2007 Seçimleri Üzerine

22 Temmuz genel seçiminin sonuçları, sermaye basını tarafından “Halk Muhtırası”, “Üçüncü Halk İhtilali”, “AKP’nin büyük zaferi” gibi abartılı başlıklarla tanımlandı. Batı basınında da “İslam’ın zaferi”, “İslamcı Türkiye’nin tepkisi” türünden, bildiğimiz kolaycı, İslamcı-laik, İslamcı-Batıcı bölünme şablonuna oturtularak verildi.

Bu sloganlaştırılmış tanımlamalarda gerçek payı varsa da; ülkeyi apar-topar bir erken seçime sürükleyen baskılar ve güç odakların amaçlarıyla Türkiye’nin acilen çözümü dayatan sorunları dikkate alındığında, seçim sonuçlarının ne Menderes ne de Özal dönemiyle kıyaslanabileceği, dolayısıyla ’70’ler ve ’80’lerin kriterleriyle yapılacak değerlendirmelerin sağlıklı sonuçlar vermeyeceği apaçıktır.

Evet; 22 Temmuz’da;

1-) AKP büyük bir “seçim zaferi” kazanmıştır. Oyların yüzde 46.7’sini alan AKP, kendisi hakkındaki en iyimser anketleri gerçek yapmayı başarmıştır.

2-) MHP oylarını önemli ölçüde artırmıştır. Oylarını yüzde 8’den yüzde 14’lere çıkararak, önemli bir başarı kazanmıştır.

3-) DP ve GP çökmüştür. Asker müdahalelerinin, Cumhuriyet Mitingleri’nin hedeflerinden olan, AKP ve “şeriat tehlikesi”ne karşı “merkez sağın” yeni adresi olarak gösterilen (ANAP-DYP birliği) DP, önce birlik sağlanma aşamasında başarısızlığa uğramış, seçimde ise olduğu kadarıyla bile ayakta kalamayacağı bir sonuç almıştır. Bu birliğin lideri olarak sahneye çıkan Mehmet Ağar istifa etmiştir. 2002 seçimleri öncesinde, Uzanlar tarafından, dokunulmazlık kazanmak üzere kurulup, büyük bir para ve propaganda desteğinde, neo-faşist slogan ve yöntemlerle yüzde 7’ler düzeyinde oy alan GP de, bu seçimde yüzde 3’e gerileyerek çökmüştür.

4-) Meclise Bin Umut adayları girmiştir. Böylece, mecliste “ikinci bir grup” oluşmuştur. Bu grup, 1994’te DEP’lilerin Meclis’ten çıkarılarak tutuklanması sonrasında, Türkiye’nin demokratikleşmesi ve Kürt sorununun demokratik çözümünü gündeme getirip Meclis’te tartıştıracak bir grup olma bakımından ilk imkandır. Bu meclisi önceki meclisten ayıran en önemli özellik budur.

4-) Bu seçimin gerçek mağlubu CHP olmuştur. Önceki seçime göre oyların koruyor görünse de; masaya Cumhuriyet’le Mustafa Kemal’i de sürerek, “ya devlet başa ya kuzgun leşe” diyerek seçime giren, AKP’yi küçültmeyi temel hedef olarak ilan etmiş olan CHP, bu hedefinin tam tersi sonuçlar elde ederek seçimin gerçek mağlubu olmuştur. CHP ve arkasındaki güçler, kendi yarattıkları depremin enkazı altında kalmışlardır.

*

Kuşkusuz ki, 22 Temmuz seçimi, hem seçim öncesi gelişmeler ve partilerin izledikleri yollarla kullanılan sloganlar, hem de oy dağılımı ve partilerin kazandığı ve kaybettikleri pozisyonlarla ilgili olarak, üzerinde uzun tartışmalar yapılacak ve önemli sonuçlar çıkarılacak veriler ortaya koymuştur. Bu verileri, elbette Özgürlük Dünyası da; sınıf partisi, mücadelesi ve taktiklerini yenilemek bakımından ayrıntılı bir biçimde değerlendirecektir. Ancak bu yazının kapsamı, bu kadar geniş olmayacaktır. Çünkü; seçimin üzerinden henüz birkaç gün geçmiştir ve ayrıntılı değerlendireler için erkendir. Bu yüzden de bu değerlendirme; ortaya çıkan tablonun ana çizgilerine işaret eden ve özellikle de seçim sürecine gelen günlerde yapılan müdahaleler ve partilerin tavrı; bunların seçime nasıl etki ettiği ile sınırlı olacaktır.

Kuşkusuz ki; 22 Temmuz 2007 seçimini etkileyen en önemli şey; bu seçimlerin üç ay erkene alınmasını zorlayan; askerin Cumhurbaşkanlığı seçimini bahane ederek politikaya müdahalesi olmuştur. Bilindiği gibi müdahale; 2005 Newroz’unda “bayrak provokasyonu”yla başlatılan linç girişimleri, cinayetler, provokasyonlar, Şemdinli çetesi üzerinden yapılan müdahalelerle gelişen politikaya askerin müdahale çizgisinin muhtıraya dönüşmesi, yüz binlerce kişinin sokaklara dökülerek partiler sisteminin yeniden biçimlendirilmesine yönelinmesi ve Anayasa Mahkemesi devreye sokularak cumhurbaşkanı seçimin bir krize dönüştürülmesine kadar varmıştır. Bütün bu baskıların oluşturduğu dalga üzerine binen CHP; Bahçeli’nin bile sahip çıkamadığı linççi gruplara “duyarlı vatandaşlar” diyerek sahip çıkmış; çete organizasyonlarının avukatlığına soyunmuş, Irak’a sefer ve içerde daha çok şiddet ve operasyon  için kışkırtıcılığı, özgürlük ve demokrasi düşmanlığını kendisine başlıca amaç edinmiştir.

İşte böyle bir dalga üstünde seçime giren CHP, bu tutumunu seçim sürecinde de sürdürerek, AKP’yi yığınlara, barışın, huzurun, daha ılımlı politikaların partisi olarak göstermiştir.

CHP, bu tutumuyla; bir yandan milliyetçiliği kışkırtarak, milliyetçiliğin asıl adresi olan MHP’nin güçlenmesine hizmet ederken; diğer yandan AKP ve Tayyip Erdoğan’ı, örneğin Kuzey Irak’a askerin müdahalesini engellemeye çalışan, içerde operasyonların önüne dikilen, Barzani ve Talabani’nin, Öcalan’ın ağzından konuşan, onlarla işbirliği yapan lider olarak suçlayarak, geniş Kürt yığınlar karşısında, AKP’yi, Kürtleri baskı ve şiddete karşı koruyan parti olarak göstermiştir. AKP ve Erdoğan’ın böyle “teşhiri”, belki “beyaz Türk” milliyetçi çevrelerin hoşuna gitmiştir; ama geniş Kürt kesimleri ve az çok vicdan ve sağduyu sahibi Türk kökenli emekçi kesimlerin AKP’yi “makul bir parti” olarak görmelerine dayanak oluşturmuştur. Dahası CHP ve arkasındaki medya gurupları, geniş yığınları; “Tehlikenin farkında mısınız?”, “Şeriat geliyor”, “Cumhuriyet tehdit altında” sloganlarıyla tanımladığı korku ve tehdit üzerine kurulu gelecek tasarımına inandıramamıştır. Bu da, AKP’nin inandırıcılığını artırmıştır.

Dolayısıyla; elbette ki MHP ve AKP’nin kendilerine özgü propaganda yöntemleri vardı ve bunları etkin olarak kullanmışlardır; ama onların yükselişine yol açan iklimin oluşturulmasında, bu partilerden çok, CHP’nin “şeriat karşıtlığı” ve milliyetçilik üzerinden yürüttüğü demokrasi düşmanı, militarizmi öne çıkaran tutum belirleyici bir öneme sahip olmuştur.

CHP’nin bu politikasının, sadece gerçek dışı değil, ama aynı zamanda son derece aptalca olduğu da tartışılmaz bir biçimde ortaya çıkmıştır.  CHP kurmayları dışında, içeride ve dışarıda herkes bunda hem fikirdir.

AKP, kendi yükselişinin CHP’nin bu aptalca politikalarına bağlanmasına karşı çıkmakta; kerameti kendinde bulmayı tercih etmekte; yükselişini, uyguladığı ekonomi politikanın halk tarafından doğru anlaşılmasına bağlamaktadır. Ama politikalarının doğruluğu bir yana, AKP’nin yükselişinde kendi tutumlarının payına ilişkin söylenenler gerçeğin küçük bir kısmıdır ve halkın AKP politikalarını yeterli sonuçlarıyla görmemiş olması nedeniyle AKP propagandası etkili olmuştur; ama, yükselişinde bu belirleyici olmamıştır. Eğer AKP’nin iddiası doğru olsaydı; Şubat’ta yapılan anketlerde AKP’ye halk desteğinin yüzde 26’lara kadar düşmezdi ki, bu düşüşü, Erdoğan başta olmak üzere AKP kurmayları da kabul etmektedir. Nitekim, yine anketler, asker ve sivil politika dışı güçlerin muhtıraya kadar varan müdahaleleriyle birlikte, AKP’nin emek düşmanı politikalarından duydukları hoşnutsuzluk sonucu AKP’den kopma eğilimine giren kesimlerin yeniden AKP’ye yöneldiğini göstermektedir.

Durum, MHP açısından da çok farklı değildir. MHP’yi yükselten, cenaze gösterilerinin yanı sıra o ünlü “Cumhuriyet Mitingleri” olmuştur. Nitekim, bu mitinglerden sonra MHP’nin hızlı bir yükselişe geçtiği görülmüştür. Dahası Yozgat, Çorum, Tokat gibi eskiden çok etkin olduğu bölgelerde oy kaybına uğrayan MHP’nin, daha önce hiç etkin olmadığı, ama Cumhuriyet Mitingleri’nin etkili olduğu Ege ve Marmara bölgelerinde yükselmiş olması; mitinglerin milliyetçi dalgaya katkısını ve bu dalganın MHP’yi nasıl yükselttiğini göstermektedir. Bu bölgelere ilişkin ayrıntılı analizler bu gerçeği daha açık gösterecektir.

Öte yandan, müdahalenin DYP-ANAP birleşmesi üstünden merkez sağ bir odağın oluşmasını zorlaması ve merkez sağ denilen partilerin özellikle Cumhurbaşkanlığı oylamasında Meclis’e girmeyerek askerin yedeğinde görülmesi de, geleneksel olarak askerin müdahalesinden hoşnut olmayan köylü yığınlarının DYP ve ANAP’tan koparak AKP’ye yönelişine yol açmıştır.

Ve nihayet bir önceki seçimde Cem Uzan’ın kışkırtmalar ve neo-faşist yöntemlerle sahnelediği vaatçiliğin inandırıcılığını yitirmesi ve baskılar GP’yi tasfiye ederek, desteğinin yarısından çoğunun MHP ve AKP arasında paylaşılmasına yol açmıştır.

İnandırıcılık sorunu kesin olmasına karşın, 1 YTL’ye mazot ve ÖSS’nin kaldırılsın türü iktisadi ve sosyal içerikli talepler hemen sadece GP’den gelmiş ve ancak onun ileri sürdüğü kadarıyla başka bazı partiler tarafından da yine inandırıcılık sorunu taşıyarak benimsenmiş; ama seçimlere neredeyse tamamen sosyal ve iktisadi sorunların tartışılması ve halkın bu açıdan kendi durumunu sorgulamasının üstü örtülüp önü kesilerek gidilmiştir. Ne AKP’nin övündüğü iktisadi “büyüme”nin ne tür bir büyüme olduğu tartışılmış, ne de gerçek ücretlerle memur maaşları ve tarım ürünleri fiyatlarındaki gerileme üzerinde zerrece durulmuştur. Eğitim ve sağlığın içinden çıkılmaz hali hiç gündeme gelmediği gibi, tersine, ilkokul kitapları dağıtımı ve son dakikada üniversite hastaneleri dahil tüm hastanelerin –kuşkusuz geçici olarak– sağlık karnesi ya da yeşil kartı olan herkesin kullanılmasına açılması üzerinden AKP aldatmacaya dayalı puanlar toplarken bile eleştiriden muaf kalabilmiştir. Son örneği seçim sürecindeki PETKİM peşkeşi olan özelleştirmeler ya da sosyal güvenlik sisteminin tasfiyesi türünden emeğe ve halka yöneltilmiş saldırılarla halktan toplanan vergileri yiyen ve yatırımlar yerine faiz ödemelerine endekslenen bütçeler dayatarak işsiz kitlelerini büyüten borç stoklarının şişirilmesi politikası vb. seçim sürecine damga vurmak bir yana tartışılmamıştır bile. Emperyalistlerle, ABD ve AB ile ilişkiler, özellikle Ortadoğu’ya yönelik olarak Amerikan dış politikasının benimsenmiş olması, İncirlik başta üsler ve bankalarla borsada hisse senetlerinin yüzde 60’ından fazlasının yabancı sermaye tarafından ele geçirilmiş olması türünden ulusal kölelik ilişkileri yine seçimde gündem edilmeyen, ama halkın ve ülkenin geleceğini ipotek altına sokan sorunlar olarak görmezden gelinmiştir. Kürt sorunu ise “ip” ve sınır ötesi operasyon “ihtiyacı” üzerinden tartışılmış, dolayısıyla hem barış hem de –siyasal özgürlükler de içinde– demokrasi sorunu da seçim süreci tartışmalarının dışında kalmıştır. Liste uzatılabilir; ancak, halkın ve ülkenin artık acil çözümü dayatmış gerçek sorunlarının seçimlerde tartışılmamış olması, hükümet partisi AKP kadar, IMF-TÜSİAD partileri oldukları, işbirlikçilikleri ve halk ve demokrasi karşıtlıkları, ırkçılık ve şoven milliyetçilikleri kuşkusuz olan “muhalefet partilerinin de işine gelmiştir. Sonuç; hükümet olduğu 4,5 yıllık dönem boyunca izlediği politikalar ve uygulamalarıyla, AKP’nin, iç ve dış politika bakımından, iktisadi, sosyal, kültürel vb. yönleriyle Türkiye’yi getirip dayadığı bataklığın üzerinin, dayatılmış laikçi-şeriatçı saflaşmasıyla, muhalif görünen CHP (ve MHP) ve militarist odağın çatışmacı, savaş, baskı ve şiddettin tırmandırılmasından yana ırkçı, şoven milliyetçi tutumlarıyla örtülmesi ve görünüşte gerginlik istemeyen, sağduyuya sesleniyor görünen ve mağduru oynayan AKP’nin hak etmediği bir yükseliş sağlaması olmuştur. AKP’nin, dayatılmış böylesi bir seçim ortamında tercihe zorlanan halkın küçümsenmeyecek bir teveccühüne mazhar olmasının sorumluluğu, kuşku duyulamaz ki, AKP’den, onun “olumlu” politikaları ve “başarılı seçim propaganda” faaliyetinden çok CHP, MHP ve Genelkurmay’ın omuzlarındadır. Irkçı, şoven milliyetçi cephenin yarattığı, halkın ve ülkenin aslında kangrenleşmiş gerçek sorunlarından koparılmış baskı ortamı; temsilcisi olduğu yerli ve yabancı tekellerin bir dediğini iki etmeyen, büyüdüğünü iddia ettiği ülke ekonomisini kriz eşiğine getirmek, işsizliği tırmandırmak ve halkı yoksullaştırmaktan başka bir şey yapmayan AKP’yi halka şirin gösteren başlıca etken olmuş, onu “uzlaşma”nın, “istikrar”ın, “huzur” ve ülkenin “esenliği”nin temsilcisi konumuna yükseltmiştir.

Ülke içinde ve dışında şiddetten uzak bir ortam, huzur ve barış arayan, kamplaşmadan ve baskılardan bıkmış Türk ya da Kürt olsun milyonlarca işçi ve emekçi, kendisi ve ülkesinin gerçek sorunlarının tartışma dışı bırakıldığı, cumhurbaşkanlığı seçimindeki dayatmalar, hız verilen operasyonlar ve linç girişimlerinden muhtıraya kadar varan baskılarla oluşturulan gerginlik ve saflaşma koşullarında karşı karşıya bırakıldığı “kırk katır mı kırk satır mı?” tercihinde, tutumunu AKP’den yana belirlemeye adeta mahkum edilmiştir. Bu tutum belirlemede, AKP’nin hükümet ve çoğunu elinde tuttuğu yerel yönetimlerin olanaklarıyla yoksul emekçilerin tercihini etkilemeye yönelik yaptığı gıda ve kömür vb. dağıtımlarıyla yol vb. götürme türünden seçim yatırımlarının da belirli bir etkisi olduğu eklenmelidir; ancak belirtildiği gibi, AKP yükselişinde, kendi yaptıkları ya da yapmadıklarının payı tayin edici olmamıştır.

Kuşkusuz ki; 22 Temmuz seçiminde AKP’nin başarısının en dolaysız dayanağı ise; seçimde AKP’nin gerçek bir seçeneğinin olmamasıydı. Bu yüzden de, AKP’ye oy veren seçmenlerin önemli bir bülümü; (seçimden sonra yapılan bir ankete göre, AKP’ye oy verenlerin yüzde 26’sı) kötülerin iyisi olduğu için AKP’ye oy verdiğini söylemektedir. Bu durum, kendi başına bile göstermektedir ki; AKP seçimde, 2002’de çöken siyaset alanındaki boşluğu kullanmaya devam etmekte; halk indinde az çok istikrarlı ve bütünlüklü tek parti olarak görünmektedir.

Seçim yenilgisine ilişkin CHP’den gelen açıklamalar ise sadece gülünçtür. Örneğin Onur Öymen, sanki CHP fındıkçının talebine sahip çıkmış ve sanki FİSKO Birlik’in önceki başkanı olan CHP’li bay, fındıkçı nezdinde en az C. Zapsu kadar teşhir olmamış gibi, Karadeniz’den AKP’nin yüksek oy almasının “mantığının olmadığı”nı ileri sürebilmiştir. Öymen, sanki seçim ortamının emeğin ve halkın gerçek talepleri yerine “laikçilik-şeriat” ekseni üzerine kurularak, kampanyanın ırkçı ve şoven milliyetçi dayatmalarla yürütülmesinin “yapıcısı” en başta CHP değilmiş gibi, durumları AKP’nin “iktidarı” döneminde daha da kötüleşen yoksulların AKP’ye yönelmesinin de “mantıksızlık” olduğunu söyleyerek, ne yaptığını bilmez bir şaşkınlık sergilemekten çok, herhalde durumu kurtarmaya çalışmaktadır.

Aynı AKP yükselişi ve baş sorumlusu CHP yenilgisinin üzerinden bu kez belki her zamankinden daha çok liderliği tartışma konusu olan Baykal ise, hiçbir şey olmamış gibi, devam etme tutumundadır ve yüzde 1 oranındaki artışla birlikte CHP’yi zamanındaki 4. 7’den bugünkü konumuna “yükselttiği”ne vurgu yapmaktadır. Gerçekte, en başta kendisinin yarattığı gerginliğin, şovenizm ve savaş yanlılığının altında kalan ve 30’dan fazla ilde silinerek bir “bölge partisi” haline gelen Baykal CHP’si, ülke düzeyinde ve özel olarak Kürt illerinde AKP’yi en çok kendisinin bu tutumunun yükselttiğinin üzerini örtme telaşındadır. Seçim sonuçlarını ne buradan ne de “vatansever birlik” adına sağa ve özel olarak MHP’ye açılışı üzerinden tartışmayan Baykal, sadece “yinelen pehlivan güreşe doymaz” özdeyişi gereği olarak değil, ama gericiliği ve ırkçı, şoven yönelimleri ve savaş yanlısı saldırgan tutumlarının halk tarafından onaylanmayıp bir anlamda püskürtülmesinin gereği olarak da istifayı aklına bile getirmemektedir. Ancak bu kez “Tarzan zor durumda”dır ve CHP’yi; barış, demokrasi ve özgürlük taleplerini seslendirmeyerek halktan, emeğe ve haklarına dair tek bir taleplerini gündemine almayarak işçi ve emekçilerden, sağcı-faşistlere kucak açması ve MHP yakınlaşması ile “sol”a açık ve yakın duran ilerici demokrat kesimlerden, bütünüyle dışlaması ve taleplerini sahiplenmeyişinin yanında yine Maraş’tan, Çorum’dan tanıdıkları MHP’ye yakınlaşmasıyla Alevilerden… tecrit olmaya götüren Baykal, çoktan CHP’ye bile “yük” durumuna gelmiştir ve tüm hizipçilik ve delege oyunlarına karşın CHP’nin bir kez daha Baykal’la seçime girmesi herhalde kolay olmayacaktır.

*

Ülkeye dayatılmış seçim ortamı ve halka yöneltilmiş saldırı örtmeyi de amaçlayarak aldatıcı tercihlere zorlayan baskıları ve olası sonuçlarını görüp, başta çeşitli milliyetlerden işçi sınıfı olmak üzere emekçi halkı uyararak gerçekleri ortaya koymaya çalışan sınıf partisi ve emekten, barış ve demokrasiden yana güçlerin birlik ve sürece birlikte müdahale etme düzeyinin, dayatılan iki odaklı kamplaşmayı aşarak emekçileri birleştirip etrafında toplayacak bir alternatif ve umut oluşturmaya, sonuç olarak da AKP’nin yükselişine götüren tabloyu değiştirmeye yeterli olmadığı ortadadır, kabul edilmelidir. Ancak, şu da bir gerçektir ki, 2007 seçimlerinden, yalnızca başarısızlıklara, halkın ve ülkenin geleceğine ilişkin umutsuzluğa ilişkin sonuçlar çıkarmak doğru olmayacaktır.

BİN UMUT ADAYLARI VE DTP

Doğru bir seçim taktiği ile bağımsızlarla meclise giren DTP ve Bin Umut adayları, elbette ki tarihsel bir sorumluk üstlenmişlerdir. Grup kurabilecek sayıda milletvekiliyle Meclis’e girmek elbette ki bir başarıdır. Ancak şu da bugün üstünden atlanmaması gereken bir gerçektir ki; hem bölgede hem de diğer illerde, 2002’de DEHAP’a verilen oyların çok önemli bir bölümü 2007’de AKP’ye yönelmiştir. Bölge’de Kars, Ağrı, Ardahan, Bingöl, Antep, Adıyaman gibi illerde gösterilen adaylar seçilemediği gibi, Mersin, Adana gibi “banko” illerde bile Bin umut adaylarının seçilememesi üzerinde ciddi bir biçimde durulması gereken bir durumdur. İzmir, İstanbul, Antalya, Kocaeli, Manisa, Aydın gibi 2002’de yüksek oy alınan illerde yüzde 30-59 düzeyinde oy kayıpları olmuştur.

Burada, elbette, darbeciler ve CHP’nin yarattığı ve AKP’yi Kürtlerin hamisi gibi gösteren kampanyanın bu oy kayışının bir etkenini oluşturduğu belirtilmek gerekmekle birlikte; oy kayıplarının önlenmesini de kapsamak üzere Kürt emekçilerin birliğini gerçekleştirmek bakımından, 2002 seçiminden sonra da tartışması yapılan; emekçilerin ve işçilerinin taleplerinin gündeme alınması; onların önüne sadece ulusal değil sosyal kurtuluş taleplerini de savunan bir parti olarak çıkılması ve örneğin bir “çatı partisi” altında hem demokrasi güçlerinin hem de emeğin talepleriyle demokrasi taleplerinin birleştirilmesi imkanlarının geliştirilmesi gibi konuların gündeme alınması ve bu alanda hızlı adımlar atılması bir zorunluluk olarak ortaya çıkmıştır. Seçimin en dikkate değer sonuçlarından birisi budur.

Bunun içindir ki, örneğin İzmir’de DTP’nin Levent Tüzel’e, ya da diğer bazı illerde başka bazı adaylara oy verdirmediği türünden iddialar gerçek değildir. Tersine DTP örgütü elinden gelen her şeyi yapmıştır, ama ancak o kadar etkili olabilmiştir. Çünkü, Kürt emekçiler düne göre bugün DTP’yi daha az dinlemektedir. Ve bu, bir yandan Kürtlerin yeni geldikleri kentlere entegrasyonunda kat edilen mesafe ile öte yandan da yoksulluk, barınma, işsizlik gibi acil sorunlarının çözümünde en azından bugün için AKP’yle bir uzlaşmayı seçmiş olmalarıyla ilgilidir. Öte yandan, barışa ve öncelikle çatışmaların durmasına dair acil ihtiyaç da, CHP ve MHP ile milliyetçilik yarışına girmekten kaçınmasa ve “Tek millet, tek devlet, tek bayrak, tek vatan” sloganını vurguyla ileri sürüp kullansa da, ardından vazgeçse bile zaman zaman “Kürt sorunu vardır ve demokrasi sorunudur” demiş olan ve operasyoncu ve çatışmaların tırmandırılması, sınır ötesine taşınması yanlısı bir görüntü vermeyen, “ip” tartışmasında “idamın kaldırıldığı bir hukuk devletinde yaşandığı”ndan söz eden, hatta DTP ile bir koalisyon ihtimalini kategorik olarak reddetmeyen AKP’nin, Kürt emekçileri tarafından, kimlik ve ulusal talepler açısından da uzlaşılabilir bir parti olarak görülmesi ve kerhen de olsa tercih edilmesine zemin sağlamış, dinsel etken de böyle bir tercihi beslemiştir. Bu “zemin”in DTP’nin eksiklik ve zayıflıkları dolayımıyla işlevselleştiği kuşkusuzdur. Ancak AKP’nin, CHP ve MHP’den farklı olarak, özellikle Kürt emekçilerine yönelik aşağıdan seçim propagandalarında, haklarıyla birlikte Kürtleri bütünüyle inkar etmeyen bir pozisyonda durarak, “Sertlikle ve ‘terör’le olmaz, barışı AKP getirir, Kürt sorununu AKP çözer, bunun için AKP’nin güçlenmesi gerek, ama görmüyor musunuz, cumhurbaşkanı bile seçtirmediler, yavaş yavaş olacak, AKP’yi destekleyin ki bir an önce barışa kavuşulsun” türü yaklaşımlarının etkili olduğu belirtilmelidir. Üstelik, baştan beri üzerinde durulan baskılanmış seçim ortamının, halkın bütünü açısından olduğu kadar Kürt emekçileri açısından da etkili olduğu ve AKP’den yana tercihlerin gelişmesine yol açtığı açıktır. İyi bir hazırlıkla girilemeyen, sağlam demokratik ittifakların oluşturulamadığı ve ancak sınırlılıkları ve kaçınılmaz zaaflarıyla bir seçim işbirliğinin gerçekleştirilebildiği koşullarda, sayılan etkenlerle birlikte düşünüldüğünde, DTP ya da Bin Umut adaylarının oylarından AKP’ye kayışlar hiç de anlaşılmaz değildir. Burada samimiyet/samimiyetsizlik bağlamında etkenlerin rolünü aramak, gerçeklerle bağdaşmadığı gibi, seçime hangi koşullarda gidildiğini hiç anlamamak olur.

TAKTİK VE ZAAFLAR

Sınıf partisinin, Bin Umut adaylarını destekleyerek ve Bin Umut adaylarının olmadığı illerde liste çıkarıp seçime girme kararı alarak DTP ile seçim iş birliği yapmış olması; onun, demokrasi mücadelesine, Kürt sorununun demokratik çözümüne verdiği önemin bir gereğidir ve bu bakımdan doğru yapmıştır. Seçim taktiği bakımından net olan ve hiçbir ikircikli tutum içine girmeyen sınıf partisi, seçim süreci boyunca da parti örgütlerinin elindeki tüm imkanlarla bu işbirliğinin gereğini yapmaya çalışmıştır. Ancak, şu gerçek bir kez daha görülmüştür ki; AKP ve öteki sermaye partileri karşısında bir seçenek yaratılması konusunda; örneğin demokrasi güçlerin birliğinin sağlanması ve onların ortaklaşarak ve çok daha ciddi bir ittifakla seçime katılması; demokrasi cephesinin oluşturulmasında seçimin yarattığı imkanlardan yeterince yararlanılamamıştır.

Kuşkusuz bu seçim; Kürt-Türk kardeşliğini, Türk ve Kürtlerin ileri kesimleri içinde dostluğu, ortak mücadele eğilimini güçlendirmiş, dolayısıyla bir seçim işbirliğinden daha fazla bir ortaklaşmaya olan ihtiyacı öne çıkarmıştır. Bu, geleceğe yönelik olarak önemsenmesi gereken bir olanaktır. Önümüzdeki dönemde bu alanda atılacak adımlar açısından bir dayanak görevi görecektir.

