GİRİŞ:
Kürt ulusal demokratik hak mücadelesinin kazandığı boyutun, ülke egemenlerinin inkâr ve asimilasyona dayalı geleneksel çözümsüzlük politikalarının uygulanabilirliğini; Kürt sorununun üstünü örtme ve çözümü geçiştirme olanaklarını ortadan kaldırdığı açıktır. Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana “dış güçlerin kışkırtması”, “dinsel-feodal gericilik”, “ekonomik geri kalmışlık” gibi çeşitli söylemlerle Kürt ulusal sorununu kendisi dışındaki olgularla izah ederek yadsıyan ülke egemenleri ve onların medyadaki kalemşorları, inkârın sürdürülmesi olanaklarının ortadan kalkmasıyla birlikte “Kürtlerin ne istediği belli değil” gibi söylemlerle çözümsüzlük politikalarına sosyolojik dayanaklar yaratmaya çalıştılar. Bu iddianın aksine, sorunun çözümünün toplumun geniş kesimleri tarafından tartışılmaya başladığı süreçle birlikte Kürt ulusal hareketi , “demokratik özerklik” olarak tanımladığı bir çözüm önerisini gündeme getirmiştir. Ulusal sorunun çözüm biçimlerinden biri olan yerel/bölgesel özerklik formülasyonuna dayanan “demokratik özerklik” talebi; Newroz’larda, çeşitli eylemlerde halk tarafından sahiplenilmiş, en son 12 Eylül referandumunun Bölge’de güçlü, kitlesel boykotuyla geniş halk kesimlerinin talebi olarak öne çıkmıştır.
“Kürtlerin ne istediği belli değil” diyenler, en son eylül ayında anadilde eğitim talebiyle gerçekleştirilen okul boykotu örneğinde olduğu gibi, Kürtler talepleri için harekete geçtiğinde ise “ülke bölünür” yaygarasını koparmaktadır. Başbakan Erdoğan’ın, hükümet yetkilileri ile görüşen BDP yöneticilerine “Kürtçe eğitim isterseniz olmaz” demesi bu anlayışı bütün açıklığı ile ortaya koymaktadır. Mesela AKP’nin Meclis Anayasa Komisyonu Başkanı milletvekili Burhan Kuzu da “ her etnik gruba kendi dilinde eğitim hakkı verilirse 5 bin devletçik ortaya çıkar” demektedir. Kuzu, TRT Şêş’in açılmasının Kürtlere “ekstradan verilmiş bir hizmet” olduğunu söylemekte, Kürtlerin anadilde eğitim isteyerek devletten ayrılma hakkını talep etmiş olduğunu iddia etmektedir. Yine başını Taha Akyol’un çektiği ‘AKP politikalarına sosyolojik dayanak oluşturma uzmanı’ yazarlara göre, Kürtlerin özerklik talebi bağımsız devlet istemenin bir aşaması olarak gündeme getirilmektedir.
Gelinen aşamada Kürtlerin varlığını inkâr eden politikaları, “kart kurt” söylemlerini en gerici mihraklar bile savunamamakta; Cumhuriyet tarihi boyunca uygulanan asimilasyoncu politikalara rağmen, bugün Kürtlerin ülke sınırları içinde nüfusu 18-20 milyonu bulan bir halk olarak yaşadığı gerçeği karşımızda durmaktadır. Ya bu gerçeklik göz önünde bulundurularak Kürt sorununun çözümü için anayasa ve yasalar bu halkın varlığı ve haklarını tanıyacak şekilde yeniden düzenlenecek ya da açıktan veya çeşitli manevralarla geleneksel politikalar devam ettirilmeye çalışılacaktır. Bugün İmralı’da Öcalan ve Ankara’da BDP yöneticileri ile yapılan görüşmelere rağmen ülke egemenlerinin Kürtlerin taleplerine karşı öne sürdükleri söylemlerin çözümsüzlük politikalarının devamını sağlamaya yönelik olduğu ortadadır. Öte yandan ülke egemenlerinin ve burjuva ideologların Kürt halkının her türlü talebi karşısında “ülke bölünür”, “ayrı devlet kurmak istiyorlar” gibi söylemlerle niyet okumaya dayalı değerlendirmeler yapmaları ve bu talepleri reddetmeleri çözümsüzlüğü derinleştirmektedir. Bugün Kürtlerin ayrı bir halk olduğu inkâr edilemeyeceğine göre, sorunun çözümü de, birlikte yaşayabilmenin yolu da Kürtlerin ulusal hak ve taleplerinin koşulsuz kabulünden geçmektedir. Kürtlerin her türlü ulusal hak ve talebinin reddedilmesi, özerklik talebi karşısında “Kürtler sadece Bölge’de yaşamıyor”, “İstanbul’daki, Batı’daki Kürtler ne olacak?” gibi yaklaşımlarla meselenin karartılmaya çalışılması, ulusal sorunun temellerini, Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı’nın dayanaklarını ve onun bir biçimi olarak özerkliği yeniden tartışmayı gerekli kılmaktadır. Çünkü Kürt sorunu da her ulusal mesele gibi kendine özgü koşullara sahip olsa da, ulusal sorunun genel karakteri değişmemekte ve bu sorunun hem sosyalizm, hem de burjuva demokrasisi koşullarında çözümü konusunda dünyada yaşanmış birçok deneyim bulunmaktadır.
