22 Temmuz genel seçiminin sonuçları, sermaye basını tarafından “Halk Muhtırası”, “Üçüncü Halk İhtilali”, “AKP’nin büyük zaferi” gibi abartılı başlıklarla tanımlandı. Batı basınında da “İslam’ın zaferi”, “İslamcı Türkiye’nin tepkisi” türünden, bildiğimiz kolaycı, İslamcı-laik, İslamcı-Batıcı bölünme şablonuna oturtularak verildi.
Bu sloganlaştırılmış tanımlamalarda gerçek payı varsa da; ülkeyi apar-topar bir erken seçime sürükleyen baskılar ve güç odakların amaçlarıyla Türkiye’nin acilen çözümü dayatan sorunları dikkate alındığında, seçim sonuçlarının ne Menderes ne de Özal dönemiyle kıyaslanabileceği, dolayısıyla ’70’ler ve ’80’lerin kriterleriyle yapılacak değerlendirmelerin sağlıklı sonuçlar vermeyeceği apaçıktır.
Evet; 22 Temmuz’da;
1-) AKP büyük bir “seçim zaferi” kazanmıştır. Oyların yüzde 46.7’sini alan AKP, kendisi hakkındaki en iyimser anketleri gerçek yapmayı başarmıştır.
2-) MHP oylarını önemli ölçüde artırmıştır. Oylarını yüzde 8’den yüzde 14’lere çıkararak, önemli bir başarı kazanmıştır.
3-) DP ve GP çökmüştür. Asker müdahalelerinin, Cumhuriyet Mitingleri’nin hedeflerinden olan, AKP ve “şeriat tehlikesi”ne karşı “merkez sağın” yeni adresi olarak gösterilen (ANAP-DYP birliği) DP, önce birlik sağlanma aşamasında başarısızlığa uğramış, seçimde ise olduğu kadarıyla bile ayakta kalamayacağı bir sonuç almıştır. Bu birliğin lideri olarak sahneye çıkan Mehmet Ağar istifa etmiştir. 2002 seçimleri öncesinde, Uzanlar tarafından, dokunulmazlık kazanmak üzere kurulup, büyük bir para ve propaganda desteğinde, neo-faşist slogan ve yöntemlerle yüzde 7’ler düzeyinde oy alan GP de, bu seçimde yüzde 3’e gerileyerek çökmüştür.
4-) Meclise Bin Umut adayları girmiştir. Böylece, mecliste “ikinci bir grup” oluşmuştur. Bu grup, 1994’te DEP’lilerin Meclis’ten çıkarılarak tutuklanması sonrasında, Türkiye’nin demokratikleşmesi ve Kürt sorununun demokratik çözümünü gündeme getirip Meclis’te tartıştıracak bir grup olma bakımından ilk imkandır. Bu meclisi önceki meclisten ayıran en önemli özellik budur.
4-) Bu seçimin gerçek mağlubu CHP olmuştur. Önceki seçime göre oyların koruyor görünse de; masaya Cumhuriyet’le Mustafa Kemal’i de sürerek, “ya devlet başa ya kuzgun leşe” diyerek seçime giren, AKP’yi küçültmeyi temel hedef olarak ilan etmiş olan CHP, bu hedefinin tam tersi sonuçlar elde ederek seçimin gerçek mağlubu olmuştur. CHP ve arkasındaki güçler, kendi yarattıkları depremin enkazı altında kalmışlardır.
*
Kuşkusuz ki, 22 Temmuz seçimi, hem seçim öncesi gelişmeler ve partilerin izledikleri yollarla kullanılan sloganlar, hem de oy dağılımı ve partilerin kazandığı ve kaybettikleri pozisyonlarla ilgili olarak, üzerinde uzun tartışmalar yapılacak ve önemli sonuçlar çıkarılacak veriler ortaya koymuştur. Bu verileri, elbette Özgürlük Dünyası da; sınıf partisi, mücadelesi ve taktiklerini yenilemek bakımından ayrıntılı bir biçimde değerlendirecektir. Ancak bu yazının kapsamı, bu kadar geniş olmayacaktır. Çünkü; seçimin üzerinden henüz birkaç gün geçmiştir ve ayrıntılı değerlendireler için erkendir. Bu yüzden de bu değerlendirme; ortaya çıkan tablonun ana çizgilerine işaret eden ve özellikle de seçim sürecine gelen günlerde yapılan müdahaleler ve partilerin tavrı; bunların seçime nasıl etki ettiği ile sınırlı olacaktır.
