Türkiye, yükselen ya da yükseltilen milliyetçi dalganın eksen kaymalarına yol açtığı bir süreç yaşıyor. Köpürtülen milliyetçi dalgayla oluşan zeminde, sınıf eksenli bakış ve kavrayıştan ulusal eksenli bakış ve kavrayışa kaymaların yaşandığı gözleniyor. Demokratik haklar, laiklik, Kürt sorunu, Avrupa Birliği gibi birçok meselede sınıfsal yaklaşımlara sahip olduğu bilinen birçok akademisyen ve aydında da “Kızılelmacı” bir dilin hakim olmaya başladığı görülüyor. Örtük ve geride duran “Kemalist damar” öne çıkıyor.
Sendikal alanda da dönemin havasına uygun bir anlayış geliştirilmeye çalışılıyor. Söz konusu çaba, içinde, uzlaşmacı ‘sarı sendikacılığı’ aşan bir tehlikeyi barındırıyor: İşçiyi ‘pasifleştirme’nin ötesinde, ulusal ve uluslararası ölçekte farklı milliyetlerden sınıf kardeşlerine düşmanlaştırma… Bahsi geçen anlayış, her şeyin önüne “ulusal”ı koymanın yanı sıra sınıf mücadelesi, sınıf dayanışması, enternasyonalizm gibi kavramların ya içini boşaltıyor ya da kavramsal çarpıtmalara yöneliyor.
Sözde ‘sol’ eğilimli “Kızılelmacılar”a göre, işçilerin hakları için mücadele etmelerine rağmen hak kayıplarına uğramalarının nedeni, işçi haklarına saldırının aslında ülkeye saldırı olduğunu görememeleridir*: “İşçi ve sendikacılık hareketi, 1992-93 yıllarından itibaren sürekli olarak mevzi kaybetmektedir. En öne çıkan kayıplar şöyle özetlenebilir: Gerçek ücretler sürekli olarak gerilemektedir. İşsizlik artmaktadır. 2003 yılında kabul edilen 4857 Sayılı İş Kanunu ile birçok işçi hakkı yok edilmiştir. Özelleştirmelerle işyerleri kapanmaktadır. Taşeronlaştırma, fason üretim ve evlerde çalışma yaygınlaşmaktadır. Sosyal güvenlik haklarına yönelik sistemli bir saldırı vardır. Sendikasızlaştırma yaygınlaşmaktadır…
Bugün yapılması gereken ilk iş, bu başarısızlığın sebebini doğru olarak teşhis etmektir.
İşçi ve sendikacılık hareketinin büyük bölümü, bu saldırıları sadece işçilere yönelik adımlar olarak ele almakta, bu nedenle de milletimizin diğer kesimlerinden kopmaktadır. AB ve ABD merkezli işçilere yönelik saldırılar, esasında Türkiye’yi parçalamaya, milletimizi bölmeye ve birbirine düşürmeye yönelik saldırının birer unsurudur. Eğer işçi ve sendikacılık hareketi bu gerçeği kavrarsa, politikalarını yeniden biçimlendirirse, hem ülkemizin bağımsızlığı, hem de işçilerin çıkarları açısından başarılar elde edecektir.”
İşçi haklarına yönelik sıralanan saldırılar, sadece Türkiye’ye özgü olmayan, uluslararası ölçekte sınıfa yönelik saldırılardır. Ülkemizi parçalamaya yönelik saldırılar olarak değerlendirilen sınıfın kazanılmış haklarının gasbı, emperyalist merkezler AB ve ABD işçi sınıfına da yöneltilmiştir. Saldırılar, kapitalist sermaye birikiminin ihtiyacına uygun olarak hayata geçirilen neoliberal politikaların bir sonucudur. Dünya çapında işçi sınıfına yönelik saldırıların, ülkeyi parçalamaya dönük paranoyalarla açıklanması “abesle iştigaldir” denilerek geçilebilirdi. Fakat, söz konusu mantığın işçi sınıfını milliyetlere göre bölme ve düşmanlaştırma tutumu, bazı kavram ve kavramaları hem mahkum etmeyi, hem de yerli yerine oturtmayı zorunlu kılıyor.
‘ENTERNASYONALİZM’ HAYAL Mİ?
Avrupa Birliği’ne milliyetçi argümanlarla karşı çıkanlar, anlayışlarını sınıf ilişkilerine de taşımaktalar. Bu alandaki en kristalize olmuş örneği, Yıldırım Koç’un kaleme aldığı ve Kaynak Yayınları’ndan çıkan “Avrupa Sendikacılığı – Enternasyonalizm mi? Çağdaş Misyonerlik mi?” adlı kitap oluşturuyor.
