Seçime Doğru Politika Alanı

Türkiye, tarihinin en olağanüstü koşullarında gerçekleşecek seçimine gidiyor.

“Olağanüstü”lüğü hazırlayan başlıca iki önemli etken var. Bunlardan birincisi; 12 Eylül Cuntası tarafından oluşturulan (yüzde 10 seçim barajı, sermaye partilerine devlet hazinesinden milyonlarca YTL’lik destek) ve sonraki yıllarda da hemen tüm hükümetlerin seçimden kendilerini avantajlı çıkarmak için yeni değişikliklerle payandaladığı seçim sisteminin iflas etmiş olmasıdır. İkincisi ise; egemen güç odakları arasındaki kavganın, olağan mücadele yöntem ve araçlarını aşan yöntem ve araçların devreye sokulmasıyla (linç girimleri, Rahip Santoro cinayetinde başlayarak süren cinayetler, Genelkurmay Başkanı’nın bir taraf olarak sahneye çıkıp açıklamalar yapması, muhtıra verilmesi, Anayasa Mahkemesi’nin açıkça taraf olması, kitlesel mitingler) sürdürülüyor olmasıdır. Seçime iki aydan az bir zaman kaldığı şu günlerde, seçimlerin nasıl olacağı; daha hangi baskıların devreye sokulacağı; örneğin Kuzey Irak’a bir askeri harekatla seçime savaş koşullarında mı yoksa karanlık güçlerin ülkeyi toz dumana boğduğu koşullarda mı gidileceği, hatta seçimlerin olup olmayacağı bile tartışılmaktadır. Dahası; bölge illerinde seçimlerin nasıl yapılacağı konusu daha da hassalaşmış, bu illerde seçime girecek olan bağımsız adayların engellenmesi için uğursuz girişimler üstüne senaryoların haddi hesabı yoktur.

SEÇİM SİSTEMİ HALKIN İRADESİNİN MECLİSE YANSIMASININ ÖNÜNDEKİ ENGELDİR

Cumhurbaşkanlığı seçimi sırasında mevcut siyasi sistemin birçok bakımdan tıkandığı açıkça ortaya çıkmıştır. Ve bu tıkanıklıkta, sadece 276, hatta 4. turda bir fazla evet oyu alacak adayın seçilmesini mümkün kılacak kolaylaştırıcı kurala karşın, 352 milletvekili bulunan AKP cumhurbaşkanını seçememiştir.

Rakamlar ve meclisteki vekil sayısı dağılımı açısından anlaşılmaz olan bu sonucun anlaşılır hale gelmesi için, öncelikle bu sonucu hazırlayan koşullara kısaca göz atamak gerekir.

Kapitalist bir ülkede; demokrasi ve onun en nadide meyvesi olarak sunulan milletvekillerinin halk oyuyla seçilmesi ve yasamanın da seçilen milletvekillerinin “hür iradesi”yle yapıldığının “inandırıcı” bir biçimde gösterilmesi çok önemlidir. Çünkü; bir avuç kapitalistin bütün iktidarı elinde bulundurduğu, ancak bunun gizlenip; iktidarın, ülkenin nasıl yönetileceğinin halkın iradesine dayanılarak belirlendiği fikrinin canlı tutulması, ancak seçimlerin serbestçe yapılması ve seçilen vekillerin halk indinde meşru vekiller olarak görülmesiyle mümkün olur. Sermaye güçleri, ancak bu yanılsamayı gerçekmiş gibi gösterdikleri ölçüde, halkın yasalara, kurallara, yukarıdan alınan kararlara boyun eğmesini sağlayabilirler. Tarih bize; ülke nüfusunun çok küçük bir bölümünü oluşturan egemen sınıfın, asıl olarak çoğunluğun katıldığı seçimler (ve öteki en azından görünüşte demokratik kuruluşlar) aracılığı ile iktidarını (diktatörlüğünü demek daha doğru) gizlediğini; sistemi, ülkeyi halkın seçtiği temsilcilerin oluşturduğu meclisin çıkardığı yasalarla yönettiği düşüncesini uyandırdığı ölçüde egemenliğini halkın gözünde meşru bir biçimde sürdürebildiğini göstermektedir.

Ama, aynı zamanda seçimlerin serbestçe, dışardan başka güçlerin müdahalesi olmadan yapıldığı koşullarda, meclise, egemenlerin işine gelmeyen vekiller, işçi sınıfı ve emekçilerin temsilcileri hatırı sayılır sayıda girmeye başladığı noktada, burjuva seçimi sistemi de alarm vermeye başlar. Onun için de, halkın hem seçime katıldığı, ama hem de oylarının karşılığının yeterince meclise yansımadığı birer okus pokus olan “seçim sistemleri” geliştirilmiş, bu sistemler, giderek, “parlamentoda istikrar” adına, barajlarla desteklenmiştir. Yani en gelişmiş kapitalist ülkelerde bile yüzde 3-5 baraj, yani halkın belirli bir bölümünün oylarını sayılmaması ve meclis dışında bırakılması, oyunun kuralları içine dahil edilmiştir. Çeşitli seçim sistemlerine göre, bu oy dışlanması yüzde 15-20’lere kadar varmaktadır.

Türkiye’deki siyasi sistemin amacı da, meclisteki vekillerin halkın oyu ile seçildiği düşüncesini oluşturmaktır. Ama, yüzde 10 barajı gibi dünyanın hiçbir ülkesinde olmayan yüksek bir seçim barajı, siyasi partiler arasında adaletsiz seçim yarışı koşulları, istenmeyen partilerin Anayasa mahkemesi tarafından kapatılması, düzen partilerine hazineden milyonlarca YTL’lik destek sunulması, milletvekili adaylarının partilerin başkanları ve yakını birkaç kişi tarafından belirlenmesi gibi yasa ve geleneklere, merkez partiler bloğunun (ANAP, DSP, MHP, DYP, SP gibi bir önceki parlamentoyu oluşturan partilerin tümünün barajın altında kalarak meclis dışına düşmesiyle) 2002 seçiminde çökmesi de eklenince, kullanılan oyların sadece yüzde 54’ünü (toplam seçmen sayısı göz önüne alındığında, iki partinin oy toplamı yüzde 40 dolayına düşmektedir) alan iki parti (AKP ve CHP), milletvekillerinin tümünü ele geçirmiştir. Böylece; burjuva parlamentosunun önündeki “incir yaprağı” düşmüş, gerçek, aslında seçimin halk iradesinin meclise yansımasının dayanağı olmadığı, fakat sadece en yukarıdakilerin isteklerine göre halkın oylarının çoğunun oyun dışında bırakıldığı gerçeği gözle görülür hale gelmiştir.

Ortaya çıkan iki partili meclis yapısı, büyük sermayenin temsilcileri tarafından “istikrarlı bir meclis”, “istikrarlı bir hükümet” adına büyük bir coşkuyla selamlanmış; 2002 seçimi bir “demokrasi bayramı” olarak ilan edilmiştir. Ama, gerçekte, bu seçimde, seçimin halkın iradesini meclise yansıttığı illüzyonu da çökmüş olduğu için, sistem; açıkça “tepe üstü konmuş bir testi”ye dönüşmüştür. Yani seçim, kendi amacının tersine dönerek; çelişkileri yumuşatan, sistemi halk indinde meşrulaştıran değil, sitemin güçleri ile halk arasındaki çelişkiyi derinleştiren, sistemin meşruiyetini tartışılır hale getiren bir sonuç doğurmuştur. Elbette bu sonuç başlangıçta kendisini böyle açıkça ortaya koymamış olsa da, süreç ilerledikçe, AKP’nin halkın sadece yüzde 25’inin oyunu almasıyla vekillerin yüzde 65’ini elinde bulundurması arasındaki çelişki giderek daha belirginleşmiş, daha kabul edilemez hale gelmiştir. Dolayısıyla seçim sistemi, yasal geleneksel bir sistem olarak; kendi amacıyla da çelişen “tepe aşağı oturtulmuş bir testi” halini almıştır. Nitekim, siyasal alana “dışardan” müdahale edenler, “cumhurbaşkanını bu meclisin seçemeyeceği” iddialarını, işte bu, halkın kullandığı oyların çok büyük bir bölümünün sistemin dışında kalması ve seçimin halkın iradesini yansıtmıyor olması gerçeğine dayandırarak, müdahalelerine meşruiyet aramışlardır; bugün de bu iddialarını sürdürmektedirler.

Sorunlar yeterince büyümediğinde (çelişkiler yeterince olgunlaşmadığında), “ters duran bir testi” bile içindeki suyu koruyabilir, iyi kötü bir “testi işlevi” görebilir. 12 Eylül sonrasında, siyasal sistemin “tepe üstü duran bir testi” olarak (sistemin restorasyonuna duyulan ihtiyaç 28 Şubat müdahalesine yol açsa da, arada, seçim yasasıyla oynanarak, meclisten DEP’li vekiller derdest edilip cezaevine gönderilerek vb.) sürmesine, gelişmeler destek vermiştir.

Ama son yıllarda, Kürt sorununun demokratik çözümü, laisizmin gerçek temelleri üstüne oturtulması istekleri, artık bu “ters testi”nin ayakta durmasını zorlaştırmıştır. Çünkü; cumhuriyetin başından beri, kimi zaman açıkça kimi zaman üstü örtülü bir biçimde gündemde kalan bu iki temel sorun, son yıllarda, artık çözüm dayatan bir karakter kazanmışlardır. Dolayısıyla da, tepe üstü duran mevcut siyasal sistem, başlıca sorunlara çözüm üretmek yerine onları yok sayan, yok sayamadığında ise, zorla bastıran bir rol oynadığı için sistem yeniden tıkanmıştır.

Benzer tıkanmalar; 12 Mart’ta ve 12 Eylül’de askeri darbelerle “aşılmış”tı. Bu müdahaleler sisteme yapılan bir açık kalp ameliyatı sayılırsa, 28 Şubat müdahalesi, tıkanan sistemin kanallarını açma amaçlı bir “anjiyo” müdahalesidir.*

SORUNLARI BASKI VE ŞİDDETLE ÇÖZME ZORLAMASI KRİZİN NEDENİDİR

Elbette ki, siyaset alanındaki adaletsizlikler ve seçimlere kendi işlevine ters sonuçlar doğuracak biçimde sınırlamalar getirilmesi, kendi başına büyük sorunlara yol açmayabilirdi. Ancak siyasal alanın sorunları, toplumun büyük nüfus kesimlerini ilgilendiren taleplerin yerine getirilmesinde başarı gösteremezse (talepleri karşılama ya da üstünün örtülmesinde başarı gösterme), işte o zaman, siyasal alanın sorunları da, ortaya çıkan krizin (**) bir parçasına dönüşerek, sorunların çözümünü tıkayan bir etken halini alır.

Bugün de böyle olmaktadır.

Çünkü; bölgedeki diğer gelişmelerle de birleşen Kürt sorunu artık bir çözümü dayatmıştır. Bu sorun karşısında, kimi biraz ileri, kimi geri gitse de, kimi sağa kimi sola çekse de; egemen güç odakların ana tutumu, Kürtleri; onların dillerini, kültürlerini, ulusal ve siyasal haklarını yok sayan bir tutumu benimsemek olmuştur. AKP Hükümeti, son beş yılda, “Kürt sorunu yoktur, terör sorunu vardır”dan “Kürt sorunu vardır. Yok diyenler yanlış yapmıştır. Bu sorunu demokratik bir biçimde çözeceğiz”e varan zikzaklarıyla ve beş yıl içinde birkaç kez tutum değiştirmesiyle, bu geleneksel egemen tutumun tipik davranışını sergilemiştir. Bu git-geller içinde asıl egemen tutum; özellikle son iki yılda, şovenizmin kışkırtılması, milliyetçi sloganların öne çıkarılmasıyla yürütülen ve “kontrollü” biçimde Kürt-Türk düşmanlığının yükseltilmesine dayanan bir strateji olmuştur. Batı illerinde yer yer linç girişimlerine, Kürt ve Türk halk kesimlerin karşı karşıya getirilmesine kadar varan bu gerginlik politikası; Kürt sorununu “ezerek çözme” tutumunu ve bu tutumu savunan kesimleri öne çıkarmıştır.

2005 Newrozu’ndaki “bayrak provokasyonu” sonrasında en yukarıdan açıklanan bu tutum; günümüzde, 27 Nisan Muhtırası’nda ifade edilen “Ne mutlu Türküm diyene demeyenler Türkiye’nin düşmanıdır ve öyle de kalacaktır” dayatmasıyla sürdürülmüştür.

Dönemin diğer çözüm dayatan sorunu ise; “laisizm sorunu”dur. Tıpkı Kürt sorunu gibi, cumhuriyetin bir çözüme kavuşturamadığı laisizm sorunu da; özellikle din üstünden siyaset yapan partilerin güçlü bir biçimde meclise girmesi ve hatta hükümet olmalarıyla alevlenmiş, öte yandan “resmi laikliğin” koruyucusu sayılan Alevilerin de kendi haklarını istemesi, laisizm olarak dayatılanın aslında laisizm olmadığını görmeye başlamasıyla, sorun daha da büyümüştür. 28 Şubat müdahalesi de, amacına ters bir biçimde, din üstünden siyaset yapan partileri güçlendirmiş ve AKP’nin, seçim sisteminde Kürtleri ve devrimci, demokrat güçleri engellesin diye korunan yüzde 10 barajından da yararlanarak,  büyük bir çoğunlukla meclise girmesi; egemen güç odakları arasındaki mücadeleyi daha da sertleştirip hızlandırmıştır. Bu mücadele, sadece din üstünden siyaset yapan odaklarla sözde laik odakların mücadelesini; birbirlerine karşı güç mücadelesinin ötesine geçirerek, bir iktidardan pay alma ve devlete kimin egemen olacağı mücadelesine dönüştürmüştür.

2007’de, önce cumhurbaşkanlığı, arkasından da genel seçimin yapılacak olması; bu konuda da mücadeleyi sertleştirmiş; asker ve sivil geleneksel güç odakları (askerlerden CHP’ye BBP’den Kızılelmacılara kadar uzanan geniş bir ittifak), seçimler yaklaştıkça siyasal alana daha açıkça müdahale eder hale gelmişlerdir. Nitekim son altı ayda; “Şeriat tehdidine karşı cumhuriyeti savunma” çağrıları öne çıkmış; “şeriat tehdidi” en büyük tehdit olarak anılmaya başlamıştır. Ve nihayet en son mitingler ve muhtıra, “şeriat tehdidi”nin öne çıktığı bir dönemin müdahaleleri olsa da; gerçekte; linç girişimleri, şovenizmin kışkırtıldığı cenaze törenleri, Şemdinli provokasyonu, Atabeyler çetesi, Rahip Santoro; Hrant Dink, Malatya cinayetlerine kadar siyasi cinayetler ve çeteleşmelerin amacıyla birleşen bir özellik göstermiştir. Bu nedenle de, uzunca bir zamandan beri hazırlandığı anlaşılan mitinglerin sahneye çıkarılması, muhtıra, Anayasa Mahkemesi’nin devreye sokularak AKP’nin meclis çoğunluğuna karşın, cumhurbaşkanlığı seçimiyle genel seçimin yerinin değiştirilmesini kapsayan siyasal alanın yeniden biçimlendirilmesine yönelik müdahaleler, önceki, örneğin 2004’deki darbe girişimleriyle başlayan, 2005 Newroz’undaki “Bayrak provokasyonu” ile yönü çizilen müdahalelerin dolaysız bir devamı olarak ortaya çıkıp şekillenmiştir.

Yukarıdaki “testinin tepe üstü durması” benzetmesine dönülürse; asker ve sivil geleneksel güçler, yaptıkları müdahalelerle, “testiyi” almış, şöyle bir sallayıp, içinde ne varsa onları alt üst ederek, yeniden “tepe üstü” koymuşlardır. Böylece öndeki seçimler arkaya atılmış, arkadaki seçimler öne alınmış; ama yapılacak seçimlerin meşruiyetinden yaratacağı sonuçların var olan “krizi” çözüp çözemeyeceğine kadar yeni tartışmaları gündeme getirerek, süreci çok daha karmaşıklaştırmış, her türlü provokasyon ve müdahaleye açık hale getirmiştir.

MİLİLİYETÇİ KIŞKIRTMALAR YETMEYİNCE….

Bu çatışma süreci, çeşitli vesilelerle Özgürlük Dünyası’nda incelenmiş olduğu gibi, ilk ikisi, birbiriyle amaç farkı olmayan, ama iktidardan aldıkları paylar bakımından çatışan, üçüncüsüyse her iki iktidar odağı karşısında yer alan üç farklı siyasal mihrakı şekillendirmiştir.

Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde, örneğin 2007’nin başında, gelişmeler ışığında bu mihraklar şöyle biçimlenmişti:

1-) Dinci-muhafazakar (ahlaki, kültürel bakımdan muhafazakar, ekonomik politikaları bakımdan liberal; yani tipik neo-liberal) odak: AKP, DYP-ANAP, çeşitli dini çevreler, tarikatlar, SP gibi çevreler bu kampta yer almaktadır.

2-) Milliyetçi odak: CHP, MHP, sağın ve solun Kızılelmacıları, geleneksel asker ve sivil bürokrasinin sözcüleri, kimi Kemalist çevreler, ADD gibi çevreler bu odakta yer almaktadır.

3-) Demokrasi güçleri odağı: EMEP, DTP, SDP, ÖDP ve Kürt sorununun demokratik çözümünü, laisizmin temelleri üstüne oturtulmasını savunan siyasi çevreler, gerçek bir laisizm isteyen Alevi çevreleri ve emeğin haklarını, IMF-TÜSİAD programına karşı halkçı bir ekonomiyi savunan güçler bu odağı oluşturmaktadır.

Ancak, cumhurbaşkanlığı seçimi yaklaştıkça ve güçlerin somut dengeleri ortaya çıktıkça; cumhurbaşkanlığı seçimini bir hesaplaşma olarak hedefleyen asker ve sivil, statükoyu savunan güç odakları, yarattıkları milliyetçilik ve “bölücü terör” baskısının kendilerini bu çatışmadan galip çıkaracak gücü biriktirmediğini fark etmişlerdir. Bu yüzden de, bir adım daha atarak, AKP’yi daha doğrudan baskılayacak olan “cumhuriyetin tehlike altında olduğu”, “şeriatçı gelişmenin bugün en büyük tehdidi oluşturduğu” iddiasını öne çıkararak; güçlerini yeniden mevzilendirmeye yönelmişlerdir. Siyasal ortamı da; milliyetçi bir odak etrafında yeniden biçimlendirmek yerine; “merkez sağ” ve “merkez sol” olmak üzere yeni bir tanımlama yaparak; AKP’yi bölmek üzere, “merkez sağ”da ANAP-DYP birleşmesini sağlayarak; AKP içindeki “Milli Görüşçü” olmayan liberal ve muhafazakar milliyetçileri, “merkez sağ” etrafında birleştirmek için harekete geçmişlerdir (ancak, bu birleşme dayanıksız çıkarak akim kalmış, umulan sonuçlara yol açmayacağı ortaya çıkmış, bu nedenle “merkez sağ”da toplanmaları öngörülen bir dizi “işaret fişeği” nitelikli şahsiyet, CHP’ye yönelmiştir). CHP’yi de, milliyetçiliği bir yana itmeden, ama “merkez sol” adı altında, DSP, öteki liberal sol çevrelerle CHP’den kopma eğilimine giren kesimleri de yeniden ona yöneltip birleştirmek için, daha geniş bir sol tarifle, milliyetçisinden liberal sosyalistine “tüm solun merkezi” bir “merkez sol” olarak biçimlendirmeye koyulmuşlardır.

Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesi dönem; siyasal alanın biçimlendirilmesi çabalarının, “merkez sağ” ve “merkez sol” olmak üzere ana bir siyasal eksen üstünde siyasal alanın yeniden biçimlendirilmesine yönelik bir operasyona dönüştüğü bir dönem olmuştur. Bu süreci anlamayan MHP, şimdilik tartışmaların, aynı zamanda günlük siyasi mücadelenin dışında kalarak, kendisini bir güç odağı olarak öne çıkarmakta zaafa sürüklenmiş görünürken, AKP ve “merkez sol”la birleşemeyen “sol”un çeşitli eğilimlerinin ve Kürt siyasi çevrelerinin, meşruiyetleri tartışılan ya da marjinal odaklar köşesine itilmesi için niyetler ortaya konmuştur. Bu baskıların sonucudur ki; DSP CHP ile ittifak zorunda kalırken, SHP seçime bile girme cesaretini yitiren derbeder bir duruma sürüklenmiş; “10 Aralıkçı”lar tasfiye olmuş, Sarıgülcüler, tam da seçim sürecinde en azından siyaset alanın dışına düşmüşler; kimi sosyal demokratlıklarıyla ünlü kişiler AKP’nin kucağına atlayarak bu kaostan kurtulmaya çalışmaktadırlar.

‘MERKEZ SAĞ’-‘MERKEZ SOL’ EKSENLİ ÇÖZÜM!

Kısacası, son yıllarda oluşturulan milliyetçi baskıyla siyasal alanda yapılan müdahale; cumhurbaşkanlığı ve genel seçim gibi bir hesaplaşmada statükoyu savunanları yeterince güçlendirmemiştir. Bu yüzden de, devreye, genelkurmay merkezli doğrudan açıklamalar; muhtıra, “cumhuriyet mitingleri”, Anayasa Mahkemesi sokulmuştur. Ve “cumhuriyet şeriatçı tehdit altında” tezi öne çıkarılarak; AKP ve din üstünden siyaset yapan odaklar saldırının açık hedefi haline getirilmiş; yukarda sözü edilen üç mihrak yeniden biçimlendirilmek üzere baskılar yoğunlaştırılmıştır. Burada; siyaset alanını biçimlendirmede yeni hedef; alanı “merkez sağ” ve merkez sol” olmak üzere iki odaklı bir eksen olarak biçimlendirme olmuştur. Ve; özellikle mitingler üstünden DYP-ANAP merkezli bir “merkez sağ” ile CHP-DSP eksenli bir “merkez sol” oluşturularak; geri kalan eğilimlerin dışlanması, küçültülmesi, meşruiyetlerinin tartışmalı hale gelmesi amaçlanmıştır.

Bu baskılar siyasal alanda şimdilik şöyle yansımıştır:

1-) ‘Şeriat geliyor’, ‘Cumhuriyet tehdit altında” korkuluğunun öne çıkarılması, ırkçı-milliyetçi bir çizgiye savrulan CHP’den kopma eğilimine girmiş az-çok demokratik eğilime sahip CHP tabanı ve Alevi kesimleri yeniden CHP’ye yöneltmiş; dahası CHP kökenli ve CHP ile çatışan çeşitli parti ve çevreleri yeniden CHP etrafında toparladığı gibi, “sol siyasi çevreler”in etkisi altındaki çeşitli kesimler de CHP’nin etki alanına girmiştir. Bunun somut sonuçlarını seçimlerin sonuçların ortaya çıkmasıyla daha iyi göreceğiz. Dolayısıyla, yaratılan baskı en çok CHP’nin ve Baykal’ın işine yaramış; seçimden güç kaybederek çıkması beklenen CHP, son yıllarda seçime en derli-toplu girdiği bir konuma gelmiştir.

2-) AKP’nin uyguladığı ekonomi politikaları sonucu olarak bu partiden kopma eğilimine giren kesimlerle, SP ve AKP’ye muhalefet eden kimi tarikat çevreleri, yaratılan baskı ortamında yeniden AKP’ye sarılmış, dolayısıyla AKP muhtıra yediği 27 Nisan öncesine göre, etrafını daha da toparlayan bir konumuna gelmiştir. Yani, en azından şimdilik baskılar tersine işleyerek, AKP’yi daha da birlik bütünlük içinde bir çekim merkezi durumuna getirmiştir. Oysa, yaratılan baskı, AKP’yi parçalayarak, ciddi bir güç olmaktan çıkarmayı amaçlıyordu. Dolayısıyla CHP’deki toparlanmanın AKP’deki toparlanmayı dengelemesinin de zor olacağı göz önüne alındığında, bu koşullarda bir genel seçimden AKP’nin daha da güçlenmiş olarak çıkmasının sürpriz olmayacağı söylenebilir (öte yandan meclise ikiden fazla partinin girmesi sağlanarak, AKP’nin, oy oranını artırsa bile, milletvekili sayısının düşmesi ve hatta tek başına hükümet kuramaması da sürpriz olmaz). Tabii ki, genel seçime kadar yeni müdahalelerle AKP’de yeni sorunlar ortaya çıkarılıp, bu partide bir kopma, parçalanma sağlanamazsa.

3-) “Merkez sağ”ın merkezi olarak düşünülen DYP-ANAP birliği yönündeki baskılarla bu iki partinin hızla birleştirilmesi zorlaması kısa sürmüş; DP içinde iki partin birleşmesi ve milletvekili adaylarının paylaşılması gündeme gelince birlik bozulmuş; “herkes kendi yoluna” denmiştir. Ama ANAP’ın gideceği bir yolun kalmadığının işaretleri de hızla ortaya çıkmış, partini “ağır topları” ANAP’tan istifa etmişlerdir. Özal zamanından beri ANAP’ın ağır topu sayılan kimi isimler ANAP’tan koparak, kendilerini CHP listelerinden meclise atmayı yeğlemiştir. Ağar’ın DYP’si ise, DP adını alarak yolunda devam edeceğe benzemektedir. Ama DP’nin, bu yolda, barajı aşacak bir güç topladığını söylemek ise hala zordur. Dolayısıyla, “merkez sol-merkez sağ” eksenli odaklaşmanın merkez sağı baştan ölü doğmuş görünmektedir ve bu haliyle AKP’yi hırpalayacak bir “merkez sağ” (DP) çok zor görünmektedir.

4-) EMEP’ten DTP’ye, ÖDP’den çeşitli sol siyasi çevrelere demokrasi güçleri cephesinde ise, seçim barajı ve öteki baskıları aşmak, meclise vekiller göndererek düzen partilerinin kapalı alanına dönüştürülmüş olan meclis oyununu bozmak üzere, seçime bağımsız adaylarla girme taktiği öne çıkmıştır. Bu partiler, bir yanı kendi zaaflarıyla da bağlantılı olarak (bu zaafları ve adreslerini seçimlerden sonra yansıtmak daha yararlı olacaktır) ortak bir seçim ittifakı oluşturamamış olsalar da; yerel düzeyde ittifaklar ve merkezi düzeyde işbirliği, seçim sürecini, demokrasi güçlerinin birleşmesi ve ortak mücadele ve halkların kardeşliği duygusunun yaygınlaştırılması için değerlendirmeyi amaçlamaktadır. Mitingler üstünden yaratılan baskılarla bugüne kadar çeşitli sol siyasi çevrelere yakın duran kimi kesimlerin CHP’ye entegrasyonu sağlanmış olsa bile; demokrasi güçleri açısından süreç, handikaplardan daha fazla olanaklar sunan bir süreç olarak işlemeye devam etmektedir.

Dolayısıyla, yanlarına “toplum mühendisi” sivilleri de alan güç odaklarının yaptıkları “merkez sol-merkez sağ” merkezli “proje”, şimdiden çökme alametleri göstermektedir. Türkiye’nin çözüm dayatmış acil sorunlarının “merkez sağ-merkez sol” merkezli statükoyu muhafazayı esas alan bir siyasi çerçevede daha da içinden çıkılmaz hal alacağı ve sistemin siyasi alanda şekillenen krizinin daha da derinleşeceğinin göstergeleri şimdiden ortaya çıkmıştır.

SEÇİM KRİZİ ÇÖZEBİLECEK Mİ?

Bugün seçimlerin olup olmayacağı bile kesin sayılamaz. Kuzey Irak’a yapılacak bir askeri harekatın aslında seçimleri baskılamayı amaçladığı, AKP’yi halk indinde zora düşürecek sürtüşmeler üstünden aslında iç politikaya yönelik ve AKP’nin iç dengelerini de sarsacak bir baskı aracı olarak kullanılacağı, hatta bu askeri harekat bahane edilerek seçimler ertelenebileceği gibi, başbakanın da karışıp, “sandığa sahip çıkmalıyız” açıklamaları yaptığı tartışmaların nedeni; siyasi ortamın, ortamı yeniden şekillendirmek isteyen güçler için henüz yeterince avantaj sunacak düzeye gelmemiş olmasıdır. Çünkü, muhtıra verilmiştir; ama henüz sonucu alınmamıştır. Muhtırayı verenlerin anlayışına göre –işin doğası da bunu gerektirmektedir–, baskıların, istenen sonucu vermesine kadar artırılarak sürdürülmesi gerekir.

Nitekim Baykal; “erken seçim” kararı alındıktan hemen sonra; “Seçimin kendisi kriz için bir çözüm değildir. Seçim bir fırsat yaratmaktadır. Bu fırsatı kullanabilirsek seçim krizi çözmenin bir imkanı olur” derken bunu dile getiriyordu. Yani Baykal; “Eğer meclis bizim isteklerimize uygun bir bileşimde oluşmazsa; kriz çözülmüş olmaz” diyordu.

Elbette ki; muhtırayı verenlerin elinde çok güçlü kozlar var görünse de; bu, istedikleri her sonucu alacakları anlamına gelmez. Tersine; “Dimyata pirince giderken evdeki bulgurdan olmak” da oyunun kuralları içindedir. Dolayısıyla süreç; iki yönde işleyebilir. Birincisi; mevcut koşullarda seçime gidilir ve AKP daha yüksek bir oy oranı ve mecliste bugünkü kadar olmasa da çoğunluğu almış bir parti olarak zaferini ilan eder; baskılara boyun eğmemiş bir parti havasına girerek kendi propagandasını yapar. Asker ve sivil geleneksel güçler bu sonuca boyun eğerlerse, başarısızlıklarının altında kalmış olarak mevzi kaybeder bir pozisyona düşerler; CHP’nin oylarını yüzde şu kadar artırmış olmak onları kurtarmadığı/kurtaramayacağı gibi; kendi içlerinde de bir hesaplaşma, bir parçalanma dönemini açar.

İkinci olasılık ise; seçime kadar baskılar artırılarak, AKP’nin çekirdeğini çatlatacak ya da Mili Görüşçü-liberal bölünmesine yol açacak bir baskı oluşturulur. Burada; önceki baskı unsurlarına, örneğin Kuzey Irak’a yönelik bir askeri harekatın baskısı da eklenebilir, seçim “savaş hali” koşullarında yapılmaya zorlanır ve seçimin meşruiyeti daha baştan tartışılmaya başlanılır. Ya da oluşmuş ve hoşa gitmeyen bir bileşimdeki meclise karşı yeni baskı araçları geliştirilerek, yeni bir erken seçimi de kapsayan bir operasyon için düğmeye basılır.

Bu tartışmalara Kürt vekiller ve bağımsız ilerici devrimci, demokrat adayların meclise girmesiyle oluşacak yeni etkenler de eklenirse; siyasal ortama müdahale edecek olanlar için yeni handikaplar da ortaya çıkar.

Tersten düşünelim: Seçimden CHP büyük bir ağırlıkla çıktı; meclisteki milletvekili dağılımı siyasi ortama müdahale eden güçlerin istedikleri gibi oldu! Böylece kriz aşılmış mı olacak?

Hiç öyle görünmüyor. Çünkü, krizin asıl beslendiği temel, Türkiye’nin demokrasisizlik sorunu ve önemli sorunların çözüm dayatmış olmasıdır. Bu yüzden de, asker ve sivil statükocu güçler seçimden başarılı çıksalar da, krizden çıkılamayacak, sadece kriz şekil değiştirerek, baskı ve şiddetle sorunların üstünü örtülmesi çabaları daha da güç kazanacağından, demokrasi mücadelesi çok daha sert bir karakter kazanırken, meclisin ülke sorunlarına sırtını dönmüşlüğü daha büyük bir sorun olarak gündeme gelecektir. Bu nedenle, siyasal ortamın daha demokratik bir biçimde biçimlenmesi ve Kürt sorunuyla laisizm sorununu çözmek için adımlar atamayan, “halk için ekonomi” yönelişine girmeyen bir meclis ve hükümet çıkarmayacak bir seçimin, Türkiye’yi rahatlatması, siyasal alanda bir rahatlama yaratması beklenemez.

EGEMEN GÜÇ ODAKALARI KRİZİ ÇÖZEBİLİR Mİ?

