci dönüştürücü” emperyalizm ve burjuvazi övgüsü yaptıkları da bilinmektedir. Örneğin Amerikan emperyalizmi ve etrafında oluşturduğu savaş koalisyonunun Irak’a ve Afganistan’a da demokrasi götürmeye çalıştıklarını, bu ülkeleri demokratikleştirmeye uğraştıklarını savundukları hatırlanacaktır. Ama gerçekler ortadadır: Yakılıp yıkılan Irak’a “demokrasi” değil, bombalara ölüm gitmiş, milyonlarca Iraklı öldürülmüş ve sakat bırakılmıştır.

Bizdeki “demokratikleşme süreci” de benzer içeriklidir. Ve bu nedenle Irak gibi başka ülkelere “demokrasi” götürme yalanıyla sömürgeciliği pekiştirmeye çalışanlar tarafından desteklenmiştir.

“Değişimci” Obama’nın, hemen referandumun ertesinde, hiç vakit geçirmeden aradığı “değişimci” Erdoğan ve AKP’sini kutlaması, herhalde “devrimci”den “devrimci”ye bir kutlama değil, dünyanın bir numaralı emperyalist gerici başının Türkiyeli gerici başını kutlamasıdır. Obama, telefonla aradığı Erdoğan’a, “referanduma katılımın Türk demokrasisinin dinamizmini yansıttığını ve kendisinin bunu takdir ettiğini” söylemektedir.

Tıpkı 12 Eylül darbesini duyunca, “bizim çocuklar başardı” diyen ABD başkanı gibi, bu kez, tarihin cilvesiyle “12 Eylül’le hesaplaşma” demagojisiyle sonuç alarak halka bir başka darbe vuranları kutlaması, referandumun sonucunun niteliği hakkında fikir vericidir.

AKP ve sahte demokratizmi, aynı desteği AB yetkililerinden de almıştır. Avrupa Komisyonu’nun Genişlemeden Sorumlu Üyesi Stefan Füle’nin sözcüsü Angela Filote, düzenlediği basın toplantısında anayasa değişikliğine ilişkin referandumla ilgili sorular üzerine, “Paketin içeriği doğru yönde” demiş ve eklemişti: “Anayasa paketi, Türkiye’de demokrasinin işleyişiyle ilgili bazı sorunlara çözüm getiriyor.” Kılıçdaroğlu tarafından meydanlarda AKP tarafından “pahalı hediyeler”le ödüllendirilmekle suçlanan AB yetkililerinden aynı Fülle, referandumun ardından Brüksel’de kendisini ziyaret edip sitemlerini aktaran Kılıçdaroğlu’nun yüzüne karşı yine “Türkiye’nin AB’ye katılım sürecinde bu anayasa paketini iyi yönde atılmış bir adım olarak görüyoruz.” demiştir. Yine Avrupa Parlamentosu Başkanı Jerzy Buzek, “Demokrasi, Türk vatandaşları tarafından yükseltildi. Referandum sonucu Türkiye’yi Avrupa hedefine bir adım daha yakınlaştırdı, ancak bunu izlemesi gereken unsurlar var.” derken, Avrupa Konseyi Genel Sekreteri Thorbjorn Jagland, “Türkiye’nin Avrupa’ya yaklaştığını gösteren bir işaret.” değerlendirmesini yapmış, Türkiye-AB Karma Parlamento Komisyonu Eş Başkanı Helene Flautre, sonuçları “Cesaret verici bir haber” olarak nitelemiş, Almanya Dışişleri Bakanı Guido Westerwelle, “Referandum sonucunu memnuniyetle karşıladığı”nı açıklamış, İsveç Dışişleri Bakanı Carl Bildt’se, “Referandum sonuçları memnuniyet verici. Türk halkı, reform politikalarına devam yönünde oy kullandı.” şeklinde beyanat vermiştir. İlerlemedir, reformdur, demokrasinin yükselişidir vb.! Emperyalistlerle işbirlikçiler el ele “demokratikleşme süreci”ni gerçekleştirmişlerdir! Al birini vur ötekine! Demokrasilerini de başlarına!

Amerikan ve Avrupa burjuva gazeteleri de, bazıları AKP’nin politika ve yönelimleri hakkında bazı endişeler belirtseler de, yine AKP demokratizmini selamlamışlardır!

En “iyisi” görünen, “Türkiye tarihi bir reform sürecinden geçiyor.  Ancak Erdoğan’la ilgili endişeler tamamen temelsiz de değil.” diyen BBC’dir. Diğer bazıları şu tür yazılar kalme almışlardır:

New York Times: “Halen Müslüman Ortadoğu’nun en güçlü demokrasisine sahip olan Türkiye, pazar günkü referandumla özgürlükleri daha da güçlendirdi.

Independent: “Referandumun sonucu, Türkiye’nin büyük oranda merkezileşmiş, yarı-demokrasisinden, daha Avrupai bir demokrasiye geçişi gösteriyor.

Guardian: “Seçmen anayasa değişikliklerine destek verdi, askerler ve hakimler kaybetti. Türkiye köklü bir değişime hazırlanıyor.

Times: “Türk ordusu savaşı kaybetti. Sonuç Türkiye’nin askerci geleneğine büyük bir darbe.

Washington Post: “‘Evet’ çıkmasıyla Türk halkı askeri dönemin kanunlarını reddetti.

Guardian: “Geçmişi baskı ve askeri darbelerle dolu bir ülkede sessiz bir devrim gerçekleşiyor. Üstelik bu devrim kansız ve demokratik bir şekilde hayata geçiyor.

Dış destekler tamamdır, emperyalistlerin onayı alınmıştır da, içeride durum nedir, burjuva gericiliğin, sözcülerinin tutumu nedir? Kuşkusuz değişikliğin arkasındadırlar. Tutumlarını “destek” sözcüğüyle nitelemek gerçeği tam yansıtmayacaktır; AKP, burjuvazinin çıkarlarının ifadesi olan ve ihtiyaçlarını karşılayan değişiklik adımlarını atmıştır. Tümünü atamamıştır kuşkusuz, ama değişikliklerin burjuvazinin talep ettiklerinin bir bölümü olduğu ve AKP’nin uygun şartlarda devamını getireceği şüphesizdir. Örneğin TİM Başkanı M. Büyükekşi, Bu yetmez, yeni anayasa lazım” diyerek tam da bunu belirtmiş ve devam etmiştir:Ülkemiz için hayırlı olsun. Biz TİM olarak görüşümüzü zaten açıklamıştık. Anayasa değişikliğini danışmanlarımızla incelemiş ve olumlu bulduğumuzu söylemiştik.

İTO Başkanı M. Yalçıntaş’ın görüşleri de aynı yöndedir: “Halkın onayladığı bu anayasa değişiklikleriyle Türkiye sadece daha demokratik bir ülke olmakla kalmayacak. Aynı zamanda ekonomik gelişmesinin hızlanacağını ve istikrarını muhafaza edeceğine inanıyorum. Referandum sonucunun hayırlı olması diliyorum, Türk milleti büyük sağduyu örneği göstererek tercihini ortaya koydu.

Türkiye İnşaat Sanayicileri İşveren Sendikası (İNTES) Başkanı Şükrü Koçoğlu, “Türkiye bir demokrasi sınavından daha başarıyla çıkmıştır.”derken, TUSKON Başkanı Rızanur Meral “Türk insanı her zaman olduğu gibi tercihini yine ilerleme ve gelişim yönünde kullandı. Referandumun en önemli sonucu, Türk halkının burada tercihini değişimden, gelişimden ve demokrasiden yana kullanmış olması” değerlendirmesini yapmış, TİSK Başkanı Tuğrul Kudatgobilik’se “Türkiye’nin bu demokrasi sınavını da başarıyla geçtiğini görmekten sevinç duyduklarını” açıklamıştır.

Peki, referandum sonuçları karşısında, öncesinde “taraf” ya da “bertaraf” olma seçeneğiyle yüzyüze olduğu tartışılan TÜSİAD’ın pozisyonu ne olmuştur? TÜSİAD’ın örneğin MÜSİAD’la ya da geleneksel büyük burjuvazinin aralarına yeni katılan ve “yeşil sermaye” olarak tanımlanan, son yıllarda özellikle devlet olanaklarıyla palazlanan burjuva kesimlerle bir sürtüşme içinde olduğu biliniyor. Daha çok yeni palazlanan ve “yeşil sermaye” denilen burjuva kesimlere teveccüh göstermesi nedeniyle AKP ve burjuva kesimlere ilişkin yönelimleri konusunda tedirginlikleri olan TÜSİAD’ın önceki Anayasa hazırlıklarının –belki vurguları bir yana– AKP değişikliklerinden pek de farklı olmadığı gibi, onları öncelediği biliniyor. Dolayısıyla değişikliklerin TÜSİAD’ın karşı çıktığı ve hele bu seçkinler klübüne doluşmuş büyük burjuvazinin çıkar ve ihtiyaçlarını yansıtmayan değişiklikler olduğunu söylemek olanaklı değildir. Zaten referandum sonrası TÜSİAD Yüksek İstişare Kurulu toplantısında konuşan Ü. Boyner, ”demokratikleşme, hukuk, yargı sistemi ve anayasa konularında pek çok rapor hazırlamış kurum olarak” “derneğin 1990’lardan bu yana “demokrasi davasının bayraktarlığını” yaptığını ileri sürerek, “bir gecede demokrat olunamayacağı”nı vurguladı. Ve işte neoliberalizmle “demokrasi” ve hukuk sistemi arasında Boyner’in kurduğu ilişki: “..yeni dünyada piyasaların düzgün şekilde, yersiz ve faüllü müdahalelerle engellenmeden çalışabilmeleri için iyi işleyen bir demokrasi ve hukuk sistemi vazgeçilmez şartlardı. Bugün piyasa-demokrasi,hukuk arasındaki bu temel ilişkinin geçmiştekinden bile daha önemli olduğuna inanıyoruz.” TÜSİAD’ın “küreselleşme” ve neoliberal politika ve uygulamalarla uyumlu bir “demokratikleşme” ve hukuk sisteminin yeniden yapılandırılması konusunda AKP’nin gerisinde olmadığı kesindir.

TÜSİAD “bertaraf” mı olmuştur? Tabii ki olmamıştır, ama bu seçkinler kulübü, büyük burjuvazi için en uygun sömürü ve egemenlik koşullarını istemekte ve bu konuda AKP ile şüphesiz ki anlaşmaktadır.

REFERANDUM HARİTASI NEYİ GÖSTERİYOR?

Referandumun ardından yayınlanan sonuçlara (“evet”, “hayır” ve “boykot” oylarına) ilişkin harita az çok genel ve yerel seçim sonuçlarını gösteren haritalara benziyor.

Ülkenin en gelişkin bölgeleri, kapitalizmin ve işçi sınıfının, modern sınıf ilişkilerinin geliştiği yöreler, Trakya’dan başlayarak, Balıkesir, Aydın, Manisa ve Denizli’yle Uşak’ı da kapsayarak, İzmir başta olmak üzere Ege illerini, Akdeniz bölgesini ve Adana, Mersin ve Antakya’yı içine alan bölgeyle Eskişehir “hayır” bölgesi olarak ortaya çıktı. Geri kalan; “hayır” ve “evet” oyları arasında az bir fark bulunan ve yine ülkenin en gelişkin yörelerinden olan İstanbul-İzmit (ve Gebze) dışında kalan bölgeler; Gaziantep, Kayseri türünden geleneksel ilişkilerin etkisinin hala güçlü olduğu, ama kapitalizmin gelişmesinin yakın tarihlerde ileri mesafeler katettiği yöreler bir yana bırakılırsa, ülkenin az gelişmiş, geri iç ve orta bölgeleri, kuzey ve doğu Anadolu “evet” bölgeleriydi. Hemen tüm güneydoğu yani Kürt illeriyse “boykot” bölgesi oldu.

Bu üç bölge, gözlenebilir biçimde birbirlerinden ayrıldılar.

Bazıları, bu bölünmeyi görmezden gelmeyi ya da önemsizliğini belirtmeyi tercih etti. Bazılarıysa, tersine bu bölünmeyi, “sol”un da üzerinden yürümesi gereken, ülkenin temel ve kalıcı bölünmesi olarak değerlendirdi.

Tartışma ve rivayetin muhtelif olduğu değerlendirmeler, “12 Eylül’le hesaplaşma”, “demokratikleşme” ve “değişim” demogojilerinin etkisi pek dikkate alınmadan “evet” ile “hayır” oyları üzerine yapıldı.

Ülkenin “evet”, “hayır” ve “boykotçular” olarak bölünmesi yerine, geçen seçimlerle referandumdaki AKP (ve destekçileri) ile “üç muhalif parti” arasındaki kıyaslamalı oy ilişkisinin değerlendirmesini geçirme yolunu tutan “toplum mühendisleri”nden yeni AKP sempatizanı Tarhan Erdem, referandumun sonucunu, “muhalif” partiler arasındaki oy dağılımını nasıl net biçimde kestirdi ya da üçünü bir arada nasıl değerlendirebildiyse, “3 muhalif parti geriledi” şeklinde özetledi.

Yine “toplum mühendisi” bir anketör olan Adil Gür, “29 Mart yerel seçimlerinden sonra da sıkça dillendirilen, bu referandumdan sonra yine gündeme getirilen bu ‘üç ayrı renk’ söylemini, abartılı, yanlış ve ülkemizin geleceği açısından da ayrıştırıcı olması nedeniyle tehlikeli buluyorum. Güneydoğu’daki bazı illerde katılım oranının düşüklüğünü diğer ikisinden ayrı değerlendirmek gerek. Akdeniz’de veya batıda sahillerin rengi meselesine gelince; aslında bu resim Ak Parti iktidarı ile birlikte ortaya çıkmadı. 1995’te iktidarın büyük ortağı olan RP de bu bölgelerde genel ortalamanın çok altında oy alıyordu.” değerlendirmesini yaptı. O da, “evet” ve “hayır”lara verilen oylar yerine parti ayrımlarını geçirdi.

Başbakansa, önce “kumsal” diye küçümsedi “hayır bölgesi”ni. “Evet” bölgelerinin az gelişmişliğine bakmadan övünmeye girişti. Yavaş yavaş yüzde 42’lik “hayır”ın nedenlerinin araştırılmasının gerekli olduğunu düşünme noktasına geliyor!

Öncelikle tüm “hayır” oyları CHP ile özdeşleştirildi ve kolaycılıkla genel bir sol, sosyal-demokrat eğilimin ifadesi sayıldı. Oysa çoğu “hayır” oyunun CHP tarafından alınması bir veri olmakla birlikte, “hayır”ların ülkenin kapitalizmin daha gelişkin ve sınıf ilişkilerinin daha modern ve daha emek-yoğun bölgelerinde yoğunlaştığı ve dolayısıyla basitçe CHP’liliği değil, ama bugün CHP zarfını henüz pek aşamamış olsa bile, işçi ve emekçilerin muhallif eğilimlerini yansıttığını düşünmek doğru olacaktır.

Ali Bayramoğlu’nun “‘Evet’ diyenlerin AKP’yi destekleyenler, değişim sürecini beğenen, önemseyen ve arkasında duranlar olduğu” şeklindeki değerlendirmesi de problemlidir. O, diğer grubun da “Ak Parti’yi onaylamadığı, değişim politikalarından farklı anlam çıkardığı ya da korktuğu, eski düzendeki bir dizi ayrıcalıklarını tehdit altında gördüğü için ‘hayır’ dediğini” düşünmektedir. “Hayır”ları CHP oylarıyla özdeşleştirme eğilimine nazire yaparcasına Bayramoğlu da, “evet”lerle AKP’nin desteklenmesi arasında özdeşlik kurmaktadır. AKP’nin “değişim” propagandasına dayalı olarak “evet” diyenlerle AKP’yi desteklemeyi aynılaştıran bu değerlendirmenin, örneğin SP’yi yok sayması bir yana, sömürülen yığınların “değişim” özlemiyle onun sadece demagojisini yapan AKP’yi özdeşleştirdiği tartışmasızdır. Ama “değişim” özlemiyle bunun demagojisi, şüphesiz birbirine karşıt şeylerdir. AKP’nin “değişimci” olduğu kuşkusuzdur, ama o, halkın özlemlerinin tam karşıtı olan bir “değişim” için çalışmaktadır; işsizliği çoğaltıcı, ücretleri düşürücü, sağlığı ve eğitimi paralı kılıcı, çalışma yaşamını esnekleştirici ve güvencesizleştirici, tütünü, pancarı, fındığı yasaklayıp değersizleştirerek tarımı ve ithal et noktasına getirerek hayvancılığı bitirici.. neoliberal politikalarıyla ülkeyi ve halkın yaşam koşullarını eskisinden kötüleştiren bir değişime imza atmış bir partidir.

“Eski düzendeki ayrıcalıklarını kaybetmemek için hayır” dendiği yorumu ise, fazlasıyla idealizmle maluldür. Herhalde eskinin “ayrıcalıklıları”nın toplumun yüzde 42’sini oluşturması düşünülemez. Dolayısıyla bunca “hayır” diyenler,  “eski ayrıcalıklı” tayfa bu kadar kalabalık olamayacağına göre, ancak AKP’den zarar görenler, onun tarafından işsizliğe, yoksulluğa vb. itilenler, sosyal güvencesiz bırakılanlar ve yanı sıra burjuva diktatörlüğünün yürütmesini üstlenmiş AKP’nin saldırganlığı ve zulmünden ürkenler olabilir.

Bayramoğlu’nun bu değerlendirmesi, üç aşağı beş yukarı tüm Tarafçılar ve sair özellikle solcu liberal tarafından dile getirilmektedir: “Değişimci AKP”, “statükocu” “muhafazakarlar”la, eski düzenden çıkarı olanlar ve eski Anayasayı vb. savunanlarla çatışmaktadır! Ancak ilginçtir; kendisini “muhafazakar”, yani statüko savunucusu, yani “değişim karşıtı” olarak tanımlayan, bizzat AKP’dir. Liberal solcular tarafından, AKP yalakalıklarının açıklaması olarak ortaya atılan ve giderek AKP temsilci ve sözcüleri tarafından da benimsenen “değişimci”likle, yine AKP’nin kendisi tarafından nitelik tanımlayıcı olarak kullanılan “muhafazakar”lığın nasıl bir arada durmakta olduğu kuşkusuz izaha muhtaçtır!

Bir başka izaha muhtaç olan şeyse, Milliyet’ten Mehveş Evin’in Türkiye’ninkiyle Amerikan “demokratları”nın yüksek oy aldığı Amerikan sahillerini gösteren ABD’nin oy haritalarını da yayınlayarak yaptığı saptamadır: “ABD’nin sahilleri demokrat, bizimkiler muhafazakar!” Amerikan “demokratları” bir yana,Türkiye’nin en gelişkin yöreleri, en modern sınıf ilişkilerine sahip, tarihsel olarak da ülkenin önünde yürüyen bölgeleri, nasıl oluyor da, bu referandumda “muhafazakarlık” rekoru kırmakla kalmıyorlar, ama son yılların tüm seçimlerinde de “muhafazakarlık” yapıyorlar? Çıkarılması gereken sonuç, herhalde gelişkinliğin ağırlıklı belirtisi ve açıklaması olarak özellikle işçi ve emekçilerin değil, ama AKP’nin muhafazakar olduğu, dolayısıyla demokrat ve değişimci olmadığıdır.

Zaman Gazetesi yazarı Ali Bulaç’ın “evet”-“hayır” saflaşmasına ilişkin yorumlarıysa, bir başka problemli ve ilginç değerlendirme durumunda.

Toplum 3 ana blok halinde kutuplaşıyor” diyen Bulaç, bu blokları şöyle sıralıyor:

Birincisi; muhafazakar-dindar blok: Burada orta muhafazakârların, cemaat ve tarikatların, SP’nin, demokrat İslamcıların, küçülen merkez sağın, MHP’den evet diyen merkez-kaç güçlerin, BDP’nin,PKK/BDP dışında kalan Kürtlerin, Türkiye KDP’sinin, 12 Eylül rejimine evet demeyi kendilerine yediremeyen küçük sol grup ve aydınların toplandığını söyleyebiliriz.

İkincisi; laik blok: Bu blokta CHP şemsiyesi altında toplanan büyük sermaye (sembol ismi TÜSİAD), bürokratik merkezdeki sert çekirdek (asker, sivil bürokrasi yüksek yargı, merkez medya), AK Parti’ye tepkili Anadolu ve Trakya orta sınıfları; ezici çoğunluğuyla Aleviler; kurumsal MHP doğrultusunda tercih kullanan milliyetçiler; ulusalcılar ve büyük kentlerde kendi gettolarındaki marjinal gruplar bulunuyor.

Üçüncüsü; boykota katılanlar. Bu blokta asıl belirleyici grup Kürt milliyetçileri oldu.

Bulaç’ın da “değişimci” “demokrat AKP” ile “demokratikleşmeye direnen” statükocu “muhafazakar”lar arasında varsayılan demagojik saflaşmayı fazlasıyla ideolojik haliyle dillendirdiği ortada: Yüzde 58 muhafazakarların ve yüzde 42 ise “solcu” demeye dili varmıyor, “sermaye” ile “bürokratlar”ın vb. oluyor! “12 Eylül hesaplaşması”na pek girmiyor, ama aşırı ideolojik zorlamaya bağlı olarak ilginçlikleri bol. Değerlendirmede, sınıflar nesnel konumlarına göre değil, ama ideolojik tutumlarına göre yerlerine yerleştiriliyorlar. AKP’nin temsilciliğini üstlendiği ve bir dediğini iki etmediği “büyük sermaye” örneğin, başka bir siyasal şemsiye altında  sınıflandırılıyor,  hem de AKP yerine, büyük sermayenin, tekellerin has partisi olmayı bir türlü becerememiş CHP şemsiyesi altında! Fazlasıyla idealizme batmış Bulaç’a göre, siyaset, sınıflardan, onların çıkarlarından yansımıyor, tersine, sınıflar siyasete sığınıyorlar! “Anadolu ve Trakya orta sınıfları”nın AKP’ye tepkili olanları yine CHP’ye sığınıyorlar; oysa tersi olmalı, CHP’yi bunlar kendilerine benzetmiş olabilirler. Ve “büyük kentlerin gettolarındakiler” kimdirler? Üstelik, anti-komünistliğinden tabii ki kuşku duyulamayacak Bulaç, buradan gelse gerek, orta sınıfları biliyor, büyük burjuvaziyi biliyor, ama işçiyi de, emekçiyi de hiç tanımıyor; değerlendirmelerinde, asıl çoğunluğu oluşturan bu milyonluk güçlere değinmiyor bile!

En ilginç, ama bir o kadar da tahlikeli ve olumsuz değerlendirmelerden biriniyse, şüphesiz amacı farklı olmasına karşın, Bulaç’ınkine pek benzer haliyle manşetinden Birgün (ve ÖDP) yaptı. “Milliyetçi muhafazakar tablo değişmedi: Yüzde 60 sağ, yüzde 40 sol!” Ona göre, “evet” oyları sağcı muhafazakarlığa, “hayır”larsa “solculuk”a delaletti! “Evet” oylarını koşullayan en başta yoğun “değişim” popagandasıyla “12 Eylül’le hesaplaşma” içerikli demagoji değilmiş gibi, en çok buradan etkilenen “evet”lerin ağırlıklı olarak “değişim” özlemini yansıtmak yerine statükoculuk demek olan “muhafazakarlık”a delalet ettiğini ileri sürmenin mantığı anlaşılabilir değildir. Ancak, halktan kopuklukla karakterize ve halkı kendi yaklaşım ve tutumlarına göre bölümleyip, yüzde 60’ına yakınını gönül rahatlığıyla karşıya alabilecek “yukarıdancı”, “seçkinci” bir “solculuk”u, böyle bir “solculuk” anlayışı ve tarzını belirttiği kesindir. En az yüzde 90’ı sömürülüp ezilen, tekelci kapitalizm ve özellikle neoliberal saldırganlığından zarar gören halkı, gerici burjuva propaganda ve demagojilerden etkilenip, belirli geleneksel inanış ve önyargılarının da etkisi altında, beğenmediği bir tutum aldığı ve “evet” oyu kullandığı için kolayca muhafazakar-milliyetçi ilan edip “karşı saf”a koyma – bu, hastalıklı bir “solculuk”tur! Üstelik “evet” demelerinin temel bir dürtüsü “değişim” özlemiyken! Mevcut düzenden duydukları bıkkınlıkla, sezgilerinin ötesinde henüz nasıl bir “değişim” istediğini belirleyememiş, kendi “değişim” talebinin içini dolduramamış ve Erdoğan’ın “değişim” demagojisine kanarak “evet” oyu kullanmış sömürülen ve ezilen yığınlarla emekçi, nasıl gönül rahatlığıyla AKP ve milliyetçi muhafazakarların eline ve etkisen terkedilebilir, emekçiden bunca kopuk ve habersiz sosyalistlik iddiası ne türden bir iddia olabilir?Birgün ve ÖDP bir yana, “evet”, “hayır” ve “boykot” oylarının dağılımının bir harita oluşturduğu doğrudur, ama buradan doğru sonuçlar çıkarmak gerektir.

“Evet”ler, önemli ölçüde “değişim” ve “12 Eylül’le hesaplaşma” propagandalarının ürünü olmakla birlikte, tabii ki tümü bu nedenle verilmiş oylar değildir. İçlerinde dini saikle kullanılan oylar az değildir ve yine milliyetçi etkiler altında kullanılmış “evet”ler de herhalde ciddi bir yekun tutmaktadır. Aksi durumda, “evet”lerin neden en çok Türkiye’nin iç ve orta bölgeleri gibi görece geri yörelerinde birikmiş olduğu açıklanamaz.

Yine “evet” oylarının “değişim” ve “hesaplaşma” propagandalarından etkilenerek, yüzde 58 gibi, AKP oylarının oldukça üzerinde kullanılmış olmasından, kuşkusuz, bu kez Birgün’ün yaptığının tam tersi bir değerlendirmeyle, “hayır” oylarının “değişim” karşıtı ve Başbakan’ın bir ara dediği gibi, “darbecilere ve statükoya verilmiş oylar olduğu” sonucu çıkarılamaz. Hayır”larda, tabii ki, “Kürt düşmanı” milliyetçilikten etkilenme vardır, yukarıdancı “yobazlık karşıtlığı”nın etkisi de vardır. Ancak, yukarıda da belirtildiği gibi, “hayır” oylarının en yoğun ve yüksek olduğu iller, Türkiye’nin en gelişkin, hem kapitalizmin, hem de modern sınıf ilişkilerin gelişmesi bakımından en ileri gitmiş iller olduğu da ortadadır. “Hayır”larda, gelenekselliğin etkisinin en fazla ve en ileriden aşılmasıyla, içeriği belirsiz “değişim” özleminin içinin emekçiler tarafından olabildiğince kendi belirli talepleri ve buradan tutum almalarıyla doldurulmasının izleri bulunur.

Dolayısıyla ne “evet”ler muhafazakarlık, ne de “hayır”lar “solculuk” belirtisidir; ama, bunca demagojik propagandanın ortasında kullanılmış “evet” ve “hayır”larıyla emekçi halkı, zaten AKP ve sair gerici burjuva partilerinin yapmaya uğraştığı gibi bölmek değil, bu karmaşık burjuva etkiler altında bölünmüşlüklerini gidermek ve kendi talepleriyle barış, demokrasi ve sosyalizm amaçları etrafında birleştirmek gereklidir.

Haritada “boykot”un tuttuğu yere gelince; bu yerin Kürt demokratik hareketinin etki gücünü gösterdiği kesindir. Ve bu etki gücü, genellikle “olumsuz” değerlendirmelere konu edilmeye çalışılıyor. TKP örneğin, “boykotun başarısı”nın, “ABD’nin bölgeye müdahalesinin önünü açacağı”nı belirterek, bu başarının, hiç de iyiye delalet etmediğini açıkça söylüyor.

Milliyet’in “Siyasette Neler Oluyor?” başlıklı yazı dizisine “boykot”u hedef alarak ve “BDP, Kürtlerin temsilcisi değil” diyerek konuşmaya başlayan AKP’li Dengir M. M. Fırat’sa, “Oradaki vatandaşlar boykota uymayarak bunu gösterdiler” diyor. Örneğin işin teknisyeni Adil  Gür “BDP seçmeni yüksek oranda boykot kararına uydu, hatta batıda metropollerdeki BDP seçmeninin çoğunluğu da bu referandumda sandığa gitmedi” derken, herhalde derin bir hayale dalmış olan Dengir Fırat, “Boykot’un tutmadığını görüyorsunuz. Daha önceki iştiraklare bakınca fazla destek bulamadılar. Bir iki ilde yüzde on civarı katılmama oldu. Diğer illerde çok fazla etkisi olduğu kanısında değilim. İlk defa o bölgedeki sivil toplum örgütleri bütün tehditlere rağmen bir karşı hareket başlattılar. Bu sonun başlangıcıdır” şeklinde açıklamalarda bulunuyor ve gerçek tanımayarak (herhalde İngilizce düşündüğünden olsa gerek, telaffuz benzerliğinden, önce 40 ile 14’ü, ardından da 40 ile 400’ü karıştırarak) sallıyor: “400 tane sivil toplum kuruluşu kalkıp biz ‘evet’ oyu vereceğiz diye deklarasyon yayınlıyorsa, BDP bunlara tehdit savuruyorsa ve bunlar hiç umursamıyorsa bu BDP için bir kırılım noktasıdır.” Gerçekleri bunca çarpıtma cesareti ilginç!

Dengir Fırat bir yana bırakılırsa, bir de Kürt burjuvazisinin sözcülüğünü yapan ve referandumda “evet” çağrısı çıkaran, Sabah’a “..daha özgürlükçü olduğu ve değişime kapı aralayacağı için destek verdik. Kürt yoksulları da böyle demediler de, Diyarbakır’daki 264 bin ‘Evet’ oyu nereden çıktı? Kürt coğrafyasının tamamında yüzde 95 ‘Evet’ oyu verildi.” diyen Diyarbakır Ticaret ve Sanayi Odası Başkanı G. Ensarioğlu dışında, Kürt halkının “boykot” eğilimini kimse reddedemedi, kabullendi.

CHP Ne Durumda?

“Hayır” oylarının kabaca “sol”, “sosyal demokrat”lığın belirtisi varsayılarak CHP’ye ait sayıldığını söylemiştik. Referandum sonuçlarından “hayır”ların ne kadarının CHP’nin oyu olduğunu çıkarmak olanaklı değil, ancak önceki seçim sonuçlarıyla karşılaştırıldığında, çoğunun CHP eğilimli oylar olduğu söylenebilir.

Dolayısıyla T. Erdem’in genelleme yaparak “Üç muhalif parti oy kaybetti” görüşünün CHP için geçerli olmadığı görülüyor; tersine, hatta CHP’nin oy artırdığı söylenebilir. En azından, yönetsel değişiklikler geçirmesine karşın, CHP durumu idare eder görünmektedir.

Örneğin Yaşar Okuyan tarafından dillendirilen bir yorum, Baykal zamanında “sağ” kanattan –geçen gün CHP’den istifa eden– İlhan Kesici gibi CHP’ye transfer olanlarla “AKP korkusuyla CHP’ye oy veren” kendisi gibilerin “oluşturduğu kitle”den “evet”e yüzde 3-4 puanlık kayma olduğu şeklindedir. Doğruluğu ne kadardır, bilinmez; ama bu tür simgesel isimlerle Baykal CHP’sinin “sağa kayması”, “MHP türü ulusalcılığı” arasında bir bağıntı olduğunu düşünmek yanlış olmaz.

Kılıçdaroğlu’nun genel başkanlığıyla birlikte CHP’nin Bilim Yönetim ve Kültür Platformu’nun başkanlığına gelen, yeni politikalar üretiminde genellikle “top”un kendisine atıldığı PM üyesi Prof. Sencer Ayata, CHP’nin yüzde 30’ları aşmış olduğunu belirterek, “‘Hayır’ oyları içinde özellikle Batı bölgesinde milliyetçi ve merkez sağ oylar da var” diyor, Milliyet’teki yazı dizisindeki söyleşisinde. CHP’nin ne denli “milliyetçi”liğin dışında durduğu iddia edilebilir, ayrı sorun, ancak, alçakgönüllülükle, milliyetçiliğe yapılan atıfla belirtilen “batı bölgesindeki MHP oyları” saptaması, MHP’nin kendi “oy alanları”na, örneğin Erzurum, Yozgat, Nevşehir vb.’ye bakıldığında, doğru görünmüyor.

Ayata’nın asıl üzerinde durduğuysa, öteden beri dillendirdiği “yeni orta sınıf”la CHP arasında kurduğu ilişkidir. “Kıyılar, tuzu kurular, beyaz Türkler” türü ifade ve değerlendirmelerin yüzeyselliğine değinen Ayata, “Ortada yüzde 30’lara, hatta yüzde 40’lara ulaşan bir kitle var. CHP artan ölçüde ülkenin yüksek vasıflı işgücünün desteğini kazanıyor. Yeni yaşam tarzlarını benimseyenlerin partisi haline geliyor. İleri sanayi, hatta sanayi ötesi kesimlerin benimsediği parti oluyor. Türkiye’nin lokomotifi bu kesimler ve yöreler. CHP, toplumun geleceğini temsil eden orta sınıfların partisi oluyor.

Bu görüşler, ayrı bir yazı konusu olmaya aday. Problemli liberal saptamalar yapıyor Ayata. “Küreselleşme”nin toplumu, başta emek-sermaye ilişkileri ve işçi sınıfı ve yapısı olmak üzere niteliksel olarak değiştirdiğini düşünüyor. “İleri sanayi”, hatta “sanayi ötesi toplum”a ilişkin görüşler ilk kez kendisi tarafından ortaya atılmıyor. Modern revizyonizm bu yönde tezleri işlemişti, şimdiyse resmi olarak Dünya Bankası iktisatçı ve sosyologlarının yanı sıra onlara yamanmış liberal solcular tarafından ileri sürülüyor. Bu görüşlerden hareketle, Ayata, yüzde 30-40’lık bir kitleyi “orta”ya alıyor, oysa böyle bir kitle bulunmuyor. “Orta”da başkaları var. Orta burjuvazi, küçük burjuvazinin üst ve belki orta kesimleri gibi… Ancak Ayata, “orta sınıfı”, araya nereden çıkarıyorsa “lokomotif yöreler”i de sıkıştırarak, “vasıflı işgücü” ve sınıfsızlaştırılmış kavramlarla tanımladığı “ileri sanayi hatta sanayi ötesi kesimler”in oluşturduğunu, CHP’nin de bu kesimlerin partisi olmakta olduğunu söylüyor.

“İşgücü”yse, neden sadece “vasıflı işgücü”? İşçi sınıfı nerede? Ve “vasıflı” da olsa bir “işgücü” kesimi, işçi sınıfının bir bölümü yani, nasıl “orta sınıf” oluyor? İşçiler “orta sınıf ” ise, “alt” ya da “aşağı sınıf” kim?

CHP’nin, orta burjuvazinin ve  onun üst kesimlerinin partisi oluşunun Baykal tarafından zorlanmasının ardından, yeni “yeri”ni aradığı, bu nedenle bir iç mücadele ve tartışmanın ihtiyaç halinde olduğu söylenebilir; ancak yine de hala CHP, genel olarak, Ayata’nın –kimlerden oluştuğunu yanlış olarak tanımlasa da– dediği gibi, daha çok üst kesimleriyle, “orta sınıfın partisi” olarak tanımlanabilir.

Ya MHP?

Referandumdan, CHP ortalamanın üstünde bir moral durumu, AKP zafer sarhoşluğuyla çıkar ve yeni yeni yüzde 42’nin neden “hayır” dediğini araştırmaya yönelirken; MHP, referandumdan çok kötü bir sonuçla ve moral bakımından çöküntü halinde çıktı. Üstelik görüldü ki, iç tartışma ve hesaplaşmaları ciddi boyutlardadır.

Tıpkı Dengir Mir Fırat gibi hayal aleminde gezindiği referandumdan çıkardığı “sola göre başarılıyız” sonucuyla sabit olan “Başbuğ’un oğlu ve Bahçeli’nin karşısına dikilmiş –hatta kaybedince ayrı bir parti kurup sonradan yeniden MHP’ye katılmış– eski başkan adaylarından Tuğrul Türkeş, şimdi “kale gibi” MHP yönetiminin yanında durmaktadır; ancak referandum öncesi karışık olduğu anlaşılan parti, referandum sonrasında fazlasıyla karışmıştır. Kimisi çek-senetçi kimisi siyasetçi ya da ikisi birden birçok eski militan MHP’li ve Ülkü Ocaklı faşist, şüphesiz çok yönlü olarak AKP’nin maddi-manevi imkanlarından da yararlanarak, MHP merkezinden farklı ve karşıt tutum almış, referandumda “evet”e açık destek vermişlerdir. Kurucular Kurulu’nun çoğunluğu ve Bahçeli’nin karşısındaki eski başkan adaylarından –Ülkü Ocakları’nın eski sivri ismi ve başkanlarından– R. Ongun referandum öncesinde “evet” kararında olduklarını açıklamışlar ve “Türkeş de yaşasaydı aynı şeyi yapardı” diye konuşmuşlardır. Benzer bir konuşmayı A. Türkeş’in dul eşi S. Türkeş de yapmış, ne kendisini, ne de ölüm yıldönümünde “bir su dökmek” dışında A. Türkeş’i arayıp sormadığını, hatırasına bile saygılı davranmadığını söylediği Bahçeli’ye karşı açık tavır almıştır. Açıklamalarının bir karşılığının olduğu anlaşılmış, “taban”la “tavan” neredeyse ayrışmış; ayrıntılı değerlendirmeleri bile gerektirmeden, çıplak gözle kolaylıkla görülebileceği gibi, MHP,“kaleleri” olarak bilinen illerde bile ancak 3-5 puan elde edebilmiştir.

Referandum’un ardından –fırsatı yakalayan– BBP Genel Başkanı Y. Topçu, “yaşı 50’nin üzerinde olan ülküdaşların yüzde 95’inin Bahçelievler’deki MHP binasının kapısını bilmediği”ni söyledi ve “eski ülküdaşların arkasından konuşulduğu”nu ileri sürerek daha da ileri gitti: “MHP kurmayları adeta ölü eti çiğnedi.” Sonra da “demokrasi” ile uzaktan yakından ilgisi varmış gibi, çağrısını çıkarıyor: “İleri demokrasi ülkelerinde seçim sonrası yarım puan bile düşse, çıkıyor lider, ‘bu işi başaramadım’ diyor ve gidiyor.

Topçu rakip partiden olduğu için önemsenmeyebilir; ancak “MHP’nin çok iyi yönetildiğini, aldığı kararların, uygulamaların iyi olduğunu düşünmüyorum. 3 Kasım’dan bu yana çizgide yanlışlık var.” diyen MHP eski Genel Başkan Yardımcısı Ş. Bülent Yahnici de aynı görüşte. “Referandum sürecinde de yanlışlıklar yapıldı” diyor. AKP ile yarışa girilerek yanlış yapıldığını düşünüyor ve “kendi tabanındaki insanlar AKP’de yer alıp onun politikalarını benimsedi. MHP merkez partisi konumuna kendisini koyup oy istemeliydi” diyor ve kinaye ile sonuca geliyor: “MHP’de genel başkanlık sorunu yoktur, zaten problem oradadır.” Ama umutsuz: “İsim değişse de bu saatten sonra bir şey olmaz”!

