Türkiye yeni bir seçim sürecine girdi. Ülke, aşağı yukarı son beş yıldır AKP tarafından yönetiliyor. Seçimlere gidilirken, hükümeti destekleyen kesimler, AKP döneminin en güçlü yanının ekonomi uygulamaları olduğu propagandasını oldukça etkili bir biçimde yürütüyorlar. Bu propaganda, hükümetin ekonomik bir kriz yaşamaması nedeniyle doğru gibi görünüyor. Hükümet, 2001’de yaşanan derin ekonomik krizin ardından göreve –Kasım2002– geldi ve dibe vurmuş olan ekonomi yavaş yavaş bir toparlanma sürecine girdi.
Ancak AKP Hükümeti’nin uyguladığı ekonomi programı, bir önceki dönemde, kriz nedeniyle Başbakan Ecevit –seçimlere birlikte giren sosyal demokratların manevi lideri!– tarafından ABD’den getirilen uluslararası sermayenin güvenilir adamı Kemal Derviş’in IMF direktifleri temelinde hazırladığı “güçlü ekonomiye geçiş” programı idi ve seçimlerden zaferle çıkan AKP, bu programı virgülüne bile dokunmadan olduğu gibi uyguladı. Ekonomi halen IMF’nin vesayetinde ve onun direktiflerinin dışına çıkılmasının büyük felakete yol açacağı uyarısı işbirlikçi büyük sermaye tarafından sıkça dile getiriliyor.
Bugün Türkiye ekonomisi’ne yüzeysel bir bakış atılacak olursa, ilk elden şunlar görülmektedir; ekonomi büyümekte, enflasyon –son aylarda bir miktar yüksek çıkmakla birlikte– düşmekte, ihracatta rekorlar kırılmakta, uluslararası sermaye ülkeye akmaktadır vb. vb.. Ancak bu parlak tablonun altı biraz kazındığında görüntü değişmektedir. Bu görüntü ise şöyledir; dış borçlar sürekli büyümekte, cari açıkta rekorlar kırılmakta, işsizlik artmakta, gelir dağılımının bozukluğu devam etmekte, yoksulluk derinleşmekte, büyümeden işçi sınıfı ve emekçi halk yararlanamamaktadır. vb. vb..
Bu tablolardan hangisi gerçektir? Aslında her iki tablo bir tek bütünü oluşturmakta ve gerçeği yansıtmaktadır. Bu, emperyalizme bağımlı işbirlikçi kapitalist ekonominin kaçınılmaz olarak ortaya çıkardığı bir tablodur ve ülkenin yaşadığı büyük çelişkiyi resmetmektedir. AKP’nin, DSP-MHP-ANAP koalisyon hükümetinin programını alıp harfiyen uygulaması gibi, son beş yılda AKP hükümeti değil de, başka bir hükümet de olsa idi, muhtemelen önümüzdeki tablo benzer bir tablo olacaktı. Şimdi bu tabloya biraz daha yakından bakalım.
BÜYÜME VE ÜRETİM
Türkiye ekonomisinin son beş yıldaki ortalama büyümesi, yüzde 5’tir. Bu rakam, geçmiş büyüme rakamları ile karşılaştırma içinde gerçekçi bir yere oturtulabilir. Genel olarak 1995-2004 dönemine bir göz atılacak olursa, Türkiye ekonomisinin yıllık ortalama yüzde 4 büyüdüğü görülmektedir. Ancak, 1999 ve 2001 krizleri dışta tutulduğunda, büyüme yüzde 7’dir. Ekonominin büyüme, durgunluk ve krizler içerisinde ilerleyeceği dikkate alındığında –ki gerçek durum da budur–, yıllık ortalama yüzde 5 civarında bir büyümenin gerçekleşeceği varsayılabilir.* Nüfus artışı –ortalama yıllık yüzde 1.5 dolaylarındadır– dikkate alındığında, bu büyümenin gerçekte daha küçük olacağı görülebilir. Bu durum göz önünde tutulduğunda, bugün çok abartılan ekonomideki büyümenin, geçmiş dönemlerin büyüme performansından farklı olmadığı ortaya çıkar.