Bu gelişmeler karşısında, AKP ve onun arkasındaki güçler; bir yandan kendi amaçlarına varmak için takiye yöntemini benimser görünürken, öte yandan da her zamanki gibi, uzlaşma yanını açık tutmaktadırlar. Kadrolaşma, özellikle milli eğitim başta olmak üzere devletin çeşitli kurumlarında mevzilenme, dinciliği destekleme ve eğitimin içeriğini dini umdelere uygun hale getirmek üzere bozuşturma, türban, imam hatipler gibi konularda her fırsatta hamleler yapan AKP; karşı baskı gördüğünde, bu eylemlerinden bir adım geriye atarak savunmaya geçmiştir.  Baskının büyüklüğüne göre de AKP’nin manevraları belirgin ya da hissedilmeyecek küçük geri adımlar olmuştur. Örneğin milli eğitim alanında bastırıldığında, bazı geri adımlarını zaman yayarak gerilerken, Şemdinli olayları sonrasında Savcı Sarıkaya ve Emniyet İstihbarat Daire Başkanı’nı, üstelik kendileri de bu iddianamenin hazırlanmasında rol oynamışken, hızla görevden alarak, açıkça ve hızla geri adım atmıştır. Ya da milliyetçilik baskısı altında kaldığında, milliyetçiliğe karşı çıkmak yerine, sokakları “Ayına yıldızına kurban olayım” afişleriyle donatarak, “herkesten milliyetçi biziz” diyerek, “bukalemun taktiği”ne başvurmuştur. Tıpkı şu günlerde; yukarıdan “merkez parti” baskısı görünce, “en merkez parti biziz” demeye gelen bir hatta, “sol ve sağın merkeziyiz” anlamına gelecek bir adaylar vitrini oluşturmaya yöneldiği gibi. AKP bu uzlaşma çizgisini “27 Nisan muhtırası” karşısında da sürdürmüş; bir yandan muhtıra karşısında, “Bunlar bana bağlı memurdur, bu yaptıkları yanlıştır” demeye gelen açıklamalar yaparken, öte yandan da, muhtıradaki suçlamalar konusunda yapılan işlemlerle ilgili Genelkurmaya bilgi verilmeye başlanmış, “bağlı memurlar” hiçbir şey olmamış gibi yerlerinde oturmaya devam etmiş ve onların müdahalesinin sonuçlarına boyun eğileceği mesajı verilmiştir.

AKP bu krizi; generallerin ve öteki kimi güç odaklarının “sivil siyasete” müdahalesinin sonucu olarak görmekte ve bu yüzden de bu seçimden daha güçlü çıkarsa; zamanla, “uzlaşarak”, “arkadan dolanarak” amacına varacağını düşünmekte, dolayısıyla bütün stratejisini de bunun üstüne kurmaktadır. Burada da, yüzde 10 barajı dahil ,siyasal alandaki bütün adaletsizlikleri savunmakta, hatta bunların kendisi için bir avantaj olduğunu düşünerek, bu alandaki her tür antidemokratik girişime destek vermektedir. Şimdi de AKP, bu çabalarını sürdürürken, önündeki engelleri, Anayasa’yı değiştirerek, cumhurbaşkanının halk tarafından, 5 yıllık süreyle ve iki kez seçilebileceği bir formülle aşabileceğini düşünmektedir. Böylece AKP, krizi kendisini toparlamanın, kendisine karşı olanları disipline edip yanına almanın dayanağı yapmaya çalışmakta, dahası bir hamle yaparak, cumhurbaşkanını halkın seçmesi adına dikkatleri başka bir alana çekerek, krizden kârlı çıkmayı planlamaktadır.

CHP ve arkasındaki güçler ise, krize, dinci-şeriatçı güçlerin devleti ele geçirme girişimlerinin yol açtığını iddia ederek, devleti onların saldırısından kurtarmadan bu krizin sona ermeyeceğini öne sürerek, onları güçsüz düşürecek önlemler almaya çalışmaktadırlar. Böylece de; TCK-301’den Terörle Mücadele Yasası’na, linççi güruhları desteklemekten yasakçı seçim sistemini savunmaya kadar tüm özgürlük ve demokrasi düşmanı tutumlarını aklamayı amaçlamaktadırlar. Cumhurbaşkanının ve meclis çoğunluğunun laik geleneksel cumhuriyetçi tutumu benimseyen bir yapıda olması gerektiğini öne sürerek, krizden çıkışın yolunun da bu olduğunu iddia etmektedirler. Bunun için CHP ve yandaşları, tıpkı AKP ve arkasındakiler gibi, yüzde 10 barajını ve seçim sistemindeki bütün adaletsizlikleri savunmakta, hatta bir adım daha atarak, CHP, yüzde 10 barajının Kürtlerin temsilcilerinin meclise girmesini önlemenin yolu olarak açıkça desteklemektedir. Gerçekte CHP, bu tutumla geleneksel olarak elde ettiği mevzileri elde tutmayı, rakiplerini ve “soldan” kendilerine gelen eleştirileri, askerin de desteğini alarak, krizi çözme adına kullanmakta, dolayısıyla CHP, kendi geleceğini bu krizin çözülmemesine bağlamış bulunmaktadır. Onun için de; her konuyu gerginleştirmekte, her şeyi cumhuriyetin tehdit altında olduğuna indirgeyerek, kendisini “cumhuriyetin tek sahibi” olarak göstermeyi amaçlamaktadır.  Bir cumhuriyet için en şansız durum bu olsa gerek!

DEMOKRASİ İÇİN BİRİLİK, BARIŞ İÇİN SAĞDUYU, HALK İÇİN EKONOMİ

Oysa gerçekte, bugün içinden geçilen sürecin tıkanmasında asıl sorun demokrasisizlik sorunudur.

Yukarıdan beri ifade edilmeye çalışıldığı gibi, krizi tetikleyen etken; yüzde 10 barajı ve onun etrafında oluşturulan adaletsiz seçim sitemi; “siyasi istikrar” adına halkın oylarının önemli çoğunluğunun meclise yansımaması, dolayısıyla meclisin meşruiyeti tartışmasının gündeme gelmesidir. Siyasi alana asker ve sivil güç odaklarının müdahalede bu kadar rahat davranmasının ve bu müdahale karşısında ciddi bir tepkinin ortaya çıkmamasının nedeni de budur.

Öte yandan cumhuriyetin çözemediği en temel iki sorunun, dünyadaki gelişmeler ve Türkiye’nin kendi iç gelişmeleriyle de bağlanarak, çözümü dayatacak kadar olgunlaşmış olmasıyla birleşince, sorun, sadece yüzde 10 barajı ve temsiliyet krizi olmaktan çıkıp, sistemi ve siyaset alanını tıkayan baskıları harekete geçirmiştir. Dolayısıyla, bu krizden çıkışın yolu da; baskı ve şiddeti artırarak Kürt sorununun ç özümünü ve laisizmle ilgili düzenlemeleri ertelemek değil, tersine bu sorunların demokratik çözümü ve Türkiye’nin demokratik bir ülke olmasının yolunun açılmasıdır. Bunun seçim vesilesiyle ortaya çıkan adımı ise; yüzde 10 barajı başta olmak üzere, seçimin demokratik koşullarda yapılmasını ve halkın iradesinin meclise yansımasını önleyen engellerin ortadan kaldırılması, dolayısıyla bu taleplerin öne çıkarılmasıdır.

Yukarıdan beri söylenenler göz önüne alındığında; sınıf partisinin seçim taktiğinin yakın ve pratik amacı; demokrasi güçlerinin etrafındaki kuşatmayı parçalayarak, bu güçlerin en geniş birliğini sağlamak; onları demokrasi düşmanı, statükocu güçlerin karşısına dikmektir. Bunun, bugünkü koşullarda yansıması ise;

1-) Siyasal alanda ve yüzde 10 seçim barajı başta olmak üzere seçim sistemindeki anti-demokratik, adaletsiz ve partilerin eşit koşullarda seçime girmesini engelleyen düzenlemelerin kaldırılması.

2- ) Kürt sorununun demokratik çözümü, gerçek bir laisizm için devlet ile dinin ayrılması ve inanç ve vicdan özgürlüğünün sağlanması, TCK-301’den TMY’ye ifade özgürlüğünü engelleyen düzenlemelerden Polis Yetki ve Salahiyetleri Yasası’ndaki anti-demokratik hükümlerin kaldırılmasına, Terörle Mücadele Yasası’nın kaldırılmasından adil yargılanmaya kadar yasalardaki anti-demokratik maddelerin ayıklanmasına, ’82 Anayasası’nın değiştirilmesine kadar Türkiye’nin demokratikleşmesine dair talepler, seçim bildirgesinin merkezinde yer almak durundadır.

3-) Sistem karşıtı güçlerin, (hatta her muhalefet partisinin) her genel seçimde olmazsa olmaz bir koşulu da, işçilerin, tüm emekçilerin günlük yaşamlarını doğrudan ilgilendiren sermaye partilerinin ekonomi politikalarının teşhir edilmesi; halka, işçi sınıfına yönelik bu ekonomik programın ipliğini pazar çıkarak, “halk için bir ekonomi”nin ne olduğunu anlatmak; bu talepler için mücadeleyi teşvik etmek.

Burada sınıf partisinin tutumu; “Demokrasi için birlik; barış için sağduyu; halk için ekonomi”dir. Bu talepler etrafında birleşmek, elbette, bir seçim ittifakı için yeterlidir. Ama bir “ittifak programı”, sınıf partisinin seçimlerde yürüteceği çalışmanın sadece bir yanı olabilir. Eğer sınıf partisi kendini sadece bu ittifak çerçevesiyle sınırlarsa, parlamentarist-reformcu bir çizgiye düşmüş olur. Tersine sınıf partisi, bu çalışmasını, asgari programı olan “Bağımsız ve Demokratik Türkiye” programına bağlayarak; sermaye partilerinin dış ve iç politikalarını kapsayan; dünyanın gidişatına müdahale ettiği bir çalışma olarak geliştirir, uluslararası sermayenin dünya hegemonyasını hedeflemesini deşifre ederek, seçimleri, işçi sınıfı ve emekçilerin bu gidişata müdahalesinin bir dayanağı olarak değerlendirir ve bu çerçevede demokrasi güçleriyle emek güçlerin ortaklaşmasını sağlamayı amaçlayan bir çalışma yürütür. Küreselleşme politikalarına karşı ve emekçilerin hakları, kazanımlarının korunup geliştirilmesi, halkçı bir ekonomi hedefiyle mücadele için seçimlerin yarattığı duyarlılığı değerlendirir. Elbette ki, seçime dair talepler; emperyalizme karşı mücadele; Türkiye’nin tam bağımsız bir ülke olması; bölge halklarının emperyalizme karşı ortak mücadelesinin geliştirilmesine ilişkin taleplerle bütünleştirildiği ölçüde; “tam bağımsız Türkiye” vurgusunun gereğine uygun bir propagandayla birleştiği ölçüde anlamlı olacaktır. Çünkü “Tam Bağımsız Türkiye” şiarı, dönemin demokrasi ve emperyalizme karşı mücadelesinde en önemli bileşenlerindendir.

Sadece bu kadar mı?

Elbette hayır!

Sınıf partisi, bu çalışmasını, stratejik hedefi olan insanlığı sömürüsüz ve baskısız, barış içinde bir dünya (devrim ve sosyalizm davası) kurma mücadelesine bağlayarak yürütür ve bu yönlü propagandası da sınıf partisinin seçimdeki olmazsa olmazlarındandır. Çünkü; sınıfın azami programı ve asgari programı birbiriyle içsel bir bağlantı içindedir. Seçim döneminde savunacağı talepler de, bu iki programın amaçlarıyla çelişmeyen, ama aynı zamanda partinin temel amaç ve çağrılarının propagandasıyla birleştiğinde anlamlanan taleplerdir. Aksi halde, sınıf partisinin seçim çalışması, sınıf partisinin amacına hizmet eden değil, onun zamanını boşa harcadığı, halkın seçim duyarlılığını yeterince değerlendiremediği, düzen içi bir çalışmaya indirgenmiş olur.

Demek ki, sınıf partisi; ister seçim ittifakı, ister seçim işbirliği çerçevesinde başka siyasi parti ve çevrelerle ortak, isterse tek başına seçime girsin, seçim çalışması böylesine kapsamlıdır.

Burada en geleneksel yanlış; “eğer başka siyasi çevrelerle ittifak halinde seçime giriliyorsa, partinin kendi çalışmasını ittifakın ortak bildirgesiyle sınırlaması gerektiği”dir. Bu, elbette kabul edilemezdir. Belki adaylar; bu bildirgeyi gözetecektir; yığınlara hitap ederken buna dikkat edecektir, ama partinin çalışmasının bildirgeyle sınırlaması, elbette ki son derece anlamsızdır.

Sınıf partisi, seçim sürecinde, elbette ki parlamenter mücadelenin imkanlarından yararlanarak, meclise girmeyi de çok önemser; ama onun asıl ve kalıcı amacı, örgütlerini güçlendirmek, daha önce olmadığı alanlarda yeni örgütler kurmak, sınıfın ve emekçilerin her bulunduğu alanda partinin şiarları ve çağrılarının tartışmaya açılması ve yaygınlaştırılmasıdır. Ki seçimler, böyle bir çalışmanın yaygınlaştırılması için en elverişli zaman dilimidir. Bu yüzden de, sınıf partisinin örgütleri, partinin gazete etrafında oluşmuş örgütler toplamı olması yönündeki çabalarını yoğunlaştırmayı, ekonomik ve politik mücadelenin talepleri başta olmak üzere, işçilerin, emekçilerin yaşamını ilgilendiren her sorunu; işyerlerinde, hizmet birimlerinde, semtlerde, köylerde, kahvelerde açıkça tartışmayı seçimlerde ana görev olarak ele almaya devam edeceklerdir, etmelidirler.

Özellikle bu yıl; seçime ortak girmek isteyen güçler açısından bakıldığında; bugün sınıf partisin bağlayan ortak bir “seçim bildirgesi” bile olmadığına göre; sınıf partisi ve onun adayları hiçbir sınırlamaya tabi olmadan kendi programlarının propagandası üstünden çalışmalarını sürdüreceklerdir. Sınıf partisi; işçiler ve emekçilerle, kendilerini kurtarmaları için nasıl bir mücadele yürütmeleri gerektiği, emekçilerin partiye katılmalarının önemi de dahil her konuyu tartışacak, tartıştıracak; insanlığın kurtuluşuyla bugünkü mücadelenin ilişkisini ortaya koyan bir propagandaya yaslanan bir ajitasyon yürütecektir. Ve onlara; “Evet partimiz sizleri böyle bir mücadeleye çağırıyor; ama bugün seçimlerde, şu şu koşullardan dolayı, oylarınızı şu bağımsız adaya (ya da seçime partiyle girilen illerde partimize) vermeye çağırıyor” diyecektir. Burada, bağımsız adayın görüşleri, onun neler yapacağı ikincil önemdedir.

 

(*) Askeri müdahalelerin görünür ve itiraf edilen amaçları farklılıklar göstermiştir. Cuntalar iş başına gelmişken, büyük sermayenin istekleri doğrultusunda elbette ekonomiye, sosyal yaşama dair de değişiklikler yapmıştır. Ama asıl işleri, siyasal sitemi, egemen sınıfın ihtiyaçlarını en iyi yerine getirecek biçimde düzenlemek olmuştur.

 

(**) Bu yazı boyunca kriz sözcüğü, terminolojideki; sistemin tümüyle, ekonomik ve siyasi bakımdan tıkandığı ve toplumsal bir alt-üst oluşun nesnel temelini oluşturan gelişmeleri ifade etmek için değil, daha çok; siyasal alandaki tıkanmayı, çözümsüzlükleri ifade eder anlamda kullanılacaktır.

AKP Ekonomisinin Beş Yılı

Türkiye yeni bir seçim sürecine girdi. Ülke, aşağı yukarı son beş yıldır AKP tarafından yönetiliyor. Seçimlere gidilirken, hükümeti destekleyen kesimler, AKP döneminin en güçlü yanının ekonomi uygulamaları olduğu propagandasını oldukça etkili bir biçimde yürütüyorlar. Bu propaganda, hükümetin ekonomik bir kriz yaşamaması nedeniyle doğru gibi görünüyor. Hükümet, 2001’de yaşanan derin ekonomik krizin ardından göreve –Kasım2002– geldi ve dibe vurmuş olan ekonomi yavaş yavaş bir toparlanma sürecine girdi.

Ancak AKP Hükümeti’nin uyguladığı ekonomi programı, bir önceki dönemde, kriz nedeniyle Başbakan Ecevit –seçimlere birlikte giren sosyal demokratların manevi lideri!– tarafından ABD’den getirilen uluslararası sermayenin güvenilir adamı Kemal Derviş’in IMF direktifleri temelinde hazırladığı “güçlü ekonomiye geçiş” programı idi ve seçimlerden zaferle çıkan AKP, bu programı virgülüne bile dokunmadan olduğu gibi uyguladı. Ekonomi halen IMF’nin vesayetinde ve onun direktiflerinin dışına çıkılmasının büyük felakete yol açacağı uyarısı işbirlikçi büyük sermaye tarafından sıkça dile getiriliyor.