Yine bir eski Genel Başkan adayı Hakkı Ş. Ses de hem eleştirel hem umutsuz. “MHP’nin sosyal demokrat ve sol eğilimli kişilerin olduğu alanda siyaset denemesi yapması hatalı” diyen Ses, genel seçimlerde MHP’nin barajın altında kalması durumunda “bunun ağırlığını hiçbir yöneticinin taşıyamayacağı”nı, “ortada MHP yönetici kalmayacağı”nı söylüyor.

İçerden bakıldığında durum vahim görünüyor olmalı!

Peki MHP neden bunca kötü sonuç aldı?

MHP, “soğuk savaş” koşullarında emperyalizmin beslemesi anti-komünist bir parti olarak tarih sahnesine çıkmış, küçümsenmeyecek ölçüde işlevsel de olmuştu. İşçi sınıfı ve emekçilerle devrimci harekete karşı, dağıtıcı/bastırıcı yedek güç olarak yarı-militarist bir örgüt olarak burjuva devletin hizmetinde iş gördü.

“Ters kündeye gelerek”, kendisini gerekçelendirme uğraşındaki 12 Eylül’ün hışmına o da uğradı. Kadro ve militanları cezaevlerine dolduruldu. “Başbuğ” Türkeş “fikrimiz iktidarda, bizler hapislerdeyiz” diyerek, devletin MHP’ye yönelik “adaletsizliği”ni vurgularken, devlet için vuruşmuş, vurmuş-vurulmuş MHP militanları bu tutumu hiç anlamadılar. Burada referandumdaki MHP “göçüğü”nün ilk nedenini buluruz: “12 Eylül’le hesaplaşma” demagojisi, sadece halkı ve “solcuları” değil, MHP içinde ve tabanında hala etkin konumlardaki eski militanları da etkiledi. AKP’nin sağladığı/sağlayacağı maddi olanaklardan da sebeplenme peşindeki “bıçkın” militanlar, yüreklerini yaralayan 12 Eylül’e dair duygularıyla, onun “değişimciliği” trenine atladılar. Peşlerinden de, tabandan, sürükleyebildikleri kadarını “evet” ve AKP saflarına götürdüler.

En az bunun kadar etkili asıl nedense, kuruluş ve ilk karşı devrimci mücadele yıllarının ardından, 12 Eylül’de bir süre “nefeslendikten sonra”, onun önemli ölçüde gerçekleştirdiği işçi ve emek hareketiyle devrimci hareketin tasfiyesiyle birlikte önce “köpeksiz köyde değneksiz dolaşma”ya başladılar. Besleme militan örgütlenmeden kitlesel örgütlenmeye yöneldiler. Ancak “mücadele” zemin ve koşulları” artık değişmişti. İşçi ve emekçi hareketiyle devrimci hareketin ciddi ölçülerde bastırılmış olduğu koşullarda, yükselişte olan ve silaha sarılmış bulunan demokratik Kürt hareketine ve Kürt halkına karşı mücadele içinde örgütlendiler. Artık –kuşkusuz terk etmedikleri– anti-komünizmden çok ırkçı şoven milliyetçiliği temel edindiler ve Kürt sorunudaki çözümsüzlüğe dayanıyorlar.

Neredeyse 30 yıla yakın buradan hareketle geliştiler, Kürt Savaşı’ndan beslendiler; asker uğurlamalarından, linçlerden, “şehit cenazeleri”nden palazlandılar.

Ancak Türkiye Kürt sorunu ve savaş açısından bugün farklı bir noktayasadece barışın tartışılmasına değil (bu geçildi, geride kaldı), Türk halkının; savaştan bıkarak, çok canlara mal olan silahların susması tercihini, bir önceki süreçte “muhatap alınamaz” denilenlerle görüşmeler yapılmasına olumsuz tepki vermemeye varıncaya kadar yaptığı noktaya gelinmiştir. Kılıçdaroğlu’nun da “tabii ki görüşülebilir” onayı ve “ben değil, devlet organları” yumuşatmasıyla, AKP, referandumdan MHP ve şovenizmin etkisine ilişkin çıkardığı sonuçtan da güç alarak, görüşmeleri çoktan başlatmıştır. Buradan Kürt sorununda hakkaniyetli bir çözüme ilerlendiği sonucu katiyetle çıkarılmamalıdır; ancak bu sorunla bağlantılı koşulların, MHP’yi şovenizmden prim sağlayamaz duruma gerileterek, değiştiği de gerçektir. Kürt sorununa ilişkin Türk halkının eğilimlerindeki değişmeler, herhangi parti bakımından geliştirici-besleyici temel olarak şoven milliyetçiliği yeterli olmaktan çıkarmış, bu durum, MHP kimliğinde referandum sonuçlarıyla sınavdan geçirilmiştir.

21 Eylül’de, Ankara Sheraton Oteli’nde kahvaltılı bir basın toplantısı düzenleyen Bahçeli de, sitemlerinin arasında, “AKP, PKK açılımı çalışmalarına güvenoyu almıştır” deyivermiş ve şecaat arzederken sirkatini söyleyerek, bu durumu kendisinin de kabul ettiğini belli etmiştir.

Önümüzdeki süreçte MHP’nin etkisinin azalması beklenebilir.

“BOYKOT”A İLİŞKİN…

Demokratik Kürt hareketi tarafından uygulanan “boykot” taktiği, Kürt halkında ciddi bir karşılık buldu ve desteklendi. Ancak bu taktik kolaylıkla kararlaştırılamadı. “Evet” oylarının pazarlık konusu yapıldığı referendum öncesi harekette epey git-gel yaşandı* ve BDP, ancak birkaç hafta kala “boykot”a yüklendi.

“Değişim” ve “12 Eylül’le hesaplaşma” demagojisinin en çok Kürt halkı üzerinde etkili olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır ki, git-gellerin de burdan kaynaklandığı, ulusal hareketin en çok bu nedenle zorlandığı tahmin edilmez değildir. Askerlere duyulan tepki, “açılım”ı da kapsayan darbeciler ve militarizm karşıtı söylem üzerine eklenen barış özlemi, AKP “değişimciliği”ne ilişkin bir beklenti yaratacaktı, yaratmış ve Kürt tabanında AKP’yi değil ama değişiklikleri detekleme ve küçümsenmeyecek ölçüde “evet” oyu kullanma eğilimini oluşturmuştur. Pazarlık tutumu kararsızlık olarak algılanıp bu eğilimi güçlendirmiş ve sonuçta bu “evet” eğilimi, “yetmez, ama evet”çi içeriğiyle, ama her şeye rağmen “evet” noktasına varıp kilitlenmiştir. Ulusal hareketin, buna rağmen “hayır” diyebilmesi, artık önemli oy kayıpları olmadan olanaklı olmaktan çıkmıştı.

Dolayısıyla tabanı gözetme ve onu birleşik halde bloke etmenin tek yolu olarak “boykot”, Kürt partisinin tek olanaklı taktiği durumuna yükseldi. Bundan, ulusal hareketin referandumda “hayır” deme eğilimi gösterebileceği sonucu çıkarılamayacağı gibi, kendisini AKP’den ayırmak zorunda olduğu için “evet” de diyemeyeceğinden, bir yönüyle de, “boykot”un zorunlu bir taktik olarak değil, ama olanaklı ve tabanı birleştirip ilerletici tek taktik olarak kabul gördüğü ve izlendiği söylenebilir.

Bu nedenlerle sosyalistler Kürt hareketini ve uyguladığı “boykot” taktiğini, doğru bulmamakla birlikte, anlayışla karşıladı ve eleştiri konusu yapmadılar. Ona “hayır”ı önermediler; çünkü bu “evet” oylarının sayısını artıracağı gibi, Kürt tabanının birliğini de olumsuz etkilerdi.

Ancak Kürt ulusal hareketinin ihtiyaçları bakımından anlaşılır olan “boykot” taktiği, bir kısmı onunla “güçbirliği” halindeki bir dizi grup bakımından, hele batı illerinde, kesinlikle anlaşılır olmadığı gibi, başvurulabilir ilerletici bir yöne de sahip değildi.

Boykotun koşullarının olduğu sır değildir. Her halükarda ya da “haydi yapalım” diyerek boykot yapılmaz. Sandıklar, eğer olanaklı daha ileri mücadele biçimlerine halkın ilgi ve katılımını önlemek üzere ortaya konmuş, daha ileri hedeflere yönelmesi ve mücadelelere katılması olanaklı olan halk kitlelerinin bu yönelim ve katılımını boşa çıkarma, dağıtma potansiyeli taşıyorsa, reddedilir. Sandıklara gidilmemesi, seçimlere katılınmaması çağrısı yapılır; ama bu çağrının doğal tamamlayıcısı, “sandıkların yakılması”ndan başlayarak, sandığın ve oy kullanmanın yerine daha ileri mücadele biçimlerine katılım çağrısı yapılmasıdır. Kaç tane sandık yakıldığı sayılmadan “boykot” savunulabilir olamaz.

Anlaşılacağı gibi, seçim boykotu ve sandıklara gitmenin reddedilmesi, ayaklanma ya da ayaklanmaya geçiş dönemlerinde, az-çok ayaklanma öncesinde uygulanabilir ve böyle uygulandığında halkı ve mücadelesini ilerletebilir bir taktiktir. Aksi durumda ciddiyeti yoktur; “kumda oynama”ya dönüşür! Milyonların eylemini etkileyip, bu eylemin biçimi olamayacak, “fare dağa küsmüş dağın haberi olmamış” türünden taktikler, halktan kopukluğun ve halkın mücadelesinin ve geliştirilmesinin öngörülmesinin esas alınmayışının çocukça “taktikleri”dir.

*

Bunca “değişim” demagojisinin yapıldığı ve gündemdeki değişikliklerin yetmeyeceğinin sadece “yetmez ama evet”çilerce değil, AKP ve başta Başbakan olmak üzere tüm sözcülerince de ilan edildiği referandumun net bir sonucu, “yeni bir anayasa” yapılmasının, hemen istisnasız tüm düzen partileri ve geri kalan hemen tüm güçlerce gündeme getirilmesi oldu. Tüm partiler yeni Anayasa yapılmasında anlaşmış görünüyorlar.

Yeni anayasa sorunu ve genel olarak anayasa sorununa sınıf bilinçli işçinin nasıl yaklaşması gerektiği, herhalde ayrı bir yazı konusu olacak kadar kapsamlı bir konudur.



* İstanbul Beylikdüzü’nde seçilmeyen belediye başkanının seçilmesinin sağlanması ve aynı hakimin hem Beylikdüzü İlçe Seçim Kurulu Başkanı, hem de İstanbul İl Seçim Kurulu Başkan Vekili olarak kararın altında imzası olması örneği hatırlanmalı.

* Obama’nın ABD Başkanlık seçimini başlıca “değişim” temasını işleyerek kazandığı biliniyor. AKP’liler tabii ki aptallar topluluğu değiller, ancak, deneyli yabancı “toplum mühendisleri”nin deney, bilgi ve fikir geliştirme yeteneklerini küçümsememek gerektir.

* Şüphesiz demagojiyi başmaları için yapanlar ve sınıf temelleri olarak büyük burjuvazi ve büyük toprak sahipleri dışta tutulmalıdır. Onlar, başta Erdoğan olmak üzere, tabii ki 12 Eylülcüdürler, ona minnet borçludurlar ki, Gülen’in bunu açıkça ifade ettiği biliniyor. Eski TİSK Başkanı Halit Narin ve 12 Eylül’ün ardından işçileri kastederek söylediği “şimdiye kadar işçiler güldü, şimdi biz güleceğiz.” vecizesini hatırlamak da, büyük burjuvazi ile 12 Eylül ilişkisi bakımından sanırız yeterli olacaktır.

* Hareketin tutum belirlemesini ilgilendiren ve genele ilişkin olanları referanduma iki hafta kalana kadarki süreçte görülmekle birlikte, bu gel-gitler yalnızca referandum öncesi yaşanmakla kalmadı, ama “çözüm” tartışmalarıyla bağlantılı olarak şimdi de devam ediyor. Örneğin İ. Beşikçi, “BDP’nin TBMM’deki anayasa değişiklikleri sırasındaki tutumu yanlıştı. Referandumun boykot edilmesi de sağlıklı bir tutum değil. Referandumda hayır çıksaydı, bu, Kürtlere çok olumsuz bir şekilde yansırdı.” diye düşünür ve “Boykot” tutumunu eleştirerek AKP’yle birlikte ilerlenmesini savunurken; BDP eşbaşkanı T. Bakırhan da, “Boykot ve evet cephesi önümüzdeki dönemde yeni bir anayasa talebi etrafında buluşabilir.” demekte ve “AKP karşıtı bir politika yürütmeyeceğiz.” açıklamasını yapmaktadır.

93. Yılında Ekim Devrimi ve İşçi Sınıfı

1917 Ekim Devrimi’nin üzerinden 93 yıl geçti. Devrimin ve sosyalizmin burjuva-emperyalist gericilik ve yedeklediği güçler tarafından yenilgiye uğratılmasının üzerinden de onlarca yıl. Ama burjuvazinin uluslararası güçleri, o büyük toplumsal değişim ve sömürünün ortadan kaldırılması eylemi ve pratiğine karşı savaşı sürdürmeye hâlâ ihtiyaç duyuyor. İşçi sınıfının tarihsel devrimci rolünün ve devrim olasılıklarının tarihe karıştığını ve kapitalizmin kendini ebediyen sürdürecek dinamiklere sahip olduğunu ileri süren burjuvazinin, devrim ve sosyalizm karşıtı kara propagandayı sürdürmeye ihtiyaç duyması, onun gizlemeyi başaramadığı açmazı ve çelişkisidir. Burjuvazi ve hempalarının devrim ve işçi sınıfının devrimi gerçekleştirme ve yeni bir toplumsal sistem kurma; sosyalizm yoluyla sömürüyü ortadan kaldırarak, insanın gerçekten özgürce yaşayacağı koşulları oluşturma yeteneği ve sınıfsal özelliği ortadan kalkmış ise, bu karalamaya neden ihtiyaç duydukları sorusuna verecekleri bilimsel ve akla uygun bir yanıt olmamasına karşın, bu saldırının yaşamsal önemde nedenleri olduğu kesindir.

Ekim Devrimi ve sosyalizm, proletarya ve ezilenlere sömürüden nasıl kurtulacaklarının yolunu göstermiş; işçi sınıfının, yeni proleter devrimlerle kapitalist sistemin ve sömürünün çanına ot tıkamayı başaracak bir sınıf olduğunu kanıtlamıştır. Burjuvaziyi bu savaşı sürdürmeye mecbur bırakan, bu somut ve “elle tutulur” gerçeklerdir. Rusya işçi sınıfının, sınıfın en ileri, en bilinçli ve emekçilerin çıkarlarını savunmada en kararlı unsurlarının oluşturduğu devrimci partinin önderliğinde iktidarı almak üzere ayaklanmış olması ve bunu başarması, burjuvaziyi, aynı tehditle bir kez daha yüz yüze gelmemek için her yol ve araçla savaşmaya yöneltmiş ve o bunu “demokrasiyi koruma mücadelesi”(!) olarak göstermeye ‘dört elle’ sarılma ihtiyacı duymuştur.

“DÖNÜM NOKTASI” VE YENİ BİR TARİHSEL DÖNEM OLARAK EKİM DEVRİMİ

Bugüne kadar, toplumlar tarihinde tuttukları yer ve yol açtıkları değişim ve sonuçlarla 1789 Fransız Burjuva Devrimi ve 1917 Büyük Ekim Devrimi, tarihin en büyük iki devrimi oldu. 1789 Burjuva Devrimi, modern toplumsal gelişmeye katkılarını ve başka sonuçlarını burada saklı tutarsak, proletarya devrimi için toprağı ekecek güçlerin oluşmasına doğru gelişmeye mahkûmdu. Feodal sistemin bağrında doğan kapitalizmin, onun üst yapısını da parçalayarak yıkması ve hâkim hale gelmesi, kapitalizmin mezarını kazacak ve sınıf mücadelesi yoluyla yeni bir toplumu kuracak güçlerin ortaya çıkmasını da sağladı. 1848 devrimleri ve 1871 Paris Komünü bu zeminde gerçekleşti.

1917 Ekim Devrimi’nin ayırt edici özelliği, 20. yüzyılın ilk çeyreğinde, tüm halkalarının bir zincir halinde birbirine bağlandığı kapitalizmin tekelci döneminde gerçekleşmiş olmasıydı. ‘Avrupa kapitalizminin üzerinde dolaşan hayalet’, devrimle birlikte, tüm maddi gerçekliğiyle toplumun yaşamına girdi. Kapitalizmin “özel ürünü” ve onun “mezar kazıcısı” proletarya, devrimci eyleminde, yeni sosyalist toplumu kuracak yeni devrimci özne olarak tarih sahnesine çıkmakla kalmamış, kapitalizmin gelişmesiyle genişleyip güç kazanmış ve bir devrimle burjuva iktidarına son vermeyi bilmişti. Kapitalizm, ‘tarihsel sınırları’na ulaşmıştı ve artık o, ölümüne doğru yol alıyordu.

Ekim Devrimi, dünya işçi sınıfı ve halklarının insanca yaşama savaşımı tarihinde yeni bir dönemi; yeni bir çağı açtı. Devrimle iktidarı alan işçi sınıfı, sömürüsüz yeni bir toplum (sosyalizm) inşasına girişti ve proletarya devleti, 1871 Paris Komünü’nden farklı olarak, onlarca yıl ayakta kaldı. Devrim, o zamana kadar süren dünya tarihini belirleyen tüm ilişkilerde değişime yol açarak, toplumsal ölçekli sorunların eski tarz “çözümü”nü geçersiz hale getirdi ve onların çözümü için yeni devrimci yollar açtı. 1789’da henüz kendi özgül/sınıfsal çıkarlarının bilincini edinememiş ve aynı nedenle burjuvazi tarafından yedeklenmiş işçi sınıfı, burjuva sınıf hakimiyeti sistemine karşı “aşağı sınıf(lar)ın zafer kazanabileceğini ve temel nitelikleriyle farklı ve yeni bir toplum inşa edebileceklerini kanıtladı.  Rusya işçileriyle kent ve kır emekçileri, sadece iktidarı ele geçirip proletarya devletini kurmadılar; aynı zamanda, önceki hiçbir toplumsal devrimin başaramadığı ve başarma olanağına sahip olmadığı insanın insan tarafından sömürülmesine bir ya da birden fazla ülkeden başlanarak son verilebileceğini ortaya koydular. SB işçileri ve emekçileri, kurdukları yeni uygarlıkla, Batı’nın emekçilerine ve Doğu’nun ezilen-sömürge halklarına umut kaynağı oldular.

Bu büyük proleter devrimi, Batının proleterlerine, kendi sermaye sınıflarına karşı cesaretle ileri atılmaları ve ‘Doğu’nun ezilen-sömürge ve bağımlı halklarına da özgürlük için ayağa kalkmaları çağrısı çıkarıyordu. Devrim ve onu gerçekleştiren Sovyet proleter ve emekçileri, bu mücadelelerinde onların güçlü destek ve moral kaynağı olacak, diğer yandan gelişmiş ülkeler proletaryasının yeni devrimci girişim ve zaferleriyle Sovyet devriminin boğulması engellenmiş olacaktı. O, yeni proleter devrimler çağını açan ilk büyük girişimdi ve ardı sıra ortaya çıkan gelişmeler, bu öngörüyü doğrular nitelikteydi. 1918’de patlak veren –ve fakat üzerinde ayrıntıyla durmanın bu yazının konusu olmadığı– çok çeşitli nedenlerle başarıya ulaşamayan Alman-Macar devrimleriyle ‘Doğu’da ezilen halkların anti sömürgeci savaşları birbirini izledi. Birçok ülkede devrimci ayaklanmalar gerçekleşti. Dünyayı kana boğan faşizm yenilgiye uğratıldı, Çin gibi büyük bir ülkede ve Doğu Avrupa’da yeni halk demokrasileri kuruldu ve böylece emperyalist sömürge sisteminde büyük gedikler açıldı.

Ekim Devrimi ve sosyalizmin inşası, barış, siyasal özgürlük, toprak sorununun çözümü ve sömürgelerin kurtuluşunun kapitalizme karşı mücadeleyle bağına açıklık kazandırdı. Üretim araçlarının kolektif mülkiyete geçirilmesiyle birlikte, tüm bu sorunların gerçek ve tam çözümü için koşullar, başka hiçbir zaman olmadığı ölçüde olgunlaştı. Açlığın, yoksulluğun ve işsizliğin olmayacağı, barış, toprak ve özgürlük sorununun işçi-emekçi devleti eliyle çözüme kavuşturulduğu ve sömürünün onu olanaklı kılan ilişki biçimleriyle birlikte tasfiyeye girişildiği sosyalizm koşulları, bu sorunların olabilir en tam çözümünü olanaklı hale getirdi.

Her kapitalistin diğerlerinin yok oluşu pahasına büyümeyi ve pazar alanını genişletmeyi esas aldığı ve işçi ve emekçileri birbirleriyle rekabete sürüklediği, özel çıkarların yönlendirdiği entrika, ‘ayak oyunu’, satın alma-rüşvet, soygun ve mafya düzeninden tüm emekçilerin insanca ve somut olarak sözü edilebilir bir refah düzeyinde yaşamasını esas alan kolektif üretim sistemine geçilmesi, insan soyu için bir yücelme/gerçek insan olma durum ve olanağıydı. “Maddi sefalet”in besleyip büyüttüğü “manevi sefalet”e son verilerek, insanın yaratıcı gelişmesinin önündeki barikatlar kaldırıldı, cehaletin girdabındaki yüz milyonlarca insanın önüne, onu bağlayan zincirleri parçalayıp özgürleşeceği koskoca bir dünya açıldı. Ekim Devrimi ve sosyalist inşa, ‘birey’in önüne kapitalist özel mülkiyetin ve onun acımasız-kıyıcı rekabet dünyasının, insanı insanın kurdu yapan çıkarcı-bireyci kültürünün karşısına, birlikte üreten ve önce emeğine, daha sonra ihtiyacına göre paylaşmasını bilen, dayanışmacı ve paylaşımcı; hurafelerin gözbağcı etkisinden kurtulmuş ve bilim ve aklın aydınlığında yeteneklerini çok yönlü olarak geliştirme olanaklarına sahip yeni-etkin toplumsal bireyi çıkardı.

Devrim, burjuvazinin 200 yılı aşkın süredir hâkim konumda olmasına karşın yedekleyerek koruduğu her tür ortaçağcıl feodal ve diğer kalıntılara ve onların siyasal anlayış ve kültürdeki yansımalarına karşı büyük bir başarı kaydetti. İlhaksız barışı sağladı, ezilen ulusların tam hak eşitliği için tüm koşulları yerine getirdi, kadınlar üzerindeki baskıya son verdi, toprak ve özgürlük sorununu çözdü; cehaletin son bulması ve büyük bir kültürel gelişme için olanakları seferber ederek, uygarlığın ilerlemesinde köşe taşı önemine sahip olan birçok yeni buluşun yolunu açtı.

Dünyanın beşte biri büyüklüğünde bir alan kapitalist sömürü cehenneminin dışına çıkarılmış; kapitalizmin iktisadi yasaları geçersiz ilan edilmiş; antidemokratik burjuva politik yönetim biçimlerine son verilmiş, kültürel-ideolojik gerici ‘değerler’le savaşa girilmişti.

Tüm bunların gerçekleştirilmesini olanaklı kılan, toplumsal üretim araçlarının özel kapitalist niteliğine son verilmesi ve kolektif mülkiyeti sağlanarak çalışabilir insan gücünün ülkenin onarımı ve yeni toplumsal yaşam tarzının kurulması ve geliştirilmesinin hizmetine verilmiş olmasıydı. Üretimin planlı gerçekleştirilmesi, hızlı bir ilerlemenin maddi-sosyal zeminini güçlendirdi. Bu temel üzerinde, işçi sınıfı ve emekçilerin toplumun tüm kademelerinde yönetime katılması; yönetimi belirleme ve görevlendirdiklerini geri çağırması gerçekleştirildi; iş, eğitim, barınma ve sağlık, herkesin hakkı olmak üzere, anayasal teminat altına alındı.

Kapitalist ülkelerin burjuvazisi ve siyasal yönetimleri, bu yeni durumun baskısı altında; hem sosyalizme ve devrimci girişimlere karşı savaşı şiddetlendirdiler, hem de taviz politikasıyla ‘ateşi söndürme’ye çalıştılar. Burjuvazi, sosyalizmin varlığını, kapitalist pazarın daralmasını, sömürü düzeninin yanında, halklara kurtuluş yolunu gösteren sömürüsüz bir yeni ‘dünya’nın da var olduğunu göz önünde tutmadan yapamazdı. Toplumsal yaşam ve sorunlar, artık Ekim Devrimi’nin etkileyip ortaya çıkmasında önemli bir faktör olarak rol oynadığı gelişmeler yok sayılarak ele alınamaz; kapitalist-emperyalist dünyanın uluslar cehennemi eskisi gibi sürdürülemezdi. İşçi sınıfı ve halkın tüm öteki kesimlerinin sosyal-iktisadi ve diğer alanlarda burjuvaziyle ilişkileri, bu devrim ve etkileri hesaba katılmadan, eski tarz ele alınamaz ve ayakta tutulamazdı. İşçi sınıfı ve emekçilerle ilişkilerinde, onların taleplerini şöyle ya da böyle dikkate alma zorunluluğu duyarak değişikliklere başvurmak, siyasal temsil ve hakları reformist tavizlerle ‘demokratikleştirmek’, ezilen-sömürge uluslarla ilişkilerini yenileyecek yeni sömürgeci politikalara başvurmak zorunda kaldı. Burjuvazi, uluslararası gerici tüm güçlerle birlikte ve onlara kumanda ederek, Ekim Devrimi’ne ve onun başarıyla gerçekleştirilmesi mücadelesinin başını çeken devrimci parti ve liderlerine karşı yoğun saldırı ve karalamaların yetmediği/yetmeyeceğinin farkındaydı.

Ekim Devrimi, Sovyetler Birliği’nde demokratik siyasal özgürlüklerin, halk tarafından sadece kullanılmasını değil, bizzat halkın kendi yönetimi tarafından uygulanır hale gelmesini sağlamakla, kapitalist ülkeler emekçilerinin burjuva demokratik haklardan yararlanması olanakları ve olasılığını da artırdı. İşçi ve emekçilerin “genel oy hakkı”ndan yararlanmaları, sendikal örgütlenme olanaklarının genişlemesi, sağlık-eğitim ve sosyal güvenlik alanında yasal iyileştirmeler, “modern-uygar ve demokratik olma”nın koşulları sayılmaya başlandı.

Halk üzerindeki diktatörlüğünü “demokrasi” olarak gösteren burjuvazi, hâkimiyetini teminat altına alan siyasal-hukuksal düzenlemelerle sermayenin gücü ve kurumsal örgütlenmesinden aldığı güçle, sınıf egemenliğinin çeşitli biçimler altında ve farklı partiler eliyle sürdürülmesini halka onaylatmayı amaçlayan “genel oy hakkı”nı demokrasisinin başlıca kanıtı ve üstünlüğü olarak gösterdi ve propagandaya girişti. Bireyin “hakkı”nı toplumsal haklardan daha “kutsal”(!) sayan liberal aydınların desteğinde, işçi sınıfına, partisi ve devletine saldırılarını “demokrasi mücadelesi” olarak propaganda, proletaryanın iktidarı aldığı ülke(ler)deki yönetim biçimlerini “antidemokratik sınıf diktatörlüğü” olarak suçlamaya girişti. Halkın devlet ve hükümet yönetimlerinde en küçük bir yeri; devlet politikalarının belirlenmesinde bir rolü olmamasına ya da burjuvazi tarafından bu rol ve etkiye olanak tanınmamasına karşın, kendi devlet sistemini “halkın halk tarafından yönetilmesi” – “halk iradesinin yönetimde temsili”(!) olarak göstermeye çalıştı. Daha Fransız Burjuva Devrimi’nden itibaren ‘ahali’yi –‘kalabalıkları’– ‘aşağı tabaka’yı “eşitlik, özgürlük ve kardeşlik!” şiarıyla yedeklemesini başaran burjuvazi, iktidarı aldığı her yerde, bu kavramların ifade ettiği her şeyi, sınıf egemenliğini güçlendirmek ve üretim araçlarının özel kapitalist mülkiyetini koruma altında tutmak üzere kullandı. Buna rağmen, o, fabrikaların, makinaların, bankaların ve toprakların sahibi olmak ile kapitalistlere satacağı ya da kiralayacağı emek-gücünden başka bir yaşam aracı olmayan işçiyi “eşit”(!) gösterme yalanını sürdürebildi.*

EKİM DEVRİMİ VE PROLETARYANIN TARİHE YÖN VERMESİ

Kapitalizmi “ebedi düzen” olarak gösterenler, öyle olması için kuvvet ve vaazı eksik etmeksizin, sosyalizmin rol ve etkisinin kapitalist düzenin duvarlarında gedikler açmaması ve onu yıkmaması için yok sayıp sona erdiğini ileri sürüyorlar.

Bu iddia, insan soyunun eski çağlardan bu yana, doğa koşullarını ve ‘toplum halinde yaşamaya başlaması’yla birlikte toplumsal ilişkilerini daha iyi yaşamak isteğiyle değiştirme eyleminden geri durmamış olması gerçeğine çarparak boşluğa düşüyor. Kapitalizmin “ebediyeti”ne dair bu çürük ve dayanaksız söylem, son iki yüz yılın “emekçi hareketi” tarafından da, çok sayıdaki kalkışmayla geçersiz kılınmıştır.

Bugüne kadar eşitlik, adalet, kardeşlik ve mutluluktan söz eden her akıllı erkek ve kadın, –düşünür ya da ‘sıradan insan’ olarak–, yoksulluğun, açlığın, eşitsizliğin ortadan kaldırılması arzusunu dile getirmiştir. Bu istem ve “ileti”, toplumsal koşulların farklı ülkelerin insanlarını evrensel iktisadi-sosyal bağlarla birbirine bağlaması ve onları birbirinin durumundan haberdar olma olanaklarına kavuşturması nedeniyle, bir tek yer/ülke veya kıtada sınırlı kalma ya da sadece eski kuşaklar arasında yankı bulmakla kalamazdı.

Maddi-toplumsal koşullar, ezilen ve sömürülen sınıfların tarihi etkileme, tarihi değiştirme ve tarihe yön verme güç ve akıllarının da biçimlendiricisi oldular. Bazılarının “küçük insanlar” ya da “aşağı tabakalar”(!) olarak adlandırdığı kadın ve erkekler, işçi ve emekçiler, başka bir bilinemez dünyadan gelerek değil, kendi yaşamlarının “doğal ortamı”nda yüz yüze geldikleri ya da bırakıldıkları sınıf gerçekliğinin ve toplumsal deneyiminin eğiticiliğinde, dövüşmeyi ve kazanmak için birleşmeyi öğrendiler; dünyanın hemen her tarafındaki gelişmelere damgalarını vurdular. Geleceği fethedeceklerine dair umut ve inançları, mücadelenin ateşi içinde güç kazandı.

Üretim ilişkileri değiştikçe, kavgalarının şekil ve amaçları da farklılıklar gösterdi, zenginleşti ve değişti. Süreç içinde, yaşadıklarından ve deneylerinden çıkarılmış genel sonuçlardan öğrenerek, sömürüyü olanaklı kılan ilişkiler ve koşullar içinde kalarak bu ideallerini gerçekleştiremeyeceklerini daha iyi anladılar. Aletler, makineler, araçlar değil, üretim araçlarını ve onlar aracıyla üretilen ürünleri mülkiyetlerine geçirerek sermayeye ve servete dönüştüren egemen sınıf(lar) – burada suçlu olandı!

İşçi sınıfı,19. ve yirminci yüzyılda tarihe iz bırakmakla kalmayıp, tarihe yön de verdi. Ekim Devrimi, işçi sınıfının bu tarih tecrübesine, öncesiyle kıyaslanamayacak yeni deneyim ve dersler kattı.

Lenin, Ekim Devrimi’nin mümkünlüğü ve başarısını, emperyalist kapitalizmin, burjuva sınıfın iradi çabalarıyla engellenemez rekabet ve çatışmalarla içine yuvarlanmaktan kaçınamadığı krizlerle; birbirleriyle savaşan emperyalistlerin devrimi boğma olanağı bulamamalarından yararlanmayı bilen devrimci taktik ustalıkla ve Rus işçi ve köylülerinin despotik-burjuva saldırı ve baskılara karşı yükselen nefret ve öfkesinin birbirini izleyen patlamalarla genel bir ayaklanmaya dönüşmesi gibi, birbirleriyle de ilişkili etken ve gelişmelerin sonucu gerçekleşebildiğine dikkat çekerek, uluslararası işçi sınıfının anti kapitalist mücadelesinin önemine işaret etmişti. Büyük emperyalist devletlerin dünyayı paylaşma savaşı içinde birbirine düşmüş olmaları ve savaş nedeniyle müdahale güçlerinin zayıflamış olması, çok büyük çoğunluğu yoksulluk ve açlık çeken ve üst üste patlak veren savaşlar nedeniyle durumları daha da kötüleşen on milyonlarca köylü ve işçinin Çarlık otokrasisine ve Rus burjuvazisine karşı nefretinin büyümesi, ardı ardına yenilgiler alan Çarlık gericiliği ve Rus burjuvazinin devrimi kana boğma gücünün zayıflamış olması gibi faktörlerin yanı sıra, Rusya’nın 1870’lerden itibaren giderek yoğunluk kazanan ve yaygınlaşan halk hareketlerine sahne olması; köylülerin toprak-ekmek ve barış talebinin yaygınlaşması, işçi hareketinin giderek siyasallaşması ve güçlü bir geleneğe sahip Rus aydınlamacı hareketinin halk hareketiyle bağının güçlenmesi gibi birçok faktör, bu nispeten geri kapitalist (aynı zamanda çokuluslu feodal emperyalist) ülkede, belli başlı sanayi bölgelerindeki işçi hareketi içinde örgütlenmiş ve sınıfın mücadelesi içinde yetkinlik kazanmış Bolşevik Partisi’nin yönlendiriciliğinde işçi sınıfı ve kent-kır yoksullarının ayaklanmasının başarıyla sonuçlanmasında rol oynadı.

Tarihi deneyim, işçi sınıfının –bugün dünya nüfusunun yarısını oluşturuyor–, ezilen tüm halk kesimlerinin taleplerini sahiplenerek onları kapitalist gericiliğe karşı mücadelede birleştirebilecek güç ve yetenekte olduğuna işaret ediyor. O, bir buçuk asra yakın süredir burjuvazi ve hükümetlerine karşı hak savaşı vermeyi sürdürüyor. Kent ve kır emekçileriyle birlikte burjuvaziyi yıkmayı bildi, devlet yönetme yeteneğini kanıtladı, farklı ulusların tam hak eşitliği için büyük bedeller ödedi, gerici-haksız, ilhakçı ve yayılmacı savaşların son bulması için emperyalizme ve onun en kanlı diktatörlük biçimi olan faşizme karşı, on milyonlarca kayıp pahasına, kahramanca savaşmaktan geri durmadı. Dünyanın, o günkü koşullarda en geri ülkelerinden birinde, nüfusunun neredeyse yüzde doksanının cehaletin kucağında olduğu ve genç nüfusunun savaşlarda kırıldığı bir ülkede, sömürünün tümüyle tasfiye olacağı koşulları yaratarak, yeni toplumu kurmayı başardı. Tarihte yaşanmış her büyük toplumsal olay ve gelişme toplumların hayatında iz bırakmıştır. Sovyet Devrimi ise, tarihte en büyük alt-üst oluşlardan birini gerçekleştirmiş, yeni bir toplum yaratacak boyutlarda farklılıklar getirmiştir. Bu devrimin tecrübesi ve kazanımları, yeni devrimlerin gündeme gelmesinde, harekete geçirici tarihsel birikimin unsurları arasında yer alarak rol oynayacaktır. Kapitalizm varlığını sürdürdüğü, işçi ve emekçilerin sömürüden kurtuluş mücadelesi devam ettiği sürece, 1917 Devrimi ve yaklaşık kırk yıla yakın varlığını sürdüren sosyalizm, bu sınıf ve kesimler tarafından anımsanacak, deneyimleri bir biçimde gündeme getirilecektir.

YENİ PROLETARYA DEVRİMLERİ KAÇINILMAZDIR

Sosyalist bir toplum düzeninin proletaryanın öncülüğünde ve onun tarafından gerçekleştirilmesinin ve sömürünün ortadan kaldırılmasının tarihsel maddi koşulları modern kapitalist gelişme tarafından oluşturulur. Toplumun meta üretimi örgütlenmesinin kapitalist örgütlenmeye dönüşmesi; karşıt (“üretim ilişkileri sınırları içinde karşıt”) sınıflar olarak burjuvazi ile proletaryanın ortaya çıkması ve böylece “kapitalist düzenin temelleriyle bağdaşmaz bir çelişki öğesi” meydana getirerek, kapitalizmin yıkılmasını kaçınılmazlaştırır. Buradan, devrimin salt iktisadi alanda, eski üretim ilişkilerinin yeni üretici güçlerin gelişmesi önünde engel oluşturmasının yol açtığı çelişkinin uzantısında; hareketin “doğal” sonucu olarak ve kendiliğinden gerçekleşeceği sonucu çıkmaz. Tüm devrimlerin deneyimi, devrimin devrimci sınıfların eylemi ve mücadelesinin sömürülen sınıfın zaferiyle sonuçlanmasının ürünü olduğuna/olabileceğine tanıklık eder. (İşçiler, ancak burjuvaziye karşı ortak mücadelelerinde politik bir sınıf haline gelebilirler.)

Proletarya devrimi ve sosyalizmi kaçınılmaz kılan başlıca maddi temel, “çeşitli biçimler altında her gün biraz daha hızlı gelişen ve (…) özellikle büyük sanayinin, kartellerin, sendikaların ve kapitalist tröstlerin genişlemesi ve aynı zamanda mali sermayenin boyutlarının ve gücünün görülmemiş ölçüde artmasıyla kendini gösteren emeğin sosyalleşmesi; burjuvaziye karşı, günden güne daha zengin, içerikli, çeşitli biçimler alan savaşımı”nın politik iktidarı ele geçirmeye yönelen politik savaşıma dönüşmesidir.