ULUSAL BİR SORUN OLARAK KÜRT SORUNUNUN TARİHSEL ARKA PLANI
Stalin, ulusu “tarihsel olarak oluşmuş, ortak bir dil, toprak, ekonomik hayat ve kendini ortak bir kültürde bütünleyen ruhsal biçimleniş temelinde oluşan, istikrarlı bir insan topluluğu” olarak tanımlar.1 Bu özellikler bir yandan bir ulusu diğer uluslardan ayırırken, öte yandan her ulus bakımından bu özelliklerin bileşimi (hangi özelliğin/özelliklerin daha çok öne çıkıp ağır bastığı) farklılıklar gösterir. Ulus, belli bir tarihsel dönemde; feodalizmin bağrında kapitalist üretim güç ve ilişkilerin gelişmesi ve yoğunlaşan üretimin feodal duvarları yıkarak yeni pazarlara ihtiyaç duyduğu bir dönemde şekillenen tarihsel bir kategoridir. Yine Stalin’in deyimiyle feodalizmin tasfiyesi ve kapitalizmin gelişim süreci, aynı zamanda insan topluluklarının ulus olarak örgütlenme süreci olmuştur. Bu süreç Batı Avrupa’da ulusal devletlerin kurulması ve feodalizmin tamamen tasfiye edilmemiş olduğu Doğu Avrupa ve Asya’da ise, egemen ulus burjuvazisinin geri kalmış milliyetleri boyunduruk altına aldığı çok uluslu devletlerin oluşturulması biçiminde gelişmiştir.
Avusturya-Macaristan, Rusya gibi Doğu Avrupa’nın çok uluslu imparatorlukları gibi Osmanlı İmparatorluğu da 19. Yüzyılın başlarında Yunan ve Sırpların ulusal hak istemli ayaklanmalarıyla karşı karşıya kalmıştır. Bu ayaklanmaları yüzyılın ortalarından sonra Bulgar, Makedon, Ermeni milliyetçiliğinin gelişimi takip etmiştir. Osmanlı’nın Müslüman halklarının milliyetçiliği; Arnavut, Arap, Türk ve Kürt milliyetçiliği, Hıristiyan halkların milliyetçiliğinden sonra ortaya çıkmıştır. Merkezi feodal bir devlet olan Osmanlı İmparatorluğu’nun dini karakteri (halifelik) nedeniyle birçok özerk, yarı-özerk dinsel-kültürel cemaat oluşmuş; özellikle Osmanlı İmparatorluğu içindeki gayrimüslimlerin Avrupa burjuvazisiyle dinsel akrabalık üzerinden ekonomik alanda da yakın ilişkiler kurması, Hıristiyan- Müslüman zıtlığının uluslaşma süreçlerinde etkili olmasını sağlamıştır. 1838’de İngiltere ile yapılan ticaret anlaşmasının da ivme kazandırdığı Pazar ilişkileri ve emperyalizme bağımlılık, zamanla Türk olmayan Müslüman halkların da (Arnavut, Arap, Kürt) merkezden kopuşuna; devlete karşı özerklik, bağımsızlık taleplerini yükseltmelerine neden olmuştur. “Türkler içinse sorun değişikti: Çünkü ortada, geniş anlamda, Türk olduğu söylenebilecek bir devlet vardı (…) Türk milliyetçiliği merkezi devletten ayrılmayı değil, onu ulus-devlet şemasına uyduracak biçimde dönüştürmeyi hedefleyen ‘reformist milliyetçilik’ olarak ortaya çıkmıştır.”2 Bu hedef doğrultusunda Türk milliyetçiliği bir yandan Anadolu’nun geçmişini Türkleştirmek üzere Sümer ve Hititlerin Türk olduğuna dair tezler geliştirilmesi ve öte yandan başta Kürtler olmak üzere Anadolu’da yaşayan diğer Müslüman milliyetlerin ve azınlıkların Türklük içinde eritilmesine yönelik politikalar üzerine inşa edildi. Fakat Türklerle aynı dönemlerde ulusal uyanış içine giren Kürtlerin, Türklük içinde eritilme politikalarına karşı ulusal hak istemli kalkışmaları, Ulus-devlet anlayışına dayanan cumhuriyet rejiminin yanlış/sağlam olmayan temeller üzerine kurulduğunu göstermiştir.
Kürtler, Türk kavimleri Orta Asya’dan Anadolu’ya göç etmeye başladıkları dönemlerde Mezopotamya’nın; özellikle bugünkü Güneydoğu Anadolu’yu içine alan Yukarı Mezopotamya’nın yerleşik halkları arasında yer alıyordu. Kürtlerin yaşadığı/yerleştiği yer anlamında ‘Kürdistan’ ismi 12. yüzyılın ilk yarısında hüküm süren Büyük Selçuklu Sultanı Sencer’den bu yana kullanılmaktadır. Kürtler, Mervani Kürt Devleti döneminden başlayarak Anadolu’ya gelen Türk boylarıyla işbirliği içine girmiş; Osmanlı İmparatorluğu döneminde yüzyıllar boyunca ocaklık-yurtluk vb. adlar altında özerk (sadece vergi ve asker göndermeye dayalı, merkezle görece gevşek bir idari ilişki içinde) bir yaşam sürmüşlerdir. İmparatorluk yönetiminin Osmanlı sınırları içinde 19. Yüzyılın başlarında gelişmeye başlayan uluslaşma hareketleri karşısında merkezi otoriteyi güçlendirmeye yönelik girişimleri Kürt beyliklerinin de özerk statülerini hedefe koyduğu için aynı dönemde Kürtlerin Osmanlı rejimine karşı ilk isyanları baş göstermiştir.