Seçimin öne alınmasının bir dizi sıkışıklığa neden olduğu ve bunun demokrasi güçleri arasında gerekli olan görüşme, tartışma ve tutumları ortaklaştırma ihtiyacının giderilmesini olumsuz etkilediği de bir gereçektir. Ancak demokrasi güçleri, seçimlere, iş ve güçbirliği yapıp tutumlarını ortaklaştırmaya çalışarak ilk kez girmemektedirler. Bu açıdan belirli deney birikimi yok denemez. Buna rağmen yine de ciddi bir ittifakın sağlanamamış olması eleştiriyi hak etmektedir. Bağımsız aday tartışmalarının ortak yürütülememiş olmasından başlayarak tutumların ortaklaştırılamaması ve örneğin 2002 seçimlerinde sağlanabilen Emek-Barış-Demokrasi Bloku* türünden bir ittifakın gerçekleştirilememesi, dolayısıyla dayatılan gerici kamplaşma ve iki odağının karşısına iyi tanımlanmış, ikna edici, seçim çalışması şevki ve kararlılığı artıracak oluşu kadar emekçi kitleleri birleştirip etrafında toplayacak çekim gücüne sahip kararlı ve birleşik demokratik bir platformun vereceği güçle seçime katılamamak (Bu konuda sınıf partisinin diğer partilere ve emek örgütlerine, çeşitli kitle örgütlerine ilettiği ve bazı illerde de az çok sonuçları görülen adayların yerel emek ve demokrasi güçlerinın katılımıyla belirlenmesi girişimi anımsansın), kuşkusuz emek ve demokrasi güçlerinin temel bir zaafı olmuştur. Adayların belirlenmesi de başlı başına bir zaafiyet alanı oluşturmuştur. Bu açıdan önceden davranıp emri vaki yapanın “kârlı çıktığı” türünden bir durumun oluşmasının savunulacak bir yanının olmadığı, kırık-dökük ve eksikli de olsa bir seçim işbirliği yapan tüm demokrasi güçleri tarafından kabul edilmelidir. Bu yönüyle, hem DTP ve hem de ÖDP’nin tutumlarında gözden geçirmeleri ve düzeltmeleri zorunlu yanlar olduğu herhalde ortadadır. Üstelik ÖDP’nin gözden geçirip yanlışlığını belirtmesi gereken tutumları, yalnızca destekleyecekleri adayları  bir emri vaki olarak kendi başlarına açıklamalarından ibaret değildir. Güneydoğu illeri bir yana bırakılırsa, adaylıklarını açıkladığı İstanbul 1. ve 2. bölgeden iki isim dışında kalan her ilde ÖDP’nin bağımsız adaylar karşısında liste çıkarmış olması (ve ÖDP oylarının Mersin ve Adana’da iki Bin Umut adayının seçilmesini önlemesi), ÖDP seçim taktiğinin de birlikçi değil, ama ayrıştırıcı olduğu ve eleştirilmesi gerektiğini ortaya koymaktadır ki, bu tutumun, basit seçim işbirliği yaklaşımına bile uygun düştüğü ileri sürülemez.

Bu durumun aşılması için, siyasi partilerden aydınlara, her kademeden emek örgütlerinden birer birer aydın ve demokrat kişilere, kitle örgütlerine kadar demokrasi mücadelesinde potansiyel taşıyan her çevrenin katılımına açık bir “çatı partisi”nin ihtiyacı elbette bu seçimin ortaya koyduğu en önemli eksikliktir.

TKP ve benzeri kerameti kendinden menkul ve halkın ve mücadelesinin birleştirilmesine önem vermeyen grupların üzerinde durmaksa, bu yazı çerçevesinde gerekli bile değildir.

SEÇİMDEN SONRASI…

AKP’nin “seçim zaferi”; basın ve AKP muhalifi kesimleri baskılamış ve adeta bu kesimler “tırsmış”tır. Onun için de dün ileri sürdükleri doğruların bile sözünü etmez olmuş; AKP’nin zaferinin ardındaki büyük kerameti aramaya koyulmuşlardır.

İlk bakışta, AKP’den gelen sinyaller de, onun “alçak gönüllü, uzlaşmaya hazır büyük ağabey” rolünü oynamaya heves ettiğini göstermektedir. Erdoğan bunu, “Yeni bir ak sayfa açtık” söylemiyle ortaya koymaktadır. Ama, Türkiye’nin sorunları böylesi “uzlaşmalar”la, ılımlı söylem ve yollarla aşılacak sorunlar olmadığı gibi, seçim krizi yaratan süreci yönlendiren güçler de görevlerinin başındadır. Çete organizasyonları hâlâ ortalıktadır ve AKP Kürt sorununun çözümünde şoven milliyetçi çizgiyi koruyarak, asker ve sivil geleneksel güçlerle Kürtlerin “başı üzerinden” uzlaşarak ilerlemeyi esas almaktadır. Öyleyse başlıca demokrasi sorunu; artık çözümü dayatmış olan Kürt sorununun demokratik çözümü; onunla da birleşen cumhurbaşkanlığı seçimi gibi sorunlar sürecektir. Dolayısıyla sorunları çözmeden yerinde oturup duran bir hükümetin ne huzur, ne de toplumsal barışı sağlaması beklenemeyeceği gibi, şer güçlerle yapılacak anlaşmalar ve uzlaşmalar da “şişede durduğu gibi” durmaz.

Daha seçimin ertesi günü ortaya atılan “sivil anayasa” tartışmasına Türkiye’nin demokrasi güçlerinin doğru ve etkin bir müdahale yaparak; “demokratik bir anayasa” mücadelesinin önemine ve bu mücadelenin demokrasi güçlerinin birleştirilmesi ve AKP’nin anayasa değişikliğindeki gerici amaçlarının teşhirinde önemli bir dayanak haline getirebileceklerini şimdiden söylemeliyiz. Elbette ki, söylemekten de öte, bu mücadelenin taşlarını döşemek için hemen harekete geçme ihtiyacı apaçıktır.

Bütün bunların ötesinde, AKP, Erdoğan “sosyal politikalar zayıf yanımız” dese de; işsizlik, yoksulluğun derinleştirilmesi ve zengini daha zengin yapmayı prensip edinmiş, uluslararası ve yerli büyük sermayenin çıkarlarını merkeze koyan IMF-TÜSİAD programında ısrar edecekleri, sağlığın ve eğitimin tamamen paralı hale getirilmesi adımlarını atmaya devam edecekleri göz önüne alındığında, önümüzdeki dönemin emek mücadelesinden düşünce özgürlüğüne, halka yönelik hizmetlerden Kürt sorununun çözümüne, askerin politikaya müdahalesinden milliyetçi kışkırtmalara, Kuzey Irak’a yönelik askeri harekat kışkırtmalarına, ABD’nin Ortadoğu politikalarına eklemlenmekten Türkiye’nin bölgede ABD emperyalizminin ileri karakolu rolü oynamasına ve İran’la ABD’nin planları doğrultusunda kapışmaya yönelmesine; çetelerin ortalığa salınmasından Kürt-Türk çatışmasının kışkırtılmasına kadar sayısız sorun çözüm beklemektedir. AKP iktidarı bu sorunları çözecek bir misyona sahip değildir ve onun politika ve tutumlarıyla hayatın her alanında sorunlar ve tıkanmalar yaşanacağını tahmin etmek güç değildir. Dolayısıyla; Türkiye’nin ileri güçleri bakımından, hayatın her alanında; bu kez karşı tarafın daha özgüvenli ve aynı zamanda daha güçlenmiş olduğunu da hesaba katarak; gerçeklerin üstüne oturan, ama imkanları da son derece etkin bir biçimde değerlendiren bir mücadele hattında ilerlemek; AKP ve tüm düzen partilerine, mevcut düzene karşı demokrasi ve emek güçlerini geçek bir seçenek olarak birleştirmek görevinin önlerinde durduğunu bilmek ve ikirciklenmeden bunun gereğini yapmak, bu seçimden çıkarılacak en temel derstir.

Bölgeddeki Gelişmeler ve Bir Mücadele Olanağı Olarak Bin Umut Milletvekilleri

Seçimler ve Kürt Sorunu

Egemen güçler arasındaki gerilim ve kamplaşma üzerinden gerçekleştirilen 22 Temmuz seçimlerinde, Kürt sorunu, bu gerilim ve kamplaşmada öncelikli bir yer tuttu. Egemen güçler arasındaki mücadelenin bir ‘ön muharebe’si olan Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde somutlanan bu gerilim ve kamplaşmanın, Genelkurmay’ın 27 Nisan ‘muhtırası’ ile yeni bir boyut kazanarak, baskın bir genel seçime giden sürecin önünü açtığı biliniyor. Genelkurmayın muhtırasında, “cumhuriyet karşıtı irticai anlayış”ın son dönemlerde geliştiği belirtilerek, bunun karşısında ordunun “laikliğin kesin savunucusu” olarak sürece seyirci kalmayacağına dikkat çekiliyor ve “‘Ne mutlu Türküm diyene!’ anlayışına karşı çıkan herkes Türkiye Cumhuriyeti’nin düşmanıdır ve öyle kalacaktır.” vurgusu ile de kamplaşmanın sınırları kalın çizgilerle belirleniyordu. Genelkurmay ve arkasında saf tutan güçler, bu muhtıra ile gerilim, kamplaşma ve müdahalelerin, iki temel sorun; laiklik ve “terör” sorunu olarak tarif ettikleri Kürt sorunu üzerinden gerçekleştiğini/gerçekleştirileceğini ortaya koymuşlardır. Zaten Genelkurmayın müdahalesinden sonra, “irticai güçlere karşı” ülkenin birçok kentinde kitlesel ‘Cumhuriyet mitingleri’ düzenlenmiş, bu mitinglerdeki “başarı” üzerinden Genelkurmay Başkanı tarafından “teröre karşı topyekûn refleks” gösterilmesi çağrısı yapılmış, fakat Cumhuriyet mitinglerinin aksine, “terörü lanetleme” adı altında düzenlenen mitingler etkisiz kalarak başladığı gibi bitmiştir.

Genelkurmay cephesi tarafından yapılan müdahale ve dayatmalar karşısında, 22 Temmuz seçimlerinden AKP cephesinin üstün çıkması, halkın, bu müdahale ve dayatmalar nedeniyle laiklik ve Kürt sorunu başta olmak üzere ülkenin temel meselelerinde AKP’yi geleneksel politikaların karşısında bir güç olarak görmesinin ve geleneksel politikaların dışında bir çözüm arayışının göstergesi olarak anlaşılmalıdır. Ülkenin temel sorunlarında çözümsüzlüğü dayatan iki gerici kamptan biri olmasına rağmen, AKP’nin “mağdur”u oynayarak seçimlerden bölgedeki güç ve etkisini de artırarak çıkmış olması, Kürt sorunu konusunda gericiliğin manevra alanını genişleterek, halkın beklentilerinin gericiliğin elini güçlendirmesi gibi bir sonuç doğurmuş; bu gelişme, önümüzdeki dönem daha bir önem kazanmış bulunan halkın istem ve beklentilerinin örgütlenmesi ve bir mücadele platformunda birleştirilmesi bakımından ‘Bin Umut’ milletvekillerine önemli sorumluluklar yüklemiştir.

EGEMEN GÜÇLER ARASINDAKİ KAMPLAŞMA VE KÜRT SORUNU

Egemen güç odaklarının birbirleriyle mücadele halinde olan ve bir tarafında seksen yıllık statükocu, ırkçı şoven politikaları dayatan Genelkurmay ve CHP, MHP gibi baskıcı güçlerin; öbür tarafında ise, AKP ve ABD’nin Ortadoğu’da uyguladığı ‘Ilımlı İslam’ politikasının taşeronluğunu yapan gerici güçlerin yer aldığı iki gerici kampından birini oluşturan AKP cephesinin, zaman zaman çelişkili söylemler kullanmış olsa da, Kürt sorunu konusunda, sorunu bir “terör sorunu” olarak görme ve baskı-şiddet politikalarını esas alma noktasında diğer kampla anlayış birliği içinde olduğu, geçtiğimiz dönem ortaya konan söylem ve uygulamalarda bütün açıklığıyla kendini göstermiştir. Bu gerici kamplar arasında sorunla ilgili ayrılık noktası ve çatışma, AKP’nin, ABD politikalarına teslim olarak sorunun çözümünü ABD’ye havale etmiş olması ile ABD’nin Irak’ı işgali ve Saddam’ın devrilmesinden sonra oluşan uygun ortamda Güney Kürtlerinin oluşturduğu Federe Kürt Hükümeti ile ‘kırmızı çizgileri’ geçersizleşen Genelkurmay’ın, kendi güç ve etkisini zayıflatan bu gelişmeler karşısında pozisyonunu korumak istemesi noktasında somutlanmaktadır.

Bu gerici kamplar arasında Kürt sorunu üzerinden yürütülen tartışma ve çatışma, güncel/dönemsel gelişmelere bağlı olarak, zaman zaman Kerkük ve ‘Geçici Irak Anayasası’na göre 2007 sonuna kadar yapılması amaçlanan Kerkük Referandumu, zaman zaman PKK’nin Güneydeki varlığı ve Güney Kürtlerinin tutumu üzerinden sınır ötesine/Kandil’e operasyon, zaman zaman hükümetin “teröre karşı” mücadeleye etkin destek vermemesi söylemi (Genelkurmay tarafından yapılan “teröre karşı ellerinin kollarının bağlı olduğu” ve yeni yetkiler talep eden açıklamalar vs.) ve son dönemlerde, özellikle seçim sürecinde “terörün siyasal uzantıları” söylemiyle öne çıkarılan legal Kürt siyasetinin hedef alınması gibi farklı görünümler kazanarak devam etmektedir.

Bölgenin en zengin petrol kaynaklarının merkezinde olan Kerkük, bugün Türkiye egemenleri bakımından seksen yıldır hayallerini süsleyen bir yer olmanın ötesinde, özellikle yapılacak referandum ile Bölgesel Kürdistan Hükümeti sınırlarına katılması ve doğuracağı sonuçlar nedeniyle önem taşımaktadır. Bölgenin kalbi olarak nitelenen Kerkük’ün Federe Kürt Hükümeti’ne katılması, Kürt Hükümeti’nin bölgesel gücünü arttıran ve bağımsızlığın yolunu açacak önemli bir adım olarak değerlendirilmektedir. Böylesi bir gelişmenin, Hükümeti ve Genelkurmayı ile Türkiye gericiliğinin Kürt sorunu konusunda uyguladıkları sorunu yok sayma ve şiddet politikaları ile çözme tutumunu daha da zora sokacağı, açmazlarını derinleştireceği açıktır. Bunun için, böylesi bir gelişmenin önüne geçmek amacıyla AKP Hükümeti, geçtiğimiz yılın sonunda Baker-Hamilton eş başkanlığında hazırlanan ve ABD’nin Irak politikasının başarısız olduğuna dikkat çekerek Türkiye’nin sürece daha aktif katılımını öneren ‘Irak Çalışma Grubu Raporu’ndaki politikalara uygun bir tutum ortaya koymaya çalışmaktadır. İsteneni veremese de, bu amaçla bir ‘koordinatörlük’ oluşturulmuş; Başbakan Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Gül, başta Suriye ve İran olmak üzere bölge ülkeleriyle ilişkilerinde ABD politikalarını dikte eden ‘elçiler’ olmuşlardır. AKP Hükümeti’nin, her fırsatta ABD ile ‘Stratejik Ortaklık’ vurgusu yaparak, vermeye çalıştığı mesaj açıktır: Türkiye gericiliği, Kürtlerin güç ve etkisini kırmak, bölgede pozisyonlarını güçlendirecek adımlar atmasını engellemek için, ABD’ye, Türkiye’nin eski ve önemli bir müttefik olduğunu ve bölgede kendilerine biçilecek her rolü oynamaya hazır bulunduğunu gösterme gayreti içindedir. ABD ise, Türkiye gericiliğinin kendi politikaları karşısındaki teslimiyetinden memnunluk duymakta, ama Kürtleri karşısına alarak bölgesel hesaplarını bozmak yerine, ikili bir tutum sergileyerek (bu karşıtlık üzerinden her iki kesimi de kendi politikalarına yedekleyerek), Türkiye egemenlerini yapılan açıklamalarla yatıştırma, oyalama ve beklentiye sokmaya çalışmaktadır.

Genelkurmay ve siyasal uzantıları, AKP Hükümeti’nin bu konudaki politikasını başarısızlıkla suçlamakta ve daha aktif bir tutum alınmasını gündeme getirerek, ‘sınır ötesi’ operasyonu dayatmaktadır. Burada dikkat çekici nokta, sınır ötesi operasyon tartışmaları daha önce PKK’nin Güney’deki varlığı/Kandil ile sınırlı tutulurken, son dönemlerde operasyonun hedef ve kapsamının Barzani/Kürt Federasyonu’na genişletilmesinin tartışılması, Güney Kürtleri üzerinde baskı oluşturma ve gözdağı vermenin öncelikli bir yer tutmaya başlamasıdır. Sınır bölgelerine büyük bir yığınak yapan Türk ordu güçleri, hem AKP Hükümeti’ni sınır ötesi operasyon kararı alma konusunda baskılamakta, hem de yanı başlarına yaptığı bu yığınak ile Güney Kürtlerini atacakları adımlar konusunda uyarmakta, silahlı gücünü onlara karşı bir ‘tehdit’ unsuru olarak kullanmaktadır. Bölgenin dört bir tarafında sürdürülen operasyonlar, yoğunlaşan çatışmalar ve asker cenazeleri üzerinden seçim süreci boyunca “sınır ötesi operasyon olacak mı olmayacak mı” tartışmalarını gündemde tutan Genelkurmay, özellikle ABD’nin böylesi bir operasyona karşı olduğu ve AKP’nin bu konuda ABD’den bağımsız adım atamayacağının hesabını yaparak, hükümetin orduya yeterli desteği vermediği, cesaretsiz davrandığı ve “terörle mücadeleye zarar verdiği” mesajını vermeye yönelik bir tutum takınmış; “laiklik-şeriatçılık” üzerinden sürdürülen çatışma ve kamplaşma, “terör ve bölücülük” üzerinden daha ileri bir boyuta taşınmıştır. PKK’nin ‘ateşkes’ ve ‘çatışmaya girmeme’ gibi kararları karşısında ısrarla operasyonları sürdüren Genelkurmay, bu konudaki manevralarıyla AKP hükümetini köşeye sıkıştırmış; asker cenazelerinde ordunun “fedakârca mücadelesi” sahiplenilirken hükümet temsilcileri protesto ve saldırılara maruz kalmış, bu cenazelere katılamaz hale gelmiştir. Genelkurmay merkezli bu şoven kışkırtma ve saldırıların; linç politikalarının aynı zamanda gericiliğin ırkçı ‘’u olan MHP’nin güçlenmesinde önemli bir rol oynadığı da gözden kaçırılmamalıdır.

AKP Hükümeti, maruz kaldığı baskılar karşısında, ABD’den, en azından PKK’ye karşı kısmi bir operasyon, Türkiye’de tartışma yaratan ve bazı Genelkurmay yetkililerinin de katıldığı Hudson senaryosunda da gündeme getirilen bazı PKK yöneticilerinin Türkiye’ye teslim edilmesi, Kerkük Referandumunun ertelenmesi gibi taleplerde bulunarak, durumu kurtarmaya çalışmaktadır. Kürt sorunu ve bölge politikası bakımından ‘dışarıda’ ABD’ye yedeklenmiş bulunan AKP Hükümeti, ‘içeride’ seçim atmosferinde artarak devam eden baskı ve dayatmalar karşısında, bir yandan Genelkurmay politikalarına teslim olmuş, öbür yandan idam, DTP/DEP ile işbirliği tartışmaları vb. konular üzerinden şovenizm ve gericilik yarışındaki yerini almıştır.

DTP yöneticilerinin çeşitli konularda yaptıkları açıklamalar ve düşüncelerinden dolayı tutuklanmaları, 301’inci madde, Gündem gazetesinin kapatılması ve basın üzerindeki baskı ve yasaklamalar, DTP’li belediyelerin faaliyetlerinden dolayı hedef haline getirilmesi üzerinden gerçekleştirilen soruşturmalar ve görevden almalar, bölgede OHAL uygulamalarını geri getiren “özel güvenlikli bölge” uygulaması, bağımsız milletvekili adaylarının birleşik oy pusulasına el birliğiyle alınması, seçim sürecinde ‘Bin Umut’ adaylarına karşı uygulanan baskı, yasak ve engellemeler gibi birçok uygulamada AKP Hükümeti ve Genelkurmaycıların ortak tutum takınması, bu gerici güç odaklarının, Kürt sorununu bir taraftan kendi aralarındaki kamplaşmada birbirlerine karşı kullanırken, öbür taraftan Kürt hareketinin demokratik istemlerinin ve demokrasi güçlerinin mücadele ve taleplerinin baskılanması, engellenmesi konusunda bir tutum ve anlayış birliği içinde olduklarını göstermektedir.

BÖLGEDEKİ GELİŞMELER VE HALKIN YÖNELİMİ

Geçtiğimiz yıl, aydınlar, Kürt sorununun çözümüne ortam sağlaması için silahların susması çağrısı yapmış, bu çağrının PKK tarafından olumlu karşılanarak ‘ateşkes’ ilan edilmesinden sonra, sorun birçok çevre tarafından tartışılmaya başlanmış ve bu tartışmalar üzerinden geniş çevrelerin katılımıyla ‘Türkiye Barışını Arıyor’ Konferansı düzenlenmişti. Aynı dönemde, ‘bin operasyoncu’ Ağar ve emekli darbeci Evren tarafından egemenlerin geleneksel tutumlarını eleştiren açıklamalar yapılmış, Kürt sorunu ile ilgili tartışmalar, ilk kez egemenler cephesinde ‘çatlaklar’ oluşturacak kadar derin bir etki yaratmıştı. Bu süreç ve oluşan olumlu hava, Genelkurmayın müdahaleleri, gerilim politikası ve çatışmaların tırmandırılması ile tersine çevrilmiş; dayatılan kamplaşma ile geleneksel politikalara açık tutum almaktan çekinen birçok aydın ve çevre geriye çekilmiştir. Egemenler cephesindeki çatlak, yerini, seçim meydanlarında yapılan kimin daha iyi ip çektiği, “terör ve bölücülüğü” kimin daha önce bitireceği tartışmalarına bırakmıştır. Gerici güçler arasında ırkçı şoven bir zeminde sürdürülen tartışmalara, Kürt ulusal hareketi ve demokrasi güçlerinin baskılanması, yalıtılıp yalnızlaştırılmasına yönelik saldırılar eşlik etmiştir.

Kürt halkı, yapılan müdahaleler ve dayatılan kamplaşma üzerinden gündeme getirilen seçim sürecine bölgenin dört bir yanında sürdürülen operasyonlar, bölgeye yapılan askeri yığınak, DTP’li yöneticilerin ve yerel yönetimlerin yaptıkları açıklamalar ve gerçekleştirdikleri uygulamalar nedeniyle soruşturmalara uğraması, gözaltına alınıp tutuklanması, Cizre ve Sur belediye başkanlarının görevden alınmaları, yeniden OHAL uygulamalarına geri dönülmesi ve sınır ötesi operasyon tehdidi altında girmiştir. Bu tehdit ve dayatmalar karşısında, bir yandan Güney’de kazanılan ‘mevzi’ ve atılan adımlar, bunun da ötesinde özellikle Talabani ve Barzani’nin sınır ötesi askeri bir harekât karşısında açık tutum alarak, PKK ve Kürt sorununun siyasal yollarla çözülmesi yönündeki çağrı ve açıklamaları, halkta Güney’deki gelişmelere ilgiyi arttırmıştır. Öte yandan, ülke egemenlerinin halkları düşmanlaştırma ve Kürt halkına legal alanda siyaset yollarını kapatma yönündeki dayatmaları karşısında, halkın esas yönelimi, demokratik hakların kullanılması tutumunda ısrarcı olmak, sorunun eşit haklar temelinde barışçıl demokratik çözümüne imkan sağlayacak girişim ve adımların geliştirilerek yeni platformlara taşınması için mücadele etmek biçiminde olmuştur. HEP ve DEP deneyimlerinden sonra, sorunun çözümünün mecliste aranması amacıyla ‘Bin Umut’ adaylarının meclise gönderilmesi, halkın yönelim ve iradesinin demokratik bir temelde birlikte yaşamdan yana olduğunun önemli bir göstergesidir.

Kürt ulusal hareketinin Ekim 1989’da Paris’te gerçekleştirilen ‘Kürt Konferansı’na katıldıkları için SHP’den ihraç edilen 7 Kürt milletvekilinin Halkın Emek Partisi’ni (HEP) kurmasıyla başlayan ve ardından 1991 seçimlerinden 2 Mart 1994’te DEP’li milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılmasına kadar süren meclisteki mevcudiyeti, inkar politikaları karşısında Kürtlerin varlığını kabul ettirme anlayışına dayanıyordu. Leyla Zana’ların mecliste Kürtçe yemin etmesi, aynı zamanda ‘özel savaş’ın en yoğun haliyle sürdürüldüğü böylesi bir dönemde, Kürt halkının varlığını kabul ettirme yaklaşımını sembolize eden bir tutum olarak dikkat çekmiştir. Türkiye’nin yanı başında bir Kürt Hükümetinin kurulduğu, Irak’ın başında bir Kürt Cumhurbaşkanının bulunduğu ve özellikle ABD’nin Irak müdahalesinden sonra Kürt sorununun, emperyalist güçlerin ve işbirlikçi bölge gericiliklerin bölgeye dair plan ve hesaplarında göz ardı edemedikleri bölgesel karakteri öne çıkan bir sorun haline geldiği günümüzde, artık Kürtlerin varlığı yokluğu değil; sorunun kimler tarafından ve nasıl çözüleceği tartışılmaktadır. Kürt halkının, Kürt sorununun gerici kamplar arasındaki mücadelenin bir aracı haline getirilmek istendiği, baskı ve saldırılarla yalnızlaştırılmaya çalışıldığı bir dönemde, barış ve demokrasi güçlerinin mecliste temsiliyetini engellemek için oluşturulan yüzde 10’luk anti demokratik seçim barajının aşılarak sorunun çözümüne dair talep ve önerilerinin meclis platformunda tartışılmasını sağlamak amacıyla seçimlere bağımsız adaylarla gitme yönünde tutum belirlemesi, savaş, kışkırtma ve düşmanlaştırma politikaları karşısında demokratik çözümün; eşitlik ve kardeşlik temelinde birlikte yaşama iradesinin ifadesi olarak anlaşılmalıdır. Bu temelde kimi eksiklik ve yetersizliklere rağmen, DTP, EMEP, SDP ve diğer emek, barış, demokrasi güçlerinin katılımlıyla oluşturulan seçim işbirliğinin adayları olarak ortaya çıkan ‘Bin Umut’ adaylarının seçim bildirgesi de, sorunun barışçıl, demokratik çözümünü ve bu temelde mücadeleyi esas alan bir bildirgedir. Bildirgede yer alan barışın ve demokrasinin tesisi için Kürtlerin siyasal temsilcilerinin meşru ve gerçek muhataplar olarak kabul edilmesi, genel siyasi af, koruculuk sisteminin kaldırılması ve zorunlu göçün neden olduğu ekonomik, sosyal, psikolojik tüm yıkımların etkilerini giderecek önlemlerin alınması, birlikte yaşamı temel alan demokratik bir anayasanın hazırlanması, Kürt dili ve kültürünün, Kürtçenin kamusal alanda kullanımının önündeki engellerin kaldırılması gibi talepler, soruna dair ‘demokratik birlik programı’nın talepleridir. ‘Bin Umut’ milletvekilleri, gericiliğin savaş ve düşmanlık politikaları karşısında emek, barış ve demokrasi güçlerinin demokratik çözüm programının temsilcileri olabildikleri, bu mücadeleyi meclis platformuna taşıyabildikleri oranda halkın kendilerine verdiği görevlerini yerine getirmiş olacaklardır.

BİN UMUT MİLLETVEKİLLERİ VE YENİ DÖNEMDE MÜCADELENİN OLANAKLARI

Bölgede operasyonların aralıksız sürmesi, sınır bölgelerine yapılan askeri yığınak, Hakkari, Siirt ve Şırnak’ın ‘Geçici Güvenlik Bölgesi’ adı altında ablukaya alınması, Bin Umut adaylarının çalışmalarının baskı ve yasaklarla engellenmesi, kırsal alandaki seçmenlerin baskı ve tehditlere maruz kalması, AKP’nin ‘mazlum’ görüntüsüyle Kürt halkının dini duygularını sömürmesi ve ianeci anlayışla halkın yoksulluğunu oy toplamak için kullanması gibi seçim sürecinde halka karşı kullanılan çok yönlü uygulamalara rağmen, 22 Bin Umut temsilcisi meclise girmeyi başardı. Gericiliğin her iki kampının Kürt halkının ve demokrasi güçlerinin meclisteki temsiliyetini engellemek için el birliği yapmış olmalarına rağmen, barış ve demokrasi güçlerinin mücadelesinin bu platforma taşınmasıyla birlikte, mecliste yeni bir dönem başlamış oldu. Gerici kampların kendi aralarındaki hesaplaşma ve halkı bu kamplaşmaya yedeklemenin arenası olarak kullanılan meclise bu dönem ‘Bin Umut’ temsilcilerinin girmesi, bu arenayı demokrasi güçlerinin bir mücadele platformu olarak kullanma olanaklarını da beraberinde getirmiştir.