Sınıf savaşımı toplumsal gelişmenin, toplumsal evrimin temeli ve itici gücüdür… İnsanlar, ahlaki, dini, politik ve sosyal demeçlerin, bildirilerin ve vaatlerin arkasında şu ya da bu sınıfın çıkarlarını görmeyi öğrenmedikçe, politikada oldum olası başkalarının ve kendilerinin aldatılmış safdil kurbanları olmuşlar ve olacaklardır. Reform ve iyileştirme taraftarları eski rejimin savunucularınca aldatılacaklardır; ta ki, her eski kurumun, ne kadar barbar ve çürümüş görünürse görünsün, şu ya da bu egemen sınıfın güçlerince desteklendiğini anlayıncaya dek. Ve bu sınıfların direncini kırmak için tek bir yol vardır; eskiyi silip süpürme ve yeniyi yaratma gücünde ve sosyal durumları bakımından buna zorunlu güçleri çevremizdeki toplumun içinde bulmak ve sonra da bunları savaşım için eğitmek ve örgütlemek.”(Lenin, ‘Marksizmin üç kaynağı ve üç oluşturucu ögesi’ adlı makale, Ütopik ve Bilimsel Sosyalizm derlemesi içinde, İletişim yayınları, sf. 89)

Kapitalist üretim rekabeti kaçınılmaz kılar ve her kapitalist, büyüyerek diğerlerini geride bırakmak ve daha geniş bir pazarı denetiminde tutmak ister. Küçük patronun isteği, kendisinin de ücretli işçinin sırtından geçinmesini garanti eden koşulların sürüp gitmesi, bu koşullarda kendisinin de zenginliğini artırması ve daha fazla büyümesidir. Ancak, kapitalist gelişme, küçük üreticinin ve işletmecinin önemli bir kesiminin pazardan silinerek, mülksüzlerin ve proletaryanın saflarına doğru itilmesine yol açar ve azınlığı oluşturan büyük sermaye kesiminin tekelci hakimiyetine doğru gelişirken, işçi sınıfının safları da giderek büyür. Burjuva-proleter çatışması bu nesnel zemin üzerinde şekillenerek şiddetlenir.

Burjuva teorisi bu nesnel durumu yok sayarak, işçi-emekçileri mücadeleden geri tutmaya çalışmasına karşın, bunu hiçbir zaman tümüyle gerçekleştirme olanağı bulamaz. Maddi üretimin yeniden ve yeniden yinelenmesi, burjuvazinin yok sayma ve son verme baskısını boşa çıkarır!

Burjuvazinin iradesine karşın, kapitalizm işçileri hareketsizlik, uyuşukluk ve cehalet içinde tutamaz. Bazen “mezar sessizliği” görünümü veren durumlara bakarak, kapitalizmin komünizme galebe çaldığı ve artık bir daha yenilgiye uğratılamayacak güç ve araçları edindiği yanılgısına kapılanlar az değildir. Ancak kapitalizmin yüz milyonlarca insanı açlığa ve yoksulluğa mahkum hale getirdiği, emperyalist kırımların devam ettiği, yoksulluğun arttığı, yüz milyonlarca işsize yenilerinin katıldığı bir toplumda, yanılgıya sürükleyici bu durumun değişmesi ve yeni devrimci fırtınaların gündeme gelmesi kaçınılmazdır.

Tekelci kapitalizm sınıfsal bölümlenmenin çok daha ileriden ve daha kesin hatlarıyla gerçekleşmesine yol açtı. Tekelci burjuvazi dünyanın hemen tüm kapitalist ülkelerinde yönetimi elinde tutuyor, prekapitalist toplumsal koşulların artığı ne kadar gerici ilişki, düşünme biçimi ve “ideoloji”si varsa tümünü yedeğine alarak işçi ve emekçilere karşı savaşa sürüyor ya da savaş malzemesi olarak kullanıyor. Sosyalizmin yenilgiye uğratılması, dünya işçi ve emekçileriyle bağımlılık koşulları dayatılan ve sömürülen ülkelerin halklarının yaşamında büyük ve ağır tahribatlara yol açtı. Üretim ve çalışma koşulları, işçi ve emekçilerin yaşamını çekilemez kılacak tarzda yeniden düzenlendi. Eğitim-sağlık-sosyal güvenlik alanlarında ağır saldırılara girişildi. İşsizlik arttı, sosyal haklar budandı ya da tümüyle ortadan kaldırıldı. Ücretler kâr lehine daha fazla baskılandı, sendikal örgütlenme ve hakların önüne yeni barikatlar örüldü.  Üretim ilişkileriyle üretici güçler arasındaki çelişki üzerinden şekillenen sınıf bölünmesi, kimi zaman geri düşmesine ya da öyle görünmesine; bazen durulmasına ve hatta sona ermiş gibi görünmesine karşın, politik mücadeleyi kaçınılmaz kılmaktadır. Üretim araçları mülkiyetini elinde tutan sınıf ile, yaşama olanağını, emek gücünü kapitaliste belirli bir ücret karşılığı satarak bulabilen sınıf arasındaki çelişki, politik mücadeleyi ve bu mücadelenin sınıfın daha geniş kesimleri tarafından yürütülmesini zorunlu hale getirmektedir.

Mali sermayenin egemenliğine, emperyalist burjuvazi ve kapitalistlere karşı proletaryanın önderliğinde yeni devrimler er ya da geç gündeme gelecektir.

Ekim Devrimi’nin ve uluslararası proletaryanın deneyimleri, burjuvazi işçi hareketine ve örgütlerine büyük darbeler vurmasına, sermayenin ajanlığını temsil eden sendika bürokrasisinin sabotajlarına rağmen, devrimci proletarya, bugün ve gelecekte de yeni proleter devrimleri gerçekleştirebilecek güç ve yeteneğe sahip olmaya devam ediyor. Kapitalist rekabet ve daha fazla kâr hedefinin yönlendirdiği yeni üretim teknikleri ve üretimin örgütlenmesinde gündeme getirilen yeni yöntem ve araçlar, kapitalist sömürüye karşı mücadelenin olanak ve araçlarını da zenginleştirmiştir. Ekim Devrimi’nin ve sosyalist inşanın, burjuvazinin uluslararası saldırısı ve sosyalist ülkede eski toplum ilişkilerini geri getirmek için savaşan sömürücü sınıf kalıntılarıyla bürokrat yeni tabakanın işbirliği sonucu yenilgiye uğratılmış olmasının en önemli derslerinden biri de şudur: proletarya, sermaye ideolojisi ve politikasının her türüyle mücadele içinde bir parti olarak örgütlendiği; ekonomizm, sendikalizm ve kendiliğindenciliği aştığı, sömürücü sınıfın içine düştüğü bunalımlardan devrimci tarzda ve devrimi gerçekleştirmek üzere yararlanmasını bildiği ve başardığı zaman, kapitalist/emperyalist zinciri, çelişkilerin en keskin olduğu ‘zincirin zayıf halkası/halkalarında kırmayı başarabilecek konum, güç ve yetenektedir. O, Ekim’in deneyimlerinin de yardımıyla yeni toplum kuruluşunda daha başarılı olacaktır.

EKİM DEVRİMİ VE PROLETARYANIN “BOLŞEVİK TİPTE” PARTİ OLARAK ÖRGÜTLENME DENEYİMİ

Üzerinden 93 yıl geçmiş ve “artık yenilgiye uğratılarak” sözüm ona geçersizliği kanıtlanmış, insanlığın bu büyük tarihsel dönemi ve yol açtığı değişimlerin burjuvazi ve ideologları tarafından sınıf savaşı alanında hâlâ tutuluyor olması, devrimin sağladığı yeni yaşam tarzı ve olanağının işçi sınıfının kolektif sınıf aklı ve bilincinde yer almayı sürdürmesi, tarihte yer almaya ve iz bırakmaya devam etmesindendir!

Burjuvazi için, işçi sınıfının çıkarlarını ve sömürüden kurtuluşunu esas alan bir politikanın sınıf politikasına dönüşmesini engelleme her şeyin önünde gelir. İşçilerin sınıf olarak kurtuluşlarının kendi mücadelelerine bağlı olduğunu anlamaları ve bunu gerçekleştirmek üzere harekete geçmeleri, burjuva düzenin ölüm çanlarının vurmaya başlaması demektir.

Ekim Devrimi, işçi sınıfı mücadelesi ve sosyalizm pratiği; proletarya partilerine, proletaryanın sendikal ve diğer kitle örgütlerine, dünya emekçilerine, gençlik ve kadın emekçi kitlelerine, sermaye hakimiyetine karşı, sosyal-iktisadi haklar, siyasal özgürlük  ve sosyalizm için mücadelelerinde yararlanacakları yığınlarca deney, örgüt biçimi, propaganda-ajitasyon yöntem ve aracını miras bıraktı. Bu büyük devrimin işçi sınıfına ve mücadelesine bıraktığı en önemli tarihi derslerden biri de, onun burjuvaziyi alaşağı etmesi ve yeni sosyalist toplumu kurabilmesi için sermaye düzenine karşı her koşul altında varlığını sürdürebilecek yetenek, esneklik ve kararlılıkta bir parti olarak örgütlenmesi gerekliliğidir. İşçi sınıfı ve kır ve kentin emekçilerinin başarısı için militan devrimci bir partinin varlığı ve bu partinin geniş emekçi kitlelerini sermayeye karşı mücadele içinde birleştirmesi, büyük önem taşımaktadır. Ekim Devrimi, işçi sınıfı ve ezilenlerin mücadeledeki başarısının, kitlelerin kendi istemleri etrafında seferberliğini ve burjuva sınıf baskısının her türüne karşı mücadele içinde devrimci eğitimden geçmesi gerektirdiğini itiraz götürmez şekilde ortaya koydu. Bu ihtiyacı karşılayacak olan, ancak proletaryanın en ileri, en mücadeleci, en kararlı unsurlarının oluşturduğu ve tüm proleter ve emekçi kitlelerini etrafında birleştirme yeteneğine sahip bir parti olabilir.

Lenin kitlelerin kendiliğinden hareketinin gözetilmesi ve önemsemesi gereğine işaret ederken, devrimci bir örgüt/partinin, ‘kitle içinde parti çalışması’yla; kitlelerin en geniş kesimlerinin bu örgüt etrafında birleştirilmesi ve seferber edilmesiyle, burjuvaziye karşı savaşın ancak kazanılabileceğini belirtmişti. Devrimci bir partinin görevi, proletaryanın sınıf savaşımını örgütlemek, proletaryanın mücadelesini iktidarın alınmasına dek yükseltmek ve bu iktidar aracılığıyla sosyalist toplumu inşa etmektir. İşçi sınıfı partisine, savaşım yöntemlerinde ve eylem biçimlerinde, tarih ve toplum biliminin temellerini oluşturduğu devrimci teorinin genel ilkeleri yol gösterir. Lenin, “…işçi sınıfının ekonomik savaşımını örgütlemenin, bu temele dayanarak işçiler arasında ajitasyonu sürdürmenin, yani onlara işverenlere karşı günlük savaşımlarında yardım etmenin, her türlü baskıya dikkatlerini çekmenin ve böylelikle bir araya gelmelerinin zorunluluğunu kendilerine açıkça göstermenin…” devrimci partinin görevi olduğuna işaret etmişti.  (bkz. aynı derleme- Programımız başlıklı makale, sf.21)

Böylesi bir parti” diyordu Lenin, “…bir yandan politik durgunluk dönemlerinden, ‘sakin’ gelişmelerden yararlanarak ve kaplumbağa adımıyla ilerleyerek öncü sınıfın bilincini, gücünü ve savaşkanlığını artırmaya çalışmalı; öte yandan, bütün bu çalışmalarını bu sınıfın ‘nihahi amacına’ yöneltmeli ve onu pratik bakımdan‚ ‘yirmi yıla bedel olan’ büyük günlerin büyük görevlerini yerine getirmeye yetkin hale getirmelidir…

Toplumun gelişme yasalarını irdeleyen ve kapitalist toplumun en derin ve ayrıntılı araştırılması üzerinden kapitalizmin, onun özel ürünü proletaryanın sınıf mücadelesi yoluyla komünizme doğru değişiminin kaçınılmazlığını ortaya koyan Marx’ın öğrettiği gibi, insanlığın yarattığı bilgi birikimini eleştirel temelde edinerek; sınıflar ilişkisinin ve tarihin her anının somut özelliklerinin en doğru, aslına en uygun ve nesnel olarak doğrulanabilir şekilde ortaya konmasıyla burjuvaziye karşı kitlesel nefreti uyandırmak, sınıf bilincini geliştirmek ve proleter-emekçi güçleri birleştirmek; bu gelişmeye hız katarak önünü açacaktır.

* * *

Ekim Devrimi, 93. yılında da, sömürünün olmadığı yeni sosyalist bir dünya mücadelesine yol göstermeye devam ediyor.



* Burada, seçim hileleri, baraj engelleri, tehlikeli addedilen partilerin önüne çeşitli engellerin konmasını, kadın erkek ayrımı gibi olguları bir yana bırakıyoruz.

Tekelci Gericiliğin Kucağında Tarihçilik: “Taraf”çılığın Marksizm Düşmanlığı

Halil Berktay bir tarihçi. Taraf gazetesi yazarı. Eskiden ‘sosyalistlik’ iddiasında bulunmuş. Berktay “kendisinden Türkiye’de veya dışarıda genellikle Marxist bir tarihçi olarak bahsedilmesini yanlış buluyor. Marksizmin politik gelecek projesini artık paylaşmadığını[1] belirtiyor. Zaten eskiden de Marxist olmamıştı, ama bu bir yana bırakılırsa, buraya kadar normal. Revizyonizm ve reformizmin ideolojik etkisinde kalmış eski ‘sosyalist’lerin, Sovyetler Birliği’nin yıkılması, emperyalist burjuvazi tarafından Yeni Dünya Düzeni’nin ilan edilmesiyle kapitalizmin gönüllü savunucuları haline geldikleri biliniyor. Berktay da bunlardan biri olarak görülebilir.

Ancak Berktay, burjuva demokrasisinin, çoğulculuğun, genel oy sisteminin, bireysel özgürlüklerin genel bir övgüsünü yapıp, Avrupa Birliği ile Türkiye’nin demokratikleşeceğini söylemekle yetinmiyor. Kendi burjuva görüşlerini açıklarken, derinlemesine tahliller yapmaya çalışarak, Marksizme, diyalektik ve tarihsel materyalizme ve bir bütün olarak bilimsel sosyalizmin temellerine pervasızca saldırıyor.

Berktay’ın saldırılarının gelip bağlandığı yer, AKP’nin siyasal hamle ve açılımlarının desteklenmesi. AKP’nin “askeri vesayet”e karşı mücadele ettiği, toplumun mağdur kesimlerinin temsiliyetini sağladığı iddiasına dayanarak, AKP’ye kayıtsız şartsız teslimiyet.

Berktay, Taraf gazetesindeki 25 Mart 2010 ile 3 Haziran 2010 tarihleri arasındaki yazılarında, Marksizm ile demokrasi arasındaki ilişki, siyaset biliminin Marksizmdeki yeri, ekonomi ile siyaset arasındaki ilişki, tarihsel materyalizm,  bilimsellik ve determinizm, Kemalizm gibi konuları ele aldı.

Berktay, toplumsal bilimlerin kesinlik içeremeyeceği iddiasına dayanarak, tarihin ilerleyişinde birçok etkenin iç içe geçtiğini, dolayısıyla geleceğe dair kestirimlerde bulunmanın doğru olmadığını, ekonominin belirleyiciliğinin Marksizm abartısı olduğunu, sosyalizmin tarihsel zorunluluğunun ise kaba bir determinizm anlamına geldiğini söylüyor.

Marksistlerin demokrasiyi önemsemediklerini, güncel siyasetin dışında kalan toptancı bir yaklaşıma sahip olduklarını, her siyasal gelişmeyi ekonomist bir yaklaşımla ele aldıklarını iddia ediyor. Küçük burjuva devrimciliğine yapılabilecek eleştirileri, genel olarak sosyalistlere ve Marxistlere mal ederek, Marksizmin temel tezlerini ve buradan yola çıkarak sınıf mücadelesi anlayışını, siyasal mücadelenin dışında kalma suçlamasının gerekçesi haline getiriyor.

Marx’ı kaba bir ihtilalci, görüşlerini zoraki bir şekilde devrime bağlamaya çalışan, yorumlarını ve tahlillerini gerçeklik zemininde değil, devrim fikri ve soyut diyalektik ilkeler üzerinden yapan, dönemin ‘bilimci’ ortamı nedeniyle söylediklerine bilimsel kesinlik iddiası katan bir düşünür olarak okuyucularına sunuyor. Marx ve Engels’in, kendilerinden önceki tarihsel bilgi birikimini, bilimsel gelişmeler ışığında yeniden yorumlamalarını ve devrimci bir şekilde aşmalarını, en basit deyişle ifade edilecek olursa, Marksizmin ekonomi-politik, tarih, felsefe, siyaset alanındaki burjuva toplumbilimcilerin dahi kabul ettikleri katkılarını yok sayıyor.

Marksizmdeki bilimsellik görüşünün de, Marxistlerde teorik bir kibre, “bizim gerçeğe herkesten daha yakın olduğumuz, doğruları avucumuzda tuttuğumuz saplantısı”na[2] yol açtığını ve “bırakalım ‘düşman’ları; en yakınımızdakilere, muhtemel müttefiklerimize; önemli şeyleri paylaştığımız ama sosyalist olmayan, daha spesifik olarak, bir sol kadro örgütü içinde doğup büyümemiş insanlara karşı[3] teorik kibrin “beraberinde gelen, küçümseme, horlama, yukarıdan bakma tavrı”nın[4] ortaya çıktığının tespitini yapıyor. Haddini bilmezlikle, kendisinin, üstelik yüz milyonlara yönvermiş bir teori-pratik birliğine çalakalem kustuğu zehirli kibirini Marxistlere malederek konuşuyor: “Yani solcular ve/ya sol parti ya da grupların politik pratikten kopmuşluğu ve başarısızlığı ölçüsünde (başka böbürlenme konusu kalmadığından olacak) teorinin kibiri de hızla büyüyor. Bu önermeyi tersten okumak da mümkün: sosyalistlerin sektarizm dozajı, beğenmezliği, olabilemezciliği arttığı oranda, yalnızlıkları içinde acılaşıp teorik üstünlüğe sarıldıkları daha fazla ihtimal dahiline giriyor.[5]

Berktay, sektarizmin ve teorik kibrin, günlük yaşamdaki biçimiyle kendini beğenmişliğin ve üstenciliğin kitlelerden uzaklaşmanın hem nedeni hem de sonucu olduğunu söylüyor. Eski Marxistlik iddiasında bulunmuş bir tarihçinin, devrimci literatürle eski ilişkisinden kaynaklı bazı gözlemsel tespitler yapması olağan. Ancak gözleme dayalı tespitleriyle de yetinmiyor. Teorik kibrin, sekterizmin Marksizmin tam da kendisinden, onun teorik tespitlerinden, bilimsellik iddiasından, tarihsel zorunluluk kavramından, demokrasiyi küçümseyişinden kaynaklandığını iddia ediyor. Ve Türkiye’nin en büyük derdi sorunu buymuş gibi, aylarca köşesini Marksizmin eleştirisine, doğrusu, çarpıtılmasına ayırıyor.

Eskiden Marksistlik iddia etmiş olmanın verdiği özgüvenle ve biraz da özeleştirel bir tavırla, eski düşüncelerinin eleştirisini yaptığı izlenimi vererek, Marksizmin temel görüşlerini önce çarpıtıyor, olabildiğince basite indirgiyor, sonra da suçluyor. Berktay’ın tezlerinin herhangi bir özgünlüğü yok. Burjuva liberalizminin sınıfları, sınıf mücadelesini, tarihsel yasaları inkar eden genel tezlerinin eskiden Marksizm okumuş birinin diliyle yeniden ifade edilmesinin ötesine geçmiyor. Ancak Berktay’ın görüşleri, özel olarak ‘Tarafçı’lığın, genel olarak burjuva liberal gerici felsefenin Marksizme yönelik saldırılarını dile getirdiği gibi, Tarafçılığın ilericilik ve demokrasi söylemlerinin de burjuva-gerici özünü ortaya koymaktadır.

MARKSİZME DETERMİNİZM SUÇLAMASI

Toplumsal bilimlere yaptığı katkıyı açıklarken, Marx, sınıf mücadelesi kavramının kendisinden önce ortaya konulduğunu, kendi katkısının sınıf mücadelesinin zorunlu olarak proletarya diktatörlüğüne varacağını açıklaması olduğunu ifade eder. Bu tespitten yola çıkan burjuva toplumbilimciler, Marx’ın tarihi determinist bir şekilde yorumladığını, Hegelci bir yorumla, komünizmi ‘zorunlu’ bir sentez saydığını iddia ettiler. Berktay, Marx’ın Hegelci diyalektikten yola çıkarak, sınıflı toplumun anti-tezine, yani proletarya diktatörlüğüne ulaştığını iddiasını şöyle ifade ediyor: “Sırf felsefe, yani (Hegelci) diyalektik sayesinde, bunun karşısına antitez ve biricik alternatif olarak ‘proletarya diktatörlüğü’nü dikiyor.[6]

Oysa Marx, sınıfsız toplumla başlayan tarihin, sınıflı toplum anti-tezine ve daha yüksek bir sevide sınıfsız toplum sentezine varacağı sonucuna soyut -Hegelci- bir diyalektik ilkeden ulaşmıyordu. Tarihin diyalektik ilerleyişini, toplumun iç dinamiklerinde arıyordu. Marx, Hegelci diyalektiğin ilkelerini masa başında topluma dayatmıyor, tersine, diyalektiğin ilkelerini toplumsal hareketin yasa ve eğilimlerinden çıkartıyordu. Engels’in Anti-Dühring’te belirttiği gibi, “…süreci yadsınmanın yadsınması biçiminde nitelendirirken Marx, sürecin tarihsel zorunluluğunu bu niteleme ile tanıtlamayı düşünmez. Tersine; gerçekte sürecin kısmen nasıl gerçekleştiğini, kısmen de mutlak olarak nasıl gerçekleşeceğini tarih aracılığıyla tanıtladıktan sonradır ki, Marx, bu süreci, ayrıca belirli bir diyalektik yasaya göre gerçekleşen bir süreç olarak nitelendirir. Hepsi bu.[7]

Marx, yaptığı çalışmalarda, toplumların siyasi ve hukuki biçimlerinin insan zihninin genel eğilimlerinden anlaşılamayacağını, tam tersine bu ilişkilerin köklerinin toplumun maddi varlık koşullarında ve toplumun anatomisininde, ekonomi politiğin içinde aranması gerektiği sonucuna ulaştı.[8] Diyalektik ilkeleri teorik çalışmalarına dışarıdan empoze etmedi, tersine toplum, tarih ve ekonomi-politik çalışmalarından diyalektik ilkeleri çıkardı.

Marx, çalışmaları sonucunda ulaştığı ve tüm bilimsel çalışmalarında kendisine kılavuzluk ettiğini belirttiği sonucu, ünlü eseri Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’nın Önsöz’ünde şöyle formüle etmiştir:

Varlıklarının toplumsal üretiminde, insanlar, aralarında, zorunlu, kendi iradelerine bağlı olmayan belirli ilişkiler kurarlar; bu üretim ilişkileri, onların maddi üretici güçlerinin belirli bir gelişme derecesine tekabül eder. Bu üretim ilişkilerinin tümü, toplumun iktisadi yapısını, belirli toplumsal bilinç şekillerine tekabül eden bir hukuki ve siyasal üstyapının üzerinde yükseldiği somut temeli oluşturur. Maddi hayatın üretim tarzı, genel olarak toplumsal, siyasal ve entelektüel hayat sürecini koşullandırır. İnsanların varlığını belirleyen şey, bilinçleri değildir; tam tersine, onların bilincini belirleyen, toplumsal varlıklarıdır.[9]

Berktay’ın Marksizmi hedef alan determinizm suçlaması, ekonominin belirleyiciliği ilkesinin çarpıtılmasına dayanır. Berktay, ekonominin bütün toplumsal üstyapıyı tek taraflı olarak belirlediği, bütün siyasal, hukuki, felsefi ve dini görüşleri biçimlendirdiği, üstyapı kurumlarının hiçbir bağımsız işleyişi ve etkinliği olmadığını görüşünü Marksizme atfederek, eleştirisini temellendirmeye çalışır. Böylece Marksizmin ‘ekonominin her şeyi tek yönlü olarak belirlediğini’savunduğunu ve determinizme düştüğünü iddia eder:

Marksist teorinin siyasete baktığında insanların kararsızlığını, arayışını, tereddütlerini; sınıflar ve diğer sosyal gruplar ile partiler arasındaki ilişkinin değişken, yüzergezer, ideolojinin dolayımından geçen, daima biraz tesadüfî karakterini gör(e)meyişi. Bunun yerine, ekonominin kuvvetle belirlediği, hayli deterministik, dolayısıyla türevsel ve ikincil bir siyaset anlayışı.[10]

Bu, tam bir çarpıtmadır. Marksizm, siyasetin görece özerk yapısını, kültürel, sosyolojik, psikolojik, dini vb. birçok etkenin toplumsal rolünü görmezden gelmez. Güncel siyasi gelişmeler karşısında bunları yok saymaz. Siyaseti yalnızca ekonominin basit bir türevi olarak ele almaz. Siyaseti ve diğer üstyapı kurumlarını, kendi işleyişleri olan, karşılıklı ilişkiler dahilinde bağımsız ve özerk hareket kabiliyetine sahip olgular olarak görür. Siyaseti, karikatürize ederek, ekonominin basit bir türevi olarak ele almaz; tersine ekonomik altyapıyı etkileyen, yönlendirici müdahalelerde bulunan bir kurum olarak görür. Engels, ekonomi ve üstyapı kurumları arasındaki ilişkiyi kaba bir şekilde ele alanlara karşı şu açıklamayı yapar:

Materyalist tarih anlayışına göre, tarihte en sonu belirleyici öge, gerçek hayatın üretimi ve yeniden üretimidir. Ne Marx ne de ben bundan fazlasını hiçbir zaman öne sürmedik. Böyle olunca, eğer birisi, ekonomik etmenin biricik belirleyici öge olduğunu söyleyerek sorunu çarpıtırsa, bu önermeyi, anlamsız, soyut ve budalaca bir ifadeye dönüştürmüş olur. Ekonomik durum temeldir ama, üstyapının çeşitli ögeleri –sınıf savaşımının politik biçimleri ile bunun sonuçları, yani: başarılı bir çarpışmadan sonra, zaferi kazanan sınıfın oluşturduğu anayasalar vb. hukuksal biçimler ve hatta, bu gerçek savaşımların bunlara katılanların beyninde uyandırdığı yansımalar, politik, hukuksal, felsefi teoriler, dinsel görüşler ve bunların bir dogmalar sistemi halinde gelişmeleri– de, tarihsel savaşımların gidişleri üzerinde etkilerini gösterirler ve birçok hallerde bunların biçimlerinin belirlenmesinde baskın bir rol oynarlar. Bütün bu ögeler arasında karşılıklı bir etkileşim vardır; bütün sonsuz rastlantılar çokluğu (yani, iç bağıntısı o kadar uzak ve olanaksız göründüğü için, yok ya da ihmal edilebilir sayabileceğimiz şeyler ve durumlar) ortasında ekonomik devinim en sonu kendisini zorunlu olarak belli eder. Böyle olmasaydı, teorinin, tarihin herhangi bir dönemine uygulanması, bir bilinmeyenli basit bir denklemin çözümlenmesinden daha kolay olurdu.[11]

Yani ne Marx, ne de Engels, tarihi tek bilinmeyenli denkleme indirgemediler. Ekonominin belirleyiciliğini ise, tek taraflı bir yansıma değil, birçok karşıt olay, görüş, fikir ve psikolojinin mücadelesi içinde son tahlilde kendini gösteren bir eğilim olarak ifade ettiler.

Berktay, bu eğilimi tamamen yok sayarak, Marksizmin ve tarihin materyalist anlayışının yerine tarih biliminde psikolojinin, felsefenin, dinin, ekonominin, kültürün eşit yahut farklı bileşimlerde etkin olduğunu öne süren, bu nedenle, tarihi kahramanların, partilerin, yasaların veya dinsel görüşlerin belirlediğini savunan burjuva toplumbilimini koyuyor. Berktay, konuyla ilgili verdiği örnekte, kapitalizm ve modernizm arasındaki ilişkiyi tam da böyle bir burjuva yaklaşımla şöyle açıklıyor:

Tarihte bazen, toplumun farklı alan veya kertelerinde –ekonomide (üretim güçleri veya ilişkilerinde), politikada, bilim ve kültürde- birbirinden az çok bağımsız adımlar atılabilir. Bunlar zaman içinde rezonansa girer, etkileşir, bir bütünlük oluşturur. Hayli geride kalmış bir yazımda da söylemişim: örneğin moderniteyi, günümüz tarihçileri “kapitalizm doğdu ve her şey ondan türedi” şeklinde değil, dinin görelileşmesi, bireycilik kültürü, piyasa ekonomisi, bilimsel devrim, askerî devrim ve Aydınlanma iç içe geçti, karmaşık bir yumağa dönüştü diye yorumluyor (Sol ve demokrasi 1 : Robespierre’den Marksizme, 31 Ocak 2008; şimdi bkz Weimar Türkiyesi, 85-86).[12]

Berktay, Marksizmi çarpıtarak Hegelciliğe indirgemeye çalışırken, tarihte düşünsel olana –psikolojiye, hukuka, dine, felsefeye vb.– etkin ve belirleyici yahut ortak bir rol vererek, felsefede Hegel’in mutlak tinciliğine, yani idealizmine düşüyor. Marksizmi Hegelci idealizmden ayıran da, tam da buradaki bilimsel duruşudur. Marx ve Engels, bilimsel çalışmalarında insan düşüncesi ve onun biçimlerini, Berktay’ın yaptığı gibi, sonal ve belirleyici olarak ele alma kolaylığından uzak durmuş, bunun arkasındaki devindirici ve sonal etkenleri araştırmışlardır. Berktay’ın yaptığının aksine, insan düşüncesinin bir biçimi ve sonucu olan moderniteyi yine insan düşüncesiyle açıklamak yerine, dinin görelileşmesi, bireycilik kültürü, bilimsel devrim, askerî devrim ve Aydınlanma’nın, kısacası insan düşüncesindeki değişikliklerinin nedenlerini ortaya koymuşlardır. Berktay, verdiği başka bir örnekte, üstyapı kurumlarının ortaya çıkışını ele alırken, yine, aynı burjuva yöntemden hareket etmektedir:

Aşikâr ki, Marx’ta bu parçalılık ve kesiklik nosyonu zayıf. Bir kerte (ekonomi) başat; diğer bütün alan ve düzlemler ona bağlanıyor. Daha kabile toplumundan devlete ilk geçişi alalım. Bir yandan mülkiyet ve iktidar eşitsizlikleri derinleşiyor (yani sınıflaşma meydana geliyor), diğer yandan, yeni ve çok daha dikey, merkezî, işbölümlü bir yönetim aygıtı yaratılıyor. Marx ve Engels sınıflaşmayı esas alıp, devleti türevsel kabul ettiler; bu da, devletin bir hâkim sınıfın baskı aracı olarak tanımlanmasına yol açtı. Oysa pekâlâ, kendi özerk dinamiği içinde icat edilen devlet aygıtının içini, aşağı yukarı aynı anda cereyan eden sınıflaşmanın doldurduğu da söylenebilirdi (Cem Eroğul, An Essay on the Nature of the State’te [1981] galiba tam bunu savunmuştu).[13]

Berktay’ın yöntemine göre, devletin ortaya çıkışının sebebi, insanların devleti ‘kendi özerk dinamiği içinde icat etmesi’dir. Aynı mantıkla, ailenin ortaya çıkmasının sebebi, insanların aileyi icat etmesi, kapitalizmin ortaya çıkışı da benzer şekilde insanların kapitalizmi kurmak istemesidir! Burjuva idealist tarihçiliği, materyalist tarih anlayışını reddederek, kendi içinde bir totolojiye dönüşmekte, tarihsel olay ve olguları açıklayamamaktadır.

Berktay, Marksizmin tarihsel ilerlemede ekonomik yöne belirleyicilik vermesini eleştirmeye çalışıyor. Ancak üstü kapalı olarak bu durumu kabullenmek zorunda kalıyor. Berktay’ın örneğini ele alalım. Berktay, “mülkiyet ve iktidar eşitsizlikleri” ile “yeni ve çok daha dikey, merkezî, işbölümü” arasındaki bağlantıyı görmüyor. Toplumun ilk gelişme aşamasında tarımın avcılıktan, zanaatın tarımdan ayrılması, giderek toplumun farklı kesimlerinin işbölümü nedeniyle farklı uğraşlara eğilmesi ile önce gensler (ilkel topluluk), sonra topluluk içinde değişimin –bir süre sonra ticaretin-, üretim araçları ve üretici güçlerin gelişmesiyle işbölümünün ve giderek toplumsal sınıfların ortaya çıktığını es geçiyor. “Yeni ve çok daha dikey, merkezî, işbölümü”nün gökten zembille inmediğini, toplumun sınıflara ayrılması ile doğrudan ilişkili olduğunu anlamıyor. Devletin, ilkel toplumdan sınıflı topluma geçişle, bu süreç içinde “icat edildiğini”, tam da sınıflar arasındaki çatışmaların toplumsal bütünlük içinde tutulması ihtiyacından ortaya çıktığını kabul etmek istemiyor.

Berktay, burjuva idealist yöntemi benimsemesine rağmen bu gerçekliği doğrudan inkar edemiyor. Ekonominin belirleyiciliğini inkar etmesi için, Berktay’ın, “devletin ortaya çıkışı ile toplumun sınıflı yapısı arasında bir ilişki yoktur. Devlet, toplumun ekonomik yapısının yani sınıflar arasındaki mücadelenin dışındadır” demesi gerekirdi. Ancak bunu diyemiyor. Ekonominin belirleyiciliği o kadar kendisini hissettiriyor ki; tersten bir yaklaşımla, “devlet aygıtının içini …. sınıflaşmanın doldurduğunu[14], ekonominin belirleyiciliği sonal olarak ortaya koyduğunu kabul etmek durumda kalıyor.

BERKTAY, DETERMİNİZME DEĞİL BİLİME DÜŞMAN

Berktay, determinizme, toplumsal olayların basitçe ekonomik meselelere indirgenmesine karşı çıktığını söylüyor. Marksizmin kapitalist üretim biçimine ilişkin genel tespitlerinin tüm diğer toplumsal etkenleri yok saydığını iddia ediyor. Berktay, Marksizme determinizm suçlamasını yöneltirken, yalnızca Marksizme değil, toplumsal bilimlere ve genel olarak bilime saldırıyor:

Kaçınılmazlık fikri veya hissi, Marksizmde çok güçlü. Tarih, her üretim tarzının yerini bir yenisinin alacağını gösteriyor. Ekonomi Politik, kapitalist üretim tarzının kendi iç çelişkileri sonucu er geç çökeceğini gösteriyor. …  Aslına bakarsanız, kaçınılmazlık siyasetle bağdaşmaz. Siyaset belirsizlikler arasından bir yol bulup çeşitli olabilirliklerden arzu edilenine ulaşma çabasını içeriyor. Mutasavver (hayalî, imagined) zorunluluk veya kaçınılmazlıklarla kaplı bir alanda ise siyaset pek mümkün değil. Hayalî diyorum, çünkü toplumun ve insanlığın geleceğine yönelik böyle “kanuniyet”ler gerçek değil. Sadece zihnimizde mevcut. Ama işte, zihinlerimize hükmetmesi, siyaseti imkânsız kılmaya yetiyor.[15]

Berktay, Marksizmde kaçınılmazlık fikrinin güçlü olduğunu söylerken, asıl konuya geliyor: “Toplumun ve insanlığın geleceğine yönelik böyle ‘kanuniyet’ler gerçek değil.” Berktay’a göre, toplumsal gelişmelere yön veren ve onları anlamamızı sağlayan toplumsal yasalar yoktur. Buna göre, toplumların ilerleyişi, yasalara başka bir deyişle çeşitli olay ve olguların karşılıklı etkileşimleri sonucunda ortaya çıkan eğilimlere değil, tamamen rastlantılara bağlıdır. Örneğin; kapitalizmin ortaya çıkışı, toplumsal ilerleyişten ve toplumsal yasalardan kaynaklı değildir. Berktay’ın mantığına göre; insanların bireysel istençleri arasındaki çatışmalarıyla ortaya çıkan rastlantısal bir sonuçtur. Ne rastlantı ki; 18. yüzyıldan başlayarak, aynı rastlantı, tüm dünyaya yayılmaya devam ediyor ve kapitalizm dünya ölçeğinde egemenliğini kuruyor. Keza, savaşlar da, emperyalist kâr ve rekabetin yol açtığı eşitsiz gelişim yasasından, böyle ‘kanuniyetlerden’ değil rastlantılardan kaynaklanıyor.

Berktay’a göre toplumsal yasalar yok! Onlar “sadece zihnimizde mevcut.” İnsanların “zihninde” yasaların olması ise, elbette toplumlara hükmetmesi anlamına gelmez. Berktay, sıkça kullandığı ve karşı çıktığı Hegelciliğe ya da onun daha da gerisine, Bergsoncu öznel idealizme varıyor. Berktay’a göre, nesnel toplumsal yasalar yoktur. Yasaları toplumun maddi yaşamında aramak boşunadır. Onlar, olsa olsa, insanların zihinlerinde vardır. Ve zihinlerdeki bu düşünceler etkinlik sağlarsa, toplumsal dönüşüm sağlanmış olur! Toplumların gelişmesini ve değişmesini belirleyen de, “hayali” toplumsal yasalar değil, insanların duygu ve düşünceleridir!

Toplumsal yasaların yok sayılması, onların yalnızca insan düşüncelerindeki hayaller olarak tanımlanması, toplumsal bilimlerin yok sayılmasıdır. Eğer, toplumsal bilimler, toplumların değişik yönlerini ele alıp bunların işleyiş yasalarını ve karşılıklı ilişkilerini ortaya koymayacaklarsa, kendi alanlarındaki rastlantılara takip eden istatistiksel araştırma alanları olmanın ötesine gidemezler. Berktay, bir tarihçi olarak, tarih biliminin, yalnızca yazılacak ve yorumlanacak bir belgeler yığını olmadığını bilmesi gerekirdi. Kişiler arasındaki karşıt çıkarların mücadelesi, farklı yönde gelişen olay ve olgular, kültürel, dinsel ve hukuki biçimlerin etkisiyle ortaya çıkan sonuçların arkasındaki en genel toplumsal yasaları ve buradan sınıflar arasındaki mücadeleyi aramayan bir tarih bilimi, tarih yazıcılığın ötesine geçemez.