Bugün Türkiye ekonomisi’ne yüzeysel bir bakış atılacak olursa, ilk elden şunlar görülmektedir; ekonomi büyümekte, enflasyon –son aylarda bir miktar yüksek çıkmakla birlikte– düşmekte, ihracatta rekorlar kırılmakta, uluslararası sermaye ülkeye akmaktadır vb. vb.. Ancak bu parlak tablonun altı biraz kazındığında görüntü değişmektedir. Bu görüntü ise şöyledir; dış borçlar sürekli büyümekte, cari açıkta rekorlar kırılmakta, işsizlik artmakta, gelir dağılımının bozukluğu devam etmekte, yoksulluk derinleşmekte, büyümeden işçi sınıfı ve emekçi halk yararlanamamaktadır. vb. vb..

Bu tablolardan hangisi gerçektir? Aslında her iki tablo bir tek bütünü oluşturmakta ve gerçeği yansıtmaktadır. Bu, emperyalizme bağımlı işbirlikçi kapitalist ekonominin kaçınılmaz olarak ortaya çıkardığı bir tablodur ve ülkenin yaşadığı büyük çelişkiyi resmetmektedir. AKP’nin, DSP-MHP-ANAP koalisyon hükümetinin programını alıp harfiyen uygulaması gibi, son beş yılda AKP hükümeti değil de, başka bir hükümet de olsa idi, muhtemelen önümüzdeki tablo benzer bir tablo olacaktı. Şimdi bu tabloya biraz daha yakından bakalım.

BÜYÜME VE ÜRETİM

Türkiye ekonomisinin son beş yıldaki ortalama büyümesi, yüzde 5’tir. Bu rakam, geçmiş büyüme rakamları ile karşılaştırma içinde gerçekçi bir yere oturtulabilir. Genel olarak 1995-2004 dönemine bir göz atılacak olursa, Türkiye ekonomisinin yıllık ortalama yüzde 4 büyüdüğü görülmektedir. Ancak, 1999 ve 2001 krizleri dışta tutulduğunda, büyüme yüzde 7’dir. Ekonominin büyüme, durgunluk ve krizler içerisinde ilerleyeceği dikkate alındığında –ki gerçek durum da budur–, yıllık ortalama yüzde 5 civarında bir büyümenin gerçekleşeceği varsayılabilir.* Nüfus artışı –ortalama yıllık yüzde 1.5 dolaylarındadır– dikkate alındığında, bu büyümenin gerçekte daha küçük olacağı görülebilir. Bu durum göz önünde tutulduğunda, bugün çok abartılan ekonomideki büyümenin, geçmiş dönemlerin büyüme performansından farklı olmadığı ortaya çıkar.

Kriz yılının ardından 2002 büyümesi 7.8, 2003 büyümesi 5.9, 2004 büyümesi 9.8’dir. 2005 yılı büyümesi yüzde 5.8, 2006 büyümesi ise yüzde 6’dır. Türkiye’de daha önceleri, bu büyüme oranının üzerinde, hem de daha uzun bir döneme yayılan büyümeler olmuştur. Örneğin 1980-1999 yılları arasındaki büyüme, 2000-2004 dönemine göre daha büyüktür. 2002’den bu yana, milli gelirin yaklaşık yüzde 40 oranında arttığı görülmektedir. 2002’de 181.7 milyar dolar olan –krizden çıkış yılı olduğu dikkate alınmalı– milli gelir, 03’te 238.9, 04’te ise 283 milyar dolar olmuştur. Burada dikkati çeken önemli nokta ise, bu dönemde TL’nin kazandığı değerdir. TL; 2001 Mart’ına göre, Mart 04’e gelindiğinde yüzde 40 dolaylarında değer kazanmıştır. Bunun anlamı şudur; dolar bazında yapılan her hesaplamada ekonomi yüzde 40 daha büyük gözükecektir. Önceden 100 dolarlık üretim yapıyorsanız, üretiminizi artırmadan, işçi sayısını çoğaltmadan, artık 140 dolarlık üretiyorsunuz demektir, bu. “Kağıt üzerinde büyüme” denilen şeydir bu. Yüzde 40’lık bu büyüme oranının da, son dört yılın milli gelir artışına denk düştüğünün görülmesi ise ayrı bir ilgiçliktir. 2005 yılı için milli gelir yaklaşık 340 milyar dolardır. 2006 için ise bu rakam, 400 milyar dolardır. Hatırlatmak gerekir ki, bu büyüme ile TL’nin kazandığı değer arasında yukarıda dikkat çekildiği gibi doğrudan bir ilişki mevcuttur.

Büyüme rakamlarına, ülkenin sattığı kamu kuruluşlarına ödenen dolar ve euroların, alınan borçların da dahil edildiğini hatırlatırsak, mevcut “büyüme”nin niteliği konusunda daha net bir düşünceye sahip olabiliriz.

SANAYİ VE BÜYÜME

Eğer bir ülke büyümesinin sağlıklı olmasını istiyorsa, özellikle sanayisini geliştirmek, büyümesini –kapitalizm koşullarında ne kadar olabilirse, o kadar–istikrara kavuşturmak zorundadır. Bu açıdan üretimin kilit sektörü, imalat sanayiidir. İmalat sanayii büyümenin lokomotifi durumundadır. İmalat sanayiine düzenli olarak yapılan sabit sermaye yatırımları ve bu yatırımların genişlemesi –makine, teçhizat vb.–, üretimin artmasının, dolayısıyla büyümenin temel koşuludur. 2004 yılına kadar sabit sermaye yatırımlarında ciddi artışların olmadığı görülmektedir. Örneğin, 2004 yılındaki sabit sermaye yatırımları, 1998 yılının gerisindedir. Ulusal tasarrufların GSMH’ya oranı, 98’de yüzde 23 iken, bu oran 04’te yüzde 22 olmuştur. Sabit sermaye yatırımlarında artma eğilimi bulunmaktadır. Bu artma, 2005 yılı için daha belirgindir. Ancak bu artmanın, bazı ekonomistlerin işaret ettiği gibi, önemli kesiminin, eskiyen ve kriz yıllarında değersizleşen makina ve teçhizatın yerine konmasından kaynaklandığı görülmektedir. 2007’de de sabit sermaye yatırımlarında artış görülmekte, ancak bu artış içinde yenilenme payları asıl kalemi oluşturmaktadır.

Emperyalizme bağımlı ülkelerde, tek başına üretimin artması da, ekonominin sağlıklı geliştiğinin göstergesi değildir. Çünkü genellikle üretim artışı, üretimde kullanılan ithal malların –ara malları– artışını da beraberinde getirmektedir. Türkiye ekonomisinin üretiminin canlandığı, büyümenin gerçekleştiği yıllarının, aynı zamanda ithalatın büyük oranda arttığı yıllar olması tesadüfi değildir. Üretim artmakta, aynı biçimde ithalat artmakta, bu da, dış ticaret açığının ve onun asıl yansıması olan cari işlemler açığının büyümesine yol açmaktadır. Bu ise, kriz tetikçisi etkenlerin harekete geçmesi anlamına gelmektedir.

Burada vurgulamak gerekir ki, Türkiye’nin üretimini devam ettirmek için yaptığı ithalatla, gelişmiş kapitalist ve emperyalist ülkelerin yaptıkları ithalat arasında niteliksel bir fark bulunmaktadır. Bir tarafta bağımlılık ve zorunluluk bulunmakta, diğer tarafta emperyalist ülke olmanın verdiği avantajla kendi halkına tüketim malları sunma, dışarıdaki şirketlerinden “ithal” etme gibi temel bir fark.. Eğer bu dikkate alınmazsa, “karşılıklı bağımlılık” demagojisinin etki alanına girilerek, bugün dünya ekonomisinin işleyiş kurallarına ters açıklamalar yapmak gibi bir yola girilecektir.

Zaman zaman açıklanan rakamlar, ara ve yarı-mamul maddelerin ithalatına ödenen miktarın, hemen hemen ülkenin ihracatına –örneğin 2005 için 76 milyar dolar– eşit durumda olduğunu göstermektedir. Bu yapı, üretimin dışa bağımlılığının en somut göstergesi durumundadır. Mali ve parasal krizler türünden kendisini açığa vuran, sıcak para girişini hızlandıran ve krizleri tetikleyen de, “reel ekonomi”nin bu yapısıdır. Öncesi bir yana, 2001 yılından itibaren ara malları ithalatının, toplam ithalat içerisindeki oranı, her yıl ortalama yüzde 70 olarak görülmektedir. Sermaye malları için bu oran yüzde 17, tüketim malları içinse yüzde 11’dir. Üretim artmakta ve Türkiye büyümektedir. Ama bu büyüme sürekli olarak dış ticaret açığını artırmakta, hemen hemen hiç yeni istihdam yaratmamaktadır.

BORÇLAR, SICAK PARA GİRİŞİ VE ENFLASYON

AKP hükümeti döneminde enflasyonun düştüğü bir gerçektir. Ama buna rağmen, Türkiye, Avrupa’nın en yüksek enflasyon oranına sahip ülkesidir ve bu oran, sağlıklı bir ekonomi için kabul edilemeyecek düzeydedir. Ancak bu durum, hayatın ucuzladığı, yaşam koşullarının iyileştiği anlamına da gelmemektedir.

Enflasyonun yakın geçmişteki oranlarına bakıldığında, durum şudur: 1993-2002 arasında enflasyon ortalaması, yüzde 70.4’tür. Enflasyon, 2003 yılında yüzde 13.4, 2004 yılında 9.3 olmuştur. 2007’de ise, oran, yeniden yüzde 12 civarına çıkmıştır. Geçmiş yüksek enflasyon oranlarına bakılarak, bugünkü durum başarı olarak kabul edilmektedir. Soyut olarak düşünüldüğünde, bu bir başarı gibi gözükmektedir. Ama hem ekonominin genel durumu içerisinde, hem de işçi sınıfı ve emekçi halkın yaşamında her hangi bir iyileşmeden söz edilemez. Fatura, bütünüyle emekçi halka çıkarılmıştır. Yüksek enflasyon döneminin faturasını emekçi halk yoksullaşarak ödemişti. Şimdi enflasyonun nispeten düşmesinin bedelini, yine ve daha fazla yoksullaşarak emekçi halk ödemektedir. Enflasyonun düşmesi, ücret ve maaşlardaki artışın düşük tutulmasının gerekçesi olmakta, bu durum yoksullaşmayı derinleştirmektedir.

Ayrıca, enflasyondaki düşmesinde temel rolü reel kurdaki değerlenmenin oynadığını, TÜSİAD gibi sermaye çevreleri de kabul etmektedir. Sıkı para politikaları enflasyonu aşağı çekmiş, ancak başarı pamuk ipliğine bağlanmıştır.

Açıklara gelince: Cari işlemler, 2001 de, 3.4 milyar dolar fazla vermektedir. Bunun genel bir ölçü olamayacağı ileri sürülebilir. Ama geçmişte, genelde bugünkü düzeyde dış açık görülmemektedir. 2005’te bu açık 23 milyar doları geçmiştir. Bu ise, aynı yılın milli gelirinin yaklaşık yüzde 6’sına tekabül etmektedir. Bugün ise, bu açık 30 milyar dolar seviyesindedir. Dış açık ve dolayısıyla cari işlemler açığı sürekli olarak yükselme eğilimi içerisindedir. Türkiye’nin borçları ise, AKP’nin hükümet olduğu 2002 yılından bu yana, sürekli olarak artmıştır. 2002 Aralık ayında, toplam kamu net borç stoku (brüt) 257.3 milyar YTL’dir. Bu rakam; 2003 Aralık ayında 297.4 milyar YTL’ye, 2004 aralık ayında 332.1 Milyar YTL’ye, 2005 Mart’ı itibarıyla 341.8 milyar YTL’ye* ulaşmıştır. 2006 Şubat’ı itibariyle, bu rakam 350 milyar YTL’i aşmış durumdadır. 2007’de ise, borç rakamı 400 milyar YTL’yi aşmış durumdadır.

Dış borçlardaki artışta ise durum şöyledir: 2002’de toplam dış borç stoku 130.3 milyar dolar, 2003’te 145.8 milyar dolar, 2004’te 161.8 milyar dolar, 2005’te ise yaklaşık 160 milyar dolar olmuştur. Bu rakam, 2006 içinse 206.471 milyar dolardır. 2007’de bu rakam daha da yukarı çıkmıştır. Yani AKP hükümeti, 130 milyar dolar olarak devraldığı dış borç miktarını, 200 milyar doların üzerine çıkarmıştır. Türkiye’nin toplam borçları ise –iç ve dış– 400 milyar doları aşmış durumdadır. Bu borçlar düzenli olarak artmaktadır. Hükümet, dış borçların milli gelire oranının düşmüş olduğunu ileri sürmektedir. Gerçekte, bu oranda bir düşme bulunmaktadır. Ancak rakamların da kanıtladığı gibi, dış borçlar mutlak büyüklük olarak artmakta, başka bir ifade ile, borçlanma eğrisi aynı eğilimde yükselmekte, ama milli gelirdeki artış dolayısıyla bu borçların milli gelire oranı düşmektedir. Bu da, bu dış borçların “azaldığı” gibi bir yanılgıya yol açmaktadır.

Borç ödemelerinin yanı sıra, bu borçların faizleri de ciddi bir yük oluşturmaktadır. 2001 yılında bütçe içindeki faiz giderleri, GSMH’nin 23,3’ü olmuştu. 2004 yılında, bu oran 13,2 oldu. Bu oran 2005’te ise, yüzde 9,6 oldu. 2001 yılında bütçeden faiz giderlerine ayrılan pay, yüzde 51 olmuştu. 2005 bütçesinde bu pay, yaklaşık yüzde 31,9 oldu. Bunların oldukça ciddi oranlar olduğu görülmektedir. Bütçenin büyüklüğüne göre oranlar düşmekte, ama ödenen miktarlarda kayda değer düşüşler olmamaktadır. Araştırmalar göstermektedir ki: Türkiye son 20 yılda 400 milyar doları aşan iç ve dış borç faizi ödemiştir. Anapara ve faiz ödemelerinin toplam miktarı ise, 2005 rakamlarına göre, 1 trilyon 236 milyar dolardır.

“Sıcak para” girişi, ekonominin diğer temel problemlerinden birisidir. Spekülatif sermaye, OECD ülkelerinde yıllık ortalama yüzde 4-5 faiz elde ederken, bu oran, Türkiye’de yıllık yüzde 35 ile 45 arasında değişmektedir. Hatta bazı durumlarda, yatırılan paranın üçte ikisi kadar “vurgun yapmak” olanaklıdır. Yıllara göre spekülatif finansal getiri oranları şöyledir: 2001 yılı için yüzde 7.0, 2002 yılı için yüzde 31.8, 2003 yılı için yüzde 45.3, 2004 yılı içinse bu oran yüzde 33.3’tür (Bkz. E. Yeldan). Son dört yılda, sıcak para girişinin 70 milyar dolara ulaştığı bilinmektedir. Borsanın yüzde 74’ü ise, yabancı sermayenin kontrolüne girmiş bulunmaktadır.

Üretimin ithalata zorunlu bağımlılığı, sürekli artan dış borçlar, ana para ve faiz ödemelerini, “sıcak para” girişini tetiklemekte, spekülatif hareketleri de hızlandırmakta, yeni krizlere yataklık yapmaktadır. AKP hükümeti, daha önceki hükümetler gibi, bu kısır döngüyü kıracak hiçbir girişimde bulunmamaktadır. Açıkça görülmektedir ki, AKP hükümeti yılları, spekülatif kazanç için “tatlı yıllar” olmuştur.

ÜCRETLER VE İŞÇİ SINIFININ DURUMU

AKP hükümeti ekonominin düzeldiğine ilişkin yoğun bir demagoji yapmaktadır. Ama bu “düzelme”, işçi sınıfına ve emekçi halka yansıyan bir düzelme değildir. İşsizlik ve yoksulluğun artması, bu durumun somut göstergesi durumundadır. Yapılan araştırmalar, son dört, beş yılda reel ücretlerde düşme olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Bu durum TÜSİAD tarafından da kabul edilmekte ve işbirlikçi büyük burjuvazi, reel ücretlerin düşmesini, dış ülkelerle “rekabet edebilmenin zorunlu koşulu” olarak değerlendirmektedir. Sermaye, genel eğilimi olarak, işçi sınıfının ücretlerini en geri düzeye çekme isteğindedir. Karşısında güçlü bir emek muhalefetinin olmadığı bugünkü koşullarda, bu açıdan iyice pervasızdır. Bu durumun ücretler alanındaki rakamsal ifadesi şöyledir: 2004’de imalat sanayiinde ücretler, kamu kesiminde reel olarak yüzde 4.2, özelde ise yüzde 4.5 oranında artmıştır. Yakından bir bakış, bu rakamların yanıltıcı olduğunu ortaya koymaktadır.