Kriz yılının ardından 2002 büyümesi 7.8, 2003 büyümesi 5.9, 2004 büyümesi 9.8’dir. 2005 yılı büyümesi yüzde 5.8, 2006 büyümesi ise yüzde 6’dır. Türkiye’de daha önceleri, bu büyüme oranının üzerinde, hem de daha uzun bir döneme yayılan büyümeler olmuştur. Örneğin 1980-1999 yılları arasındaki büyüme, 2000-2004 dönemine göre daha büyüktür. 2002’den bu yana, milli gelirin yaklaşık yüzde 40 oranında arttığı görülmektedir. 2002’de 181.7 milyar dolar olan –krizden çıkış yılı olduğu dikkate alınmalı– milli gelir, 03’te 238.9, 04’te ise 283 milyar dolar olmuştur. Burada dikkati çeken önemli nokta ise, bu dönemde TL’nin kazandığı değerdir. TL; 2001 Mart’ına göre, Mart 04’e gelindiğinde yüzde 40 dolaylarında değer kazanmıştır. Bunun anlamı şudur; dolar bazında yapılan her hesaplamada ekonomi yüzde 40 daha büyük gözükecektir. Önceden 100 dolarlık üretim yapıyorsanız, üretiminizi artırmadan, işçi sayısını çoğaltmadan, artık 140 dolarlık üretiyorsunuz demektir, bu. “Kağıt üzerinde büyüme” denilen şeydir bu. Yüzde 40’lık bu büyüme oranının da, son dört yılın milli gelir artışına denk düştüğünün görülmesi ise ayrı bir ilgiçliktir. 2005 yılı için milli gelir yaklaşık 340 milyar dolardır. 2006 için ise bu rakam, 400 milyar dolardır. Hatırlatmak gerekir ki, bu büyüme ile TL’nin kazandığı değer arasında yukarıda dikkat çekildiği gibi doğrudan bir ilişki mevcuttur.
Büyüme rakamlarına, ülkenin sattığı kamu kuruluşlarına ödenen dolar ve euroların, alınan borçların da dahil edildiğini hatırlatırsak, mevcut “büyüme”nin niteliği konusunda daha net bir düşünceye sahip olabiliriz.
SANAYİ VE BÜYÜME
Eğer bir ülke büyümesinin sağlıklı olmasını istiyorsa, özellikle sanayisini geliştirmek, büyümesini –kapitalizm koşullarında ne kadar olabilirse, o kadar–istikrara kavuşturmak zorundadır. Bu açıdan üretimin kilit sektörü, imalat sanayiidir. İmalat sanayii büyümenin lokomotifi durumundadır. İmalat sanayiine düzenli olarak yapılan sabit sermaye yatırımları ve bu yatırımların genişlemesi –makine, teçhizat vb.–, üretimin artmasının, dolayısıyla büyümenin temel koşuludur. 2004 yılına kadar sabit sermaye yatırımlarında ciddi artışların olmadığı görülmektedir. Örneğin, 2004 yılındaki sabit sermaye yatırımları, 1998 yılının gerisindedir. Ulusal tasarrufların GSMH’ya oranı, 98’de yüzde 23 iken, bu oran 04’te yüzde 22 olmuştur. Sabit sermaye yatırımlarında artma eğilimi bulunmaktadır. Bu artma, 2005 yılı için daha belirgindir. Ancak bu artmanın, bazı ekonomistlerin işaret ettiği gibi, önemli kesiminin, eskiyen ve kriz yıllarında değersizleşen makina ve teçhizatın yerine konmasından kaynaklandığı görülmektedir. 2007’de de sabit sermaye yatırımlarında artış görülmekte, ancak bu artış içinde yenilenme payları asıl kalemi oluşturmaktadır.
Emperyalizme bağımlı ülkelerde, tek başına üretimin artması da, ekonominin sağlıklı geliştiğinin göstergesi değildir. Çünkü genellikle üretim artışı, üretimde kullanılan ithal malların –ara malları– artışını da beraberinde getirmektedir. Türkiye ekonomisinin üretiminin canlandığı, büyümenin gerçekleştiği yıllarının, aynı zamanda ithalatın büyük oranda arttığı yıllar olması tesadüfi değildir. Üretim artmakta, aynı biçimde ithalat artmakta, bu da, dış ticaret açığının ve onun asıl yansıması olan cari işlemler açığının büyümesine yol açmaktadır. Bu ise, kriz tetikçisi etkenlerin harekete geçmesi anlamına gelmektedir.
Burada vurgulamak gerekir ki, Türkiye’nin üretimini devam ettirmek için yaptığı ithalatla, gelişmiş kapitalist ve emperyalist ülkelerin yaptıkları ithalat arasında niteliksel bir fark bulunmaktadır. Bir tarafta bağımlılık ve zorunluluk bulunmakta, diğer tarafta emperyalist ülke olmanın verdiği avantajla kendi halkına tüketim malları sunma, dışarıdaki şirketlerinden “ithal” etme gibi temel bir fark.. Eğer bu dikkate alınmazsa, “karşılıklı bağımlılık” demagojisinin etki alanına girilerek, bugün dünya ekonomisinin işleyiş kurallarına ters açıklamalar yapmak gibi bir yola girilecektir.