Berktay, toplumsal yasalara dair Marksizmin yaklaşımını 19. yüzyıl pozivitizminden etkilenmesine bağlar. Buna göre, 19. yüzyılda her şeyi bilime bağlayan, bilimi tek doğruluk ölçütü olarak bilimi kabul eden pozivitist yaklaşım, Marksizmin genel yaklaşımlarını belirlemiştir:

‘Bilimsel sosyalizm’ de böyledir. Sırf bu deyim dahi, 19. yüzyılın son derece ‘bilimci’ ortamında, zaten saf ve tek ‘bilim’, yani bugün ‘doğa bilimleri’ dediklerimiz, herkesi büyüler ve zihinlere hükmederken, dolayısıyla yeni ‘toplum bilimleri’ de kendilerini ‘doğa bilimleri’ örneğine göre kurar ve kurgularken, ilk Marxistlerin de tam böyle bir bilimselliği ne kadar istemiş, özlemiş ve kendi fikirlerine yakıştırmış olduğunu yansıtır.[16]

Berktay’a göre, Marx ve Engels, tarihin materyalist anlayışıyla toplumsal yasaları ortaya çıkarmamış, tersine kendi kafalarında tasarladıkları hayali yasalarla bilimsellik iddiasına sarılmışlardır. Bu iddianın sebebi de, dönemin ‘bilim sevici’ ortamıdır. Berktay, bununla da yetinmiyor. Marx ve Engels’in dönemin koşullarına uygun olarak, kendi düşüncelerini inandırıcı kılmak için, kendi fikirlerini bilimsellik sıfatıyla nitelendirdiklerini söylüyor:

Bence bunda en büyük faktör, çağın genel olarak pozitivist-bilimci karakterini Marx ve Engels’in de paylaşması. 17.-18. yüzyılların Bilim Devrimi ve Aydınlanması, gerçeğin nihaî hakemi ve karar mercii olarak bilime inanan toplumlar (daha doğrusu elitler) yaratmış. Bir şeyin iyi, güzel ve ahlâklı olduğunu söylemek yetmiyor; bilimsel olması gerekiyor. Keza bir şeyin gerçekleşebileceğini söylemek yetmiyor; bilimsel kanuniyetler sonucu zorunlu olarak gerçekleşeceğine inanmak ve inandırmak gerekiyor. Marx ve Engels’in fikrî çalışma ve ürünlerinin bundan sonraki seyrine bakınız : hepsi, daha 1845-49 arasında zaten ulaşılmış bazı fikirlere bilimsellik kazandırmaya yönelik. Buna uygun tarih kuramını Alman İdeolojisi (1845-6), komünizm vizyonunu Manifesto (1848), demokrasi reddiyesini “1848-1849” yazıları ve 18 Brumaire, artı-değer teorisini Kapital (1867) sunuyor. Ama 1852’de Marx, proletarya diktatörlüğünü üç özgün keşfinden biri saymak noktasına gelmiş bile. Beş altı yıl içinde, insanlığın tamamı için kesin “bilimsel” hükümleri içeren bütün bir gelecek senaryosu biçimlenmiş bulunuyor.[17]

Berktay, Marksizm’in bilimsel de olmadığını söylüyor! Zira, Marx, görüşlerini önceden kurgulamış, vargılarına sonraki yıllarda bilimsellik kazandırmaya çalışmış! Yani, çalışmayı yapmadan önce sonucu ortaya koymuş ya da sonucu belli olan şeye gerekli dayanaklar oluşturmuş, beyimiz öyle diyor! Marksizmin bilimsel olmadığını, rastlantıların etkileşimi içerisinde son tahlilde toplumsal yaşamı yönlendiren yasaları bulma çabasına, –Berktay’a göre “hayali” olan– yasaları arayışına bağlamak istiyor. Oysa rastlantılar, çelişkiler, bireysel, farklı görüş ve düşünceler ve bunların karşılıklı etkileşimi içinde toplumun ilerleyişine yön veren yasaları bulma çabası, toplumsal bilimlerin temelini oluşturur. Marksizmin ya da tarihsel materyalizmin temel konusu da budur.

Berktay, yalnızca Marx ve Engels’in görüşlerinin bilimsel olmadığını söylemekle yetinmiyor, bir bütün olarak toplumsal bilimlerde kesinlik olamayacağını, yani toplumsal yasaların mevcut olmadığını iddia ediyor. Engels, Klasik Alman Felsefesini ele aldığı eserinde, rastlantılar ve toplumsal yasalar arasındaki ilişkiyi, “tarihsel olaylar da, aynı şekilde büyük çapta rastlantıların hükmü altında görünürler. Ama rastlantı, yüzeyde oynar göründüğü her yerde, daima gizli iç yasaların emri altındadır ve iş, yalnızca bu yasaları bulup ortaya koymaktır[18] diyerek açıklar. Bilimi bilim yapan da, rastlantıların toplam etkileşimi sonucu ortaya çıkan eğilimi, bu eğilimde ifadesini bulan yasaları ortaya koymaktır. Berktay, toplumsal yasaların varlığını inkar ederek, idealist burjuva tarih anlayışını tereddütsüzce kabul ediyor.

SİYASET BİLİMİ MARXİZMİN NERESİNDE?

Berktay, toplumsal yaşamda son tahlilde ekonomiye belirleyici bir rol biçmesinden yola çıkarak, Marksizmin siyasetin nispi özerk varlığını ve siyaset bilimini yok saydığını iddia ediyor.

Önce bir gözlem, bu şemada olanlara değil olmayanlara dair. Üç büyük sosyal bilim veya bilgi alanı, burada (“burjuva” değil Marxist yorumlarıyla) kuvvetle mevcut : Felsefe, Tarih, Ekonomi. Bunlara bir de bir gelecek projesi eklenmiş : Sosyalizm ve Komünizm. Ne yok ? Siyaset yok; Siyaset Bilimi dediğimiz branşa denk düşen herhangi bir şey mevcut değil. Marksizmin bir politika teorisine yer açmamış olması, size de ilginç gelmiyor mu?[19]

İngiliz ekonomi-politiği, Alman felsefesi ve Fransız sosyalizminin Marksizmin üç ana kaynağı olduğu doğrudur. Marksizm, kendisine kaynaklık eden bu birikimi, eleştirel temelde incelemiş, ekonomi politiğin burjuva sınırlarını, Alman felsefesinin idealizmini ve kendinden önceki sosyalizmin ütopik anlayışını eleştirmiştir. Artı-değer sömürüsü ve tarihin materyalist anlayışını ortaya koymuştur. Marx ve Engels; siyaset bilimi, sosyal politika, sosyoloji, psikoloji vb. insan bilimleri alanlarında, örneğin ekonomi-politikte olduğu kadar yoğunlaşmadılar. Çünkü Marx ve Engels, özellikle Marx, tek tek toplumsal bilimlerin konusu olabilecek toplumun çeşitli yönlerinin bağımsız işleyişiyle ilgilenmesine rağmen, asıl olarak, toplumsal hareketinin genel yasalarıyla ilgiliydi. Marx, çalışmalarının genel çizgisini şöyle ifade eder:

Kafamda  biriken kuşkuları gidermek için ilk giriştiğim çalışma, Hegelci Hukuk Felsefesi’ni eleştirici bir gözle yeniden gözden geçirmek oldu. … Araştırmalarım, devlet biçimleri kadar hukuki ilişkilerin de ne kendilerinden, ne de iddia edildiği gibi insan zihninin genel evriminden anlaşılamayacağı, tam tersine, bu ilişkilerin köklerinin, Hegel’in 18. yüzyıl İngiliz ve Fransız düşünürlerinin örneğine uyarak ‘sivil toplum’ adı altında topladığı maddi varlık koşullarında bulundukları, ve sivil toplumun anatomisinin de, ekonomi politiğin içinde aranması gerektiği sonucuna ulaştı.[20]

Bu durum, Marx’ın diğer toplumsal bilimlerle ilgilenmediği, yahut Marksizmin bu alanlara dair bir şey söylemediği anlamına gelmez. Marx’ın tarihsel materyalist anlayışı toplumsal yasaların genel görünümünü vermekle kalmıyor; toplumsal altyapı ve üstyapı kurumlarının özerk, nispeten bağımsız gelişmelerine dair de genel eğilimleri ortaya koyuyordu.

Marksizm, sadece genel yönelim ve eğilimleri ortaya koymakla da kalmadı. Siyaset bilimi açısından Marx’ın Fransa’da Sınıf Savaşımları (1848-1850), Louis Bonaparte’in 18. Brumaire’i, Fransa’da İç Savaş; Engels’in Almanya’da Köylüler Savaşı, Almanya’da Devrim Karşı-Devrim, Tarihte Zorun Rolü (Anti-Dünring içerisinde) vb. eserleri büyük bir önem taşımaktadır. Bu eserler, özel olarak siyasal gelişmeleri, sınıflar arasındaki mücadeleleri ve siyasal mücadeleyi etkileyen unsurları ele almıştır. Kısacası Berktay, Marksizmin siyaset bilimine dair bir şey söylemediğini iddia ederken, açık bir çarpıtmaya girişiyor.

Berktay, Marksizmin siyaset bilimine katkı sunmadığını, dahası siyaseti önemsemediğini söylerken, burjuva siyaset bilimi ve burjuva siyasetinin sınırları içerisinde yorum yapıyor.

Dolayısıyla burada siyaset olarak siyasetin (politics qua politics); herkesin bildiği normal, günlük, sıradan politik hayatın özerk (türevsel ve indirgemeci olmayan) bir teorisine ve böyle bir teorik çerçeve içinde analizine hasredilmiş bir mekânın varlığından söz edilemez. Tek tük bağımsız aydınlar bir yana; resmî Marksizm, kurumlarıyla, seçim sistemleriyle, partileriyle, başkanlık veya parlamento dengeleriyle siyasî hayatı (ve demokrasiyi) incelemeyi “burjuva” siyaset bilimine bırakmıştır, denebilir. Evet, yer yer Marx’ta, Lenin’de, iş işten geçtikten sonra Dimitrov’da, kendinden güçlü bir düşmanın ancak en küçük çelişmeyi değerlendirmek ve demokrasiden sonuna yararlanmak suretiyle alt edilebileceğine dair uyarılara rastlarsınız.” Ve,

Marksizmin veya Marksizm-Leninizmin klasik yapısında siyasete, politika teorisine yer olmadığını söylemiştim. Yok, çünkü “normal siyaset”i, bir yandan ekonomi, diğer yandan devrim (bilimi) yutuyor.[21]

Berktay, siyaset biliminden bahsederken, ‘kurumlarıyla, seçim sistemleriyle, partileriyle, başkanlık veya parlamento dengeleriyle siyasî hayatı’ inceleyip, bunların işleyişine dair gözlemler sunulup teoriler üretilmesinden bahsediyor. Berktay’ın bahsettiği anlamda siyaset bilim, kapitalizmin siyasal üstyapısının idealleştirilmesi, siyasi partilerin sistemle entegrasyonu ve sisteme katkısının belirlenmesi, burjuva demokrasisinin ütopik övgüsü, ‘eksiklik’lerinin tamamlanması, gerçekleşmesi mümkün olmayan teoremlerinin sunulmasıdır. Marksizmin böyle bir siyaset bilimiyle ilişkisinin olmadığı doğrudur.

Berktay’ın konuyla ilgili asıl eleştirisi; siyaset biliminin ekonomik temelle bağlantısının kurulmasıdır. Çünkü ekonomi ile siyaset, sınıflar arasında mücadele ile siyaset arasında ilişki kurulması, bizzat kapitalizme eleştirel bir gözle bakmayı gerektirir. Ekonomi ile bağlantısı kurulmayan siyaset biliminin alternatifi nedir? Kala kala, burjuva idealizmindeki ‘özgür irade’nin siyaseti kalır. Siyaseti, Berktay’ın çokça istediği gibi, yalnız ve yalnız özgür iradeye indirgeyip, ekonomi ve sınıflar arasındaki mücadele ile bağlantısı koparmak, siyaset bilimini yaşamdan koparmak, abartılı bir söyleyişle uzayda tartışmaya benzer. Marx ve Engels’in siyaset bilimine en önemli katkılarından birisi, onu, toplumsal gerçeklik zeminine oturtması, sınıflar arasındaki mücadelenin, iktidar mücadelesinin bilimi olarak ortaya koymasıdır.

İçinde yaşanılan koşulları, üretim ve değişim ilişkilerini dikkate almayan, tersinden üretim ve değişim ilişkilerine –bununla bağlantılı olarak bölüşüm ilişkilerine– etkisini gözetmeyen bir siyasi tahlilin bilimsel olması mümkün değildir. “İnsan toplumunda maddesel yaşama araçlarının üretim ve değişimini yöneten yasaların bilimi[22] olan ekonomi politikle ilişkili olmayan bir siyaset biliminden bahsedilemez. Benzer şekilde, ekonomi politikten ayrı bir disiplin olarak siyasetin kurum, araç ve organlarını, diğer toplumsal alanlarla ilişkilerini değerlendirmeyen bir siyaset biliminden de bahsedilemez. Bu nedenle, Marx’ın ekonomi-politik çalışması olan Kapital, kapsamlı bir siyaset temellendirilmesidir de.

MARXİZM SİYASETİ ÖNEMSEMEZ Mİ?

Berktay, Marksizmin siyasete önem vermediğini, siyasal mücadeleyi ikinci plana bıraktığını iddia ediyor. Hatta bu iddiasını bir kelime oyunuyla kanıtlamaya çalışıyor:

Marksizm-Leninizmin dört bölümlü büyük teorik kurgusu çerçevesinde, Ekonomi Politik ile Bilimsel Sosyalizm arasında siyasete neden yer kalmadığını anlatmaya çalışıyordum.

Bir yanda, Kapital’in ve onu izleyen bütün Ekonomi Politik elkitaplarının temel anlatımı: kapitalist üretim tarzının hayat verdiği ‘sınıfa karşı sınıf’ kavgasından ibaret bir mücadele perspektifi. Buna daha çok ‘sınıf mücadelesi’, bazen ‘toplumsal mücadele’ denmesi, ama ilginçtir, ‘siyasal mücadele’ deyiminin hemen hiç kullanılmaması. Aslında bu tercihin neden çok anlamlı olduğu.[23]

Berktay, Marksistlerin siyasal mücadeleyi önemsemedikleri iddiasına kanıt olarak, sınıf mücadelesi ya da toplumsal mücadele deyiminin kullanılmasını gösteriyor. Berktay’ınki beyhude bir çaba! Çünkü az çok siyasetle ilgilenen herkes bilir ki, siyasetin dışında bir sınıf mücadelesi olmadığı gibi, sınıf mücadelesinin dışında bir siyaset de düşünülemez. Berktay’ın kafasını epeyce yoran sınıf mücadelesi ve toplumsal mücadele gibi kavramlar, siyasetin, siyasi mücadelenin ta kendisidir.

Berktay, öyle bir çarpıtmaya girişmiştir ki; Marksizmde temel mücadele biçimi olan siyasi mücadelenin, hem de ideolojik ve ekonomik mücadelenin bağlandığı siyasi mücadelenin önemsenmediğini söylemektedir. Oysa, önemsenmemek bir yana, işçi sınıfının üç alanda verdiği mücadelenin belirleyici alanı siyasal mücadeledir. Çünkü sınıf mücadelesinin ve devrimin temel sorunu iktidar meselesidir. İktidar mücadelesi ve perspektifi ile birleşmeyen ekonomik veya ideolojik mücadelenin sosyalist niteliğinden bahsedilemez.

Berktay’ın siyasetin önemsenmemesi ile kast ettiği diğer bir olgu da, siyasal gelişmeler karşısında toptancı, halk yığınlarının eğilim ve bilinç düzeyini gözetmeyen yaklaşımlardır. Berktay, siyasi mücadelenin eakonomiye deterministçe bağlandığını, dolayısıyla her şeye ekonominin gözlüğüyle bakıldığını, siyasetin bağımsız işleyişinin yok sayıldığını söylüyor. Böylece Marksizmin siyasi alandaki her sorunu ‘tek yol devrim’ yaklaşımıyla ele aldığını belirtiyor!

Elbette Marksizmin, her toplumsal sorun ve siyasal mücadeleyi devrimci perspektiften, işçi sınıfı mücadelesinin ihtiyaçları doğrultusunda ele aldığı doğrudur. Ancak bu perspektif, Berktay’ın iddia ettiği gibi, her siyasi sorunda ‘tek yol devrim’ diyerek toptancı bir yaklaşımla siyasi mücadelenin dışında kalınması anlamına gelmez. Burjuvazinin siyasi hamleleri, düzen partilerinin kendi aralarındaki çelişkileri ve manevraları karşısında Marksizm, işçi sınıfının aydınlatılması, mücadeleye sevk edilmesi ve burjuvaziden bağımsız bir politika izlenmesini öngörür. Siyasi gelişmeler karşısında, Marksistlerin, yani işçi sınıfının devrimci partisinin sloganlarını, nesnel koşullar, yığınların bilinç ve örgütlülük düzeyi belirler. Bu anlamda, her siyasal gelişme karşısında ‘tek yol devrim’ sloganı kaba bir determinizm olmakla birlikte, işçi sınıfının devrimci partisine yabancıdır.

Örneğin, AKP’nin Anayasa değişiklik paketi ve referandum tartışmalarına, işçi sınıfının devrimci partisi, gücü, olanakları ve araçlarıyla siyasal müdahalede bulunmuş, bulunmaya çalışmış, bu dönemi, AKP iktidarının icraatlarının teşhir edildiği, demokratik Anayasa ancak nasıl olabileceğinin anlatıldığı, işçi sınıfı ve emekçilerin mücadeleye çağrıldığı bir dönem olarak değerlendirmiştir. Kısacası Marksistlerin, güncel siyasal gelişmelerin dışında kalacak bir tarzda toptancı bir yaklaşımla, ‘tek yol devrim’ diyerek, güncel siyasetin dışında kalması beklenemez.

Berktay’ın iddialarının aksine, Marksist-Leninistler, siyasetin dışında kalmak bir yana, siyasal alana, devrimci bir perspektifle, işçi sınıfı ve emekçilerin ihtiyaçları temelinde müdahale eder. Toplumsal sınıfların karşılıklı konumlanışları, güç dengeleri, yığınların talep, özlem ve eğilimleri, işçi hareketinin gelişme dinamiklerini değerlendirme, bunun üzerinden strateji ve taktik arasında karşılıklı ilişkinin kurulmasında, Lenin’in Marksizme katkıları önemlidir. Yığınlara yaklaşım, ekonomik mücadele ile siyasal mücadele, demokrasi ile sosyalizm mücadelesi arasındaki ilişki, egemen güçler arasındaki çelişkilerden yararlanma, parlamento ve diğer araçlardan devrimci amaçlar doğrultusunda yararlanma, bir bütün olarak siyasal mücadelenin yol ve yöntemleri, kısa ve uzun vadeli hedefleri, taktik ve strateji, bunların işçi sınıfı çıkarlarıyla bağlantısı üzerine, Leninizmin, Lenin’den sonraki sınıf mücadeleleri deneyimleriyle daha da geliştirilmiş zengin bir tarihsel birikimi mevcuttur. Sınıf mücadelesinin deneyimleri, demokratik ve sosyalist devrimlerin gerçekleşmesiyle yaşam tarafından doğruluğu defalarca kanıtlanmış Leninizmin siyasal yaklaşımının devrimden ödü kopan Berktay tarafından görmezden gelinmesi, yok sayılması ise, yadırganacak bir durum değildir.

Berktay’ın derdi, toptancı yaklaşımla falan değildir, ama devrimci perspektifledir; devrim fikriyledir. Devrim ihtimalinden ödü kopmakta, dünyaya devrimci perspektiften bakışa karşı çıkmaktadır. Devrimi ve devrimci perspektifle siyaseti öylesine korku ve nefretle inkar etmektedir ki, siyasi gelişmelere devrimci bir perspektiften müdahaleyi siyaset saymamaktadır. Çünkü Berktay, burjuvazinin siyaseti dışında bir siyaseti istemediği gibi, mümkün de görmemektedir. Berktay’ın burjuva sınırlarının dışına çıkan, siyasetin dışına çıkmış ve siyaset yapmıyor demektir!

Berktay’ın anlamak istemediği, varlığı ve gerekliliğinin üzerini örtmeye çalıştığı ve yok saydığı, reddettiği, güncel siyasi gelişmeler karşısında devrimci siyasi tavır, her olay ve olgu karşısında papağan misali ‘tek yol devrim’ demek değil, işçi sınıfı ve geniş emekçi yığınları aydınlatıcı ve mücadeleye sevk edecek bir taktik çizgisi izlemektir. Bu çizgi, elbette devrimci strateji ile bağlantılı olacaktır.

MARXİZM DEMOKRASİYİ KÜÇÜMSER Mİ?

Berktay, Marksizmin ideolojik yaklaşımından dolayı demokrasiyi önemsemediğini, demokrasinin kapitalist ekonominin basit bir yansıması olarak görüldüğünü iddia ediyor.

Marx bu çalkantıların ortasında yaşadı ve çağının demokrasisine ilişkin hayal kırıklığını, olayların içinde, sıcağı sıcağına yazdığı ‘1848-1849’ makaleleri ile Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i kitabında dile getirdi (ikincisi hemen 1852’de çıkarken, ilkinin Fransa’da Sınıf Mücadeleleri, 1848-1850 başlığıyla kitaplaşması 1895’i buldu). Özetle, Marx bu mevcut demokrasiden hiçbir şey çıkmayacağı sonucuna vardı. Dahası, genel olarak siyaset sahnesini ve özel olarak demokrasiyi, kendi ekonomik determinizmine, şekillenmekte olan ‘ekonomik temel ve üstyapı(lar)’ modeline bağlı olarak, kestirmeden kapitalizmle özdeş saydı, kapitalizmin bir türevine indirgedi. İki ayrı ama birbirini etkileyen alandaki, iki ayrı ama birbirini etkileyen mesele gibi görmedi. Fransız Devriminin yeni siyaset sahnesini, Sanayi Devriminin ise yeni kapitalist toplumu yarattığını; ekonomiden türeyen eski ve yeni sosyal sınıf ve grupların hukuku ve siyaseti kendilerine göre biçimlendirme mücadelesi verdiğini düşünmedi. ‘Burjuva demokrasisi’ni ‘burjuvazinin diktatörlüğü’ ile özdeşleştirdi. Karşısına ‘işçi sınıfının diktatörlüğü’nü koydu.[24]

Berktay iki sorunu birbirine karıştırıyor. Demokrasinin kapitalizmin siyasal biçimlerinden birisi, Berktay’ın deyimiyle onun bir türevi olduğu doğrudur. Demokrasi, kapitalist üretim ilişkileri üzerinde yükselen, feodal mutlakıyete karşı burjuvazinin iktidarını ifade eden, genel oy, siyasal özgürlükler vb. haklarla süslenmiş bir siyasal rejim olarak Marx’ın karşısına çıktı. Bu bir olguydu. Ancak diğer bir olgu da, proletaryanın demokrasiyi kazanma mücadelesi vermesiydi.

1848–49 devrimlerini tahlil ederken, Marx, burjuvazinin iktidarı aldığında kendisinin bir araç olarak kullandığı demokratik örgütlenmelere karşı savaştığını gözledi. Devrimin ilk aşamasında iktidara gelen burjuvazi, feodalitenin baskı araçlarını devralıyor, işçi kulüplerini yasaklıyor, demokratik kazanımları tasfiye ediyordu.[25] Bu koşullarda Marx, proletaryanın demokratik kurum ve kazanımları koruma görevini üstlendiğini tespit ediyordu.[26]

Berktay’ın iddiasının aksine; Marx, demokrasiye karşı bönce bir hayal kırıklığı yaşamıyor, burjuvazinin demokrasiye ihanet ettiğini, proletaryanın demokratik görevleri üstlendiğini söylüyordu. Proletaryanın demokratik görevleri üstlenmesi, sosyalizm savaşımı için “demokratik cumhuriyet”i en uygun zemin olarak görmesi, burjuva demokrasisinin kapitalist üretim biçimi üzerinde yükseldiği, sonuç itibarıyla onun hukuksal ve siyasi yansıması olduğu gerçeğini değiştirmiyordu. Berktay, bönce övdüğü, sermaye sınıfının iktidar biçimi olan burjuva demokrasisinin; kapitalizmin ihtiyaçlarına en uygun düşen bir devlet biçimi, yani burjuva diktatörlüğünün bir biçimi olarak ortaya konulmasına oldukça içerliyor:

O sırada modern demokrasi yeryüzünde ancak çok kısa bir süredir mevcut. Marx’ın bunu yaşama ve gözlemleme süresi ise, daha bile kısa. Daha Kapital’i yazmamışken, yani ortada artı-değer teorisi bile yokken, topu topu iki üç yıl içinde, ‘burjuvazinin devleti = burjuva demokrasisi = burjuva diktatörlüğü’ hükmünü veriyor.[27]

Berktay, demokrasiyi, üzerinde yükseldiği kapitalist ilişkilerden kopartarak ele alıyor. Berktay’ın savunduğu demokrasi, sermayenin işçi sınıfını sömürmesi anlamına gelen üretim araçları üzerindeki burjuva mülkiyeti, başka bir deyişle insanın insan üzerindeki egemenliği ve modern köleliği onaylamıyor mu? Tekelci sermaye gruplarının elinde bulundurduğu medya ve iletişim araçlarıyla kendi ideolojisini topluma dayatmasını kabul etmiyor mu? Sermayenin çıkarlarına dokunmadığı sürece temel hak ve özgürlükleri kabul eden, ancak bu özgürlükler egemen sınıfları zorladığında rafa kaldırılan demokrasiden habersiz mi Berktay?

Berktay, kapitalist demokrasinin ikiyüzlü niteliğini gözlerden saklayıp, onu sınıfsız, saf ve herkes için demokrasi olarak yorumlayarak, aslında kapitalizmi herkes için kabul edilebilir kılmak istiyor.

Berktay, siyasete burjuva demokrasisinin, demokrasiye de burjuva siyasetin sınırları içinden bakıyor. Berktay’a göre, burjuva demokrasisinin çerçevesini aşan bir siyaset, zaten siyaset değildir. Doğal olarak, burjuva siyasetin ötesinde bir demokrasi anlayışından da bahsedilemez. Dolayısıyla işçi sınıfı ve emekçilerin demokrasi mücadelesi ile Berktay’ın demokrasiyi egemen klikler arasındaki mücadeleye indirgeyen yaklaşımları taban tabana karşıttır.

Berktay’a göre, Türkiye’de demokrasi mücadelesi, burjuva düzenin sınırlarını zorlayamayan, egemen sınıfların reformcu atılımlarına destek olmak ya da atılan adımlara halk desteği sağlamaktan ibarettir. Marksizme ve son iki yüzyılın demokrasi mücadelesi tarihine bakıldığında; demokrasinin ancak işçi sınıfı, emekçiler ve toplumun ezilen kesimlerinin burjuva klikler arasındaki çatışmaları aşan –ama yok saymayan– hak ve özgürlükler için doğrudan giriştikleri siyasal eylemle kazanılacağını göstermiştir.

İşçi sınıfının demokrasi mücadelesi, Berktay’ın anladığı biçimiyle, burjuvazinin ‘liberalinin’ diğer kanadı ile mücadelesiyle sınırlı değildir. Egemen sınıfların yaptığı bazı yasal düzenlemelerle hiç sınırlı değildir. İşçi sınıfının demokrasi mücadelesi, demokrasi düşmanı emperyalizme ve çoktan gericileşmiş, gericilik ve dikte eğilimini benimsemiş tekelcibüyük burjuvaziye karşı mücadeleden ayrılmazdır. Genel eğilimi demokrasinin inkarı gericilik olan emperyalizm çağında, işçi sınıfı demokrasiyi kazanmak için de mücadele edecektir.

Burjuvazi her zaman tutarsız olacaktır. Eğer yerine getirilecek olursa, bizim burjuva demokratlarını, halkın içten dostları olarak görmemizi sağlayacak koşullar ve maddeler öne sürmekten daha aptalca ve boş bir şey yoktur. Demokrasinin tutarlı savaşçısı ancak proletarya olabilir.[28]

Egemen burjuvazinin halk yığınlarının hak ve özgürlük mücadelesine, iktidar mücadelesine düşmanlığı, kapitalizmin genel bir olgusudur. Kapitalizmin tekelci aşaması olan emperyalist kapitalizm, genel olarak burjuva demokrasisine de düşman hale gelmiştir. Tekellerin egemen olduğu burjuva diktatörlüğü ile işçi sınıfı ve emekçilerin mücadele birikimi arasındaki geçici denge unsuru olarak demokratik kazanımlar, en başta tekelci burjuvazinin hedefindedir.

Bu nedenle, işçi sınıfı ve emekçiler, emek-sermaye çelişkisinin egemen olduğu kapitalizmde, sosyalizm mücadelesinin yanında demokrasi mücadelesi de vermek zorundadır. “Rus aydınına, devrimimizin burjuva devrim olarak kabul edilmesi, onu soldurmak, değersizleştirmek, alçatmak gibi geliyor… Proletarya için burjuva toplumda siyasi özgürlük ve demokratik cumhuriyet uğruna mücadele, düpedüz, sosyalist devrim için mücadelede zorunlu bir aşamadır.[29]

Bu nedenle, işçi sınıfı için demokrasi mücadelesi önemsiz, anlamsız değil, tersine, sosyalizm için mücadelenin gereği ve bir parçasıdır. Ancak demokrasi mücadelesi içinde işçi sınıfı sosyalist sınıf bilincini edinebilir. Burjuvazinin demokrasi yalanını ve iki yüzlülüğünü kendi deneyimleri ile görebilir.

Kürt halkının hak eşitliği, kendi kaderini tayin hakkı, gerçek laikliğin tesisi, işçi ve emekçilerin hakları, sendikal, siyasal özgürlükler, söz, basın ve örgütlenme özgürlüğü, azınlıkların temel haklarının tanınması ve eşitliği vb. demokratik talepler işçi sınıfı ve emekçilerin uğruna mücadele ettikleri taleplerdir. Berktay’ın demokratizmi ise, bu taleplerin ve onlar uğruna mücadelenin yakınından dahi geçmemektedir. Tartışmasızca desteklenmesi gerektiğini iddia ettiği AKP ve onun sözde reformlarının, emekçiler ve ezilen halkların demokratik talepleriyle uzaktan yakından ilgisi bulunmamaktadır. Buna rağmen Berktay, Marksistlerin demokrasi mücadelesine bakışımı beğenmez:

Son tahlilde, demokrasiyi hor gördüler. Bu küçümseyiş ilginç bir ‘patika bağımlılığı’ (path dependency) yarattı. İhtilâlci tipi ve demokrat siyasetçi tipi birbirinden tamamen ayrıştı. Evet, parlamenter demokrasiyi benimseyenler artık ‘devrimcilik’ yapamıyor. Lâkin madalyonun diğer yüzünde, ‘devrimci’lerin demokratik siyaset yapamaması var. Ve 21. yüzyılda, asıl bunun bedeli çok daha büyük.[30]

Devrimcilerin kendilerini demokratik siyasetle sınırlamaması, burjuva demokrasisini ise devrimci ve sosyalist bir yaklaşımla eleştirmesi, Berktay’a göre, Marksistlerin demokrasi düşmanı olduğunu gösterir. Berktay, yaşadığı dünyayı bir kenara koymakta, tekellerin kendi gibi hizmetlilerine sunduğu olanaklarla coşmuş halde burjuva demokrasisinin propagandasına yaparak, Marksistleri demokrasi düşmanı ilan etmektedir. Oysa, adı konarak söylenirse; emperyalizm ve egemen tekelci burjuvazi gericiliktir, demokrasiye düşmandır. Marksistler, emperyalizm ve işbirlikçilerinin sömürü politikalarına, demokrasi düşmanı uygulamalarına karşı işçi sınıfı ve emekçilerin mücadelesini, dolayısıyla demokrasinin, demokratik hak ve özgürlüklerin doğrudan yığınların mücadelesiyle kazanılmasını savunur. Başka türlüsü de mümkün değildir. Burjuva diktatörlüğünün benimsenmesi ve savunulması demek olmayan böyle bir demokrasi, Berktay’ın çağdaş burjuva ufkunun ötesinde, emekçilerin doğrudan mücadelesiyle kazandıkları halkın egemenliği anlamına gelen halk demokrasisidir.

TEKELCİ GERİCİLİĞİN EMRİNDE!

Berktay, Marksizm’e dönük saldırıları ve çarpıtmalarına bir özeleştiri görünümü vererek, onları daha kolay kabul edilebilir hale getirmek istiyor. Tezleri, bir bütün olarak liberal burjuva ideolojisinin gerici alt yapısını, Marksizme ve işçi sınıfına düşmanlığını ortaya koyuyor. Bütün demokrasi hayranlığı ve burjuva siyasetine bitmeyen övgülerin gelip dayandığı ve başından beri ulaşmayı amaçladığı asıl hedef ise, AKP’nin verdiği ‘demokrasi mücadelesi’ne destek sağlayabilmek. Kuşkusuz bu, bugünkü hedefi, yarınkiyse bir başka burjuva parti ve yaklaşımın desteklenmesi olacak; bu desteklerini de koşullayan asıl temel edindiği şeyse, burjuva sınıf egemenliğinin, kapitalizmin savunulması.

Berktay’a göre, bugün AKP, Türkiye’nin sorunlarını çözme azmine sahip, işçi sınıfı ve emekçilerin yaşam koşullarını düzeltecek, refah ve zenginliği arttıracak, Kürt sorunu, Ermeni sorunu ve Alevi sorunu vb. ülkenin kangrenleşmiş sorunlarına getirdiği açılımlarla bu sorunların çözüm yollarını açacak,” askeri vesayet sistemi”ni ortadan kaldıracak, en azından bunların bir kısmını yapacak demokrat bir partidir. Onu statükoya, Kürt sorununun çözümünü istemeyen güçlere, “askeri vesayet rejimi”ne karşı desteklemek, bu destekle birlikte cesaretlendirmek gerekir.

Neden? Çünkü Berktay’a göre, artık kapitalizm, demokrasi, insan hakları, çoğulculuk gibi değerleri içselleştirmiş, küreselleşme ile refah ve çağdaşlık yayılmaya, ulusal sınırlar ve baskılar silinmeye başlamıştır! AKP de, bu “değişim” sürecinin Türkiye’deki öznesi. Statükoya ve “eski düzen”e karşı bu yeni düzeni savunmayacak da ne yapacak Berktay?

Berktay, bunları düşünse de, AKP’nin demokrat ve reformcu bir parti olmadığı gün be gün yaşam tarafından gösterilmektedir. Ancak Berktay’ın başka bir çıkış yolu yoktur. Çünkü, işçi sınıfı ve emekçilerden umudunu kesmiş; kapitalizme, tekelci burjuvaziye, onun lütfettiği ‘reform’lara umudunu bağlanmıştır. En çok, AKP olmazsa, yarın destekleyecek bir başka burjuva parti ya da güç bulacak, bu güç belki, geçmişinde desteklediği türden gerici bir darbeci ekip bile olabilecektir.

Herhangi bir ‘hâkim sınıf’ partisi, demokratik reformlar yapmaya, Kürt ve Ermeni açılımları başlatmaya, 1982 anayasasını değiştirmeye mi kalkıştı ? Birinci görevimiz bu girişimleri bir ucundan tutmak değil. Bu tür ‘illüzyon’lara asla pabuç bırakmamak; bütün ‘burjuva’ partilerinin ‘aynı’ (ve dolayısıyla ‘tek yol’un ‘devrim’) olduğu inancını sağlam tutmak için, bu yeni ve ‘hepsinden daha sinsi’ düşmanın (ona ne şüphe) ‘ikiyüzlü’lüğünü derhal açığa çıkarmak. Hatâlarını eleştirmenin ötesinde, bunların ezelî ve ebedî bir ‘öz’ü yansıttığını vurgulamak: liberal ve hattâ neo-liberal, işçi düşmanı, Amerikancı, BOP’çu, ağzına daha ne gelirse. Militarizmle mücadelesi zigzaglı bir seyir mi izliyor ? Bütün ‘iniş’lerinde AKP ile TSK’nın artık ‘tek bir blok’ olduğunu, bir, üç, beş, on kere yüksek sesle ilân etmek.[31]

Berktay, içindekileri dökmüştür. Tırnak içinde hakim sınıf partisi yazarak, AKP’nin egemen sınıfların partisi olmadığı belirtmekte, en azından bu konuda bir soru uyandırmak istemektedir. Sorunlar yaşayan kesimlerin desteklediği, yönlendirdiği, bu nedenle de sorunları çözmek için adımlar atan bir parti olduğu imajını vermek istemekte, böyle düşünmektedir. Zaten bu nedenle AKP’nin destekçisidir. Emperyalist tekelci burjuvazinin ekonomi ve siyasette egemenliğini giderek arttırdığı, bir avuç tekelci işbirlikçi burjuvanın ülkenin tüm kaynaklarını avucunda tuttuğu, AKP döneminde peydahlanan sermaye gruplarının da hızla büyüdüğü, 4857 sayılı İş Kanunu ve iş yaşamını belirleyen diğer yasa ve yönetmeliklerde sermayenin önündeki her türlü engellerin kaldırıldığı, dahası doğrudan kaynak aktarımı dahil sermayeye teşvik ve kıyakların pervasızca yapıldığı bir hükümet burjuva egemenliğinin, burjuva sınıf iktidarının “yürütme komitesi”nden başkası olabilir mi?

Emekçilerin reel ücretlerinin hızla düştüğü, temel tüketim maddelerinin fiyatlarının ise hızla yükseldiği, dolayısıyla yaşam koşullarının giderek ağırlaştığı, çalışma yaşamında esneklik, taşeronlaştırma, iş cinayetleri ile yaşam hakkı dahil en temel hakların gaspedildiği; eğitim, sağlık, emeklilik, barınma gibi emekçilere dönük sosyal hakların giderek ortadan kaldırıldığı, kıdem tazminatlarını kaldırmayı ve özel istihdam bürolarıyla kiralık işçi uygulamasını getirmek isteyen bir hükümet, gerici burjuva diktatörlüğünün yürütücüsü değil, ama “halkın iktidarı” olabilir mi?

Kürt halkına dönük saldırıların devam ettiği, Kürt ulusal hareketi ve demokrasi güçlerinin yıllardır verdiği mücadeleler sonucu kabul edilen ve yığınları yedeklemenin ve demokrasi güçlerini tasfiyenin bir aracı haline getirilmek istenen küçük tavizlere rağmen Kürt sorununda çözümsüzlüğü dayatan, kadın-çocuk demeden vurun emrini veren, tek bayrak, tek millet dayatmasıyla inkarın yeni biçimini sunan, Kürt gazetelerini kapatan bir parti ve hükümeti, nasıl demokrat, nasıl reformcu bir parti ve hükümet olabilir?

Susurluk, Şemdinli iddianameleri ortada iken, bölgede 17 bin faili meçhul varken, binlerce insan kontrgerilla organizasyonları ile katledilmişken, darbeciler ellerini kollarını sallayarak dolaşırken, Ergenekon soruşturmasında kendisini rahatsız eden güçlere karşı gözdağı vermenin ötesine geçmeyen tutuklamalara, 28 Şubatçılar ve 27 Nisancılarla, Ç. Birler ve Y. Büyükanıtlarla hoşlukla geçinip gitmesine bakarak, AKP’nin “askeri vesayet”le hasaplaşmaya giriştiği, hatta militarizmi tasfiye ettiği/edeceği, faşist kontrgerilla örgütlenmelerini ortadan kaldırmayı amaçladığı nasıl söylenebilir?0

Sorular uzatılabilir. Ama Berktay’a ne fayda! Berktay’ın umudu tekelci burjuva gericilik ve onun partilerindedir. AKP, uluslararası hesaplar ve ülke içinde demokrasi güçlerini mücadelesinin dayatma ve birikimiyle Kürt açılımı yapmak zorunda kaldığında; bu, Berktay’a göre; AKP’nin demokratlığını, tekelci burjuvazinin ilericiliğini, yahut AKP’nin halk kesimlerinin çıkarlarını kolladığını gösteren bir gelişmedir. Kürt açılımından en ufak bir sonuç çıkmaması, bu “açılım”ın “Milli Birlik ve Beraberlik Projesi”ne dönüştürülmesi, Belediye Başkanlarının dahi KCK operasyonlarından gözaltına alınması, askeri operasyonların devam etmesi, hatta sınır ötesine kadar götürülmesi Berktay için önemli değil. Berktay gerçekliğe bakmaktan imtina ederken, gözlerini burjuva liberal dünya görüşüyle bağlamaktadır. Gerçeklik ne derse desin, Berktay’a göre, AKP reformcu, ilerici, desteklenmesi gereken bir partidir!