2000-2004 arasında, imalat sanayiinde reel ücretler, kamuda yüzde 12.2, özel sektörde ise yüzde 17.1 oranında gerilemiştir. Buna karşılık, verimlilik ortalama yüzde 25.9 artmıştır. Bağımsız Sosyal Bilimciler’in yaptığı bir araştırma, reel ücretlerin 1997 seviyesine gelmediğini göstermektedir. TÜSİAD araştırmaları da, bu durumu başka bir açıdan doğrulamaktadır.

Bunun anlamı nedir? Üretim artmakta, buna karşın, birim maliyetteki emek karşılığı düşmektedir. Bunun tek bir anlamı bulunmaktadır: AKP Hükümeti döneminde artı-değer sömürüsü artmış, sömürü oranı yükselmiştir. Son 4-5 yılda, özel sektörde yetersiz de olsa yapılan makine, techizat yatırımı verimliliği artırırken, nispi artı-değer sömürüsünü de yoğunlaştırmıştır. Ama sermaye sadece nispi artı-değer sömürüsünü yoğunlaştırmakla kalmamış, artı değer sömürüsünün en vahşi yöntemlerinden birisi olan “mutlak artı-değer sömürüsü”nü de devreye sokmuştur. Çünkü araştırmalar açıkça ortaya koymaktadır ki, işçilerin çalışma saatleri artmış, işsizlik sürekli yükselmesine karşın, çalışan işçilerin sırtından tatlı kârlar vurulmuştur. Çalışma saatlerindeki bu artışlar ise, 2002’de yüzde 1.4, 2003’te yüzde 2’dir. 2004’teyse, bu artış, yüzde 1.9’dur.

TÜSİAD’ın “2006 Yılına Girerken Türkiye Ekonomisi” adlı çalışmasına göre, durum şudur; 1990 yılı baz alınarak yapılan hesaplamalara göre, 1972’de işçi başına 12.8 YTL olan katma değer, 2003’te 26.3 YTL’ye çıkmıştır. Bu, yaklaşık iki kat bir artışı göstermektedir. TÜSİAD raporunda bu artışın hangi yılda kesin bir sıçramaya dönüştüğü açıkça vurgulanmıyorsa da, yapılan atıflardan, bunun 12 Eylül 1980 sonrasında olduğu açıkça anlaşılıyor. Yine TÜSİAD verilerini kullanarak devam edecek olursak, 2005 yılında, özel imalat sanayiinde, bir birimlik üretim için ödenen reel ücreti gösteren birim reel ücret endeksi, yılın ilk üç aylık döneminde –yani ilk 9 ay–, geçen yılın aynı dönemine göre, yüzde 2.6 oranında gerilemiştir. Çalışan endeksi temel alınarak yapılan hesaplamalar, 2000 yılı için 90.3, 2003 için 87.0, olağanüstü büyüme yılı olan 2004 için ise 91.4’tür! Birim başına daha az işçi çalıştırıldığının bir başka kanıtıdır bu.

Yine aynı dönemde, çalışılan saat başına verimlilik yüzde 4.8 artarken, saat başına reel ücret sadece yüzde 2.2 artmıştır! Bu da, artı-değer sömürüsünün artmasının bir başka biçimde ifade edilmesidir.

Asgari ücret ise, “sefalet ücreti” olmaya devam etmiştir. Bugün asgari ücret, aylık net 352.09 YTL’dir. Asgari ücretin artış oranı da sürekli olarak düşmektedir. Asgari ücret, 2005’te, bir önceki yıla göre yüzde 10 artarken, bu artış, 2006’da yüzde 8.2, 2007’nin ilk ayında 5.9, yedinci ayına gelindiğindeyse 3.1 olmuştur.  Yani asgari ücretle çalışan bir işçi açlık sınırının altında ücret almaktadır.* Asgari ücret, 4 kişilik bir ailenin gıda, barınma, sağlık, bakım vb. gereksinmelerini sadece 5 ya da 6 gün için karşılayabilmektedir. İşçilerin önemli bir oranının asgari ücretle çalıştığı dikkate alındığında –ki SSK’ya kayıtlı işçilerin üçte ikisi asgari ücretle çalışmaktadır–, işçi sınıfı ve emekçi halk için, AKP dönemi açlık ve yoksullukla birlikte anılacak bir dönem olacaktır.

YOKSULLUK, İŞSİZLİK VE GELİR DAĞILIMI

Türkiye, dünyada, gelir dağılımının en bozuk olduğu ülkelerden birisidir. Araştırmalar, nüfusun en üstteki yüzde yirmilik kesiminin, milli gelirin yaklaşık yarısına el koyduğunu –2002’de yüzde 50.1– göstermektedir. Nüfusun yüzde 20’lik dilimlere bölünmesi ile elde edilen bu bölüşüm rakamlarını, diğer yüzde 20’lik kesimler için üstten alta doğru sıralarsak şöyledir: en üst yüzde 20’lik dilim, milli gelirin yüzde 50.1’ni almaktadır. Dördüncü yüzde 20, 20.8’ini, üçüncü yüzde yirmi yüzde 14’ünü, ikinci yüzde 20, 9.8’ini, beşinci yüzde yirmi, yani en yoksul kesim ise yüzde 5.3’ünü almaktadır. Türkiye nüfusunun yaklaşık 75 milyon olduğunu göz önüne alacak olursak, her yüzde 20’lik dilime, yaklaşık 15 milyon kişi düşmektedir. Dikkatli bir bakış, en üstteki yüzde yirmilik bölümün 15 milyona tekabül etmediğini, gerçekte bu yüzde 50.1’i, çok daha dar bir (belki bir kaç milyon) kesimin cebe indirdiğini görebilir. Açıkçası, bu yüzde yirmilik dilimler durumun vehametini yumuşatmaktadır.

Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) açıkladığı son araştırmalara göre, Türkiye’de, 2004 yılında, yaklaşık 909 bin kişi açlık sınırının, 18 milyon kişi ise yoksulluk sınırının altında yaşamaktadır. TÜİK’e göre, 2003 yılında yüzde 1,29 olarak tahmin edilen açlık sınırının altında yaşayan fert oranı, 2004 yılında değişmedi. Başta sendika çevreleri olmak üzere, bazı ekonomistler, açıklanan bu rakamları “iyileştirilerek düzeltilmiş” bulmakta, gerçek durumun daha ağır olduğunu ileri sürmektedirler. Türkiye’de yaklaşık 20 milyon kişi, yoksulluk sınırının altında yaşamaktadır.

Son yapılan araştırmalar, her dört kişiden birinin yoksul olduğunu ortaya koymaktadır. Kırda yoksulluk yüzde 40’a çıkmakta –kırda yaşayan 27 milyondan, 11 milyonu yoksul–, bu oran, şehirlerde yüzde 17 olmaktadır. Hükümetin 2002’den beri uyguladığı ekonomi politikaları yoksulluğu artırmakta, açlığı ciddi bir sorun olarak ülke gündemine getirmektedir. Diğer taraftan, en adaletsiz vergi sistemi olarak kabul edilen dolaylı vergi türünde görülen artış dikkat çekicidir. 2005’te toplanan vergilerin yüzde 70’i dolaylı vergilerden elde edilmiştir. (Dolaylı vergi, özellikle günlük tüketim maddelerinden alınmaktadır ve bu, Koç, Sabancı vb. nin, işçi Ahmet’le, ekmeğe, sigaraya vb., gelirleri arasındaki uçuruma rağmen aynı oranda vergi vermesi anlamını taşımaktadır.) Bu arada, Koçların, Sabancıların doğrudan ödedikleri gelir vergilerinin de, işçilerin sırtından ödendiğini hatırlatalım.

İşsizlik ülkenin diğer temel problemlerinden birisidir. Son yıllarda resmi olarak açıklanan istatistiki veriler, ülkede işsizliğin yüzde 10 ve biraz üzerinde olduğunu ortaya koymaktadır. Resmi istatistiklerde, sanayi ve tarımdaki işsizlik ortalaması, yüzde 14 civarındadır. Ancak ekonomi ile ilgilenen ciddi çevreler, mevcut hesaplama yöntemleri ile hesaplandığında dahi, bu oranın yüzde 20’nin altında olmadığını ileri sürmektedirler ve bu konuda genel bir anlayış birliği bulunmaktadır. Mevsimlik oynamalar, kırsal kesimdeki gizli işsizlik vb. dikkate alındığında, bu rakam, yüzde 40’lara ulaşmaktadır.

2004’ün sonuna göre, 15 yaş üstü sivil işgücü, 50.2 milyon kişidir. Çalışanların genel sayısında, 2002’de 110 bin, 2003’te 207 bin kişilik bir daralma olmuş, ekonominin “rekor büyüme” yılında 564 bin kişilik bir artış görülmüştür. Ancak bu dönemde, 15 yaş üstü nüfus 1 milyon artmıştır. Türkiye’de işgücüne katılma oranı yüzde 48 gibi oldukça düşük bir rakamdır. Ortaya çıkan veriler kanıtlamaktadır ki, ekonominin büyüdüğü dönemlerde de işsiz sayısı azalmamaktadır. Çalışanlar endeksi, 2000 yılı için 90.3, 2003 yılı için 87.0, 2004 yılı için 91.4 olmuştur. (Tam istihdam 100 kabul edilmiştir.) Özellikle genç nüfus arasında, işsizlik oldukça yaygın durumdadır. İşsizlik ve yoksulluğun derinleşmesi, toplumun sosyal dokusunda da derin yaralar açmaktadır. İntiharlar, cinnet geçirmeler, soygun ve kap-kaç olaylarının artması, bu ekonomik temel üzerinde yükselmektedir.

ÜLKENİN YAĞMALANMASI; ÖZELLEŞTİRME

Başbakan Erdoğan, görevlerinin “ülkeyi pazarlamak” olduğunu açıkça dile getirmişti. Maliye Bakanı Unakıtan ise, kamu mülklerini “babalar gibi satmakla” övünüyordu. Ülke, bu anlayışla, uluslararası büyük sermayeye tam anlamı ile peşkeş çekildi, halkın biriktirdiği değerler üç-beş kuruşa pazara çıkarıldı. Bu satışlar sonucu, ülke sadece biriktirdiği ulusal kamu değerlerini yitirmekle kalmadı, özelleştirme dolayısıyla işsiz kalan bir işçi kitlesi de ortaya çıktı.

Maliye Bakanı Kemal Unakıtan, 2004 yılı başında özelleştirilen şirket ve işletmelerde iş akdi feshedilen personel sayısının 15 bin 828 olduğunu söylüyordu. Unakıtan, “1986 yılından bugüne kadar özelleştirme kapsamındaki 150 kuruluşta kamu payının, hisse senedi satışı yoluyla özelleştirildiğini, ayrıca 30 kuruluşa ait 3 bin 134 işletme, tesis, iştirak payı, gayrimenkul varlığının satış ve devir işleminin tamamlandığını” açıklıyordu. Özelleştirmayi dayatan uluslararası mali kuruluşlardan birisi de Dünya Bankası idi. Unakıtan, “özelleştirilen işletmelerin yeniden yapılandırılması sonucu işten çıkarılan işçilerin yoksulluğa düşmesinin önlenmesi ve yeniden işe yerleştirilerek işgücü pazarına dönüşlerinin hızlandırılması amacıyla, Özelleştirme İdaresi Başkanlığı’nın koordinasyonunda, Dünya Bankası kredili ‘Özelleştirme Sosyal Destek Projesi’ uygulandığını” belirtiyor, “bu proje kapsamında 32 bin kişiye hizmet verilmesinin hedeflendiğini” vurguluyordu.

Özelleştirilen kuruluşlardaki işçiler işsiz kalırken, bir kısmı, memurlar gibi başka kentlere sürüldü; özelleştirilen kuruluşlardan bazılarıysa yıkılarak, arazileri üzerinden rant elde edildi.

Aşağıda, bazı başbakanların kendi dönemlerinde ne kadar özelleştirme yaptıklarına ilişkin bir tablo bulunuyor.

 

Başbakan

Özelleştirme Geliri (Milyar $)

1. R. Tayyip Erdoğan

20.8

2. Bülent Ecevit

6.4

3. Mesut Yılmaz

2.7

4. Turgut Özal

1.5

5. Tansu Çiller

1.3

6. Süleyman Demirel

0.6

7. Yıldırım Akbulut

0.4

8. Necmettin Erbakan

0.4

9. Abdullah Gül

0.1

Toplam:

34.2

 

Bu tablodan da açıkça görüldüğü gibi, AKP dönemi satışın en fazla olduğu dönem olmuş, onu sosyal demokratların manevi lideri Ecevit izlemiştir.

Özelleştirilen kuruluşların yanı sıra özelleştirmeyi bekleyen bazı kuruluşlar da şunlar; Ziraat Bankası, Türkiye Kalkınma Bankası, Türkiye Radyo Televizyon Kurumu’nun fazla olan televizyon kanalları, elektrik üretim ve dağıtım şirketleri, Hamitabat ve Soma elektrik santralları, Tekel Sigara, Çaykur, Makine Kimya Endüstrisi, Türkiye Kömür İşletmeleri, Boru Hatları ile Petrol Taşıma AŞ (BOTAŞ), Şeker Fabrikaları, Milli Piyango, köprüler ve otoyollar, yine bu yıl özelleştirilecek Petkim’in yanı sıra Türk Hava Yoları, Vakıfbank ve Halk Bankası’nın blok hisseleri, TELEKOM’un kamu hisselerinin halka arzı, Tarım İşletmeleri Genel Müdürlüğü, yerel yönetimlerin şirketlerinden İGDAŞ, EGO, İSKİ, ASKİ vb.

AKP Hükümeti dönemi özelleştirmede gözü kara gidiyor ve IMF ve Dünya Bankası’nın direktiflerini harfiyen yerine getiriyor.

TARIMIN ÇÖKERTİLMESİ

AKP döneminde çöküntüye uğrayan bir diğer alan da tarım oldu. Birçok bağımlı ve azgelişmiş ülkede tarımı çökerten ve çiftçilerin yoksullaşmasına yol açan IMF-Dünya Bankası damgalı “yapısal uyum programları”, Türkiye tarımında da uygulanmaya başladı. Altyapısı Dünya Bankası’nca hazırlanan ve bu bankanın kredileri ile desteklenen, Tarım Reformu Uygulama Projesi (ARIP) adı altında dayatılan bu program uyarınca, tarımda destekleme fiyatı uygulamasına son verildi, tarım kredilerine ve girdilerine verilen sübvansiyonlar kaldırıldı. Doğrudan gelir desteği (DGD) sistemine geçişte önemli adımlar atıldı. Destekleme alım miktarları azaltıldı, destekleme fiyatları gerçekleşen enflasyonun çok altında belirlendi. Tarım Satış Kooperatifleri Birlikleri (TSKB), Ziraat Bankası, TEKEL ve Şeker Fabrikaları’nın özelleştirilmelerine olanak veren yasalar yürürlüğe girdi. Tarımsal KİT’lerin (ORÜS, EBK, TZDK, TİGEM) özelleştirmelerine devam edildi.

AB ile yürütülen birlik görüşmelerinin en önemli başlıklarından birisi de, tarımın “yeniden yapılandırılmasıdır”. Bu programa göre, tarımsal nüfus, genel nüfusun yüzde onuna çekilecektir. Bu oran, bugün Türkiye’de yüzde 40’dan fazladır ve bunun anlamı, köylülüğün, tarımdan geçinen küçük üreticilerin farklı bir alternatif gösterilmeden yıkımı ve tasfiyesidir.

İşbirlikçi egemen sınıflar, uzun yıllar, ülkenin “tarımda kendine yeterli ülke” olması ile öğündüler. Bugün, bu alanda da, dışa bağımlılık gelişmektedir. Emperyalist ve gelişmiş ülkeler kendi tarımlarını ve hayvancılıklarını pek çok sübvansiyonla desteklerken, Türkiye gibi ülkelere, bu alanlarda tasfiyeyi ve küçülmeyi dayatmakta, kendi ürünlerini bu ülkelere pazarlamanın yolunu açmaktadırlar.

Türkiye ve tüm bağımlı ülkeler, uluslararası tarım tekellerinin “patent” ve GDO gibi yöntemleri ile bir kez daha soyulmakta, yerli ürünlerin geliştirilme ve üretilmesi giderek daha fazla tehlikeye girmektedir.