Zaman zaman açıklanan rakamlar, ara ve yarı-mamul maddelerin ithalatına ödenen miktarın, hemen hemen ülkenin ihracatına –örneğin 2005 için 76 milyar dolar– eşit durumda olduğunu göstermektedir. Bu yapı, üretimin dışa bağımlılığının en somut göstergesi durumundadır. Mali ve parasal krizler türünden kendisini açığa vuran, sıcak para girişini hızlandıran ve krizleri tetikleyen de, “reel ekonomi”nin bu yapısıdır. Öncesi bir yana, 2001 yılından itibaren ara malları ithalatının, toplam ithalat içerisindeki oranı, her yıl ortalama yüzde 70 olarak görülmektedir. Sermaye malları için bu oran yüzde 17, tüketim malları içinse yüzde 11’dir. Üretim artmakta ve Türkiye büyümektedir. Ama bu büyüme sürekli olarak dış ticaret açığını artırmakta, hemen hemen hiç yeni istihdam yaratmamaktadır.
BORÇLAR, SICAK PARA GİRİŞİ VE ENFLASYON
AKP hükümeti döneminde enflasyonun düştüğü bir gerçektir. Ama buna rağmen, Türkiye, Avrupa’nın en yüksek enflasyon oranına sahip ülkesidir ve bu oran, sağlıklı bir ekonomi için kabul edilemeyecek düzeydedir. Ancak bu durum, hayatın ucuzladığı, yaşam koşullarının iyileştiği anlamına da gelmemektedir.
Enflasyonun yakın geçmişteki oranlarına bakıldığında, durum şudur: 1993-2002 arasında enflasyon ortalaması, yüzde 70.4’tür. Enflasyon, 2003 yılında yüzde 13.4, 2004 yılında 9.3 olmuştur. 2007’de ise, oran, yeniden yüzde 12 civarına çıkmıştır. Geçmiş yüksek enflasyon oranlarına bakılarak, bugünkü durum başarı olarak kabul edilmektedir. Soyut olarak düşünüldüğünde, bu bir başarı gibi gözükmektedir. Ama hem ekonominin genel durumu içerisinde, hem de işçi sınıfı ve emekçi halkın yaşamında her hangi bir iyileşmeden söz edilemez. Fatura, bütünüyle emekçi halka çıkarılmıştır. Yüksek enflasyon döneminin faturasını emekçi halk yoksullaşarak ödemişti. Şimdi enflasyonun nispeten düşmesinin bedelini, yine ve daha fazla yoksullaşarak emekçi halk ödemektedir. Enflasyonun düşmesi, ücret ve maaşlardaki artışın düşük tutulmasının gerekçesi olmakta, bu durum yoksullaşmayı derinleştirmektedir.
Ayrıca, enflasyondaki düşmesinde temel rolü reel kurdaki değerlenmenin oynadığını, TÜSİAD gibi sermaye çevreleri de kabul etmektedir. Sıkı para politikaları enflasyonu aşağı çekmiş, ancak başarı pamuk ipliğine bağlanmıştır.
Açıklara gelince: Cari işlemler, 2001 de, 3.4 milyar dolar fazla vermektedir. Bunun genel bir ölçü olamayacağı ileri sürülebilir. Ama geçmişte, genelde bugünkü düzeyde dış açık görülmemektedir. 2005’te bu açık 23 milyar doları geçmiştir. Bu ise, aynı yılın milli gelirinin yaklaşık yüzde 6’sına tekabül etmektedir. Bugün ise, bu açık 30 milyar dolar seviyesindedir. Dış açık ve dolayısıyla cari işlemler açığı sürekli olarak yükselme eğilimi içerisindedir. Türkiye’nin borçları ise, AKP’nin hükümet olduğu 2002 yılından bu yana, sürekli olarak artmıştır. 2002 Aralık ayında, toplam kamu net borç stoku (brüt) 257.3 milyar YTL’dir. Bu rakam; 2003 Aralık ayında 297.4 milyar YTL’ye, 2004 aralık ayında 332.1 Milyar YTL’ye, 2005 Mart’ı itibarıyla 341.8 milyar YTL’ye* ulaşmıştır. 2006 Şubat’ı itibariyle, bu rakam 350 milyar YTL’i aşmış durumdadır. 2007’de ise, borç rakamı 400 milyar YTL’yi aşmış durumdadır.