Kürtlerin, Osmanlı toprakları içinde milliyetçilik akımının en son geliştiği halklardan biri olduğunu söylemiştik. Bunun en belirgin nedenleri olarak Kürt coğrafyasının dağlık olması ve bu nedenle ekonomik yaşamın göçerliğe dayalı bir hayvancılığa dayanmasının bir sonucu olarak bu topraklara kapitalizmin geç girmesidir. Yine uzun bir dönem feodal beylikler biçiminde görece özerk bir yaşam sürmeleri ve yine feodal dönemin ideolojisi olan İslam dininin (Osmanlının Müslümanların halifesi olarak görülmesi, mesela bu algının bir sonucu olarak Kürtler gayrimüslim olan Ermenilere karşı Osmanlı rejimiyle birlikte hareket etmişlerdir) ulus bilincini geciktirici etkisi gibi nedenler sayılabilir. Gazetenin milliyetçilik akımlarının gelişmesinde önemli bir rol oynadığı dikkate alındığında ilk Kürt gazetesi olan Kürdistan’ın 1898’de yayın hayatına başlaması, Kürt milliyetçiliğinin ortaya çıkış ve gelişim süreci bakımından fikir vericidir (ilk özel Türk gazetesi Tercüman-ı Ahval ise 1860’da çıkartılmıştır). Bedirxan’ların çıkardığı Kürdistan gazetesi, ulusal bilincin geliştirilmesi amacıyla daha çok dil ve eğitime ağırlık veriyordu. Yine aynı dönemde kurulmaya başlayan ilk Kürt dernekleri de Kürtlerin ulusal bilincinin gelişiminde önemli bir rol oynamıştır. 1900’de kurulan Kürdistan Azm-i Kavî Cemiyeti, özellikle 1908 Jön Türk devriminden sonra ardı sıra kurulan Osmanlı Kürt İttihat ve Terakki Cemiyeti (1908), Kürt Teavün ve Terakki Cemiyeti (1908), Kürt Neşr-i Maarif Cemiyeti (1912), Hêvî Kürt Talebe Cemiyeti (1912), Kürdistan Teali Cemiyeti (1918) dönemin belli başlı Kürt dernekleri olarak faaliyet yürütmüştür.
Osmanlı devletinin I. Emperyalist Paylaşım Savaşı’ndan yenik ayrılmasından sonra Anadolu’nun işgaline karşı yürütülen Kurtuluş Savaşı süreci boyunca Anadolu “Türklerin ve Kürtlerin yurdu” olarak tanımlanmış ve Türklerle Kürtlerin bu mücadelenin iki asli unsuru olduğu vurgusu yapılmıştır. 23 Nisan 1920’de Büyük Millet Meclisi’nin açılış konuşmasında Mustafa Kemal, Misak-ı Milliyi sadece Türk toprağı olarak değil “kardeş milletlerin milli sınırı” olarak ifade etmiştir. Mücadelenin ortaklaştırılmasına bağlı olarak 27 Haziran 1920 tarihli ‘TBMM Vekiller Heyeti’nin Kürdistan Hakkında Elcezire Cephesi Kumandanlığı’na Talimatı’nda “Milletlerin kendi kaderlerini bizzat idare etmeleri hakkı, bütün dünyada kabul olunmuş bir prensiptir. Biz de bu prensibi kabul etmişizdir. Tahmin olunduğuna göre Kürtlerin bu zamana kadar yerel idareye ait teşkilatlarını tamamlamış, reis ve nüfuzlu kimseleri bu amaç doğrultusunda bizim tarafımızdan kazanılmış olduğu dikkate alındığında, reylerini ortaya koyduklarında zaten kendi kaderlerini de belirleyeceklerinden, BMM idaresinde yaşamaya talip olduklarını ilan etmelidirler. Kürdistan’daki bütün mesainin bu amaca dayalı siyasete yönlendirilmesi Elcezire Cephesi Kumandanlığı’na aittir”3 denilmekteydi.