Gerçekse, sadece AKP’nin “neo-liberal, işçi düşmanı, Amerikancı, BOP’çu” gerici bir düzen partisi olmasıyla sınırlı değildir; onu vefakarca desteklerken, çoğu benzerinden farklı olarak gerici burjuva hükümetlere verilen bu tür destekleri bir buçuk yüzyıl öncesinden mahkum eden Marksizme çarpıtma ve yalana dayalı açık saldırılar yönelten destekçilerinin de aynı sıfatlarla anılmayı hak etmiş gericiler olduklarını da kapsamaktadır!

BURJUVA YENİ-LİBERALİZMİNİN MİSYONU!

Berktay’ın söylemlerinin geçer akçe sayılması, güncel siyasette karşılığını bulan sınıflar arasısındaki mücadelede elbette bir yere oturuyor. Türkiye’de siyasi, iktisadi ve kültürel yapının emperyalizmin ihtiyaçları doğrultusunda yeniden şekillendirilmesinde egemen güçler arasında farklı yaklaşımların olduğu bir olgudur. Ancak bu, işçi sınıfı ve emekçi düşmanlığı, demokrasi düşmanlığı konusunda bir farklılık değildir. Tersine, burjuva parti ve fraksiyonlar, halka karşı, işçi sınıfı ve emekçilere karşı her konuda kolayca buluşabilmekte, sermayenin çıkarlarını savunmakta birbirleriyle yarışmaktadırlar.

“Küreselleşme”, “Yeni Dünya Düzeni” ile “tarihin sonu” olarak tarif edilmiş bulunan yaşadığımız dönemde, “demokrasi”, “insan hakları”, “çoğulculuk”, “seçme özgürlüğü” vb. değerler, çağdaşlığın ve uygarlığın temel unsurları olarak ilan edildiler. Emperyalist burjuvazi ve onun ideologlarına göre, “küreselleşme” süreciyle birlikte, iki kutuplu dünyanın sorunları da tarih sahnesinden silindiler. Sovyetler Birliği ve eski doğu bloğu ülkelerindeki ‘bürokrasi’, ‘durgunluk’ ve ‘baskı rejimleri’ ortadan kalkmış, kapitalizm değişmiş ve son sistem olduğu anlaşılmıştı. “Küreselleşme”, ulus devletin zayıflaması, sermayenin dünya ölçeğinde özgürce dolaşımı ve rekabet, “çağdaş” değerlerin maddi temelini oluşturuyordu. Elbette süreç, tamamlanmış değil, hareket halindeydi. Ama önüne geçilemez, engellenemez bir gerçeklikti. İşte eskiden sosyalistlik iddiasında bulunmuş olanlar, şimdiyse sosyalizmden ümidini tamamen kesmiş aydınlar, zaten işçi sınıfından kopuk olan reformist ve revizyonist çevreler, –her ne kadar, determinist değillerse de– bu ‘zorunluluğu’ görerek, kendi görüş ve düşüncelerini yeniden şekillendirme gereği duydular.

Emperyalizmin, uluslararası burjuvazinin dünya halkları ve işçi sınıfına dönük neo-liberal iktisadi, siyasi ve ideolojik saldırısını, dünyanın gerçeklik ve uygarlık zemini olarak kabul eden bu çevreler, kendilerine adeta çeki düzen verdiler. Bunu, kimi fırsatları değerlendirip kalemini satarak yaparken, kimi de bedavadan gönüllü koroya katıldılar. Ama en bedavacı olanı bile, kuşkusuz ki, kapitalizmin sunduğu olanaklardan yararlanmakta ve buradan aldıkları güçle “kapitalist uygarlığa” canıgönülden bağlanmaktaydılar.

Ama hepsi bürokrasiye karşı piyasayı, tekçiliğe karşı çoğulculuğu, baskıya karşı özgürlüğü, statükoya karşı “değişim”i savunma adı altında, sosyalizme, en azından reel dedikleri sosyalizme, ama gerçekte sosyalizmin tüm tarihsel birikimine düşmanca saldırdılar. Kapitalizmi tek yol olarak benimseyip, onun nimetlerine ve burjuva demokrasisinin sınırlarına teslim oldular. Egemenler arasındaki çatışmaları gözlemleyip, buradan demokrasi peydahlanacağını düşündüler ve ‘taraf’ oldular. Demokrasiden anladıkları ise, halkın doğrudan siyasal eylemi ve bu eylemiyle siyasal özgürlüklerin kazanılması, burjuva elitizminin parçalanıp, halk demokrasisinin tesis edilmesi değil, ‘çağdaş’ düzenlemelerin AB gibi emperyalist kurumlarca dayatılması ya da egemen güçlerce yaşama geçirilmesi oldu. Kendilerine de, ya doğrudan bir destekçi ya da eleştirel bir yol gösterici misyonu biçtiler.

Yol göstericiliklerine pek ihtiyaç duyan burjuva partilerden bahsedilemese de, söz konusu olan, egemen güçlerin kendini dinletmesi, kimi sosyalizmi ve değerlerini kökten reddettiği halde yine de sosyalistlik iddia ederken, kimi de Berktay gibi artık sosyalizme küfür eden eski solcuları halkı yedekleme mücadelesinin bir parçası olarak kullanmasıdır.

Eski solcular, günümüzün katıksız liberalleri, bu sözde demokrasi yolunun gönüllü yolcusu oldular. Buna göre, bürokrasiye yol açan “kapalı toplum”, ulusal sınırlar küresel dünya ekonomisine açılmalı, piyasa ekonomisi geliştirilmeliydi. Liberallere göre, demokrasinin temeli de piyasa ekonomisiydi. Bu nedenle, AKP’nin, yalnızca darbe karşıtlığını ve demokratik reformlarını değil, piyasa ekonomisini geliştiren neo-liberal uygulamalarını da gönülden desteklediler. Kapitalizmi övme yarışına girdiler. Berktay da, yazılarında kapitalizmin ‘güzelliklerini’, halka sunduklarını anlatmadan, başka bir deyişle kapitalist sömürü ve barbarlık politikalarını aklamadan edemezdi, etmedi:

Ya kapitalizm her şeye rağmen göreli bir refah yaygınlaşması yaratmışsa? Ya halk küçümsediğimiz demokrasiye sandığımızdan daha fazla değer veriyorsa? Kendi çıkarlarının temsili açısından, demokrasinin azını bile hiç olmamasına tercih ediyorsa? Mevcut düzenin korunmasında, sadece hâkim sınıfların değil, kitlelerin de popüler çıkarları varsa?[32]

Kitlelerin, işçi sınıfı ve emekçilerin kapitalizmden çıkarı varsa, refah yaygınlaşmışsa? Öyle mi Berktay? Bunlara yanıt, emperyalist burjuvazinin sözcüsü durumundaki IMF, Dünya Bankası gibi kurumların raporlarında var; dünya ölçüsünde yoksulluk, işsizlik ve gelir dağılımı adaletsizliğinin yayılması bu raporlardan bile izlenebiliyor! Kapitalizmin insanlığa yoksulluk, işsizlik, açlık ve savaşlardan başka bir şey sunmadığı ortada, bunu Dünya Bankası bile gizleyemiyor.

Üstelik bu soruların hepsi, “evet” ile, “olabilir” ile yanıtlanabilir de! Evet, göreli bir refah yaratılabilir, zamanında örneğin, sosyalizm mücadelesinin önünü almak üzere ve bu mücadelenin koparıp aldığı bir taviz olarak, tarih, kapitalist “refah devletleri”ne tanıklık etmişti. Evet, halk burjuva demokrasisine değer de verip, azını hiç olmayanına tercih edebilir. Ve kitleler düzenin korunmasında çıkarları olduğunu da düşünebilir. Tümü, teorik bakımdan mümkündür. Ancak artık çok küçük olasılık halinde olan “göreli refah”ın ne olduğu, nasıl olacağı, ne pahasına gerçekleşeceği, kapitalizmin doğası gereği yerini neye bırakacağı, Berktay için hiç önemli değil. Berktay, olmayanı olmuş sayarak, kitlelerin AKP’yi desteklemesini istiyor; kitlelerin AKP’den memnun olduğunu ileri sürerek, kuyrukçuluğun teorisini yapıyor. İşçi sınıfı ve emekçilerin mücadelesi olmadan, burjuvazi, gönüllü olarak demokratik reformları gerçekleştirmiş, kendi kârından emekçilere göreli bir refah payı ayırmış, bu kazanımlar için işçi sınıfı ve emekçiler, onların önderleri bedeller ödememiş gibi tarihi yeniden yazıyor. Tek taraflı olarak, burjuvazinin, onun siyasi uygulama ve reformlarının göreli refahı yarattığını iddia ediyor. Üstelik, kapitalizmin göreli refahı yok etme, daha fazla sömürü ve yoksulluğu yeniden üretme eğilimine gözlerini kapıyor.

1990’lı yılların başından itibaren emperyalist kapitalizmin sosyalizm üzerindeki geçici zaferi ve dünya ölçeğinde güç dengelerinin değişmesinden sonra, burjuva egemen sınıfların safına savrulan eski solcular, her şeyi, kapitalizmin tarihin sonu olduğu yaklaşımıyla açıklamaya başladılar. 1970’li yılların başından itibaren emperyalist burjuvazinin düşen kâr oranlarını yükseltmek, yeni kâr alanları açmak, bu nedenle piyasanın etkinliğini ve derinliğini arttırmak üzere devreye soktuğu neo-liberal uygulamaların aklanması ve bunun ideolojik dünyasını oluşturan “demokrasi”, “insan hakları”, “uygarlık” gibi içi burjuvazi tarafından boşaltılmış değerlerin dünya halklarına kabul ettirilmesi çabasında, Berktay, Belge, Margulies, Altan, Yağcı ve bunun gibiler, emperyalist burjuva gericiliğin saflarında, burjuvazinin ideolojik hegemonyasını güçlendirmenin aracı haline geldiler. Son olarak Anayasa referandumunda görüldüğü gibi, bu “Taraf”çı çevrelerin AKP’nin olanakları ve desteğiyle görüşlerini halka sunma çabasına girmesi, burjuva liberalizminin, günümüzdeki biçimiyle idealleştirilmiş neo-liberalizmin halka düşman yüzünü bir kez daha göstermektedir.



[1] Halil Berktay, http://www.biyografi.net/kisiayrinti.asp?kisiid=1325

[2] Berktay, Kibrin Teorisi,  http://www.taraf.com.tr/halil-berktay/makale-kibirin-teorisi.htm, 25.03.2010

[3] Berktay, http://www.taraf.com.tr/halil-berktay/makale-kibirin-teorisi.htm

[4] Berktay, http://www.taraf.com.tr/halil-berktay/makale-kibirin-teorisi.htm

[5] Berktay, http://www.taraf.com.tr/halil-berktay/makale-kibirin-teorisi.htm

[6] Berktay, Demokrasi ‘Yalan’ı, http://www.taraf.com.tr/halil-berktay/makale-demokrasi-yalan-i.htm, 15.05.2010

[7] Friedrich Engels, Anti-Dühring, Sol Yayınları, 4. Baskı, Ankara, 2003, s. 210

[8] Karl Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, Sol Yayınları, 5. Baskı, Ankara, 1993, s. 23

[9] Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, s. 23

[10] Berktay, Aman Bulaşmasın, http://www.taraf.com.tr/halil-berktay/makale-aman-bulasmasin.htm, 01.05.2010

[11] Karl Marx – Friedrich Engels, Seçme Mektuplar, Evrensel Basım Yayın, İstanbul, 1996, s. 101-103

[12] Berktay, Demokrasi ‘Yalan’ı, http://www.taraf.com.tr/halil-berktay/makale-demokrasi-yalan-i.htm, 15.05.2010

[13] Berktay, http://www.taraf.com.tr/halil-berktay/makale-demokrasi-yalan-i.htm

[14] Berktay, http://www.taraf.com.tr/halil-berktay/makale-demokrasi-yalan-i.htm

[15] Berktay, Ya İhtilalci Ya Demokrat, http://www.taraf.com.tr/halil-berktay/makale-ya-ihtilalci-ya-demokrat.htm, 22.05.2010

[16] Berktay, Teori ve Teoremler, http://www.taraf.com.tr/halil-berktay/makale-teori-ve-teoremler.htm, 22.04.2010

[17] Berktay, Bilimciliğin Rolü, http://www.taraf.com.tr/halil-berktay/makale-bilimciligin-rolu.htm, 20.05.2010

[18] Engels, Ludwin Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu, Sol Yayınları, 3. Baskı, Ankara, 1992, s. 47

[19] Berktay, http://www.taraf.com.tr/halil-berktay/makale-teori-ve-teoremler.htm

[20] Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, s. 23

[21] Berktay, Siyasetin Yeri, http://www.taraf.com.tr/halil-berktay/makale-siyasetin-yeri.htm, 24.04.2010

[22] Engels, Anti-Dühring, s. 227

[23] Berktay, http://www.taraf.com.tr/halil-berktay/makale-aman-bulasmasin.htm

[24] Berktay, Sorumsuzluğun Hafifliği, http://www.taraf.com.tr/halil-berktay/makale-sorumsuzlugun-hafifligi.htm, 13.05.2010

[25] Karl Marx, Fransa’da Sınıf Savaşımları 1848-1850, Sol Yayınları, 3. Baskı, Ankara, 1988, s. 98

[26] Marx, Fransa’da Sınıf Savaşımları 1848-1850, s. 146

[27] Berktay, http://www.taraf.com.tr/halil-berktay/makale-demokrasi-yalan-i.htm

[28] V. İ. Lenin, Demokratik Devrimde Sosyal Demokrasinin İki Taktiği, Sol Yayınları, Ankara, s. 51

[29] Lenin, 1904

[30] Berktay, http://www.taraf.com.tr/halil-berktay/makale-ya-ihtilalci-ya-demokrat.htm

[31] Berktay, Siyasetin ‘Gölge Oyunu’, http://www.taraf.com.tr/halil-berktay/makale-siyasetin-golge-oyunu.htm, 06.05.2010

[32] Berktay, Teori mi Hayat mı,  http://www.taraf.com.tr/islemler/yazdir_makale.asp?id=11485, 29.05.2010

Sendikalar Nasıl Olmamalı

Türkiye’de sendikaların ilk örgütlenişine dair neler söyleyebilirsiniz?

İlk işçi sınıfı mücadelesinin yükseldiği dönemler 1940’lardır. 1948 yılında sendikalar kuruluyor, Türk-İş kurulmadan önce. TÜM-TİS’in de kuruluş yılı 1948’dir. O dönemlerde sendikaların kuruluşu çok iyi niyetli, samimi çabaların ürünü oldu. İşçilerin bir araya gelerek kurduğu sendikalardı.

Şöyle bir örneği var, bildiğim.. Selüloz-İş Genel Kurulu’nu izlerken, kuruculardan bir başkanın konuşması beni bir hayli heyecanlandırmıştı. Orada genel kurulda, çok titreyerek, yaşlı bir vatandaş konuştu, sendikanın kurulunu anlattı. ’47 yılında sendika kurmaya girişip, fabrika çıkışında boynundaki puşileri açarak, 1 kuruş, 2,5 kuruş para toplayarak, bu sendikayı kurduklarını söyledi. O dönemde, dönemin iktidarı tarafından, 6-7 arkadaşlarının 8-9 ay, gizli örgüt kurma gerekçesiyle tutuklandıklarını anlatmıştı. “Bugün geldiğimiz noktada bu sendikalara sahip çıkın”, “kolay kurulmadı”, “çok zor koşullarda biz bunları hayata geçirdik” diyordu. Kendisi de o dönemde , 3 ay tutuklanmış ve iş yerinden uzaklaştırılmış,tutuklananlar da SEKA’dan atılan işçiler. Bunun gibi örnekler, birçok işkolunda var. Buradan baktığımızda, arkasından sendikalar kuruluyor ve sendikalar Türk-İş’i kuruyor 52 yılında. Tabii, o dönemin siyasal iktidarları, emperyalist güçler üşüşüyorlar başlarına. Herkesin bildiği gibi, Türk-İş yönetimi AFL CIO tarafından Amerika’ya götürülüyor, orada bir eğitime tabi tutuluyor. Uzun süre Türk-İş’te AFL CIO tarafından sendikalara ciddi ekonomik yardım veriliyordu. Eğitimler AFL CIO tarafından yapılıyordu. Zannediyorum ’92 genel kurulunda, Türk-İş’in genel kurul kararıyla, orada verilen bir mücadelenin sonucunda AFL CIO ile ilişkiler o dönem kesildi. ’92 yılına kadar, AFL, Amerika’dan Türk-İş’i yönlendirmeye devam ediyordu, diye düşünüyorum.

Asıl sorun bence 12 Eylül. 12 Eylül, önemli bir dönüm noktasıdır diye düşünüyorum.

12 Eylül’e gelmeden, 15-16 Haziran’a gelen, 12 Mart’tan önceki süreç…

Türk-İş’in emperyalist politikalarla yönetilmesi, partiler üstü politikalar izlemesi, darbelere makam vermesi onları desteklemesi, bir devlet sendikası durumunda olması, ’67 yılında, Türk-İş’in içerisinden birçok sendikanın kopmasına ve DİSK’in kurulmasına sebep oldu. DİSK’in kuruluşu; Türk-İş’in içerisindeki sendikaların bir araya gelmesiyle oldu. O dönemde işçi hareketi, sınıf hareketi oldukça dinamikti. Gerçekten gençlikle, bilim insanlarıyla, sanatçılarla bir araya gelen, çeşitli kesimlerin birlikte birbirini etkiledikleri bir yapısı vardı hareketin. O dönemlerde, 15-16 Haziran döneminde verilen bir mücadele var. DGM’lere karşı mücadele…

DGM’lere karşı mücadeleye sonra gelsek.. 274-275 sayılı sendikalar yasasının değiştirilmesi gündemdeydi.

Evet, sendikalar yasasının değiştirilmesi girişimi, 15-16 Haziran direnişiyle karşılandı. Bir-iki tane önemli şey var o dönemde; en önemlisi, sendikalar yasasını değiştirerek DİSK’i işlevsiz hale getirmekti.  %35’miydi, tam hatırlamıyorum, bir baraj koyarak, sendikaları, özellikle DİSK’i toplu sözleşme yapaz hale getirmek istiyorlardı. Büyüyen bir DİSK vardı, gelişen bir DİSK. Özellikle özel sektörde örgütlenen, özel sektörde grevler yapan.. En aktif sendikalardan bir tanesi Maden-İş sendikasıydı o dönemde. Ciddi grevler yaşanıyordu. Bunu engellemek için, sendikalar yasası çıkarmaya çalıştı o dönemin iktidarı. Buna karşı 15-16 Haziran olayları gelişti. 15-16 Haziran olayları sırasında, o dönemde, ben Ankara’daydım. Ama işçi o kadar duyarlıydı ki, biz, 16 Haziran’da, 32 kişi İstanbul’a geldik. 15-16 Haziran’ı izlemek için geldik. 16’sına şahit olduk biz, yürüyüşlere, işçilerin hareketine. Bizim orada, EGO işçileri olarak, “biz buna destek vermeliyiz” türünden kendi aramızda sohbet ederek, anlaştık, kaltık, Ankara’dan geldik. İşçilerde böyle davranacak kadar politikaya duyarlıydı o dönemlerde. O günlerde, sendikal yasaların değiştirilmesine karşı, o gün Kemal Türkler bile işçilere radyolardan “durun” çağrıları yapmasına rağmen, Kadıköy’de karakol işgal edildi, ölümler oldu. Fabrikalardan işçiler boşaldı. O dönemde, DİSK’e bağlı sendikalar öncülük yaptı, ama Türk-İş’ bağlı sendikalardan katılan işçi sayısı daha fazlaydı. Zaten o dönemde DİSK’in üyesi 150 bindi; ama 15-16 Haziran’a katılan işçi sayısı 200 binin üzerinde ifade ediliyordu. O dönemden ben de biliyorum ki, Türk-İş’e bağlı örneğin Çimse-İş’in örgütlü olduğu işkolundan, ağaç işkolundan işyerlerinden, fabrikaları boşaltarak işçiler, 15-16 Haziran’a katıldılar.

Peki katılım kendiliğinden miydi, aşağıdan sendikal örgütlenme var mıydı?

Katılım kendiliğindendi. İşçiler kendileri karar vererek katıldı. Türk-İş, o dönemlerde, 15-16 Haziran’a karşıydı. O dönemlerde sonradan DİSK’in başına geçen Abdullah Baştürk de, Türk-İş içerisindeki Genel-İş sendikasının, Türk-İş’in üyesiydi. Alınan kararlarda Abdullah Baştürk de, sendikal yasaları değiştirmek isteyen hükümetin uygulamalarından yana tavır koymuştu o dönemlerde. Bunu belki çok insan bilmiyor. Türk-İş Başkanlar Kurulu,Türk-İş yönetimi hükümetin arkasındaydı, sendika yasalarını değiştirmek isteyen hükümeti destekliyordu. DİSK’in küçülmesini, DİSK’in önünün kesilmesini hedefleyen hükümet kararlarına, sendikalara barajlar getirilmesine, toplu sözleşme düzenini ortadan kaldıran yasalara onlar da destek veriyorlardı.

Türk-İş üyesi işçilerin harekete katılımını da DİSK örgütlemiş olabilir mi?

Hayır, işçi duyarlılığıydı, sınıf duyarlılığıydı. O gün DİSK Temsilciler Kurulu’nu topladı İstanbul’da; ama bu Temsilciler Kurulu’na Türk-İş’e bağlı sendikaların temsilcileri de katılıyordu, işçilerle ilişkilerinden kaynaklanarak. 15-16 Haziran kararları alınırken, burada, DİSK’li temsilcilerle, Türk-İş’e bağlı, örgütlü fabrikalardaki sendikaların temsilcileriyle birbirlerini etkilemesinden, Türk-İş’e bağlı sendikalara üye işçiler de o hareketin içine katıldı. DİSK, Türk-İş’e bağlı sendikaları ve üyelerini doğrudan örgütlemiş değil.

Türk-İş üyesiyiz, EGO’da çalışıyoruz, Ankara’da. 32 kişi, 15 Haziran’da yola çıkıyoruz, 16 Haziran’a İstanbul’a geliyoruz. Bu nedir? Uyanıştır, değişimdir, dönüşümdür. EGO’dan niye geliyoruz, haydi gidelim destekleyelim diyoruz.

Burada bir direnişin örgütleniyor olması, bir merkezin olması…

Bir hareket var. Merkezi DİSK. Başındaki Kemal Türkler’in, belki 15 Haziran akşamı konuşmaları vardı. “Türk ordusuna karşı şu olmaz, bu olmaz” diye radyo konuşmaları vardı, ama hareketin bir örgütlenmesi var.15-16 Haziran’ı işçilere anlatması var, sendikal yasaları işçilere anlatması var, temsilci toplantıları var, bölgelerde özellikle Marmara’da, buna karşı bir mücadele verilmesi, sendika, sendikanın aktivistleri, bunların konuşmaları var. Ve bir yürüyüş kararı, bir eylem kararı alıyor DİSK. Ama bu kararı aldıklarında, işin bu seviyeye geleceğini o yönetim de bilmiyordu tabii. 15-16 Haziran’da böyle bir kalabalık toplanacağını… Gebze’de mesela.. Biz o taraftaydık, fabrikalar boşalıyor, yol boyunca fabrikaları boşaltarak yürüyorlardı işçiler. Fabrikalara giriyorlar, bütün işçiler katılıyor, fabrikalar kapatılıyor ve onlar da hareketin içerisine katılıyordu. Böyle bir süreç yaşandı. Avrupa yakasında da yürüyüşler başlandı. Biz Arçelik’in önüne de geldik. Benim ağabeyim Arçelik’in baş temsilcisiydi o zaman. Oraya geldik biz, yürüyüşe geçince on binler, yüz binler, yol boyunca yürüyerek, yol boyunca katılarak büyüyerek yürüdüler.

Peki bir sendika işçi sınıfının ciddi bir direnişinin önüne düşüyor, örgütlüyor, başındaki Kemal Türkler çağrı yapıp “yeter” diyor, ama bu örgütlenme de yapılıyor. Bunu gerçekleştiren DİSK’in sendikacılık anlayışına dair ne söylenebilir? Örneğin DİSK Türk-İş içerisinde örgütlenirken nasıl örgütleniyor, aşağıdan mı, bu direnişin başını DİSK nasıl  çekebiliyor?

Bildiğim kadarıyla, o dönemki Türk-İş’in politikalarını ayrılıp DİSK kuran sendikalar kabul etmiyor. Daha mücadeleci bir çizgideler. Türk-İş içerisinden ayrılarak DİSK kuruluyor. Daha mücadeleciler, yani Türk-İş’te bir şeyleri hayata geçiremeyeceklerini, demokratik kazanımları…

Nasıl mümkün oluyor? Mesela şimdi kalkıp bazıları Türk-İş’in karşısında yepyeni bir sendika kurayım dese zorlanır.

Bugün çok daha kolaydır. Bugünkü Türk-İş’in yapısı daha da kötü. Tamamen siyasal iktidara teslimiyet içinde bir Türk-İş var. Bugün üç tane, beş tane, altı tane sendika bir araya gelip, başka bir konfederasyon kurabilir. Bunu engelleyebilecek bir şey yok. Petrol-İş’i, Hava-İş’i, Tekgıda-İş’i, Deri-İş’i biraraya geldi mi, bir sendika kurabilir. Bunu engelleyen çok bir şey yok.

Ama DİSK’in kuruluşu sırasında işçi sınıfının duyarlılığıdan, hatta daha ötesinde, mücadeleci birikiminden söz ettiniz ki, sendikal örgütlenmeler bunlara dayanarak gerçekleşiyordu. DİSK’i oluşturan sendikalar çok kısa sürede Türk-İş’ten koptu, ama fabrikalarda hızla örgütlendiler. İş, “yukarıda” değil, “aşağıda” bitti.

Elbette, o günlerde teslimiyetçi, işçi sınıfına hiçbirşey vermeyen bir Türk-İş yapısı var. Tamamen siyasal iktidarın güdümünde olan bir Türk-İş yapısı var. İşçi sınıfının ise bir beklentisi var. İşçi sınıfı demin dediğim gibi değişip dönüşme sürecinde. İşçiler çok okuyarak değişip dönüşmez, işçiler mücadele içerisinde değişip dönüşür; düzeni, sistemi o süreç içerisinde tanır. O dönemde de böyleydi. Geldiği noktaya da baktığın zaman, görülüyor: 3-4 bin kişilik bir işyerinde 40 kişilik bir komite kurmuşuz, komite olarak toplanıyoruz. Sonra 8’inin işi vardı, biz “haydi eyleme gidelim” diyoruz. Onu işçiye yaysaydık, belki 150 kişiyle gelebilirdik.

Bu 40 kişilik komiteyi sendika kurmadı, tamamen tabanda oluştu herhalde?

Tabii, tamamen öyle bir yapı vardı. 15-16 Haziran’a katılım da böyle. Temsilciler var, ileri işçiler var, bir komite kuruyorlar. “Yarın bizim haklarımızı da engelleyecek, bizim haklarımızı da kısıtlayacak” diye baktığı zaman, eyleme katılıyorlar fabrikalarda. Türk-İş’in Çimse-İş sendikasının işçilerinin, Ağaç-İş işçilerinin katıldığını biliyorum, Yol-İş işçilerinin katıldığını biliyorum ben, o dönemde. Yol işçileri, “Türk-iş”, “Yol-İş” ve ağaç işçileri “Ağaç-İş” diye pankartlarıyla, “Çimse-İş” diye pankartlarıyla 16 Haziran’da yürüyüşlerini biliyorum. Burda da “aşağıda” bir şey var. Gerçekten işçi sınıfının içerisinde bir dalga var, kıpırdanma var, buradan gidiyordu. Kısa bir sürede DİSK’in beş yüz altı yüz bin üyeye çıkması da buradan oldu. İşçilere daha yakın, işçilerin taleplerine daha yakın duruluyor, çabalar harcanıyordu. DİSK uzmanları bu yönde davranıyordu. Türk-İş’e bağlı sendikalar içerisindeki işçiler buradan da güven duyuyorlardı.

İşçilerin bu mücadelesi ilk darbeyi nerede yedi? Bugün daha “sessiz” sendikalarla karşı karşıyayız, işçilerle arasında problem olan sendikalar…

15-16 Haziran’ları geliştiren bir işçi sınıfı hareketi vardı. DGM’lere karşı direniş gösteren işçi sınıfı o kadar Türkiye’nin politik yaşamına müdahale ediyordu ki, DGM’lerin kurulmasına bile tepki gösterdi. DGM direnişleri var 15-16 Haziran’dan sonra. Böyle bir süreci yaşadık. Böyle büyüyen gelişen sınıf hareketine karşı, kapitalist sistemin tahammül göstermeyeceği, önünü kesmeye, bastırmaya çalışacağı ortadadır. 12 Mart da, 12 Eylül de buradan değerlendirilmeli. 12 Eylül’de, bu ülkenin demokratları, devrimcileri, aydınları, bilim insanları, birçok insan işkenceye tabi tutuldu, öldürüldü, idam edildi. Bunlar hep bu ülkede yaşandı, ama bu müdahalelerin asıl amacının örgütsüz bir toplum yaratmak olduğunu düşünüyorum. Asıl darbeyi örgütlenmeye vurdu. Sendikalara vurdu, örgütsüz bir toplum yaratıldı.

Şimdi şurada 12 Eylül’den önce 1974 tarihinde sendika yönetimine

seçildiğim zamana dönmek istiyorum. O zaman bizde 5 kişilik Yürütme Kurulu vardı. Sendika merkezinde, EGO’da 21 kişilik Yönetim Kurulu vardı. Yönetim Kurulu, iş yerlerinden, üretim birimlerinden, hizmet sektörlerinden geliyordu. 15 günde bir düzenli Yönetim Kurulu toplantısı yapılıyordu. Sendika bürokrasisi çok yoktu. İşyerlerinden gelen yönetim kurulu üyelerinin katılımıyla yapılan bu toplantılalar, tabanla bu içli-dışlılık buna pek olanak tanımıyordu.

12 Eylül’le önce sendika yasaları değiştirildi. Hem Konfederasyon yöneticilerini, hem sendika merkez yöneticilerini dokuzla sınırladı. Şube yöneticilerini yediyle sınırladı. Oysa, bizim o zamanki tüzüğümüze göre, şubelerin yönetim kurulları 30’ar  kişiydi. İki tanesi profesyoneldi, işçilerin ücret düzeyinden maaşını alırdı. Üye sayısının durumuna göre, ama genelde 15 günde bir, 30 kişiyle toplantı yapılıyordu sendikalarda. İşçi sınıfı, sendikaların kendi sendikası olduğunu görüyordu ve yöneticilik kadar işçilerin değişim dönüşümü de buralardan başlıyordu. 12 Eylül bunu kısıtladı. Sınırlama getirdi, dedi ki, merkez yöneticisi dokuzdan fazla olamaz, şube yöneticisi yediden fazla olamaz. Sendikal bürokrasi de buradan başladı. Sendikaları az kişilerle dizayn etmeye, yediyle dokuzla, kendine göre, sisteme uyum sağlayacak yönetim haline getirmeye çalıştı. Burada başarılı oldu. Baraj sistemi getirildi. Yüzde 10 barajı getirildi, noter şartı getirildi. Bugün dünyanın hiçbir yerinde noter yok. Yani biz işçileri üye yapmak için mahallede, kahvede, gecekonduda, semtlerde toplantı yapardık. Üye fişleri vardı. Üyeliklerini yapabilirdiniz. Şimdi noter şartı getirildi. 12 Eylül öncesi sendika çoktu. İşverenler de sarı sendikalar kurduruyorlardı, ama işçiler örgütleniyordu, sonuçta mücadeleci bir çizgiye kendilerini çekebiliyorlardı. Bin, iki bin kişilik bir fabrikada, eğer sendikaları beğenmiyorlarsa, işçiler, kendileri, 7 kişi biraraya gelip, bir sendika kuruyordu. İşyeri sendikası oluyordu. Orada yetki alıyordu, toplu sözleşme yapıyordu. Yetki sürecinde de, bu kadar kargaşa yoktu. Bugün bir sendikanın yetki alabilmesi, toplu sözleşme yapabilmesi veya da grev yapabilmesi mesele… Yasal anlamda bir sendika bugün başlarsa, 3-4 ay sonra yasayı ancak aşabiliyor.

Biz, mesela EGO’da, 10 günlük bir grev yapmıştık. Sendikacılığım oradan başlar. Gece birde grevi başlatmıştık. Bugün öyle değil, ancak mesai saatleri içerisinde grevi başlatabiliyorsunuz. Emniyete, bakanlığa bildireceksin, saatini yazacaksın. Bunun adı nedir? 3 ay süre koyuyor! İşverene, “tedbirini al, çıkaracağını çıkar, hammadden varsa çıkar, makinelerin varsa taşı, başka bir yere başka bir isim altında fabrikanı kur” demek oluyor bu. Yani yasal olanaklar işverenlere bunları sağlıyor. Sendikalara böyle ciddi bir darbe vuruldu.

Benim üyeliğim döneminde Türkiye’nin nüfusu 40 milyon civarındaydı, Türk-İş’in 2,5 milyon üyesi vardı. 600 bin de DİSK’in üyesi olduğu söyleniyordu. Ama bugün Türk-İş’in, Disk’in, Hak-İş’in üye sayısı 5-6 yüz bini geçmiyor. O zaman, 42 milyonluk Türkiye’de 3 milyonun üzerinde örgütlü, sendikalı işçi varken, bugün sanayi çok daha fazla gelişmesine rağmen, 600 binlere düşürüldü işçi sayısı. Sendikal brokrasi de buradan başladı.

Baktığımız zaman, ne yapıldı? Türk-İş bakan verdi 12 Eylül’e. Türk-İş Başkanlar Kurulu’na ilk katıldığım 1988’de örgütlenme sekreteriydim. Türk-İş Başkanlar Kurulu’nda bir üniformalı vatandaş, elinde çanta, Başkanlar Kurulu toplantılarında oturuyor, konuşmaları hep not alıyordu. Bir-iki toplantı sonra, ben, Şevket Bey’e dedim ki: “Beyefendi hangi sendikanın başkanı, Başkanlar Kurulu’nda oturuyor? Harb-İş’in Başkanı, bildiğim kadarıyla, Kenan Bey.” Aynen buz gibi oldu, Başkanlar Kurulu. “Başkan” dedim, beyefendi hangi sendikanın başkanı,Başkanlar Kurulu’nda geliyor, oturuyor, üniformalı, binbaşı, çantasını çıkarıyor.” Biz, o zaman da, polisi sendikaya sokmuyoruz! Sonra çıktık dışarı, “gel kuzum, gel hele” diyor Şevket Başkan, “sen TÜM-TİS’ten geliyorsun değil mi?” “Evet” dedim. “TÜM-TİS’in örgütlenme sekreteriyim.” “Yahu, bu işlere çok dokunma, sen daha gençsin” dedi. Ben, “dokunacağım başkan” dedim. İkinci toplantıya geldik, beyefendi sivil geldi, yine çantasıyla. Dedim ki, “başkan, geçen konuşmuştum, şimdi yine konuşmak zorundayım, beyefendi nereden, ben bilmek istiyorum.” dedim. “Kimi temsilen, niçin geliyor, bu kurula katılıyor, hakkı var mı yasal olarak, hukukçularımız var, hangi yasa bize böyle diyor, yoksa, beyefendinin şahsıyla hiçbir sorunum yok.” dedim; neyse adam da bozuldu, üçüncü toplantıya gelmedi.

Şimdi burada sendikal bürokrasiyle bir bağlantı kurarsak.. Ses çıkarmıyor mesela değil mi, kabulleniyor. Tamam, 12 Eylül yasaları grevi çok zorlaştırdı, bürokrasinin önünü açtı, ama her şey de yasa demek değil. Bu yasalar işine gelen, bu yasaları benimseyen sağlam bir bürokrasi de var, öyle mi anlamak lazım?

Şöyle anlamak daha iyi olur: Bu yasalara göre sendikacılık yapılırsa böyle yapılır. Şimdi, zaman zaman Türkiye’de örgütsüz işçiler, sendikaya üye olup işten atılan, kıdem tazminatını alamayan, 12 saat çalışan işçiler sendikalara küfrediyor: “Mücadele ediyoruz. Sendikal bürokrasi satıyor!” Sendikal bürokrasi gerçekten düzenle iç içe. Ama bu yasalara göre bundan başka sendikacılık yapılamaz. Yasal sendikacılık yapıyorum derse, bir sendikacının yapması gereken, meşru haklarını esas almaktır  toplumun, yasalar bir gün çöpe atılacaktır. Bu yasaları işçi sınıfı yapmadı, halk yapmadı, bu yasalar dokunulmaz değildir, bu yasaları çöpe atmanın yolu mücadeleci bir sendikal çizgi izlemektir.

O dönemlerde demokrasi için,ülkenin demokratikleşmesi için, sınıfsal hareketin ileriye gitmesi için mücadeleci sendikacılık yaptık, yasalara saklanmadık, yasalara sığınmadık. Bugün sendikal bürokrasi yasaların arkasında. Asıl buradan besleniyorlar. Bu yasaları aşma diye bir dertleri yok. Niye dertleri yok? Bugün zannediyorum kamuoyunda konuşuluyor. 35 milyar liraya kadar sendikalarda maaş alan sendikacılar var, 20 milyar lira, 15 milyar lira, işçinin üç-beş katı maaş alıyorlar. Şimdi o 12 Eylül yasaları sendikaların üstüne çöktü. Belki çok küçük gözükür göze, ama 20 kişilik o Yönetim Kurulu, üretimden gelen, işyerlerinden gelen bağı sağlıyordu, yönetimi işçilere bağlıyordu. Sendikal bürokrasi, 12 Eylül yasalarına yaslanarak, 3-5’e düşürdü yönetici sayısını. İşçi yabancılaştı sendikaya, işçi sendikanın kendi sendikası olduğundan habersizleşti, koptu sendikadan. A sendikasının genel kurulunda delegelere günlük 400 lira harcırah çıkarırlar, yönetim kurulu kararı olarak. Sınıfın parası, sınıfın  örgütlenmesine, sınıfın gelişmesine, onun eğitimine harcanmaz. Delege de bunun gerektiğini düşünmez. 400 liradan 4 günde 1200 lira kongre harcırahı alacağına, işçinin parasıyla sendikacılığın gereklerinin yerine getirilmesini, bu paranın işçinin eğitiminin, örgütlenmesinin hizmetinde harcanmasını, buradan da örneğin başarılı toplusözleşmelerle işçinin ve kendisinin kazançlı çıkmasını düşünmüyor ki.

Biz, TÜM-TİS’te, hiçbir kongrede hiçbir üyeye bir kuruş harcırah vermedik, kaldırdık, genel kurul kararıyla tüzükten çıkardık. Genel kurul delegelerine veriyorlar, yöneticiler de alıyor.