Dış borçlardaki artışta ise durum şöyledir: 2002’de toplam dış borç stoku 130.3 milyar dolar, 2003’te 145.8 milyar dolar, 2004’te 161.8 milyar dolar, 2005’te ise yaklaşık 160 milyar dolar olmuştur. Bu rakam, 2006 içinse 206.471 milyar dolardır. 2007’de bu rakam daha da yukarı çıkmıştır. Yani AKP hükümeti, 130 milyar dolar olarak devraldığı dış borç miktarını, 200 milyar doların üzerine çıkarmıştır. Türkiye’nin toplam borçları ise –iç ve dış– 400 milyar doları aşmış durumdadır. Bu borçlar düzenli olarak artmaktadır. Hükümet, dış borçların milli gelire oranının düşmüş olduğunu ileri sürmektedir. Gerçekte, bu oranda bir düşme bulunmaktadır. Ancak rakamların da kanıtladığı gibi, dış borçlar mutlak büyüklük olarak artmakta, başka bir ifade ile, borçlanma eğrisi aynı eğilimde yükselmekte, ama milli gelirdeki artış dolayısıyla bu borçların milli gelire oranı düşmektedir. Bu da, bu dış borçların “azaldığı” gibi bir yanılgıya yol açmaktadır.
Borç ödemelerinin yanı sıra, bu borçların faizleri de ciddi bir yük oluşturmaktadır. 2001 yılında bütçe içindeki faiz giderleri, GSMH’nin 23,3’ü olmuştu. 2004 yılında, bu oran 13,2 oldu. Bu oran 2005’te ise, yüzde 9,6 oldu. 2001 yılında bütçeden faiz giderlerine ayrılan pay, yüzde 51 olmuştu. 2005 bütçesinde bu pay, yaklaşık yüzde 31,9 oldu. Bunların oldukça ciddi oranlar olduğu görülmektedir. Bütçenin büyüklüğüne göre oranlar düşmekte, ama ödenen miktarlarda kayda değer düşüşler olmamaktadır. Araştırmalar göstermektedir ki: Türkiye son 20 yılda 400 milyar doları aşan iç ve dış borç faizi ödemiştir. Anapara ve faiz ödemelerinin toplam miktarı ise, 2005 rakamlarına göre, 1 trilyon 236 milyar dolardır.
“Sıcak para” girişi, ekonominin diğer temel problemlerinden birisidir. Spekülatif sermaye, OECD ülkelerinde yıllık ortalama yüzde 4-5 faiz elde ederken, bu oran, Türkiye’de yıllık yüzde 35 ile 45 arasında değişmektedir. Hatta bazı durumlarda, yatırılan paranın üçte ikisi kadar “vurgun yapmak” olanaklıdır. Yıllara göre spekülatif finansal getiri oranları şöyledir: 2001 yılı için yüzde 7.0, 2002 yılı için yüzde 31.8, 2003 yılı için yüzde 45.3, 2004 yılı içinse bu oran yüzde 33.3’tür (Bkz. E. Yeldan). Son dört yılda, sıcak para girişinin 70 milyar dolara ulaştığı bilinmektedir. Borsanın yüzde 74’ü ise, yabancı sermayenin kontrolüne girmiş bulunmaktadır.
Üretimin ithalata zorunlu bağımlılığı, sürekli artan dış borçlar, ana para ve faiz ödemelerini, “sıcak para” girişini tetiklemekte, spekülatif hareketleri de hızlandırmakta, yeni krizlere yataklık yapmaktadır. AKP hükümeti, daha önceki hükümetler gibi, bu kısır döngüyü kıracak hiçbir girişimde bulunmamaktadır. Açıkça görülmektedir ki, AKP hükümeti yılları, spekülatif kazanç için “tatlı yıllar” olmuştur.
ÜCRETLER VE İŞÇİ SINIFININ DURUMU
AKP hükümeti ekonominin düzeldiğine ilişkin yoğun bir demagoji yapmaktadır. Ama bu “düzelme”, işçi sınıfına ve emekçi halka yansıyan bir düzelme değildir. İşsizlik ve yoksulluğun artması, bu durumun somut göstergesi durumundadır. Yapılan araştırmalar, son dört, beş yılda reel ücretlerde düşme olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Bu durum TÜSİAD tarafından da kabul edilmekte ve işbirlikçi büyük burjuvazi, reel ücretlerin düşmesini, dış ülkelerle “rekabet edebilmenin zorunlu koşulu” olarak değerlendirmektedir. Sermaye, genel eğilimi olarak, işçi sınıfının ücretlerini en geri düzeye çekme isteğindedir. Karşısında güçlü bir emek muhalefetinin olmadığı bugünkü koşullarda, bu açıdan iyice pervasızdır. Bu durumun ücretler alanındaki rakamsal ifadesi şöyledir: 2004’de imalat sanayiinde ücretler, kamu kesiminde reel olarak yüzde 4.2, özelde ise yüzde 4.5 oranında artmıştır. Yakından bir bakış, bu rakamların yanıltıcı olduğunu ortaya koymaktadır.