Kurtuluş Savaşı’ndan sonra Kürtlerin statüsünün ne olacağı konusunda en somut karar Büyük Millet Meclisi’nin 10 Şubat 1922 tarihli oturumunda alınmıştır. İngiliz Yüksek Komiseri Horace Rumbold’un Dışişleri Bakanı Lord Curzon’a yazdığı 29 Mart 1922 tarihli rapora göre söz konusu oturumda Kürdistan’ın statüsüne dair alınan 18 maddelik kararın ana hatlarıyla ele aldığı konular şunlardı:
“1) TBMM Türk Milletinin medeniyetin gerekleri doğrultusunda ilerlemesini sağlamak amacıyla, Kürt milleti için kendi milli gelenekleriyle uyum içinde bir özerk yönetim kurmayı taahhüt eder. 3) TBMM, tüm Kürt Milleti tarafından benimsenen ve onurlu bir geçmişe sahip deneyimli bir yöneticiyi Genel Vali olarak seçecektir. 4) Genel Vali üç yıl için atanacaktır. Bu dönemin bitiminde eğer Kürt Milletinin çoğunluğu, önceki Genel Valinin görevine devam etmesini istemiyorsa, yeni bir Genel Vali Kürt Milli Meclisi tarafından seçilecektir. 6)Kürt Milli Meclisi, doğu vilayetlerinde genel oya dayalı seçimle oluşturulacak ve her Meclis üç yıl için seçilmiş olacaktır. 7) Kürt Ulusal Meclisi doğu vilayetlerinin gelir ve harcama bütçelerini kontrol etme ve alt kademedeki sivil ve idari görevlerin uğrayabilecekleri haksızlıkları soruşturma hakkına sahip olacaktır. 9) Sınırları karma bir komisyon tarafından belirleninceye kadar, Kürdistan idari bölgesi Van, Bitlis, Diyarbakır Vilayetleri, Dersim sancağı ve kimi kaza ve nahiyeleri içerecektir. 15) Türk dili sadece Kürt Milli Meclisi’nde idari işlerde ve hükümet idaresinde kullanılacaktır. Bununla birlikte Kürt dili okullarda öğretilebilir ve yönetim, Kürt dilinin gelecekte hükümetin resmi dili olma talebine temel teşkil etmeyecek şekilde, bu dilin kullanılmasını teşvik edebilir.”4
M. Kemal’in 16 Ocak 1923’te dönemin 9 ünlü gazetecisiyle İzmir’de yaptığı görüşmede Cumhuriyetin kuruluşundan sonra Kürdistan’ın statüsünün ne olacağı konusunda söyledikleri TBMM’nin gizli oturumunda alınan kararı doğrular niteliktedir: “Başlı başına bir Kürtlük düşünmektense, bizim Teşkilat-ı Esasiye Kanunu (Anayasa) gereğince zaten bir tür yerel özerklikler oluşacaktır. O halde hangi livanın (sancağın) halkı Kürt ise, onlar kendi kendilerini özerk olarak idare edeceklerdir.” Son olarak İsmet İnönü’nün Lozan’a “Türklerin ve Kürtlerin temsilcisi” olarak katıldığı ve bu temelde Kürt ileri gelenlerinden kendilerini temsil edebileceği yönünde belgeler aldığı bilinmektedir.
1924 Anayasası, Kürtlerin ulusal varlığının ve Kurtuluş Savaşı sürecinde Kürtlere verilen taahhütlerin inkârı; ulus-devletin inşası adına Kürtlerin ve diğer milliyetlerden azınlıkların Türklük içinde eritilmesine yönelik politikaların ilanı olmuştur. 1924 anayasasının hazırlık metninde ulus-devlet vurgusu “Devletimiz bir devlet-i millîyedir. Beynelmilel veyahut fevkalmilel bir devlet değildir. Devlet, Türk’ten başka millet tanımaz.” Sözleriyle ortaya konulmuştur. 1924’ten bugüne (mevcut anayasada da “devlete vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkesin Türk” olduğu vurgulanmaktadır) sürdürülen bu politikalara karşı Şeyh Sait’ten Ağrı ve Dersim isyanlarına kadar Kürtler birçok isyan gerçekleştirmiştir. Ve bugün resmi rakamlara göre 29 kez isyan ettikleri belirtilen Kürtlerin en büyük ve uzun süren isyanı ulusal hak mücadelesi sürmektedir.
ULUSAL SORUN VE ULUSLARIN KENDİ KADERİNİ TAYİN HAKKI
Avrupa’da Aydınlanma Dönemi filozofları “doğuştan haklar”, “siyasal temsil yetkisi” gibi kavramlar üzerinden yükselen burjuvazinin feodal aristokrasiye karşı mücadelesinin ideolojik temellerini oluşturmuşlardır. İşte bu dönemde “self determinasyon”; yani kendi kaderini tayin hakkı, bayrağına “özgürlük, eşitlik, kardeşlik” yazan burjuvazinin kendi ulus devletini kurma hakkı olarak anlam kazanmıştır. Avrupa burjuvazisi, kendi ulus devletlerini (İngiliz, Fransız, Alman, İtalyan vb…) oluşturduğu; güç ve etkisini arttırmak üzere yayılmacı politikalara sarılmaya başladığı dönemlerde ise, “toprak bütünlüğüne saygı” gibi söylemler eşliğinde bu hakkın kullanımını engellemeye yönelik politikalar geliştirmiştir. İşçi sınıfının kapitalist sömürü düzeninden kurtuluşunun ideolojisi olarak ortaya çıkan Marksizm, aynı zamanda emperyalist kapitalizmin sömürgeciliğine ve ezilen uluslara karşı uygulanan baskı politikalarına karşı Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı’nın en kararlı savunucusu olmuştur. Özellikle “halklar hapishanesi” olarak tanımlanan Çarlık Rusya’sında Lenin ve Stalin bu hakkın ne anlama geldiği ve kapsamının ne olduğu konusunda önemli makaleler yazmış ve bu hak en geniş anlamıyla Ekim Devrimi’nden sonra uygulanmıştır. Lenin ve Stalin’in makaleleri ezilen Doğu halklarına yol göstermiş ve onların dönemlerinde Sovyetler bu halkların en büyük destekçisi olmuştur.