“Sermayenin değil, emeğin Avrupa’sı” söylemi ile Avrupa Birliği’ni (AB) savunan kesimlerle polemik iddiasında… Fakat iddianın ortaya konuşu, konuların ele alınışı, yürütülen mantık ve varılan sonuçlarıyla tartışma, tehlikeli bir mecrada yürüyor. Kitap ‘Havet’çiler** olarak tanımlanan ‘Emeğin Avrupası’ savunucularının yanılgılarıyla savaş verirken, kendisi handikaplara yol açıyor. ‘Havet’çilerin, işçi sınıfının dayanışmasının, Avrupa Birliği’ne girmeden de sağlanabileceğini gösteren “enternasyonal” deneyimleri görmezden gelen tutumu, Kızılelmacılarda açıktan redde dönüşüyor: “Avrupa’nın emperyalist ülkelerinin işçi sınıfları ve sendikaları, bu mücadelede (Türkiye’nin kurtuluşu mücadelesi) müttefikimiz değildir; düşmanımızın müttefikidir… Emperyalist sömürüden elde edilen kaynakların bir bölümüyle halkın refah düzeyi yükseltildiğinden ve bu sömürü sayesinde her türlü hak ve özgürlük kolayca elde edildiğinden, bu ülkelerin işçi sınıflarının çok büyük bölümleri, bilinçli bir tercihle bu emperyalist politikaları desteklemektedir… Avrupa’da halkın yüzde 90’ı işçi sınıfıdır. Hükümetler işçi sınıfının desteğine sahip hükümetlerdir. ‘Sermayenin Avrupası’ ile ‘emeğin Avrupası’ arasında bir fark yoktur. Avrupa işçi sınıfından hayır beklemek hayaldir…”
Avrupalı işçilerle ülke işçisini karşı karşıya getiren bu sözler, Yıldırım Koç’un kitabından alındı. Karşı karşıya getirişin tersini; enternasyonalist dayanışmayı, sermayenin dünya genelinde dayanışma içinde gerçekleştirdiği saldırılara karşı birlikte mücadeleyi savunanları ise Koç, “saflıkla”, “hayalcilikle” ya da “emperyalist sömürüyü gizlemeye çabalamakla” suçluyor.
Enternasyonalizm tutumunun önem kazanması; doğrudan, işçi sınıfının tarih sahnesine bağımsız bir sınıf olarak çıkmasıyla yakından ilgilidir. İngiltere’de toplanan Uluslararası Emekçiler Birliği (1. Enternasyonal), Komünist Manifesto’da yer alan “Bütün ülkelerin işçileri birleşin” sloganını şiar edinmiştir. Şu ülkenin işçileri, bu ülkenin işçileri olarak bir ayrım yapılmamıştır. Dünyayı tek bir kapitalist pazar olarak bütünleştirmeyi amaçlayan kapitalizm karşısında işçilerin bütün dünyada ortaklaşması gerektiği vurgulanmıştır. Ekim devriminin ardından, 1919’da kurulan 3. Enternasyonal (Komintern), sloganı, “Bütün ülkelerin işçileri ve ezilen haklar birleşin” noktasına taşımıştır. Ulusal kurtuluş hareketlerinin desteklenmesi için büyük çaba harcanmıştır. Bu çaba, değişik ülkelerden işçilerin sınıf sendikaları çatısı altında bir araya gelmelerine hizmet etmiştir. İşte böylesi tarihsel bir mirasın sonucudur, İngiltere’deki madencilerin grevine dünyanın her yerinden işçi örgütlerinin para yağdırması; Fransız, Belçikalı ve Avustralyalı liman işçilerinin İngiltereli madenciler için dayanışma eylemleri yapması. 1989-1990 Zonguldak madencilerinin grevi ve Ankara Yürüyüşü sırasında da, yine uluslararası bir dayanışma örneği yaşandı. Avustralya’da dayanışma eylemleri yapılarak, Türkiye’nin kömür ithalatı durduruldu.
İşçi sınıfı için enternasyonalizm; ulusların ve halkların kardeşliği temelinde; ırk, din, dil, milliyet ve coğrafya farkı gözetmeksizin, tüm işçilerin ve ezilen halkların birleşmesi; sınırların bu temelde anlamsızlaşıp ortadan kalkmasının amaçlanmasıdır. Evet, işçi sınıfı enternasyonalizminin amacı, sınırların olmadığı, ulusların ortadan kalktığı tek bir insanlık dünyasıdır. Geçmişte kurulmuş üç işçi sınıfı enternasyonalizminin hedefi de budur. Bugün de, gerçek bir enternasyonalizm, işçi sınıfının şahsında, onun örgütleri (sendikalar, sınıf partileri, değişik uluslararası işçi birlikleri) arasında yaşatılmaya çalışılmaktadır. Yapılması gereken, bu çabaların güçlendirilmesidir. Hangi milliyetten olursa olsun, kapitalizm karşısında çıkarları ortak tek bir sınıf oluşturması ve buradan kaynaklanan uluslararası dayanışma ihtiyacının ötesinde, sermayenin bir ülkeden diğerine çok hızlı bir şekilde üretim kaydırması yaptığı bir dünyada, tek tek ülkelerde işçi ve emekçilerin mücadelelerinin başarıya ulaşması, böylesi bir dayanışmaya ihtiyacı artırmaktadır. Sermayenin üretim kaydırması tehdidini, farklı ülkelerdeki işçileri rekabete sokarak sömürüyü artırmanın aracına dönüştürdüğü bir dünyada, farklı ülkelerdeki işçilerin dayanışması elzemdir. Enternasyonalist dayanışma, küreselleşmiş kapitalist dünyada yakıcılığını daha açıktan hissettiriyor. Buna rağmen Avrupa’daki sendikaların duruşu ve tutumundaki sınıf-dışılık, AB işçi sınıfıyla dayanışmanın reddine dönüştürülüyor: “Türkiye’den TÜRK-İŞ, DİSK, HAK-İŞ ve KESK’in üyesi bulunduğu Avrupa Sendikalar Konfederasyonu (ETUC), emperyalist bir güç olan Avrupa Birliği’nin parasıyla ayakta durabilmekte ve faaliyet gerçekleştirebilmektedir. Avrupa Sendikalar Konfederasyonu, Avrupa Birliği’nin beslemesidir. Avrupa Sendikalar Konfederasyonu eski Genel Sekreteri Emilio Gabaglio’nun bir yönetim kurulu toplantısında yaptığı açıklamaya göre, örgüt, yaptığı faaliyetlerde harcadığı paranın yüzde 85’ini, Avrupa Birliği’nden almaktadır… Avrupa Sendikalar Konfederasyonu’nun emperyalist Avrupa Birliği’nin beslemesi olmaktan kurtarılabilmesi çok zor gözüküyor. Ona umut bağlayanların işi ise daha da zor.”