2000-2004 arasında, imalat sanayiinde reel ücretler, kamuda yüzde 12.2, özel sektörde ise yüzde 17.1 oranında gerilemiştir. Buna karşılık, verimlilik ortalama yüzde 25.9 artmıştır. Bağımsız Sosyal Bilimciler’in yaptığı bir araştırma, reel ücretlerin 1997 seviyesine gelmediğini göstermektedir. TÜSİAD araştırmaları da, bu durumu başka bir açıdan doğrulamaktadır.
Bunun anlamı nedir? Üretim artmakta, buna karşın, birim maliyetteki emek karşılığı düşmektedir. Bunun tek bir anlamı bulunmaktadır: AKP Hükümeti döneminde artı-değer sömürüsü artmış, sömürü oranı yükselmiştir. Son 4-5 yılda, özel sektörde yetersiz de olsa yapılan makine, techizat yatırımı verimliliği artırırken, nispi artı-değer sömürüsünü de yoğunlaştırmıştır. Ama sermaye sadece nispi artı-değer sömürüsünü yoğunlaştırmakla kalmamış, artı değer sömürüsünün en vahşi yöntemlerinden birisi olan “mutlak artı-değer sömürüsü”nü de devreye sokmuştur. Çünkü araştırmalar açıkça ortaya koymaktadır ki, işçilerin çalışma saatleri artmış, işsizlik sürekli yükselmesine karşın, çalışan işçilerin sırtından tatlı kârlar vurulmuştur. Çalışma saatlerindeki bu artışlar ise, 2002’de yüzde 1.4, 2003’te yüzde 2’dir. 2004’teyse, bu artış, yüzde 1.9’dur.
TÜSİAD’ın “2006 Yılına Girerken Türkiye Ekonomisi” adlı çalışmasına göre, durum şudur; 1990 yılı baz alınarak yapılan hesaplamalara göre, 1972’de işçi başına 12.8 YTL olan katma değer, 2003’te 26.3 YTL’ye çıkmıştır. Bu, yaklaşık iki kat bir artışı göstermektedir. TÜSİAD raporunda bu artışın hangi yılda kesin bir sıçramaya dönüştüğü açıkça vurgulanmıyorsa da, yapılan atıflardan, bunun 12 Eylül 1980 sonrasında olduğu açıkça anlaşılıyor. Yine TÜSİAD verilerini kullanarak devam edecek olursak, 2005 yılında, özel imalat sanayiinde, bir birimlik üretim için ödenen reel ücreti gösteren birim reel ücret endeksi, yılın ilk üç aylık döneminde –yani ilk 9 ay–, geçen yılın aynı dönemine göre, yüzde 2.6 oranında gerilemiştir. Çalışan endeksi temel alınarak yapılan hesaplamalar, 2000 yılı için 90.3, 2003 için 87.0, olağanüstü büyüme yılı olan 2004 için ise 91.4’tür! Birim başına daha az işçi çalıştırıldığının bir başka kanıtıdır bu.
Yine aynı dönemde, çalışılan saat başına verimlilik yüzde 4.8 artarken, saat başına reel ücret sadece yüzde 2.2 artmıştır! Bu da, artı-değer sömürüsünün artmasının bir başka biçimde ifade edilmesidir.
Asgari ücret ise, “sefalet ücreti” olmaya devam etmiştir. Bugün asgari ücret, aylık net 352.09 YTL’dir. Asgari ücretin artış oranı da sürekli olarak düşmektedir. Asgari ücret, 2005’te, bir önceki yıla göre yüzde 10 artarken, bu artış, 2006’da yüzde 8.2, 2007’nin ilk ayında 5.9, yedinci ayına gelindiğindeyse 3.1 olmuştur. Yani asgari ücretle çalışan bir işçi açlık sınırının altında ücret almaktadır.* Asgari ücret, 4 kişilik bir ailenin gıda, barınma, sağlık, bakım vb. gereksinmelerini sadece 5 ya da 6 gün için karşılayabilmektedir. İşçilerin önemli bir oranının asgari ücretle çalıştığı dikkate alındığında –ki SSK’ya kayıtlı işçilerin üçte ikisi asgari ücretle çalışmaktadır–, işçi sınıfı ve emekçi halk için, AKP dönemi açlık ve yoksullukla birlikte anılacak bir dönem olacaktır.