Ulusal sorun, esas olarak burjuva karakterli bir sorundur; fakat işçi sınıfı ve burjuvazi arasında sınıf mücadelesinin sürdüğü koşullarda işçi sınıfı partisinin Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı (UKTTH) için mücadeleden vazgeçmesi, “burjuvazi ve gericiliğin ekmeğine yağ sürmek” anlamına gelecektir. Her türden milliyetçiliğin yerine enternasyonalizmi geliştirmek için çalışan işçi sınıfı partisinin bu hakkın savunulmasındaki amacı, halklar arasında eşitliği sağlamak ve ulusal çelişki ve çatışmalara son vermek iken, burjuvazi milliyetçiliği geliştirmeye, halklar arasındaki ayrımları kendi çıkarı için sürekli kışkırtmaya yönelik bir tutum takınır. “Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı için mücadelede, sosyal demokrasinin amacı, ulusal baskı politikasına son vermek, bu politikayı imkânsız kılmak ve böylece uluslar arasındaki çekişmeyi ortadan kaldırmaktır.” “Bu sebeple işçiler, en incesinden en kabasına kadar ulusal baskıya ve ulusları birbirlerine karşı kışkırtma politikalarının bütün biçimlerine karşı savaşırlar ve savaşmaya devam edecekler.”5
Ekim Devrimi’nden sonra Sovyet Rusya’da UKKTH en geniş anlamıyla uygulanmış, mesela Sovyetlerin aleyhine olduğu halde Finlandiya’nın bağımsızlığı tanınmıştır. Oysa aynı dönemde emperyalist burjuvazinin ikiyüzlü tutumunun en somut örneği Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı’nı içerdiği söylenen ünlü Wilson ilkelerinde kendini göstermiştir. Dönemin ABD Başkanı Wilson, UKKTH’nin sadece “bozguna uğramış imparatorlukların sınırları içinde kalan halklar için geçerli olduğunu” söylemiştir. Görüldüğü gibi bu hakkın kullanımı savaştan galip çıkan emperyalist devletlerin yayılmacı politikalarına hizmet ettiği oranda gündeme getirilmiştir. Bu ikiyüzlü politika, I. Emperyalist Paylaşım Savaşı’ndan yenik çıkan ülkelerin II. Emperyalist Paylaşım Savaşı’na ortam hazırlayan yayılmacı politikalarının da gerekçesi yapılmıştır. Oysa Sovyetler bu hakkı sadece kendi topraklarında uygulamakla kalmamış; II. Emperyalist Paylaşım Savaşı’ndan sonra kurulan Birleşmiş Milletlerin “vesayet rejimi altındaki halkların KKT ilkesine saygı” ilkesini benimsemesini de sağlamıştır.
Peki, UKKTH Sovyetler Birliği’nde nasıl uygulanmıştır?
Bir ulusun gelişim süreci bakımından belirleyici olan “Dil birliği“, “bölge birliği“, “ekonomik hayat birliği” ve “kültürel birlik” gibi kıstaslar üzerinden Sovyet halkları ulus (natsiya), uluslaşma sürecini tamamlayamamış milliyetler (natsionalnost) ve daha az gelişmiş etnik gruplar (narodnost) olarak sınıflandırılmıştır. 1936 Sovyetler Birliği Anayasası’nda devletin yapısı bölümünde “Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği aşağıdaki eşit Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri’nin gönüllü birliği temelinde kurulmuş federal bir devlettir” denilmektedir. Birlik cumhuriyetleri Ermenistan, Azerbaycan, Beyaz Rusya, Estonya, Gürcistan, Kazakistan, Türkmenistan, Tacikistan, Rusya, Letonya, Litvanya, Moldova, Tacikistan Ukrayna, Özbekistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetlerinden oluşuyordu. Anayasanın aynı bölümünün 17. Maddesi “Her Birlik Cumhuriyetinin SSCB’den özgürce ayrılma hakkına sahip” olduğunu belirtmektedir. Bu birliği oluşturan federal cumhuriyetlerin altında yer alan daha az nüfusa sahip olan ve iç bölgelerde yaşadıkları için ayrılma koşullarına sahip olmayan milliyetler “özerk cumhuriyet” biçiminde yapılandırılmış; bu temelde Azerbaycan sınırları içinde Nahçıvan Özerk Cumhuriyeti, Gürcistan’da Acar Özerk Cumhuriyeti, Özbekistan’da Kara-Kalpak Özerk Cumhuriyeti gibi birçok özerk cumhuriyet oluşturulmuştur. Özerk cumhuriyetlerin altında kalan daha küçük etnik yapılar ise, “özerk bölge” statüsünde (Dağlık Karabağ Özerk Bölgesi, Güney Osetya Özerk Bölgesi gibi) yaşamlarını sürdürmüş, kendi dil ve kültürlerini özgürce geliştirme koşullarına sahip olmuşlardır. Sovyetlerde bu yapılanma içinde her federatif ve özerk cumhuriyet devlet işlerinde kendi dilini kullanabiliyor, en küçük ulusal topluluklar bile kendi dilinde eğitim hakkına sahip bulunuyordu.