Kuşkusuz ki; 22 Temmuz 2007 seçimini etkileyen en önemli şey; bu seçimlerin üç ay erkene alınmasını zorlayan; askerin Cumhurbaşkanlığı seçimini bahane ederek politikaya müdahalesi olmuştur. Bilindiği gibi müdahale; 2005 Newroz’unda “bayrak provokasyonu”yla başlatılan linç girişimleri, cinayetler, provokasyonlar, Şemdinli çetesi üzerinden yapılan müdahalelerle gelişen politikaya askerin müdahale çizgisinin muhtıraya dönüşmesi, yüz binlerce kişinin sokaklara dökülerek partiler sisteminin yeniden biçimlendirilmesine yönelinmesi ve Anayasa Mahkemesi devreye sokularak cumhurbaşkanı seçimin bir krize dönüştürülmesine kadar varmıştır. Bütün bu baskıların oluşturduğu dalga üzerine binen CHP; Bahçeli’nin bile sahip çıkamadığı linççi gruplara “duyarlı vatandaşlar” diyerek sahip çıkmış; çete organizasyonlarının avukatlığına soyunmuş, Irak’a sefer ve içerde daha çok şiddet ve operasyon için kışkırtıcılığı, özgürlük ve demokrasi düşmanlığını kendisine başlıca amaç edinmiştir.
İşte böyle bir dalga üstünde seçime giren CHP, bu tutumunu seçim sürecinde de sürdürerek, AKP’yi yığınlara, barışın, huzurun, daha ılımlı politikaların partisi olarak göstermiştir.
CHP, bu tutumuyla; bir yandan milliyetçiliği kışkırtarak, milliyetçiliğin asıl adresi olan MHP’nin güçlenmesine hizmet ederken; diğer yandan AKP ve Tayyip Erdoğan’ı, örneğin Kuzey Irak’a askerin müdahalesini engellemeye çalışan, içerde operasyonların önüne dikilen, Barzani ve Talabani’nin, Öcalan’ın ağzından konuşan, onlarla işbirliği yapan lider olarak suçlayarak, geniş Kürt yığınlar karşısında, AKP’yi, Kürtleri baskı ve şiddete karşı koruyan parti olarak göstermiştir. AKP ve Erdoğan’ın böyle “teşhiri”, belki “beyaz Türk” milliyetçi çevrelerin hoşuna gitmiştir; ama geniş Kürt kesimleri ve az çok vicdan ve sağduyu sahibi Türk kökenli emekçi kesimlerin AKP’yi “makul bir parti” olarak görmelerine dayanak oluşturmuştur. Dahası CHP ve arkasındaki medya gurupları, geniş yığınları; “Tehlikenin farkında mısınız?”, “Şeriat geliyor”, “Cumhuriyet tehdit altında” sloganlarıyla tanımladığı korku ve tehdit üzerine kurulu gelecek tasarımına inandıramamıştır. Bu da, AKP’nin inandırıcılığını artırmıştır.
Dolayısıyla; elbette ki MHP ve AKP’nin kendilerine özgü propaganda yöntemleri vardı ve bunları etkin olarak kullanmışlardır; ama onların yükselişine yol açan iklimin oluşturulmasında, bu partilerden çok, CHP’nin “şeriat karşıtlığı” ve milliyetçilik üzerinden yürüttüğü demokrasi düşmanı, militarizmi öne çıkaran tutum belirleyici bir öneme sahip olmuştur.
CHP’nin bu politikasının, sadece gerçek dışı değil, ama aynı zamanda son derece aptalca olduğu da tartışılmaz bir biçimde ortaya çıkmıştır. CHP kurmayları dışında, içeride ve dışarıda herkes bunda hem fikirdir.
AKP, kendi yükselişinin CHP’nin bu aptalca politikalarına bağlanmasına karşı çıkmakta; kerameti kendinde bulmayı tercih etmekte; yükselişini, uyguladığı ekonomi politikanın halk tarafından doğru anlaşılmasına bağlamaktadır. Ama politikalarının doğruluğu bir yana, AKP’nin yükselişinde kendi tutumlarının payına ilişkin söylenenler gerçeğin küçük bir kısmıdır ve halkın AKP politikalarını yeterli sonuçlarıyla görmemiş olması nedeniyle AKP propagandası etkili olmuştur; ama, yükselişinde bu belirleyici olmamıştır. Eğer AKP’nin iddiası doğru olsaydı; Şubat’ta yapılan anketlerde AKP’ye halk desteğinin yüzde 26’lara kadar düşmezdi ki, bu düşüşü, Erdoğan başta olmak üzere AKP kurmayları da kabul etmektedir. Nitekim, yine anketler, asker ve sivil politika dışı güçlerin muhtıraya kadar varan müdahaleleriyle birlikte, AKP’nin emek düşmanı politikalarından duydukları hoşnutsuzluk sonucu AKP’den kopma eğilimine giren kesimlerin yeniden AKP’ye yöneldiğini göstermektedir.