YOKSULLUK, İŞSİZLİK VE GELİR DAĞILIMI
Türkiye, dünyada, gelir dağılımının en bozuk olduğu ülkelerden birisidir. Araştırmalar, nüfusun en üstteki yüzde yirmilik kesiminin, milli gelirin yaklaşık yarısına el koyduğunu –2002’de yüzde 50.1– göstermektedir. Nüfusun yüzde 20’lik dilimlere bölünmesi ile elde edilen bu bölüşüm rakamlarını, diğer yüzde 20’lik kesimler için üstten alta doğru sıralarsak şöyledir: en üst yüzde 20’lik dilim, milli gelirin yüzde 50.1’ni almaktadır. Dördüncü yüzde 20, 20.8’ini, üçüncü yüzde yirmi yüzde 14’ünü, ikinci yüzde 20, 9.8’ini, beşinci yüzde yirmi, yani en yoksul kesim ise yüzde 5.3’ünü almaktadır. Türkiye nüfusunun yaklaşık 75 milyon olduğunu göz önüne alacak olursak, her yüzde 20’lik dilime, yaklaşık 15 milyon kişi düşmektedir. Dikkatli bir bakış, en üstteki yüzde yirmilik bölümün 15 milyona tekabül etmediğini, gerçekte bu yüzde 50.1’i, çok daha dar bir (belki bir kaç milyon) kesimin cebe indirdiğini görebilir. Açıkçası, bu yüzde yirmilik dilimler durumun vehametini yumuşatmaktadır.
Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) açıkladığı son araştırmalara göre, Türkiye’de, 2004 yılında, yaklaşık 909 bin kişi açlık sınırının, 18 milyon kişi ise yoksulluk sınırının altında yaşamaktadır. TÜİK’e göre, 2003 yılında yüzde 1,29 olarak tahmin edilen açlık sınırının altında yaşayan fert oranı, 2004 yılında değişmedi. Başta sendika çevreleri olmak üzere, bazı ekonomistler, açıklanan bu rakamları “iyileştirilerek düzeltilmiş” bulmakta, gerçek durumun daha ağır olduğunu ileri sürmektedirler. Türkiye’de yaklaşık 20 milyon kişi, yoksulluk sınırının altında yaşamaktadır.
Son yapılan araştırmalar, her dört kişiden birinin yoksul olduğunu ortaya koymaktadır. Kırda yoksulluk yüzde 40’a çıkmakta –kırda yaşayan 27 milyondan, 11 milyonu yoksul–, bu oran, şehirlerde yüzde 17 olmaktadır. Hükümetin 2002’den beri uyguladığı ekonomi politikaları yoksulluğu artırmakta, açlığı ciddi bir sorun olarak ülke gündemine getirmektedir. Diğer taraftan, en adaletsiz vergi sistemi olarak kabul edilen dolaylı vergi türünde görülen artış dikkat çekicidir. 2005’te toplanan vergilerin yüzde 70’i dolaylı vergilerden elde edilmiştir. (Dolaylı vergi, özellikle günlük tüketim maddelerinden alınmaktadır ve bu, Koç, Sabancı vb. nin, işçi Ahmet’le, ekmeğe, sigaraya vb., gelirleri arasındaki uçuruma rağmen aynı oranda vergi vermesi anlamını taşımaktadır.) Bu arada, Koçların, Sabancıların doğrudan ödedikleri gelir vergilerinin de, işçilerin sırtından ödendiğini hatırlatalım.
İşsizlik ülkenin diğer temel problemlerinden birisidir. Son yıllarda resmi olarak açıklanan istatistiki veriler, ülkede işsizliğin yüzde 10 ve biraz üzerinde olduğunu ortaya koymaktadır. Resmi istatistiklerde, sanayi ve tarımdaki işsizlik ortalaması, yüzde 14 civarındadır. Ancak ekonomi ile ilgilenen ciddi çevreler, mevcut hesaplama yöntemleri ile hesaplandığında dahi, bu oranın yüzde 20’nin altında olmadığını ileri sürmektedirler ve bu konuda genel bir anlayış birliği bulunmaktadır. Mevsimlik oynamalar, kırsal kesimdeki gizli işsizlik vb. dikkate alındığında, bu rakam, yüzde 40’lara ulaşmaktadır.
2004’ün sonuna göre, 15 yaş üstü sivil işgücü, 50.2 milyon kişidir. Çalışanların genel sayısında, 2002’de 110 bin, 2003’te 207 bin kişilik bir daralma olmuş, ekonominin “rekor büyüme” yılında 564 bin kişilik bir artış görülmüştür. Ancak bu dönemde, 15 yaş üstü nüfus 1 milyon artmıştır. Türkiye’de işgücüne katılma oranı yüzde 48 gibi oldukça düşük bir rakamdır. Ortaya çıkan veriler kanıtlamaktadır ki, ekonominin büyüdüğü dönemlerde de işsiz sayısı azalmamaktadır. Çalışanlar endeksi, 2000 yılı için 90.3, 2003 yılı için 87.0, 2004 yılı için 91.4 olmuştur. (Tam istihdam 100 kabul edilmiştir.) Özellikle genç nüfus arasında, işsizlik oldukça yaygın durumdadır. İşsizlik ve yoksulluğun derinleşmesi, toplumun sosyal dokusunda da derin yaralar açmaktadır. İntiharlar, cinnet geçirmeler, soygun ve kap-kaç olaylarının artması, bu ekonomik temel üzerinde yükselmektedir.