Bugün, yaptığı müdahale ve dayatmalarla erken seçimi gündeme getiren Genelkurmay cephesinin, seçimlerden AKP’nin galip çıkması karşısında kaderine razı olup köşeye çekilmeyeceği açıktır. Genelkurmay cephesinin, özellikle CHP’nin yanında gerilim politikasını tırmandırmanın bir aracı olarak MHP’nin de meclise girdiği bu koşullarda, Cumhurbaşkanlığı seçimi, Kürt sorunu ve diğer başkaca konular üzerinden kendi güç ve pozisyonunu korumak için yeni müdahale ve dayatmalara girişeceği bilinmez değildir. Seçim sonuçları açıklanır açıklanmaz yapılmaya başlanan “Seçimler bitti. Tek başına hükümet olan AKP’nin sınır ötesi operasyon konusunda önünde engel kalmadı.” yönlü açıklamalar müdahale sürecinin devam ettiğini göstermektedir.

Seçimlerden bölgedeki güç ve etkisini arttırarak çıkan AKP’nin, bir yandan geçtiğimiz dönem kimi adımlarını attığı bölgede kendini Kürt burjuva ve feodal unsurlarının Amerikancı partisi olarak ikame etme tutumunu geliştireceği; öte yandan bu pozisyonunu güçlendirmek amacıyla, meclisteki Bin Umut/DTP grubuna Kürt sorununun bir sonucu ve ondan bağımsız düşünülemeyecek olan PKK konusunda baskı yaparak, onları etkisizleştirme, yalnızlaştırma tutumunu sürdüreceği söylenebilir. Başbakan Erdoğan’ın seçimlerden önce yaptığı, PKK’yi reddetmeden DTP ile ilişki geliştirmeyecekleri yönündeki açıklamalar da bu tutumu yansıtmaktadır. Uluslararası sermayenin ve ABD’nin hizmetinde olan AKP Hükümeti’nin, bölgedeki rolünü daha iyi oynayabilmek için ABD’den Güney’deki PKK varlığının tasfiyesi yönünde talep ve beklentilerinin olduğu/olacağı da bilinmez değildir.

Bölgede ABD’nin “ılımlı İslam” politikasının taşeronluğunu yapan AKP’nin ve özellikle Kürt sorunu konusunda ABD ile çatışma halindeymiş gibi görünen, ama aslında dayattığı savaş ve şiddet politikalarıyla, ABD’nin bölgede halkların düşmanlaştırılmasını temel alan stratejisine hizmet eden Genelkurmay cephesinin, Kürt sorunu konusundaki güncel/dönemsel tutum ve yaklaşımları bazı farklılıklar gösterse de, sorunun bir “terör ve bölücülük sorunu” olarak tarif edilmesi konusunda birleşmektedir. Bu gerici kampların kendi aralarındaki mücadeleye rağmen, Kürt halkının ve demokrasi güçlerinin istemleri karşısında tereddütsüzce birleşebilmelerinin altında yatan gerçeklik budur.

Bugün Bin Umut milletvekillerinin, Kürt, Türk, her milliyetten halk güçlerinin kimi zaaf ve eksikliklerine rağmen oluşturmayı başardıkları birlikteliğin, ortak mücadelenin temsilcileri olarak meclise girmiş olması, gerici güçlerle hesaplaşmak bakımından önemli bir olanaktır. Bin Umut milletvekilleri bu olanağı kullanabildikleri; emperyalizm işbirlikçisi, gerici, şoven güçler karşısında halkların bağımsız, demokratik bir ülkede eşitlik ve kardeşlik içinde yaşama iradesinin temsilcileri olabildikleri; meclisi böylesi bir hesaplaşma ve mücadelenin bir platformu haline getirebildikleri oranda görevlerini yerine getirmiş olacaktır. Ancak bu görevin başarılmasının ve Türkiye halklarına verilmiş olan bağımsız, demokratik bir ülkede halkların eşitlik ve kardeşlik temelinde insanca yaşaması sözünün yerine getirilebilmesinin,  her şeyden önce ve daha çok emek, barış ve demokrasi güçlerinin; Türk, Kürt her milliyetten halk güçlerinin ortak bir demokrasi ve halk cephesi olarak mücadele yürütmesinden başkaca bir yolu olmadığı da unutulmamalıdır.

Küresel İklim Değişikliğine Karşı “Yerel Çözüm” Önerileri

Ankara ve İstanbul Belediye Başkanları son günlerde sık sık su sorunu -daha doğrusu susuzluk sorunu- ile ilgili açıklamalar yapıp, uyarı ve önerilerde bulunuyor bizlere. Seçimler nedeniyle su kesintisi yapmayan belediyeler Ağustos’tan itibaren neredeyse hergün su kesintisi yapacaklarını açıkladılar. Bu uyarı ve önerilere konu olan sorunun gerekçesi malum; “küresel ısınma”. Yıllardır Türkiye’nin su kaynaklarının tehlikede olduğuna dair bilim insanlarının uyarılarını dikkate almayan belediyeler, bir anda üzerlerindeki yükü küresel ısınmanın üzerine atmanın rahatlığını yaşıyor gibi görünüyorlar: “Yaz ayları geldi, su sıkıntısı başladı. Gerekçe küresel ısınma”. Suçlu zaten Çevre ve Orman Bakanı Osman Pepe tarafından ilan edilmişti. Kimdi küresel ısınmanın ve yaz aylarında susuz kalmamızın suçlusu? “Ayşe Teyze”. Suçlu Ayşe Teyze olduğuna göre cezalandırılan da kuşkusuz Ayşe Teyze olmalıydı.

İşte belediye başkanlarımızın hem “yeni suçların işlenmesini engelleyecek” hem de “suçluları cezalandıracak” çözüm önerilerinden birkaç örnek: “Halı yıkamayın, banyo yapmayın duş alın, bulaşıklarınızı bulaşık makinesinde yıkayın (tabii evinizde varsa!), hatta yapabiliyorsanız su bile içmeyin(!)”. Çünkü belediye su vermeyecek. Ama bu uyarıları yapanlardan biri olan İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş, parkları, yolları şehir şebeke suyuyla yıkayacak, susuzluğa ve sera etkisine karşı vatandaşa İstanbul’da “teras çatı” yapılmasını[1] ve su tasarrufunu önerecek. Belediye Başkanımız, evlerin çatılarında “ormancıklar” yaratarak yağmur bulutlarını çekecek, sera etkisini en aza indirecekmiş. Böylece İstanbul’un yağmalanan, yıllardır plansız yapılaşmaya açılan; taş ve maden ocaklarına, lüks villa sahiplerine, turizmcilere, golf sahalarına ve tekellere peşkeş çekilen ormanlarının ve su havzalarının tahribatını durdurmak ve bu alanları kurtarmak yerine, çatılara kurulacak ormancıklarla sorunu çözecekmiş! Üstelik çatılarımıza ormancıklar yapmamızı öneren belediye başkanımız, yönetime gelir gelmez, Ömerli içmesuyu havzasında golf tesisleri yapılmasına izin veren Ömerli Su Havzası Çevre Düzenleme Planı hakkında Ali Müfit Gürtuna’nın başkanlığında Büyükşehir Belediyesi tarafından açılan iki davadan feragat etmişti. Bunun üzerine davalar, davaların esası hakkında karar verilmesine yer olmadığı gerekçesi ile sonlanmıştı. Böylece, Ömerli Su Havzası Çevre Düzenleme Planı ile İstanbul’un su ihtiyacının yüzde 40’tan fazlasını karşılayan Ömerli içme suyu havzasında ormanlık alanlar imara açılmıştı.[2]

İstanbul’un barajlarında 100 günlük su kaldığının açıklandığı günlerde DSİ Genel Müdürü Mümtaz Turfan çarpıcı bir açıklama yaparak yaşanan su sıkıntısının asıl nedeninin ortaya koydu. İstanbulluların susuz kalmasının nedeni – en azından sadece- küresel ısınma değil, belediyenin 312 milyon m3’lük suyu depolama alanı olmadığı için Marmara Denizi’ne boşaltmasıydı. İSKİ’nin açıklamasında ise depolama alanı olmadığı için 2006 yılında denize dökülen suyun 312 milyon değil 450 milyon m3 olduğu ifade edildi. İstanbul’un günlük su tüketiminin 2 milyon m3 olduğu düşünüldüğünde, 7 aylık suyun denize döküldüğü açığa çıkıyor.[3]

Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek ise Ankara barajlarında beş aylık su kaldığını ve su kesintilerinin Ağustos ayında başlayacağını resmen ilan etti. 13 senedir bu şehrin belediye başkanlığını yürütmesine rağmen, Gökçek’in üretebildiği tek çözüm halkın suyunu kesmek oldu.

Bir taraftan yöneticiler küresel ısınmaya karşı kendilerince çözüm üretirken diğer yandan bir gecede meclisten geçirilen Orman yasasının 2B maddesiyle ormanların ve sulak arazilerin yok edilmesinin önünü açtılar. Bu arazilerin bir kısmına Golf sahası yapılması gündeme getirildi. Herbiri yılda yaklaşık iki milyon ton su tüketen golf sahalarından ülkemizde yüz tane yapılması planlanmaktadır. TEMA’nın ve diğer bazı çevre örgütlerinin başlattığı “su tasarrufu” kampanyası çerçevesinde İstanbul’un dört bir yanına asılan ilanlarda, “daha kısa süre duş alan, traş olurken, dişini fırçalarken suyu tasarruflu kullanan, bulaşıklarını bulaşık makinesinde yıkayan vs.” bir ailenin yılda ortalama 140 ton suyu “kurtarabileceği” ifade ediliyor. Ancak kaba bir hesap yaparsak, bir golf sahası her yıl 14 bin ailenin “kurtarabileceği” suyu tek başına harcamaktadır. Ayşe Teyze’ye daha az su tüketmesini öneren yöneticiler nedense golf sahalarının su tüketimine ilişkin sessizliklerini koruyorlar.

DEĞİŞİMİN NEDENLERİ

Dünyanın iklimi yüzyıllardır değişikliğe uğramaktadır. Bununla birlikte, yine yıllardır insanlığın doğaya müdahalesi de ekosistemler ve dolayısıyla iklim üzerinde bölgesel değişikliklere yol açmıştır. Ancak son yıllarda küresel iklim değişikliği ya da daha popüler deyimle küresel ısınma[4] yediden yetmişe, akademisyeninden televizyoncusuna kadar herkes tarafından tartışılmaktadır. Peki ne oldu da bu değişiklik gazetelerin Internet sitelerinde kalıcı birer başlık haline geldi?

Her ne kadar iklim değişikliği ülkemiz gündemine daha çok ABD ve Kyoto Protokolü tartışmaları ile girse de, bu süreç aslında daha eskilerde başlamıştır. 1800’lü yılların sonlarında ilk defa sera gazlarının artışından ve bunların olası etkilerinden söz edilmeye başlanmıştır. Ancak bu konu o dönemde çok fazla yankı bulmamıştır. 1979 yılına geldiğimizde ise bir grup bilim insanı, Dünya Meteoroloji Örgütü’nün çağrısı ile 1. Dünya İklim Konferansı’nda biraraya gelerek iklim değişikliğinin önüne geçilebilmesi için hükümetlere çağrıda bulundular. 1985 yılı Ekim ayında Karbondioksit ve diğer sera gazlarının iklim değişiklikleri üzerindeki rollerinin ve ilgili etkilerin belirlenmesi üzerine Avusturya’da toplanan uluslararası konferans, yine iklim değişikliğinin nedenleri ve olası sonuçlarının altını çizmiş ve hükümetlere iklim değişikliğinin önlenmesine ilişkin bir takım önerilerde bulunmuştur. Konferans bileşimi ayrıca karbondioksit salınımının önümüzdeki yüzyılın ilk yarısında iki katına çıkacağını da öngörmüştü.[5]

İklim değişikliği, tüm dünyanın gündemine 1988 yılında, Amerikan Uzay Araştırma Enstitüsü NASA’da iklim uzmanı olarak çalışan, Uzay Araştırmaları Bölümü yöneticisi Dr. James Hansen’in Temsilciler Meclisi’ndeki konuşmasıyla oturdu. Dr. Hansen konuşmasında, “gözlemlenen sıcaklıkla insan faaliyetleri sonucu atmosfere yayılan gazlar arasında güçlü bir neden-sonuç ilişkisi bulunduğunu” dile getirmiştir. Bu konuşma ABD ve dünya kamuoyundaki tartışmaları tetikledi[6]. ABD kamuoyu ve yönetimi bu süreçte iklim değişikliği olgusunu kabul etmek durumunda kaldı. Daha sonra, yaratılan kamuoyunun da etkisiyle Birleşmiş Milletler tarafından IPCC (Hükümetlerarası İklim Değişimi Paneli) yapıldı. Bu panelin sonucunda yayınlanan raporda, atmosfere salınan karbondioksidin yaklaşık %60’ının enerji ve endüstri sektörleri kaynaklı olduğu belirtilmiştir. Bu raporda, karbondioksit tutumu ve depolanması konusunda öneriler de verilmiştir[7]. Daha sonraki yıllarda yazılan IPCC raporlarında ise yeni bilimsel veriler ışığında, iklim değişikliğinin sebepleri ve sonuçları yansıtılmaya ve çözüm önerileri oluşturulmaya çalışılmıştır. Tüm bu raporların işaret ettiği nokta, atmosfere salınan sera gazlarının insan kaynaklı (antropojenik) olduğu yönündedir.

Ancak insan kaynaklı (antropojenik) kavramı kullanılırken kelimenin anlamı bireylere yüklenmekte ve bilinçli bir çarpıtma yapılmaktadır. Bu anlayışa göre, evlerimizdeki su ve enerji tüketimini azaltarak iklimsel değişimi önleyebiliriz. Burada bir noktayı belirtmekte ve gözden kaçırmamakta fayda var. Kaynakların doğru yönetilmesi, boşa harcanmaması iklimsel değişimin yol açtığı sonuçları hafifletecektir ancak bu değişimin sorumlusu bireyin bizzat kendisinin evinde/yaşamında yaptığı hesapsız-düşüncesiz su/enerji tüketiminden çok kapitalist sistemin ta kendisidir.

Kuşkusuz yeryüzü sürekli bir değişim içerisindedir. İnsan da bu sürecin doğal bir parçası olarak doğayı kendi lehine değiştirmekte ve doğaya müdahale etmektedir. Fakat sanayi devrimi ile birlikte kapitalizmin de gelişimine paralel olarak nüfus artışı, kentleşme, makineleşme arttıkça kullanım alanları genişlemiş, doğal kaynaklar kontrolsüzce tüketilmiştir. Tüm bunlar ise doğaya daha kontrolsüz bir müdahaleyi beraberinde getirmiştir. Kapitalizm, doğası gereği planlı ve sürdürülebilir değildir. Kaynakları kısıtlı (sonsuz olmayan) bir gezegende sürekli genişleyen pazarlar, hızlı tüketim ve üretim fazlası üzerine kurulmuştur. Bu nedenlerle doğal kaynakları sınırsız ve plansız kullanma eğilimindedir. Günümüzde kapitalist sistem aşırı tüketimi körüklemektedir. Bunun için küresel ısınmayı bile kullanmaktadır. Bunun en çarpıcı örneğine bir banka reklamında rastladık geçen aylarda. Reklam, küresel ısınmaya gönderme yaparak kendi kredi kartlarının doğa dostu olduğunu vurguluyordu. Yani kapitalizmin sebep olduğu küresel ısınmayı en aza indirecek sözde “doğa dostu” bir kredi kartı! Bir yandan küresel ısınmayı engellemek için insanlardan tasarruf yapmalarını isteyeceksiniz diğer yandan tüketimi artırmaktan başka bir işe yaramayan kredi kartının “doğa dostu” olduğuna dair reklam yapacaksınız. Burjuva ikiyüzlülüğü böyle bir şey olsa gerek.

DEĞİŞİMİN SONUÇLARI

Bilimsel modeller belli konularda ayrışırken, hepsinde ortak olan nokta ise şudur: 2100 yılına kadar yerküre ortalama 2°C ısınacaktır. Bu ısınma azami ve asgari 1 ila 3.5 °C arasında olacaktır. Yani en iyi ihtimalle yeryüzünün sıcaklığı toplamda 1 derece artacaktır. 1 derece gözümüze küçük gelebilir ancak yeryüzü sıcaklığı her bölgede homojen olarak artmayacaktır. Bazı bölgelerde sıcaklık aşırı artış gösterirken bazılarında sıcaklıkta azalma görülebilecektir. Bu aşırı artış ya da azalmalar bölgesel etkiler gösterecektir.

İklimsel değişimin pek çok biyolojik etkisi bulunmaktadır. Bunlardan biri de hiç kuşkusuz biyoçeşitlilik üzerindeki etkileridir. Sıcaklıktaki değişim o bölgenin ekosistemini etkileyeceğinden, orada yaşayan canlı türlerinin doğal ortamlarının değişmesine, dolayısıyla da uyum sağlayamayan türlerin zamanla soylarının tükenmesine yol açacaktır. Örneğin, iklimsel değişim yüksek yerlerdeki/dağlardaki buzulların erimesine ve oranın bitki örtüsünün değişmesine yol açacaktır. Bu süreçten o bitkilerle beslenen hayvanlar da etkilenecektir. Bu durum, tüm besin zincirinin etkilenmesi ile sonuçlanacaktır. Uyum sağlayabilen canlılar elbette yaşamlarını sürdürebilecektir ancak uyum süreci zamana yayılacaktır. Doğadaki besin zincirindeki bozulma besin zincirinin bir parçası olan biz insanları da etkileyecektir. Bugün dünya üzerinde nesli tükenmekte olan ve koruma altına alınan pek çok tür/canlı bulunmaktadır. İklimsel değişimle birlikte şüphesiz bu sayıda da bir artış olacaktır.

İklimsel değişim tarımı da etkilemektedir ve etkileyecektir. Hava sıcaklığındaki artış ve azalışlar o bölgede tarım amaçlı yetiştirilen bitkilerin verimini düşürecektir. Belli başlı bölgelerde bitki verimlerinde kısmi artışlar da görülebilecektir ancak genel olarak verimin düşmesi beklenmektedir. İklimsel değişimin kaçınılmaz sonuçlarından biri de kuraklıktır. İklimsel değişim, nüfus artışı, sanayileşme vb. nedenlerle su kaynaklarının hızla kirlenmesine ve orta kuşak enlemlerde yer alan Türkiye gibi ülkelerde yağış rejimlerinin olumsuz yönde değişmesine ve neticede kuraklığa sebep olmaktadır. Kuraklık ve su kaynaklarının kirlenmesi, azalması beraberinde sıtma gibi parazitlerle yayılan bulaşıcı hastalığı beraberinde getirecektir. Kuraklık toprağı daha da verimsizleştirecek ve tarımı olumsuz etkileyecektir.

Sera gazlarının normal seviyesi yeryüzü üzerini sararak güneşten gelen enerjinin dünya yüzeyine ulaşmasına izin verirken, oluşan ısının da kaybolmasını engellemektedir. İnsan etkinlikleri (fosil yakıt kullanımı, ormansızlaştırma vb.) daha fazla sera gazının atmosferde birikmesine ve artan sera etkisine sebep olmaktadır. Biriken sera gazlarının oluşturduğu daha kalın örtü ise güneşten gelen enerjinin ısı halinde dünya yüzeyinde daha fazla tutulmasına sebep olmaktadır. Bu da iklimsel değişimi tetiklemektedir çünkü dünya yavaş yavaş ısınmaktadır. Sera gazlarının birikiminin neden olduğu iklimsel değişim ve ozon tabakasının incelmesinin/yok olmasının yarattığı etkiler çoğu zaman birbirine karıştırılmaktadır. Ozon tabakası insan etkinlikleri sonucu açığa çıkan CFC (kloroflorokabon) ve halon gazlarının salınımı nedeniyle incelmekte ve yok olmaktadır. Bu gazlar aynı zamanda sera gazlarıdır. Ozon tabakası güneşten gelen zararlı UV (morötesi) ışınları bir süzgeç gibi süzmekte ve dünya yüzeyine ulaşmalarını engellemektedir. Dolayısıyla açığa çıkan sera gazlarının birikmesi hem iklimsel değişimi tetiklemekte, hem de ozon tabakasının yok oluşunu beraberinde getirmektedir. Morötesi ışınlar DNA yapısında değişikliklere (mutasyonlara) yol açabilmekte, deri kanseri başta olmak üzere pek çok kanser türüne neden olabilmektedir (Pek çok kanserde DNA’da biriken birçok mutasyonun rol oynadığı bilinmektedir). İklimsel değişimle birlikte birçok doğal afetin şiddetinin ve sıklığının artması da beklenmektedir. Bu afetler arasında aşırı sıcak hava dalgalarını, sel, fırtına vb. sayabiliriz. Tüm bunlara ek olarak buzulların erimesi, deniz suyu seviyesinin yükselmesine ve pek çok ada ülkesinin ve adanın topraklarının bir kısmının sular altında kalmasına neden olacaktır. Verimli tarım arazilerinin bir kısmı da bu süreçte sular altında kalacaktır. Buna bağlı olarak insan göçlerinin artması da beklenmektedir.

İklimsel değişim nedeniyle oluşan/oluşacak kuraklığın sinyalleri başladı bile. ABD’nin Kaliforniya eyaletinde arıların toplu bir şekilde ortadan kaybolması çeşitli spekülasyonlara sebep oldu. Bir kısım bilim insanı kurak ve ılık geçen kış ayları nedeniyle bu ölümlerin yaşandığını söylerken, diğerleri bir böcek ilacının arıların yön duygusunu etkilediğini iddia etmektedir. Bazıları ise bu büyük ölümlerin/yok oluşların arkasında yapay arı besinlerinin olduğunu savunmaktadır. Arı toplu ölümlerinin nedenleri hala araştırılıyor. Şimdilik fenomeni açıklayacak ortak bir mekanizma bulunamamıştır. Toplu arı ölümleri Kanada, Avrupa ve hatta ülkemizde de görülmüş ve bilim insanlarını endişelendirmiştir. Çünkü ölümler ekonomiyi ve yaşamı doğrudan ve dolaylı olarak önemli ölçüde etkilemektedir. Özellikle arılar pek çok bitkinin polenlerini taşıyarak tozlaşmayı sağladığı için arı ölümleriyle bağlantılı olarak tarım da etkilenecektir. Bu örnek aslında doğadaki küçük bir değişimin yaşamı nasıl etkileyeceğini anlatması bakımından oldukça önemlidir. Şu an görülen arı ölümlerinin sebebi iklimsel değişim olmayabilir ancak iklimsel değişimin pek çok ekosistemi, dolayısıyla canlıyı olumsuz yönde etkilemesi beklenmektedir.

İklimsel değişim yalnızca doğayı ve insan sağlığını etkilemekle kalmayacaktır, iklimsel değişimin ekonomik ve politik etkileri de olacaktır. Günümüzde yaşanan petrol savaşlarının yerini su savaşlarının alması olasıdır. Çünkü bugün bile pek çok ülke su sorunu yaşamaktadır ve bu sorunun katlanarak artacağı açıktır.

TÜRKİYE’YE ETKİLERİ

İklimsel değişim ülkemizi de etkilemektedir. Özellikle son yıllarda yaşanan sel vb. afetlerin sıklığı, bazı bölgelerde yaşanan şiddetli kışlar, yalancı baharlar da aslında bu tabloyu az çok gözler önüne sermektedir. Pek çok akademisyen ve meslek örgütü küresel ısınma ve buna karşı alınacak önlemler konusunda kamuoyunu uyarmakta ve bilgilendirmektedir. Örneğin Ege Üniversitesi Ziraat Fakültesi Tarımsal Sulama Bölüm Başkanı Prof. Dr. Süer Anaç ülkemizde barajların üçte ikisinin boş olduğunu ve ciddi bir kuraklık sorunuyla karşı karşıya olduğumuzu vurgulayarak, Anadolu’da 1877-78 yıllarında yaşanan ve 93 kıtlığı olarak da bilinen büyük kuraklığın neden olduğu sonuçları anlatmıştır. Bu dönemde pek çok ülkede binlerce insan yaşamını yitirmiş, milyonlarca hayvan da telef olmuştur[8]. Rize Üniversitesi Su Ürünleri Fakültesi Dekan Yardımcısı Yrd. Doç. Dr. Cemalettin Şahin, havaların bu sene sıcak geçmesi nedeniyle hamsi sezonunun kısa sürdüğünü açıkladı. Havaların ısınması, hamsi göç yollarının değişmesine ve hamsi sezonunun dört-beş ay yerine bir buçuk ay sürmesine neden olmuştur.[9] Hamsi sezonunun beklenenden bu kadar kısa sürmesi ise ekonomisi daha çok tarıma ve balıkçılığa dayalı olan bölge halkını etkilemektedir. Mayıs ayında Ziraat Mühendisleri Odası Adana Şube Başkanı Ayhan Barut, bu sene yaşanan kuraklık yüzünden Çukurova yöresinde geçtiğimiz yıl 1 milyon 400 bin ton olarak gerçekleşen buğday rekoltesinin yüzde 10-15 oranında azaldığını ve 1 milyon 100 bin tonluk bir rekolte gerçekleşeceğini öngördüklerini belirtti[10]. Tüm bunlara ek olarak yaşanan kuraklıklar sulama maliyetlerini artırarak IMF ve Dünya Bankası’nın emriyle uygulanan tarım politikalarının belini büktüğü çiftçinin üzerindeki yükü daha da artıracaktır.

GERÇEK SORUMLU KİM?

İklim değişikliğinden en fazla zarar gören ülkeler, bu değişimde en az payı olan ve bu zararları bertaraf edebilmek için en az kaynağa ve uyum gücüne sahip olan ülkelerdir. IPCC, “iklim değişikliğinin can kaybı, yatırımlar ve ekonomiye etkisi açısından en fazla gelişmekte olan ülkeleri etkileyeceğini” vurguluyor. Bölge bazında yapılan değerlendirmeler, dünyada birçok bölgenin ciddi bir tehdit altında olduğunu ortaya koyuyor –örneğin Ulusal Araştırma Konseyi’nin yaptığı bir araştırmaya göre, ABD’de de ciddi etkiler beklenmekte–; ancak bu sorundan en fazla etkilenecek olan bölgeler, bu sorunun ortaya çıkmasında en masum olanlar.

İklim değişikliğinin boyutu CO2 yoğunluklarının ne kadar yükseleceğine bağlı; bu da fosil yakıtlarının yakılmasından kaynaklanan karbon emisyonları tarafından belirlenecek. Örneğin sera gazı yoğunluklarının 450 ppmv[asd1] ’de sabit tutulabilmesi için önümüzdeki yirmi yıl içinde yıllık karbon emisyonlarının bugünkü düzeylerin altına, 2100 yılında 2 milyar tona ve daha sonra da 1 milyar tonun altına inmesi gerekecek. Bunun için de küresel karbon emisyonlarının yüzde 70-80 oranında, yani şu anda görüşülen Kyoto değerlerinin çok daha altına indirilmesi gerekiyor.

ABD, dünyada en fazla karbon salınımına yol açan ülke; toplam içindeki payı 1990’da yüzde 22 iken bu oran 2000’de yüzde 24’e çıktı. Kyoto Protokolü, ABD’nin 1990 ile 2008 sonu arasında sera gazı emisyonlarını yüzde 7 azaltması koşulunu getiriyor. Oysa 1990-2000 arasında ABD’nin karbon çıktısı yüzde 18,1 ya da 235 milyon ton arttı. ABD’nin 1990’daki ve 2000’deki emisyonları arasındaki fark, Brezilya, Endonezya ve Güney Afrika’nın toplam yıllık karbon emisyonlarına hemen hemen eşit. ABD’nin yaklaşık 5 ton olan kişi başına emisyonu, dünyanın en yüksek emisyon oranı.

2001’de Bonn’da yapılan görüşmelerde bazı Amerikan sermaye grupları, Bush yönetimini onlara göre ekonomik açıdan riskli ve gereksiz bir anlaşma olan Kyoto Protokolü’nden çekildiği için övdüler. Ayrıca bazı gruplar iklim değişikliğinin varlığı ya da boyutları ile ilgili kuşku uyandıran bilim insanlarının çalışmalarına parasal destek sağlamakla da suçlanıyor. Kyoto’ya karşı en güçlü muhalefeti oluşturan Küresel İklim Koalisyonu, (GCC) güçlü olduğu dönemlerde fosil yakıtları sektörünün en güçlü şirket ve ticaret örgütlerini de yanına çekmişti. Fakat bu grubun, iklim konusunda çalışan bilim insanlarına saldırı düzenlemek gibi eylemleri de içeren aşırı hareketleri geri tepti: BP, DuPont, Royal Dutch/Shell, Ford Motor Company, Daimler Chrysler, Texaco ve General Motors kuruluşlarının tümü 1997-2000 arasında GCC’den ayrıldı. Öte yandan, otomobil ve enerji alanında faaliyet gösteren çokuluslu şirketler, iklim değişikliğine neden olan enerji politikalarına destek vermeye devam ediyorlar.