Durum, MHP açısından da çok farklı değildir. MHP’yi yükselten, cenaze gösterilerinin yanı sıra o ünlü “Cumhuriyet Mitingleri” olmuştur. Nitekim, bu mitinglerden sonra MHP’nin hızlı bir yükselişe geçtiği görülmüştür. Dahası Yozgat, Çorum, Tokat gibi eskiden çok etkin olduğu bölgelerde oy kaybına uğrayan MHP’nin, daha önce hiç etkin olmadığı, ama Cumhuriyet Mitingleri’nin etkili olduğu Ege ve Marmara bölgelerinde yükselmiş olması; mitinglerin milliyetçi dalgaya katkısını ve bu dalganın MHP’yi nasıl yükselttiğini göstermektedir. Bu bölgelere ilişkin ayrıntılı analizler bu gerçeği daha açık gösterecektir.
Öte yandan, müdahalenin DYP-ANAP birleşmesi üstünden merkez sağ bir odağın oluşmasını zorlaması ve merkez sağ denilen partilerin özellikle Cumhurbaşkanlığı oylamasında Meclis’e girmeyerek askerin yedeğinde görülmesi de, geleneksel olarak askerin müdahalesinden hoşnut olmayan köylü yığınlarının DYP ve ANAP’tan koparak AKP’ye yönelişine yol açmıştır.
Ve nihayet bir önceki seçimde Cem Uzan’ın kışkırtmalar ve neo-faşist yöntemlerle sahnelediği vaatçiliğin inandırıcılığını yitirmesi ve baskılar GP’yi tasfiye ederek, desteğinin yarısından çoğunun MHP ve AKP arasında paylaşılmasına yol açmıştır.
İnandırıcılık sorunu kesin olmasına karşın, 1 YTL’ye mazot ve ÖSS’nin kaldırılsın türü iktisadi ve sosyal içerikli talepler hemen sadece GP’den gelmiş ve ancak onun ileri sürdüğü kadarıyla başka bazı partiler tarafından da yine inandırıcılık sorunu taşıyarak benimsenmiş; ama seçimlere neredeyse tamamen sosyal ve iktisadi sorunların tartışılması ve halkın bu açıdan kendi durumunu sorgulamasının üstü örtülüp önü kesilerek gidilmiştir. Ne AKP’nin övündüğü iktisadi “büyüme”nin ne tür bir büyüme olduğu tartışılmış, ne de gerçek ücretlerle memur maaşları ve tarım ürünleri fiyatlarındaki gerileme üzerinde zerrece durulmuştur. Eğitim ve sağlığın içinden çıkılmaz hali hiç gündeme gelmediği gibi, tersine, ilkokul kitapları dağıtımı ve son dakikada üniversite hastaneleri dahil tüm hastanelerin –kuşkusuz geçici olarak– sağlık karnesi ya da yeşil kartı olan herkesin kullanılmasına açılması üzerinden AKP aldatmacaya dayalı puanlar toplarken bile eleştiriden muaf kalabilmiştir. Son örneği seçim sürecindeki PETKİM peşkeşi olan özelleştirmeler ya da sosyal güvenlik sisteminin tasfiyesi türünden emeğe ve halka yöneltilmiş saldırılarla halktan toplanan vergileri yiyen ve yatırımlar yerine faiz ödemelerine endekslenen bütçeler dayatarak işsiz kitlelerini büyüten borç stoklarının şişirilmesi politikası vb. seçim sürecine damga vurmak bir yana tartışılmamıştır bile. Emperyalistlerle, ABD ve AB ile ilişkiler, özellikle Ortadoğu’ya yönelik olarak Amerikan dış politikasının benimsenmiş olması, İncirlik başta üsler ve bankalarla borsada hisse senetlerinin yüzde 60’ından fazlasının yabancı sermaye tarafından ele geçirilmiş olması türünden ulusal kölelik ilişkileri yine seçimde gündem edilmeyen, ama halkın ve ülkenin geleceğini ipotek altına sokan sorunlar olarak görmezden gelinmiştir. Kürt sorunu ise “ip” ve sınır ötesi operasyon “ihtiyacı” üzerinden tartışılmış, dolayısıyla hem barış hem de –siyasal özgürlükler de içinde– demokrasi sorunu da seçim süreci tartışmalarının dışında kalmıştır. Liste uzatılabilir; ancak, halkın ve ülkenin artık acil çözümü dayatmış gerçek sorunlarının seçimlerde tartışılmamış olması, hükümet partisi AKP kadar, IMF-TÜSİAD partileri oldukları, işbirlikçilikleri ve halk ve demokrasi karşıtlıkları, ırkçılık ve şoven milliyetçilikleri kuşkusuz olan “muhalefet partilerinin de işine gelmiştir. Sonuç; hükümet