Biz de rahatlıkla şunu söyleyebiliriz. Avrupa Sendikalar Birliği ve onun sendika bürokratları, zaten işçi çıkarlarını çoktan terk etmiş, zamanlarını, işçileri, kapitalistlerin çıkarlarıyla aynı çıkarlara sahip olduklarına inandırmaya ayırmış, “tekellerin Avrupası”nın misyoneri olmuşlardır. Üstelik bu faaliyeti sadece açıkça ve açık faaliyetlerle de değil, bir ajan gibi, sendikal faaliyet adı altında sürdürürken, kimi çevrelere, onları baştan çıkaracak ölçüde maddi çıkar sağlayarak, dezenformasyon yaparak da sürdürmektedirler. Bu nedenledir ki, “Emeğin Avrupası” adına AB’ye evet diyenlere, “Emeğin Avrupası” stratejisinin çıkış merkezi Avrupa Sendikalar Konfederasyonu’nun (ETUC) hali anlatılmıştır. Avrupa işçi sınıfının yeni temellerde bölünmesinin kurumsal güvencelerinden birini oluşturan ETUC’un, neo-liberal Avrupa’nın inşası içinde aktif bir rol üstlenmiş olmasına dikkat çekilmiştir. ETUC’un işçileri bölen, neo-liberal Avrupa’ya hizmet eden bu tutumunun serbest dolaşıma karşı aldığı tavırda açıkça görüldüğü anlatılarak, “Doğu ülkeleri işçilerinin serbest dolaşım hakkına uzun süreli kısıtlamalar konulmasının en hararetli savunucusunun ETUC olduğu görüldü. Doğu Avrupa ile AB üyesi ülkeler arasındaki bulunan gelir uçurumunun kısa sürede kapatılamayacağını savunan ETUC, bu uçurumu kapatacak yeni sosyal paketler yerine uzun süreli dolaşım hakkı kısıtlamalarına dayanan ‘korunma stratejisi’ni tercih etti” denildi. AB Komisyonu’nun sağ kolu olan ETUC’un, son 10 yılda AB Komisyonu’na olan mali bağımlılığının da artmış durumda olduğunun altı çizildi. (Bkz: Bülent Falakaoğlu, “Havet’ten ‘Evet’e Sol AB’cilik ve Fikir Babalarının Durumu”, Özgürlük Dünyası, sayı 154)
Yoğun bir işsizlik kaygısı taşıyan, bu sürecin sebebini göçe bağlayan, aynı zamanda mali açıdan bağımlı Avrupalı sendikalar, maalesef uluslararası bir mücadele yürütecek durumda değil. Peki bu gerçeklik, AB’li işçilerle birleşik bir mücadele ve dayanışma içerisine girmenin önünde engel midir?
EŞİTLEYEREK ÇARPITMA
Yukarıda sorulan sorunun cevabı, sendikal bürokrasi ile işçi sınıfının düz bir mantıkla eşitlenmesi halinde, ‘evet, engeldir’ şeklinde olur. Bu olumsuz cevabı verdirmek niyetinde olanlar, Avrupalı işçileri, sermayenin neo-liberal saldırılarına maruz kalmayan tuzu kurular olarak gösterme gayreti içerisindeler: “Avrupa’nın emperyalist ülkelerinde ücret/gelir düzeyleri sürekli olarak yükselmektedir.”.. “Avrupa’nın emperyalist ülkelerinde çalışma koşulları iyidir ve daha da iyileşmektedir.”.. “Avrupa Birliği ülkelerinde gelişkin bir sosyal güvenlik sistemi mevcuttur.”.. “Avrupa’nın emperyalist ülkelerinde işçi sınıfı hayatından memnundur.”