Yukarıda verilen örnekler açıkça gösteriyor ki, “küresel iklim değişikliği”nin asıl sorumlusu, bulaşıklarını elinde yıkayarak “çok” su harcayan Ayşe Teyze değil, kâr hırsıyla doğayı sömüren “küresel şirketler”dir. Bu nedenle, sorunun çözümü de “bireysel tasarruf”la değil küresel ölçekte enerji, ulaşım ve endüstri politikalarında köklü bir değişimle mümkündür. Tek derdi daha fazla kâr elde etmek olan, doğayı ve insanları sömüren kapitalizmin iklimsel değişimi durdurması değil yavaşlatması bile mümkün değildir. İklimsel değişime karşı verilen mücadelede bu nokta gözden kaçırılmamalı, mücadele, kapitalizmle ilişkisinden koparılmış bir “çevrecilik” temeline değil, doğayı ve insanı sömüren kapitalist sınıfa yönelik “sınıfsal” bir mücadele temeline oturtulmalıdır.



[3] Evrensel Gazetesi, 23.07.2007

[4] Yazı boyunca “küresel ısınma” yerine “iklimsel değişim” terimini kullanacağız. Çünkü her ne kadar iklim değişikliği bugün ısınma şeklinde görülse de, bu değişiklik belli bölgelerdeki sıcaklıklarda düşüşlere de neden olacaktır.

[5] http://www.icsu-scope.org/downloadpubs/scope29/statement.html

[6] http://en.wikipedia.org/wiki/James_Hansen

[7] http://arch.rivm.nl/env/int/ipcc/pages_media/SRCCS-final/SRCCS_Chapter2.pdf


[asd1]Ppm mi ppmv mi???

7. Felsefe Kongresi Üzerine

Son yıllarda gençliğin aydın kuşağı olarak tarif edilen üniversite öğrencilerinin düzenlediği birçok alana yayılan ve giderek kitleselleşen bağımsız öğrenci kongrelerinin üniversitelerde zengin bir tartışma ortamı yarattığı gözlemleniyor. Gençlik örgütünün son konferansında da gündemine aldığı ve sonuç bildirgesinde katılımını ve içeriğini dönüştürmeyi karara bağladığı bu konferansların giderek önem kazanması, gençlik örgütünün öngörüsünü doğrular nitelikte. Fakat bu öngörü ve karara rağmen üniversitelerde yürütülen demokratik ve bilimsel eğitim mücadelesi içerisinde yürüttüğü çalışmanın hala bu ivmeye karşılık verir düzeyde olmadığı da aşikâr. Bu bağımsız öğrenci kongrelerinin her alanda ortak olarak taşıdığı iki öneminden bahsetmek mümkün. Birincisi, kongrelerin giderek daha çok katılımla kitleselleşmesi ve bu kitleselleşme içerisinde yürütülecek çalışma. Kongrelere katılan birçok üniversite öğrencisinin ilerinin akademisyen kuşağını oluşturacağını düşünürsek, kongreler, sınıf partisinin akademik alandaki mücadelesini koşullayan alanlar olarak karşımıza çıkacaktır. Bu kongrelerin sonucu olarak bazı alanlarda kitleselliğin giderek kurumsallaştığı gözlemine dayanarak, üniversiteli kuşağa anti-emperyalist, kapitalizm karşıtı bir karakter kazandırmanın da olanaklarıyla buluşma imkânı sağlanacaktır. Kongrelerin diğer bir önemli yanı, birincisine bağlı olarak, var olan eğitim sistemine bir alternatif olarak kendilerini ortaya koymalarıdır. Birçok üniversiteli bu kongrelere hazırlanırken, eğitim sisteminde dayatılan bilimsellikten uzak, idealizmin egemenliğindeki düşüncelerden ve sözde bilgilerden uzaklaşarak ve farklı bilgi kaynaklarından yararlanarak, kendi düşüncesini şekillendirme çabasına girmektedir. Dolayısıyla kongrelere hazırlık aşaması, gençlik örgütünün hedefine koyması gereken bir başka süreçtir. Eğitim sisteminin gericiliği, –hepimizin bildiği gibi– salt bu kongrelerle aşılabilecek bir durum olmadığı gibi, bu kongrelerin, üniversiteli gençlerin bilgilenme, bilinçlenme ve aydınlanma sürecinin önemli bir parçası olduğunu görmezden gelmek de yanlış bir tutum olacaktır. Elbette ki, gençlik, henüz bütünüyle Marksizmle kucaklaşmamıştır; fakat akademinin halktan ve hatta öğrenciden kopuk karakteri ve durumuna alternatif olarak yarattığı bu tartışma ve fikirlerin çarpışması ortamı, onun Marksizmle buluşması için önemli bir alan açmaktadır. Bağımsız öğrenci kongrelerinin önemi bu kadar aşikârken, bilimsel sosyalizmin biricik savunucusu olan sınıfın partisi, gençliğin bu mücadele alanında onun yolunu aydınlatmayı kuşkusuz ki kendisine görev olarak biçecektir. Gençlik örgütü de bu alanlardaki varlığı ve müdahalesinin önemini bir an önce daha ileriden kavrayarak, ona uygun adımlarını bir an önce şekillendirecektir. Bu çalışma, yukarıda belirtildiği gibi, kongrelere hazırlık sürecinde öğrenci toplulukları ya da bölümlerdeki çalışma ve kongre anında tartışma süreçlerine en aktif şekilde katılarak, bilimi, demokrasiyi ve işçi sınıfının felsefesini tartıştırmak şeklinde iki temel alanda özetlenebilir.

Geçtiğimiz ay gerçekleştirilen felsefe kongresi de, bu kongrelerin gelenekselleşip kökleşmiş sayılabilecek bir örneğidir. Ancak, en geniş tanımıyla idealizmle tarihsel diyalektik materyalizmin çarpışması olarak değerlendirilebilecek bu son felsefe kongresinin şekillenişi hiç de iç açıcı olmamıştır denebilir. Marksizmin felsefe alanında akademide yaygın bir yaklaşım olmamasının sonucu olarak, her felsefe kongresinden idealizmin farklı kılıklarının az-çok yengi ile çıktığını söylemek çok da yanlış olmayacaktır. Bu yıl 7. si Ege Üniversitesi’nde, 370 üniversite öğrencisinin katılımıyla düzenlenen “Modernleşme ve Gelenek” gündemli kongrede de benzer bir gelişmeye tanık olunmuştur. Ana hatlarıyla, yapılan sunumlarda, ‘gelenek’ olarak tarifini bulan feodal ve dinin ön plana çıktığı toplum koşullarından yarı yarıya kurtulmuş, fakat aradığı özgürleşmeyi ‘modernleşme’ olarak tanımlanan kapitalist koşullarda da bulamamış insanlığın portresi çizilmiştir. Modernleşmenin insanlığın kurtuluş mücadelesinde –doğal olarak– kendini çözüm şeklinde ortaya koyamayacağı tespitinin üzerinden, felsefe öğrencileri, belli başlı bazı merkezlerin işaret ettiği üzere, çareyi, postmodernizmde aramışlardır. Bireyin kurtuluşu ve –sanki olanaklıymış ve sanki sınıflar ortadan kalkmadan sınıf egemenlikleri örgütlerinden başka bir şey olmayan iktidarlar ortadan kalkabilirmiş gibi, işçi sınıfınınki de dahil– tüm iktidarların yıkılması gerektiği doktrinlerine dayanan bu fikir akımı, kongrede yapılan birçok sunumda etkili olmuştur. Türkiye’de elit denilebilecek birçok üniversitedeki akademisyen de, Marksizm-Leninizmi, sosyalizmi, insanın insan üzerindeki sömürü ve zorbalığının, hükmetme-hükmedilme ilişkisinden başka şey olmayan iktidar ilişkilerinin, öyleyse sınıfların ortadan kalkışının tek olanaklı yolu olarak işçi sınıfının iktidarını amaçlaması dolayısıyla iktidar kavramını savunmakla eleştirmekte ve bunu özgürlük düşüncesinden oldukça uzak bulmaktadırlar. Oysa iktidar yapı ve ilişkilerini üreten sınıf karşıtlıklarına dayalı –bugün kapitalist– zemin varoldukça, ne yazık ki, insanın özgürleşmesi ancak azınlık burjuva iktidarlarının yerini toplumun ezici çoğunluğuna dayalı sömürülenlerin iktidarının almasından başka yolu bulunmamakta ve özgürlük istemi, zorunlu olarak sosyalizm ve emeğin iktidarı istemine bağlanmaktadır. Bu zorunluluğun kavranamayışının sonucu tektir: İktidar ilişkileri ve kavramından kaçınma çabası içinde, bugün var olan ve değiştirilmezse özgürlüklere ulaşılması olanaksız olan, küçük bir azınlığın, büyük emekçi çoğunluklar üzerindeki kapitalist iktidarın süregitmesi ve bunun onaylanması. Yapılan öğrenci sunumlarında bunun etkisi gözlenmektedir. Gerçekte sosyalizmin yenilgisinden sonra ortaya çıkan sınıf küskünlüğünün, dolayısıyla burjuvaziye hizmet eden bir görüşten başka bir şeyin ifadesi olmayan postmodernizm, tarihsel toplumsal ilerleme bakımından, aslında modernizmden de geri bir noktada durmaktadır. Gençlik örgütünün burjuvaziye hizmet eden ideolojilerle hesaplaşması ve kendini fikirsel anlamda geliştirip buralardan yengiyle çıkması gerekmektedir. Ancak önceki bir sayımızda sunulan iki tebliği yayınladığımız son İktisat Kongresi’nde iyi ve oldukça ileri bir noktada olmasına karşın, ne yazık ki, bu yılki felsefe kongresinde, gençlik örgütü, yeterince müdahale eden bir noktada bulunamamıştır.

Felsefe kongrelerinde dikkat çeken bir diğer nokta ise, kadınlarla ilgili sunumların artışıdır. Geçen yılki “Öznenin Tarihi/Tarihin Öznesi” gündemli kongrede 4 örneğe rastlanırken, bu yıl 9 adet kadınların toplum içerisindeki konumlanışı ve özgürlük sorununa yönelik sunum yapılmış ve bu oturumlar oldukça ilgi gören ve tartışmalı geçen oturumlar olmuştur. Tahmin edileceği üzere, bu konuda da feminizmin baskısı görülmüştür. Kadının kurtuluş mücadelesinin erkekleri karşıya alması gerektiği ön fikrine dayanan bu akım, kurtuluşun, kadının erkek karşısındaki başkalığını zirveye çıkararak, gerçekteyse onu yalnızlaştırarak olabileceğini ve olması gerektiğini ortaya koymaktadır. Hatta ileri gidilerek, varoluşçulukla Marksizmin uzlaştığı yönünde savunular yapılmıştır.

Sonuç olarak, sınıfın partisinin ve onun gençlik örgütünün fikri anlamdaki mücadelesi bu kongrede oldukça zayıf kalmıştır. Gelecek sene Dicle Üniversitesi’nin ev sahipliği yapacağı kongre ise, şu ana kadarkilerden oldukça önemlidir. Felsefe öğrencileri, yaptıkları seçimde, “bölge” olduğu ve bu yüzden oraya gitmek gerektiğini düşündükleri için Diyarbakır’ı seçmişlerdir. Bu bir eğilimin göstergesidir ve bu eğilim fikirsel anlamda örgütlü bir güce dönüştürülmelidir. Kongrenin ana başlığı henüz belli olmasa da, Ulusal Sorun’un, milliyetçiliğin, demokrasinin ve özelde Kürt sorununun tartışmaya açılacağı açıkça görünmektedir. Bu yüzden seneye gerçekleşecek kongreye en örgütlü şekilde katılmak gençlik örgütünün hedeflerinde önemli bir yer tutmalıdır.

Eksiklik ve zayıflıklarına karşın, yine de, felsefe kongresi boşuna yapılmış ve olumlulukları yok değildir. Özgürlük Dünyası olarak, kuşkusuz ki savunulan –örneğin zamanın özgür ya da özgürleştirici niteliği ve ilkel toplumda geniş çalışma zamanı dışı zaman imkanı gibi..– fikirlere bütünüyle katılmamızı gerektirmeden, bu kongrede yapılan iki sunumu okurlarımızın dikkatine sunuyoruz.

Doğu Batı Arasında Kadın

Kader size üç acı pay ayırdı:

İlki bir köleyle evlenmek,

İkinci bir kölenin annesi olmak

Üçüncüsü, bütün hayatınız boyunca bir köleye itaat etmek,[1]

Rus şair Nekrassov’un bu dizeleri, anaerkil dönemden sonraki tarih boyunca kadının durumunu en trajik haliyle ortaya koyuyor. Ortaçağ dönemi boyunca hem Avrupa’da hem de Doğu toplumlarında oldukça sancılı süreçlerden geçen kadın, modernleşme sürecinde de, her iki alanda bu sancılardan kurtulamamıştır. Bu sunumda, Batı ve Doğu toplumlarında din ve sosyo-ekonomik koşuların kadının konumunu nasıl belirlediği, hangi süreçlerden geçtiği yönünde bir ilk bölüm olacak, ve sonrasında, modernleşen Batı’nın geleneği koruyan ‘kara çarşaflı’ Doğu’yu liberal oryantalist bir bakış açısıyla eleştirmesinin altı ne kadar boş bir kritik olduğu ortaya konacaktır.

HIRİSTİYAN BATI MÜSLÜMAN DOĞU’YA KARŞI

Ortaçağ ve sonrasında, Aydınlanma dönemi Avrupası’nda kadının toplumsal kimliği üzerindeki dinin etkisi ve baskısı üzerinde durmadan önce, İncil’de kadının yeri üzerine bir şeyler söylemek gerekir sanırım. Her şeyden önce Tanrı’nın oğlu İsa’yı doğuranın bir kadın olması, salt doğurganlık üzerinden de olsa, kadına kutsal bir saygınlık kazandırmaktadır. Fakat atlanmaması gereken bir noktadır ki, Meryem erden bir kadındı. Kadına kutsallık ya da saygınlık vasfı bekâretini koruduğu sürece atfedilmişti. Zina ise, tüm dinlerde olduğu gibi, en büyük günahlardan sayılıyordu. Kendisinden önce gelen Tanrı’nın elçilerine zıt olarak, İsa, zinayı sadece kadınların ölümcül cezalara çarptırıldığı bir suç olmaktan çıkararak, erkeklere de ceza verme sebebi olarak sunmuştur. Zinanın tarifini öyle genişletmiştir ki “Her kim ki bir kadına istek duyarak bakarsa, o anda yüreğinde onunla zina etmiş olur.[2] diyecekti. Daha önce Musa’nın zina eden kadınların öldürülmesini salık vermesi, İsa’nın bu yeni zina kavramıyla alt üst olmuştur. O dönem, kadın o kadar aşağı görülen bir varlıktır ki, sinagogların kapısında, “Tanrım beni kadın olarak yaratmadığın için sana şükürler olsun.” gibi yazılar yazmaktadır. Evlilik kurumunun da yeni bir anlam kazanması söz konusudur. Geçmişte kadın bir erkeğe verilirken, babasının hükümranlığından çıkıp kocasının kölesi olmakta iken, bu yeni dinin sözcüsü, kadın ve erkeğin bir bütün olabilmek için yaratıldığını buyurmaktadır. Bu nedenle de evliliği kutsamakta, zina dışında herhangi bir nedenle boşanmayı Tanrı’ya karşı gelmek olarak tanımlamaktadır. İsa’nın anıları arasında zina eden bir kadının bağışlanması bile söylenegelmiştir. Kadınlara atfedilen diğer bir kutsal saygınlık ise, İsa’nın öldükten sonra dirilişinde, ilk olarak yasını tutan kadınlara görünmesidir.

Buraya kadar, İsa ile gelen yeni din anlayışı, kadınlara gayet ılımlı yaklaşıyor görünmektedir. Zaten günümüz Hristiyan misyonerlerinin birçoğu, İncil’i, bu yönüyle, insan haklarını tanıyan bir anlayış olarak savunmakta; hatta İsa’nın iyi bir feminizm destekçisi olduğunu savunacak kadar ileri gitmektedir. Fakat Batı’nın geçmişinde, şeytan olduğu iddia edilen birçok kadının infazı bulunmaktadır. Bu düşünceyi tetikleyen en önemli faktör ise, yaradılış teorisidir. Buna göre, Tanrı dünyayı altı günde yaratırken, beşinci gün Adem’i yaratmıştır ve o uyurken de, kaburga kemiğinden Havva yaratılmıştır. Yasak meyveyi yemek için erkeği baştan çıkaran kadın olmuştur. İşte Ortaçağ karanlığında, kilisenin erkekleri aklayacak sebebi keşfedilmiştir. Kadın baştan çıkarır, şeytan kadın suretinde görünür ve erkeği zinaya sürükler. Bu nedenle, erkeğin tek günahı zayıf bulunmak ya da zaafı olmak olabilir. Bu dönemde, fakir köylü kadınlarının kiliseden yemek yardımı alabilmek için, kilisedeki rahipler, yamaklar ya da aşçılarla cinsel ilişkiye girdiği bilinmektedir. Buna karşılık, erkeğe atfedilen suç şeytana uymakken, ekmek için kendini satan kadın, şeytanın ta kendisi olmaktadır ve en ağır şekilde cezalandırılmalıdır. İncil’in sözde tüm ılımlı yaklaşımlarına rağmen, köleci ve feodal toplumda da, Batı, kadını erkeğin zimmetli bir eşyası olarak ortaya koymuştur.

Kuran’da ise, kadının durumu çok daha vahimdir. Yarım akıllı, kendini bilmez beyinsiz bir yaratık olarak bahsedilen kadın, erkeğin üstünlüğü karşısında eğilmek zorunda bırakılmıştır. Kadın, mehir adı altında veliliği satın alınan bir kuldur. Erkeğini, o istediği takdirde, başka kadınlarla paylaşmak zorundadır. Adet dönemlerinde kirli olarak nitelenen kadın, biyolojik özelliklerinden kaynaklı bile olsa, ikinci sınıf insandır. İslamiyet, Hıristiyanlık’tan öteye geçerek, kadının toplum içerisindeki ve cinsellikteki yeri dışında ekonomik ilişkilerdeki yerini de belirlemekte, erkeğin yarısı kadar miras hakkı tanırken, mal varlığı üzerindeki söz söyleme yetkisini de, kadının bağlı bulunduğu erkeğe, kocası ya da babasına vermektedir. Boşanma için zina dışında birçok sebep gösterebilen erkeğe nazaran, kadın, yalnızca, kocasının erkeklik görevini yerine getiremediği takdirde boşanma talebinde bulunabilir ve nafaka hakkı ortadan kalkar. Batı’nın Müslümanlığın simgesi olarak sunduğu başörtüsü ise, kadını ayak ve el bileklerine kadar sarmalı ve yalnızca yüzünü gösterecek şekilde açıklığa izin vermelidir. Hıristiyanlıktaki şeytana uyarak zina işleme mantığı, burada da hâkimdir. Aslında bu kapanış tarzı, Hıristiyan rahibelerini hatırlatmıyor değil.

Kendisini insan haklarının merkezi olarak gösteren Batı’nın, Hıristiyanlığı, modernleşmeye göre ehlileştirmeye çalıştığı aşikâr. Fakat din temelinde baktığımızda, iki farklı din de kadın konusunda hiç de insaflı değildir. Demek ki, modern taraf ve gelenekçi taraf arasındaki bu uçurum, her ikisinin, dininin buyruklarının ötesinde bir temellendirilmesini gerektirmektedir.

SOSYO-EKONOMİK GELİŞMELERİN DOĞU VE BATI KADINININ ÜZERİNDEKİ ETKİLERİ

Ortaçağ’da dinin toplumsal işleyiş üzerindeki bu etkisi, Aydınlanma, burjuvazi ve işçi sınıfının doğuşu ile dağılmıştır. Özel mülkiyet sahipleri ile kilisenin çıkarları çatışmaktadır ve bu gerilim, burjuvazinin işçileri ve halk kesimlerini de arkasına alarak ayaklanmasıyla doruğuna ulaşmıştır. Kapitalizm öncesi kadına bakış, onların politik bir topluma değil, geleneksel bir aileye ait oldukları yönündedir. Tanrı ya da tabiat, onları, kamu hizmetleri için değil, ev işlerini halletmeleri ve çocuk doğurarak hem işgücü hem de soyun devamını sağlamaları için yaratmıştır. Kapitalizm, beraberinde, bu geleneksel anlayışı büyük ölçüde yıkarak gelmiştir. Özellikle makineleşme ile birlikte, artık, daha cılız ya da makineyi işletebilecek kadar güçlü, fakat daha ucuz emek gücüne ihtiyaç doğmuştur. Bu gelişme de tarih sahnesine kadın ve çocuk emeğini çıkarmış, onları da işçi sınıfının bir bileşeni olarak ortaya koymuştur.

18. yy’ın sonları ve 19.yy Avrupası’nda, iplik ve dokuma tezgâhı işverenleri, kadın ve çocukları işe alıyordu. Çünkü onlar daha iyi çalışıyor, daha az ücret alıyordu. Ayrıca içinden çıktığı dönemin koşulları itibariyle kadın, henüz özgürlük kavramından çok uzak, silikleştirilmiş bir öğe olarak görülüyor ve kapitalizm bu durumdan alabildiğine faydalanıyordu. 1831’de, Lyon’da, ipek işleyen kadın işçiler, sabah 5, akşam 11, günde 18 saat çalışıyorlardı. Sağlık koşullarının çok kötü olduğu nemli ve pis ortamlarda çalışan bu işçiler arasında verem çok yaygın bir hastalıktı. Daha önce kadını eve hapseden Batı’nın feodal toplumunda kadın baba ve kocanın himayesindeyken, kapitalizm geliştikçe, patronun himayesine geçti. Traji-komik olan durum, artık baba ve kocanın, kadınıyla aynı efendiyi paylaşmasıydı. Sefalet yüzünden, “Kadının yeri evidir” zihniyeti çökmüş, eve daha çok gelir girsin diye seri çocuk üretimine girişilmiştir. Büyüyen kapitalizmle artan proleter ordusunun yaşam koşulları ise, sefalet, alkolizm, ahlaksızlık, ailenin çöküşü, ruhi ve maddi bozukluktur. Fuhuş hiç olmadığı kadar artmıştır. Vardiyalı ve uzun saatlere varan ağır çalışma koşullarında kadın ve erkek evde birbirini göremez olmuş, evlilik dışı cinsel ilişki çok yaygınlık kazanmaya başlamıştır. Bu da, ilk başta ailenin çöküşünü, diğer yandan da, Batı halklarının dinden kopuşunu gerçeklemiştir. Burjuvazi, bu insanlıktan uzaklaşmış yaşam koşullarındaki yozlaşmanın faturasını halka yüklemeye çalışmıştır. Bu durumu, Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni adlı kitabında şöyle eleştirir: “İnsanları ancak, hayvana yakışan bir durumda bırakırsak ya isyan eder ya da hayvanlığa kapılırlar. Burjuvazinin işçi sınıfının yüzüne cinsel kabalığını vurmaya herkesten daha az hakkı vardır.[3] Bu sefalet koşullarını tüm çıplaklığıyla anlatan Emile Zola’nın Germinal adlı kitabında, çocuğunun yaşamını devam ettirmek, bakkala borç yazdırabilmek için bedenini satan anneler ya da beğendiği bir elbiseyi alabilmek için bile fuhuş yapan genç kızlar görürüz. Kadının ev hapishanesinden sokak cehennemine düşmesi, başta, onu tutsak kılan ikinci bir alan olarak tanımlanabilir. Ancak kadının kendi özgürlük mücadelesini vermesinde bu koşulları deneyimlemesi oldukça etkili olmuştur. Öyle ki, 1871 Paris Komünü’nde birçok erkekten çevik davranıp, barikatlar kurarak komünü savunmuşlardır. Ya da İspanya’da iç savaş döneminde, insanlık dışına itilip toplumca dışlanan, fakat erkeklerin arka bahçe haremi olan fahişelerin silahlanıp bölükler oluşturarak, düzenli bir kuvvet oluşturdukları gözlenmiştir. Hatta bu süreçte, kendi öz örgütlülüklerini bile yaratmaya başlamışlardır. Paris’in Korunması ve Yaralılara Yardım Kadınlar Birliği, bunlardan en güçlü olanıdır. Kapitalizmin sefalet koşullarında cinsel ve sınıfsal sömürüye maruz kaldığının bilincine varan kadın, ezilen sınıfın ezen sınıfa karşı başkaldırısında etkin bir rol oynamadığı takdirde, işçi sınıfının özgürleşemeyeceğinin, böyle bile olsa, kendinin özgürleşemeyeceğinin ayırdındadır.

Kadının kapitalizmdeki bunalımına, bu dönem farklı yaklaşımlar sergilenmiştir. Bunlardan ilki, 19.yy burjuva feminizmidir. George Sand, koca otoritesine karşı aşk özgürlüğünü savunarak, serbest aşk hakkı gibi yeni görüşler ortaya koymuştur. “Hayatını yaşa!” sloganıyla hareket eder. Ortalama 14–15 saatlik iş günü koşullarında ise, aşkın hangi arada özgür kılınabileceği sorusunu orta yerde bırakmıştır.

Freud’un yaklaşımı ise, ele aldığı konu bakımından pek farksızdır. İki görüşte, kadının özgürlüğünü, cinsiyete ya da cinselliğe indirgemiştir. Kadını, salt doğurganlık özelliğine hapseden zihniyetten alır, ancak toplumsal ve ekonomik koşullardan soyutlayıp cinsiyete hapseder. Kadının mutsuzluğuna deva olarak hiçbir şey gösteremez. Psikanaliz, sadece, kadının bireysel gibi görünen sorunlarını bilince çıkarttığını savunur.

Batı feminizminin en temel isimlerinden biri olan Simone De Beauvoir ise, bir varoluşçu olarak, kadını erkeğin zıddına koyarak, aslında kadın olanı erkek olana göre tanımlar. Erkek, sebep olan ve mutlak olandır. Kadının yazgısı üzerinde belirleyici olandır. Kadın ise, erkeğin ötekisi’dir. Ve kadın, ancak, bu bağıl tanımlılıktan kurtulduğu ölçüde özgürleşebilir. Bunun yolu da, bu ötekilik halinin zirve noktaya ulaşmasından geçmektedir. Böylece kadın, erkek için değil, kendi için yaratıldığının farkına vararak, kendini bulacak ve gerçekleştirecektir. Bu feminist tez ise, kadını özgürlük mücadelesinde yalnızlaştırmakta, biraz daha uçlaştırırsak, onu, erkeğine karşı bireysel mücadeleye itmektedir.

Günümüze yaklaşırken, Avrupa’da, faşizm koşulları altında Hitler’in başını çektiği 3. Almanya parlamentosunun 3 K kadın tarifi ise, özgürleşme mücadelesinin tüm kazanımlarının gerisine düşüldüğünü ortaya sermektedir. “Kirche, Küche, Kinder” – “Kilise, Mutfak, Çocuklar”. Faşist diktatörlük şartlarında, kadınlar yeniden evlere hapsedilmeye çalışılmış, tüm politikleşme süreci unutturulmaya uğraşılmıştır. Faşizmin kadına yaklaşımı da bu şekildedir.

Unutulmaması gerekir ki, 20.yy’da, kapitalizmin karşısında en güçlü düşmanı sosyalizm durmaktaydı ve git gide daha çok yandaş kazanmaktaydı. Feodal üretim ilişkilerinin bunalımından kendini kurtarmaya çalışan emekçi sınıfın bunalımı kapitalizmin sömürü çemberinde daha da derinleşmiş ve tam da bu dönemde, karşısına, kendisinin iktidar olduğu bir yaşam çıkmıştı. Sovyetler Birliği’nin birçok Avrupa ülkesine işçi haklarını dayattığı, bugün Avrupalı liberaller tarafından bile kabul edilmektedir. Sosyalizmin bu ilerleyişine karşı kapitalizm en saldırgan silahı faşizm ile cevap vermeye kalkıştığında ise, birçok yerde direnişlerle karşı karşıya kaldı. Faşizme karşı halkların bu mücadelesinde kadınların rolü yadsınmayacak derecede teslim edilmelidir. Yaşanmış bir deneyim olarak, sosyalist bir sistemde kadının konumuna, Doğu toplumlarını da irdeledikten sonra değinelim.