UKKTH’NIN BİR BİÇİMİ OLARAK ÖZERKLİK
Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı, kendi geleceğini özgürce belirme hakkıdır. “Kendi kaderini tayin hakkı, bir ulusun kendi hayatını istediği gibi düzenlemesi anlamına gelir. Ulusun kendi hayatını özerklik temelinde düzenleme hakkı vardır. Ulus, diğer uluslarla federatif bir ilişki içine girme ya da tamamıyla ayrılma hakkına sahiptir. Uluslar egemendir ve hepsi eşit haklara sahiptir.”6 Sovyetler Birliği’nde bu hak en geniş anlamıyla (Finlandiya örneğinde ayrılma hakkı, birlik cumhuriyetleri bakımından federal ve diğer milliyetler için özerklik biçiminde) kullanılmıştır. Burjuva karakterli bir sorun olan ulusal sorunun elbette kapitalizm koşullarında da çözümü mümkündür. Lenin, İsviçre örneğini göstererek ulusal sorunun kapitalizm koşullarında çözümünün ancak “tutarlı bir demokrasi” ile mümkün olduğunu söylemiştir. Marksistler, farklı uluslar tek bir devlet kurabildikleri sürece bu halkların bir arada yaşamasını savunur. Ancak bu tutum özel ekonomik ve toplumsal koşullara sahip, ulusal bileşimi farklı bölgelerin özerkliğini dışlamaz. Lenin bu konuda Marksistlerin tutumunu şöyle açıklamıştır: “Açıktır ki, hiç kimse, farklı ekonomik ve toplumsal özelliklere, özel bir ulusal bileşime vb. sahip her bölgeye böyle bir özerklik(yerel ve bölgesel-yyk) vermeyen gerçekten demokratik bir devlet tasavvur edemez.”7
Lenin ve Stalin, UKKTH ile ilgili polemiklerinin önemli bir bölümünü bu hakkı “ulusal-kültürel özerklik” ile sınırlayan burjuva milliyetçi “sosyal demokrat”larla yapmışlardır. Avusturyalı sosyal demokratların ulusal programı, yaşadıkları topraklara bakılmaksızın özerk ulusların birliğini amaçlayan ulusal-kültürel özerkliktir. Rusya’da bu programı benimseyen Yahudi sosyal demokratlar (Bundçular), ülkenin hiçbir bölgesinde kendilerine ait bir yerleşim birimi bulunmamasına, hiçbir bölgede çoğunluğu oluşturmamalarına rağmen Yahudi ulusunun birliğini ve bu birliği sağlamak üzere “ulusal meclis”ini oluşturmasını savunmuşlardır. Yine Lenin’le polemik yapan Ukraynalı Yurçeviç, Ukraynalı Marksistlerin görevini “işçiler arasında Ukrayna ulusal bilincinin geliştirilmesi, ulusal amaçları doğrultusunda onları aydınlatmak ve onlara önderlik etmek” olarak tarif etmektedir.
Lenin ve Stalin, birinci olarak UKKTH’nı sadece “kültürel özerklik” ile sınırlayan bir çözüm; ulusların ayrılma, federasyon biçiminde bir araya gelme veya birlikte yaşama seçeneklerini dışta bırakan bir “çözüm” olarak gördüğü için ulusal-kültürel özerkliği reddetmişlerdir. Stalin, ulusal sorunun çözüm reçetesi olarak ulusal-kültürel özerkliği gösterenlerin, bütün ezilen ulusları Prokrutes’in(*) yatağına girmeye zorladıklarına dikkat çekmiştir. İkinci olarak yaşadıkları topraklara (bölgeye) bağlı olmaksızın aynı milliyetten olanların kendi ulusal meclisleri tarafından yönetilmesi anlayışına dayanan ulusal-kültürel özerklik, halklar arasındaki milliyetçi ayrışmaları ve çatışmaları kışkırtır; işçilerin sınıfsal değil milliyetçi kaygılarla hareket etmesini salık verdiği için birlikte mücadele koşullarını ortadan kaldırır. Bu “çözüm” mesela İstanbul’da yaşayan bir Kürt işçinin Diyarbakır’da kurulacak olan Kürt meclisine bağlı olması anlayışına dayanır ki, bu durumda İstanbul’daki Kürt işçi ile diğer milliyetten işçiler arasına milliyetçi duvarlar yükselecek; onun fabrikada, yaşadığı yerleşim biriminde vb. baskı ve sömürüye karşı ortak mücadeleyi olanaksız kılacaktır. Oysa İstanbul’daki işçi yapay bir birlik değil; yaşadığı yerde demokratik, insanca yaşam için gerekli haklara sahip olmayı isteyecektir.
Marksizm’in, ulusal-kültürel özerkliğe alternatifi, bölgesel/yerel özerkliktir. Bölgenin ekonomik ve toplumsal şartları, nüfusun ulusal yapısı bu bölgelerin belirlenmesinde temel kıstas olarak alınarak o bölgede yaşayanların kendi öz-yönetim mekanizmasını kurmasıdır. Bu mekanizma İstanbul’daki Kürt işçinin hem diğer sınıf kardeşleriyle birlikte sömürüsüz bir dünya için mücadele koşullarını yaratacak, hem de bölgenin koşullarına bağlı olarak kendi dil ve kültürü ile ilgili haklarını talep edebilmesini sağlayacaktır. Bölgesel/yerel özerklik mesela Kürt coğrafyasında Kürtlerin başta anadilde eğitim olmak üzere, ulusal demokratik haklarını elde etmeleri, kendi yönetsel mekanizmalarını kurabilmelerine olanak sağlamakla kalmayacak, aynı zamanda ülkenin çeşitli bölgelerindeki azınlıkların (Arap, Laz vb.) kendi kültürlerini yaşatabilmeleri ve toplumun tüm kesimleri için demokratikleşmenin gerçekleşmesini sağlayacaktır.