olduğu 4,5 yıllık dönem boyunca izlediği politikalar ve uygulamalarıyla, AKP’nin, iç ve dış politika bakımından, iktisadi, sosyal, kültürel vb. yönleriyle Türkiye’yi getirip dayadığı bataklığın üzerinin, dayatılmış laikçi-şeriatçı saflaşmasıyla, muhalif görünen CHP (ve MHP) ve militarist odağın çatışmacı, savaş, baskı ve şiddettin tırmandırılmasından yana ırkçı, şoven milliyetçi tutumlarıyla örtülmesi ve görünüşte gerginlik istemeyen, sağduyuya sesleniyor görünen ve mağduru oynayan AKP’nin hak etmediği bir yükseliş sağlaması olmuştur. AKP’nin, dayatılmış böylesi bir seçim ortamında tercihe zorlanan halkın küçümsenmeyecek bir teveccühüne mazhar olmasının sorumluluğu, kuşku duyulamaz ki, AKP’den, onun “olumlu” politikaları ve “başarılı seçim propaganda” faaliyetinden çok CHP, MHP ve Genelkurmay’ın omuzlarındadır. Irkçı, şoven milliyetçi cephenin yarattığı, halkın ve ülkenin aslında kangrenleşmiş gerçek sorunlarından koparılmış baskı ortamı; temsilcisi olduğu yerli ve yabancı tekellerin bir dediğini iki etmeyen, büyüdüğünü iddia ettiği ülke ekonomisini kriz eşiğine getirmek, işsizliği tırmandırmak ve halkı yoksullaştırmaktan başka bir şey yapmayan AKP’yi halka şirin gösteren başlıca etken olmuş, onu “uzlaşma”nın, “istikrar”ın, “huzur” ve ülkenin “esenliği”nin temsilcisi konumuna yükseltmiştir.
Ülke içinde ve dışında şiddetten uzak bir ortam, huzur ve barış arayan, kamplaşmadan ve baskılardan bıkmış Türk ya da Kürt olsun milyonlarca işçi ve emekçi, kendisi ve ülkesinin gerçek sorunlarının tartışma dışı bırakıldığı, cumhurbaşkanlığı seçimindeki dayatmalar, hız verilen operasyonlar ve linç girişimlerinden muhtıraya kadar varan baskılarla oluşturulan gerginlik ve saflaşma koşullarında karşı karşıya bırakıldığı “kırk katır mı kırk satır mı?” tercihinde, tutumunu AKP’den yana belirlemeye adeta mahkum edilmiştir. Bu tutum belirlemede, AKP’nin hükümet ve çoğunu elinde tuttuğu yerel yönetimlerin olanaklarıyla yoksul emekçilerin tercihini etkilemeye yönelik yaptığı gıda ve kömür vb. dağıtımlarıyla yol vb. götürme türünden seçim yatırımlarının da belirli bir etkisi olduğu eklenmelidir; ancak belirtildiği gibi, AKP yükselişinde, kendi yaptıkları ya da yapmadıklarının payı tayin edici olmamıştır.
Kuşkusuz ki; 22 Temmuz seçiminde AKP’nin başarısının en dolaysız dayanağı ise; seçimde AKP’nin gerçek bir seçeneğinin olmamasıydı. Bu yüzden de, AKP’ye oy veren seçmenlerin önemli bir bülümü; (seçimden sonra yapılan bir ankete göre, AKP’ye oy verenlerin yüzde 26’sı) kötülerin iyisi olduğu için AKP’ye oy verdiğini söylemektedir. Bu durum, kendi başına bile göstermektedir ki; AKP seçimde, 2002’de çöken siyaset alanındaki boşluğu kullanmaya devam etmekte; halk indinde az çok istikrarlı ve bütünlüklü tek parti olarak görünmektedir.
Seçim yenilgisine ilişkin CHP’den gelen açıklamalar ise sadece gülünçtür. Örneğin Onur Öymen, sanki CHP fındıkçının talebine sahip çıkmış ve sanki FİSKO Birlik’in önceki başkanı olan CHP’li bay, fındıkçı nezdinde en az C. Zapsu kadar teşhir olmamış gibi, Karadeniz’den AKP’nin yüksek oy almasının “mantığının olmadığı”nı ileri sürebilmiştir. Öymen, sanki seçim ortamının emeğin ve halkın gerçek talepleri yerine “laikçilik-şeriat” ekseni üzerine kurularak, kampanyanın ırkçı ve şoven milliyetçi dayatmalarla yürütülmesinin “yapıcısı” en başta CHP değilmiş gibi, durumları AKP’nin “iktidarı” döneminde daha da kötüleşen yoksulların AKP’ye yönelmesinin de “mantıksızlık” olduğunu söyleyerek, ne yaptığını bilmez bir şaşkınlık sergilemekten çok, herhalde durumu kurtarmaya çalışmaktadır.