18.yy’a kadar kendi içine kapalı olan Arap toplumu, Batı’da kapitalizmin emperyalist dönemine geçmesiyle birlikte, Batı’yı sömürge işgalleri ile tanıyor. Hıristiyan Batı’nın zorla topraklarına yerleşmesi, Doğu’nun, yeni olan ile geleneksel olan arasındaki gerilimde bocalamasına neden oluyor. Bu dönem öncesinde kadının toplum içindeki konumu, üç ayrı sınıf etrafında toplanabilir. Birincisi, göçebe yaşayan Bedevi kadınlarıdır. Kabilenin malı sayılan ve onun gözetimi altında olan göçebe kadınlar, sığır sağımı, eğirme, dokuma gibi üretim ilişkileri içerisinde bulunma ve hareket alanının geniş olması bakımından en özgür kadın tipi sayılabilir. Savaş halinde ise, erkekleriyle kurduğu ilişki, onu nidalarla savaşa yollama, yenilgi durumunda teselli etme bazında İslamiyet’in çizdiği köle görünümünden çok, yoldaşça sayılabilir. İkinci grup, köylü kadınlardır. Faaliyet ve hareket alanı, geniş aile ile sınırlıdır. Bir yandan ev içi emek, diğer yandan tarım ve dokuma işçisi olma özellikleriyle üretim ilişkilerine doğrudan katılırlar. Durumu en trajik olan ise, şehirde yaşayan kadındır. Aile reisinin boyunduruğunda, mülkiyeti olan, ama onun üzerinde söz söyleme yetkisi ait olduğu erkekte olan, temel uğraşları çocuk doğurup yetiştirmek olan bu kadınlar, hiçbir şekilde üretim ilişkileri içerisinde bulunmadılar veya herhangi bir devlet kademesinde resmi görev üstlenmediler. Genelde, 12 yaşında anne, 24 yaşında büyükanne olarak, 5 nesillik bir soy ağacı boyunca yaşarlardı. Okuma-yazmaları olmayan bu kadınların oyalanmak için uğraştıkları şeyler ise, evlere gelen süs eşyası satıcıları, falcılar, güzellik, kına, dövme gibi şeylerdir. Erkeklerinin denetimi altında hamama gidip, oğullarına kız beğenip evlilikleri bağlamak da, kadınların toplumsal görevleri arasında sayılmaktadır. Farklı koşullansalar da, üç tür kadın da, uysal, itaatkâr olmak zorunda olan fiziki kölelerdir. İsyanın cezası ise çok kesindir: Ölüm. Canlı hiçbir şeyden destek göremeyen kadın, umudunu batıl inançlara meyledip, türbe, yatır efsaneleri türetti. Tabii buna tezat bazı durumlar da vardı. Örneğin 18. yy. Mısır’ında, kendilerine tahsis edilmiş topraklara sahip asker kadınların varlığı, yer yer harem isyanlarında evin reisinin dövülerek evden kovulması gibi nadir durumlar söz konusu olsa da, bu iç mücadele dinamikleri hem sayıca çok az, hem de diğer kesimlerden yanıt bulmayan bir çabaya dönüşüyordu. Henüz batılılaşmanın gündemde olmadığı bu koşullarda, devlet, işlerin genel örgütlenişi ile meşgul olurken, cılız endüstri köylüleri kiralıyor, işgücü için göçebeleri yerleşik hayata zorluyordu. Evlilik, sünnet, ölüm törenleri, bazı kabilelerde kadın sünnetleri gibi gelenekler muhafaza ediliyor, kadın bir eşya olarak görülüyordu. Emperyalizmin sömürge arayışlarının ilk adreslerini de, feodalizmi henüz tasfiye edememiş bu Doğu toplumları oluşturuyordu. 1798’den 1801’e kadar süren Mısır’daki Fransız işgali, birçok sosyal ve ekonomik yapıyı değiştirmişti. Erkek işgücü kıtlığı, idarecilerin kadınlara yönelmesini sağladı ve Batı’da yaşanan benzer süreç gibi, kadının geleneksel patronu gitti, yerini devlet ve işveren aldı. Böylece geleneksel olarak erkeği vasıtasıyla kadınla ilişkilenen devlet, bunu dolaysız hale getirmiş oluyordu. Fransız işgali, kadının geleneksel yerini aile içinde de kırmayı deniyordu. Fransız askerlerle evlenen Arap kadınlarının nezaket ve saygı çerçevesinde iyi muamele gördüğüne tanıklık eden birçok kadın, dilekçelerle kocalarını Bonaparte’a şikâyet etmeye başladı. Tabii bu dilekçe eylemlerinin sonucu, işgal bittiğinde ortaya çıkan, katledilen, zehirlenen ve Nil’de boğulan binlerce kadının hazin sonu oldu. İşgalin bitişi, geleneksel sınırlamaları kısmen geri getirmişti, fakat artık kadın geri dönülmez bir biçimde üretim sürecine katılmıştı. Fakir bölgelerde kadın, çocuk ve genç kızlar, devletin gösterdiği yerlerde, zincirlenip atandıkları tekstil fabrikalarında zorla çalıştırılıyordu. Eskiden kadın ve erkeğin aynı ortamda bulunmasının mahremiyeti, kapitalizmin yeni yasalarıyla unutulmuştu. 1840’larda, 150 kadın, fabrikada, yarı çıplak erkeklerin yanında peçeli bir şekilde çalışıyordu. Kadının Mısır’da ilk meslek edinişi ise, çok daha sonra, Kahire’de açılan bir tıp okulunda ebelik eğitimiyle gerçeklemiştir. Bu okula ilk gelen 30 soylu genç kız, peçelerinin yüz kısmını açmıştır. Bugün kadınlar sosyo-ekonomik belirli kazanımlar elde etmişse de, hala bir namus nesnesi olarak görülmekte, bundan kaynaklı herhangi bir suç unsurunda ailesini utandırmakla suçlanıp cezalandırılmaktadır. Bu, kendi iradesi dışında gerçekleşen bir tecavüz durumu olsa bile.

Kısaca özetlersek; Doğu’nun modernleşmesi, kendi iç dinamikleri ile değil, emperyalizmin sömürgeleri olması pahasına çok yavaş bir toplumsal evrimle gerçekleşmekte ve hâlâ da sürmektedir. Bu nedenle, Doğu’nun modernleşmesine Batılılaşma dersek, yanılmış olmayız.

Buraya kadar, Doğu ve Batı’da kadının toplum içerisindeki konumlanışının, hâkim iki din arasındaki kadına bakış açısı farklılığından kaynaklanmadığını gördük. Çünkü gerek İslamiyet gerek Hıristiyanlık kadını politik topluma ait bir birey olarak görmemekte, onu köleleştirecek her türlü yönelim için meşru bir zemin hazırlamaktadır. Bu, kadının her iki toplumda da köleleşmesinde dinin etkisi yoktur demek değildir. Aksine din, kapitalist sömürü koşullarını bile meşru kılmaktadır. O halde, Doğu ve Batı arasında kadının konumlanışını, iki farklı coğrafyadaki sosyal, kültürel, ekonomik ve siyasi gelişmeler belirlemektedir. Hal böyle iken, Batı’nın liberal oryantalist söylemleri meşru kılınabilir mi? Batı her zaman Doğu’yu ötekileştirme çabasında olmuş, modernleşememiş, barbar bir zihniyet olarak dünya kamuoyuna açarken, aslında kendi politik çıkarlarını gözetmektedir. Aksi halde, ABD’nin Irak işgalindeki demokrasi taşıyıcılığı görevine ilişkin söylemi başka bir karşılık bulamaz. Batı, ABD’nin şahsında, modernleşme ve demokrasi gönüllüsü olmuştur. Ortadoğu’daki “medeniyetler çatışması”na son verecek, orayı demokratikleştirecek, daha da ileri gidersek “kara çarşaf”a hapsolmuş kadını kurtaracaktır. ABD’nin öldürerek demokrasi götürdüğü insanların hiçbirinin özgürleşmediği ortadadır. Sonuç olarak, ekonomik ve politik çıkarları için Yeni Ortadoğu’yu yaratma çabasında olan ABD, kendini dünya halklarının gözünde temize çıkarmak için, bu oryantalist söylemleri kullanmaktadır.

Aslen Asyalı bir kadın olan ABD vatandaşı ve Kolombiya Üniversitesi Antropoloji Bölümü profesörü Lila Abu-Lughod, Müslüman Kadınlar adlı makalesinde, Batı’dan Doğu kadınının görünüşünü, baskılanmış, örtülmüş, Batı ile aynı özgürlüğe sahip olmayan, dini ve kocası tarafından yönetilen bir nesne olarak tariflemiştir. Aynı makalesinde, Bush’un vekillerinden birinin, bu görünümü askeri saldırı malzemesi olarak kullanmaktan çekinmediğini vurgular. Kendi ailesine dönüp bu durumu sorguladığında, başı açık Filistinli büyükannesini ve bluz ve kot pantolon giymiş Ürdünlü yengesini örnek olarak karşımıza çıkarır. Buradan hareketle, Batı medyasını eleştirerek, “Neden New York Times Magazin’de Batı kadını gibi giyinmiş Ürdünlü bir kadının fotoğrafına hiç rastlamayız?” sorusunu sorar. Elbette ki, Abu-Lughod’un bu değerlendirmesini, Doğu’nun feodal ilişkilerinde yaşanan kadın cinayetlerini, kadının köleleştirilmesini ve sömürülmesini örtbas etme çabası olarak algılamamak gerekir. O, sadece, Batı’nın özellikle bu geri kalmış, dini dar görüşlü zihniyeti ön planda tutma çabasının, Doğu’ya yönelteceği her saldırıda meşrulaştırıcı bir kavrayış yaratma amacına ilişkin olduğuna vurgu yapmak istemiştir. Soruna şöyle bir açıklama getirmiştir:

Doğu kadınının bu görünümü, bizi, zaman, mekân, bölge ve sınıf farklılıklarını düşünmekten alıkoymaktadır. Yukarıda tarihi süreç içinde ele alınmış koşullar, bu savunuyu doğrulamaktadır. Batı, kapitalistleşme sürecini ilerletip sömürgeci aşamasına geçmişken, Doğu’da feodal yapı hala korunmakta, toplumsal evrim süreci çok yavaş ilerlemekte, bu sebeplerle üretim ilişkileri içine problemli bir şekilde dâhil olan kadın, Batı tabiriyle modernleşememektedir.

Batı’nın bu özgürlük ve demokrasi nutuklarını samimi bulmayan bir başka Doğu’lu kadın da, Cezayirli kadın hakları savunucusu Karima Bennoune’dur. Benounne, 1994’te Montly Review’da çıkan “Cezayirli Kadınlar Köktendincilikle Karşı Karşıya” adlı makalesinde, Cezayir’deki kadınların hak ve özgürlük mücadelesi yürütürken karşılaştığı bağnaz tepkileri dile getirir. Cezayir’de 45 kadının İslami Ordu Hareketi ve İslami Ordu Grubu isimli iki köktendinci grup tarafından öldürülmesi; sigara içtiği ve kot pantolon giydiğinden “fahişe” damgası giyen genç bir kadının öldürülmesi, dul bir kadının kendisine, kızına ve annesine tecavüz edildikten sonra katledilmesi, ABD ve Avrupa basınında ilk sayfadan giren haberlerdendir. Buna karşılık, Batı’daki hiçbir medya kuruluşu, hükümet ya da insan hakları örgütleri, 1984’te kabul edilen Aile Hukuku yasası ile kadının köleleştirilmesini protesto etmek için sokaklara dökülüp polisle çatışan Cezayirli kadınların mücadelesini yansıtmamış ve destek sunmamıştır. Bunun sebebi, hakkını arayan, mücadele veren ve direnen bir Doğu imgesinin Batı’nın politik ve ekonomik çıkarları ile uyuşmamasıdır. “Geri kalmış olan”a özgürlük götüren “medeniyet”, yağdırdığı bombalarla zaten kendi özgürlük mücadelesini veren bir halkı katletmek suçundan böylece sıyrılmayı denemiştir.

Batılı ifadelerle sorun olarak ortaya attığım soruyu yineliyorum:

Batı modern olan, Doğu gelenek olan ise, kadının özgürlük mücadelesi, modernleşme ile cevap bulmuş mudur? Kesinlikle hayır. Çünkü modernleşmiş kapitalist toplum, kadını yarı çıplak bir ücretli köle haline getirmiştir. Fakat başta da belirttiğim gibi, modernleşme sürecindeki kadın, özgürleşme sürecinde gelenekselliği atfettiğimiz feodal toplumlardaki kadından daha ilerdedir. Modern bir toplumda, kadın özgürleşme sürecini tamamlayabilir mi? Bunun yanıtı da hayırdır. Çünkü emeği ve bedeni sömürülmekte ve bu modern toplum başka türlü yaşayamayacağından, özgürleşebilmesi mümkün olmamaktadır. Kısacası, modern toplum, ne geleneksel kadına, ne de modern kadına bir kurtuluş sağlamamıştır.

PEKİ, ASİYE NASIL KURTULUR?

Her şeyden önce, Asiye, özel mülkiyetin doğuşuyla köleleşmiş bir ögedir. Anaerkil dönemden ataerkilliğe geçiş de, bu sayede gerçekleşmiştir. Ve zavallı Asiye, erkeğinin mülkiyeti haline gelmiştir. Feodal toplumda, baba ve koca, Asiye’nin hareket alanının belirleyicisi, onun koruyucusu, onun yargılayıcısı ve ceza koyucusu, kısacası efendisidir. Kapitalist toplumda, efendilerin efendisi işveren, sermayedar gelmiştir. Asiye’nin köleliği derinleşmiştir. Fakat buna karşılık, o politikleşmiş, üretim ilişkilerine ve sürecine doğrudan katılan bir özne haline gelmiştir. Artık örgütlenebilmekte, başkaldırabilmekte, değiştirip dönüştürebilmektedir. Bunun yanı sıra ister feodal toplumun kalıntılarında olsun, ister kapitalist bir ülkede olsun, Asiye, cinsel, ulusal ve sınıfsal sömürüye maruz kalmaktadır. Ancak bu üç temeldeki sömürüye başkaldırıp, bunu devirdiğinde özgür olacaktır. Bu, onu köleleştiren özel mülkiyetin ortadan kalkmasıyla mümkün olabilir.

Kapitalizm koşullarında kadına kurtuluş çağrısı yapan akımları irdelemek, gerçek kurtuluşun nasıl olacağını/olmayacağını göstermek açısından önemli olur kanısındayım. Öncelikle ataerkil toplum yapısı kavramının tanımını yerli yerine oturtmak gerekir. Günümüzde ataerkillik, erkeğin egemen, kadının köle olduğu düzen çağrışımı yapmaktadır. Tarifi doğru yapılmadığı takdirde, kadının mücadelesinin erkeğe karşı yapılması gerektiği sonucu çıkarılabilir. Nitekim birçok feminist yaklaşım, temelde bunu öğütler. Fakat egemenlik, sınıflar temelinde tanımlanması gereken bir kavramdır. Kişinin kişiye olan egemenliği ya da kişinin kişi üzerinde kurduğu iktidar, birçok postmodernist düşünürün söylediğinin aksine, toplumun yapısına ve içerisinden geçtiği sürece, daha doğrusu, üretim şekline ve ilişkilerine doğrudan bağlıdır. Bu temelde ele aldığımızda, günümüz açısından egemen olan burjuvazi, ona karşı mücadele eden, yani ezilen sınıf ise işçi sınıfıdır. Yani feministlerin ataerkil düzen olarak tarif ettiği, kadının her türden sömürü şekline en fazla maruz kaldığı toplumun garantörü, kapitalizmdir. Dolayısıyla emekçi karakteri kazanan kadın, bu sömürü koşullarından, ancak kapitalizmin yenik düşmesi ve daha donrasında, üretim araçlarının özel mülkiyetinin ortadan kalkmasıyla kurtulabilir. Bu süreç içerisinde kadın politikleşir. Sovyetler Birliği dönemi, buna en güzel örnektir. Bu dönemde, Lenin’in de çağrısıyla, birçok kadın Sovyetlere seçilmiştir. Lenin, kadınların toplum içerisinde tam bir eşitliğe sahip olmadığı koşullarda, ne demokrasiden, ne de sosyalizmden söz edilemeyeceğini sürekli olarak vurgulamıştır.

Fakat buradaki eşitlik kavramı da, netliğe kavuşturulması gereken bir kavramdır. Kapitalist koşullarda da bir takım eşitlikler kazanılabilir. Avrupa’da, burjuvazi, bu kâğıt üzerinde kazanılmış hakları, devlet başkanı ya da iş kadını olarak “mevki” sahibi olmuş birkaç örnekle propaganda ederek, var olan sömürüyü örtbas etmeye çalışmaktadır. Seçme ve seçilme hakkı, sendika, sigorta, işgünü hakları kazanılsa dahi, kapitalist toplumlarda bunun toplumsallaşamadığı, hayata geçirilemediği oldukça açıktır. Kaldı ki, geçirildiğini varsaysak bile, emekçi kadın, sınıfı gereği, hâlâ burjuvazinin sömürüsünden kurtulamamıştır.

Diğer bir kafa karışıklığı yaratacak mesele, Latin Amerika’daki 21. yy sosyalizmi iddialarında kendini göstermektedir. Venezuella’da, Chavez’in ev kadınlarına maaş bağlaması coşkuyla karşılansa da, kadının özgürleşme mücadelesine sağladığı katkı tartışmalıdır. Kapitalist üretim şeklinin hâlâ devam ettiği bu ülkede, ev kadınlarına maaş bağlamak, ev içi emeği özendirici, kadını eve hapsedici bir özellik taşımaktadır. Oysa kadın, evden çıkıp üretim ilişkilerine doğrudan katılmadığı, bu süreç içerisinde politikleşip örgütlenmediği sürece özgürlüğünü kazanamaz.

Kısacası, Asiye, kendi kurtuluş mücadelesini en ilerden sahiplenmediği, üretim araçlarının özel mülkiyetinin kaldırılması mücadelesine doğrudan katılmadığı sürece kurtulamayacaktır. Kaldı ki, evrensel olarak baktığımızda, kadınlar bu mücadeleye katılmadığı sürece, insanlık da eşitlik ve özgürlük özlemini dindiremeyecektir.

Kaynakça

·          İncil, 1993, İstanbul, Müjde Yayıncılık

·          Öztürk, Y. N. 2000, Kur’an-ı Kerim Meali, 105. Baskı, İstanbul: Yeni Boyut

·          Yavuz, H. 1999, Modernleşme, Oryantalizm ve İslam, İstanbul: Boyut Kitapları

·          Zılfı, M. C. 2000, Modernleşmenin Eşiğinde Osmanlı Kadınları, 1. Baskı, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları

·          Chambers, R. L. ve Polk W .R. 1995, Ortadoğu’da Modernleşme, 1. Baskı, İstanbul: İnsan Yayınları

·          Engels, F. 1975, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, 4. Baskı, Ankara: Sol Yayınları

·          Kadın ve Marksizm (derleme)/ Marx, Engels, Lenin, Stalin, 1979,  6. Baskı, İstanbul: Öncü Kitabevi

·          Lughod, Lila Abu, Muslim Women (Müslüman Kadınlar), http://www.eurozine.com/articles/2006-09-01-abulughod-en.html

·          Bennoune, Karima Algerian Women Confront Fundamentalism (Cezayirli Kadınlar Köktendincilikle Karşı Karşıya) http://findarticles.com/p/articles/mi_m1132/is_n4_v46/ai_15823652



[1] Marx, Engels, Lenin, Stalin (1979, sf. 56)

[2] İncil, (1993, sf. 9)

[3] Marx, Engels,Lenin, Stalin, (1979, sf. 39)

Modern ve Gelenek Bağlamında Emek-Zaman İlişkisi

GİRİŞ: Zaman mekan devinim

Augistunus: “ne olduğunu çok iyi bildiğim ama sorulduğunda bilmediğim şey: zaman” demişti. Bu sözler, zaman üzerine konuşmanın zorluklarını anlatan bir söz olarak kabul edilebilir. Ama biz yine de bir şeyler söylemeyi deneyeceğiz.

Zamanın akışı, bizim çeşitli konumlardaki değişikliklerimiz için bir ölçme ediminin dışında bir anlama sahip değildir. Yani, insanın olmadığı bir durumda zaman anlamsızdır.[1]

İnsanın doğal bir varlık olmaktan çıkıp toplumsal bir varlık haline gelmesi, zamanın da ortaya çıkmasını sağlamıştır. Bu anlamıyla insanlığın, sahneye çıkışından bu yana, sürekli olarak belli bir zaman algısı olmuştur. Gündelik yaşam içinde, sorgulanmasa da, bu algı, adeta apiriori bir bilgi gibi, yerleşik bir bilgi türüne dönüşmüştür. Dolayısıyla da insanın, dünyayla, toplumla ve diğer insanlarla ilişkilenişine, oldukça belirleyici bir güce sahip olan ‘zaman algılayışı’ eşlik etmiştir. Bu algının doğuşu, insanın doğasının toplumsallık olarak şekillenmesiyle birlikte gelişmiştir denilebilir. Kendini bir mekanın parçası olarak algılamanın yerine, kendini bir mekanda algılamaya geçiş olarak da tanımlanabilecek bu kopuş, mekanın devinimini ölçme isteğinin doğmasına neden olmuştur.

İlkin, bu isteğin, doğaya uyum göstermek, doğadan yararlanmak, kendi varlığını sürdürmek için zorunlu gereksinimleri daha kolay karşılamak amacına dönük olduğu söylenebilir. Ancak süreç içerisinde, zamanı ölçme ve hatta kontrol etme isteğinin, toplumsal organizasyonun ve bu organizasyondaki iktidar ilişkilerinin kendini yeniden üretme çabasından kaynaklanmaya başladığı görülmektedir.

Bu ölçüm bugüne kadar çok çeşitli biçimlerde açığa çıkmıştır.

Ancak yine de bu ölçüm çabalarını üç başlıkta toplamak mümkündür:

Birincisi; insan organizmasının ritmine dayalı zaman ölçme: nabız atışları, uyku-uyanıklık döngüsü (25 saat olarak gerçekleşiyor ve dünyanın kendi etrafındaki dönüş ritmine uymuyor), kadınların regl döngüsü vb.

İkincisi; insanın dışındaki doğa nesnelerinin ritmine dayalı zaman ölçümü: ayın, güneşin devinimleri ve bu devinimin dolaylı doğal etkileri, ayrıca en hassas ölçüm imkanı veren sezyum atomunun titreşimlerine dayalı ölçüm vb. (Sezyum, bilinen en hızlı devinen elementtir.)

Üçüncüsü ise; insanın geliştirdiği teknik ölçüm aletlerine dayalı saat-zaman ölçümü: en eski su ve kum ve güneş saatleri, dünyanın ve yıldızların hareketine dayalı mekanik ve dijital saatler.

Zamanın, mekanın ritmik devinimine dayalı tanımı üzerinden mekanın sonsuzluğu düşünüldüğünde, ritmik olanın belirlenimi kuşkuludur. Periyodik olduğunu düşündüğümüz devinimin, daha gelişkin ölçümlerde, daha geniş bir periyodun parçası olup olmadığını veya bir periyodu olup olmadığını belirlemek olanağına sahip değiliz.

Bütün bu ölçüm çabalarının zamanın neliği ile ilgili bir açıklığı sağlaması mekan devinim ilişkisi bakımından mümkün olmasa da, toplumsal yaşamın örgütlenişi ile insanın zamanla ilişkilenişi arasındaki bağlantıya dair çeşitli açıklamalar yapma olanağı sağlaması mümkündür.

İLKEL TOPLUM VE ZAMAN

İlkel toplumların zaman algısı

İlkel insan, büyük oranda kendini doğanın bir parçası olarak algılar. Bunun sonucu olarak, doğal varlığını sürdürmeye yönelik bir yaşantı sürer. Doğa ile bu ilişkileniş biçimi, onun zaman algısının şimdiye odaklanmasına neden olmuştur. İlkel insan, öncesi hiçlik, sonrası hiçlik bir sonsuz şimdi içinde varlığını sürdürür. Kendini sürekli tekrar eden gece-gündüz ve mevsimlerin döngüsüne uyumlu olarak, zaman algısı da, döngüsel bir zaman algısıdır. En eski insan toplumlarında dahi, yaşam ve ölüm arasında, güneşin doğuşu ve batışına dayanan bir bağlantı kurulduğu söylenebilir.

Böyle bir zaman algısı, zorla çalıştırılmanın da olmadığı koşullarda, insanların çalışmaya ayırdıkları zamanın sınırlı kalmasına neden oluyordu. Bazı ilkel toplum kalıntıları üzerine yapılan araştırmaların bulguları dikkate değerdir.

İlkel toplum insanı, hayatta kalabilmek için sürekli yiyecek aramakla geçen hayvansı bir yaşam sürmek zorunda olmadığı gibi, yaşamını sürdürmek için gerekli olanı da şaşılacak kadar kısa bir süre çalışarak elde etmektedir.[2]

Tabii burada söz konusu olan ihtiyaç, toplumsal ihtiyaçlar yanı oldukça sınırlı ve büyük oranda beslenme ve güvenlikle ilgili doğal ihtiyaçlar olmaktadır. Toplumsal ihtiyaçların ‘ihtiyaç’lığının tartışılır oluşu ve emekçiler açısından tarih boyunca öncelikli olmayışı gözönünde bulundurulduğunda, esas olan, konumuz bakımından doğal ihtiyaçlar olmaktadır. Doğal ihtiyaçlar bakımından ilkel topluma bakma gerekliliği, bu durumdan kaynaklanır.

O dönemi anlatan kroniklerin hepsinde, sağlıklı yetişkinler, gürbüz çocuklar, çeşitli ve bol yiyeceklerden söz edilir. Demek ki yerli kabilelerin bir geçim ekonomisine sahip olmaları, bütün zamanlarını yiyecek arayarak telaş içinde geçirmelerini gerektirmiyordu. Dolayısıyla, hem bir geçim ekonomisine sahip olmak hem de üretim etkinliklerine sınırlı bir zaman ayırmak pekâlâ mümkündür.[3]

İlkel toplumlarda insanların geçimlerini sağlamak için çalışmak zorunda oldukları süre, bugünden bakılınca, hayal bile edilemeyecek bir süreye denk düşmektedir. Karşılanan ihtiyaçların ya da yaşamı sürdürmek için gerekli olan ürün ve nesnelerin, bugünle karşılaştırılamayacak düzeyde sınırlı olduğu söylenebilir.

Ancak burada önemli olan, nelerin ihtiyaç olarak algılanıp algılanmadığından çok –ki bu çok tartışmalı bir tespit olur ve bugünün ihtiyaç algısına göre değerlendirmemek gerekir–, algılanan ihtiyaçların karşılanması için harcanan zaman ve geriye kalan zamanın oranıdır.

İşte bu ilkel toplum, geçimi için harcadığı zamanın dışındaki zamanı kendine ait zaman olarak değerlendiriyor; “görev gereği değil, sırf canları istediği için avlanıyor, balık tutuyor; şenliklere ve içki âlemlerine katılıyor; savaşçılık tutkularını tatmin edecek fırsatlar kolluyorlardı.[4]

Bu durum, ilkel toplumların ihtiyaç duyduklarından daha fazlasını üretmeye yetecek zamana sahip olduklarını gösteriyor. Ama neden ihtiyaç duyduklarından daha fazlasını üretsinler? İnsanlar, ancak zorunlu olurlarsa, gerekli olandan fazla çalışırlar. İlkel toplumların temel özelliği, bu zorunlu çalışmanın bulunmamasıdır denilebilir. İlkel toplum için üretim doğayla ilişkilendirilir ve yaşamsal ihtiyaçların karşılanmasına yöneliktir. Üretim, toplumun kendini doğal yeniden üretimine bağlanmış durumdadır.

Bu durumda, yaşamsal ihtiyaçların tümü bir kez karşılandıktan sonra, hiçbir şey, ilkel toplumu daha fazla üretmeye, yani tembellik, oyun, savaş ya da şenliklere ayrılabilecek bir zamanı, amacı belirsiz bir çalışmayla harcamaya sevk edemez.[5]

Nasıl oluyor da, insan, tarihin belli bir evresinde, yaşamsal ihtiyaçların giderilmesi dışında bir amaca yöneliyor?

İlkel toplumda ekonomik yaşam özerk ve sınırları belli bir alan haline geldiğinde, üretim etkinliği yabancılaşmış, hesaplanabilir ve emeğin ürünlerinden yararlanacak olanların zoruyla yaratılmış bir emeğe dönüştüğünde, toplum, ilkel olmaktan çıkmış, yönetenler ve yönetilenlere, efendiler ve uyruklara bölünmüş bir toplum haline gelmiştir denebilir.

SINIFLI TOPLUMLAR VE ZAMAN

Sınıflara bölünmüş toplum, çalışmayı kendi ihtiyaçlarını karşılamak için zorunlu ve sınırlı bir çaba olmaktan çıkarıp, yerini, başkasının çıkarı için zorunlu bir çalışmaya bırakmıştı. Ya da varlığını sürdürmesinin koşulu, kendine yeterli olacak kadar üretmek değil, efendisinin istediği kadar üretmek haline gelmişti. Bu durum, üretimin zorunlu ihtiyaçlarla olan bağını koparıp, bir yandan yeni ihtiyaçlar ortaya çıkarırken, bir yandan da bu yeni ‘ihtiyaçları’ karşılamaya yönelik bir çabayı beraberinde getiriyordu. Emek gücünün, emek gücünün sahibinin kontrolünden çıkması, zaman algısının da değişmesine neden olmustur. Zaman, artık olanaklı olduğunca, üretim yapmaya yönelik olarak işlemektedir. Dolayısı ile üretici açısından, sınıflı toplumlarla beraber, zorunlulukların alanının genişlediği, serbestliğin alanının daraldığı bir zaman algısı ortaya çıkmıştır denilebilir.