Yöneticiler de genel kurul delegesi, ama ben bugün çok açık söyleyeyim, Türkiye Maden-İş’in genel kuruluna katıldığımda gördüm, genel kurula önerge verdi yönetim, oy birliğiyle çıktı. En demokratım diyen sendikacı delege de buna karşı çıkmadı. Delegelerin harcırahı 400 lira olsun diye. Ama bir yönetici, 3-4 sene sendika yöneticiliği yaptığı zaman, 4 tane maden işçisinin 25 yıllık kıdem tazminatı kadar hizmet ödeneği alıyor. Bu önemli. Onu kendi sendika yöneticisi söyledi bana, o dönemde. Maden-İş kolundan bir adam sendika yönetimine geldiği zaman, 25 yıl çalışan 4 tane maden işçisinin, yani toplam 100 yıllık kıdem tazminatı kadar 4 yılda hizmet ödeneği alıyor. 90 gün hizmet ödeneği koydular, 75 gün koydular, 60 gün koydular, sendikaların kendi tüzüklerine göre.

Bir kere yönetici sınıftan kopuyor.

Başka aldıkları neler var?

Yani sendikalarda harcırahlar var. Biz yönetime geldiğimizde, TÜM-TİS’te 90 günlük hizmet ödeneği vardı, bu yasal da değil. Kocaeli İş Mahkemesi Selüloz-İş’te bunu iptal etmişti. İşçinin kıdem tazminatı kadar kıdem tazminatı alır sendikacı diye bir mahkeme kararı olmasına rağmen, Türk-İş’e bağlı sendikalar, Disk’e bağlı sendikalarda da böyle, bu yasağa rağmen sürdürdüler bu ödenekleri. İsmini değiştirdiler, “kıdem tazminatı” yerine “hizmet” dediler.  Eskiden yasanın üstündeydi. Yasada 30 gün deniyor, toplu sözleşmeye konulan bir maddeyle 30 gün 45 güne çıkarılıyordu. Buna dayanarak, “hizmet ödeneği” diye değiştirildi. Mesela biz hemen genel kurulda işçi kadar ücret, işçi kadar kıdem tazminatı, işçi ne alıyorsa bütün şube yöneticileri de, merkez yöneticileri de o kadardan hesaplanarak alacak diye önerge verip, karar aldık.

Şimdi hiç böyle alan sendika var mı?

Bilmiyorum, ama varsa da, çok azdır. Bilmiyorum, ama işçi kadar alan yoktur gibi geliyor. Bizim sendikanın şubelerinde de, bölgelerde, hangi bölgede nasıl bir sözleşme varsa, o şube başkanı, yani profesyonel, sendikadan maaş alan, o ölçüde kıdem tazminatı alır. İşçinin kıdem tazminatı kadar. 30 gündür, toplu sözleşmede o da sınırlandı. 30 günü toplu sözleşmede12 Eylül öncesi aşıyorduk biz, 40 güne, 45 güne çıkıyorduk. Şimdi 30 günü aşamıyorsun, aşsan bile, bir sınır var, onu geçemiyorsun. İşçinin ücreti, kıdem tazminatının tavanı var, sen toplu sözleşmede 60 gün bile koysan, o tavanı aşamıyorsun. Bu çok önemlidir, yaşam biçimi önemlidir, işçiden kopmamak meselesi önemlidir.

Büyükanıt’a hükümetin aldığı 1 milyon dolarlık zırhlı arabanın tartışması yapıldı, ama sendikaların başkanlarının da, yönetim kurulu üyelerinin de makam arabaları var. Başka ne tür maddi olanaklardan yararlanıyor sendika bürokratları?O görkemli sendika binaları örneğin. İşçinin parasıyla yapıyorlar, ama işçiler girmekte zorlanıyor.

Şöyle bakarsak, bir işçi, sonuçta sendika yönetimlerinde olanlar işçilikten gelme çünkü, farklı yerlerden gelenler de olsa…Şimdi sendika yönetimine geldikten sonra, işçinin 5-10 katı aldığı yüksek ücret, hatta şu dönemde konuşulanlar, bir de o hizmet ödeneği… 55 gün, 70 gün, 90 gün, sendikaların tüzüklerine göre verilen 360 bin TL’lik 4 senelik hizmet ödeneği. Bu korkunç bir şey. Bir sendikacı, yönetime geldiği zaman, kopmanın, bürokratlaşmanın bir sebebi de, işçiden farklı bir yaşama sahip olmaması. İşçisi gibi yemesi, işçisi gibi içmesi, giyinmesi… Bir işçi, ücreti iyiyse, yüksekse, 4 senede, anca 30-40 bin TL. kıdem tazminatı alırken, diğer yanda sendikacı, 4 senede, bugünkü parayla 360 bin TL. hizmet ödeneği alıyor.

Geçenlerde, bu konuda, Mustafa Türkel, sendikaların mal varlıklarını internet sitelerinde yayınlamaları lazım diye panellerde ve bazı kanallarda demeç veriyordu. Onun söylediği, 35 bin TL.maaş. 7 bin üyesi olan bir sendikanın yöneticisi 20 bin TL. aylık ücret alıyor, çok üyesi de yok, öbür sendikalar 100 binin üzerinde üyesi olanlar, 35-40 bin TL. aylık maaş alıyorlar. 35 bin TL.aylık maaş, 50 bin TL.dir, çünkü 4 tane ikramiye vardır, ücret ne kadar yüksekse, o kadar yüksek ikramiye alınır. Altlarına, sendikada gerçekten lüks arabalar alınıyor. Gerçekten bu ülkede işçilerin binemediği en lüks arabalar, işçilerden kopuk, sınıfın uğrak yeri olmayan yerlerde, yaşamlarında daha rahat edecekleri, işçilerin senede bir defa bile sendikaya uğramayacağı yerlerde, koltuğundan, mobilyasına, odasının büyüklüğüne kadar, binlerce lira değil, milyonlarca lira harcıyorlar. Yani sınıfın parasını, sınıfın çıkarlarına, onun eğitimine, onun örgütlenmesine, onun değişip dönüşmesine, onun mücadelesine, onun çocuklarının geleceğine, geniş kapsamlı örgütlü bir toplum yaratma uğruna değil, kendi bireysel çıkarlarına kullanıyorlar. Bu da, sendikal bürokrasiyi pekiştiriyor. İşçiye, sendika yabancılaşıyor, sendikacı işçiye yabancılaşıyor. İki senede bir toplu sözleşme yapma, onun dışında işçiyle bağını koparıyor, işçi de sendikaya gidip gelmiyor.

Ben sendikacı olduğum dönemlerde, vardiyalı çalışıyorduk. Yarım gün sendikaya gittiğimiz zaman, onlarca, yüzlerce işçi politikayı tartışıyor, sistemi tartışıyor, gerici, ilerici, devrimci, dinci, tarikatçı, milliyetçi bütün işçiler, sendikayı, kendisinin yeri olarak, malı olarak görüyordu. Şimdi işçi sendikaya gitmiyor.

Neden gitmiyor, bu sendika benim örgütüm değil diye mi düşünüyor artık?

Bir kere yabancılaşıyor. Seçkinler gidiyor sendika yönetimine, temsilciliğe. Temsilcilik de, 12 Eylül’den önce, işyerlerine temsilciler seçimle gelirdi. 12 Eylül yasalarının, antidemokratik uygulamalardan birisi de, temsilcilerin atanması oldu. Bugün hala birçok sendikada temsilciler atanır. Kimi atar, kendine yakın, işverene yakın, işverenle uzlaşacağı temsilcileri atarlar. Seçim bile yok, bütün bunlar, işçileri sendikadan uzaklaştırdı, kopardı. Sendikalar, sadece toplu sözleşme yapan, menfaat kapısı olarak görülen yerlere dönüştürüldü. İşçi, yönetime bile talip olmaktan uzaklaştırdı. Sendika o kadar lüks ki, işçi yabancılaşıyor. Bizim sendikada bir zaman halıfleks vardı. Biz kaldırdık, attık. Mobilyası lüks değildi, ama halıfleksi gördüğü zaman,  ayakkabılarını çıkarıyordu garibim işçi, buraya da gelmiyor o zaman.

Şimdi bütün sendikaların merkezlerine baktığın zaman, başkanın odasına baktığın zaman, işçiye göre değil, işçiyle iç içe olacak türden değil. Özel sekreterden geçerek, randevu alarak görüşüyor işçi sendikacısıyla. Sınıf sendikacılığı, sınıfla bütünleşen yapı giderek yozlaştı. Bunu bilerek yozlaştırdılar, bu sendikacıların da işine geliyor, rahat ediyorlar. Şurada otururken, akşama kadar, kendi yazışması, çizişmesi, sendikal bürokrasiyle uğraşırken, sorunları dinlemeyen, sorunlar getirmeyen bir şey haline geldi, bu da örgütlülüğü alabildiğine dibe vurdurdu.

Bugün gelinen noktaya baktığın zaman, sendikalarda işçi örgütlülüğü hangi noktaya geldi, bu da gözüküyor.

Hiç işçi semtlerinde, işçinin kendisini evinde hissedebileceği sendika şubeleri var mı? Şubeler bile işçi mahallelerinden, fabrika bölgelerinden burjuva semtlerine mi çekildi?

Belki vardır, böyle fabrikalara yakın yerlerde sendika şubeleri, ama çok sınırlıdır ve azdır. Buna baktığın zaman, daha çok merkezi yerlerdedir.

Biz  bir seferinde İtalya’ya gitmiştik, çok şaşırmıştım, bir sendika şubesine gittiğimiz zaman, fabrikanın yanındaydı. Orada da yeni bir sendikal anlayış, mücadeleci bir sendikal anlayış gelişiyordu. Başında sendika bürokratlarının olduğu değil, ama yeniden işçilerin içerisinde örgütlenen sendikaların şubeleri fabrikanın hemen yanındaydı. Ama bizim ülkemizde fabrikaların arasında bir sendika bürosunu zor bulursun!

Yasa buna engel mi?

Hayır değil. Yapmak istemiyorlar. Mesela Türk-İş’te genel kurul kararı aldık. Aidatları yarım puan arttırarak, özellikle sanayi kentlerinde, Türk-İş örgütlenmeyle ilgili bürolar kuracaktı. Bütün işkollarında, eğitim çalışması, iş kollarının birleşmesiyle, yani diyelim ki, Trakya’da böyle bir sendika bürosunun oluşmasında, Lastik-İş kolundan, Deri-İş kolundan,Tekstil’den, Metal’den işçilerle örgütlenme çalışması yürütülecekti. Asgari ücretin dörtte biri kadar, Türk-İş’e aidat ödüyor her sendika, bunu arttırdık ki, böyle bir şeye hizmet etsin, genel kurulda. Ama bugüne kadar aradan 7-8 yıl geçti, böyle bürolar kurmadılar. Biz onu da konuştuk, işçilerin olduğu semtte olunmalı diye. Trakya’da, Çerkezköy’de, Çorlu’da bugün tersine bir şey var, oraları kapatıyorlar.

Trakya’da Haber-İş’in şubesi vardı, kapandı. İşçi sayısı azalıyor deniyor, örgütlenme çalışması, mücadele olmayınca işçi gelmemeye başlıyor, işçi gelmeyince şube kapatılıyor, iyice daralıyor. Hala işçi aidatları toplanıyor, ama Türk-İş genel kurullarına giderken çoğu sendikaların aidat borçları bazı büyük sendikalar tarafından karşılanıyor. Belediye-İş’in aidatlarını yanılmıyorsam bir zaman TES-İş ödemişti. Çok yenip içiliyor ve sendikaların kasalarıda mı boşaldı?

Belediye-İş’in trilyonları var. Yok, bu durum çok azdır. Sendikalar aidatlarını veremeyecek durumda değiller. Üyesi kalmayan kağıt üzerindeki sendikalardır onlar. Mesela bizim genel kurula giderken 14 bin TL. aidat borcumuz vardı. TES-İŞ’ten böyle bir teklif geldi, biz kabul etmedik. Biz yatırdık borcumuzu. Kendilerine bağımlı hale getirmek için, Türk-İş yönetimine aday olan sendikalardan “biz ödeyelim paranız yoksa” deniyor. Çünkü delege katamıyorsun. En son Selüloz-İş tek delegeyle katıldı, 5-6 delegeyle katılması gerekirken. Benim katıldığım genel kurulda aidatlarını ödeyemediği için böyle tek delegeyle mecburi katılıyordun. Şimdi bizim TÜM-TİS sendikasına baktığımız zaman, 3 bin üyeyi çok geçmedi. 3 bin, 3 bin 4 yüz aidat ödeyen üye sayısına ulaştı. Şimdi herhangi bir sendikanın bir şubesinin ödediği aidat kadar vardır. Şimdi her şubenin kendi yerini aldık biz, mülkiyetini, sendikalardan aldık, Petrol-İş’ten aldık, Şeker-İş’ten aldık, Yol-İş’ten aldık. Tabii onlar büyüdükçe, daha lüks yerlere giderler, satarlar, biz de bastırıyorduk Türk-İş’ten. Buralardan aldık. İzmir’i Yol-İş’ten aldık, Adana’yı Petrol-İş’ten aldık, Şeker-İş’ten aldık. Buna rağmen, ben sendikayı bıraktığım zaman 3 milyar parası vardı, işverenlerden topladığı. Kasasında 1,5 milyara yakın parası vardı. Şimdi bizim sendika çok mücadeleci bir sendika, direnişler, grevler, destek fonları oluştu. Şimdi buradan hareket ettiğin zaman, sendikalar o harcamalarını namusluca yaptıkları zaman sorun olmaz. 3 bin üyenin aidatlarıyla şubelere minibüs aldık, merkezde iki üç tane binek reno arabası vardı, her şubenin bir minübüsü vardı, yerler alındı. Buradan baktığın zaman, sendikaların parasının olmaması farklı bir uygulama. Sınıfın parasını sınıfın dışında birilerinin, yöneticilerinin yemesi olabilir bu ancak.

Otel sahibi, han hamam sahibi sendikalar var değil mi? Yani gelir getiren büyük mülk sahibi oluyor sendikalar?

Gerçekten sendikal anlayış önemli. Şimdi sendikalar şuna döndü: otelciliğe başladılar. Yol-İş, Şeker-İş, Haber-İş oteller açtılar. Kafa kaydı. Yani sınıf diye, ülkenin demokratikleşmesi diye düşünmeye zamanları kalmadı! Sendikaların asli görevlerinden birisi siyasal iktidarlar üzerinde baskı unsuru olmaktır. Siyasal iktidarla uzlaşmak değildir. Ülkenin demokratikleşmesi, işçinin demokratik geleneklerin gelişmesi, sınıf örgütlenmesinin gelişmesini bir tarafa bırakarak, bunlar siyasal iktidarlarla uzlaştılar gerçekten. Yasalar buna göre çıkarıldı. Son dönemlerde çıkarılan yasalara göre, sendikalar gelirlerinin yüzde yirmisini ticari şirketlere aktarabiliyor. Eskiden yoktu bu. Yasal düzenleme çıkarıldı, ondan sonra otelciliğe başladılar. Şimdi otelin gelirini, giderini nasıl yapacak, bunları düşünüyorlar! Özelleştirme başladı, kamu kurumlarının tatil köylerini alan sendikalar oldu.

Sendikacılar işçilerine eğitim vermek için, tatil imkanı sağlamak için alıyorlardır belki?

Öyle alıyorlardır, ama ona uygun tatil yapılıyor mu? Temsilcileri, yöneticileri, yöneticilerin yakın çevreleri o tesislerde yazın denize giriyor, tatil yapıyor, eğitimde hemen hiç kullanılmıyor. Genel uygulamaya baktığımız zaman eğitimde kullanılmıyor.

Peki sendikalarda hiç eğitim var mı, yapılıyor mu?

Var, geçmişte de var, bugün de birçok sendikada eğitim var. Burjuva politikasıyla, burjuvaziye, sisteme entegre edebilecek uzmanlarla, bilim insanlarıyla yapmak başka bir şeydir, sınıfın kendi ayakları üzerine kalkarak, birleşerek, mücadeleyi önüne hedef koyarak bir eğitim alması başka bir şeydir. Ama mesela bildiğim kadarıyla, Harb-İş’te, Petrol-İş’te, Türk-Metal’de ciddi bir eğitim var. Yani genç işçilerle, kadınlarla eğitimler yapılıyor. Ama kime hizmet ediyor, asıl sorgulanması gereken bu.

Çoğu sendika yakın zamana kadar açıkça özelleştirmeyi savundu. Peki, verileneğitimde özelleştirmenin iyiliğini mi anlatılıyordu?

Çoğu sendika değil, yüzde 70-80’i özelleştirmeyi savunuyord. Sovyetler çöktü, kafanızı kumdan çıkarın diyorlardı, bizzat Türk-İş Başkanlar Kurulu’nda. “Bu ‘yeni dünya düzeni’ne ayak uydurmak zorundayız, bu düzen içerisinde sendikacılık yapacağız biz” diye söylüyorlardı. Maden-İş’in başkanından, Yol-İş’in, Şeker-İş’in başkanına kadar, hepsi, özelleştirmelerin yapılmasında bu kadar rahat yol alınmasında en büyük etken, sendikal kafalardır, sendikacılardır, bürokratik sendikal anlayıştır. Biraz mücadele olduğu zaman, Özal döneminde, Ankara sokaklarına yüz binlerce işçi gittiği zaman, özelleştirme çok rahat yapılamıyordu. Özelleştirme ilk başta madenlerden başladı. Madenler devletin sırtında kambur deniyordu o zaman. Özal hükümeti döneminde, 24 Ocak Kararları’ndan sonra başladı. Şimdi orada maden işçilerinin 30 günlük Zonguldak yürüyüşü, Zonguldak’ı demokratik bir şehir haline getirmeleri sayesinde madenler hala kapatılamadı. Özelleştirilen yerlerde oldu, ama o zaman kapatılacaktı. Özelleştirmeyi şöyle anlatıyorlardı, bunu sendikacılar da savunuyorlardı: “Hazineden bir sürü yardım ödüyoruz, bunlar kapatılsın”. Ama ondan sonra, baktık, Türkiye’nin en karlı kuruluşları özelleştirildi. Tüpraş’ından, POAŞ’ından, Telekom’undan, Sümerbank’a kadar. Nne oldu? Sümerbank karlı bir kuruluştu, yok oldu gitti. Buna baktığın zaman, sendikal kafalar buna izin verdi. Kapitalist sistem akıllı bir şekilde, “işçilerin hakları kaybolmayacak” dedi, “4-C” o zamanlar çıkarıldı. Tayyip Bey şimdi diyor ya, ona onay verildi. Biz bunun kavgasını Türk-İş Başkanlar kurulunda verdik. “Bizim üyemiz işsiz kalmayacak” deniyordu.

Yani maddi olanaklarından yararlandıkları düzene diyetini ödüyor sendikacılar öyle mi? Bürokratik sendikacılık denen şey böyle bir şey mi?

Sınıf değiştirmektir. Bana göre, insan yaşamı nasılsa, yaşamına göre hareket eder. Bir işçi sendikaya geldiği zaman, işçiliğini unuttuğu zaman, yaşam değişikliği olduğu zaman değişiklik başlıyor. O sistemde bunların yeri var. Mücadeleci sistemde bunların yeri yok. Şimdi ’89 Bahar Eylemleri’ni düşündüğüm zaman, İstanbul’da 2 bin kişiyle başlattık, Türkiye’nin dört bir yanını sardı. Bir toplu sözleşme dönemiydi. Yüzde kırk civarında zannediyorum Türk-İş’in toplu sözleşmede ücret talebi vardı, yüzde yirmi de hükümetin. Mücadele yükseldi, yüzde yüz kırka yakın bir rakamla toplu sözleşme bitti, ’89 Bahar Eylemleri’nin sonucunda.

Peki 12 Eylül yasaları yok muydu o zaman?

Vardı. 7 yıl baskı altında kaldı, ücretleri düştü. Örgütlülük vardı, işçi ekonomik talepleri için mücadeleyi yükseltti. Hükümet işçileri engelleyemedi. Toplu sözleşme bitti, o sırada Türkiye’de sekiz yüzün üzerinde merkez ve şube yöneticisi değişti.

Yani önemli olan yasalar değil, tutum.

Tabii. Bir mücadele yükselirse, işçi sendikasına sahip çıkarsa, mücadelenin içerisinde olursa, yönetici de değişiyor. O bürokrat sendikacıya, “yeter artık” diyorlar. “Sen burada kalamazsın” ve onu atıyor sınıf hareketi. Şimdi sendikalar mücadeleyi geliştirirseler, buna hizmet edecektir. Şimdi ben hep genel grev genel eylem önerdiğim zaman, Türk-İş başkanlar kurulunda, açık açık Bayram Meral, “tabii tabii, genel grev yapalım da, senin partin güçlensin” diyordu, aynen bunu ifade ediyordu. “Yahu, senin partin güçlensin, bu doğrumudur, yanlışmıdır?”

İşçi sınıfı güçlensin diye bakmıyor yani..

“Senin partin güçlensin!”, bu doğru mudur, sınıfın çıkarları burada mıdır, ben böyle bakıyorum, hangi parti güçlenirse güçlensin, bana ne! Yani sen sendikacısın, başka türlü düşünemezsin aslında.

Bürokrat sendikacılık bir yönüyle bu diyebilir miyiz?

Bu tabii. Şimdi adam oradan bakıyor. Seni o kurul içerisinde bir partiye hapsederek bunu söylüyordu Başkanlar Kurulu’nda Bayram Meral. Bu eyleme gerek var mı, yok mu, buradan bakmak lazım. Sendikal bürokrasi şunu iyi görüyor, mücadele yükselirse kendinin orada kalma şansı azalacaktır. Bunu gördüğü için bir asalak sendikacılık var. İşçiden farklı ücret, farklı tazminat ödeneği alıyor, altında arabası, gelişi, gidişi, çok rahat bir yaşamı var, bunu kaybetmemek için elinden geleni yapıyor.

Tersinden bir soru: Güzel döşenmiş, lüks semtlerde olan sendikaları işçi kendi evi, örgütü gibi görmüyor.. Ve bir de işçinin işten atıldığı özelleştirmeleri savunuyor sendikacı. Tam ihtiyaç duyduğunda, işçi sendikasını yanında göremiyor. Zonguldak işçisi yürümeye başlamış Türk-İş yanında olmuyor. Eylemini arkadan hançerliyor. İşçiyle sendikacı arasında buradan da sorun çıkıyor.

Bunların hepsi bence var. İşin özü, bürokratik sendikacılık sınıfın çıkarına olan bir sendikal anlayış değil. Hakim olan anlayış bu. İçinde tek tek demokrasiden yana, özgürlüklerden yana, mücadeleden yana sendikacılar ve sendikalar var. İşçi sınıfı, 12 Eylül darbesinin arkasından gelen bu yasal düzenlemeye baktığımız zaman, buraya aktı. Bu yasalarla böyle yapılır. Bahar Eylemleri’nde aşıldı, ama o gerçekten bir önderliktir. Hiçbir koşulda bir önderlik olmadan bir eylem olmuyor. Her eylemin bir önderliği vardır. 15-16 Haziran’a, DGM direnişlerine, Zonguldak Maden-İş yürüyüşüne baktığın zaman, her zaman sendikacılar suçlanır, TEKEL işçilerinin Ankara’daki 78 günlük direnişine baktığın zaman, bunu hazırlayıcı bir sendikal yapı vardır, sahiplenme vardır, ama onu aşar bu mücadele. 15-16 Haziran, Bahar Eylemleri de başlayan bir süreci aşarak, dalga dalga büyüdü.

Zonguldak madenlerindeki grevde, ben de oradaydım, çok iyi biliyorum. Başlattık, Zonguldak’a döndük, grev pankartlarını astık, sendikada bize yemek söylediler, Şemsi Denizer’le oturuyoruz. Dediler ki, Karadon’dan işçiler merkeze geliyor, herkes bir afalladı. Sendikanın amacında böyle bir başarıyla bitirmek var, ama bütün ocaklardan işçiler merkeze gelince, Şemsi Denizer camı açtı, hoş geldiniz dedi, işçiler alkışladılar, “başkan seninle ölüme de gideriz” dediler ve gerçekten 30 gün işçiler geldiler, Denizer de beklemiyordu bu kadarını. Ama grev noktasına gelinceye kadar da, bir sürü toplantılar yapıldı. En başta Denizer örgütledi bunları. Zonguldak’ta muhtarlarıyla, demokratik kitle örgütleriyle, üniversitesiyle kamuoyu desteğini sağlamak, greve hazırlanmak için her hafta toplantı yapıldı. Bütün ocaklarda, bölgelerde toplantılar yapıldı. Özelleştirme nedir, ocakların kapatılması ne anlama geliyor, Zonguldak’ı o zaman tamamen bitirmeyi hedefliyor du Özal hükümeti. Sendika, bu hazırlıkları yaptı, ama bunun öbür tarafını beklemiyordu. Zonguldak yürüyüşü de böyle başladı, otobüslerle Ankara’ya geleceklerdi, hükümet gelen otobüslerin ehliyetlerini, ruhsatlarını aldı, izin vermedi Ankara yürüyüşüne. İşçiler bastırdılar, yürüyerek gidiyoruz diye, yürüdüler. Sınıf hareketi biraz önderlik istiyor, önderlikle bu yürüyor, ama her şeyi sendikalara yüklemek gerekmiyor. İşletme toplu sözleşmeleri var, eskiden bu da yoktu. O kadar var ki işletme. Adamın üç tane fabrikası varsa, ayrı şirket adı altında işletiyor. Zeki Polat Başkanlar Kurulu’nda, Uşak’ta örgütlenmişler, sekiz yüz işçinin altı yüzünü üye yapmışlar, adamın Uşak’ta, Denizli’de, Afyon’da başka fabrikaları var, üç bin kişi çalışıyor deyip, oralırın örgütlenmesi için yardım istiyordu. Eskiden bir işyerinde örgütlendiğin zaman, yüzde elli birini aldığın zaman sözleşme yapıyordun. İşletme sözleşmesine neden karşı çıkalım? Uşak’ta sözleşme yapabilsem, yarın Denizli’de de, Afyon’da da yapabilirim, ama şimdi ben dört bin kişi örgütleyeceğim, işçi şunu görüyor; “ben altı yüz, sekiz yüz kişi çalışıyorum, gittim sendikaya üye oldum, sendika beni satıyor”, işçi buradan bakıyor, işveren de bunu pompalıyor, sendika sizi satıyor diye, sendikaya güvensizlik oluşuyor. İşletme sözleşmeleri de bu işi engelliyor, o kadar anti demokratik uygulamalar var ki, gerçekten bunu aşmak için inançlı sendikacıya ihtiyaç var.

Çemen Tekstil’de olduğu gibi yasa tersi olmasına rağmen..

Ne oldu ama sonucuna göre, Çemen tekstilde? Aynı şeydir. Şimdi sendika greve doğru giderken, adam 200-250 tane fazla işçi aldı. Greve giderken hammaddesini çıkaracak, fabrikayı kapatacak , Çemen Tekstil’de 250 tane işçi aldı grevde kavga gürültü, sendika sadece grevi bitirdi. İşçinin örgütlü olması için sözleşme yapmadı, zaten 6 ay geçmiş toplu sözleşme sürecinde. Çağrıyla o süreçte 6 ay geçmiş, 6 aylık sözleşme yaptı. Sendika da iyi bir şey yapmadı orada. O zaman ne yaptı işveren, aldığı işçilerle? Hak-İş’te örgütlenmeye sesledi. Örgütlülük değildi artık orada, işveren sendikadan kurtulma şansım yok, ama ne yapayım, kendime yakın, dediğimi yaptırabileceğim bir sarı sendikacılık anlayışını getireyim dedi. İki sendika yetki tartışmasına girdi. Öziplik-İş’e Tekstil itiraz etti, dava devam ediyor. Kaç sene devam edeceği belli değil. Kop-İş’in gazetede okudum, bir işyerinde iki yıl sonra işveren çoğunluğa bakarak bakanlıktan yetki alıyor, dava iki yıl sonra Kop-İş’e yetki veriyor.

Ben bir sendikacı olarak kendi kendime düşünüyorum. İki yıl orada örgütlülüğü elinde tutmazsan, toplu sözleşme yapma şansın yoktur. Örgütlülüğü diri tutup da, habire örgütlenerek, süreci anlatarak, işçileri bilgilendirerek ilerleyebilirsin. Bu yasaları, bu antidemokratik yasaları işçilerin iyi bilmesi lazım. Bu yasalar yaptı, çıkarlarını sahipleniyor işverenler. Bürokrasiyi sendikalarda yarattı, eğer bir sendikanın yönetiminde 30 kişi olsaydı, işyerinde hizmet üretiminden, bir üretimden, hizmet sektöründen gelen işçiler olsaydı, sendikaların böyle olma şansı yoktu. Yasada toplu sözleşme düzeni değişmeseydi, noter şartı olmasaydı, üç dört aylık sürelere bağlı olmasaydı, baraj olmasaydı,  yüzlerce sendika olurdu. Zaman zaman güçlü sendikacılık olsun diye savunuldu bunlar, ama hiç öyle değil. Bin kişilik bir işyerinde sendikalara güveni yoksa işçinin,7 kişi bir araya gelir, bir günde sendika kurar, işyerinde de toplu sözleşme yapar. O işçiyi örgütlüyor denir, oradan değişip dönüşmeye başlar, bir süre sonra da evrilir.

Eskiden federasyonlar vardı, 12 eylül öncesi. Belediye-İş’in ben kurucusuyum, federasyondu o zaman. Belediye işçilerinin federasyonuydu. Federasyonlar konfederasyonlara bağlıydı. Federasyonları kaldırdılar, milli tip sendikacılığı koydular. Bunların hepsi gerçekten çok organizeli, çok bilinçli yapıldı. 12 Eylül darbesi, 24 ocak Kararları’nın uygulanması için bir kere sendikaları bir cendere altına almalıydı, baskı altına almalıydı, sendikal bürokrasiyi yaratmalıydı, yarattı. Gerçekten ona karşı çıkan tepkileri azaltmalıydı.

Dikkat edersen emeklilik yaşı yükseltilirken, çalışanlara kademeli olarak yükselttiler, çalışanları işçi sınıfının tamamen karşısına almadılar, anlaşmalı yaptılar. Özelleştirme yapılırken, iş güvenliği sağlandı. Türk-İş Başkanlar Kurulu’nda savunuyorlardı, iş güvenliği yasasını, Ecevit, parlemantoda, gece yarısı dörde kadar oturum yaparak çıkarttı. 30 kişiye kadar işçi çalışan yerlerde uygulandı. Buna ben karşı çıkıyordum, üç beş kişi karşı çıkıyorduk, ama “daha Allahtan ne istiyorsunuz?” dendi. Ama bu, güvence değildi. Bugün görüldü ki, güvence değil. Ancak işvereni 8 aylık 10 aylık tazminata mahkum ediyor. İş garantisi yok, “İşgüvencesi yasası”nda. Buna rağmen, işçilerin tümünü karşılarına almamak için, gerçekten Ecevit’in bu yasayı çıkarmak üzere, hasta hasta, gece dörde kadar parlamentoda oturduğunu biliyorum. Bizim sendikacılar da gittiler o gün, Türk-İş yönetimi, gece dörde kadar izlediler. Titreye titreye, Ecevit olmasaydı o yasa çıkmıyordu.

Şimdiye kadar sendikalar yasalara tabi oldular. Yasalar gökten inmedi, sermayenin partilerinin, Fettullah’ın temsilcilerinin yaptığı yasalardır, bu yasaları çöpe atmanın yolu, işçi sınıfının değişip dönüştürülüp, mücadeleye sevkedilmesindedir; ama sendika bürokrasisi istemedi ve yapmadı

Bu yasalardan hem beslendiler yani, hem de işlerine geldi ve değişmesi için bir şey yapmadılar.

Bahar Eylemleri,15-16 Haziran, Zonguldak, Tekel işçilerinin direnişi, hep sınıf hareketinin yükseldiği dönemde oldu. Bunlar, ekonomik olarak işçilerin çıkarlarını savundukları hareketlerdir. 15-16 Haziran da böyledir. Sendikal yasalar değişince, adam düşünüyor, benim ekmeğim küçülecek, benim haklarım ellerimden alınıyor, bugün DİSK üyelerine yapılan,  yarın da bana yapılır diye düşünüyor. Doğrusu da buy, böyle düşünüyor işçiler, o harekete katılıyor. 89 Bahar Eylemleri de öyle. Kenan Evren geldiği zaman, işçiler tepki göstermesin diye, yüzde yetmiş zam verdi, arkasından 7-8 yıl hiçbir şey vermedi, dondurdu. İşçiler buraya geldi, ekonomik talepler Türk-İş’i aştı. Ne yüzle yüzde kırk istiyorsun, bizim talebimiz yüzde 50’dir, 60’dır, hak kayıplarını hesapladılar, işçiler bunun hesabını iyi yaparlar, benim şu kadar kaybım var, yaşam standartım şu kadar düştü, bunu istiyorum diye sokağa çıktılar. İşin kötüsü siyasallaşmayınca, siyasal iktidarda giderek bunun sınıf hareketini bastırmanın yyolu yapıyor. Yüzde 142 zammı verdi ve susturdu ve ondan sonra özelleştirmeleri devam ettirdi. Zonguldak madenlerinde de baktığın zaman, madenler kapatılacak diye Denizer toplantılarını yaptı, bakanlar da açık açık ifade ediyorlardı, devletin sırtında kambur diye, eylem olunca kapatılmadı. Eylem durunca da, 40 bin kişi düştü 15 bine, kısmen taşerona devrettiler bazı yerlerini.

Türkiye’deki sınıf hareketleri ekonomik çıkarlarla başlayıp, buradan politikleşiyor, burada devleti tanıyor, burada sistemi tanıyor, nasıl sendikalı olması gerekir, orada çelişmeye başlıyor sendikal bürokrasiyle. Bahar Eylemleri’nden sonra, Türk-İş’te 700-800 tane şube yöneticisinin değişmesi gösteriyor. Bugün gelinen noktadan bakıldığında, şu an Türkiye’de suskun bir sınıf hareketi var.

İşçi nasıl bir sendikacılığı istemiyor, itiraz ettiği ne?

Tabii, nasıl bir sendika, sendikacı istiyor işçi? Önüne düşen, onunla yürüyeni istiyor. Anavatan Partisi’nin bu kadar tarihin çöplüğüne gömülmesi, işçi düşmanlığıyla, Ankara’da pankartlarıyla, “Hop hop Yaşar Top Yaşar” diye sloganlarıyla Ankara’yı dolduran işçiler sağladı. Mesut Yılmaz Başkanlar Kurulu’na geldi, vedalaşmaya, “kafamızı kötü kayalara çarptık biz” dedi. Direkt “ben zengini severim” dedi o dönemlerde Özal. Özelleştirme kaçınılmazdır, bunlar yapılacak dedi. O dönemlerde sendikal bürokrasiye rağmen, sınıf hareketini güçlendirdi, götürdü. Bürokrasi alttan gelen tepkiye karşı bir şey yapamıyordu, ama “bu yeni dünya düzeninde kaçınılamaz, bu gelişecektir” gibi laflar ediyorlardı.

Bürokratik sendikacılık ücret sendikacılığı mı?

Sendikacılığı oraya geriletiyor da, burada işçilerin de bir sürü suçu var. Giderek işçi sınıfı apolitikleşti, 12 Eylül bunu da yarattı. Bizim dönemimize baktığım zaman, örgütlüydüm, toplu sözleşme bir hak almaktır, insanca bir ücret almaktır, şimdi burada buna sahip çıkmaya başlıyorsun, buna sahip çıkarken düzeni, sistemi iyi tanımaya başlıyorsun,okuyorsun, gazete, kitap okuyorsun, düzeni, sistemi eleştiriyorsun, değişip dönüşme buralardan başlıyor. Şimdi, 12 Eylül gerçekten bunlardan uzak bir işçi sınıfı yarattı, o öncü kadroları koparınca, atılınca, bugün bile bir sürü sendikaya işçi sahip çıkmaz.

Enerji özelleştiriliyor, tık yok. Önderlik lazım, ama Bahar Eylemleri’nde önderlik yoktu, şöyle böyle vardı da, üç beş sendikacı geliyordu şubelerinden, öyle önderlik vardı. On binlere ulaştı, ama tabanda da bir şey vardı.

TES-İŞ üyeleri ne olacak? Adam şuradan bakıyor, apolitikleşmenin sonucu, ben nasıl olsa 3-5 sene sonra emekli olacağım, ücretimi alacağım, 40-50 bin lira kıdem tazminatı alacağım, Ya işçi sınıfı, ya gelecekte çocuklarımın geleceği ne olacak diye bakmıyor.

Emeklilik 65 yaşına çıkarıldı, nasıl olacak özel sektörde? Yasalar, düzen, sistem, siyasal iktidar bunlar çok önemlidir. Yasalar nasıl değişecek? Kendiliğinden değişmeyecek, bir mücadeleyi geliştirirsen, yasalar değiştirilebilir, ama işçi sınıfının yasaları bilmesi lazım. Bu düzeni,kapitalist sistemi bilmesi lazım. Asıl sıkıntı burada.

Şimdi işçiye gidiyorsun. Ben Trakya’da toplantılara katıldığım zaman, sendikalara küfrediyor, hepsinden bir darbe yemiş. Kötü bir şey bu. Sendikayla, sendikacıyı ayırması lazım, bugün onun taleplerine cevap vermeyen sendikacılardır. İşçi tutuyor, bunlar bizi sattı diyor. Sendikacı da, sendikal yasalara mahkum olarak, iyi niyetli de olsa, bu yasalardan beslenenler ayrı bir şey, bir sürü de iyi niyetli sendikacı var, bir şeyler yapmak isteyen, ama bu yasaları aşamadığı için buna mahkum oluyor. Ben olsam, bu sendikacıların yerinde, bu yasaları tek tek, ben öyle örgütlendim, meşru hakları vardır, meşru haklarından yola çıkacağız, direneceğiz, biz hakkımızı alacağız, böyle başlarım, başka şansın yoktur. İşçiyle bunu paylaştığın sürece başarılı olursun, ortak karar alamadığın sürece, benim 18 yıllık sendika başkanlığımda, hiçbir işçinin mücadelesi olmadan, hiçbir sözleşme yapılmamıştır. Her toplu sözleşmeye bütün temsilciler katılmıştır. En az 15 temsilciyle her bölgede toplu sözleşmeye katınılmıştır. Tartışılmıştır. Kötü bitmesini, işçinin talebinin altında bitmesini bile tartışmışızdır o günkü koşullarda. Zaman zaman öyle olmuştur ki, sendikaya baskı yapmıştır işçiler. ’87’de, 7 aylık grevde, işçiler sendikayı Aksaray’da bastılar, bitirin sözleşmeyi 150 liraya dediler. Ben de dedim ki, o zaman örgütlenme sekreteriyim, “kendinize bitirecek yönetici seçin, 15 günde genel kurul yaparız, seçersiniz.” İşçiyi işveren örgütlüyor orada, polis örgütlüyor. Daha  ne istiyorsunuz, 60 liradan 150 liraya çıkacak; ama biz biliyoruz ki, oradaki kazanca göre, bunun hakkı bu değil! 240 lirayla bitti o sözleşme. Açık tavır aldık, “ben bitirmiyorum, bunlar bu ücretleri verebilir, şu kadar şu insanların kayıpları var” dedim, “ben bitirmeyeceğim, bu grev devam edecek”. Ve grev devam etti, bir iki ay daha devam etti. Kazandık.