SONUÇ

Burada, AKP Hükümetinin yaklaşık beş yılını, devraldığı ekonomik mirasla karşılaştırarak, kalın çizgileri ile ortaya koymaya çalıştık. Ortaya çıkan tablo, daha önceki dönemlerden çok farklı bir tablo değildir. Ne var ki, son beş yılda –zaman zaman dalgalanmalar görülmekle birlikte– bir ekonomik kriz yaşanmamasına rağmen, ülkenin ekonomik sorunları büyümüş, Türkiye, uluslararası büyük sermayenin daha fazla kontrolü altına girmiştir.

Bu süreçte, ülke, elinde bulunan kamu mülklerinin çoğunu satışa çıkarmış, deyim yerinde ise, bir miras yedi gibi hareket etmiştir. Tarım çöküntüye sürüklenmiş, ülkenin borçları kabarmıştır. İşsizlik ve yoksulluk artmış, bunun sonucu, kendisini sosyal çöküntü olarak açığa vurmuştur. AKP de, kendisinden önce gelen hükümetlere dayatılan IMF programlarını uygulamıştır. AKP veya bir başka gerici burjuva partinin seçim kazanarak hükümet olması durumunda da, aynı programlar uygulanmaya devam edecektir. Ülke emperyalizme bağımlılıktan kurtulmadıkça, önünde farklı bir yol bulunmamaktadır.



* Veriler TÜİK istatistiklerinden, TÜSİAD raporlarından, BSP araştırmalarından ve günlük gazetelerden alınmıştır.

* Veriler Hazine Müsteşarlığı’nın Bakanlar Kurulu’na sunumundan -4 temmuz 2005- alınmıştır.

* Açlık sınırı, Türk-İş’in araştırmasına göre, 4 kişilik bir aile için 626 YTL’dir. Yoksulluk sınırı ise, Mayıs ayı itibarıyla 2 bin 40 YTL’dir.

İşçi Hareketi ve Mersin Serbest Bölge Deneyimi

İşçi sınıfı, sermayenin işçi sınıfına yönelik saldırılarının çok ileri boyutlara ulaştığı bir dönemden geçiyor. Bunun karşısında, işçiler, bazen az bazen çok, kimi zaman hazırlıklı, kimi zaman hazırlıksız ve kendiliğinden de olsa, kavgaya tutuşmaktan, mücadele etmekten geri durmuyorlar. Haklarını aramaya devam ettikleri oranda, işçiler, kazanmanın mücadeleden geçtiği fikrine şu ya da bu oranda ulaşmaya başlıyorlar.

Bu bakımlardan, Mersin Serbest Bölgesi işçilerinin mücadelesi zengin deneyler sunmaktadır. Mersin Serbest Bölgesi’ndeki işçi başkaldırısı, genç sendikasız işçiler arasındaki hoşnutsuzlukların had safhaya çıktığı ve işçilerin geçim ve çalışma koşullarının giderek ağırlaştığı, işçilerde güvensizlik, umutsuzlukla beraber mücadele etme ve birleşme eğiliminin de giderek arttığının işaretlerini vermiştir.

Bugün açısından, işçi sınıfının –özellikle genç işçilerin– bilinç, örgütlenme düzeyi ve mücadele deneyimi zayıf olsa da, işçiler, sınıf karakterlerinden gelen bir igüdüyle hareket ederek, patronlar karşında kavgaya atılmaktadır. Mersin Serbest Bölge işçilerinin, Mart ortalarında başlattıkları ve bir hafta süren iş bırakma eylemi bunun somut bir göstergesidir. Daha önce de Uşak tekstil işçileri, Çorum toprak işçileri, Adana ExSA, TemSA işçileri, Diyarbakır Akyıl işçileri ve Antalya Serbest Bölge’de faaliyette bulunan Novamed-GMV işçilerinin (halen grevleri sürmektedir) mücadeleleri benzer özellikler taşımaktadır.

Serbest Bölge işçilerinin başlattığı eylem, 2007’nin önemli işçi eylemlerinden biri olmuştur. İşçiler üzerindeki baskılar, kimi firmalarda tuvalete gitmenin izne tabi tutulması (fişle tuvalete gitme vb.), sağlıksız kuyu suyu yerine kapalı su isteyen işçilerden su paralarının alınması gibi sayısız insanlık dışı uygulama, tekstil patronlarının sömürü de bir sınır tanınmadığını gözler önüne sermektedir. Aşırı zorunlu mesailer, keyfi uygulamalar, düşük ücret, her vesileyle “mali sıkıntı var”, “kriz var” denilerek işçi haklarının tırpanlanması, işçiyi insan yerine koymayan uygulamalar ve işten atmalar; Mersin Serbest Bölge işçilerinin sabrını taşırmıştır. Bir işletmede başlayan ve 37 işyeri ile devam eden üç bin dolayında işçinin katıldığı iş bırakma eylemi bir hafta sürmüştür. Bu yazıda, işçilerin eylem sürecini, kazanımlarını, başarısızlığın nedenlerini ve bununla doğrudan bağlantılı olan sendikalar ve sınıfın devrimci partisinin çalışmasını irdeleyeceğiz.

 

SERBEST SÖMÜRÜ BÖLGELERİ

Serbest Bölgeler, 15 Haziran 1985’de yürürlüğe giren 3218 sayılı Yasa ile kuruldu. Kuruluş amacı, “Türkiye’de ihracat için yatırım ve üretimi artırmak, yabancı sermaye ve teknoloji girişini hızlandırmak, ekonominin girdi ihtiyacını ucuz ve düzenli bir şekilde temin etmek, finansman ve ticaret imkânlarından daha fazla yararlanmak üzere serbest bölgelerin kurulması, yer ve sınırlarının tayini, yönetimi, faaliyet konularının belirlenmesi, işletilmesi, bölgelerdeki yapı ve tesislerin teşkili ile ilgili hususları kapsar” şeklinde ifade edilmektedir.

Serbest Bölgeler’de yerli veya yabancı patronlar ve şirketler çok büyük kazançlar sağladılar ve sağlıyorlar. Gerçekleştirdikleri faaliyetler, dolayısıyla elde ettikleri kazançlar, gelir ve kurumlar vergisine tabi değil. İşçilerin sigorta primlerinin tam olarak yatırılmaması, işçilerin çalışma süresinin az gösterilerek kayıt dışı çalıştırılması serbest bölgelerdeki en başta gelen uygulamalardan. 48 saate varan aralıksız çalıştırılma, fazla mesai ve buna karşılık fazla çalışma ücretlerinin tam olarak ve zamanında ödenmemesi en bilindik uygulamalardır. Serbest Bölgeler’de işçiler, adeta köle gibi çalıştırılıyor. Patronlar, hak-hukuk, yasa tanımadan, mümkün olan en ağır koşullarda işçileri çalıştırarak, kârlarına kâr katıyor. Dolayısıyla bu bölgelere firma kuran patronlar; öteki teşvikler yanında, örgütsüz genç işçileri sınırsız bir biçimde sömürerek kârlarını katlıyorlar. Yani işçinin posasını çıkarıp iliğine kadar sömürdükten sonra kapı dışarı ederek, ihbar ve kıdem tazminatlarının birikmesine de müsaade etmiyorlar. Türkiye’de, ilk olarak Mersin Serbest Bölge faaliyete geçmiştir. ’90’ların başında 2–3 firma bulunurken, bugün Mersin Serbest Bölge’de 50’nin üzerinde firma faaliyet yürütmektedir. Mersin Serbest Bölge, sendikasız, düşük ücretle, kötü muamele ile işçi çalıştırılması yönüyle patronlara serbest sömürü alanı oluşturmaktadır. Geçtiğimiz yıllarda maliye tarafından birçok şirkete büyük operasyon düzenlenen Mersin Serbest Bölge, aynı zamanda, her türlü kaçakçılığın yapıldığı bir yer olması itibariyle de dikkat çekicidir.

 

ÖRGÜTLENMEYE, SENDİKALAŞMAYA SERBESTLİK YOK

Egemen burjuvazi tarafından, Serbest Bölgeler, aynı zamanda işçinin örgütlenememesi açısından da ciddi bir şekilde kurgulanıp, planlamışlardır. Serbest Bölge ve Organize Sanayi Bölgeleri’nde işçilerin örgütlü bir güç olarak haklarını elde etmeye yönelmesi, kontrol noktaları, her fabrikanın önüne güvenlik konulması, işçinin arama ve taramadan geçirilmesi gibi sayısız yasal ve yasa dışı uygulamayla engellenmektedir. İşçilerin eylemini, “yasaları” öne sürerek engellemeye çalışan yetkililer, patronlar mağdur olmasın diye yapılan tüm yasadışı uygulamalara ise sessiz kalıyor. Mersin Serbest Bölge, Gümrük Müdürlüğü, Serbest Bölge Emniyet Amirliği, Serbest Bölge Müdürlüğü ve Serbest Bölge İşleticisi Anonim Şirketi’nin (MESBAŞ) kontrol noktası olmasına rağmen, işçilere başkasına ait ve üzerinde oynama yapılmış giriş kartları veriliyor. Kaçak işçi çalıştırma bu gibi yollarla gerçekleştiriliyor. Yine bant sistemi ve benzeri işbölümü de, işçilerin bir araya gelmemesi açısından değerlendirilmektedir. Kaldı ki, birkaç işçinin yemek molasında veya çay arasında bir araya gelmesi, konuşması göze batmakta ve uyarılara neden olmaktadır. Haksızlığa boyun eğmeyen, tepki gösteren veya örgütlenme çabası içinde olanlar, hemen kapı dışarı edilmektedir.

Örgütlenme nedeni ile işten atılan işçiler, Serbest Bölgede bir daha iş bulamıyor. Kara listeye alınan işçileri hiçbir firma kabul etmiyor. Patronlar kendi aralarında son derece örgütlü davranıyorlar. Patron dernekleri var. Patronlar, havuz oluşturarak işçilerin direnişte oldukları firmaların zararlarını karşılıyorlar. Böylece, işçiler karşısında patronların direnme gücü artıyor. Bu nedenledir ki, eylem boyunca patronlar, aldıkları siparişleri zamanında teslim etmedikleri için yüksek rakamlı tazminatlar ödemeyi göze alabildiler. Yani, işçilerin eylemi nedeniyle oluşan mali yükü, tüm patronlar birlik içinde karşıladılar. Diğer yandan, patronlar işçilerle girdikleri mücadeleyi kaybetmemek için, bir süreliğine kârlarını kaybetmeyi tercih ettiler. Çünkü işçiye taviz verdiklerinde, tüm Serbest Bölge işçileri örgütlenecek ve haklarını talep edeceklerdi. Bunun için eylemin uzamasını göze aldılar. Kısacası, Serbest Bölge patronları işçilere karşı birleşip eylemde olan işçileri ezmek ve direnişlerini bitirmek/mücadeleyi kaybetmemek için kendi cephelerinde her şeyi yapmışlardır. İşçileri sürekli şekilde sömürmek için, işçi eyleme geçse de durumun değişmeyeceğini işçinin kafasına kazımak, patronların direniş karşısındaki temel amacını oluşturmuştur. Bu yüzden, işçilerin mücadeleden sonuç alamaması ve kazanımla çıkamaması için her şeyi yaptılar. Bunun için kendi aralarında örgütlü bir şekilde davrandılar ve direnişi boşa çıkarmak için her türlü dayanışmayı gerçekleştirdiler.

 

ÖNYARGILAR KIRILDI, SINIFA GÜVEN DUYGUSU TAZELENDİ

Mersin’deki işçi başkaldırısı, ağır sömürü koşullarına karşı serbest bölgelerdeki ilk önemli işçi eylemi olma bakımında son derece önemlidir. İşçiler, firma farkı gözetmeksizin; tüm firmalardaki işçilerin ortak talepleri üstünden kalkarak, bir haftaya yayılan bir eylem, direniş gerçekleştirdiler. Eylem kendiliğinden gelişse de, acil talepler üzerinden ve genel işçi birliğini sağlayarak başlanan bir eylem olması açısından anlamlı ve öğretici olmuştur. Serbest bölgedeki ağır çalışma koşullarına fiziki olarak artık dayanamayan işçiler, üretimden gelen güçlerini, en meşru direnme haklarını kullanarak ve her tür saldırıyı göze alarak eylemi başlattılar. İşçilerin bu mücadelesi, önce Mersin’de, ilerleyen günlerde tüm ülkede kamuoyu gündeminin ilk sıralarına oturdu. İşçinin her hakkını gasp eden; maaşını, fazla çalışma ücretini, sigorta primini ödemeyen, 30 gün çalışan işçiyi 10-15 gün çalışmış gibi gösteren ve yasal olmayan belgeler düzenleyen patronların tutumu, emekçiler ve halk tarafından büyük tepkiyle karşılandı.

“Yeter artık, bu sömürü dursun, biz köle değiliz” diyerek sokağa dökülen işçiler, bu çıkışlarıyla, o ana kadar herhangi bir örgütlülüğe ve hiçbir mücadele deneyimine sahip olmasalar da, hem dosta hem de düşmana haklarını aramaktan geri durmayacaklarını ve sömürü koşullarına sürgit boyun eğmeyeceklerini ve en önemlisi, birlikte hareket ettiklerinde nasıl bir etki yarattıklarını, patronları nasıl ayaklarına kadar getirdiklerini gördüler/gösterdiler.

“Hiçbir şekilde Serbest Bölge’de eylem olmaz, sendika kurulamaz, işçiler bir araya gelemez” şeklindeki önyargılı dar düşünceler ve özünde sınıfa güvenmeyen yaklaşımlar, işçilerin eyleme geçmesiyle kırılmış, işçiler arasında da mevcut olan bu yönlü düşünceler, yerini özgüvene, kararlılığa ve sınıfa inanca bırakmıştır.

 

ADIM ADIM EYLEME

İlk olarak 15 Mart 2007 günü, Rebeka firmasında çalışan 100 e yakın işçi, yasal olarak mesai ücretlerinin hafta içinde %150 oranında zamlı ödenmesi gerektiğini ve zorunlu mesailerin kaldırılması talebi ile iki saat iş bıraktılar. İşçiler, aynı anda notere başvurarak, durumlarını anlatan bir belgeyi tasdik ettirdiler. Rebeka işçilerinin doğal hakkını arama refleksi ile başlattıkları bu eylem, benzer veya daha kötü koşullarda çalışan diğer firmalarda çalışan işçileri tetikledi ve ikinci gün,  Mersin Serbest Bölge’de bulunan tüm işyerlerinde işçiler iş bırakarak direnişe geçtiler.

Eylem, hiçbir hazırlık yapılmadan, önceden planlamadan ve ani bir patlama sonucu kendiliğinden otaya çıkmış; diğer firmaların işçileri, sokakta toplanan işçilere katılmışlardır. O ana kadar grevleri, direnişleri sadece televizyondan izlemiş olan işçiler, örgütsüz bir şekilde, ne yapacaklarını bilmeden eyleme kalkışmış; bu yüzdendir ki, ilk günü, kargaşa içerisinde, oradan oraya koşturarak geçirmişlerdir.

Günlük işçi basını aracılığı ile yapılan haberlerin anında işçilere ulaştırılması, sınıfın devrimci partisinin işçilerin yaşam alanlarına giderek ve ileri işçilerle temas kurarak eylemin örgütlü bir şekilde ve işçilerin kuracağı komite ile sürdürülüp güvenceye alınmasına yönelik yardımları sonucu, kargaşa hali, yerini bilinçli davranışlara bırakmıştır. Eylemin ikinci günü, 6 kişilik eylem komitesi, akşama doğru ise, her işyerinden bir veya iki kişi olmak üzere 50 kişilik bir alt komite oluşturularak, eylemin daha planlı ve etkili bir şekilde devam etmesi sağlanmıştır. Gündüz saatlerinde eylem yapan işçiler, akşam BES, Eğitim-Sen ve Petrol İş sendika salonlarında toplantı yapmış, eylemin gidişatını değerlendirmiş ve eylemi daha iyi organize etme ve kendi kendisini yönetmede ciddi mesafeler almıştır. O güne kadar birbirlerini hiç tanımayan, farklı firmalarda çalışan işçiler, mücadele içerisinde kendi aralarında kaynaşmış, sorunlarının aynı olduğu ve bir arada hareket ettiklerinde devasa bir güç oluşturduklarının farkına varmışlardır. İlk gün işçilerin eylemini önemsemeyen, “Nasıl olsa bir iki gün bağırıp çağırırlar, daha sonra da işe geri dönerler” diye düşünen patronlar, eylem bir haftayı bulunca kaygılanmaya başlamışlar, zaman zaman arabulucular ile görüşme talebinde bulunmuşlardır. İşçiler de, aslında, eylemin bir gün süreceğini zannederek eyleme katılmışlardır. Ne var ki, eylemin işçilerde yarattığı etki, ileri işçilerin öne çıkması, eylem esnasında işçilerin kendi güçlerinin farkına varması ve özellikle de 2–3 bin işçinin taleplerinin işçi komitesi tarafından doğru formüle edilmesi, işçilerde hak alınana kadar eylemi sürdürme tutumunu geliştirmiştir.