Ancak bu algı, yine de, kapitalizmin gelişmesiyle birlikte yeni biçimler almıştır. Sınıflı toplumlarla belirmeye başlayan çizgisel, ölçülebilir zaman anlayışı, kapitalizmle birlikte, standartlaşmış saat-zaman biçimine bürünmüştür. Çalışanlar açısından, kapitalizm öncesi sınıflı toplumlarda, hala doğa nesnelerinin hareketine ve mevsimsel döngüye dayalı bir zaman algısının geçerliliğini koruduğu söylenebilir. Kapitalizmle beraber, zamanın dışsallığı ve bir kontrol mekanizmasına dönüşmesi  belirginleşir. “Tarih boyunca gelişen meta üretim tekniklerinin yoğunluğu ve yaygınlığındaki değişimle birlikte, zaman algısı, öznel ve içsel bir konumdan, nesnel ve dışsal bir konuma kaymıştır. Zaman algısının değişmesinin temelinde yer alan toplumsal değişim, Marx’ın tanımlamaya çalıştığı şekliyle, gereksinimlerin sınırlanması, tasarruf edilmesi ve kıtlığın düzenlenmesi temeline dayalı eski bir toplumdan, üretimdeki bolluk ve tüketimdeki genişlik üzerine kurulu yeni bir topluma geçilmesidir.[6]

KAPİTALİZM VE ZAMAN

Modern Zamanlar

Kapitalizm öncesi dönemlerde iş odaklı ‘zaman’, kapitalizmle birlikte ‘iş disiplini’nin tanımladığı bir kavram haline gelmiştir. Böylelikle, sınıflı toplumlardaki zaman algısının, kapitalizmle birlikte, ‘iş’in formülasyonuna da dayandığı söylenebilir.

İşin disipline edilmesi; işin nasıl, ne zaman, nerede ve kim tarafından yapılacağının belirlenip, yürütülmesi olarak gerçekleşir. Pre-kapitalist dönemlerde atölyelerde yapılan küçük ölçekli üretim ile ‘iş’in disipline edilmesi zorunluluğu başlamıştır. Ama özellikle büyük fabrikaların kurulduğu ve kapitalizmin olgunlaştığı, üretimin daha büyük ölçeklerde yapıldığı dönemlerde ise, ‘iş’ disiplini daha da önemli hale gelmiştir. Kapitalist üretimin gelişmesi, çalışma saatlerinin sıkı bir şekilde düzenlenmesi zorunluluğunu beraberinde getirmiştir. Çünkü kapitalizmin ortaya çıkardığı üretim biçimindeki bu değişimin beraberinde getirdiği toplumsal yansımalar, çalışan insanın günlük zamanını planlamıştır. Böylelikle, sayısı her geçen gün artan işçi sınıfının ‘nasıl üreteceği’ belirlenirken, toplumsal ilişkileri, sosyal yapıları da buna bağlı olarak şekillenmiştir.

Kapitalist üretimin devamlılığının sağlanabilmesi açısından, çalışma saatlerinin belirlenmesi gerekmiştir. Bu belirlenim, sadece çalışma saatleriyle sınırlı kalmamış, çalışmaya ayrılan sürenin dışında kalan zamanları da kapsamıştır. Çalışmadan arda kalan zamanlar, ilk olarak kilise tarafından, dini bayramların ve Pazar günlerinin tatil edilmesi olarak belirlenmiştir. Sanayileşmenin ilk zamanlarında ise; kilisenin belirlediği bu günlerin de gerisine düşülmüş ve çalışma saatleri olağanca arttırılmıştır. Günde ortalama 16 saat (ki haftalık çalışma süresinin 94 saate kadar çıktığı yerler vardı, 1800’lü yıllarda) çalışmanın sonucu olarak; çalışmadan geriye kalan zamanlar sadece yatıp dinlenerek geçiriliyor, başka bir şey yapamaya zaman bulunamıyordu.

Engels’in bu konuyla ilgili anlatısı şu şekildedir: “İş, sabahleyin saat beş buçukta başlamalıydı; şayet işçi iki dakika geç gelirse cezalandırılırdı; on dakika geç gelirse günlük ücretinin dörtte biri kesilirdi… Yeme, içme ve uyuma emirle oluyordu.[7] Sınıflı toplumların ortak özelliği olan ‘zamanın sahiplenilmesi’ ve yönetimi, kapitalizmin bu olgunlaşma döneminde, artık fabrika sahiplerinin elindeydi. Zaman, özgürleştirici özelliğini yitirmişti. Bu konuyla ilgili başka bir örnek ise, 1832 yılında, bir baba ile mahkeme başkanı arasında geçen, babanın çalışan çocuklarıyla ilgili şu diaologda görülmektedir:

“-Çocuklar sabahleyin kaçta fabrikaya giderlerdi?

-Yaklaşık altı haftalık meşguliyet (iş) süresi boyunca, sabahleyin üçte giderler, saat onda veya gece yarısına doğru işten dönerlerdi.

-Bu on dokuz saatlik çalışma süresince ne kadarlık dinlenmelerine izin veriliyordu?

-Onbeş dakika kahvaltı, yarım saat öğle yemeği ve onbeş dakika da dinlenme için.

-Makineleri temizleme herhangi bir zaman kaybına yol açıyor muydu?

-Temizleme işi bazen onların tüm kahvaltı veya içme zamanını alıyordu.

-Bu aşırı çalışmadan dolayı çocuklarınızı uyandırmada büyük zorluk çekiyor muydunuz?

-Evet. Onları erkenden kaldırmak için ıslatıp uyandırmak ve işe göndermeden önce yere yatırıp elbiselerini giydirmek zorundaydım.

-Ne kadar uyuyorlardı?

-Hafif bir yemekten sonra yatağa gittiklerinde saat on bire yakın oluyordu. Karım onları zamanında hazır edememe korkusuyla tüm gece uyumadan bekliyordu.

-Sabahleyin kaçta kalkıyordunuz?

-Genellikle ben ve karım çocukları giydirmek için saat ikide kalkardık.

-Öyleyse onlar dört saatten fazla uyumuyorlardı?

-Evet, uyumuyorlardı.

-Gene çalışma saatleri sabah saat altıdan gece sekiz buçuğa kadar mıydı?

-Evet.

-Bu çalışmadan dolayı çocuklar aşırı derecede yoruluyor muydu?

-Evet. Çoğu zaman ağızlarındaki yiyecekle beraber uykuya düşerlerdi.

-Bu çalışma neticesinde her hangi bir kazaya maruz kaldılar mı?

-Evet. Büyük kızım işe ilk gittiğinde, çark, işaret parmağını ekleme doğru ezmiş ve bu nedenle Leeds revirinde beş hafta yatmıştı.

-Bu dönemde ücreti ödendi mi?

-Kaza olur olmaz ücret tamamen durduruldu.[8]

Bu örnekten de görüldüğü gibi, çalışma zamanı tüm hayatı etkileyen bir öge olmuştur.

Kapitalizmin bu dönemlerinde, bu çalışma koşulları, işçi mücadelelerinin de yaygınlaşması sağlamıştır. Kötü çalışma koşulları, işçi sınıfını mücadele etmeye sevketmiştir. İşçilerin talepleri, çalışma koşullarının iyileştirilmesi, çalışma saatlerinin azaltılması ve çalışmadan arta kalan zamanın arttırılmasına dönük olmuştur. İşçi sınıfının mücadeleleri sonucu ise;  çalışma zamanında bir düşüş, çalışmadan arta kalan zamanlarda da bir yükseliş yaşanmıştır.

Fordizm ve Post Fordizm

Bu dönemde (20. yy. başlarında), Henry Ford’un kendi fabrikasında uygulamaya soktuğu üretim yöntemi zamanla benimsenmiş ve o dönemin hakim üretim yöntemi olmuştur. Fordizm olarak adlandırılan bu yöntem, üretimin kitlesel yapılmasına dayalıydı. (Fordizmin pek çok niteliği arasından burada birkaçına değineceğiz.) Montaj hattı ve bant sistemine dayanan bu üretim yönteminde, bant mekanik bir hat üzerinde ilerliyor ve işçi, çalışma süresi boyunca, belirli bir hızda aynı işi yapmak zorunda kalıyor. Montaj hattı olduğu için de, bu iş, vida sıkmak, bir şeyi kaldırıp başka bir yere koymak gibi işler oluyordu. Böylece; 1.) işler vasıf gerektirmeyen hale getiriliyor, 2.) sürekli aynı iş, nefes alınmaksızın yapılıyor (ki tuvalete gitmek, kaşınmak bile yasak, çünkü iş bırakıldığında bant birikiyor.), 3.) işin sadece bir bölümü yapıldığı için işe yabancılaşma doğuyor ve emek süreci parçalanıyor. Fakat üretimin standartlaştırılmış bu hali, zamandan tasarruf ederek, daha çok üretimin yapılmasını sağlıyor. Zamandan, maliyetten vb. tasarruf edilerek, aynı zamanda, bu üretim biçimiyle, emek süreci de kontrol altına alınıyor. Emek sürecinin denetimi, zamanın da denetimini ve yönlendirilmesini sağlıyor. Öyle ki, üretim biçimi ile zaman aynılaşıyor: Her zaman birimi, kendisinden bir önceki ve bir sonraki ile aynı olduğu gibi, montaj hattı ile de iş ve işçi birbirinin aynısı haline geliyor. Zaman kesintisiz akıp gidiyor ve montaj hattı da öyle. Bu aynılaşma, zamanın mekanı yok etmesiyle sonuçlanmıştır. Çünkü bu akış, bölünüm ve aynılaşma kontrolü, zamanı yönetene verir ve her şey artık ona tabi olur.

Fordizm sonrası, bu tarif ettiğimiz durum, daha da acı bir şekilde yaşanmıştır. Fordizmin aşırı üretiminden kaynaklanan ekonomik kriz, üretim biçiminde de bazı değişimleri zorunlu kılmış, post fordist üretim yöntemleri benimsenmiştir. Post-fordizmi belirleyici kılan, esnekliktir. Değişen koşullara ayak uydurmak olarak örülen esnekliğin altyapısı, çalışma sürelerinin de belirsizleşmesine yol açmıştır. Günlük çalışma sürelerinin ve yerlerinin işin ihtiyacına göre belirlenmesiyle, çeşitli esnek çalışma yöntemleri geliştirildi. Part-time çalışma diye bildiğimiz kısa süreli çalışma yöntemleri, işsizliği önlediği söylenerek, uygulanmaya başlandı, ama emekçilerin ücretlerini düşürdü ve onları sosyal haklardan yoksun bıraktı. Çağrı üzerine çalışma yöntemiyle; ne zaman, nerede, kimin için çalışıldığı belli olmadığı için, insanın hayatını planlayabilmesine olanak kalmadı ve zamanın kontrolü emekçinin elinden daha fazla kayıp gitti. Ama esnek çalışma yöntemlerinin en önemli sonucu, fazla çalışmayı içermesiydi. Eğer, iş gerektiriyorsa, günlük çalışma süresinden daha da fazla çalışılabilecekti. Bu, kapitalizmin başlangıcından beri verilen mücadelelerin ve bu mücadeleler sonucunda kazanılan onca hakkın geri alınmasıydı.

Fazla çalışmanın en acı sonuçları Japonya’da yaşandı. 1969’dan beri ‘Karoşhi’ diye adlandırılan, ‘aşırı çalışmaktan kaynaklanan ölüm’ler gerçekleşmeye başladı. Japonya’nın tipik manzarası şöyle anlatılmaya başlandı: “Bir Japonyalı emekçi, işyerinden toplu taşımayla 2 saat uzaklıkta oturuyor ve bu nedenle, sabah 7’de evden çıkıp gece 11’de eve varıyor. Sokak ortasında takım elbiseleriyle yerde uyuyakalmış insanlar, az rastlanır bir manzara değil.”[9]

Esnekleşmeyle yaşanan, çalışma yaşamının yeniden düzenlenmesi oldu. Çalışma yaşamındaki kurallar esnekleştirildi ve ortadan kaldırıldı, böylelikle de kuralsızlık kural haline geldi. Bu kuralsızlaştırma ile birlikte, artık zamanın belirlenmesinin kuralı da ortadan kalkmıştı.. İşin gerekleri dediğimiz şey, aslında, çalışan kişinin ve zamanın uydurulmak zorunda olduğu kapitalizmin gerekleriydi. Aslında tek kural kapitalizmdi. Sahipleri tarafından esnekleştirilen zaman, sadece sahiplerin kendi ihtiyaçlarını esnekleştirmiyordu çünkü.

‘Boş zaman’

Kapitalizm öncesinde iş, insanın yaşamsal etkinliğinin bir parçası konumunda idi. Yani, iş, yaşamı sürdürmenin bir aracı olmaktan çok, yaşamın bir parçasıydı. Dolayısıyla iş dışı zaman da, boş zaman olarak tanımlanmıyordu. Kapitalizm çalışma saatlerini standartlaştırırken, ‘boş zaman’ı da belirlemiş oldu. Çünkü, artık işten arta kalan zaman, boş zaman olarak tanımlanıyordu. Bu tanımlama, işle zaman arasında kurulan güçlü bağlantıya işaret eder. Yani işiniz yoksa boşsunuzdur ve genellikle işiniz başkaları tarafından belirlenmiştir. Dolayısıyla başkalarının belirlediği bu zamanın dışında kalan, yeme, içme, uyuma vb. zorunlu ihtiyaçların dışında kalan zaman, boş zamandır. Bu tanımın ortaya çıkışının en önemli nedeni şu olsa gerek: insan, zamanını kontrol etmekten öylesine uzaklaşmıştır ki, kendisi, yönetme fırsatı bulduğu zamanlarda, ne yapacağını bilemez hale gelmiştir. Sürekli yapmak istediği onlarca şey sayıp, bunlara zaman bulamadığını söyleyen insanlar, genellikle boş kaldıklarında hiçbir şey yapamamaktadırlar.

İşte bu durumun kendisi, yaşamının ana ekseni çalışmak olan insanlar yaratır. Artık insanlar yaşamak için çalışmıyor, çalışmak için yaşıyordur.

KAYNAKÇA

1. Kumar, Krishan, Sanayi Sonrası Toplumdan Post-Modern Topluma Çağdaş Dünyanın Yeni Kuramları, Çev: Mehmet Küçük, Dost Kitapevi, 2004, Ankara.

2. Cengizhan, Ali, Metin Çulhaoğlu, Gülhan Erkaya, Ahmet İnam, Duygu Kaçar, İzettin Önder, İlker Maga, Ömer Naci Soykan, Zaman’ın Kitabı, YGS yayınları.

3. İktisadi Aklın Eleştirisi, Andre Gorz, İletişim Yayınevi.

4. Zubritski, Mitropolski ve Kerov, İlkel Topluluk Köleci Toplum Feodal Toplum, Çev: Sevim Belli, Sol Yayınları, 1974, Ankara

5. Öner, Yücel, Zaman; Nasıl İçimizde Neden Dışımızda, Evrensel Basım Yayın.

6. Levinas, Emmanuel, Ölüm ve Zaman, Çev: Nami Başer, Ayrıntı Yayınları., 2006, İstanbul.

7. Gezgin, Ulaş Başar, ‘Karoşi: Japonya’nın Kalkınması Altındaki Kanlı Gerçek’, http://ulas.teori.org/index.php?option=com_content&task=view&id=324&Itemid=27

8. Uzun, Ahmet, ‘Sanayi Devrimi Esnasında Çalışma Şartları’, http://iibf.kou.edu.tr/ceko/armaganlar/nusretekin/1/14.pdf

9. Binbay, Tolga, ‘HiçBir Kere Hayat Bayram Olmadı ya da Yaşam Sıkıcı Olamaz Ama Nasıl?’, http://kirpi.fisek.com.tr/index.php?metinno=felsefe/20041219201114.txt

10. Clastres, Pierre, ‘Devlete Karşı Toplum’, Birikim, S. 17, Eylül 1990.

11. İnal, Kemal, ‘Zaman, Emperyalizm ve ‘Öteki’, Evrensel Kültür, S. 139, Temmuz 2003.



[1] Kemal İnal, Zaman, Emperyalizm ve ‘Öteki’

[2] Pierre Clastres, Devlete Karşı Toplum.

[3] agy

[4] agy

[5]agy

[6] Tolga Binbay, Hiçbir Kere Hayat Bayram Olmadı ya da Yaşam Sıkıcı Olamaz Ama Nasıl?

[7] Ahmet Uzun, Sanayi Devrimi Esnasında Çalışma Şartları, ‘Engels, G. R. Porter; “A Contemporary Pessimist and Optimist”, C. S. Doty, The Industrial Revolution, 1969, içinde, s. 58-59

 

[8] Agy

[9] Ulaş Başar Gezgin, Karoşi: Japonya’nın Kalkınması Altındaki Kanlı Gerçek

Ulusalcılar ve Sol AB’cilerin Buluştuğu Nokta

Türkiye, yükselen ya da yükseltilen milliyetçi dalganın eksen kaymalarına yol açtığı bir süreç yaşıyor. Köpürtülen milliyetçi dalgayla oluşan zeminde, sınıf eksenli bakış ve kavrayıştan ulusal eksenli bakış ve kavrayışa kaymaların yaşandığı gözleniyor. Demokratik haklar, laiklik, Kürt sorunu, Avrupa Birliği gibi birçok meselede sınıfsal yaklaşımlara sahip olduğu bilinen birçok akademisyen ve aydında da “Kızılelmacı” bir dilin hakim olmaya başladığı görülüyor. Örtük ve geride duran “Kemalist damar” öne çıkıyor.

Sendikal alanda da dönemin havasına uygun bir anlayış geliştirilmeye çalışılıyor. Söz konusu çaba, içinde, uzlaşmacı ‘sarı sendikacılığı’ aşan bir tehlikeyi barındırıyor: İşçiyi ‘pasifleştirme’nin ötesinde, ulusal ve uluslararası ölçekte farklı milliyetlerden sınıf kardeşlerine düşmanlaştırma… Bahsi geçen anlayış, her şeyin önüne “ulusal”ı koymanın yanı sıra sınıf mücadelesi, sınıf dayanışması, enternasyonalizm gibi kavramların ya içini boşaltıyor ya da kavramsal çarpıtmalara yöneliyor.

Sözde ‘sol’ eğilimli “Kızılelmacılar”a göre, işçilerin hakları için mücadele etmelerine rağmen hak kayıplarına uğramalarının nedeni, işçi haklarına saldırının aslında ülkeye saldırı olduğunu görememeleridir*: “İşçi ve sendikacılık hareketi, 1992-93 yıllarından itibaren sürekli olarak mevzi kaybetmektedir. En öne çıkan kayıplar şöyle özetlenebilir: Gerçek ücretler sürekli olarak gerilemektedir. İşsizlik artmaktadır. 2003 yılında kabul edilen 4857 Sayılı İş Kanunu ile birçok işçi hakkı yok edilmiştir. Özelleştirmelerle işyerleri kapanmaktadır. Taşeronlaştırma, fason üretim ve evlerde çalışma yaygınlaşmaktadır. Sosyal güvenlik haklarına yönelik sistemli bir saldırı vardır. Sendikasızlaştırma yaygınlaşmaktadır…

Bugün yapılması gereken ilk iş, bu başarısızlığın sebebini doğru olarak teşhis etmektir.

İşçi ve sendikacılık hareketinin büyük bölümü, bu saldırıları sadece işçilere yönelik adımlar olarak ele almakta, bu nedenle de milletimizin diğer kesimlerinden kopmaktadır. AB ve ABD merkezli işçilere yönelik saldırılar, esasında Türkiye’yi parçalamaya, milletimizi bölmeye ve birbirine düşürmeye yönelik saldırının birer unsurudur. Eğer işçi ve sendikacılık hareketi bu gerçeği kavrarsa, politikalarını yeniden biçimlendirirse, hem ülkemizin bağımsızlığı, hem de işçilerin çıkarları açısından başarılar elde edecektir.

İşçi haklarına yönelik sıralanan saldırılar, sadece Türkiye’ye özgü olmayan, uluslararası ölçekte sınıfa yönelik saldırılardır. Ülkemizi parçalamaya yönelik saldırılar olarak değerlendirilen sınıfın kazanılmış haklarının gasbı, emperyalist merkezler AB ve ABD işçi sınıfına da yöneltilmiştir. Saldırılar, kapitalist sermaye birikiminin ihtiyacına uygun olarak hayata geçirilen neoliberal politikaların bir sonucudur. Dünya çapında işçi sınıfına yönelik saldırıların, ülkeyi parçalamaya dönük paranoyalarla açıklanması “abesle iştigaldir” denilerek geçilebilirdi. Fakat, söz konusu mantığın işçi sınıfını milliyetlere göre bölme ve düşmanlaştırma tutumu, bazı kavram ve kavramaları hem mahkum etmeyi, hem de yerli yerine oturtmayı zorunlu kılıyor.

‘ENTERNASYONALİZM’ HAYAL Mİ?

Avrupa Birliği’ne milliyetçi argümanlarla karşı çıkanlar, anlayışlarını sınıf ilişkilerine de taşımaktalar. Bu alandaki en kristalize olmuş örneği, Yıldırım Koç’un kaleme aldığı ve Kaynak Yayınları’ndan çıkan “Avrupa Sendikacılığı – Enternasyonalizm mi? Çağdaş Misyonerlik mi?” adlı kitap oluşturuyor.

Sermayenin değil, emeğin Avrupa’sı” söylemi ile Avrupa Birliği’ni (AB) savunan kesimlerle polemik iddiasında… Fakat iddianın ortaya konuşu, konuların ele alınışı, yürütülen mantık ve varılan sonuçlarıyla tartışma, tehlikeli bir mecrada yürüyor. Kitap ‘Havet’çiler** olarak tanımlanan ‘Emeğin Avrupası’ savunucularının yanılgılarıyla savaş verirken, kendisi handikaplara yol açıyor. ‘Havet’çilerin, işçi sınıfının dayanışmasının, Avrupa Birliği’ne girmeden de sağlanabileceğini gösteren “enternasyonal” deneyimleri görmezden gelen tutumu, Kızılelmacılarda açıktan redde dönüşüyor: “Avrupa’nın emperyalist ülkelerinin işçi sınıfları ve sendikaları, bu mücadelede (Türkiye’nin kurtuluşu mücadelesi) müttefikimiz değildir; düşmanımızın müttefikidir… Emperyalist sömürüden elde edilen kaynakların bir bölümüyle halkın refah düzeyi yükseltildiğinden ve bu sömürü sayesinde her türlü hak ve özgürlük kolayca elde edildiğinden, bu ülkelerin işçi sınıflarının çok büyük bölümleri, bilinçli bir tercihle bu emperyalist politikaları desteklemektedir… Avrupa’da halkın yüzde 90’ı işçi sınıfıdır. Hükümetler işçi sınıfının desteğine sahip hükümetlerdir. ‘Sermayenin Avrupası’ ile ‘emeğin Avrupası’ arasında bir fark yoktur. Avrupa işçi sınıfından hayır beklemek hayaldir…

Avrupalı işçilerle ülke işçisini karşı karşıya getiren bu sözler, Yıldırım Koç’un kitabından alındı. Karşı karşıya getirişin tersini; enternasyonalist dayanışmayı, sermayenin dünya genelinde dayanışma içinde gerçekleştirdiği saldırılara karşı birlikte mücadeleyi savunanları ise Koç, “saflıkla”, “hayalcilikle” ya da “emperyalist sömürüyü gizlemeye çabalamakla” suçluyor.

Enternasyonalizm tutumunun önem kazanması; doğrudan, işçi sınıfının tarih sahnesine bağımsız bir sınıf olarak çıkmasıyla yakından ilgilidir. İngiltere’de toplanan Uluslararası Emekçiler Birliği (1. Enternasyonal), Komünist Manifesto’da yer alan “Bütün ülkelerin işçileri birleşin” sloganını şiar edinmiştir. Şu ülkenin işçileri, bu ülkenin işçileri olarak bir ayrım yapılmamıştır. Dünyayı tek bir kapitalist pazar olarak bütünleştirmeyi amaçlayan kapitalizm karşısında işçilerin bütün dünyada ortaklaşması gerektiği vurgulanmıştır. Ekim devriminin ardından, 1919’da kurulan 3. Enternasyonal (Komintern), sloganı, “Bütün ülkelerin işçileri ve ezilen haklar birleşin” noktasına taşımıştır. Ulusal kurtuluş hareketlerinin desteklenmesi için büyük çaba harcanmıştır. Bu çaba, değişik ülkelerden işçilerin sınıf sendikaları çatısı altında bir araya gelmelerine hizmet etmiştir. İşte böylesi tarihsel bir mirasın sonucudur, İngiltere’deki madencilerin grevine dünyanın her yerinden işçi örgütlerinin para yağdırması; Fransız, Belçikalı ve Avustralyalı liman işçilerinin İngiltereli madenciler için dayanışma eylemleri yapması. 1989-1990 Zonguldak madencilerinin grevi ve Ankara Yürüyüşü sırasında da, yine uluslararası bir dayanışma örneği yaşandı. Avustralya’da dayanışma eylemleri yapılarak, Türkiye’nin kömür ithalatı durduruldu.

İşçi sınıfı için enternasyonalizm; ulusların ve halkların kardeşliği temelinde; ırk, din, dil, milliyet ve coğrafya farkı gözetmeksizin, tüm işçilerin ve ezilen halkların birleşmesi; sınırların bu temelde anlamsızlaşıp ortadan kalkmasının amaçlanmasıdır. Evet, işçi sınıfı enternasyonalizminin amacı, sınırların olmadığı, ulusların ortadan kalktığı tek bir insanlık dünyasıdır. Geçmişte kurulmuş üç işçi sınıfı enternasyonalizminin hedefi de budur. Bugün de, gerçek bir enternasyonalizm, işçi sınıfının şahsında, onun örgütleri (sendikalar, sınıf partileri, değişik uluslararası işçi birlikleri) arasında yaşatılmaya çalışılmaktadır. Yapılması gereken, bu çabaların güçlendirilmesidir. Hangi milliyetten olursa olsun, kapitalizm karşısında çıkarları ortak tek bir sınıf oluşturması ve buradan kaynaklanan uluslararası dayanışma ihtiyacının ötesinde, sermayenin bir ülkeden diğerine çok hızlı bir şekilde üretim kaydırması yaptığı bir dünyada, tek tek ülkelerde işçi ve emekçilerin mücadelelerinin başarıya ulaşması, böylesi bir dayanışmaya ihtiyacı artırmaktadır. Sermayenin üretim kaydırması tehdidini, farklı ülkelerdeki işçileri rekabete sokarak sömürüyü artırmanın aracına dönüştürdüğü bir dünyada, farklı ülkelerdeki işçilerin dayanışması elzemdir. Enternasyonalist dayanışma, küreselleşmiş kapitalist dünyada yakıcılığını daha açıktan hissettiriyor. Buna rağmen Avrupa’daki sendikaların duruşu ve tutumundaki sınıf-dışılık, AB işçi sınıfıyla dayanışmanın reddine dönüştürülüyor: “Türkiye’den TÜRK-İŞ, DİSK, HAK-İŞ ve KESK’in üyesi bulunduğu Avrupa Sendikalar Konfederasyonu (ETUC), emperyalist bir güç olan Avrupa Birliği’nin parasıyla ayakta durabilmekte ve faaliyet gerçekleştirebilmektedir. Avrupa Sendikalar Konfederasyonu, Avrupa Birliği’nin beslemesidir. Avrupa Sendikalar Konfederasyonu eski Genel Sekreteri Emilio Gabaglio’nun bir yönetim kurulu toplantısında yaptığı açıklamaya göre, örgüt, yaptığı faaliyetlerde harcadığı paranın yüzde 85’ini, Avrupa Birliği’nden almaktadır… Avrupa Sendikalar Konfederasyonu’nun emperyalist Avrupa Birliği’nin beslemesi olmaktan kurtarılabilmesi çok zor gözüküyor. Ona umut bağlayanların işi ise daha da zor.