Aynı AKP yükselişi ve baş sorumlusu CHP yenilgisinin üzerinden bu kez belki her zamankinden daha çok liderliği tartışma konusu olan Baykal ise, hiçbir şey olmamış gibi, devam etme tutumundadır ve yüzde 1 oranındaki artışla birlikte CHP’yi zamanındaki 4. 7’den bugünkü konumuna “yükselttiği”ne vurgu yapmaktadır. Gerçekte, en başta kendisinin yarattığı gerginliğin, şovenizm ve savaş yanlılığının altında kalan ve 30’dan fazla ilde silinerek bir “bölge partisi” haline gelen Baykal CHP’si, ülke düzeyinde ve özel olarak Kürt illerinde AKP’yi en çok kendisinin bu tutumunun yükselttiğinin üzerini örtme telaşındadır. Seçim sonuçlarını ne buradan ne de “vatansever birlik” adına sağa ve özel olarak MHP’ye açılışı üzerinden tartışmayan Baykal, sadece “yinelen pehlivan güreşe doymaz” özdeyişi gereği olarak değil, ama gericiliği ve ırkçı, şoven yönelimleri ve savaş yanlısı saldırgan tutumlarının halk tarafından onaylanmayıp bir anlamda püskürtülmesinin gereği olarak da istifayı aklına bile getirmemektedir. Ancak bu kez “Tarzan zor durumda”dır ve CHP’yi; barış, demokrasi ve özgürlük taleplerini seslendirmeyerek halktan, emeğe ve haklarına dair tek bir taleplerini gündemine almayarak işçi ve emekçilerden, sağcı-faşistlere kucak açması ve MHP yakınlaşması ile “sol”a açık ve yakın duran ilerici demokrat kesimlerden, bütünüyle dışlaması ve taleplerini sahiplenmeyişinin yanında yine Maraş’tan, Çorum’dan tanıdıkları MHP’ye yakınlaşmasıyla Alevilerden… tecrit olmaya götüren Baykal, çoktan CHP’ye bile “yük” durumuna gelmiştir ve tüm hizipçilik ve delege oyunlarına karşın CHP’nin bir kez daha Baykal’la seçime girmesi herhalde kolay olmayacaktır.
*
Ülkeye dayatılmış seçim ortamı ve halka yöneltilmiş saldırı örtmeyi de amaçlayarak aldatıcı tercihlere zorlayan baskıları ve olası sonuçlarını görüp, başta çeşitli milliyetlerden işçi sınıfı olmak üzere emekçi halkı uyararak gerçekleri ortaya koymaya çalışan sınıf partisi ve emekten, barış ve demokrasiden yana güçlerin birlik ve sürece birlikte müdahale etme düzeyinin, dayatılan iki odaklı kamplaşmayı aşarak emekçileri birleştirip etrafında toplayacak bir alternatif ve umut oluşturmaya, sonuç olarak da AKP’nin yükselişine götüren tabloyu değiştirmeye yeterli olmadığı ortadadır, kabul edilmelidir. Ancak, şu da bir gerçektir ki, 2007 seçimlerinden, yalnızca başarısızlıklara, halkın ve ülkenin geleceğine ilişkin umutsuzluğa ilişkin sonuçlar çıkarmak doğru olmayacaktır.
BİN UMUT ADAYLARI VE DTP
Doğru bir seçim taktiği ile bağımsızlarla meclise giren DTP ve Bin Umut adayları, elbette ki tarihsel bir sorumluk üstlenmişlerdir. Grup kurabilecek sayıda milletvekiliyle Meclis’e girmek elbette ki bir başarıdır. Ancak şu da bugün üstünden atlanmaması gereken bir gerçektir ki; hem bölgede hem de diğer illerde, 2002’de DEHAP’a verilen oyların çok önemli bir bölümü 2007’de AKP’ye yönelmiştir. Bölge’de Kars, Ağrı, Ardahan, Bingöl, Antep, Adıyaman gibi illerde gösterilen adaylar seçilemediği gibi, Mersin, Adana gibi “banko” illerde bile Bin umut adaylarının seçilememesi üzerinde ciddi bir biçimde durulması gereken bir durumdur. İzmir, İstanbul, Antalya, Kocaeli, Manisa, Aydın gibi 2002’de yüksek oy alınan illerde yüzde 30-59 düzeyinde oy kayıpları olmuştur.