Kapitalist bir merkez olan Avrupa Birliği (AB), neo-liberal sermaye birikiminin ve dünya ölçeğinde rekabetin mantığına uygun bir dönüşüm süreci yaşıyor. AB, Maastrich (1992) ve Amsterdam (1997) anlaşmaları aracılığıyla neo-liberalizmin anayasalaştırıldığı bir birlik. Belirtilen anlaşmaların ruhuna uygun olarak, Lizbon Stratejisi (2000), Hartz IV, Agenda 2010 vb. programlar hayata geçiriliyor. Ortaya konan projeler, hayata geçirilen uygulamalar, Japonya, ABD gibi rakipleriyle rekabet edebilir AB’yi hedefliyor. Bundan dolayıdır ki, AB, işçi haklarını ve genel olarak sosyal hakları, “yoksullukta eşitlik” ilkesine uygun biçimde, bu hakların en geri olduğu ülkelerin mevzuatına göre yasallaştırıyor. Örneğin, “AB Hizmet İşleri Yönetmeliği” oluşturuyor. Yeni yönetmeliğe göre, Almanya’da çalışan bir Polonyalı işçi Almanya’nın yasalarına göre değil, Polonya’da geçerli olan yasalara göre çalışacak! Yani aynı işyerinde, biri, Alman olduğu için yüksek ücretle 7 saat; diğeri, herhangi bir Doğu Avrupa ülkesinden gelen bir işçi olduğu için 12 saat, düşük ücrete çalışabilecek.
Avrupa, son çeyrek yüzyıldır, basit sosyal hakların merkezi olmaktan hızla çıktığı bir süreç yaşıyor. 1475 sayılı Yasa değişikliğinde, tüm maddelerdeki esnek çalışma dayatmalarının gerekçesinin “AB Çalışma Yaşamı Sözleşmeleri”ne dayandırılması tesadüf değil. Agenda 2010 programının içeriğine bakmak bile, işçi ve emekçilerin kazanılmış haklarının hangi yöne doğru gittiğini anlamak için yeterlidir: Sağlık alanında, sigortalara ödenen primlerde işverenin payı azaltılacak. Sigortalıların primleri ise artırılacak. Her doktora gidişte 10 Avro muayene parası ödeme uygulaması başlatılacak. Altı haftalık hastalıktan sonra ücretin yüzde 70’inin sigortalar tarafından ödenmesine son verilecek. Emeklilik maaşı hesaplanmasında yeni formül bulunacak. Maaşın yüksekliğinin yeniden hesaplanması ve emeklilik maaşı hakkının kısıtlanmasıyla maaşlar azaltılacak. Agenda programının dışında, işsizlik sigortasındaki değişikliklerden, şimdilik Avrupalılara kabul ettirilemeyen AB Anayasası’na kadar bir dizi düzenleme örneklenerek, liberalleşen AB’nin sosyal hakları budaması anlatılabilir. Fakat uzatmaya gerek yok; Yunanistan’dan İspanya’ya, Fransa’dan İtalya’ya sokaklara dökülen işçiler, emekçiler, öğrenciler her şeyi özetliyor.
SINIFIN KAZANIMLARINI EMPERYALİST MERHAMETE(!) BAĞLAMA
Ulusalcı anlayışların çarpıttığı bir diğer nokta, hak ve özgürlüklerin elde ediliş biçimi: “Emperyalist sömürüden elde edilen kaynakların bir bölümüyle halkın refah düzeyi yükseltildiğinden ve bu sömürü sayesinde her türlü hak ve özgürlük kolayca elde edildiğinden, bu ülkelerin işçi sınıflarının çok büyük bölümü, bilinçli bir tercihle bu emperyalist politikaları desteklemektedir!.. Avrupa ülkelerinin işçi sınıflarının siyasal tercihleri, aldatılmanın değil, kısa ve orta vadeli çıkarlarının yansımasıdır ve emperyalist sömürü devam ettiği sürece bu çizgi sürecektir.”
Düz bir mantık: Emperyalist ülkelerde haklar için mücadele etmeye gerek yok!.. Emperyalistler, sömürüden aldıkları payları emekçi sınıflara karşılıksız verirler. Sınıf mücadelesi tarihini inkar eden bu mantık, sermayeyi de kendi ülkesinin işçi sınıflarına ‘merhametli’ gösteren bir çarpıtma tutumu içerisinde. Oysa, dünya işçi sınıfı kültürüne “Kızıl Sendikacılık” kavramını kazandıran, günümüzün en büyük emperyalist gücü ABD’nin işçi sınıfıdır. Amerikan işçi sınıfı, oldukça sert ve çatışmalı bir sınıf mücadelesi tarihine sahiptir. Direnen, mücadele eden işçilere giydirilen kırmızı önlükler, zaman içinde mücadeleci sendikaları tanımlamak için kullanılır olmuştur. Amerikalı işçilerin 1884 yılında 8 saatlik iş günü için başlattıkları mücadele, daha sonra dünya emekçi halklarının mücadelesine ışık tutmuştur.