Biz de rahatlıkla şunu söyleyebiliriz. Avrupa Sendikalar Birliği ve onun sendika bürokratları, zaten işçi çıkarlarını çoktan terk etmiş, zamanlarını, işçileri, kapitalistlerin çıkarlarıyla aynı çıkarlara sahip olduklarına inandırmaya ayırmış, “tekellerin Avrupası”nın misyoneri olmuşlardır. Üstelik bu faaliyeti sadece açıkça ve açık faaliyetlerle de değil, bir ajan gibi, sendikal faaliyet adı altında sürdürürken, kimi çevrelere, onları baştan çıkaracak ölçüde maddi çıkar sağlayarak, dezenformasyon yaparak da sürdürmektedirler. Bu nedenledir ki, “Emeğin Avrupası” adına AB’ye evet diyenlere, “Emeğin Avrupası” stratejisinin çıkış merkezi Avrupa Sendikalar Konfederasyonu’nun (ETUC) hali anlatılmıştır. Avrupa işçi sınıfının yeni temellerde bölünmesinin kurumsal güvencelerinden birini oluşturan ETUC’un, neo-liberal Avrupa’nın inşası içinde aktif bir rol üstlenmiş olmasına dikkat çekilmiştir. ETUC’un işçileri bölen, neo-liberal Avrupa’ya hizmet eden bu tutumunun serbest dolaşıma karşı aldığı tavırda açıkça görüldüğü anlatılarak, “Doğu ülkeleri işçilerinin serbest dolaşım hakkına uzun süreli kısıtlamalar konulmasının en hararetli savunucusunun ETUC olduğu görüldü. Doğu Avrupa ile AB üyesi ülkeler arasındaki bulunan gelir uçurumunun kısa sürede kapatılamayacağını savunan ETUC, bu uçurumu kapatacak yeni sosyal paketler yerine uzun süreli dolaşım hakkı kısıtlamalarına dayanan ‘korunma stratejisi’ni tercih etti” denildi. AB Komisyonu’nun sağ kolu olan ETUC’un, son 10 yılda AB Komisyonu’na olan mali bağımlılığının da artmış durumda olduğunun altı çizildi. (Bkz: Bülent Falakaoğlu, “Havet’ten ‘Evet’e Sol AB’cilik ve Fikir Babalarının Durumu”, Özgürlük Dünyası, sayı 154)

Yoğun bir işsizlik kaygısı taşıyan, bu sürecin sebebini göçe bağlayan, aynı zamanda mali açıdan bağımlı Avrupalı sendikalar, maalesef uluslararası bir mücadele yürütecek durumda değil. Peki bu gerçeklik, AB’li işçilerle birleşik bir mücadele ve dayanışma içerisine girmenin önünde engel midir?

EŞİTLEYEREK ÇARPITMA

Yukarıda sorulan sorunun cevabı, sendikal bürokrasi ile işçi sınıfının düz bir mantıkla eşitlenmesi halinde, ‘evet, engeldir’ şeklinde olur. Bu olumsuz cevabı verdirmek niyetinde olanlar, Avrupalı işçileri, sermayenin neo-liberal saldırılarına maruz kalmayan tuzu kurular olarak gösterme gayreti içerisindeler: “Avrupa’nın emperyalist ülkelerinde ücret/gelir düzeyleri sürekli olarak yükselmektedir.”.. “Avrupa’nın emperyalist ülkelerinde çalışma koşulları iyidir ve daha da iyileşmektedir.”.. “Avrupa Birliği ülkelerinde gelişkin bir sosyal güvenlik sistemi mevcuttur.”.. “Avrupa’nın emperyalist ülkelerinde işçi sınıfı hayatından memnundur.

Kapitalist bir merkez olan Avrupa Birliği (AB), neo-liberal sermaye birikiminin ve dünya ölçeğinde rekabetin mantığına uygun bir dönüşüm süreci yaşıyor. AB, Maastrich (1992) ve Amsterdam (1997) anlaşmaları aracılığıyla neo-liberalizmin anayasalaştırıldığı bir birlik. Belirtilen anlaşmaların ruhuna uygun olarak, Lizbon Stratejisi (2000), Hartz IV, Agenda 2010 vb. programlar hayata geçiriliyor. Ortaya konan projeler, hayata geçirilen uygulamalar, Japonya, ABD gibi rakipleriyle rekabet edebilir AB’yi hedefliyor. Bundan dolayıdır ki, AB, işçi haklarını ve genel olarak sosyal hakları, “yoksullukta eşitlik” ilkesine uygun biçimde, bu hakların en geri olduğu ülkelerin mevzuatına göre yasallaştırıyor. Örneğin, “AB Hizmet İşleri Yönetmeliği” oluşturuyor. Yeni yönetmeliğe göre, Almanya’da çalışan bir Polonyalı işçi Almanya’nın yasalarına göre değil, Polonya’da geçerli olan yasalara göre çalışacak! Yani aynı işyerinde, biri, Alman olduğu için yüksek ücretle 7 saat; diğeri, herhangi bir Doğu Avrupa ülkesinden gelen bir işçi olduğu için 12 saat, düşük ücrete çalışabilecek.

Avrupa, son çeyrek yüzyıldır, basit sosyal hakların merkezi olmaktan hızla çıktığı bir süreç yaşıyor. 1475 sayılı Yasa değişikliğinde, tüm maddelerdeki esnek çalışma dayatmalarının gerekçesinin “AB Çalışma Yaşamı Sözleşmeleri”ne dayandırılması tesadüf değil. Agenda 2010 programının içeriğine bakmak bile, işçi ve emekçilerin kazanılmış haklarının hangi yöne doğru gittiğini anlamak için yeterlidir: Sağlık alanında, sigortalara ödenen primlerde işverenin payı azaltılacak. Sigortalıların primleri ise artırılacak. Her doktora gidişte 10 Avro muayene parası ödeme uygulaması başlatılacak. Altı haftalık hastalıktan sonra ücretin yüzde 70’inin sigortalar tarafından ödenmesine son verilecek. Emeklilik maaşı hesaplanmasında yeni formül bulunacak. Maaşın yüksekliğinin yeniden hesaplanması ve emeklilik maaşı hakkının kısıtlanmasıyla maaşlar azaltılacak. Agenda programının dışında, işsizlik sigortasındaki değişikliklerden, şimdilik Avrupalılara kabul ettirilemeyen AB Anayasası’na kadar bir dizi düzenleme örneklenerek, liberalleşen AB’nin sosyal hakları budaması anlatılabilir. Fakat uzatmaya gerek yok; Yunanistan’dan İspanya’ya, Fransa’dan İtalya’ya sokaklara dökülen işçiler, emekçiler, öğrenciler her şeyi özetliyor.

SINIFIN KAZANIMLARINI EMPERYALİST MERHAMETE(!) BAĞLAMA

Ulusalcı anlayışların çarpıttığı bir diğer nokta, hak ve özgürlüklerin elde ediliş biçimi: “Emperyalist sömürüden elde edilen kaynakların bir bölümüyle halkın refah düzeyi yükseltildiğinden ve bu sömürü sayesinde her türlü hak ve özgürlük kolayca elde edildiğinden, bu ülkelerin işçi sınıflarının çok büyük bölümü, bilinçli bir tercihle bu emperyalist politikaları desteklemektedir!.. Avrupa ülkelerinin işçi sınıflarının siyasal tercihleri, aldatılmanın değil, kısa ve orta vadeli çıkarlarının yansımasıdır ve emperyalist sömürü devam ettiği sürece bu çizgi sürecektir.

Düz bir mantık: Emperyalist ülkelerde haklar için mücadele etmeye gerek yok!.. Emperyalistler, sömürüden aldıkları payları emekçi sınıflara karşılıksız verirler. Sınıf mücadelesi tarihini inkar eden bu mantık, sermayeyi de kendi ülkesinin işçi sınıflarına ‘merhametli’ gösteren bir çarpıtma tutumu içerisinde. Oysa, dünya işçi sınıfı kültürüne “Kızıl Sendikacılık” kavramını kazandıran, günümüzün en büyük emperyalist gücü ABD’nin işçi sınıfıdır. Amerikan işçi sınıfı, oldukça sert ve çatışmalı bir sınıf mücadelesi tarihine sahiptir. Direnen, mücadele eden işçilere giydirilen kırmızı önlükler, zaman içinde mücadeleci sendikaları tanımlamak için kullanılır olmuştur. Amerikalı işçilerin 1884 yılında 8 saatlik iş günü için başlattıkları mücadele, daha sonra dünya emekçi halklarının mücadelesine ışık tutmuştur.

Avrupa işçi sınıfının sadece kendilerine değil, dünya işçi ve emekçilerine kazandırdıkları, inkar edilemez boyuttadır. Çalışma koşulları ve işçilerin yaşamını ilgilendiren konularda evrensel nitelikli sözleşmelerin oluşmasında, Avrupalı işçilerin imzası bulunuyor. Örnek, Versailles Barış Anlaşması’nın girişi bölümünü oluşturan İşçi Hakları Bildirgesi… Sendikaları kapatan Hitler ve Mussolini faşizmi bile Avrupa işçi sınıfını mücadeleden alıkoyamamıştır.

İkinci Dünya Savaşı sonrasında, kapitalizmin işçilerin mücadelesinin gelişmişliği ve sosyalizmden korkusu ile oluşturduğu “sosyal devlet” modeli ile işçi sınıfı geniş ekonomik ve sosyal haklar kazanmıştır. Söz konusu haklar, kapitalist sistem tarafından bahşedilen haklar değildir ama Avrupalı işçi ve emekçilerin, kora kor mücadelelerinin devrimlerin eşiğinden dönmesi ve hâlâ mücadeleci ruhu bünyesinde taşıyor olmasının burjuvaziye verdiği korkunun kazanımlarıdır. Fakat “sosyal devlet” modelinin, sendikaları, mücadeleci geçmişlerini inkara ve sistemle uzlaşmaya götürdüğü bir gerçektir. Artan kâr oranlarının da etkisiyle işçilere yüksek ücret verilmesi, talepler üzerinden mücadele yerine sendikaları masa başı çözümlere yöneltmiştir. Bu yöneliş, sendikaların, 1970’lerden başlayıp günümüze dek süren erimelerinin sebebidir. Kâr oranlarının düşmesi, sosyalizm tehdidinin şimdilik ortadan kalkması ve sendikaların gücünü yitirmesiyle birlikte, Avrupa da dahil, emekçilerin kazanılmış haklarının gasbına yönelik dünya ölçeğindeki saldırılar, sermayenin merhametinden söz edilemeyeceğinin göstergesidir.

Sadece Avrupa’da değil, Türkiyeli işçi ve emekçilerin sendika kurmaktan, 8 saat iş gününe kadar pek çok hakkı kazanmasında, Avrupalı işçilerin mücadelesinin payı reddedilemez bir gerçektir. Sadece bu bile, işçi ve emekçilerin enternasyonal dayanışmasının ve küreselleşme ile birlikte sermayenin sürdürdüğü saldırılara karşı birlikte mücadele etmenin önemini ortaya koyuyor. Fakat “ulusalcılar”, AB’ye karşı çıkma adına, sınıfın kazanımlarını emperyalist hibe gösterme çarpıtmasının yanı sıra, “Avrupalı işçiler, senin cebinden alınan paralarla böyle rahat” diyerek, işçiler arasında düşmanlığı körüklüyorlar.

İŞÇİYE KENDİ BURJUVAZİSİNİ SEVDİRME TAKTİĞİ

Enternasyonalizmin özünü, Birinci Dünya Savaşı çıktığında, Alman devrimci Karl Liebknecht’in “asıl düşman evdedir” şeklindeki tutumunda görebiliriz. Rosa Lüksemburg’un “Bizden Fransız veya başka yabancı kardeşlerimizi öldürmemizi bekliyorlarsa onlara kesinlikle ‘hayır’ yanıtını vermeliyiz” şeklindeki çağrısı ise, enternasyonalizmin gerçek yaşamda ne anlama geldiğinin mükemmel bir örneğidir. Ulusalcılar, sadece Avrupalı işçilere yönelik tutumlarıyla değil, enternasyonalizmin özünü oluşturan değerleri reddedişleriyle de enternasyonalizmin uzağındalar. “Türkiye’ye sahip çıkılmadan hiçbir işçi sorunu çözülemez”, “İşçi misin? Önce vatan diyeceksin” vb. sloganlar, sınıf-dışı tutumun, enternasyonalizmin özüne uzaklığın kanıtıdır.

Alıntılanan ve ulusalcılar tarafından dillendirilen benzeri söylemler, memlekete “sahip çıkmaya” değil, aslında işçilere kendi burjuvazilerini sevdirmeye hizmet ediyor. Ulusalcılara göre, yerli sermaye sevilesidir! Onlara göre, TÜPRAŞ’ın Koç’a, Erdemir’in OYAK’a, PO’nun Doğan’a satışı, eleştirilecek bir özelleştirme uygulaması değildir. Hatta yabancı sermayeye gitmediği için alkışlanmalıdır. Yakın zamanda gördük; Türkiye’nin en büyük kamusal varlığı TÜPRAŞ, Shell ile işbirliğindeki Koç’a satılınca, tüm ulusalcılar onay verdiler. Cumhuriyet Gazetesi, İlhan Selçuk imzalı başyazılarında, özelleştirmelere karşı çıkanları “kaba” solculuk yapmakla itham etti. Hatta gazete yönetimi, daha ileri giderek, özelleştirmelere karşı çıkan Korkut Boratav ve İzzetin Önder’in yazılarına son verdi.

TÜPRAŞ’ı satın alan Koç-Shell ortaklığıydı. Yani dünya petrol deviyle bütünleşmiş “yerli sermaye”. Sermaye birikimi sürecinin eğilimlerini iyi okumak gerekir. Türkiye burjuvazisinin son 10 yıldaki yönelimlerini iyi okumak gerekir. Aksi halde ulusal sermaye yanılgısına düşülür.

Ulus-devletlerin ilk döneminde (sermayenin kendisine birikim ve güvenli bir ortam oluşturmak için ulus devletleri var ettiği süreçte) bir dereceye kadar geçerli olan ulusal sermaye ölçütünün günümüzde bir değeri kalmamıştır. Küreselleşme döneminde, sermaye kendisine sınır tanımamakta, tüm yerküreyi dolaşabilmektedir. “Ulusal sermayeler”, dünyaya hakim olan uluslararası sermayeye (merkez emperyalist ülkelerin sermayesi) eklemlenmiştir. Artık tekelci büyük sermayeye “ulusallık” atfedilemez; bu niteliğin, ancak tekelci emperyalist sermayeyle bütünüyle birleşmemiş küçük ve en çok orta sermaye bakımından sözünü etmek olanaklı olabilir.

Ulusalcıların kendilerine dayanak ettikleri ve kendisi de bir sermaye grubu olan ordunun kurumu OYAK da, kuşku yok ki, küresel piyasanın kurallarına uygun olarak, dışa açılma ve eklemlenme stratejisiyle hareket ediyor. Özelleştirme ihalesinde Erdemir’e en yüksek teklifi veren OYAK, dünya çelik devi Arcelor ile ortaklık yapacağını açıklamıştı. Fakat Rekabet Kurumu satışa onay vermemişti. Devir için tanınan sürenin dolmasına iki gün kala, OYAK, Erdemir’i tek başına aldığını açıklamıştı. OYAK’ın ülkenin büyük sermayesi olmasının gereklerine uygun refleksler göstermesi, ulusalcıları hayrete düşürüyor. Örnekse, OYAK’ın, bünyesindeki, Oyak Bank’ın satışı için yabancı ortak arayışı karşısında, Ankara Ticaret Odası Başkanı’nın “ülkede ulusal sermaye kalmamış” tepkisi vermesi… Tabi ki asıl şaşkınlık, OYAK Yönetim Kurulu’nun, 20 Haziran 2007 tarihli basın toplantısında, Oyak Bank’ın tamamını Hollandalı ING Grubuna sattığını açıklamasıyla yaşandı. Eee ne de olsa, Erdemir’i almadan önce Oyak Grubu’nun, 7 Eylül 2005’te Antalya’da çalışanları ve iş ortağı ile düzenlediği toplantıda Oyak Yönetim Kurulu Başkanı Emekli Korgeneral Yıldırım Türker, Oyak Genel Müdürü Coşkun Ulusoy ve salondaki herkes kırmızı beyaz tişört giymişti. Bu tişört daha sonraki günlerde “milli sermaye hareketi sembolü” olarak anılmıştı. Erdemir ihalesini OYAK’ın kazanmasının ardından, bir çok patron ve Cumhuriyet Gazetesi başta olmak üzere bazı yayın organları tarafından ‘yerli sermaye’ propagandası yapılmıştı. Erdemir’in Hilton Oteli’nde yapılan ihalesi sonrasında basın açıklaması yapan Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği Başkanı Rıfat Hisarcıklıoğlu, Erdemir’in milli sermayede kalmasından dolayı duyduğu mutluluğu ifade ederek şu sözleri sarf etmişti: “Kamuoyu huzurunda, Türk sanayiinin mutlu geleceği için OYAK’a her türlü desteği vermeye hazır olduğumuzu ifade ediyorum. Türk iş adamlarının da, birlikte iş yapabileceklerini gösterdik. Biz bir meşale yaktık. Bunun Edirne’den Diyarbakır’a, İzmir’den Van’a karşılık bulduğunu da gördük. Artık, her bölgedeki iş adamlarımız, bir araya gelerek, Ortak Girişim Grupları kuruyor. Buradan ülke olarak, büyük bir ders çıkarmış olmalıyız. Bu önemli ihaleyi kazanan Oyak’ı tebrik ediyor ve başarılar diliyoruz. Bütün Türkiye’yi Oyak’a destek olmaya çağırıyorum.” O dönem milli formayla sahaya indiği için alkışlayanlar, bugün yaşadıkları hayal kırıklığı nedeniyle derin bir sessizliğe gömüldüler.

“Önce vatan” denilerek, aslında, burjuvazi ile işçi ve emekçilerin çıkarları aynı noktada buluşturuluyor. Bu buluşturmanın sonuçları, 2001 krizinden sonra açıkça görülmüştü. Kriz sonrası, “ulusal sermaye” olarak adlandırılan kesimler, “Aynı gemideyiz” diyerek, işçileri fedakarlık yapmaya çağırmışlardı. Bu çağrı, yerli sermayenin krizden büyük hasar gördüğünü ve dönemin vatana sahip çıkmayı gerektirdiğini düşünen ulusalcılar tarafından olumlu karşılandı. Dahası; bu çağrı, dönemin Türk-İş Genel Başkanı Bayram Meral tarafından “İki zeytinin birini veririz” sözleriyle somut destek gördü. Sıfır zamlar imzalandı, hatta ücretler düşürüldü, toplu sözleşmeler delindi. Bu fırsattan yararlanılarak, İş Yasası esnekleştirildi ve işçilerin hakları açıktan gasp edildi. Yüz binlerce işçi işten atıldı. Daha az işçiye, daha ucuza, daha çok iş yaptırılır oldu. Sadece imalat sanayiine bakıldığında, reel ücretlerde son 4 yılda yüzde 25’e varan düşüşler yaşandığı görülüyor. Aynı dönemde ise, üretim artışı yüzde 33 oldu. Üretim ve verimlilik arttı, ücretler düştü. Sermaye krizi atlattı, işçi, ucuz ve ağır çalışma koşulları “krizi”ne itildi. Vatan değil, ama büyük sermaye kurtuldu!

Elbette ki, emperyalizm karşısında ulusal çıkar savunulmalıdır. Türkiye’nin yer altı ve yer üstü kaynaklarının yağmalanmasına, yabancı sermayeye, emperyalist iktisadi, siyasi tahakküme karşı mücadeleyi savunmak gerekir. Bu, ulusal ve uluslararası sermayenin politikalarına çomak sokmak ve işçi ve emekçileri kendi çıkarları doğrultusunda harekete geçirebilmek için gereklidir. Söz konusu gereklilik, emperyalizmle işbirlikçilik temel bir niteliği olan “yerli burjuvazi” söz konusu olduğunda, dümen kıracak bir yapıya sahip değildir.

Ulusalcıların ulus devlet içerisinde tüm sınıfların çıkarlarını ortaklaştıran “sakat” anlayışı, emperyalizme karşı uluslararası mücadele perspektiflerine de yansıyor. “Emperyalist ülkelere darbe vurmak”tan anlaşılan, emperyalist ülkelere rakip olacak bir devletin ortaya çıkması bile değildir; emperyalist devletlerden birine karşı diğerine dayanarak ve aralarında manevralarla “pay” ya da “komisyonu” artırmaya “ulusallık” ve “darbe vurma” adı verilmektedir!

Bu anlayışa göre, Çin’in hızlı ve başarılı ekonomik büyümesi, dünya emperyalist sistemine önemli darbedir. Çin, dünya kapitalizmini kendi silahıyla, ucuz mallarla vurmakta ve bu süreçte uluslararası şirketlerle emperyalist devletler ve işçiler arasındaki çelişkiden başarıyla yararlanmaktadır. Çin devleti ile Çin işçi sınıfı bir tutuluyor. Bu anlayışa göre, Çin’de bir işçinin 50 dolara çalışıyor olmasının pek bir önemi yok. Çin’de emekçi sınıfların üzerinden milyarlarca dolar kâr da elde edilebilir, ama uluslararası arenada Çin başarılıysa, Çin işçi sınıfı da başarılıdır ve emperyalistlere darbe vuruyordur! Ve Türkiye işçi sınıfına da “ulusallık” adına ve üstelik işçi yandaşı görüntüyle önerilen budur: Türkiye işçi sınıfının, burjuvazisinin uluslararası rekabet edebilirliği adına, on milyonlarca Çin işçisi gibi “pirinç lapasına talim etme”yi gönüllüce kabullenmesi!

BAYRAKLI MİTİNGLERE TAŞINAN HASTALIK

Ulusalcı anlayış, sadece işçilerle burjuvazinin çıkarlarını ortaklaştırarak sınıfı yanlışa sürüklemiyor, aynı zamanda, ülke içindeki işçileri de bölüyor. “Önce Türkiye diyeceksin” anlayışı, işçileri, sınıf olarak en çok zarar göreceği milliyetçilik ve şovenizm platformuna çağırıyor. Örneğin Türk-İş, her zaman bu çağrıya uygun hareket ediyor. İşçi sendikası olarak iş-ekmek-özgürlük savaşında kararlılık göstermesi gerekirken, “önce Türkiye” söylemiyle bütünleşerek, barışı savunması gereken Kıbrıs sorununda, Ermeni soykırımı konusunda, Türkiye’nin Yunanistan’la olan çatışmalarında taraf olmakta, egemen sınıfla birlikte savaşmaktadır. Sınıf çıkarına olan Kürt sorununun demokratik halkçı çözümü konusunda da, sendikalar aynı olumsuz tavrı göstermekte ve bayrak gösterilerinde (neye hizmet ettiğine ve sınıf içerisinde yol açtığı bölünmeye bakmaksızın) yer almaktadırlar.

Oysa işçi sınıfı, kendi içinde her türden milliyetçiliği aşan bir birliği gerçekleştirdiğinde, işçi sınıfının özelliklerine sahip bir sınıf tutumu gösterme imkanı elde edebilir. Uluslararası saldırılara karşı uluslararası bir birlik kurma ihtiyacında olan bir sınıf olarak, işçi sınıfının dünya görüşü, her tür milliyet, din, ırk ayrımcılığını reddeder. Sınıflar mücadelesi tarihinin gösterdiği gerçekliktir bu. Bu nedenledir ki, işçilerin birliği adına, Kürt sorununun çözümü, işçi sınıfının, burjuvaziye bırakmaması gereken görevlerinin başında gelir. Ulusalcılara göre ise, Kürt sorununun çözümü yönünde demokratikleşme, baştan reddedilmesi gereken bir taleptir. Çünkü ulusalcılar, “AB bu konuda çözüm önerileri sunuyorsa, demokratikleşmenin adını anmak AB’nin emperyalist politikalarına destek vermektir” düz mantığına sahipler.

Yani demokrasiyi, özgürlüğü, barışı ve insan haklarını savunmak, Avrupalı emperyalistlere hizmet etmek anlamına geliyor ulusalcılara göre!

Son dönem, Çağlayan’dan İzmir’e, milyonların alanları doldurmaları için Cumhurbaşkanlığı tartışmaları üzerinden laiklik ve bağımsızlık özlemlerini çekiştirip istismar eden ulusalcı güçlerin işçi ve emekçileri, halkı bölüp arkalarında saflaştırmaya yönelik çabalarına tanık olundu. Ve bu çabalardan etkilenmede yazı boyunca dikkat çekilen tehlikelerin tümü mevcut. Sınıfı kamplar etrafında bölme, düşman AB ve ABD karşısında yerli sermayeyi sevme vs… Oysa, alanlarda çokça eleştirilen AKP’nin ABD ve AB icazetli politikaları, içeride TÜSİAD çatısı altındaki büyük sermaye desteği olmadan yaşama geçirilebilir miydi?

Sermaye bir güçtür, girdiği alanları sömürür, tüm siyasal kararları kendi yönünde oluşturur, halkları ideolojik aygıtlarla uyutur, bunu aşan durumlarda da, gözünü kırpmadan, güç ve baskı kullanır. Askeri darbeler bunun kanıtıdır. Siyaseti ve silah gücünü de sermayeden ayrı düşünmek yanlıştır, yanılgıdır! Ve ulusallık adına, bu yanılgının yoğun bir biçimde yaşandığı, sermayenin ulusalının(!) kayrıldığı, orduya açık ya da gizli selam çakıldığı bir süreçten geçiyoruz.

TARİHSEL MİRASIN REDDİNDE BULUŞMA

Yaşanan süreç, “Sol AB’cilik” diye tanımladığımız, ÖDP’yi de içine alan “liberal sol” ile ulusalcıların farklı açılardan aynı noktada nasıl buluştuklarının örneklerini sunuyor. Sol AB’cilik, “emeğin Avrupası”nın inşası söylemiyle, Türkiye’nin Avrupa sermayesinin çıkarlarının çatısı olan AB’ye girmesine “evet” diyor. Avrupa işçi sınıfıyla birleşmenin yolu birliğe girmekmiş gibi gösterilirken, aslında işçi sınıfının enternasyonalizm deneyimi görmezden geliniyor. Her tehlikenin Avrupa’dan geldiğini düşünen ulusalcılar da, “AB’ye hayır” derken, enternasyonalizm deneyimini görmezden gelerek, AB işçi sınıfını da düşman ilan ediyor.

Ulusalcılar, ülke işçi ve emekçilerini bölecek milliyetçi bir tutum takınıp, Kürt sorununu inkar ederken, işçi sınıfının dil, din, ırka göre ayrımını değil birliğini esas alan enternasyonalist dünya görüşünü reddediyorlar. AB’nin Kürt sorununda ortaya koyduğu talepleri destekleyen “sol AB’ciler” aslında, bu noktada da ulusalcılarla buluşuyorlar. Çünkü onlar da Marksizmin bu konudaki bakışını reddediyorlar. Söz konusu çevreye göre, Kürt sorunu üstünden politik mücadele yürütmek, ezilen ulus milliyetçiliğiyle uzlaşmaktır. Bu mantığa göre, ezilen ulusların kaderlerini tayin hakkı ve bu hakkın savunulması, “milliyetçi”, “ulusal devletçi” olduğundan lekelidir! Bu yüzden de, “ezilen ulusun haklarını savunmak” demek, bu milliyetçilikle uzlaşmak demektir. Oysa gerçek ve Marksizmin sorunu ortaya koyuşu tamamen farklıdır. Ve ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını hiçbir koşula bağlamadan savunmaktır. Bu, sosyalizm bir yana, demokrasinin olmazsa olmaz koşuludur. Demokrasi fikrini buraya kadar genişletmeyen bir sosyalist, ezen ulus milliyetçisi olmaktan kurtulamaz.

İki ayrı uçta gözüken, biri kapalı diğeri açık toplum savunusu içindeki ulusalcı ve liberal sol hareket, bir noktada; işçi sınıfının enternasyonalizm deneyiminin reddi noktasında buluşuyorlar.

Oysa yapılması gereken şudur. Her siyasi parti, örgüt ve kişi, kendi ülkesini devrimci mücadelenin başlıca zemini edinmelidir. Ulusal sınırların mücadele zemini edinilmesi, ulusal sınırlarla bölünmüş ulusal devletlerin tarihsel olarak verili olmasındandır. Fakat ulusal sınırlar içerisinde yürütülen mücadele enternasyonal içerikte olmalıdır. Ulusal sınırlar içerisindeki mücadele, Avrupa ve dünya ölçeğinde (proleter enternasyonalizm gereğince), sendikal, politik, ideolojik vb. birlik ve dayanışmayı örme mücadelesiyle birleştirmelidir.

———

* Yazı boyunca yapılan alıntılar, Yıldırım Koç’un kaleme aldığı ve Kaynak Yayınları’ndan çıkan “Avrupa Sendikacılığı – Enternasyonalizm mi? Çağdaş Misyonerlik mi?” adlı kitabından ve www.antiemperyalizm.org sitesinden alınmıştır.

** Havet: Avrupa çatısı altında bir birliğe karşı çıkmamakla birlikte, “Sermaye’nin Avrupası’na, neoliberal Avrupa’ya karşı çıkıyoruz” söylemiyle hem evet, hem hayır tutumunu benimseyenler için kullanılan kavram.

Irak’ın Gösterdikleri

Irak’a karşı emperyalist saldırı sonrasında doğan durum, önemli dersler içermektedir. Bunların bazıları önceden görülebilir olmakla birlikte, önem dereceleri iyi tahmin edilememişti. Daha az tahmin edilebilir diğerleri ise, bu birincilerin doğrudan sonuçlarıydı. Jose Marti’nin belirttiği gibi, “En lo politico, lo real es lo ıue no se ve” (Politikada gerçek olan, görülmeyendir).