Burada, elbette, darbeciler ve CHP’nin yarattığı ve AKP’yi Kürtlerin hamisi gibi gösteren kampanyanın bu oy kayışının bir etkenini oluşturduğu belirtilmek gerekmekle birlikte; oy kayıplarının önlenmesini de kapsamak üzere Kürt emekçilerin birliğini gerçekleştirmek bakımından, 2002 seçiminden sonra da tartışması yapılan; emekçilerin ve işçilerinin taleplerinin gündeme alınması; onların önüne sadece ulusal değil sosyal kurtuluş taleplerini de savunan bir parti olarak çıkılması ve örneğin bir “çatı partisi” altında hem demokrasi güçlerinin hem de emeğin talepleriyle demokrasi taleplerinin birleştirilmesi imkanlarının geliştirilmesi gibi konuların gündeme alınması ve bu alanda hızlı adımlar atılması bir zorunluluk olarak ortaya çıkmıştır. Seçimin en dikkate değer sonuçlarından birisi budur.
Bunun içindir ki, örneğin İzmir’de DTP’nin Levent Tüzel’e, ya da diğer bazı illerde başka bazı adaylara oy verdirmediği türünden iddialar gerçek değildir. Tersine DTP örgütü elinden gelen her şeyi yapmıştır, ama ancak o kadar etkili olabilmiştir. Çünkü, Kürt emekçiler düne göre bugün DTP’yi daha az dinlemektedir. Ve bu, bir yandan Kürtlerin yeni geldikleri kentlere entegrasyonunda kat edilen mesafe ile öte yandan da yoksulluk, barınma, işsizlik gibi acil sorunlarının çözümünde en azından bugün için AKP’yle bir uzlaşmayı seçmiş olmalarıyla ilgilidir. Öte yandan, barışa ve öncelikle çatışmaların durmasına dair acil ihtiyaç da, CHP ve MHP ile milliyetçilik yarışına girmekten kaçınmasa ve “Tek millet, tek devlet, tek bayrak, tek vatan” sloganını vurguyla ileri sürüp kullansa da, ardından vazgeçse bile zaman zaman “Kürt sorunu vardır ve demokrasi sorunudur” demiş olan ve operasyoncu ve çatışmaların tırmandırılması, sınır ötesine taşınması yanlısı bir görüntü vermeyen, “ip” tartışmasında “idamın kaldırıldığı bir hukuk devletinde yaşandığı”ndan söz eden, hatta DTP ile bir koalisyon ihtimalini kategorik olarak reddetmeyen AKP’nin, Kürt emekçileri tarafından, kimlik ve ulusal talepler açısından da uzlaşılabilir bir parti olarak görülmesi ve kerhen de olsa tercih edilmesine zemin sağlamış, dinsel etken de böyle bir tercihi beslemiştir. Bu “zemin”in DTP’nin eksiklik ve zayıflıkları dolayımıyla işlevselleştiği kuşkusuzdur. Ancak AKP’nin, CHP ve MHP’den farklı olarak, özellikle Kürt emekçilerine yönelik aşağıdan seçim propagandalarında, haklarıyla birlikte Kürtleri bütünüyle inkar etmeyen bir pozisyonda durarak, “Sertlikle ve ‘terör’le olmaz, barışı AKP getirir, Kürt sorununu AKP çözer, bunun için AKP’nin güçlenmesi gerek, ama görmüyor musunuz, cumhurbaşkanı bile seçtirmediler, yavaş yavaş olacak, AKP’yi destekleyin ki bir an önce barışa kavuşulsun” türü yaklaşımlarının etkili olduğu belirtilmelidir. Üstelik, baştan beri üzerinde durulan baskılanmış seçim ortamının, halkın bütünü açısından olduğu kadar Kürt emekçileri açısından da etkili olduğu ve AKP’den yana tercihlerin gelişmesine yol açtığı açıktır. İyi bir hazırlıkla girilemeyen, sağlam demokratik ittifakların oluşturulamadığı ve ancak sınırlılıkları ve kaçınılmaz zaaflarıyla bir seçim işbirliğinin gerçekleştirilebildiği koşullarda, sayılan etkenlerle birlikte düşünüldüğünde, DTP ya da Bin Umut adaylarının oylarından AKP’ye kayışlar hiç de anlaşılmaz değildir. Burada samimiyet/samimiyetsizlik bağlamında etkenlerin rolünü aramak, gerçeklerle bağdaşmadığı gibi, seçime hangi koşullarda gidildiğini hiç anlamamak olur.