Düzen sendikacılğı desek peki? Asıl, düzeni karşıya almak…

Bu düzeni savunurken, sendikacılar asıl düzeni çok savunmuyor da, kendi çıkarlarını savunuyor. Kendileri sebepleniyor. Git işçiye, sendikacı, sendika başkanı, çok bilen, her şeyi bilen, akil, kendini de böyle pazarlıyor, yok yani; dün, o da bir işçiydi. O işçiden gücünü alması gerekli. Sendikalar gerçekten çok önemlidir. En kötü sendikada bir toplu sözleşme düzeni var. Toplu sözleşme düzeni, çalışma saatlerinin belirlenmesi, fazla mesainin belirlenmesi, bir kontrole almaktır. Sendikasız yerlere baktığın zaman, 12, 13, 15 saat çalışıyor, kurallar yok. Toplu sözleşme bir kuraldır. İşçi orada eğitiliyor, orada değişip dönüşüyor.

Tamam ama sendikacı “benim işçim” diyor! İşçi sınıfını dert edinmiyor sendika bürokrasisi…

Sınıf sendikacılığı denildiği zaman, işçilerin anlayacağı şekilde, sınıfın çıkarlarını koruyan, bütünün çıkarlarını koruyan bir sendikal anlayıştır. İş kolunda veya kendi işçisinin çıkarını koruyan bir anlayış değil. Zonguldak yürüyüşü, SEKA Direnişi’ne baktığın zaman, TEKEL Direnişi’ne eşiyle çocuğuyla katılıyor işçi. Bir eylemin başarısı, eşini, çocuğunu, komşusunu, kitle örgütlerini kattığın zaman elde edilebiliyor. Sendikaların işçileri bir bütün olarak görmesi lazım, görmediklerinden küçüle küçüle küçüldüler. Kendi aidat aldığı üyelerini korumaya çalıştılar.

“Emeklilikte” diyor, “biz kendi üyelerimizin çıkarların koruduk, bize fazla vurmuyor”; ama işçi sınıfını satıyor orada, gelecek nesil ne oluyor bunu görmedi, geleceği satıyor.

Bir gün ben Türk-İş Başkanlar Kurulu’nda dedim ki, “inananları Allah affetmeyecek, inanmayanları da sınıf affetmeyecek,Allah rızası için” dedim, “aldığınız parayı hak edin.” Konu,sosyal güvenlik yasası, emeklilik yaşıydrı. Bayram Yıldırım not göderdi önüme, “bu konuşma çok hafızcaydı” diye. Sen işçinin parasını alıyorsun iyi kötü, bunun hakkını ver, onun çıkarlarını savun. Dar baktığın zaman, sendikalarda kendi üyelerini korumak, bütün anlayış. Bunu da koruyamadılar, çünkü böyle korunması mümkün değil. Teksif’in 150 bin üyesi vardı, Sümerbank’ta 80 bin üye. Özelleştirmeye karşı mücadele edilmedi, karlı bir kuruluş satıldı. Şimdi 15-20 bine düşmüş durumda. Diğer sendikalarda da böyle. Özelleştirme sonucunda epeyce hırpalandılar, örgütlenmede zorlandılar, şimdi ama çok dertleri değil, mülkiyetleri var, paraları var, yaşamları sürüyor.

Bu anlayış neredeyse sendikacılığı bitirme noktasına getirdi. Türk-İş 2,5 milyondu, şimdi hepsini toplasan 600 bin yapmıyor.

Sistem böyle yaptı, sendikaları bürokratlaştırdı, asıl sorun budur, düzene, sisteme payandalık etti. Böyle bir sendikal anlayışı yarattı. Mücadeleci bir sendikacılığı göze alamıyor sendikacı. Eve kadar tehtit ediliyor, mafya usulü şeyler oluyor, polis baskısı.. İkide bir gözaltına alınıyorum, 150 yılla yargılanıyorum. Bir bedeli var. Sen bu bedeli göze alamadığın zaman.. mücadele edemiyorsun. Bu bir anlayış. Bunu göze alabilecek işçi, sendikacı sayısı alabildiğine azdır.

İşçi sınıfı 15 milyona dayandı, bugün duruyor, sessiz…

Durması önemli değil, yarın yükselecektir bu. Yine sendikalardan başlayacak, işçi sınıfı sahiplenerek, tabandan örgütlenek. İşçinin sendikaları sahiplenmesi, önüne düşüp yürütmesi gerekiyor, asıl olan, bugün Türkiye’de budur. Yoksa sendikal bürokrasinin işçinin çıkarlarını dert etmek diye bir şeyi yok, olamaz da zaten. Çemen satılıyor, satıla satıla düzelecektir bu iş. Çemen’de hiç olmazsa Hak-İş de olsa, bir sendikalılık var. Yarın Çemen’de Öz-İplik-İş’te de bir mücadelenin yükseleceği anlamına gelebilir, sendikanın değişmesi anlamına gelebilir.

10 yıldır ILO sözleşmelerine uygun olarak 21,22 sayılı yasalar değiştirelecek, değiştirilmiyor. ILO’ya gidiyor, kara listeye alınıyor, değiştirilmiyor. Bu hükümet, neden bunu değiştirmiyor? Gerçekten noter şartının kalkması demek örgütlülüğün yükselmesi demektir. Sermayenin işine gelmiyor. İşyeri sendikacılığını sendikalar da körüklüyor. Hiç olmazsa örgütsüz kalacağına, örgütlü olacaktır.

12 Eylül öncesinde de “Peygamber Süleyman” diye biri vardı; her işyerinde sendika kuruyor, işverenlerle sözleşme yapıyordu. Biz örgütlüyorduk, karşımıza sözleşme çıkıyordu, işçinin hiç haberi yok. İkili sözleşme yapmış. İki yıl sonra işçi sendikanın kapısını çalıyordu. Sendikada örgütleniyordu, ama en kötü iki yıl sonra, işçi sendikalı oluyor, gerçek sendikasını seçiyordu.

Şimdi anası ağlıyor, sendika diye bir derdi olmuyor, sen bir örgütlenmeye gidiyorsun, uzmansın, gidersin, Tekirdağ’da binlerce işçiyi sendikaya üye yaparsın, noter şartı kalkarsa. Notere gidip 70-80 lira parayı işçi veremiyor.

Bu tabii sadece Türkiye’de böyle değil. Fransa, Yunanistan, İtalya tümünde sendikalar gerilemiş, üye sayıları azalmış durumda.Sorun uluslararası boyutta.

“Yeni dünya düzeni”, kapitalist sistem, sendikaları dünyanın her yerinde işlevsiz hale getiriyor. Türk-İş’te de tartıştığımızda, “yeni dünya düzeni”ne uymak zorundayız diyorlardı, bu, düzene, sisteme entegre olan bir sendikal anlayış.

İtalya’da yeniden bir taban sendikacılığı var, Yunanistan’da PAME. Hem konfederasyon üyesi, hem de “şubeler platformu” gibi platformlar oluşturulmuş buralarda, mücadelesini sürdürüyor.

Dünyada da bürokratik sendikalar, düzen sendikacılığı var kuşkusuz. Buradan çıkma eğilimi de başlıyor. Fransa’da, İngiltere’de işçi hareketlerine bakıyorsun, genel grevler başlıyor, bugüne kadar bunlara çok az rastlanıyordu. Bugüne kadar bu düzeni, sistemi gerçekten iyi sundular kapitalistler, emperyalistler. Biraz namuslu olan sendikacılar bakıyor ki, bu sistemle mücadele etmeden demokratikleşmenin olması zorlaşacaktır.

Sınıf hareketi inişli çıkışlıdır. Bugün durgunluk dönemidir. Yarın Türkiye’de, dünyada sınıf hareketinin hangi noktaya geleceği kimsenin kestirebileceği bir şey değil.

Mutlak bu böyle gitmez. AKP döneminde, özellikle Türk-İş’in yaptığı türden bir sendikal anlayışı kabul etmek mümkün değil. “Arka bahçe” olarak kullanılmak. Sendikaların tek görevi var, burjuva iktidarlarında, o iktidarlar üzerinde baskı unsuru olmak. Burada tam tersine sermayeye, hükümete yamanıyor, işçi sınıfı üzerinde baskı unsuru oluyor. Bu aşılır diye düşünüyorum, kolay mıdır, kolay değil. İşyerinde temsilcilerin aşağıdan başlaması gerekli. Biz sendikaları biraraya getirip, mücadeleci sendikacılık nasıl yapılır diye bir konferans düzenlemiştik, şimdi bunu sağlayamıyoruz. Şimdi karşı çıkmıyorlar, ama bizi bunlarla uğraştırmayın diyorlar.

Mustafa Türkel de, mal varlıkları sorununun üzerine gidiyor, ücretler açıklansın diyor. Herkeste var, en demokratım diyen de de var, en kötü alan, 7-8 milyar lira maaş alıyor. Temsilcilerden, kamu emekçilerinden başlayacaksın. Bana göre, Türkiye’de demokratikleşmenin en sıkıntılı, ama dinamik ayağı kamu emekçileridir. Kamu işyerlerinde iş güvencesi vardı, kamuyu bitirdiler. Özel sektörde işçiyi mücadeleye çekmek daha zordur.

Bizim gibi sendikacılık yapacaklar, işçiyle bütünleşecekler, işçiyle ortak karar verecekler, anlatacaklar, günlerce, haftalarca, saatlerce.. Seminerler yapacaklar, düzeni sistemi anlatacaklar, özel sektör işçisi alana çıksın. Mustafa Türkel diyor ki bana, “TÜM-TİS’i seninle konuşacağım, nasıl ediyorsunuz da, bu işçiler bu kadar hareketli oluyor. Biz 1 Mayıs’ta kendi üyelerimizi eleştiriyoruz, 500 kişilik işyerinde 100 kişi gelmedi diye.” Sen işçiyle ortak karar verdiğin zaman işçi eyleme katılıyor. Telefon mesajıyla eylem olmaz. Bu KESK’te de gözüküyor, eylem hazırlanıyorlar. Telefon mesajlarıyla haber veriliyor. Toplantı yap, salon tut, sendikanın parası niye var? Bahar Eylemleri’nde, geçmişte fabrikada 700-800 kişiyle toplantı yaptık biz. TÜM-TİS olarak önderliğini yaptık. Nedir, ne yapmamız lazım, ön hazırlıklarını böyle yaptık. Sendikacı, temsilci toplantısı yapmıyor, sınıfı birleştirmiyor, tek tek iş kolunun sorunu değil, bir bütün olarak işçi sınıfının sorunu.

Özellikle bazı işçi sendikalarında işçisinin yanına gitmek diye bir derdi bile yok sendikacının. Türk-İş o TEKEL işçisinin yanına gitmiyor, TEKEL işçisi gidip Türk-İş’i basıyor.

Gitmiyor.

Yasalar böyle olmasaydı, bu sendikalar böyle olur muydu, olmazdı, bana göre. Avrupa’da da olsa, burada da olsa, gericici yasalarla sendikal bürokrasiyi yarattılar, sendikaları ve işçiyi sindirdiler.

Sınıf Örgütleri Olarak Sendikaların Doğuşu ve Sınıf Sendikacılığı

Sendikalar ve sendikal mücadelenin niteliği, sendikaların ilk ortaya çıktığı günden bu yana, hemen her dönem, en önemli tartışma konularının başında gelmiştir. Sendikaların işçi sınıfı örgütleri olarak ortaya çıkışı ve gelişiminin, söz konusu gelişim sürecinde karşı karşıya kaldıkları engellerin, hangi koşullarda işçi sınıfının örgütlenme ve mücadele merkezleri haline geldiğinin bilinmesi, sadece geçmiş açısından değil, günümüz açısından da öğretici deneyimler olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu durum, sendikaların sadece oluşum sürecini anlamak açısından değil, kapitalizm koşullarında sendikaların yapısı ve işlevinin tarihsel gerçekler ışığında yeniden tartışılması açısından da önemlidir.

Son yıllarda işçi-sendika hareketinde yaşanan dalgalanmalar ve dönem dönem belirginleşen gerileme koşulları hesaba katılırsa, bugün sınıf mücadelesinin diğer alanlarında olduğu gibi, sendikal alanda da ciddi sorunların yaşandığı bilinmektedir. Yaşanan sorunlardan çıkış noktasında, sendikal harekette yaşanan tıkanıklıkların nasıl aşılması gerektiği konusunda, pek çok noktada tespitlerin yapıldığı söylenebilir. Ancak tespitlerin ötesine geçip, pratik sonuçlar ortaya koymak için, sendikalar başta olmak üzere, sendikaların ve sendikal mücadelenin niteliği ve biçimini yeniden gözden geçiren, işçi sınıfının mücadelesi açısından sendikaların izlenmesi gereken çizgiyi daha da belirgin hale getirecek değerlendirmelere duyulan ihtiyaç her geçen gün artıyor.

Sendikaların neden ve hangi gerekçelerle işçi sınıfının kitlesel sınıf örgütleri olarak kabul edildiği, işçilerin birleşme ve mücadele merkezleri olarak tarih içinde oynadıkları rolün önemi geçmişten bugüne sürekli olarak tartışılmıştır. Bugün genel anlamıyla mücadeleci sendikacılık olarak ifade edilen sınıf sendikacılığı fikrini ortaya çıkaran nedenler ve sınıf sendikacılığı pratiğinin işçi sınıfı tarihi içinde nasıl oluştuğuna baktığımızda, sorunun sadece geçmişle ilgili olmadığı, pek çok yönden günümüze de ışık tutan zengin bir içerikle karşılaştığımız görülmektedir.

SENDİKALARIN ORTAYA ÇIKIŞ KOŞULLARI

1789’da gerçekleşen Fransız Devrimi ile burjuvazi, seçme-seçilme hakkı başta olmak üzere bazı temel hakları sadece mülk sahibi erkekler ile sınırlı bir ayrıcalık olarak hayata geçirmiş, bu durum devrimin başarısında burjuvaziyle birlikte mücadele eden ve tamamı mülksüz olan işçi sınıfı açısından büyük bir hayal kırıklığı yaratmıştır. Ancak bu olumsuz gelişme, tarih sahnesine dönemin hızla büyüyen gücü olan işçi sınıfına tarihi bir ders vermiştir. Bu tarihsel dersin en önemli sonucu, işçilerin burjuvaziden ve onun uzantılarından ayrı ve bağımsız bir sınıf olarak örgütlenmedikçe, burjuvazinin tahakkümü ve etkisinden kurtulmalarının mümkün olmamasıdır. Bu durumun sonraki döneme yansıyan en somut sonucu, işçilerin burjuvaziden, sermayeden bağımsız olarak örgütlenme ihtiyacının artması olmuştur. 18. yüzyılın sonlarından itibaren hızla büyüyen işçi sınıfı, zaman içinde sınıf kardeşleriyle birleşerek örgütlenmeye başlamış, önceleri patronlara karşı birleşmiş, sonrasında patronların çıkarlarını koruyan kapitalist sisteme karşı sendikalar kurmaya başlamıştır.

18. yüzyılın sonlarında Avrupa’da yaşanan köklü değişimler; biri İngiltere’de, diğeri Fransa’da birbiriyle sıkı ilişkili iki önemli olay olan sanayi devrimi ve Fransız devriminin getirdiği ekonomik, toplumsal ve politik değişimlerle sınıf mücadelesindeki yeni dönemin başlangıcı olmuştur. Sanayi devrimi, teknolojinin üretimde kullanılmasıyla ortaya çıkan ekonomik devrimle İngiltere’de başlamış ve Fransa’daki siyasal devrimle bütünleşmiştir. Burjuvazi önce sanayi devrimi, ardından Fransız devrimi ile ekonomik ve siyasal olarak güçlendikçe, geçmişte kendisiyle birlikte hareket eden işçi ve köylüleri dışlamış, bir anlamda, sonrasında sınıf mücadelelerinin içeriği ve şiddetini belirleyecek ilk adımları bizzat kendisi atmıştır.

18. yüzyılın son çeyreği ve 19. yüzyılın ilk yarısında işçiler, patronların büyük baskısı ve cezalandırma uygulamaları altında çalıştırılmıştır. Fabrika sisteminin ilk ortaya çıktığı zamanda fiziksel güçleri nedeniyle ve uzun süre çalışmaya uygun oldukları için önce sadece erkek işçiler fabrikalarda istihdam edilmiş, işçilerin birbiriyle rekabeti sonucunda ücretlerin sürekli olarak düşmesinin kaçınılmaz sonucu olarak zaman içinde kadın ve çocuklar da fabrika yaşamına katılmak zorunda kalmışlardır. Bu dönemde sayıları hızla artan yüz binlerce işçi, üretim araçlarının mülkiyetini elinde bulunduran kapitalistler tarafından acımasızca sömürülmüş, pek çoğu toplama kamplarından farksız olan fabrikalarda kölelik koşullarında çalışmışlardır. Eski zanaatkârlar ve evde iş yapanlar için fabrikalarda çalışmak çok zor olmuş, işçiler için fabrikada çalışmak, kışlaya ya da hapishaneye girmekle eşdeğer anlam kazanmıştır.

İlk yıllarında, kapitalizmin fabrikalarda yaşanan yoğun sömürünün doğal bir sonucu olarak oldukça hızlı gelişme göstermesi, kapitalist sınıfın her geçen gün güçlenmesini ve daha fazla zenginleşmesini beraberinde getirmiştir. Kapitalist gelişme sınıflar arasındaki uçurumu daha da artırmış ve bu uçurum, sonraki döneme damgasını vuracak olan sınıf çatışmalarının nesnel zeminini oluşturmaya başlamıştır. Ancak işçiler fabrikada çalışmaya başladıktan itibaren birbirlerini rakip olarak görmüşler, işyerinde yaşanan rekabet, geniş işçi kitlelerini istediği gibi denetleme ve yönlendirme konusunda sayıları az olan patronların işini kolaylaştırmıştır.

İşçi sınıfının içinde bulunduğu yoksulluk koşulları özellikle İngiltere ve Fransa’da 19. yüzyılın başlarında kendisini acımasızca göstermiştir. Bu dönemde tek tek fabrikalarda birbirinden kopuk çok sayıda grev ve direniş yaşanmıştır. Bu durum, o döneme kadar kendinden son derece emin olan kapitalistlerin geleceklerinden endişelenmesine yol açmıştır. İşçi sınıfı, grev ve direnişlerin de etkisiyle 1800’lü yıllardan itibaren örgütlenme özgürlüğü isteyerek harekete geçmeye başlamış ilk örgütlü işçi hareketleri işçilerin kendilerini yoksulluğa ve sefalete iten kapitalist sömürü koşullarına karşı gösterilen tepkiler şeklinde olmuştur.

İşçilerin burjuvaziye karşı ilk kitlesel tepkisi, yaşanan yoksulluk ve sefaletin de etkisiyle çoğunlukla şiddet ve suç işlemek biçimindedir. Örneğin 18. yüzyılın sonlarında o dönem “baldırıçıplak” (sans cullottes) olarak ifade edilen çok sayıda işçi ve işsiz, zenginleri gördükleri yerde döverek ceplerindeki bütün paraları almış, burjuvaziye duyduğu öfkeyi hırsızlık yaparak göstermiştir. Bu dönemde işçilerin burjuvaziye karşı beslediği düşmanlığın ilk ve en başarılı ifadesi bu tür hırsızlık eylemleridir. Engels, bu döneme ilişkin olarak “İşçi, bütün halk içinde çile çekenin niçin yalnız kendisi olduğunu kavrayacak nitelikte değildi… Sonunda ihtiyaçlar, mülkiyetin kutsallığına beslediği köklü saygıya üstün geldi ve hırsızlığa başladı.” (1975:12) ifadesini kullanmıştır.

İşçi sınıfının gerçek sınıf düşmanlarını tanıması ve ona karşı kitlesel mücadeleyi öğrenmesi hiç de kolay olmamıştır. İşçilerin burjuvaziye karşı beslediği düşmanlığın ilk biçimi hırsızlık şeklinde olsa da, esas şiddetli eylemler makineli üretimin yaygınlaşmasıyla birlikte yaşanmıştır. İşçilerin bilinen ilk makine kırma eylemi 1758 yılında İngiltere’de mekanik yün biçme makinesine karşı yapılmış olsa da, en yaygın makine kırma eylemleri İngiltere ve Fransa başta olmak üzere Avrupa’da 1811-1813 yılları arasında gerçekleşmiştir. Luddite hareketi (makine kırıcılığı) olarak da bilinen bu eylemler, işçilerin burjuvaziye karşı daha önce yürüttüğü dağınık ve amaçsız mücadeleye yeni boyutlar kazandırmıştır.

İşçi sınıfının mücadele tarihinde önemli bir yere sahip olan makine kırıcılığı hareketi, o dönem işçi hareketi ve sendikaların radikal bir içerikte şekillenmesinde etkili olurken, son derece disiplinli ve etkili bir hareket olarak ortaya çıkmıştır. Makine kırıcı işçiler başlarda içinde bulundukları koşulların da etkisiyle, mücadelelerini nasıl bir düşmana karşı verdiklerinin bilincinde olmamışlardır.

Sanayi devriminin gelişim süreci içinde işçiler, zamanla makineleri kırarak sonuç alamayacaklarını görmeye başlamışlardır. Çünkü makineleri kırmak işsizliği önlememiş, yaşanan yoksulluğu azaltmamış, işçilerin yaşadıkları sefalete son vermemiştir. “Makine kırıcılığı hareketi ilerlemeye karşı geleneksel bir tepki olarak değerlendirilse de devrimci hedeflerin etrafında gelişmiş ve işçi hareketine belli bir militanlık ruhu getirmiştir. Makine kırıcılarının topraklar üzerindeki ipotekleri kaldırma, vergileri düşürme gibi hedefleri vardır. Bu bakımdan makine kırıcılığı hareketi, ayaklanma benzeri bir hareket olarak da tanımlanmaktadır” gibi değerlendirmeler de yapılmıştır (Thompson, 2004:665). İşçiler gerçek düşmanlarının makineler değil, makinelerin sahipleri olan kapitalistler olduğunu zamanla daha net kavrayabilmişler ve mücadelelerini kalıcı hale getirmek için sendikalara yönelmeye başlamışlardır.

Tarihte işçi sınıfının burjuvaziye karşı bir sınıf olarak gerçekleştirdiği ilk örgütlü direniş makine kırıcılığı hareketi olmuştur.[1] Bu dönemde İngiltere’de sendikalar militan ve mücadeleci bir karakter kazanmış, işçilerin mücadelesinin daha da şiddetlenmesinden korkan burjuvazi sendikal örgütlenmeyi yasaklayan Birleşme Yasalarını (Combination Act) 1824 yılında yürürlükten kaldırmak zorunda kalmıştır. Marx İngiltere’de sendika kurma yasağının kaldırılmasının işçi hareketi ve sendikalar açısından önemini şu cümlelerle ifade etmiştir; “(Kapitalistlerin) işçilere kıyasla sayıca az olmaları, ayrı bir sınıf oluşturmaları ve aralarındaki sürekli sosyal ve ticari ilişkiler onları ayakta tutar. (…) Buna karşılık işçiler ta başından itibaren, sıkı kurallarla biçimlenen ve yetkilerini görevlilere ve komitelere devredebilen güçlü bir örgüte mutlaka gerek duyarlar. 1824 Kanunu bu örgütleri tanıdı. Bu tarihten itibaren emek İngiltere’de bir güç haline geldi.” (1975:117)

Yasağın kalkmasının ardından giderek güçlenen sendikalar bir taraftan yeni üyeler kazanarak büyürken, diğer taraftan üyelerinin katılımıyla patronlara karşı mücadelelerinde nasıl mücadele edeceklerinin yollarını aramaya başlamışlar, görüşlerini yaymak için bildiriler ve işçi gazeteleri[2] çıkarmışlardır. İşçilerin daha çok çalışma koşulları ve ücretlerle sınırlı olan mücadelesi zaman içinde daha da genişlemiş, demokratik-siyasal talepleri de kapsar hale gelmiştir.

İşçi sınıfının mücadelesi İngiltere’de, 1838 yılında Çartistler Halkın Bildirgesi’ni (People’s Charter) yayınlayana kadar genellikle ekonomik taleplerle sınırlı kalmıştır. Marx ve Engels tarafından işçi sınıfının ilk siyasal işçi hareketi olarak tanımlanan Çartist hareket, yayımladığı bildirgede herkes için gizli oy, parlamentoda temsil edilmek, parlamentonun her yıl toplanması gibi siyasal içerikli talepler öne sürmüş ve bunun için kısa sürede 1 milyon 200 bin imza toplayarak İngiliz Parlamentosuna başvurmuştur.

Engels’in, sendikaların henüz bilinen anlamıyla kitlesel sınıf örgütleri olarak yaygınlaşmadığı bir dönemde kaleme aldığı İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu (1845) adlı eserinde işçi örgütleri olarak sendikalar ile ilgili olarak yaptığı şu tespit dikkat çekicidir; “Sendikalar, burjuvazinin üstünlüğünün tamamen, işçiler arasındaki rekabete dayandırıldığı gerçeğinin yani işçiler arasındaki bütünlük eksikliğinin itirafı demektir. Ve sendikalar kendilerini, tam da şimdiki toplumsal düzenin can damarlarına yönelttikleri için, ne kadar tek yanlı ve ne kadar dar bir çerçevede olsa da, bu toplumsal düzen için büyük bir tehlikedirler.” (1997:292–293). Engels bu satırları yazdığı yıllarda sendikalar sadece belli meslek gruplarına mensup (dokumacılar, ayakkabıcılar, marangozlar gibi) vasıflı işçilerin[3] örgütleri olarak bilinmektedir.

Sendikalar ilk ortaya çıktıklarında yetişkin erkek emeğinin merkezinde olduğu ve sadece bu emeğin kullanılabildiği işkollarının örgütleri olmuşlardır. Özellikle 18. yüzyılın son çeyreğinden itibaren önce kadın ve çocuk emeğinin, sonrasında makinelerin üretimde yer alması onların örgütlü gücünü zayıflatmaya yetmemiştir. Vasıfsız işçiler ve kadınlar o dönemde sendikalara üye olarak kabul edilmediği gibi, bazı sendikalara üye olmak için belli bir süre işçilik yapma şartı bile aranmıştır. Bu dar ve sınırlı yapıları bile sendikaların işçiler için önemini azaltmamıştır.

İlk ortaya çıktığı dar biçimleriyle bile sendikalar, kapitalist sınıfın büyük öfkesini çekmiştir. Sendikalar işçi sınıfının kitlesel sınıf örgütleri haline geldikçe, o zamana kadar işçi sınıfını ezme, acımasızca sömürme işini kazanılmış bir hak olarak gören patronlar, işçilerin sendikalarda birleşerek hakları için mücadele etmeye başlamaları ile birlikte başka çözümlere yönelmeye başlamışlardır.

Modern işçi sınıfı tarihi açısından baktığımızda ilk işçi hareketleri ve buna paralel olarak ortaya çıkan sendikalar, işçilerin çalışma ve yaşam koşullarından kaynaklı olarak ortak dayanışma duygusunun gelişmesini sağlamış, işçilerin kendi aralarındaki rekabete son vererek patronlara karşı ortak çıkarları çerçevesinde birleşmelerini sağlamıştır. Marx bu durumun etkisini Felsefenin Sefaleti’nde şu cümlelerle açıklar; “Ekonomik koşullar ülkenin halk yığınını ilkin işçi haline getirir. Sermayenin dayanışması, bu yığın için ortak bir durum, ortak çıkarlar yaratmıştır. Bu yığın, böylece, daha şimdiden sermaye karşısında bir sınıftır, ama henüz kendisi için değil. Ancak birkaç evresini belirtmiş bulunduğumuz bu savaşım içinde bu yığın birleşir ve kendisini kendisi için bir sınıf olarak oluşturur. Savunduğu çıkarlar sınıf çıkarları olur.” (1992:171) Sendikaların işçi sınıfının çıkarları doğrultusunda işçileri birleştiren sınıf örgütleri haline gelmesi sürecinde en belirleyici dönem I. Enternasyonal dönemi ve sonrasında yaşananlar olmuştur.

I. ENTERNASYONAL VE SINIF SENDİKACILIĞININ DOĞUŞU

Sendikalar, ilk oluşmaya başladığı yıllardan itibaren sosyalist düşüncelerden etkilenmiş ve sosyalizmin etkisine açık bir şekilde gelişmiştir. Örneğin 1848 yılında Karl Marx ve Friedrich Engels tarafından yayımlanan Komünist Parti Manifestosu, Çartizm’in 1848’den önceki önemli isimleriyle işbirliği içinde yayımlanmıştır. Komünist Manifesto’da Çartizm, gerçek bir siyasal işçi hareketinin ilk örneği olarak ifade edilmiş ve işçi sınıfının siyasal mücadelesine örnek olarak gösterilmiştir.

1864 yılında İngiltere’de toplanan I. Enternasyonal (1864-1876) toplantısı bilimsel sosyalist düşünce ile işçi hareketi ve sendikaların buluşması açısından önemli ve tarihi bir gelişme olmuştur. O dönem etkili olan İngiliz ve Fransız sendikalarının yoğun çabalarıyla I. Enternasyonal’in kurulması, işçi sınıfı hareketi, sendikalar ve sınıf sendikacılığı fikrinin oluşması açısından dönüm noktasını oluşturmaktadır.

I. Enternasyonal, 1866 Cenevre Kongresi’nde 8 saatlik işgünü çağrısı yaparken, her meslek ve işkolunda işçiler arasında erkek-kadın, vasıflı-vasıfsız ayrımı yapmadan bütün işçilerin örgütlenmesi ve ülke çapında sendikal örgütlerin kurulması çağrısı yapmıştır. Buradaki amaç, sendikaları sadece ekonomik mücadele aracı olmaktan çıkarmak, doğrudan sınıf mücadelesi saflarına çekmektir.

Marx’ın Cenevre’de toplanan I. Enternasyonal kongresine sunduğu Sendikaların Rolü, Önemi ve Görevleri Hakkında kararla, ilk defa bir sınıf örgütü olarak sendikalar hakkındaki Marksist görüşün temelleri atılmış, sınıf sendikacılığının en temel ilkesi belirlenmiştir. Bu karara göre, sendikalar işçi sınıfının örgütlenme ve mücadele merkezleri olmalı, görevleri sadece ekonomik mücadele değil, aynı zamanda işçi sınıfının tam kurtuluşu için mücadele etmek olmalıdır. “(Sendikalar) özgün amaçlarının yanı sıra, artık, daha büyük çıkarları olan tam kurtuluş için işçi sınıfını örgütleme merkezleri olarak bilinçle hareket etmeyi öğrenmelidirler. Bu amaca yönelik her toplumsal ve politik harekete yardımcı olmalıdırlar. (Böylece) kendilerini tüm işçi sınıfının temsilcileri ve savunucuları sayarak ve böyle davranarak birliğin dışında kalanları da saflarına katmayı başaracaklardır. (Marx, 1975:79)

1869 yılında toplanan Basel Kongresi’nde ise sendikaların, her meslek ve işkolunda mutlaka örgütlenmesi, ülke çapında birleşerek sendikal örgütlerin kurulması kararı alınmıştır. Burada amaçlanan da sendikaları sadece ekonomik bir mücadele aracı olmaktan çıkarmak, doğrudan işçi sınıfının mücadelesi saflarına çekmektir. Bu çağrıya ilk cevap ABD’den gelmiş ve ABD sendikaları işçilerin siyah-beyaz, erkek-kadın, vasıflı-vasıfsız olmalarına bakmaksızın bir sınıfın üyeleri olarak örgütlemeye ve mücadele içine çekmeye çalışmışlardır[4].

Sendikalar, ilk ortaya çıktığında sınıfın genelinin çıkarlarını gözeten bir yapıda oluşmamış olmasına rağmen, Marx ve Engels tarafından ısrarla işçi sınıfının en geniş kesimlerini birleştirme ve örgütlenme merkezleri olarak görülmüştür. Sendikaların, daha önce işçilerin dağınıklığından ve birbiriyle rekabetinden yararlanan kapitalistler açısından ilk yıllarından itibaren “tehlike” olarak görülmüş olması tesadüf değildir. Çünkü sendikalar zaman içinde işçilerin ekonomik çıkarları için yürüttükleri mücadelenin ötesine geçerek, toplumsal ve siyasal olarak etkinliğini arttıran işçi sınıfı hareketinin önde gelen mücadele araçlarından birisi haline gelmişlerdir. Marx, 23 Kasım 1971’de F. Bolte’ye yazdığı ünlü mektubunda bu durumu şöyle ifade etmektedir;“(…) işçilerin ayrı ayrı ekonomik hareketlerinden politik bir hareket doğar. Bu hareket çıkarlarını, genel bir biçimde, zorlayıcı nitelikte genel bir toplumsal gücü içerir biçimde, elde etmeyi amaçlayan sınıfın hareketidir. Eğer bu hareketler, önceden belirli ölçüde örgütlenmiş olmayı gerektiriyorsa, kendileri de aynı şekilde bu örgütlenmeyi geliştiren araçlardır.” (1975:91)

Kapitalizmin tarihi incelendiğinde, işçilerin mücadelesinin patronlara karşı yürütülen ekonomik mücadeleler düzeyinde kalmadığı ve giderek genel bir sınıf hareketi düzeyine yükseldiği görülmüştür. Bu durum kuşkusuz sınıf hareketinin gelişiminin tarihsel kökleriyle yakından ilgilidir. İşçilerin birbiriyle rekabet etmeye son verip önce patronlara karşı, ardından patronların çıkarlarının güvencesi olan kapitalist sisteme karşı örgütlü mücadeleye girmeleri süreci kuşkusuz birden bire olmamıştır. Marx ve Engels, fabrika içindeki rekabetin çok sayıda işçiyi, sayıları sınırlı patron ya da yöneticiler karşısında zayıf düşürdüğünü her fırsatta vurgulamışlar, ancak tek başına işçiler arasındaki rekabetin sona erdirilmesinin de yeterli olmayacağını belirtmişlerdir. İşçiler kendi aralarındaki rekabete son verme adımının ötesine geçemezlerse, ücretleri belirleyen yasa uzun vadede yeniden geri gelecektir. Ama işçiler yeniden geri çekilmeye ve kendi aralarındaki rekabetin bir kez daha ortaya çıkmasına hazır değillerse, o zaman bu noktanın ötesine geçmelidirler. (Engels, 1997:293).

Enternasyonal ile birlikte sendikaların niteliğinde önemli değişiklikler yaşanmış, sendikalar erkek-kadın, vasıflı-vasıfsız, siyah-beyaz vb ayrımlar yapmadan bütün işçi sınıfının birleşme merkezleri haline gelmeye başlamıştır. Bu döneme kadar sendikalar, hızla büyüyen işçi sınıfın diğer kesimlerini dışlamış, sadece üretim birimlerinde ve işkollarında çalışan işçilerin kendi haklarını güvenceye almak, hatta patrona karşı olduğu kadar, işsizlere karşı da işçilerin kendi iş güvencelerini sağlamak için mücadele etmiştir. I. Enternasyonal ile birlikte sendikaların ve sendikal mücadelenin oldukça dar olan içeriği önemli bir değişim yaşamış hem nicelik, hem de nitelik açısından sendikaların işçi sınıfının bütün üyelerini kapsayan kitlesel sınıf örgütleri haline gelmesi yönünde ilk adımlar bu dönem atılmıştır.

İşçi hareketinin tarihsel ilerleyişi içinde siyasi mücadele öncelik kazanmış, ama bu gelişme sendikal mücadelenin gereğini ve zorunluluğunu asla ortadan kaldırmamıştır. Marx ve Engels bütün sınırlılıklarına rağmen işçi sınıfının sendikal örgütlerine önem vermiş, fakat onların sendikalara yaklaşımı, sendikaların işçi sınıfını tek bir çatı altında toplayan ve işçi sınıfının kısa, orta ve uzun vadeli çıkarları için mücadele eden kitlesel sınıf örgütleri düzeyine yükseltilmesi açısından olmuştur.

İşçi sınıfının mücadele tarihine bakıldığında, sendikaların, emekçileri birleştiren ve mücadeleye yönelten bir rol üstlendikleri zaman, yaşanan saldırılar ne kadar büyük ve kapsamlı olursa olsun birleşen işçilerin mücadelesiyle geri püskürtülebildiği görülmüştür. İşçi sınıfını birleştirme ve mücadeleye çekme noktasında sendikalar kadar kitlesel, etkili ve önemli başka bir örgütlenme biçiminin olmaması onların önemini daha da arttırmıştır. Marx sendikaların bu önemini şöyle tarif eder: “Sermaye ile emek arasındaki yer yer küçük çatışmalardan ibaret gündelik savaş için vazgeçilmez iseler de, örgütlü aygıtlar olarak, bizzat ücretlilik sisteminin kaldırılması için çok daha önemli.” (Marx, 1999:80-81)

Marx ve Engels, 1860’lı yıllarda henüz emekleme çağını yaşayan sendikaların sadece o zamanki durumlarına bakarak hüküm vermemiş, teorilerini, sendikaların gelişme potansiyellerini dikkate alarak kurmuşlardır. Bu anlamda sendikalar Marx ve Engels tarafından, dağınık ve kendi haline bırakıldığında sürekli birbiriyle rekabet eden işçileri bir araya getiren ve onlara ilk sınıf eğitimini veren örgütlenme merkezleri olarak kabul edilmiştir.

Marx’ın, sendikaların işçi kitlelerinin en geniş kesimlerini birleştirici rolünü öngörerek yaptığı değerlendirmeler, o dönemde olduğu kadar bugün için de geçerlidir. Marx, I. Enternasyonal’de sendikaların, işçi hareketinin geleceği açısından önemini şu ifadelerle açıklar; “İşçi sınıfının siyasal hareketinin kesin amacı, siyasal iktidarın ele geçirilmesidir ve elbette ki, bunun için daha önceden belli bir gelişim düzeyine ulaşmış, bizzat iktisadi savaşımlarda oluşmuş ve büyümüş bir işçi sınıfı örgütü gerekir” (1999:83-84). Marx’ın, söz konusu “iktisadi savaşım örgütleri” derken işçi sınıfının kitlesel sınıf örgütleri olan sendikaları kastettiği açıktır.

Birinci Enternasyonal’in 1871 yılında toplanan Londra Konferansında kabul edilen, Marx ve Engels’in kaleme aldığı İşçi Sınıfının Siyasal Eylemi başlıklı karar metninde, işçi sınıfının kitlesel mücadelesi durumunda sınıfın ekonomik hareketi ile siyasal faaliyetinin birbiriyle kopmaz bir bütün oluşturacağı özellikle belirtilmiştir. İşçi sınıfının çıkarları gereği, hem sendikal mücadelenin ileriye çekilmesi, hem de ekonomik taleplerle siyasal talepleri ustaca birleştirerek sınıf hareketinin işçi sınıfının nihai amaçları doğrultusunda ilerlemesi gerektiği savunulmuştur.