1. SAVAŞ

Savaş hakkındaki geleneksel ve özenle idealize edilen imaj, olup biten karşısında işe yaramadı. Klimalı bürolardayken çöl sıcağındakinden daha rahat olan Pentagon stratejistleri, temiz ve hızlı bir savaş, kayıpların neredeyse “sıfır” olacağı bir ameliyat hassaslığında operasyon öngörüyorlardı. Karşı taraf yok sayılıyordu. Ama şimdi, bir savaşın klasik ve bayağı görüntüleri olarak, yıkılan şehirler[1], katledilen siviller, en üstten verilen emirle sistematik olarak yapıldığı açığa çıkan işkencenin yanı sıra gözler önündedir. Yüzlerce insana hukuk kurallarını uygulamayı reddeden ve “düzensiz savaşçı” terimini icat eden Guantanamo’dan sonra, Ebu Garip’te fiziki acılara bir de “sayısal” aşağılama eklendi. “İyi’nin kötü’ye karşı savaşı” ve “insan haklarına saygı” teorisinin kahramanları, barbarlığın önünü açarak “uygarlıklar şoku”nun ne demek olduğunu ortaya koydular. Cahil Teksaslı, Petrol Bakanlığı’nı hemen güvenceye alıp, dünyanın en eski müzesini ise yağmalattırarak, bir uygarlığı yıkmaya girişti. Bu özenti asker bozuntusu, arkeologların tüm itirazına rağmen, askeri karargahlarını da eski Babil’in tam merkezine kurdu.[2]

Liberalizm ise, savaşı metalaştırmak ve özelleştirmekle meşgul. “Yeşil bölge”deki barikatlar arkasına sığınmış olan genel kurmay heyeti ve önemli şahsiyetler, kendi güvenliklerini 20 bin kişilik bir paralı asker ordusuna ihale etmiş bulunuyorlar. Bu “özel askerler”in birçok avantaj sağladığı doğrudur. Özel asker kiralayan Amerikalı ve Güney Afrikalı şirketler, kendilerini taşeron olarak çalıştıran Amerikan ordusu ile yaptıkları sözleşmeler gereğince, hem savunmaya ve hem de saldırıya yönelik operasyonlar düzenleyebiliyorlar ve kimseye, yaptıkları hukuksuzluklar nedeniyle hesap vermek durumunda değiller. Yüksek maaşlar alıyorlar, ama yine de, Vietnam zamanındakinden de pahalıya mal olan GI’larla karşılaştırıldığında, ucuza geldikleri söylenebilir. Bunların ölüleri de, kayıplar hanesine yazılmıyor.

Savaşan rakipler arasındaki muazzam eşitsizliğe de değinmek gerekiyor. “Dünyanın en büyük ordusu”, zaten 12 yıl boyunca ambargonun ağırlığı altında ezilmiş ve tazminat yükü[3] altında boğulmuş olan birkaç bin erkek, kadın ve çocuğu ezmekle övünüyor.

2. BİR POLİTİKA OLARAK SAVAŞ

Bush, Clausewitz’in tanımlamasını tersine çevirerek, savaşı, başarının askeri üstünlük sayesinde garantiye alındığı bir politika mertebesine çıkarmıştır. Hedefler ise biliniyor: neoliberal denetimin dışına çıkmak isteyen her türlü ulusal kalkınma girişimini yasaklamak, yeryüzünün en önemli enerji kaynaklarına el koymak, (Carlos Fuentes bunu, “petropoder” (petrol iktidarı) olarak adlandırıyor), ve Ortadoğu özelinde de İsrail’in nükleer sistemini ayakta tutmaktır. Eşi görülmemiş bir askeri güç oluşturarak, doların, görülmemiş bir borç yığını altında ve Avro’nun rekabeti nedeniyle sarsılmakta olan egemenliğini devam ettirmektir.

Başvurulan metot ise, hedef gösterilen devletlerin (şer ekseni devletleri) parçalanmasıdır. Yugoslavya’nın tümüyle boyun eğen (Hırvatistan, Slovenya) veya ebedi çatışmaya sürüklenen (Bosna, Kosova) parçalara bölünmesinin ardından, şimdi de Irak’ın Şii, Sünni ve Kürt olmak üzere üç parçaya bölünmesi, ciddi olarak gündemdedir. Eski SSCB’nin güneydeki cumhuriyetleri Azerbaycan’da, Gürcistan’da ve bizzat Pentagon’da planlanan “turuncu devrim” batağına saplanmış Ukrayna’da yaşananlar da başka örneklerdir.

Sudan’ın Darfur’da başvurduğu “soykırım”a dikkat çeken uluslararası kampanyanın asıl nedeni, bu ülkenin kendi petrolünü, ABD’nin uzun vadeli stratejik saplantısı ve Brezinski’nin[4] deyimiyle yarınki hasmı Çin’e satıyor olması değil midir?

Yine tabii ki demokrasi adına, İran’ın parçalanması programlanmış değil midir[5]? Bu ülkenin nükleer enerji edinmesini engellemek, tümüyle keyfi bir dayatma değil midir?

“Büyük Ortadoğu Projesi’nin”, açık emperyalist çıkarları korumak üzere, Müslüman-Arap kartını yeniden biçimlendirmek maksadıyla gündeme geldiğini bilmeyen var mı?

Birleşmiş Milletler’in devre dışı bırakılması, zayıflatılarak Güvenlik Konseyi emrine sokulması, hegemonyacı emeller için atılan adımlardır. Kızılderili katliamı, Hiroşima, değişik Latin Amerika uluslarına yapılan kötü muameleler, savaşın eskiden beri ABD’nin varlık nedeni olduğunu ispatlıyor. Önemli bir gözlemci ve atalarının soyadını taşıyan Kızılderili şefi Alfred Red Cloud şunları söylüyor: “Tarih tekerrür ediyor. ABD geçmişte benim halkıma nasıl davrandıysa, bugün Irak’ta aynen öyle davranıyor. Toprağı işgal ediyor, yerleşim alanlarını tahrip ediyor, katliama girişiyor ve zenginliklere el koyuyor.[6]

Zaten Harry Truman daha 1945’de ABD’yi “demokrasinin kalesi” olarak tarif ettiğinde ve doktrinini ilan ettiğinde, “önleyici savaş” ile “demokrasinin ihracı” bağlantısını açıkça ifade etmişti.

3. TERÖRİZM SÖYLEMİ

Terörizme karşı savaş ve bu savaşın ideolojik dayanağını oluşturan terörizm söylemi, önemli avantajlar sağlıyor. Sadece savunma sanayi tam kapasite ile çalışmış olmuyor, aynı zamanda araştırma alanında (biyoterörizme karşı mücadele alanında şimdiden 2000 kadar bilim insanının istihdam edildiği söyleniyor), teknolojik gelişimde (nükleer teknoloji, füzeler, dronlar vb.), acil uyarı sistemlerinin geliştirilmesinde (sadece Afganistan’da 7 milyar dolarlık) büyük yatırımlar yapılıyor. Öte yandan, ultra güvenlik önlemlerini teşvik eden abartılı yaklaşımlar, seçimlerde de iyi bir silah olarak kullanılıyor. Bush ve Blair’in, “Saddam’ın Irak’ı kitle imha silahlarına sahiptir ve Bin Ladin’le de işbirliği içindedir” şeklindeki yalanı, hazırlanan senaryonun bir parçasını teşkil ediyordu.

ABD’nin de ötesinde dünyanın her tarafında her an meydana gelebilecek saldırı tehdidinin sürekli gündemde tutulması, ordunun, polisin ve gizli servislerin bütçelerindeki aşırı artış, keyfi, baskıcı ve otoriter önlemlerin yoğunlaşması, sosyal hakların bu gelişmelere kurban edilmesi ve Lenin zamanından beri, en büyük düşmanı emperyalizm olan demokrasinin, giderek artan gerileyişi de buna eklenmelidir. Avrupalı hür ve kalkınmış ülkelerin hiçbiri, aslında keskinleştirdiği sınıf çatışmalarını yok gösteren ve sağcı ya da sosyal demokrat iktidarları pekiştiren bu gelişmenin dışında değildir. Clinton’un eski danışmanı Benjamin Barber şunları söylüyordu: “Terörizm, bir ülkeyi korkuya ve kendi kendini felç etmeye sürükleyebilir.[7]

El-Kaide’nin varlığı işe yarıyor ve savaş politikasını süreklileştirmenin gerekçesi olabiliyor. Suni olarak yaratılan ve belirli bir coğrafi temelden yoksun ve her tarafa saldırı imkanı veren bu düşman, terörizmi, onu kınayan söylem kadar etkili bir tarzda yaygınlaştırmaya olanak sağlıyor. Bu durum, en azından bizim ülkelerimiz için, İtalya, Fransa, Almanya, İngiltere, İspanya için, oldukça geçerlidir. Daha beteri de var. Örneğin, diktatoryal bir rejimle yönetilen yoksul bir ülke olan Özbekistan, ABD’nin Orta Asya’daki en büyük askeri üssünün kendi topraklarında kurulmasını kabul ettiği gibi, “terörizme karşı savaş adı altında çok sayıda insanı hapse atmakta ve İslamizmin kollarına itmektedir” (Le Monde, 18.06.04). Çin de, Sinkiang bölgesindeki Uygur milliyetçiliğini İslamcı olarak nitelendirip, “terörizme karşı” saldırıya hazırlanıyor. Filistin’de 11 Eylül’den itibaren, Nobel Barış Ödülü sahibi Başkan Arafat, önce Bin Ladin’le, sonra Saddam’la ilişkilendirildi ve bir apartheid duvarı inşa eden “büyük İsrail” hülyasındaki işgalcilere yeşil ışık yakıldı. Öte yandan Irak’ın işgaline karşı “sempatik bir tepki” göstermiş olan hükümetler de, sırayla yola gelmeye ve Birleşmiş Milletler veya NATO müdahalesine kapı aralamaya ve Fransa’nın yaptığı gibi Güvenlik Konseyi’nde ABD önerisine oy vermeye ve Bağdat’ta yönetime yerleştirilen figüranlarla diplomatik ilişkileri yeniden kurmaya başlıyorlar. Hepsi de ABD’nin hava alanları için dayattığı polisiye önlemlere boyun eğdiler. İdeolojik bakımdan “ilkel” bir anti-Amerikancılıkla bağlantılı olan anti-Siyonizme karşı yapılan resmi uyarılar, Avrupa Topluluğu’nu, İsrail’e karşı önlem almaktan azade kılmaya yetmektedir. Öte yandan, süper gücün varlığı, açık emperyalist kapışmaları frenliyor. “Triade”[8] (üçlü) üyeleri bugün hâlâ ortak bir cephe oluşturmaktadırlar.

Burada söz konusu olan, bulunmaz bir bahane sunan 11 Eylül saldırılarından çok önce oluşturulmuş ve kararlaştırılmış bir politikadır. Afganistan’ın işi bitince, petrol üzerinde denetim kurma önündeki bir numaralı engel olarak Irak’ın gündeme geleceği belli idi. ABD’nin sözde “uygarlaştırıcı” misyonu ve demokrasi ihracı hiç inandırıcı değilse bile, karşımızda, bir süper gücü ayakta tutma amaçlı ve uzun vadeli bir yaklaşımın olduğu kesindir.

4. DİRENİŞ

Irak’taki durum, çok açık bir şekilde saldırganlığın başarısızlığa uğradığını ortaya koymaktadır. En ileri teknolojiyle donanmış, benzersiz yıkıcı imkanlara sahip ve tüm insani ve ahlaki değerlerden arınmış olan dünyanın en güçlü ordusu, bizzat kendisinin marifetiyle zaten yıkıma uğratılmış ve diz çöktürülmüş olduğu sanılan bir halkın üstesinden gelemedi. Çok erken kutlanmaya başlanan “koalisyonun zaferi” kursaklarında kaldı. Berlusconi’nin Irak halkını “birkaç çöl bedevisi” olarak adlandırdığı hatırlansın.

Daha önce Vietnam’da da işlenen stratejik hatayı, yani demire ve ateşe sahip olanların önünde kimsenin dayanamayacağı yanılgısını bir kenara bırakalım. Rakibini, hele hele bu rakip Arap ise, onu aşağı gören kültürel sefaleti de bir kenara koyalım. Alçakgönüllülüğün Yankilere has bir erdem olmadığı biliniyor ama, savaşla ilgili tahminlerin geçersizliğine bakıldığında, çok aşırı dozda bir küstahlığın da olduğu görülüyor.

Hayır, (halk eğer boğmak amacıyla değilse) “kurtarıcısının” boynuna sarılmamıştır. Hayır, Irak ordusu çökmedi, sadece taktik değiştirdi.

Hayır, sosyal doku, on yıl boyunca vurulan darbelere karşın dağılmadı, Şiiler ve Sünniler birbirini boğazlamaya girişmediler.

Aksine “galipler”, her ne kadar gizlemeye çalışsalar da, yüzlerce ve binlerce kayıp veriyorlar. Kayıpları gizleseler bile, işgale katılmayı reddedenler ve hatta askerden kaçanların sayısı artıyor. Amerikan kongresi sürekli yeni savaş kredileri için karar alıyor, Pentagon birliklerin sayısını ve süresini arttırıyor.

Uşak medya tarafından “terörist” ya da en iyi deyimle “asi” olarak adlandırılan direniş hareketi ise, biçimlenip örgütlenmenin yanı sıra, giderek tüm politik, dini eğilimleri birleştiren bir hal alıyor. Mafyavari veya maniple edilen bazı gruplar haricinde, direniş hareketinin bir birlik oluşturduğu ve halkın desteği ile ülkenin her bir bölgesinde aynı anda eyleme geçebildiği görülüyor.

Biz Batılıların dayanışması, şu veya bu eyleme eleştirimiz ne olursa olsun, Irak direniş hareketine öğütleri de içeren bir dayanışma olmak zorunda değildir. İşgal altındaki bir ülkede bir kaos ortamının ve haydutlukların da olacağını bilmek gerekir. Biçimlerini eleştirmek bize düşmez.

Focus on Global South Başkanı Walden Bello’nun dediği gibi: “Bu sol için bir ders olmalıdır… Batılı ilerici hareketler, Irak direniş ve isyan hareketini, kendi istedikleri gibi olmasını dikte etmeye kalkışmadan ve olduğu gibi kabul etmelidirler.

Başlarında papaz Thomas Münzer var diye, 16. yüzyıldaki Alman köylü ayaklanmasını desteklemeyi ret mi ederdik?

Gizli servislerin ajanı bir hükümet başkanı ve Honduras’ta ölüm mangalarını idare etmiş bir prekonsül’e emanet edilmiş olan sözde egemenliğe geri dönüş ve takvim açıklamaları, Irak’ta durumu daha da karmaşıklaştırdı ve eylemlerin artmasına yol açtı Seçim maskaralığı ise, Nazi işgali altındaki Laval rejiminin, sömürgeci boyunduruk altındaki Çin Hindinde imparator Bao-Dai’nin ve daha yakın zamanda “özgür” Afganistan’da Karzai’ninki kadar ikna edicidir.

Michael Moore’un “Fahrenheit 11/9” da çarpıcı bir tarzda ortaya koyduğu mali açgözlülük konusunda da, henüz yeterli adım atılmış değildir. Halliburton tekeli daha kâra geçmedi. Petrol fiyatı artmaya devam ediyor ve Amerikan vatandaşı faturayı ödeme kaygısı taşıyor.

Bütün bunlara, bir de, ABD yönetiminin onayıyla Lübnan’ı işgal girişiminde bulunan İsrail’in başarısızlığı eklenmelidir.

İkinci başarısızlık ise bilinçle ilgilidir. Dünyanın birçok ülkesinde gerçekleştirilen eşi görülmemiş kitlesellikteki savaş aleyhtarı eylemleri hatırlıyoruz. Bu gerçek halk hareketi karşısında burjuva demokrasisinin gerçek karakterini ortaya koyan “savaş koalisyonu hükümetleri”nin tavrını da. Bu hareket, bazı yöneticilerinin işbirlikçi teslimiyetçi tutumuna rağmen, gerilemedi. Hatta İspanya, Filipinler örneğinde görüldüğü gibi, eylemlerle kendi hükümetlerini asker çekmeye mecbur edecek kadar ileri gitti. Irak macerasını destekleyen “imparatorluk” kullarının oranının bile %80’lerden %50’nin altına kadar düştüğü belirtiliyor. Burada, ne hukuk, demokrasi ve değerler üzerine laflara, ne “koruyucu savaşı” meşrulaştırmaya yönelik demagojilere, ne korkuyla şantaj manipülasyonlarına, ne de dezenformasyon kampanyalarına pabuç bırakıldığını gösteren bir kitlesel bilinç kazanma durumu vardır. Terörizm söylemi, kendi antikorlarını üretmeye başlamıştır.

Bu anti-emperyalist mücadele, asla bir soyutlama veya salt bakış açısı değildir. Egemen düzeni hemen bugünden yarına kıramayacaktır kuşkusuz, ama ona karşı savaşmak için imkanları bugün daha fazladır. Sosyal forumlar ya da anti-küreselleşmeci hareketler çevresinde bir arayış içerisinde olan dağınık güçleri, klasik ilerici örgütlenmeleri, gerektiğinde devrimci şiddete başvurmaktan kaçınmayan bir “Uluslararası demokratik direniş cephesi” olarak birleştirme görevi durmaktadır gündemde. Birinci görev; başta Irak halkı, Filistin halkı, dünyanın her bir yanındaki ezilenler ve umudun bayrağını taşıyanlar olmak üzere, ön cephede savaşanlarla militan bir dayanışma içerisinde olmaktır.



[1] Felluce’nin ismi, Guernica, Dresden, Coventry, Oradur, Hiroşima ve Nagazaki’nin yanına, “şehit kentler” listesine yazılmıştır. Venezuela Kültür Bakanlığı tarafından hazırlanan bir Guernica röprodüksiyonunun adı, “Faluya” (yani Felluce)dir.

[2] Uzmanlar, bir “kültürel soykırım”dan bile söz ediyorlar. British Museum’un Ortadoğu’daki antik eserler direktörü Dr. Curtis’in, yağmalanan arkeolojik alanlarla ilgili raporu, Britanya parlamentosunun arkeoloji komisyonu başkanı Lord Redescale tarafından “şoke edici” bulundu. (Joelle Penochet, Combat-Nature, no 143, kasım 2003)

[3] Yenilen Irak, galiplere büyük “savaş tazminatları” ödemek zorunda kaldı. Örneğin Kuveyt’e 16 milyar dolar, Birleşmiş Milletler’in Tazminat Komisyonu’na 2 milyar dolar (bunun 70 milyon doları ABD ve Ingiltere’ye aktarıldı). Uluslararası tekeller ise, bu tazminattan paylarına düşen yağlı lokmaları kaptılar. Halliburton’a 18 milyon dolar, Bechtel’e 7, Mobil’e 2.3, Shell’e 1.6, Nestle’ye 2.6, Pepsi’ye 3.8, Philip Morris’e 1.3, Kentucky Fried Chicken’e 321 milyon dolar aktarıldı. Teksaco ise, 1999’da 505 milyon dolar almıştı.

[4] Bkz. “Le grand échiıuier”

[5] Brezinski’nin son kitabına bakınız: “Gerçek tercih”

[6] Bkz. Le Monde des religions dergisi, Ocak-Şubat 2005

[7] Bkz. “Korku imparatorluğu”

[8] Bu kavramla, üç büyük emperyalist kutup kastedilmektedir: ABD, Avrupa Topluluğu ve Japonya.

Arap Bölgesinde Siyonist-Emperyalist Savaş Üzerine

1- Amerikan emperyalizmi dünyanın değişik bölgelerinde savaşlar çıkardı. Bunlar, dünya üzerinde egemenlik kurma ve yönetme amaçlı emperyalist politika çerçevesinde, Amerikan kapitalizminin çıkarlarını dayatan hakimiyet vizyonunun ifadeleridir. Öteki emperyalist güçler Amerika’nın iddialarını sınırlamakla birlikte, İkinci Dünya Savaşı sonrasında oluşan durum, iştah kabartmaktaydı.

Amerikan emperyalizmi, soğuk savaşın sona ermesinden itibaren, öteki emperyalist merkezlerin rekabeti karşısında iflasın eşiğine gelmiş bulunan tekelleri vasıtasıyla, ekonomik üstünlük ve tam hegemonya politikasına angaje oldu. ABD, dünyanın her tarafında, ekonomi üzerinde hakimiyet kurmak ve onu Amerikan kapitalizmi ile tekellerinin hizmetine koşmak için, “sıcak savaş” sürecine geçti. Bugün insanlığı tehdit eden şey, askerileştirilmiş küreselleşmedir ve dünyanın tüm halklarını kendisine kurban seçmiştir. Avrupa da tehdit altındadır, ama daha açıktan, pervasızca ve tehlikeli bir tarzda hedefe konanlar, Arap ülkeleridir. Söz konusu olan, açık bir emperyalist savaştır. Önce 1990’da Irak’ı, daha sonra Yugoslavya’yı, Afganistan’ı hedef almıştır. Somali, Haiti, Kolombiya gibi ülkelerdeki askeri müdahaleler bu sürece eşlik etmiştir. Amaç, Basra Körfezi’nden Hazar Denizi’ne, Afrika’dan Rusya’ya kadar yayılan bir bölgedeki enerji kaynakları üzerinde jeostratejik bir üstünlük ve tekel kurmaktır. ABD, pazarları denetlemek, Amerikan çokuluslu tekellerinin hizmetine sunmak istiyor. Ordusunun kuvvetine dayanarak, Amerikan emperyalist küreselleşmesini herkese dayatıyor. Dünya halklarına karşı savaş ve şiddete başvurarak, emperyalist yağmayı yoğunlaştırıyor.

2- Afganistan ve ardından gelen Irak işgalinin hedefi, bölge üzerinde askeri, politik ve ekonomik üstünlük kurmak ve Amerikan yönetiminin “Büyük Ortadoğu” olarak adlandırdığı planı hayata geçirmektir. Dolayısıyla, Amerikan savaşçı mantığına göre, Irak son işgal edilen ülke olmayacaktır. Amerikan işgali, Körfez bölgesindeki, Mısır’daki ve hatta Cezayir’deki önemli askeri üsler tarafından da tahkim edilmektedir. Amerikan filosunun Akdeniz’deki daimi varlığını, Güney’e doğru açılma isteğindeki NATO vasıtasıyla Orta Asya ve Avrupa’da kurulu bulunan üsleri de unutmamak gerekir.

ABD, bölgede köklü ve radikal değişiklikler yaşanacağı sözü verdi. Dolayısıyla bölgenin öteki ülkeleri için de savaş, güncel ve daimi bir tehdit durumundadır. Bugün Suriye, Lübnan ve Iran, öncelikli olarak hedef alınan ve bir müdahale için uygun  koşullar oluşturulmakta olan ülkelerdir. Savaşı,  Irak’ta önemli bir direnişle karşı karşıya bulunan Amerika’nın kendisi belki çıkarmayacaktır. Şimdi bir başka savaş macerasına büyük ihtimalle atılmayacaklardır. Bu savaş belki de, kendi şartlarını tüm Arap bölgesine dikte etmekte olan, Suriye’ye Golan’ın önemli bir bölümünü devretmeksizin “barışı dayatan” ayrıcalıklı müttefiki Siyonist devlet tarafından çıkartılacaktır.

3- Amerikan emperyalizmi ile Siyonist devletin ilişkilerinin karakteri üzerinde düşünmek gerekmektedir. Amerikan emperyalizminin dünya stratejisi bakımından, İsrail’in merkezi bir rol oynadığı görülmektedir. Bugün artık “Büyük Ortadoğu” olarak adlandırılan Ortadoğu’da uygulanmakta olan hakimiyet politikasının temel taşlarından birisidir. Siyonist devlet, katliam, işgal, hakimiyet ve yıkım politikalarıyla askerileşmiş emperyalist küreselleşmenin temel unsurlarından birisidir. Arap bölgesinde tam egemenlik kurmak isteyen Amerikan emperyalizminin kopmaz bir parçasıdır. Tayin edilmiş olan bu güç, Amerikan emperyalizminin bölge için öngördüğü tüm jeopolitik değişimler için bir dayanak noktasıdır. Emperyalizmin bölgedeki yatırımı olan İsrail, defalarca korucu ve jandarma rolünü üstlendi, bugün de Amerikan emperyalizminin bir parçası olarak tayin edici bir rol oynamaya hazırlanıyor.

4- Son on yıllarda uluslararası dayanışma hareketinin önceliği, Filistin halkına, Gazze şeridi ve Batı Şeria’da bir bağımsız devletin kurulması yönünde destek vermek oldu. Bu mücadele başarıya ulaşmış değildir ve somut bir sonuç vermemiştir henüz. Siyonist devletin bu on yıllar boyunca, muhtemel bir Filistin devletinin vücut bulmaması için her yola başvurduğu görülüyor. Bu aynı dönemde, Filistin yönetimi ise, kalıcı bir çözüm umuduyla İsrail’in varlığını tanımayı kabul etti. Halbuki İsrail, yeni alanlar işgal etti, kolonilerini genişletti, yollar inşa etti, Batı Şeria’yı ikiye bölen, tecrit eden ve izlenmesini kolaylaştıran bir duvar inşa etti… Yer, gök, yollar, iletişim kanalları, giriş çıkış noktalarının hepsi, İsrail’in tam denetimi altındadır.

Filistin halkı, ülkenin bir parçasında bile olsa, hiçbir hakkını elde edebilmiş değildir. Siyonist devlet, eski Siyonist kavrayışa uygun olarak, tüm Filistin topraklarının “İsrail toprağının bir parçası” olduğu yönündeki tutumunu dayatmaktadır. Bu anlayış, Filistinlilere de bir çeşit “yerleşim otonomisi –otonomi de resident–” imkanı tanımakta ve bir halka, kendi ülkesinde ve kendi toprakları üzerinde “yabancı koloni” muamelesini reva görmektedir.

5- Siyonist devletle ilgili tutumu yeniden gözden geçirmeliyiz. Bunu, “Yahudi sorunu”na sözde bir çözüm olarak değil, emperyalist bir proje olarak değerlendirmek gerekmektedir. Emperyalizmin bölge üzerindeki hakimiyetinin bir bileşeni, politik dominasyonun ve askeri sömürgeciliğin yıkıcı yağmacı bir unsuru olarak görülmelidir. Avrupa kapitalizmi (Avrupa’nın bir sorunu olan) “Yahudi meselesi”ni, kendi sömürgeci hakimiyet projesinde Yahudileri kullanarak, Arap halklarının aleyhine “çözmüş”tür. Siyonist devlet, o zamandan beri, emperyalist işgal, hakimiyet ve yağma politikasının temel taşlarından birisi haline gelmiştir. Siyonist devlet, çoktan beri savaş ve zorbalıkla gerçekleştirdiği Filistin işgali aracılığıyla Arapların özlemlerine karşı baskıcı bir rol oynayarak, Amerikan emperyalizminin projesine entegre olmuştur.

Bölgesel bir emperyalist güç haline gelmiş olan İsrail, Amerikan emperyalizmiyle anlaşma içerisinde, tüm çevresinde hakimiyet kurmak isteğindedir. Irak’ın işgali, bu planın ve anlaşmanın bir parçasıdır. Amerikalıların Irak’a karşı emperyalist savaşını reddediyorsak, Siyonist oluşuma da karşı çıkmalı, bunun, kapitalist tekeller ve emperyalizmin hizmetinde bir orduya dönüşmesine de karşı konulmalıdır. Dolayısıyla anti-emperyalist mücadele, İsrail emperyalizmine karşı da bir mücadeledir.

Halkların barış ve refah özlemlerine yanıt veren demokratik ve adil bir çözüm bulunmalıdır. Bu ise, emperyalizme ve Siyonizm’e karşı, bağımsızlık ve kurtuluş için mücadeleyle olur. Filistin’in bağımsızlığı, emperyalist projenin bir ürünü olan Siyonist ideolojiye karşı mücadeleden koparılamaz. Yani, şimdi artık bir “Arap sorunu”na dönüşmüş olan “Yahudi meselesi”ne, demokratik bir çözüm bulmak gerekmektedir.

6- Arap ulusunun toprakları üzerinde yaşanmakta olan emperyalist savaş ve Siyonist devletin oynadığı rol, bütün Akdeniz, Avrupa ve Arap halklarını tehdit etmektedir. Bu halklar emperyalist yağma, yoksulluğun yol açtığı yıkım, işsizlik, göç, ırkçılık ve hoşgörüsüzlük tarafından tehdit edilmektedirler. Akdeniz halklarının işgale, savaşa, emperyalizme karşı ittifakı, giderek bir zorunluluk haline gelmektedir. Emperyalizmi yenmek ve eşitlik, adalet temelinde, sömürüsüz, savaşsız, ırkçılığın ve hoşgörüsüzlüğün olmadığı halkların dünyasını kurmak için, halklar arasında dayanışma temel önemdedir.

Temmuz 2006

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