Tekstil patronlarının, işçilerin karşısında ortak bir tutumla (sınıf tutumu) hareket etmeleri ve işçilerin eylemini boşa çıkaracak manevralar yapmaları, işçilerinde onlara karşı yeni mücadele yöntemlerini geliştirmesine neden olmuştur. İşçiler, giderek, karşılarındaki gücün bir günlük eylemle dize gelmeyeceğini, patronların örgütlü gücü karşısında işçi sınıfının örgütlü gücünün şart olduğunu ve Serbest Bölge’de iş bırakmayan tüm işçilerin iş bırakması gerektiğini, ama bunun için de önceden hazırlık yapmak gerektiğini tartışmaya başlamışlardır.

 

KİM, KİMİN HİZMETİNDE..

İşçilerin Türk-İş temsilciliği aracılığı ile ulaştıkları Mersin Valisi’nin “işçi ile patron arasına giremeyeceğiz, biz taraf olamayız” sözleri, mücadeleci işçilerin, aslında valinin de patronlardan yana taraf olduğu fikrini edinmelerine yol açmıştır. Mersin valiliğinin Serbest Bölgedeki hukuksuzluğu, yasa dışılığı, kentin en yetkili mülki amiri olarak işçi ile patron arasındaki normal bir durum gibi görmesi, kimin valisi olarak davrandığının bir işareti oldu. Serbest Bölge’deki Cami hocasının, namaz esnasında ve vaazında: “Yaptığınız dinen suçtur, 3 gömlek dikip 5 gömlek parası istiyorsunuz. Bu günahtır” diyerek işçileri suçlaması, patronların dini ve din görevlilerini de kendi çıkarları için nasıl kullandığını göstermesi bakımından öğretici olmuştur. Yine işçiler, ülkenin güvenliği ve halkın emniyeti için görev yaptığını düşündükleri kolluk güçlerini sürekli karşılarında görmüş ve güvenlik güçleri tarafından defalarca tehdit edilmişlerdir. Bu durum, özellikle ülkücü olarak bilinen işçiler tarafından ciddi soru işaretlerini beraber getirmiştir. Birçok işçi, bu zamana kadar kutsadığı devletin kurumlarının gerçek işlevini ve patronlarla (sermayeyle) olan ilişkisini, bu olaylarla daha iyi anlamaya başlamıştır. İşçiler, tüm siyasi partileri ziyaret ederek, kendilerini desteğe çağırmalarına rağmen, MHP’nin destek vermemesi, Ülkü Ocağı kültürüyle büyüyen genç işçilerin, Ülkü Ocakları tarafından “eylemi bitirin” şeklinde uyarılmaları; ülkücü genç işçilerin MHP’nin gerçek yüzünü görmesi bakımından öğretici olmuştur. İşçilerin bir haftalık eylemlerinden dolayı ziyarete gelmek durumunda kalan AKP il başkanının, patronların vergi gibi birçok sorunu olduğunu, patronların sorunlarını çözdükleri takdirde işçilerin taleplerinin karşılanacağını söylemesi, işçiler tarafından yuhalanmasına neden olmuştur. Birçok işçi, “Siz patronlardan mı yanasınız, şimdiye kadar neredeydiniz? Bizler için 4 yıldır ne yaptınız?” diye tepki göstermiş, yuhalama ve ıslık sesleriyle protestolarını sürdürmüştür. Bunun üzerine AKP’liler, eylem alanını terk etmek durumunda kalmışlardır. AKP’nin, işçilerin eylemini destekleme adıyla gerçekleştirdiği ziyarette dahi patronlardan yana tutum alması, AKP’ye oy veren çok sayıda işçinin de, AKP’nin gerçek niyetini anlamasını sağlamıştır.

 

VE EYLEM SONLANIYOR…

Mersin Serbest Bölge’de çalışan 3 bin işçi, bir haftayı aşkın hak alma mücadelesini sürdürdü. Patronların, servis araçlarını kaldırması ve işçilerin arasına şefleri göndererek yürüttükleri ikna çabaları ve çeşitli oyunları, işçiler tarafından boşa çıkartıldı. Bir hafta boyunca işçiler, kendi imkânlarıyla serbest bölge önüne gelip eylemlerine devam ettiler. İşçiler, eylem boyunca resmi makamları göreve çağırdı. 37 tekstil firması hakkında suç duyurusunda bulundu. Her işyerinde 2–3 işçinin görevlendirilmesi ile hazırlanan dilekçeler altına imza alınıp, Adana Bölge Çalışma Müdürlüğü’ne ve Mersin SSK’ya başvuruda bulunuldu. SSK bildirimi yapılmadığı, ücretlerin sürekli geç ve asgari ücretin altında ödendiği, günlük normal çalışma sürelerinin üzerinde çalışıldığı ve yapılan fazla mesai ücretlerinin eksik ödendiği ilgili kurumlara iletildi. Ancak işçiler lehine herhangi bir adım atılmadı. Türlü oyunlara karşın, işçilerin eylemini kıramayan Mersin Serbest Bölge patronları, işçilere bıçak ve cam parçalarıyla saldırdı. Tüm saldırılar sonucunda geri adım atmayan işçilerle, sonunda patronlar görüşmek durumunda kaldı. İşçiler arasından seçilen altı kişilik komite, patronlarla, işçilerin talepleri hakkında iki kez görüşme yaptı. Görüşme esnasında bazı patronlar, işçilerin taleplerini sözlü olarak kabul etti. Bazıları talepleri kabul etmezken, bazıları da görüşmediler. İşçiler ise, tüm patronlar aynı anda talepleri kabul edene kadar eyleme devam etme kararı aldılar.

Ancak giderek işçilerin cebindeki 3–5 kuruş da suyunu çekmeye, saflar dağılmaya başladı. Yol parası olmadığı için eylem yerine gelemeyen, simit parası olmadığı için aç kalan işçinin eylemde direngenliği zayıfladı. Dışarıdan da ciddi bir destek alamayan işçiler, eylem uzadıkça maddi sorunlarla karşılaşmalarını ve bazı patronların da talepleri kabul etmesini göz önüne alarak, eylemi sonlandırma kararı aldı. Her işyerinden bir işçi temsilcisinin bulunduğu geniş heyet ile değerlendirme yapan işçiler, “toplu eylemi bitirme, bundan sonra işten atılanlarla eylemi devam ettirme” kararı aldılar. İşçilerin işbaşı yapması üzerine, bazı firma sahipleri kimi işçileri işe almayarak işten attı. İşten atılan işçiler, işe dönme mücadelesi sürdürme kararı aldı.

İşçiler eylemi bitirirken dahi, patronlar karşında “birlikte başladık, birlikte bırakalım, gerektiğinde tekrar birlikte eylem yapalım” görüntüsünü vermeye özel önem gösterdiler. Ve “Artık Mersin Serbest Bölge eskisi gibi olmayacak. Bizler bir haftalık eylem sürecinde çok şey öğrendik. En önemli kazanımımız, birlikte hareket etmek ve sesimizi tüm Türkiye’ye duyurmak oldu” dediler. Eylemi bitirmenin mücadeleyi bitirmek anlamına gelmediği söyleyen işçiler, mücadeleden vazgeçilmeyeceğini, işten atılanlar için hukuk mücadelesinin ve işe geri dönme mücadelesinin sürdürüleceğini, ayrıca Serbest Bölge’ye sendika sokma çabalarının da süreceğini belirttiler. İşçi temsilcilerinin aldığı kararı, işçilerin sözcüsü şöyle açıkladı: “Birçok firma sahibi işçilerin haklarını kabul etti. Hep bizi 3 gün işbaşı yapmadığımızda işten atmakla tehdit ettiler. Ancak toplu hareket edince işten atmanın kolay olmadığı görüldü. Eylemimiz kendiliğinden başladı ve uzun sürdürmenin yeterli hazırlığı yapılmadı. Eylemimizi güvenceye alacak bir sendikal aracımız da yok. En önemlisi de, patronlara, işçinin karar alıp iş bırakarak toplandığını ve karar alıp dağıldığını göstermemiz lazım. Patronların, ‘işçiler parçalandı, kendiliğinden dağıldı’ dediği bir tablonun yaşanmaması için biz topluca iş başı yapıyoruz.

 

EYLEM BİTTİ PATRONLARIN SALDIRILARI BİTMEDİ

Birçok firmada işçi temsilcisi veya sözcüsü olarak bilinen veya basına açıklama yapan işçiler işten atıldı. İşten atılan toplam işçi sayısı 500’ü buldu. İşçilerin evlerine gönderilen tebligatlarda, ‘üç gün işe mazeretsiz gelinmediği için iş akitlerinin feshedildiği’ belirtildi. Konteks firmasında çalışan işçiler, işe başlamak için gittikleri atölyede, hakaret ve saldırıya uğradılar. Serbest Bölge İşverenleri Derneği ise, büyük işletmelerin öncülüğünde işverenler arasında bir protokol imzalayarak, eylemde öne çıkmış işçileri işe alan işverenlere yaptırımlar uygulama kararı aldı. Belki de ilk kez yaşanan bir uygulama da, küçük bir işletme sahibinin, eylem komitesi başkanı ve bir grup işçiye boş bir atölye vererek, burayı işletebileceklerini söylemeseydi. Hatta bu kişi, ileri işçilere, isterlerse sendika kurabileceklerini, sigortalı çalışabileceklerini taahhüt etmişti. Bu kişinin, işçi temsilcisi olarak öne çıkanların kimini şef, kimini müdür yapması, komitedeki işçilerin, işten atılan diğer işçilerle fabrika önünde devam etmeyi planladıkları eylemlerinin gerçekleşmesini engellemiş, yatıştırıcı/dağıtıcı sonuçları nedeniyle, işveren derneği de, tersine kararına karşın, bu gelişmeye sessiz kalmıştır.

 

EYLEMLE BİRLİKTE SENDİKALAR YENİDEN TARTIŞILDI

Mersin Serbest Bölge işçilerinin eylemleri, sendikal örgütlenmenin bugünkü sorunlarının olduğu kadar, işçilerin sendikalardan beklentilerinin ne olduğunu da yeniden gündeme getirdi. Bugüne kadar Serbest Bölgeler, sendikaların ilgi alanlarının dışında kalmıştır. Ancak, Mersin Serbest Bölge işçilerinin eylemi ile, hem sendikalar, hem de işçiler, sendikalaşıp sendikalaşmamayı yoğun bir şekilde tartıştılar. İşçiler; “biz eyleme geçtik, sendikacılar gelsin bizi üye yapsın ve yetkiyi alsın!” diye beklerken, sendikacılar ise, “işçiler kararlı mı?” “gerçekten sendikalaşmak istiyorlar mı?” biçiminde olaya yaklaştılar. Tekstil işkolundaki sendikalar; “O kadar işçinin noter masrafı şu kadar tutar. Yetki süreci bu kadar sürer. O zamana kadar da patron üye işçileri işten atar. Zaten konfeksiyon işçisi biraz oynak olur!” gibi açıklamaları ile, işe kâr-zarar çerçevesinde baktıklarını ortaya koydular. Ayrıca sendikalaşma sürecinin mevcut yasalardan dolayı uzun bir zaman dilimine yayılacağını ve sonucun belli olmadığını anlatarak, hem işçileri ürkütmüş, hem de kendilerinin de mücadele etmede korkak davrandıklarını göstermişlerdir. İşçileri üye yapmayı veya işçilerin mücadeleye hazırlanmasını sağlamayı ve sonuçta işçilerin sendikalara güven duymasını sağlamayı başaramamışlardır. Sendikacılar, ziyaret dışında işçilerin eyleminin başına geçmeyi, yeni bir mücadele için ellerinden geleni yapmayı, sendikasının ve üyelerinin bütün olanaklarını kullanmayı hiç düşünmemiştir. Hal böyle olunca, işçi kendi başına kalmış ve patronların sendikaları karalama propagandasından da etkilenmiş; sendikaların işçi haklarını savunmayan, hatta işçileri satan uygulamalara imza atan bozuk sicillerini de az-çok bildiğinden, sendikalaşma eğilimi zayıflamış ve önemli ölçüde sendikalaşmaktan geri durmuştur.

Ancak işçi hiçbir zaman sendikalaşmanın yanlış olduğunu veya sendikalaşmamak gerektiğini savunmamıştır. İşçi direnmiş, sendika ortada yok, işten atılmış, sendikayı yanında görmemiş, işyerinde çeşitli baskılara, hukuk dışı uygulamalara maruz kalmış, sendikaların haberi olmamış ve böyle olunca sendikaya olumsuz bakmıştır. Serbest Bölge işçileri; direnişteki en önemli kazanımları olan birlikte hareket etmeyi işyerlerindeki örgütlülüklerini koruyarak ve geliştirerek ileri taşıyamadıkları ve sendikalaşma konusunda adım atamadıkları için, direnişte bilinen sonuç yaşanmıştır.

Eyleme kalkan, direniş boyunca kendi kendisini yöneten işçiler, aynı tutumu sendikalaşma konusunda gösterememişlerdir. Bu da, şu ana kadar sendikaların işçilere yanlış anlatılmasından, işçinin sendikaları, vekâlet verilen ve müvekkil haklarını savunan avukat gibi algılamalarından kaynaklanmıştır. Geleneksel olarak bilinen sendikacılık çizgisi, buradaki işçiler tarafından da “sendikalar gelip başımıza geçseler, bizi üye yapıp noter masraflarını karşılasalar, bu iş biter” şeklinde yaşanmıştır. İşçiler, örgütlenme ve bilinç düzeylerinin elverdiği her şeyi bir yanıyla yapmışlardır. Ancak sendikalar, işçi komitesi ile görüşmelerine ve işçilerin topluca sendikaya üye olma imkânları bulunmasına rağmen üzerlerine düşeni yapmamışlardır. Bunun olabilmesi için, mevcut sendikacılık anlayışı ve kültürünü aşan bir mücadele ve çaba içinde olmak gerekiyor. Zaten sendikal mücadelenin ileriye dönük bir hamle yapabilmesi ve yeniden inşa edilebilmesi ancak böyle sağlanabilecektir.

İşçi cephesinden ise, sendikalaşmak için bizzat işçilerin kendilerinin sorumluluk alması gerektiği, sendikanın kendileri olduğu fikrinin egemen kılınması lazım. Eylem esnasında yapılan kimi tartışmalarda bu konuşulmuş, ama genel bir eğilim haline gelmemiştir. Ciddi bir işçi hareketi yakalanmış, ancak eskimekte olan çürüyen mevcut sendikal yapıyı değiştirecek bir noktaya taşınamamıştır. Mücadelede öne çıkan işçi temsilcileri ve liderleri, sendikal mücadele ve örgütlenmeyi yeniden inşa etmenin dayanağı haline getirilememiştir. Yeni bir sendikal mücadelenin genç işçilerin omuzlarında yükseleceği ve bunun için uzun süreli sabırlı bir mücadele yürütmek gerektiği fikri yeterince bilince çıkarılamamıştır.