Avrupa işçi sınıfının sadece kendilerine değil, dünya işçi ve emekçilerine kazandırdıkları, inkar edilemez boyuttadır. Çalışma koşulları ve işçilerin yaşamını ilgilendiren konularda evrensel nitelikli sözleşmelerin oluşmasında, Avrupalı işçilerin imzası bulunuyor. Örnek, Versailles Barış Anlaşması’nın girişi bölümünü oluşturan İşçi Hakları Bildirgesi… Sendikaları kapatan Hitler ve Mussolini faşizmi bile Avrupa işçi sınıfını mücadeleden alıkoyamamıştır.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında, kapitalizmin işçilerin mücadelesinin gelişmişliği ve sosyalizmden korkusu ile oluşturduğu “sosyal devlet” modeli ile işçi sınıfı geniş ekonomik ve sosyal haklar kazanmıştır. Söz konusu haklar, kapitalist sistem tarafından bahşedilen haklar değildir ama Avrupalı işçi ve emekçilerin, kora kor mücadelelerinin devrimlerin eşiğinden dönmesi ve hâlâ mücadeleci ruhu bünyesinde taşıyor olmasının burjuvaziye verdiği korkunun kazanımlarıdır. Fakat “sosyal devlet” modelinin, sendikaları, mücadeleci geçmişlerini inkara ve sistemle uzlaşmaya götürdüğü bir gerçektir. Artan kâr oranlarının da etkisiyle işçilere yüksek ücret verilmesi, talepler üzerinden mücadele yerine sendikaları masa başı çözümlere yöneltmiştir. Bu yöneliş, sendikaların, 1970’lerden başlayıp günümüze dek süren erimelerinin sebebidir. Kâr oranlarının düşmesi, sosyalizm tehdidinin şimdilik ortadan kalkması ve sendikaların gücünü yitirmesiyle birlikte, Avrupa da dahil, emekçilerin kazanılmış haklarının gasbına yönelik dünya ölçeğindeki saldırılar, sermayenin merhametinden söz edilemeyeceğinin göstergesidir.
Sadece Avrupa’da değil, Türkiyeli işçi ve emekçilerin sendika kurmaktan, 8 saat iş gününe kadar pek çok hakkı kazanmasında, Avrupalı işçilerin mücadelesinin payı reddedilemez bir gerçektir. Sadece bu bile, işçi ve emekçilerin enternasyonal dayanışmasının ve küreselleşme ile birlikte sermayenin sürdürdüğü saldırılara karşı birlikte mücadele etmenin önemini ortaya koyuyor. Fakat “ulusalcılar”, AB’ye karşı çıkma adına, sınıfın kazanımlarını emperyalist hibe gösterme çarpıtmasının yanı sıra, “Avrupalı işçiler, senin cebinden alınan paralarla böyle rahat” diyerek, işçiler arasında düşmanlığı körüklüyorlar.
İŞÇİYE KENDİ BURJUVAZİSİNİ SEVDİRME TAKTİĞİ
Enternasyonalizmin özünü, Birinci Dünya Savaşı çıktığında, Alman devrimci Karl Liebknecht’in “asıl düşman evdedir” şeklindeki tutumunda görebiliriz. Rosa Lüksemburg’un “Bizden Fransız veya başka yabancı kardeşlerimizi öldürmemizi bekliyorlarsa onlara kesinlikle ‘hayır’ yanıtını vermeliyiz” şeklindeki çağrısı ise, enternasyonalizmin gerçek yaşamda ne anlama geldiğinin mükemmel bir örneğidir. Ulusalcılar, sadece Avrupalı işçilere yönelik tutumlarıyla değil, enternasyonalizmin özünü oluşturan değerleri reddedişleriyle de enternasyonalizmin uzağındalar. “Türkiye’ye sahip çıkılmadan hiçbir işçi sorunu çözülemez”, “İşçi misin? Önce vatan diyeceksin” vb. sloganlar, sınıf-dışı tutumun, enternasyonalizmin özüne uzaklığın kanıtıdır.
Alıntılanan ve ulusalcılar tarafından dillendirilen benzeri söylemler, memlekete “sahip çıkmaya” değil, aslında işçilere kendi burjuvazilerini sevdirmeye hizmet ediyor. Ulusalcılara göre, yerli sermaye sevilesidir! Onlara göre, TÜPRAŞ’ın Koç’a, Erdemir’in OYAK’a, PO’nun Doğan’a satışı, eleştirilecek bir özelleştirme uygulaması değildir. Hatta yabancı sermayeye gitmediği için alkışlanmalıdır. Yakın zamanda gördük; Türkiye’nin en büyük kamusal varlığı TÜPRAŞ, Shell ile işbirliğindeki Koç’a satılınca, tüm ulusalcılar onay verdiler. Cumhuriyet Gazetesi, İlhan Selçuk imzalı başyazılarında, özelleştirmelere karşı çıkanları “kaba” solculuk yapmakla itham etti. Hatta gazete yönetimi, daha ileri giderek, özelleştirmelere karşı çıkan Korkut Boratav ve İzzetin Önder’in yazılarına son verdi.
TÜPRAŞ’ı satın alan Koç-Shell ortaklığıydı. Yani dünya petrol deviyle bütünleşmiş “yerli sermaye”. Sermaye birikimi sürecinin eğilimlerini iyi okumak gerekir. Türkiye burjuvazisinin son 10 yıldaki yönelimlerini iyi okumak gerekir. Aksi halde ulusal sermaye yanılgısına düşülür.
Ulus-devletlerin ilk döneminde (sermayenin kendisine birikim ve güvenli bir ortam oluşturmak için ulus devletleri var ettiği süreçte) bir dereceye kadar geçerli olan ulusal sermaye ölçütünün günümüzde bir değeri kalmamıştır. Küreselleşme döneminde, sermaye kendisine sınır tanımamakta, tüm yerküreyi dolaşabilmektedir. “Ulusal sermayeler”, dünyaya hakim olan uluslararası sermayeye (merkez emperyalist ülkelerin sermayesi) eklemlenmiştir. Artık tekelci büyük sermayeye “ulusallık” atfedilemez; bu niteliğin, ancak tekelci emperyalist sermayeyle bütünüyle birleşmemiş küçük ve en çok orta sermaye bakımından sözünü etmek olanaklı olabilir.