TAKTİK VE ZAAFLAR
Sınıf partisinin, Bin Umut adaylarını destekleyerek ve Bin Umut adaylarının olmadığı illerde liste çıkarıp seçime girme kararı alarak DTP ile seçim iş birliği yapmış olması; onun, demokrasi mücadelesine, Kürt sorununun demokratik çözümüne verdiği önemin bir gereğidir ve bu bakımdan doğru yapmıştır. Seçim taktiği bakımından net olan ve hiçbir ikircikli tutum içine girmeyen sınıf partisi, seçim süreci boyunca da parti örgütlerinin elindeki tüm imkanlarla bu işbirliğinin gereğini yapmaya çalışmıştır. Ancak, şu gerçek bir kez daha görülmüştür ki; AKP ve öteki sermaye partileri karşısında bir seçenek yaratılması konusunda; örneğin demokrasi güçlerin birliğinin sağlanması ve onların ortaklaşarak ve çok daha ciddi bir ittifakla seçime katılması; demokrasi cephesinin oluşturulmasında seçimin yarattığı imkanlardan yeterince yararlanılamamıştır.
Kuşkusuz bu seçim; Kürt-Türk kardeşliğini, Türk ve Kürtlerin ileri kesimleri içinde dostluğu, ortak mücadele eğilimini güçlendirmiş, dolayısıyla bir seçim işbirliğinden daha fazla bir ortaklaşmaya olan ihtiyacı öne çıkarmıştır. Bu, geleceğe yönelik olarak önemsenmesi gereken bir olanaktır. Önümüzdeki dönemde bu alanda atılacak adımlar açısından bir dayanak görevi görecektir.
Seçimin öne alınmasının bir dizi sıkışıklığa neden olduğu ve bunun demokrasi güçleri arasında gerekli olan görüşme, tartışma ve tutumları ortaklaştırma ihtiyacının giderilmesini olumsuz etkilediği de bir gereçektir. Ancak demokrasi güçleri, seçimlere, iş ve güçbirliği yapıp tutumlarını ortaklaştırmaya çalışarak ilk kez girmemektedirler. Bu açıdan belirli deney birikimi yok denemez. Buna rağmen yine de ciddi bir ittifakın sağlanamamış olması eleştiriyi hak etmektedir. Bağımsız aday tartışmalarının ortak yürütülememiş olmasından başlayarak tutumların ortaklaştırılamaması ve örneğin 2002 seçimlerinde sağlanabilen Emek-Barış-Demokrasi Bloku* türünden bir ittifakın gerçekleştirilememesi, dolayısıyla dayatılan gerici kamplaşma ve iki odağının karşısına iyi tanımlanmış, ikna edici, seçim çalışması şevki ve kararlılığı artıracak oluşu kadar emekçi kitleleri birleştirip etrafında toplayacak çekim gücüne sahip kararlı ve birleşik demokratik bir platformun vereceği güçle seçime katılamamak (Bu konuda sınıf partisinin diğer partilere ve emek örgütlerine, çeşitli kitle örgütlerine ilettiği ve bazı illerde de az çok sonuçları görülen adayların yerel emek ve demokrasi güçlerinın katılımıyla belirlenmesi girişimi anımsansın), kuşkusuz emek ve demokrasi güçlerinin temel bir zaafı olmuştur. Adayların belirlenmesi de başlı başına bir zaafiyet alanı oluşturmuştur. Bu açıdan önceden davranıp emri vaki yapanın “kârlı çıktığı” türünden bir durumun oluşmasının savunulacak bir yanının olmadığı, kırık-dökük ve eksikli de olsa bir seçim işbirliği yapan tüm demokrasi güçleri tarafından kabul edilmelidir. Bu yönüyle, hem DTP ve hem de ÖDP’nin tutumlarında gözden geçirmeleri ve düzeltmeleri zorunlu yanlar olduğu herhalde ortadadır. Üstelik ÖDP’nin gözden geçirip yanlışlığını belirtmesi gereken tutumları, yalnızca destekleyecekleri adayları bir emri vaki olarak kendi başlarına açıklamalarından ibaret değildir. Güneydoğu illeri bir yana bırakılırsa, adaylıklarını açıkladığı İstanbul 1. ve 2. bölgeden iki isim dışında kalan her ilde ÖDP’nin bağımsız adaylar karşısında liste çıkarmış olması (ve ÖDP oylarının Mersin ve Adana’da iki Bin Umut adayının seçilmesini önlemesi), ÖDP seçim taktiğinin de birlikçi değil, ama ayrıştırıcı olduğu ve eleştirilmesi gerektiğini ortaya koymaktadır ki, bu tutumun, basit seçim işbirliği yaklaşımına bile uygun düştüğü ileri sürülemez.
Bu durumun aşılması için, siyasi partilerden aydınlara, her kademeden emek örgütlerinden birer birer aydın ve demokrat kişilere, kitle örgütlerine kadar demokrasi mücadelesinde potansiyel taşıyan her çevrenin katılımına açık bir “çatı partisi”nin ihtiyacı elbette bu seçimin ortaya koyduğu en önemli eksikliktir.