Burada kısaca, Kürt ulusal hareketinin “demokratik özerklik” olarak tanımladığı çözüm projesinin Marksizm’in yerel/bölgesel özerkliğe dayanan çözümünün neresinde durduğuna bakmak gerekiyor. Öncelikle Öcalan, “demokratik özerklik” projesinin çerçevesini belirlerken “reel sosyalizmi (söz konusu edilen Sovyetler Birliği pratiğidir-yyk) Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı’nın sadece devletle, devlet sahibi olmakla sağlanabileceği” anlayışına dayanmakla eleştirmektedir.8 Oysa Sovyet pratiği, yukarıda da ana hatlarıyla ortaya konulduğu gibi UKKTH’nın en geniş anlamıyla ve her biçimiyle uygulandığı bir deneyim durumundadır ve aslında Öcalan’ın çözüm modeli de, eleştirdiği “reel sosyalizmin” ortaya çıkardığı birikimin bir sonucu olarak şekillenmektedir. Zaten KCK Yürütme konseyi Başkanı Murat Karayılan da “Bizim geliştirmek istediğimiz demokratik özerklik modeli etnisiteye dayalı bir modelden ziyade yerinde yönetimi esas alan demokratik bir modeldir “9 diyerek aslında “demokratik özerklik” olarak tanımlanan çözümün milliyetçi ayrışmaya dayalı ulusal-kültürel özerklik anlayışının karşısında Lenin ve Stalin tarafından savunulan halkların eşitliği ve emekçilerin ortak mücadelesini temel alan yerel/bölgesel özerklik modeline dayandığını ortaya koymaktadır.
Özetlemek gerekirse, kapitalizm koşullarında ulusal sorunun çözümünün tek yolu tutarlı bir demokrasi (demokratikleşme) ise, bölgesel/yerel özerklik de bunun biçimlerinden biridir. Bugün Kürt sorununun çözümü bağlamında sıkça gündeme getirilen Bask ve Katalan modelleri de bölgesel özerkliğe dayanan modellerdir. İki şey karıştırılmamalıdır; bölgesel özerklik belirlenirken bölgenin ulusal nüfus yapısı, ekonomik-sosyal yapısı göz önünde bulundurulur. Bu bakımdan bu model, farklı milliyetlerin kendi dil ve kültürlerini geliştirme, kamusal alanda kullanma vb. koşullarına olanak sağlar. Ama bu özelliğine rağmen bu özerklik ulusal değil; bölgeseldir. Yani Madrid’te yaşayan bir Katalan, Barselona’daki Bölgesel Katalan meclisine değil; Madrid’teki yönetime bağlı olarak yaşamını sürdürmektedir. Bu Katalan eğer bir işçi ise, ayrı bir Katalan işçi sendikasında değil; diğer milliyetlerden sınıf kardeşleri ile aynı sendikada mücadele etmektedir. Başka bir deyişle, Kürt sorununun çözümü bağlamında Bölge’de oluşturulacak böylesi bir yönetim ve meclis, sadece Kürtlerin değil; bölgede yaşayan diğer etnik ve dinsel (Arap, Süryani, Ezidi) azınlıkların da yönetimi ve meclisi olacaktır. Bölgesel özerkliğe dayalı çözüm, Kürt halkının “demokratik özerklik” talebini karartmak için “Kürtler sadece Bölge’de yaşamıyor” gibi gerekçeler uydurmaya çalışan ülke gericiliğinin gerekçelerinin de elinden alınması anlamına da gelmektedir.
SONSÖZ: ÖZERKLİK BİRLİKTE YAŞAMA PROJESİDİR
Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Baydemir 10. Munzur Kültür ve Doğa Festivali’nde “Bizler Demokratik Özerklik Projesi’ni ‘Milli Beraberlik Projesi’ olarak görüyoruz” dediği ve Diyarbakır Belediyesinin önünde Türk bayrağıyla birlikte sarı kırmızı yeşil bayrağın dalgalanmasından söz ettiği için “vatan haini”, “bölücü” ilan edilip medya tarafından hedef haline getirilmişti. Bugün egemen güç odakları Kürt halkının özerklik talebini “üniter devleti tehdit eden bir talep” olarak görmekte/göstermektedir. Oysa Kürt ulusal hareketi yıllardır Türk halkıyla birlikte yaşamdan yana olduğunu söylemekte ve “demokratik özerkliği” eşit haklar temelinde birlikte yaşama projesi olarak savunmaktadır. Burada her şeyden önce şunu belirtmek gerekir ki, özerklik talebi üniter devletle çelişen bir talep değildir. Bunun en somut örneği, ülkenin 22 bölgeye ayrıldığı ve her bölgenin kendi yerel meclisi tarafından yönetildiği Fransa devletidir. Fransa gibi üniter yapısını koruyan bir diğer devlet de özellikle Kürt sorununun çözümü bağlamında Katalan ve Bask modelleriyle gündeme gelen İspanya’dır. 1978’de kabul edilen İspanya Anayasası’nın 2. Maddesinde : “Anayasa, İspanyol ulusunun parçalanmaz birliğine, bütün İspanyolların ortak yurdunun bölünmezliğine dayanır; ulusu oluşturan milliyetlerin ve bölgelerin özerklik hakkını ve kendi aralarında dayanışmasını tanır ve güvence altına alır” denilmektedir. Demek ki, özerklik talebi iddia edildiği gibi üniter devleti parçalayacak bir proje değil; aksine çözümsüzlük politikalarının İnegöl ve Dörtyol’da görüldüğü gibi giderek Türk ve Kürt halklarını karşı karşıya getirecek, halklar arasında ayrışmayı kışkırtacak boyutlara vardığı bir süreçte halkların yeniden birlikte ve güven içinde yaşamasını temin edecek bir taleptir.