Ulusalcıların kendilerine dayanak ettikleri ve kendisi de bir sermaye grubu olan ordunun kurumu OYAK da, kuşku yok ki, küresel piyasanın kurallarına uygun olarak, dışa açılma ve eklemlenme stratejisiyle hareket ediyor. Özelleştirme ihalesinde Erdemir’e en yüksek teklifi veren OYAK, dünya çelik devi Arcelor ile ortaklık yapacağını açıklamıştı. Fakat Rekabet Kurumu satışa onay vermemişti. Devir için tanınan sürenin dolmasına iki gün kala, OYAK, Erdemir’i tek başına aldığını açıklamıştı. OYAK’ın ülkenin büyük sermayesi olmasının gereklerine uygun refleksler göstermesi, ulusalcıları hayrete düşürüyor. Örnekse, OYAK’ın, bünyesindeki, Oyak Bank’ın satışı için yabancı ortak arayışı karşısında, Ankara Ticaret Odası Başkanı’nın “ülkede ulusal sermaye kalmamış” tepkisi vermesi… Tabi ki asıl şaşkınlık, OYAK Yönetim Kurulu’nun, 20 Haziran 2007 tarihli basın toplantısında, Oyak Bank’ın tamamını Hollandalı ING Grubuna sattığını açıklamasıyla yaşandı. Eee ne de olsa, Erdemir’i almadan önce Oyak Grubu’nun, 7 Eylül 2005’te Antalya’da çalışanları ve iş ortağı ile düzenlediği toplantıda Oyak Yönetim Kurulu Başkanı Emekli Korgeneral Yıldırım Türker, Oyak Genel Müdürü Coşkun Ulusoy ve salondaki herkes kırmızı beyaz tişört giymişti. Bu tişört daha sonraki günlerde “milli sermaye hareketi sembolü” olarak anılmıştı. Erdemir ihalesini OYAK’ın kazanmasının ardından, bir çok patron ve Cumhuriyet Gazetesi başta olmak üzere bazı yayın organları tarafından ‘yerli sermaye’ propagandası yapılmıştı. Erdemir’in Hilton Oteli’nde yapılan ihalesi sonrasında basın açıklaması yapan Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği Başkanı Rıfat Hisarcıklıoğlu, Erdemir’in milli sermayede kalmasından dolayı duyduğu mutluluğu ifade ederek şu sözleri sarf etmişti: “Kamuoyu huzurunda, Türk sanayiinin mutlu geleceği için OYAK’a her türlü desteği vermeye hazır olduğumuzu ifade ediyorum. Türk iş adamlarının da, birlikte iş yapabileceklerini gösterdik. Biz bir meşale yaktık. Bunun Edirne’den Diyarbakır’a, İzmir’den Van’a karşılık bulduğunu da gördük. Artık, her bölgedeki iş adamlarımız, bir araya gelerek, Ortak Girişim Grupları kuruyor. Buradan ülke olarak, büyük bir ders çıkarmış olmalıyız. Bu önemli ihaleyi kazanan Oyak’ı tebrik ediyor ve başarılar diliyoruz. Bütün Türkiye’yi Oyak’a destek olmaya çağırıyorum.” O dönem milli formayla sahaya indiği için alkışlayanlar, bugün yaşadıkları hayal kırıklığı nedeniyle derin bir sessizliğe gömüldüler.
“Önce vatan” denilerek, aslında, burjuvazi ile işçi ve emekçilerin çıkarları aynı noktada buluşturuluyor. Bu buluşturmanın sonuçları, 2001 krizinden sonra açıkça görülmüştü. Kriz sonrası, “ulusal sermaye” olarak adlandırılan kesimler, “Aynı gemideyiz” diyerek, işçileri fedakarlık yapmaya çağırmışlardı. Bu çağrı, yerli sermayenin krizden büyük hasar gördüğünü ve dönemin vatana sahip çıkmayı gerektirdiğini düşünen ulusalcılar tarafından olumlu karşılandı. Dahası; bu çağrı, dönemin Türk-İş Genel Başkanı Bayram Meral tarafından “İki zeytinin birini veririz” sözleriyle somut destek gördü. Sıfır zamlar imzalandı, hatta ücretler düşürüldü, toplu sözleşmeler delindi. Bu fırsattan yararlanılarak, İş Yasası esnekleştirildi ve işçilerin hakları açıktan gasp edildi. Yüz binlerce işçi işten atıldı. Daha az işçiye, daha ucuza, daha çok iş yaptırılır oldu. Sadece imalat sanayiine bakıldığında, reel ücretlerde son 4 yılda yüzde 25’e varan düşüşler yaşandığı görülüyor. Aynı dönemde ise, üretim artışı yüzde 33 oldu. Üretim ve verimlilik arttı, ücretler düştü. Sermaye krizi atlattı, işçi, ucuz ve ağır çalışma koşulları “krizi”ne itildi. Vatan değil, ama büyük sermaye kurtuldu!