ÜLKENİN YAĞMALANMASI; ÖZELLEŞTİRME
Başbakan Erdoğan, görevlerinin “ülkeyi pazarlamak” olduğunu açıkça dile getirmişti. Maliye Bakanı Unakıtan ise, kamu mülklerini “babalar gibi satmakla” övünüyordu. Ülke, bu anlayışla, uluslararası büyük sermayeye tam anlamı ile peşkeş çekildi, halkın biriktirdiği değerler üç-beş kuruşa pazara çıkarıldı. Bu satışlar sonucu, ülke sadece biriktirdiği ulusal kamu değerlerini yitirmekle kalmadı, özelleştirme dolayısıyla işsiz kalan bir işçi kitlesi de ortaya çıktı.
Maliye Bakanı Kemal Unakıtan, 2004 yılı başında özelleştirilen şirket ve işletmelerde iş akdi feshedilen personel sayısının 15 bin 828 olduğunu söylüyordu. Unakıtan, “1986 yılından bugüne kadar özelleştirme kapsamındaki 150 kuruluşta kamu payının, hisse senedi satışı yoluyla özelleştirildiğini, ayrıca 30 kuruluşa ait 3 bin 134 işletme, tesis, iştirak payı, gayrimenkul varlığının satış ve devir işleminin tamamlandığını” açıklıyordu. Özelleştirmayi dayatan uluslararası mali kuruluşlardan birisi de Dünya Bankası idi. Unakıtan, “özelleştirilen işletmelerin yeniden yapılandırılması sonucu işten çıkarılan işçilerin yoksulluğa düşmesinin önlenmesi ve yeniden işe yerleştirilerek işgücü pazarına dönüşlerinin hızlandırılması amacıyla, Özelleştirme İdaresi Başkanlığı’nın koordinasyonunda, Dünya Bankası kredili ‘Özelleştirme Sosyal Destek Projesi’ uygulandığını” belirtiyor, “bu proje kapsamında 32 bin kişiye hizmet verilmesinin hedeflendiğini” vurguluyordu.
Özelleştirilen kuruluşlardaki işçiler işsiz kalırken, bir kısmı, memurlar gibi başka kentlere sürüldü; özelleştirilen kuruluşlardan bazılarıysa yıkılarak, arazileri üzerinden rant elde edildi.
Aşağıda, bazı başbakanların kendi dönemlerinde ne kadar özelleştirme yaptıklarına ilişkin bir tablo bulunuyor.
Başbakan |
Özelleştirme Geliri (Milyar $) |
1. R. Tayyip Erdoğan |
20.8 |
2. Bülent Ecevit |
6.4 |
3. Mesut Yılmaz |
2.7 |
4. Turgut Özal |
1.5 |
5. Tansu Çiller |
1.3 |
6. Süleyman Demirel |
0.6 |
7. Yıldırım Akbulut |
0.4 |
8. Necmettin Erbakan |
0.4 |
9. Abdullah Gül |
0.1 |
Toplam: |
34.2 |
Bu tablodan da açıkça görüldüğü gibi, AKP dönemi satışın en fazla olduğu dönem olmuş, onu sosyal demokratların manevi lideri Ecevit izlemiştir.
Özelleştirilen kuruluşların yanı sıra özelleştirmeyi bekleyen bazı kuruluşlar da şunlar; Ziraat Bankası, Türkiye Kalkınma Bankası, Türkiye Radyo Televizyon Kurumu’nun fazla olan televizyon kanalları, elektrik üretim ve dağıtım şirketleri, Hamitabat ve Soma elektrik santralları, Tekel Sigara, Çaykur, Makine Kimya Endüstrisi, Türkiye Kömür İşletmeleri, Boru Hatları ile Petrol Taşıma AŞ (BOTAŞ), Şeker Fabrikaları, Milli Piyango, köprüler ve otoyollar, yine bu yıl özelleştirilecek Petkim’in yanı sıra Türk Hava Yoları, Vakıfbank ve Halk Bankası’nın blok hisseleri, TELEKOM’un kamu hisselerinin halka arzı, Tarım İşletmeleri Genel Müdürlüğü, yerel yönetimlerin şirketlerinden İGDAŞ, EGO, İSKİ, ASKİ vb.