TKP ve benzeri kerameti kendinden menkul ve halkın ve mücadelesinin birleştirilmesine önem vermeyen grupların üzerinde durmaksa, bu yazı çerçevesinde gerekli bile değildir.
SEÇİMDEN SONRASI…
AKP’nin “seçim zaferi”; basın ve AKP muhalifi kesimleri baskılamış ve adeta bu kesimler “tırsmış”tır. Onun için de dün ileri sürdükleri doğruların bile sözünü etmez olmuş; AKP’nin zaferinin ardındaki büyük kerameti aramaya koyulmuşlardır.
İlk bakışta, AKP’den gelen sinyaller de, onun “alçak gönüllü, uzlaşmaya hazır büyük ağabey” rolünü oynamaya heves ettiğini göstermektedir. Erdoğan bunu, “Yeni bir ak sayfa açtık” söylemiyle ortaya koymaktadır. Ama, Türkiye’nin sorunları böylesi “uzlaşmalar”la, ılımlı söylem ve yollarla aşılacak sorunlar olmadığı gibi, seçim krizi yaratan süreci yönlendiren güçler de görevlerinin başındadır. Çete organizasyonları hâlâ ortalıktadır ve AKP Kürt sorununun çözümünde şoven milliyetçi çizgiyi koruyarak, asker ve sivil geleneksel güçlerle Kürtlerin “başı üzerinden” uzlaşarak ilerlemeyi esas almaktadır. Öyleyse başlıca demokrasi sorunu; artık çözümü dayatmış olan Kürt sorununun demokratik çözümü; onunla da birleşen cumhurbaşkanlığı seçimi gibi sorunlar sürecektir. Dolayısıyla sorunları çözmeden yerinde oturup duran bir hükümetin ne huzur, ne de toplumsal barışı sağlaması beklenemeyeceği gibi, şer güçlerle yapılacak anlaşmalar ve uzlaşmalar da “şişede durduğu gibi” durmaz.
Daha seçimin ertesi günü ortaya atılan “sivil anayasa” tartışmasına Türkiye’nin demokrasi güçlerinin doğru ve etkin bir müdahale yaparak; “demokratik bir anayasa” mücadelesinin önemine ve bu mücadelenin demokrasi güçlerinin birleştirilmesi ve AKP’nin anayasa değişikliğindeki gerici amaçlarının teşhirinde önemli bir dayanak haline getirebileceklerini şimdiden söylemeliyiz. Elbette ki, söylemekten de öte, bu mücadelenin taşlarını döşemek için hemen harekete geçme ihtiyacı apaçıktır.
Bütün bunların ötesinde, AKP, Erdoğan “sosyal politikalar zayıf yanımız” dese de; işsizlik, yoksulluğun derinleştirilmesi ve zengini daha zengin yapmayı prensip edinmiş, uluslararası ve yerli büyük sermayenin çıkarlarını merkeze koyan IMF-TÜSİAD programında ısrar edecekleri, sağlığın ve eğitimin tamamen paralı hale getirilmesi adımlarını atmaya devam edecekleri göz önüne alındığında, önümüzdeki dönemin emek mücadelesinden düşünce özgürlüğüne, halka yönelik hizmetlerden Kürt sorununun çözümüne, askerin politikaya müdahalesinden milliyetçi kışkırtmalara, Kuzey Irak’a yönelik askeri harekat kışkırtmalarına, ABD’nin Ortadoğu politikalarına eklemlenmekten Türkiye’nin bölgede ABD emperyalizminin ileri karakolu rolü oynamasına ve İran’la ABD’nin planları doğrultusunda kapışmaya yönelmesine; çetelerin ortalığa salınmasından Kürt-Türk çatışmasının kışkırtılmasına kadar sayısız sorun çözüm beklemektedir. AKP iktidarı bu sorunları çözecek bir misyona sahip değildir ve onun politika ve tutumlarıyla hayatın her alanında sorunlar ve tıkanmalar yaşanacağını tahmin etmek güç değildir. Dolayısıyla; Türkiye’nin ileri güçleri bakımından, hayatın her alanında; bu kez karşı tarafın daha özgüvenli ve aynı zamanda daha güçlenmiş olduğunu da hesaba katarak; gerçeklerin üstüne oturan, ama imkanları da son derece etkin bir biçimde değerlendiren bir mücadele hattında ilerlemek; AKP ve tüm düzen partilerine, mevcut düzene karşı demokrasi ve emek güçlerini geçek bir seçenek olarak birleştirmek görevinin önlerinde durduğunu bilmek ve ikirciklenmeden bunun gereğini yapmak, bu seçimden çıkarılacak en temel derstir.