Elbette ki, emperyalizm karşısında ulusal çıkar savunulmalıdır. Türkiye’nin yer altı ve yer üstü kaynaklarının yağmalanmasına, yabancı sermayeye, emperyalist iktisadi, siyasi tahakküme karşı mücadeleyi savunmak gerekir. Bu, ulusal ve uluslararası sermayenin politikalarına çomak sokmak ve işçi ve emekçileri kendi çıkarları doğrultusunda harekete geçirebilmek için gereklidir. Söz konusu gereklilik, emperyalizmle işbirlikçilik temel bir niteliği olan “yerli burjuvazi” söz konusu olduğunda, dümen kıracak bir yapıya sahip değildir.
Ulusalcıların ulus devlet içerisinde tüm sınıfların çıkarlarını ortaklaştıran “sakat” anlayışı, emperyalizme karşı uluslararası mücadele perspektiflerine de yansıyor. “Emperyalist ülkelere darbe vurmak”tan anlaşılan, emperyalist ülkelere rakip olacak bir devletin ortaya çıkması bile değildir; emperyalist devletlerden birine karşı diğerine dayanarak ve aralarında manevralarla “pay” ya da “komisyonu” artırmaya “ulusallık” ve “darbe vurma” adı verilmektedir!
Bu anlayışa göre, Çin’in hızlı ve başarılı ekonomik büyümesi, dünya emperyalist sistemine önemli darbedir. Çin, dünya kapitalizmini kendi silahıyla, ucuz mallarla vurmakta ve bu süreçte uluslararası şirketlerle emperyalist devletler ve işçiler arasındaki çelişkiden başarıyla yararlanmaktadır. Çin devleti ile Çin işçi sınıfı bir tutuluyor. Bu anlayışa göre, Çin’de bir işçinin 50 dolara çalışıyor olmasının pek bir önemi yok. Çin’de emekçi sınıfların üzerinden milyarlarca dolar kâr da elde edilebilir, ama uluslararası arenada Çin başarılıysa, Çin işçi sınıfı da başarılıdır ve emperyalistlere darbe vuruyordur! Ve Türkiye işçi sınıfına da “ulusallık” adına ve üstelik işçi yandaşı görüntüyle önerilen budur: Türkiye işçi sınıfının, burjuvazisinin uluslararası rekabet edebilirliği adına, on milyonlarca Çin işçisi gibi “pirinç lapasına talim etme”yi gönüllüce kabullenmesi!
BAYRAKLI MİTİNGLERE TAŞINAN HASTALIK
Ulusalcı anlayış, sadece işçilerle burjuvazinin çıkarlarını ortaklaştırarak sınıfı yanlışa sürüklemiyor, aynı zamanda, ülke içindeki işçileri de bölüyor. “Önce Türkiye diyeceksin” anlayışı, işçileri, sınıf olarak en çok zarar göreceği milliyetçilik ve şovenizm platformuna çağırıyor. Örneğin Türk-İş, her zaman bu çağrıya uygun hareket ediyor. İşçi sendikası olarak iş-ekmek-özgürlük savaşında kararlılık göstermesi gerekirken, “önce Türkiye” söylemiyle bütünleşerek, barışı savunması gereken Kıbrıs sorununda, Ermeni soykırımı konusunda, Türkiye’nin Yunanistan’la olan çatışmalarında taraf olmakta, egemen sınıfla birlikte savaşmaktadır. Sınıf çıkarına olan Kürt sorununun demokratik halkçı çözümü konusunda da, sendikalar aynı olumsuz tavrı göstermekte ve bayrak gösterilerinde (neye hizmet ettiğine ve sınıf içerisinde yol açtığı bölünmeye bakmaksızın) yer almaktadırlar.
Oysa işçi sınıfı, kendi içinde her türden milliyetçiliği aşan bir birliği gerçekleştirdiğinde, işçi sınıfının özelliklerine sahip bir sınıf tutumu gösterme imkanı elde edebilir. Uluslararası saldırılara karşı uluslararası bir birlik kurma ihtiyacında olan bir sınıf olarak, işçi sınıfının dünya görüşü, her tür milliyet, din, ırk ayrımcılığını reddeder. Sınıflar mücadelesi tarihinin gösterdiği gerçekliktir bu. Bu nedenledir ki, işçilerin birliği adına, Kürt sorununun çözümü, işçi sınıfının, burjuvaziye bırakmaması gereken görevlerinin başında gelir. Ulusalcılara göre ise, Kürt sorununun çözümü yönünde demokratikleşme, baştan reddedilmesi gereken bir taleptir. Çünkü ulusalcılar, “AB bu konuda çözüm önerileri sunuyorsa, demokratikleşmenin adını anmak AB’nin emperyalist politikalarına destek vermektir” düz mantığına sahipler.
Yani demokrasiyi, özgürlüğü, barışı ve insan haklarını savunmak, Avrupalı emperyalistlere hizmet etmek anlamına geliyor ulusalcılara göre!