AKP Hükümeti dönemi özelleştirmede gözü kara gidiyor ve IMF ve Dünya Bankası’nın direktiflerini harfiyen yerine getiriyor.
TARIMIN ÇÖKERTİLMESİ
AKP döneminde çöküntüye uğrayan bir diğer alan da tarım oldu. Birçok bağımlı ve azgelişmiş ülkede tarımı çökerten ve çiftçilerin yoksullaşmasına yol açan IMF-Dünya Bankası damgalı “yapısal uyum programları”, Türkiye tarımında da uygulanmaya başladı. Altyapısı Dünya Bankası’nca hazırlanan ve bu bankanın kredileri ile desteklenen, Tarım Reformu Uygulama Projesi (ARIP) adı altında dayatılan bu program uyarınca, tarımda destekleme fiyatı uygulamasına son verildi, tarım kredilerine ve girdilerine verilen sübvansiyonlar kaldırıldı. Doğrudan gelir desteği (DGD) sistemine geçişte önemli adımlar atıldı. Destekleme alım miktarları azaltıldı, destekleme fiyatları gerçekleşen enflasyonun çok altında belirlendi. Tarım Satış Kooperatifleri Birlikleri (TSKB), Ziraat Bankası, TEKEL ve Şeker Fabrikaları’nın özelleştirilmelerine olanak veren yasalar yürürlüğe girdi. Tarımsal KİT’lerin (ORÜS, EBK, TZDK, TİGEM) özelleştirmelerine devam edildi.
AB ile yürütülen birlik görüşmelerinin en önemli başlıklarından birisi de, tarımın “yeniden yapılandırılmasıdır”. Bu programa göre, tarımsal nüfus, genel nüfusun yüzde onuna çekilecektir. Bu oran, bugün Türkiye’de yüzde 40’dan fazladır ve bunun anlamı, köylülüğün, tarımdan geçinen küçük üreticilerin farklı bir alternatif gösterilmeden yıkımı ve tasfiyesidir.
İşbirlikçi egemen sınıflar, uzun yıllar, ülkenin “tarımda kendine yeterli ülke” olması ile öğündüler. Bugün, bu alanda da, dışa bağımlılık gelişmektedir. Emperyalist ve gelişmiş ülkeler kendi tarımlarını ve hayvancılıklarını pek çok sübvansiyonla desteklerken, Türkiye gibi ülkelere, bu alanlarda tasfiyeyi ve küçülmeyi dayatmakta, kendi ürünlerini bu ülkelere pazarlamanın yolunu açmaktadırlar.
Türkiye ve tüm bağımlı ülkeler, uluslararası tarım tekellerinin “patent” ve GDO gibi yöntemleri ile bir kez daha soyulmakta, yerli ürünlerin geliştirilme ve üretilmesi giderek daha fazla tehlikeye girmektedir.
SONUÇ
Burada, AKP Hükümetinin yaklaşık beş yılını, devraldığı ekonomik mirasla karşılaştırarak, kalın çizgileri ile ortaya koymaya çalıştık. Ortaya çıkan tablo, daha önceki dönemlerden çok farklı bir tablo değildir. Ne var ki, son beş yılda –zaman zaman dalgalanmalar görülmekle birlikte– bir ekonomik kriz yaşanmamasına rağmen, ülkenin ekonomik sorunları büyümüş, Türkiye, uluslararası büyük sermayenin daha fazla kontrolü altına girmiştir.
Bu süreçte, ülke, elinde bulunan kamu mülklerinin çoğunu satışa çıkarmış, deyim yerinde ise, bir miras yedi gibi hareket etmiştir. Tarım çöküntüye sürüklenmiş, ülkenin borçları kabarmıştır. İşsizlik ve yoksulluk artmış, bunun sonucu, kendisini sosyal çöküntü olarak açığa vurmuştur. AKP de, kendisinden önce gelen hükümetlere dayatılan IMF programlarını uygulamıştır. AKP veya bir başka gerici burjuva partinin seçim kazanarak hükümet olması durumunda da, aynı programlar uygulanmaya devam edecektir. Ülke emperyalizme bağımlılıktan kurtulmadıkça, önünde farklı bir yol bulunmamaktadır.
* Veriler TÜİK istatistiklerinden, TÜSİAD raporlarından, BSP araştırmalarından ve günlük gazetelerden alınmıştır.
* Veriler Hazine Müsteşarlığı’nın Bakanlar Kurulu’na sunumundan -4 temmuz 2005- alınmıştır.
* Açlık sınırı, Türk-İş’in araştırmasına göre, 4 kişilik bir aile için 626 YTL’dir. Yoksulluk sınırı ise, Mayıs ayı itibarıyla 2 bin 40 YTL’dir.