Sınıf sendikacılığının, I. Enternasyonal’in tüm konferanslarında ısrarla vurgulanan en önemli ve belirleyici kıstasının “ekonomik mücadelenin siyasal mücadeleyle kopmaz bir bağ şeklinde sürdürülmesi gerektiği” üzerinedir.[5] Sınıf sendikacılığını, tarih içinde ortaya çıkmış tüm sendikacılık yaklaşımlarından ayıran temel nokta burasıdır. İşçi sınıfının temel çıkarları, ancak köklü toplumsal-siyasal değişiklikler ile karşılanabilir. Bu anlamda tek başına ekonomik mücadelenin bunu karşılamaya yetmeyeceğinden yola çıkan sınıf sendikacılığı, işçi sınıfının ekonomik mücadelesi ile siyasal mücadelesinin arasındaki bağın kompası durumunda, sendikaların gerçek anlamda işçi sınıfı örgütleri olarak yaşamlarını sürdürmelerinin mümkün olmadığını ve burjuva siyaset alanının içine girmelerinin kaçınılmaz olacağını savunur. İşçi sınıfının kendi öz siyasetinden bağımsız olarak tek başına sendikal mücadele, bütün işçilerin, içinde bulunduğu durumu ortadan kaldırmayan, yani emeğin sermayeye bağımlılığını yok etmeyen, ama bu koşulların ortaya çıkardığı sıkıntıları hafifleten önlemler almakla yetinen bir mücadele olmak zorundadır. Bu durum sendikaların sadece yaşanan sömürüyü geçici olarak sınırlandıran örgütler olarak kabul edilmesi anlamına gelmektedir.

Sınıf sendikacılığında, sendika ile işçi sınıfı partisi arasında siyasal-ideolojik bir bağın olması zorunludur. Bu olmadığında işçilerin örgütü olan sendikalar, kaçınılmaz olarak işçilerin değil, burjuvazinin siyasetini savunmak, burjuva partilerin etki alanına girmek durumunda kalırlar. Sendikalar ile işçi sınıfı partisinin arasındaki siyasal-ideolojik bağımlılığa dayanan sıkı ilişkinin kurulmasından sonra yapılacak ilk şey, sınıf partisi ile yürütülecek siyasal iktidar mücadelesine destek olmak ve kapitalist sömürü düzeninin kaldırılması için gereken uzun süreli mücadeleye katılmaktır. Bu durum, aynı zamanda işçi sınıfının kısa vadeli çıkarları ile uzun vadeli çıkarları arasında bir bağ kurulması gerektiğinin, bunun için sınıf sendikalarına büyük görevler düştüğünün en somut ifadesidir.

Kaynağını I. Enternasyonal’den alan sınıf sendikacılığı fikri, işçi sınıfının tüm kesimlerinin sendikalarda birleşmesi, işçiler arasındaki sınıf dayanışmasının güçlenmesi ve patronlara karşı işçi sınıfının en geniş kesimlerinin harekete geçirilmesini hedefler. İşçi sınıfının ekonomik mücadele örgütü olan sendikalar, işçi sınıfının mümkün olan en geniş kitlesini kucakladıkları ölçüde bu mücadelelerini etkin biçimde yürütebilmişlerdir. Bu nedenle sınıf sendikacılığının etkin olduğu ülkelerde sendikal örgütler, işçiler arasında ırk, milliyet, cinsiyet, dil, din, meslek, vasıf vb gibi açılardan hiçbir ayrım yapmaksızın çeşitli siyasal görüş ve eğilimin etkisi altında olan işçileri bünyelerinde barındırmış, onları kendi sınıf çıkarları için harekete geçirebilmiştir.

1880’li yıllara kadar sendikaların örgütlenme ve eylemleri fabrikalar ve fabrika havzaları merkezli olarak gerçekleşmiştir. Bu tarihe kadar sendikal mücadelenin örgütlenmesi ve yönetilmesi bizzat tek tek fabrikaların içinden, başka bir ifade ile işyerlerinden başlatılmış ve yürütülmüştür. Bugün bilinen anlamıyla şube, genel merkez, konfederasyon vb gibi örgütsel yapılar ilk olarak 1880’den sonra İngiltere’de gelişen “yeni sendikacılık” hareketi ile ortaya çıkmıştır. Bu durum bir taraftan kitleselleşen işçi sınıfı mücadelesi açısından bir zorunluluğu ifade ederken, diğer taraftan işçi aristokrasisinin ve sendikal bürokrasinin de oluşması koşullarını yaratmıştır.

Sendikaların yüz binlerce işçiyi birleştiren yegâne işçi örgütleri haline gelmesi, sendikal mücadele içinde işçi sınıfının güncel ve nihai çıkarlarıyla uyuşmayan farklı tabakaların (işçi aristokrasisi ve sendikal bürokrasi) ortaya çıkması sonucunu doğurmuştur. Sendikal mücadele içinde sınıf sendikacılığının genişleme ve güçlenmeye başlaması ile sendikal bürokrasinin oluşmaya başlaması sürecinin birbirine paralel olarak ortaya çıkmış olması ayrıca değerlendirilmesi gereken bir durumdur.

İŞÇİ ARİSTOKRASİSİ VE SENDİKAL BÜROKRASİNİN ETKİSİ

Sermayenin, sendikaları yasal olarak tanıması asla onları kabullendiği anlamına gelmemiştir. Sermaye sınıfı fırsat buldukça ve ihtiyaç haline geldikçe zora başvurmaktan ve sendikaları zayıflatmak için eline geçen fırsatları seferber etmekten geri durmamıştır. Bu politikaların en somut sonucu hiç kuşkusuz işçi sınıfı içinde ayrı bir üst tabakanın (işçi aristokrasisi) oluşturulması ve sermaye ile diyalog ve işbirliğini sağlayacak sendika bürokrasisinin egemen hale gelmesidir. İlk ortaya çıktığı andan itibaren sendikal bürokrasinin temel işlevi, sınıf sendikacılığının “ekonomik mücadele ile siyasal mücadelenin birleştirilmesi” hedefini bertaraf etmek ve bunun için işçi örgütleri olan sendikaları işçi sınıfının değil, sermayenin çıkarları doğrultusunda biçimlendirmek ve yönlendirmek olmuştur. Bunun için öncelikle sendikal bürokrasi kullanılmıştır.

Sendikalar içindeki işçi aristokrasisi ve sendika bürokrasisine dayanarak sendikal alana yönelik politika geliştiren sermaye sınıfı, tarih boyunca sendikalara ve diğer işçi örgütlerine egemen olma, onları kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirme mücadelesi vermekten geri durmamıştır. Sermayenin bu mücadelesi, sendikal bürokrasinin etkinliğinin arttığı dönemlerde sendikalarda, bizzat işçi sınıfının mücadelesini baltalayan önemli roller oynamıştır. Bu durum aynı zamanda, mücadeleci işçi ve sendikacılar ile, sermaye ile arasında organik-ideolojik bağlar olan yöneticiler arasındaki, sınıf içinde ve sendikalarda egemenlik kavgasını kaçınılmaz hale getirmiştir.

İşçi sınıfının saflarında ve sendikalar içinde sınıf sendikacılığını savunan ileri işçi kitlesi ile sendikal bürokrasi arasında yüz yılı aşkın bir zamandır süren egemenlik mücadelesi, 20. yüzyılın ilk yarısında Sovyetler Birliği’nin de etkisiyle işçi sınıfı açısından daha olumlu bir seyir izlerken, 1950’li yılların ikinci yarısından itibaren bu mücadelenin seyri sermayenin lehine, işçi sınıfının aleyhine gelişmeye başlamıştır.

Kapitalizmin “altın çağı” olarak adlandırılan 1950 sonrasındaki süreçte sendikalar, sermaye ile emek arasındaki “diyalog kurumları” haline getirilerek düzen içine çekilmiş ve bürokratik birer işçi kuruluşları haline getirilmiştir. İşçi sınıfının ekonomik mücadelesi ile siyasal mücadelesini birleştirmeyi amaçlayan sınıf sendikacılığı fikrine karşı geliştirilen “sınıf ve kitle sendikacılığı”, “sosyal diyalog sendikacılığı”, “çağdaş sendikacılık” ve “toplumsal hareket sendikacılığı” vb gibi sendikal yaklaşımlar farklı gerekçelerle ortaya çıkmışlar gibi görünse de, hepsinin ortak hedefi işçilerin kitlesel sınıf örgütü olan sendikaların, işçi sınıfının kendi sınıf siyaseti doğrultusunda kuracağı ilişkilerin engellenmesi ya da sınırlandırılması olmuştur.

Sendikal hareket içinde sınıf sendikacılığının 19. yüzyılın ikinci yarısından 20. yüzyılın ortalarına kadar işçi sınıfının ekonomik mücadelesi ile siyasal ve ideolojik mücadelesini birbirine bağlayan ve karşılıklı olarak beslenmesini sağlayan bir dönem olmuştur. 1950’li yılların ortalarından itibaren sendikal bürokrasinin de etkisiyle sendikal alanda hızlı bir dönüşüm yaşanmış, sendikalar bütün bir sınıfın değil sadece üyelerinin çıkarlarını savunan kurumlara dönüşmüştür. Sendikal hareket ekonomik mücadeleyle, ekonomik mücadele de “sektör” ya da “işkolu” sorunlarına hapsedilerek mücadele alanı sınırlandırılmıştır. Sendikaların neredeyse yarı resmi devlet kurumları haline getirilerek büyük ölçüde sendika bürokrasilerinin denetimine sokulduğu bu dönemin tüm olumsuzluklarına rağmen işçiler sendikalara sırtlarını dönmemiş, kitlesel olarak sendikalarda örgütlenmeye devam etmişlerdir.

Sendikalarda egemen olan sendika bürokrasisi sermayenin işçi hareketini gerektiği zaman baskı altına almak ve kontrol dışına çıkmasını engellemek için en etkili aygıt haline gelmiştir. Yaşanan tüm olumsuzluklara karşın işçi sınıfı sendikalara sırtını dönmemiş, onları birleşme ve dayanışma örgütleri olarak görmeye ve bu örgütlerde kendi sınıf çıkarları için mücadelede araçları olarak kullanılmaya devam etmişlerdir.

Sonsöz

İşçi sınıfının bugüne kadar yaşanmış olan tarihi ve ortaya çıkardığı zengin deneyimler, tek başına ekonomik (sendikal) mücadelenin, işçi sınıfının maruz kaldığı sömürünün ortadan kaldırılması için yeterli olmadığını defalarca ispatlamıştır. Marx’ın, bu durumla ilgili yorumu şöyledir: “İşçi sendikaları, sermaye saldırılarına karşı direniş merkezleri olarak görevlerini yaparlar. Kısmen başarısız olmalarının nedeni, güçlerini akılsızca kullanmalarındandır. Sendikalar, mevcut sistemin doğurduğu etkilere karşı küçük küçük çarpışmalardan ibaret bir savaş yürütmekle yetinip, bunları yaparken aynı anda, sistemi değiştirmeye uğraşmadıkları, örgütlü güçlerini emekçi sınıfın nihai kurtuluşu, yani ücret sisteminin tümüyle yok edilmesi için bir manivela olarak kullanmadıkları zaman genellikle başarısız olurlar.” (1975:79)

Dün olduğu gibi bugün de işçi sınıfı mücadelesi, sınıfa karşı sınıf perspektifinden hareketle, işçi sınıfının bütün üyelerini, işçi ailelerini de içine alarak, ekonomik ve siyasal taleplerle birleştirecek bir mücadele fikrine dayanmak zorundadır. Bu fikrin dayanağı dün olduğu gibi bugün de sınıf sendikacılığı fikri ve onun pratiğidir.

Emek hareketinin, uzunca bir süredir içinde bulunduğu olumsuz koşulların üstesinden gelebilmesi için benimsenmesi gereken temel ilke, sınıf siyasetini toplumsal yaşamın dışına itmeye çalışan her türden ikiyüzlü tutumu mahkûm eden ve tüm sınıfı kendi öz siyaseti doğrultusunda birleştirmeye çalışan bir temelde yükselmek olmalıdır. Bu konuda, yine Marx’ın I. Enternasyonal’in 1866 yılındaki Cenevre Kongresi’nde söyledikleri öğreticidir: “(Sendikalar) özgün amaçlarının yanı sıra, artık, daha büyük çıkarları olan tam kurtuluş için işçi sınıfını örgütleme merkezleri olarak bilinçle hareket etmeyi öğrenmelidirler. Bu amaca yönelik her toplumsal ve politik harekete yardımcı olmalıdırlar. (Böylece) kendilerini tüm işçi sınıfının temsilcileri ve savunucuları sayarak ve böyle davranarak, birliğin dışında kalanları da saflarına katmayı başaracaklardır.”(1999:81)

Sendikalar, işçi sınıfını öncelikle sömürüyü sınırlandırmak amacıyla ekonomik mücadele içinde birleştiren, ancak sadece bununla yetinmeyip sömürüyü tamamen ortadan kaldırmak amacıyla sınıfın siyasal mücadelesini güçlendiren örgütler haline getirildiklerinde, işçi sınıfının sadece bir bölümünün değil tamamının temsilcileri olarak, kendilerinin dışında olanları sınıf mücadelesine katmayı başaracaklardır. Bunun için en büyük görev sınıf sendikacılığı savunucularına, mücadeleci işçi ve sendika yöneticilerine düşmektedir.

 

Kaynakça:

Friedrich Engels, İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu, çev: Yurdakul Fincancı, Sol Yayınları, 1997, Ankara.

Karl Marx, Felsefenin Sefaleti, çev: Ahmet Kardam, Sol yayınları, 1992, Ankara.

Karl Marx, Ücret, Fiyat ve Kar, çev: Sevim Belli, Sol yayınları, 1999, Ankara.

E.P. Thompson, İngiliz İşçi Sınıfının Oluşumu, çev: Uygur Kocabaşoğlu, Birikim Yayınları, 2004, İstanbul.

Karl Marx, Friedrich Engels, V.İ. Lenin, Sendikalar Üzerine, çev: Engin Karaoğlu, Bilim Yayınları, 1975, İstanbul.

V. İlyiç Lenin, Ne Yapmalı, çev: Muzaffer Erdost, 4. Baskı, Sol Yayınları, 1992, Ankara.

Erkan Aydoğanoğlu, Sınıf Mücadelesinde Sendikalar, Evrensel Basım Yayın, 2007, İstanbul.

Erkan Aydoğanoğlu, Dünyada ve Türkiye’de Sendika Siyaset İlişkisi, Kültür Sanat Sen yayınları, 2009, Ankara.



[1] Bu dönem işçi sınıfı ve sendikal hareketin tarihi açısından önemlidir. O dönemde tüm Avrupa’da toplam 12.000 tekstil makinesi bulunuyorken, işçiler tarafından kırılıp tahrip edilen makine sayısının 3.000 civarında olduğu tahmin edilmektedir. Sadece bu rakam bile makine kırıcılığı hareketinin ne kadar etkili olduğunu görmek açısından dikkat çekicidir.

[2] Çartistler, görüşlerini yaymak için The Northern Star (Kuzey Yıldızı) adında haftalık bir gazete çıkarmışlar ve bu gazete 1837’den 1852 yılına kadar yayınlanmıştır. 19. yüzyılın ilk yarısında işçiler arasında en çok okunan gazete olan Kuzey Yıldızı, 1939 yılında haftada elli bin kopya basılarak, o dönemin koşullarında çok yüksek okunma rakamlarına ulaşmış, yayınlandığı dönemde işçi sınıfının mücadelesini güçlendiren bir işlev görmüştür.

[3] İngilizcede “sendika” anlamında kullanılan “trade union” ifadesinin kelime anlamı “vasıf birliği” demektir. İlk sendikalar sadece vasıflı işçilerin birleşme ve mücadele örgütü olarak kurulduğundan İngiliz işçileri tarafından böyle bir tanımın benimsenmesi kaçınılmaz olmuştur.

[4] ABD’de 1861’de kurulan Ulusal Emek Birliği (NLU) ve 1869’da kurulan Emek Şövalyeleri, ayrım yapmaksızın bütün işçileri örgütleyen ilk işçi örgütleri olarak bilinmektedir.

[5] Bu önemli noktayı 20. yüzyılda kararlı bir şekilde vurgulayan ve yaşama geçirmek için mücadele eden Lenin, sendikaların sadece ekonomik mücadele ile yetinmelerinin de bir siyaset olacağını savunmuş ancak bunu ‘ekonomizm’, ‘trade unionism’ olarak adlandırmıştır. (Lenin, 1992) Ekonomik mücadele ile siyasal mücadele arasında kurulacak olan bağın bir benzerinin sendika ile işçi sınıfının devrimci partisi arasında kurulması gerektiğini savunan Lenin ve sonrasında Stalin, 20. yüzyılda “sınıf sendikacılığı” pratiğini savunan iki önemli isim olarak dikkat çekmiştir.

22. Uluslararası Gençlik Kampı Sonuç Deklarasyonu

3-12 Ağustos tarihleri arasında, Türkiye’de, dünya gençlerinin kardeşlik buluşmasını gerçekleştirdik. 20 ülkeden gelen 3000 gençle bir araya geldiğimiz İzmir/Selçuk’taki kampımızda; gençliği, geleceği ve tüm insanlığı; doğayı, çevreyi, kapitalizmi ve dünyamızı konuştuk. Hayallerimizi paylaştık, sorunlarımızı ve çözüm yollarını tartıştık. Kampımızın organize edilmesinde büyük emek harcayan Türkiyeli genç kardeşlerimize, desteklerini esirgemeyen Türkiyeli işçi sınıfı temsilcilerine, sendikalara; fedakârlık yaparak tüm birikim ve yeteneklerini kampın hizmetine sunan doktor, hemşire, mühendis, işçi her meslekten dostlarımıza uluslararası kamp katılımcıları adına teşekkür ediyor ve onları coşku ile selamlıyoruz.

İŞSİZLİK, GERİCİLİK VE EMPERYALİST SAVAŞ KUŞATMASINDAYIZ
Kapitalizm, yegâne amacı azami kâr olan bir sistem olarak, bir kez daha küresel ölçekte derin bir ekonomik kriz yaşamaktadır. Kapitalistler, kendi yarattıkları krizi atlatmak için emekçi gençliğe işsizliği ve yoksulluğu dayatmaktadır. Emek düşmanı yasalarla gençlerin geleceği karartılmaktadır. Emeklilik, sosyal güvenlik, parasız eğitim ve sağlık yeni kuşaklar için erişilemez hale getirilmektedir. Bu sistem gençlere işte böyle bir dünyayı reva görürken, gençlik saflarında ırkçı, faşist ve milliyetçi düşüncelerin yayılması, bireyci ve rekabetçi değerlerin güçlenmesi, kültürel yozlaşma ve uyuşturucu kullanımının artması için özel bir çaba da sarf etmektedir.

Eğitim, bir taraftan sermayenin çıkarları ve ihtiyaçları doğrultusunda organize edilirken, diğer taraftan özelleştirilerek piyasanın boyunduruğuna sokulmaktadır. Bizlere, adeta ‘paran yoksa eğitim alamazsın’ denmektedir. Böylelikle, bilimsel bilgi, kültür ve sanata erişim yollarımız da kapatılmaktadır. Gençliğin uyuşturulması için ortaçağın bilim dışı karanlık değerleri aşılanmaktadır.

Krizin derinleşmesine paralel olarak, göçmen nüfusunun yaygın olduğu ülkelerdeki hükümetler emekçilerin ve gençliğin ortak mücadelesini baltalayabilmek için, faşist ve ırkçı politikalara daha fazla sarılmakta, göçmen işçileri ve gençleri hedef göstermektedir. Emperyalist devletler, bir yandan el altında tuttukları ırkçı-faşist partileri güçlendiren politikalar izlerken, diğer yandan kazanılmış demokratik hak ve özgürlükleri ‘teröre karşı savaş adı altında’ kısıtlamaktadırlar.

Böylesi bir dönemde düzenlenen 22. Uluslararası Antifaşist, Antiemperyalist Gençlik Kampımız; işsizliğe, eğitim hakkının kısıtlanmasına ve kapitalist krizin yükünün bizlere yıkılmak istenmesine karşı gençliğin bir başkaldırı buluşmasıdır. ‘İş, eğitim, barış; dünya gençleri kardeş’ şiarıyla gerçekleşen kampımız, emperyalist savaş politikalarına, ırkçılığa, gericiliğe ve faşizme karşı enternasyonal bir mücadele çağrısıdır.

Sorun ve taleplerimiz ortaktır, mücadelemiz de ortak olmalıdır

Latin Amerika, Avrupa, Afrika, Kafkasya ve Ortadoğu’dan 20 ülkenin gençleri olarak bizi bir araya getiren şey, sorun ve taleplerimizdir. 10 gün süren bu kampımızda; birbirimizden çok uzaklarda, okyanuslar ardında da olsak, farklı coğrafya ve kültürlerden de gelsek, sorunlarımızın esasta farklı olmadığını görmüş bulunmaktayız.

Böylesine kapsamlı bir buluşmayı başarabilmek için, hem birbirimizden, hem de işçi sınıfının örgütleri ve aydınlardan destek aldık. Kampımıza katılan mücadeleci işçiler, yüzünü emekçilere ve gençliğe dönen değerli aydınlar, yağmacı tekellere karşı topraklarını ve sularını koruma mücadelesi veren köylüler ile özgürlük mücadelesi veren ezilen halkların temsilcileri bizlere güç kattılar. 10 gün boyunca bizimle birlikte olan aydınlar ve onlarla birlikte yürüttüğümüz müzik, edebiyat, heykel, resim, spor vb atölyeler gösterdi ki; ufuk açıcı, aydınlatıcı, ilerici, toplumcu-gerçekçi kültür ve sanata olan ihtiyacımız son derece büyüktür.

Kapitalizmde, kadınlar hem sınıfsal, hem de cinsiyet bakımından çift baskı ve sömürü altında tutulmaktadır. Kampımızda gerçekleştirdiğimiz atölye ve söyleşiler, genel olarak kadınlara yönelik cinsiyetçi baskının son bulması, özel olarak da genç kadınların mücadelesini geliştirme kararlılığımızın ifadeleri olmuşlardır.

Kapitalizmin azami kâr hırsının neden olduğu doğanın, tarihsel yapıtların ve çevrenin tahribi ve kirletilmesine karşı mücadele de, üzerinde önemle durduğumuz bir konu olmuştur. Gençlik olarak, çevremizin sermayece tahrip edilmesine seyirci kalmayacağımızı bir kez daha ilan etmekteyiz.

DÜNYA GENÇLERİ KARDEŞTİR!

Kampımızda, farklı milliyetlerden gençler arasında barış ve kardeşliğin nasıl sağlanabileceğini doğrudan yaşayarak görmüş bulunmaktayız. Anladık ki; ulusal ve sosyal kurtuluş mücadeleleri dışında, yürümekte olan savaşlar, bir avuç emperyalistin ve işbirlikçilerinin savaşlarıdır. Buluşmamızda; ABD ve müttefiklerinin Irak’ı ve Afganistan’ı işgal etmelerini, Türkiye’de Kürt halkının ulusal özgürlük mücadelesini (tam hak eşitliği ve Kürt sorununda demokratik halkçı çözüm için) ve bunun karşısında kışkırtılmaya çalışılan ırkçılığı ve milliyetçiliği, Siyonist İsrail devletinin Filistin’e karşı yaptığı zulmü ve Lübnan’a yönelik çok yönlü saldırıları, İran halkının emperyalist şantajla kuşatılmasını tartışarak, bu saldırganlıklara karşı dünya çapında bir tutum geliştirmeyi kararlaştırdık. Başta ABD olmak üzere emperyalist devletlerin çıkarları doğrultusunda gerçekleşen Kafkaslardaki kışkırtmaları, Kolombiya ve Venezüella devletleri arasında yaşanan gerilimi ve ABD, AB gibi emperyalist mihrakların dünyanın birçok başka bölgesindeki savaş hazırlıklarını o ülkelerden veya komşu ülkelerden gençliğin temsilcileriyle birlikte tartıştık. Ege kıyılarında yapılan kampımızda, her iki yakadan geniş katılımla, Türkiye ve Yunanistan yönetimlerinin aksi politikalarına rağmen, kardeşlik ve dostluk ilişkilerimizi geliştirdik. Olup bitene seyirci kalmayacağımızı ve mücadelemizi yükseltmeye kararlı olduğumuzu bir kez daha vurguladık.

Öte yandan, başta Ekvator ve Tunus olmak üzere, dünyanın çeşitli ülkelerindeki işçi ve gençlik önderlerine yönelik gerici ve faşizan baskı ve saldırıları kınadığımızı, onlarla dayanışma içerisinde olduğumuzu ve olmaya devam edeceğimizi açıklıyoruz. Bir kez daha bütün dünya gençlerini, emperyalist savaşlara, faşizme ve gerici baskılara karşı birleşmeye ve mücadele etmeye çağırıyoruz.

KRİZ KAPİTALİZMİN, GELECEK BİZİMDİR!

Kampımızda yürütülen tartışmalar göstermektedir ki, her bir ülkede hükümetlerin izlediği kriz politikaları ve işçi, işsiz, öğrenci gençliğin krizle birlikte karşılaştığı saldırılar benzerlik göstermektedir. İşsizliğin hızla artması, yoksulluğun giderek daha büyük gençlik kitlelerini sarmalaması, eğitim koşullarının alabildiğince ağırlaşması, sosyal ve kültürel ihtiyaçlar için kamu bütçelerinden yapılan kısıtlamalar… Evet, bütün bu sorunlar, sanki tek bir ülkenin çeşitli illerinde yaşanıyormuş gibi, benzerlik göstermektedir.
Ancak bizler, buluşmamızda, krizin yükünün sırtımıza yüklenmeye çalışılmasına karşı mücadelenin mümkün ve gerekli olduğunu da gördük. Fransa’da kriz politikalarına karşı 2 milyona yakın emekçinin sokaklara dökülmesi ve belgesiz kaçak çalıştırılan işçilerin başarılı mücadelesi, Almanya’da bazı üniversitelerde harçların kalkmasını sağlayan mücadeleler, son 6 ay içerisinde 6 genel grev gerçekleştiren Yunan emekçilerinin krizin faturasını ödememe tutumu, Türkiye’nin başkentinde iki buçuk ay “ölmek var, dönmek yok” diyerek direnen Tekel işçilerinin kararlılığı, Latin Amerika halklarının ABD emperyalizminin saldırı ve baskılarına rağmen hak ve özgürlüklerini savunma kararlılığı, Dominik Cumhuriyeti’nde halkın topraklarını savunma ve köylülere dağıtma eylemleri ve dünyanın birçok yerinde irili ufaklı gerçekleştirilen direnişler ve sağlanan kazanımlar, ne yapmamız gerektiğini çok açık biçimde biz gençlere göstermiştir. Evet, bu sistemde bizlere reva görülenler değiştirilemez değildir. Ortak ve örgütlü bir mücadeleyle sorunlarımızı çözebiliriz.

Kampımızda yürütülen tartışmalar da göstermiştir ki, dünya gençliği, sömürüden, yoksulluktan, savaşlardan arındırılmış bir dünya özlemi içerisindedir. Dünya gençleri olarak bizler, işçi sınıfı ve emekçilerle birlikte baskısız, sömürüsüz bir dünyanın kurulması için mücadele etmeye söz veriyoruz. Ve biliyoruz ki, üretim araçları bir avuç mutlu azınlığın elinden alınıp toplumsallaştırılmadıkça, işçi ve emekçi halklar kendi iktidarlarını kurmadıkça; bizler hiçbir şekilde, işsizlikten, yoksulluktan, katliamlardan, savaşlardan kurtulamayacağız.

ÇAĞRIMIZ TÜM DÜNYA GENÇLİĞİNİN ÇAĞRISIDIR

Dünyanın gidişatı işsizliğin, yoksulluğun, eğitimsizliğin artacağına, katliam ve savaşların yaygınlaşacağına işaret etmektedir. Ancak, bir avuç kapitalistin sınırsız kâr hırsı için, dünyanın ve insanlığın birikimlerine el koymalarına, emeğimizi ve geleceğimizi ipotek altına almalarına izin vermeyeceğiz. Emperyalist işgallerde ölmeyi ya da öldürmeyi kabul etmiyoruz. Emperyalistler arasındaki çıkar çatışmalarının bedeline katlanmak istemiyoruz.
Özlemlerimiz ve taleplerimiz uğruna mücadele etme zamanıdır. İşimiz için, eğitim hakkımız için, emperyalist savaşlardan yoksun bir dünya için şimdi mücadeleye atılma zamanıdır. İşsizliğin, yoksulluğun, açlığın, savaşların, ırkçılığın, ulusal baskının olmadığı bir dünyanın kapitalizmin egemen olduğu bir dünyada mümkün olmadığını görmekteyiz. Böyle bir dünya ancak sosyalizmle mümkün olabilecektir.

Dünya gençliği olarak bir kez daha haykırıyoruz:

İş, eğitim, barış mücadelemizde kararlıyız!
Ezilen halkların özgürlük mücadelesinin yanındayız!
Yaşasın dünya gençlerinin enternasyonal dayanışması!
Kahrolsun faşizm ve emperyalizm!

22. ULUSLARARASI ANTİFAŞİST, ANTİEMPERYALİST GENÇLİK KAMPI KOMİTESİ

Uluslararası Gençlik Kampı’nın Andından

22. Uluslararası antifaşist, antiemperyalist gençlik kampına, bu sene, Türkiye, İzmir-Selçuk’ta ev sahipliği yaptı. 3-12 Ağustos tarihleri arasında gerçekleşen kampa 20 ülkeden 3000 kişi katıldı. Hazırlık komitesini İspanya, Brezilya, Tunus ve Türkiye’nin oluşturduğu kampta; Fransa, Almanya, İngiltere, Yunanistan, Rusya, Danimarka, Finlandiya, İspanya, Brezilya, Ekvator, Kolombiya, Venezüella, Meksika, Dominik Cumhuriyeti, Suriye, Tunus, Lübnan, Filistin, Azerbaycan ve Türkiye’den “İş, Eğitim, Barış – Dünya Gençleri Kardeştir!” diyen gençler bir araya geldi.

Emek Gençliği, bu büyük buluşmanın ev sahipliğini başarıyla gerçekleştirdi. Kampın hem Türkiye, hem de uluslararası katılımı yoğun oldu. Gençlik buluşması örgütlenirken, Türkiye üniversitelerinde, liselerinde, semtlerinde ve sanayi havzalarında kapitalizmin gençliğe yönelik saldırılarına karşı birleşme, mücadele etme ve enternasyonal kampı da bunun vesilesi olarak ele alma çağrıları yapıldı. İllerde, ilçelerde kamp komiteleri kuruldu. Kamp komiteleri, bir yandan bulundukları yerlerde hem uluslararası kampın katılımını örgütlemek, hem de emperyalist-kapitalist dünya sisteminin gençliği içine çektiği bataklığı ve bunun karşısında gençliğin temel taleplerini tartışmak üzere, kamp etkinlikleri, gençlik söyleşileri gerçekleştirdi. Bir yandan da, belediyelerle, sendikalarla, demokratik kitle örgütleri ve aydınlarla iletişime geçerek, onları kampın bir bileşeni haline getirmeye çalıştı. Kamp örgütlenirken, gençler tarafından Hayat televizyonu ve Evrensel gazetesine özel haberler yapıldı.

Emek Gençliği, sadece kendi birikimini değil, Türkiyeli aydınların, sanatçıların, sendikacıların, işçi sınıfının, gençlik hareketinin ileri unsurlarının ve onların basınının birikimini de kampa aktarmak için bir adım attı. Atölyelerde, gece konserlerinde, söyleşi ve panellerde bu değerli bilgi ve birikim kamp katılımcıları ile buluştu. ‘Kriz, Yoksulluk, Gelecek’, ‘Savaş, Barış, Emperyalizm’, ‘Çevre’ ve  ‘Uluslararası Gençlik Mücadelesi’ başlıklarında kamp katılımcısı ülkelerin yürütücülüğünü üstlendiği 4 ana forum gerçekleşti. Bunların dışında Kürt sorunundan Ortadoğu’ya, Afganistan işgalinden Yunanistan’daki işçi hareketine, Avrupa Birliği’nden Referandum’a, İspanya ulusal sorunundan kapitalizmde sağlığa, enerji politikalarından yerel yönetimlere kadar birçok başlık altında Türkiye’nin ve diğer ülkelerin aydınlarının, sendikacılarının, belediye başkanlarının ve hatta milletvekillerinin katılımıyla panelleler gerçekleşti. Bu paneller, hem bu konulara dair detaylı bilgi edinilmesine, hem de farklı ülkelerin örnekleri üzerinden mücadele deneyimleri aktarılmasına vesile oldu.

Kampta, lise, üniversite ve işçi olmak üzere, gençlik hareketinin ve mücadelesinin önemli alanlarına dair forumlar gerçekleşti. Lise forumu, katılımı yüksek ve tartışmaların yoğun geçtiği forumlardan biri oldu. Orta öğretim gençliğinin Türkiye’de ve dünyada içinde bulunduğu durum, sınav sistemi, meslek liselerindeki staj sömürüsü ve toplamda eğitimin paralılaşması diye ifade edilebilecek olan dershane sistemi ve aidat-kayıt paraları, forumun ana gündemini oluşturdu. Sermayenin, eğitimi ticarileştirmek ve müfredatını gericileştirmek üzere oluşturduğu politika ve bu amaçlı saldıralarına karşı liseli gençliğin mücadele dayanaklarının neler olduğu ve nasıl mücadele edeceği bir diğer önemli tartışma konusu oldu. Kampın geri kalan günlerinde yapılan forumun sonuçları üzerinden gerçekleşen illerdeki liseli toplantılarında ise (kamptan sonra da devam eden), daha somut kararlar alındı.

Üniversiteye dair 2 forum gerçekleşti. “Üniversiteler ve Ülke Deneyimleri” başlıklı ilk üniversite forumu, özellikle Avrupa ve Latin Amerika’daki öğrenci hareketlerinin deneyiminin öğrenilmesi açısından verimli oldu. Eğitimin piyasalaştırılmasına ve sermayeye açılmasına (Bologna Sürecine) karşı mücadele eden, boykotların ve büyük gösterilerin örgütlenmesinin başını çeken öğrenci sendikalarının başkanlarının aktarımları, ülkemizdeki yüksek öğretim gençliği açısından öğretici oldu. “Türkiye’de Üniversiteler” başlıklı ikinci forumda da, ülkemiz üniversitelerindeki dönüşüm süreci ve mücadele yöntemleri tartışıldı.

Forumlardan bir diğeri de işçi forumuydu. Çeşitli iş kollarında çalışan, sendikalı, sendikalı olma mücadelesi veren veya örgütsüz olan genç işçilerin çalışma koşulları tartışmaların ana gündemiydi. Mücadele içinde olan veya mücadelelerini kazanımla sonlandıran TEKEL, Çemen, KİPA gibi iş kollarında çalışan işçilerin paylaşımları, diğer iş kollarında çalışan işçiler için de teşvik edici oldu. Petrol-iş Aliağa Şubesi’nden ve Tek Gıda-İş Sendikası’ndan genç işçiler de kamp katılımcıları arasındaydılar ve hem sendikasız genç işçilerle, hem de öğrenci gençlikle söyleşiler düzenlediler. Kamp katılımcıları, sendikalaşmak için mücadele eden KİPA işçilerinin eylemine de desteğe gitti.

Kampın ilgi gören bir başka alanı ise; bilimden sanata, kültürden edebiyata kadar pek çok disiplinde açılan atölyelerdi. Gençliğin en üretken dönemleri kapitalizmin bataklığında harcanıyor. Yaratıcılığı ve üretkenliği köreltilen gençlerin, olanak bulduklarında yeteneklerini nasıl ortaya çıkarabildiği bu atölyelerde görüldü ve üretmenin tadına varıldı. Görsel İdeoloji Atölyesi, Kürtçe Dil Atölyesi, Fotoğrafçılık Atölyesi, Heykel Atölyesi, Tango Atölyesi, Kukla Atölyesi, Edebiyat Atölyesi, Spor Atölyesi, Kadın Araştırmaları Atölyesi, Politik İktisat Atölyesi, Bilim Atölyesi, Yaratıcı Drama Atölyesi, Tiyatro ve Halk Oyunları Atölyesi kampta oluşturulan atölyeler oldu.

Oluşturulan atölyelerden Heykel Atölyesi’nde, kampın simgesi haline gelen Picasso’nun Guernica tablosu, 3 boyutlu bir form kazandırılarak, heykelleştirildi. Kamp alanının tam orta yerine yapılan o ünlü tablonun heykeli, İspanya İç Savaşı’nı ve faşizmin o iğrenç yüzünü anlatır. Tabloda, aynı zamanda, tepede bir ışık vardır. Bu ışık, ezilen hakların er geç faşizmi yeneceğine dair umudu temsil eder. Antifaşist, antiemperyalist kampın özüne de uygun düşen bu heykel, emperyalist egemenlik savaşlarına, ırkçılığa ve faşizme karşı da, kamp katılımcılarının gözlerinde somutlaşan bir simge oldu.

Evrensel gazetesi ve Hayat Televizyonu’nun kurduğu Gazete ve Televizyonculuk Atölyesi ise; emekçilerin basınının nasıl olması gerektiğini, bu basının sınıflar mücadelesindeki yerinin ne olduğu gibi konuları kamp katılımcıları ile paylaştı. Bu atölye katılımcıları da, kampın görsel ve yazılı yayın organlarını çıkardı, gerçekleştirdi. Her gün basılan ‘Kamp Ateşi’, kampta olan biteni bazen mizahi bir dille de anlatan yazılı yayın organı oldu. Her gece konserlerden sonra gösterimi yapılan ‘Kamp TV’ ise, katılımcıların kendilerini ve kampın her yönünü görebildiği görsel bir yayın organı olduğu için ilgi gördü.

Her gece yapılan konserlerde, dünyanın farklı kültürlerinin müziklerini yapan sanatçılar, müzik grupları sahne aldı. Çeşitli tiyatro grupları oyunlarını sergiledi.

Kampı bir belediyeye benzeterek, bu belediyenin yönetimini de üstlenen gençler, hem yönetmeyi öğrendi, hem de kolektif üretimin ve tüketimin mümkün olduğunu gördü. Temizlik, güvenlik, yemek, yerleşim, etkinliklerin organizasyonu, düzenleme gibi, bir belediyede olması gereken birçok birim ve faaliyetleri, kampta da, gençler tarafından oluşturulup, birlikte hayata geçirildi ve ortaklaşa yapıldı.

22. Uluslararası Antifaşist, Antiemperyalist Gençlik Kampı, birçok yönü ve sonuçları bakımından başarılı bir kamp oldu. Emek Gençliği, kamp öncesinde, kamp esnasında ve kamp sonrasında örgütlenerek, güçlenmeyi başardı. Kendisine yeni mücadele olanakları ve dayanakları oluşturdu. Genel olarak, kapitalizmin ve onun krizinin nasıl geleceklerini çaldığını, emperyalizmin dünyayı nasıl kana buladığını tartışan gençler, kapitalizmden, emperyalizmden kurtulmanın tek yolunun mücadele etmek olduğu bilinci ile kamptan ayrıldılar. Emek Gençliği de, bu kamptan aldığı güç ile, gençlik hareketine ivme kazandırmak ve gençliğin geleceğini işçi sınıfının kurtuluş mücadelesine bağlamak için kararlılık ile mücadele edecek.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