Bugün çözüm yönünde açık-gizli çeşitli müzakerelerin/görüşmelerin yapıldığı bir dönemde, çözüm konusunda adı sıkça ‘model’ olarak telaffuz edilen İspanya’da sürecin nasıl işletildiğine kısaca bakmakta yarar var. İspanya’da 1973’te faşist diktatör Franco’nun ölümünden sonra yeni bir anayasa hazırlamak için Bask ve Katalan bağımsızlıkçıları, sosyalist, liberal, sosyal demokrat temsilcilerin yer aldığı 9 kişilik bir heyet oluşturulmuş; hükümet ‘yol haritası’nı bu heyetle birlikte hazırlamıştır. Bu çalışmaların bir sonucu olarak 1978’de Bask, Katalan, Galiçya ve Navara bölgelerine özerklik hakkını tanıyan yeni bir anayasa yapılmış ve genel siyasi af çıkartılmıştır. İspanya’da özerk bölgelerin statüsü ve işleyişini Basklı tarihçi ve gazeteci Manuel Martorell şöyle anlatıyor: “Bu özerk yönetimlerin kendi hükümetleri var. Özerk parlamentosu var. Kendine ait bir yargı kurumu var, yüksek mahkemesi var. Bask bölgesinin, Navara’nın ve Katalonya’nın kendi polis güçleri var. Bunlar herhagi bir polis gücü değil, güçlü polis örgütleridir. Vergilerin toplanması konusunda da otonomi hükümetinin söz sahibi olduğu alanlar var. Bazı vergiler sadece otonomi hükümetine ait. Bazı vergileri ise merkezi hükümet ile otonomi hükümeti ikisi topluyor. İkisi arasında pay ediliyor. Eğitim, ekonomi, sağlık, ulaşım, yargı, kültür, turizm, ormanların işletilmesi, karayolları, spor vb. alanlar otonomi hükümetinin yetkileri içindedir. Bölgeyle ilgili önemli yetkileri otonomiler kendileri icra ediyor. Örnegin, Bask bölgesindeki demiryollarının işletmesi, denetlemesi tamamen Bask hükümetine aittir. Her otonominin kendi bayrağı var.(…) İspanya’da kendilerine ait dilleri olan otonomiler, kendi dilleriyle eğitim yapıyorlar. Bu otonomilerde eş resmi dil var. Kendi dilleri de resmi dildir. Eğitim sisteminde iki dilde farklı modeller var. Her bölgede aynı değil, ama temel olarak çift dilli bir eğitim sistemi var.” 10
Sonuç olarak UKKTH, ulusların birlikte ya da ayrı ama eşit haklar temelinde birbirleriyle dostane ilişkiler geliştirmesini sağlar; milliyetçi ayrışma ve çatışmaları etkisizleştirerek işçi sınıfının ve emekçi halk kitlelerinin ortak mücadele koşullarını sağlar. Ülke egemenlerinin Kürt sorunu konusundaki 80 yıllık pratiği, ulusal baskı politikasının, Kürt halkını yok sayma ve Türklük içinde eritme uygulamalarının birlikte yaşamayı değil, aksine her iki ulus içinde ayrışma, milliyetçi çatışma ve bölünme eğilimini güçlendirdiğini göstermiştir. Bugün bu eğilimleri etkisizleştirmenin yolu, Kürt ulusal hareketinin temsilcileriyle görüşmelerin devam ettirilmesi ve “demokratik özerklik” talebinin karşılanmasıdır. Açıktır ki, Kürt halkının eşit haklar temelinde birlikte yaşamak için talep ettiği “demokratik özerklik” değil, bu talebin “acaba bölünür müyüz?” ve benzeri kaygılarla reddedilmesi ülkeyi bölünme noktasına getirecektir. Bu bakımdan “demokratik (bölgesel)özerklik” talebi sadece Kürt ulusal hareketinin değil; halkların ve Türk-Kürt her milliyetten işçi ve emekçilerin ortak mücadelesine dayalı demokratik bir gelecek inşa etmek üzere başta her milliyetten işçi sınıfının partisi olmak üzere bütün emek, barış ve demokrasi ve halk güçleri tarafından sahiplenilmelidir.
KAYNAKÇA
1 Stalin, Marksizm ve Ulusal Sorun (Lenin-Stalin), Evrensel Basım Yayın-İst, s.14.
2 François Georgeon, Osmanlı-Türk Modernleşmesi, YKY-İst, 2006, s. 5.
3 TBMM Gizli Celse Zabıtları Cilt:3, İş Bankası Yay., s. 550-551
4 Ahmet Mesut, İngiliz Gizli Belgelerinde Kürdistan 1918-1958, DOZ Yayınları, sf.138-139
5 Stalin, Marksizm ve Ulusal Sorun, Evrensel Basım Yayın, s. 24-25
6 Stalin, age, Sf. 25
7 Lenin, age. Sf.103
8 Öcalan, 20.08.2010 Görüşme Notları. www.gundem-online.net
9 M. Karayılan, ANF Röportajı, 13.09.2010
10) Manuel Martorell, Günlük Gazetesi, 23.08.2010
*Prokrustes: Yunan mitolojisinde yolcuları durdurup demir yataklara yatıran ve kısa gelirse çekerek uzatan, uzun gelirse keserek kısaltan, böylece onları işkence ederek sakatlayan Attikalı haydut.