Son dönem, Çağlayan’dan İzmir’e, milyonların alanları doldurmaları için Cumhurbaşkanlığı tartışmaları üzerinden laiklik ve bağımsızlık özlemlerini çekiştirip istismar eden ulusalcı güçlerin işçi ve emekçileri, halkı bölüp arkalarında saflaştırmaya yönelik çabalarına tanık olundu. Ve bu çabalardan etkilenmede yazı boyunca dikkat çekilen tehlikelerin tümü mevcut. Sınıfı kamplar etrafında bölme, düşman AB ve ABD karşısında yerli sermayeyi sevme vs… Oysa, alanlarda çokça eleştirilen AKP’nin ABD ve AB icazetli politikaları, içeride TÜSİAD çatısı altındaki büyük sermaye desteği olmadan yaşama geçirilebilir miydi?
Sermaye bir güçtür, girdiği alanları sömürür, tüm siyasal kararları kendi yönünde oluşturur, halkları ideolojik aygıtlarla uyutur, bunu aşan durumlarda da, gözünü kırpmadan, güç ve baskı kullanır. Askeri darbeler bunun kanıtıdır. Siyaseti ve silah gücünü de sermayeden ayrı düşünmek yanlıştır, yanılgıdır! Ve ulusallık adına, bu yanılgının yoğun bir biçimde yaşandığı, sermayenin ulusalının(!) kayrıldığı, orduya açık ya da gizli selam çakıldığı bir süreçten geçiyoruz.
TARİHSEL MİRASIN REDDİNDE BULUŞMA
Yaşanan süreç, “Sol AB’cilik” diye tanımladığımız, ÖDP’yi de içine alan “liberal sol” ile ulusalcıların farklı açılardan aynı noktada nasıl buluştuklarının örneklerini sunuyor. Sol AB’cilik, “emeğin Avrupası”nın inşası söylemiyle, Türkiye’nin Avrupa sermayesinin çıkarlarının çatısı olan AB’ye girmesine “evet” diyor. Avrupa işçi sınıfıyla birleşmenin yolu birliğe girmekmiş gibi gösterilirken, aslında işçi sınıfının enternasyonalizm deneyimi görmezden geliniyor. Her tehlikenin Avrupa’dan geldiğini düşünen ulusalcılar da, “AB’ye hayır” derken, enternasyonalizm deneyimini görmezden gelerek, AB işçi sınıfını da düşman ilan ediyor.
Ulusalcılar, ülke işçi ve emekçilerini bölecek milliyetçi bir tutum takınıp, Kürt sorununu inkar ederken, işçi sınıfının dil, din, ırka göre ayrımını değil birliğini esas alan enternasyonalist dünya görüşünü reddediyorlar. AB’nin Kürt sorununda ortaya koyduğu talepleri destekleyen “sol AB’ciler” aslında, bu noktada da ulusalcılarla buluşuyorlar. Çünkü onlar da Marksizmin bu konudaki bakışını reddediyorlar. Söz konusu çevreye göre, Kürt sorunu üstünden politik mücadele yürütmek, ezilen ulus milliyetçiliğiyle uzlaşmaktır. Bu mantığa göre, ezilen ulusların kaderlerini tayin hakkı ve bu hakkın savunulması, “milliyetçi”, “ulusal devletçi” olduğundan lekelidir! Bu yüzden de, “ezilen ulusun haklarını savunmak” demek, bu milliyetçilikle uzlaşmak demektir. Oysa gerçek ve Marksizmin sorunu ortaya koyuşu tamamen farklıdır. Ve ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını hiçbir koşula bağlamadan savunmaktır. Bu, sosyalizm bir yana, demokrasinin olmazsa olmaz koşuludur. Demokrasi fikrini buraya kadar genişletmeyen bir sosyalist, ezen ulus milliyetçisi olmaktan kurtulamaz.
İki ayrı uçta gözüken, biri kapalı diğeri açık toplum savunusu içindeki ulusalcı ve liberal sol hareket, bir noktada; işçi sınıfının enternasyonalizm deneyiminin reddi noktasında buluşuyorlar.
Oysa yapılması gereken şudur. Her siyasi parti, örgüt ve kişi, kendi ülkesini devrimci mücadelenin başlıca zemini edinmelidir. Ulusal sınırların mücadele zemini edinilmesi, ulusal sınırlarla bölünmüş ulusal devletlerin tarihsel olarak verili olmasındandır. Fakat ulusal sınırlar içerisinde yürütülen mücadele enternasyonal içerikte olmalıdır. Ulusal sınırlar içerisindeki mücadele, Avrupa ve dünya ölçeğinde (proleter enternasyonalizm gereğince), sendikal, politik, ideolojik vb. birlik ve dayanışmayı örme mücadelesiyle birleştirmelidir.
———
* Yazı boyunca yapılan alıntılar, Yıldırım Koç’un kaleme aldığı ve Kaynak Yayınları’ndan çıkan “Avrupa Sendikacılığı – Enternasyonalizm mi? Çağdaş Misyonerlik mi?” adlı kitabından ve www.antiemperyalizm.org sitesinden alınmıştır.
** Havet: Avrupa çatısı altında bir birliğe karşı çıkmamakla birlikte, “Sermaye’nin Avrupası’na, neoliberal Avrupa’ya karşı çıkıyoruz” söylemiyle hem evet, hem hayır tutumunu benimseyenler için kullanılan kavram.