 

GÜNLÜK İŞÇİ BASINININ ÖNEMİ

İşçilerin eylemi her gün yalnızca Evrensel’de yer bulabildi. Günlük işçi basını, yaptığı haberlerle, her günkü gelişmeleri aktardı ve bir gün sonra nelerin yapılacağı konusunda yol gösterici oldu. Eylemin ilk gününden itibaren yanlarında olan Evrensel gazetesi, işçilerin en güvendikleri dayanak oldu. İşçiler, her gün onlara ulaşan Evrensel gazetesinde kendilerini gördü, köşe yazılarını okudu ve direnişlerini anlatan yazıları tartıştı. Birçok işçiyle röportaj yapılması, mektup alınması, işçilerle gazete arasında güçlü bir bağ kurdu. İşçilerin görüşlerini, mektuplarını ve eylemin ayrıntılarını işleyen gazete, her sabah işçilerin rehberi oluyordu. İşçiler, günlük gelişmeleri ve bir gün önce nelerin olduğunu, sabah okudukları işçi basınından takip ettiler. İşçi basınının patronlar derneği ile görüşerek ikinci gün yayınladığı patronların açıklamalarını okuyan işçiler, hemen gazete aracılığı ile patronlara cevap verdiler. İşçilerin sınıf bilincinin gelişmesi ve birleşmiş bir güçle tüm ülke düzeyinde sermayenin karşısına dikilmeleri fikrinin yaygınlaşmasında, gazetenin önemli bir etkisi oldu. Gazeteyle işçiler, kurtuluş yoluna kafa yordu, bilinç ve düşünce oluşturmada ileri adımlar attı. Serbest Bölge’de çalışan işçilerin yüzde 60’ını, zorunlu göç nedeni ile Mersin’de yaşamakta olan Kürt işçileri oluşturmaktaydı. Eylemler boyunca, Kürt işçiler, aynı zamanda Newroz haberlerini de Evrensel’den takip ettiler. Türk işçilerinin ise, hem Kürt sorununu sahiplenen, hem de işçi sınıfının sesi olan bir gazeteyle tanışmalarıyla önyargıları belirli ölçüde kırıldı. Gazete aracılığı ile işçiler, ülkenin başka yerlerindeki işçilerden haberler aldılar, onların eylem ve direnişlerini takip ederek, gazete aracılığı ile bir haberleşmeyi ve bir birlerinden öğrenmeyi sağladılar.

 

SINIF PARTİSİNİN ÇALIŞMASI, ETKİLERİ VE EKSİKLER

Mersin Serbest Bölge’de gelişen işçi hareketi, sınıf partisinin öngörülerini doğrulamıştır. Daha önce, çeşitli yayınlarda ve parti genelgelerinde, özelikle de OSB’lerde, serbest bölge gibi alanlarda özel bir çalışma yürütülmesi, bu alanlara dönük teşhir-ajitasyon faaliyetinin artırılması, işçilerin örgütlenmeleri bakımından daha girişken, daha bir özenle hazırlanmış taktikler geliştirilmesi gerektiğine dikkat çekilmişti. Sınıf partisinin, her küçük gelişmeden yaralanmayı bilen, daha sistemli ve biriktiren, sabırlı ve inisiyatifli bir taktik mücadele çizgisini ısrarla bu alanda uygulamasına vurgu yapılmıştı. Ancak, sınıf içindeki çalışmada partinin taktiğini uygulamada, günlük işlerle oyalanmama, ortalık çalışmasında kurtulma ve istikrarlı, sistemli bir çalışma yürütmede halen ciddi sorunlar yaşamaktadır.

Mersin Serbest Bölge’de aynı sorun yaşanmıştır. Partinin buraya yönelik önceden kayda değer bir çalışmasının olmayışı, sadece birkaç bireysel ilişkiyle sınırlı oluşu, bu ilişkilerin verdiği bilginin dışında geniş bir bilgiye sahip olmaması ve işçilerin ruh haliyle acil taleplerini bilecek bir pozisyonda olmaması, eylemin seyrini etkileyecek ve belirleyecek imkânlardan da yoksun kalınmasını da koşullamıştır. İşçi sınıfının kendiliğinden hareketine sonradan katılmak, işçi hareketine katılmak anlamına gelmiyor. Kuşkusuz, burada kendiliğinden hareketin önemsizliği ve küçümsenmesi anlatılmamaktadır. Vurgu yapılmak istenen, sınıf partisinin, sadece işçiler eyleme geçtiğinde onların yanında olmakla, onların eylemini yönlendirmekle, kendisini, görevini yerine getirmiş sayamayacağıdır.

Sınıf partisi, eylem esnasında asıl belirleyici olanın, işçilerin birlik ve bütünlüğü olduğunu sürekli dile getirdi, buna uygun bir tutum takındı. Parti, gerek sendikalaşma konusunda, gerekse de eylemin bitirilmesi konusunda açık yüreklilikle düşüncesini belirtmiş, doğru olanın ne olacağını açıklamış, ancak izlenecek yol ve alınacak karar konusunda işçilerin birliğinin korunmasını ve karara uyulmasını savunmuştur. Hiçbir gelişmenin işçilerin birliğini bozmaması konusunda gerekli hassasiyeti göstermiştir. Devrimci işçi partisi, Evrensel ile başlayan ilişkiyi ikinci günden itibaren partiyle devam ettirmiş, işçi kahvehanelerine giderek, işçilerle eylemin başarıya taşınmasını tartışmıştır. Türk ve Kürt işçiler, sınıf partisinin kendileriyle birlikte sabahtan akşama kadar güneşte yanıp, yağmurda ıslanarak mücadelelerinde başarılı olmaları için çaba sarf ettiğini gördüler ve partiye karşı olumlu duygular beslediler. Yine çok sayıda Kürt işçi, bir taraftan iş ve ekmek mücadelelerinde partiyi sürekli yanlarında görmüş, diğer taraftan Kürt sorunundaki duruşunu gördükçe, partiyi daha çok kendilerinden saymışlardır. Türk işçiler ise, Mersin’de düzenlenen Newroz mitinginde sadece EMEP’in Serbest Bölge işçilerinin sorunlarını kürsüden dile getirdiğini, mitinge katılan Kürt işçilerden öğrendiler. Birçok işçi parti binasını ziyaret etmiş, partililerin evlerine misafir olmuştur. Bazı işçiler, parti binasında asılı olan işçi resimlerine şaşırarak bakmış, kafalarında kurdukları ve yanlış anlatımlar üzerine oluşturdukları önyargılardan kalkarak bekledikleri partiden farklı ve kendileri gibi sade partililer ve parti binası ile karşılaşmış ve şaşkınlıklarını gizlememişlerdir. İşçiler, “solcu”, ürkütücü ve devrimci marşların çalındığı bir yer beklediklerini ifade etmişlerdir.

Bazı öncü işçiler, yaklaşan 1 Mayıs’ın “solcu bayramı” değil, işçi bayramı olduğunu ve tarihi üzerine edindikleri bilgilerden sonra, 1 Mayıs’ı komünist bayramı olarak öğrendiklerini ve sürekli olaylar çıkan bir gün olarak bildikleri, ayrıca solcuların ve Kürtlerin ülkeyi bölmeye çalışan kişiler oldukları düşüncesini belirtmişler ve ancak yanıldıklarını, Emek Partisi’nin işçilerin partisi olduğunu söylemişlerdir. Yine sınıf partisi, partili avukatlar aracılığı ile işçileri sık sık yasal hakları ve sendika konusunda bilgilendirmiş ve eyleme Mersin halkının desteğinin sağlanması için çaba sarf etmiştir.

 

SONUÇ OLARAK

Mersin Serbest bölge işçileri birçok önyargıyı kırarak, birleştiklerinde nasıl bir etki yarattıklarını göstermişlerdir. Sendikal hareketin de ancak buralardan yenilebileceği bir kez daha görülmüştür. Ancak mevcut sendikal bürokrasiyi geriletecek ve sendikalara taze bir kan akıtacak şekilde hareket değerlendirilememiştir. Bununla birlikte, sınıfın ileri kesimleri açığa çıkmış ve mücadele içerisinde eğitim görmüş ve deneyimleri artmıştır. İşçiler kitlesel bir çıkış gerçekleştirmişler, bir hafta boyunca Serbest Bölge’nin önünü miting alanına çevirmişler, ancak yenilgiyi (kuşkusuz birçok kazanım da sağlanmıştır) engelleyecek bir pozisyona geçememişlerdir. Bu sonuçta, en çok, işçilerin sendikal ve siyasal örgütlenme ve mücadele deneyim ve birikimlerinden yoksun olmaları rol oynamıştır. Bir hafta boyunca süren bu kahraman direniş bir kere daha gösterdi ki, bir süre daha işçiler, düşe kalka, yenilgiler yaşayarak ilerleyecek, nehirler yataklarına er geç nasıl ulaşırlarsa, hedeflerine öyle ulaşacaklardır.

Son olarak, şu noktalara dikkat çekerek bitirmeliyiz:

1. Mersin Serbest Bölge, bir yanıyla düzensiz, kuralsız çalışma koşullarının olduğu ve buna bağlı olarak işçilerin sürekli bir yerden çıkıp başka bir yerde işe girdikleri bir yerdir. Aynı zamanda burası, yolsuzluk ve kara para aklamayla anılan, “Buffalo” gibi kimi kaçakçılık operasyonlarına da haber konusu olmuştur. Bu nedenledir ki, atılan 500 işçi, bir süre sonra yeniden patronlar tarafından işe çağrılmıştır. Diğer sendikalaşan işyerlerinde bunu görmek mümkün değildir. Bu eylemler içerisinde öne çıkmış ileri işçiler, yine üretimin başına geçmişlerdir. Genç işçilerin gerek sınıf partisi olarak örgütlenmeleri, gerekse sendikalaşmaları açısından bu durum bir avantaja çevrilmeli ve serbest bölgeye dönük günlük istikrarlı bir çalışma gerçekleştirilmelidir.

2. Serbest Bölge’deki işçilerin ezici bir çoğunluğu gençtir. Sınıf mücadelesi ve tecrübesinden yoksundur. İşçilerin yarısı Kürt kökenli ve ulusal kurtuluş mücadelesinden etkilenen gençlerdir. Bir diğer yarısı ise Türk’tür ve çoğunlukla ilçelerden gelip üretime katılmış, Türk milliyetçiliğinden etkilenmiş gençlerdir. Üstelik eylem içerisinde konuşan bu gençler, öncesinde Ülkü Ocakları’nın işyerlerinde örgütlendiğini belirtmişlerdir. İşyerlerinde reisler belirlenmiş, ama bir süre sonra, kimi kirli işler nedeniyle bu gençlerin önemli bir bölümü ocaklardan kopmuştur. Oylarını ise, çoğunlukla Genç Parti’ye vermişlerdir. İşçilerin talepleri için yapılan eylemde kardeşleşme sağlanmış; Kürt genç işçiler, eylemin meşruluğunu da düşünerek, milliyetçi düşünceden gençlere eylemin sözcülüğünü bırakmışlardır. Bunlar, geleceğe yönelik önemli göstergelerdir ve doğru yaklaşıldığında –ki hak arayışındaki işçilerin tutumları bu doğrultuda olmuştur–, işçilerin mücadeleci birliklerinin sağlanmasının, bu süreçte milliyetçi vb. önyargıların kırılmasının nesnel dayanaklarının güçlülüğüne işaret etmektedir.

3. Olağan bir günde sorulsa, “serbest bölgeden bir şey çıkmaz” diye yanıtlayan partililer ya da kimi sendikacılar, eylemler patladığında hızla harekete geçmişler ve serbest bölge etrafında bir mücadele birliği örgütlemeye çalışmışlardır. Eylemlerin durulduğu bu dönemde, eylemlerde ortaya çıkan ileri öncü işçilere dayanarak yürütülecek günlük bir çalışma, hazırlık ve güç biriktirme faaliyeti, aynı zamanda, çalışma tarz ve alışkanlıklarımızın da yenilenmesini zorunlu kılmaktadır.

Söyleşi Prof. Pablo Miranda: “Latin Amerika’da Değişim İsteği Rüzgarı”

Günümüzde dünyada Latin Amerika’ya olan ilgi artmış durumda. Bu, Türkiye’de de böyle. Hemen tüm Latin ülkelerinde halk hareketi gelişmiş durumda. Bir “Latin Rüzgarı”ndan söz ediliyor. Bugünkü duruma yol açan Latin Amerika’daki nesnel koşullardan söz eder misiniz?

Uluslararası komünist hareketin organı olarak yayınlanmakta olan Birlik ve Mücadele’nin yeni çıkacak olan sayısında Latin Amerika’daki gelişmelerle ilgili genel bir değerlendirmemiz yer alacak.

Öncelikle söylemeliyim ki, Latin Amerika kıtanın güney yarısı ve çok sayıda ülkeden oluşuyor. Bunun anlamı şu: Her ülkenin kendine özgü sorun ve koşulları var. Kuşkusuz, ortak sorunları da var; bunlar, kapitalizmin egemenliği ve özel olarak Amerikan emperyalizminin bölgedeki egemenliği ile ilgili.

L. Amerika’daki tüm ülkeler kapitalist ülkelerdir. Tümü bağımlı ülkelerdir. Her bir ülkedeki üretici güçlerin gelişme düzeyinde farklılıklar var. L. Amerika burjuvazileri bağımsız burjuva sınıflar olarak gelişme göstermedi. Varlıkları ve gelişmeleri, başta Amerikan emperyalizmi olmak üzere emperyalizme bağlı oldu. Arjantin, Brezilya ve Meksika’yı hariç tutarsak, diğerlerinin kapitalist gelişme düzeyi ileri değil. Ancak bu üç ülkenin burjuvazisi de yabancı sermaye ile içli-dışlı oldu. Brezilya ve Arjantin, ABD ile Avrupa arasında gidip-gelerek alternatif arayacak kadar bir iç dinamiğe sahip. Dolayısıyla Brezilya ve Arjantin’de Amerikan emperyalizmine bağımlı kesimlerle Avrupa (özellikle Almanya, Fransa ve son yıllarda İspanya) yanlıları arasında farklılıklar, çelişmeler ve çekişmeler var. Bu koşullarda bu ülkelerde farklı gelişmeler oluyor.

Küba Devrimi’nden sonra, emperyalistler, bölge ülkelerindeki askeri diktatörlüklere (kişisel değil, kurum olarak askeri diktatörlüklere) destek verdi. Bu emperyalist eğilim ’80’lere kadar sürdü ve giderek ortadan kalktı. Özellikle Amerikan emperyalizminin temel yönlendirmesi buydu; ancak J. Carter’le birlikte Latin ülkelerinde “temsili demokrasi”ye dönüş süreci başladı. Bu yöndeki gelişme her ülkede farklı yol izledi. Genellikle seçimler, referandumlar vb. biçimler alarak üstten, bazı durumlarda da halkın mücadelesi üzerinden alttan ilerleyen süreçler oluştu.

Son düşen Pinochet diktatörlüğü oldu. Pinochet’in tümüyle düşüşü ile askeri diktatörlüğün düşüşü arasındaysa 14-15 yıl var. “Demokratikleşme” yönündeki gelişmeler bu araya yayıldı.

Hemen tüm Latin ülkeleri başkanlık sistemi ile yönetiliyor. Çoğu ülkelerde iki partili sistem var: liberal ve sosyal-demokrat partiler. Bir parantez açarak komünist partilerden söz edersek; komünist parti hemen hiçbir ülkede yasak değil, ama hiçbirisinde ciddi büyüklükte güçler oluşturmuyorlar. Genellikle ’30’lu yıllarda kuruldular, ancak büyük ve güçlü partiler olamadılar. En güçlüleri, Şili, Venezüella, Uruguay partileri oldu. Brezilya’nınki büyük bir parti sayılabilir. Arjantin partisi de. Ancak bu iki ülkenin büyüklüğü açısından bakıldığında büyük sayılamazlar. Meksika’daysa hep küçük ve bölünmüş halde bir parti görürüz.

Son yıllarda ise, radikal küçük burjuva kesimler, orta tabakalar öne çıkıyor. Siyasal reformlar ve sosyal değişim istiyorlar. Aynı zamanda devrimci şiddetin gereksiz olduğunu söylüyor ve “değişimleri” barışçı yoldan gerçekleştirmeyi öngörüyorlar.

’70’li, ’80’li yıllarda hemen tüm ülkelerde silahlı mücadeleler yürütüldü ve tümü başarısız oldu. Ancak aynı zamanda neo-liberal politikalar da halkın sorunlarını çözemedi, tersine çelişkileri ağırlaştırdı.

Dünyada ve L. Amerika’da sosyalizm yenilip geriye düştüğü için “demokratik reformlar” politikası güçlü bir taban bulabiliyor. Tüm L. Amerika’da çok geniş kesimler içinde etki yaratan bir akım oldu bu. Biz, bu akım ya da eğilimi yurtsever, demokratik ve sol bir eğilim olarak niteliyoruz. Sol diyoruz; çünkü biz kendimiz de varız bu hareketin içinde. Demokratik, ulusalcı, reformcu, kalkınmacılarla Hıristiyanlıktan etkilenenler, hatta Hıristiyan kurtuluş teolojisi savunucuları, burjuva sol, iradeci küçük burjuva sol, revizyonistler.. Ve proleter devrimci sol – tümü bu hareketin yelpazesi içinde yer alıyor ve bu akım ve hareket tüm L. Amerika ülkelerinde var. Seçim süreçlerinde ifadesini bulan bir eğilim bu. Bazı ülkelerde bu eğilim daha radikal sol, başka bazılarındaysa daha çok sosyal-demokrat bir görünüşe bürünüyor. Aynı zamanda bu eğilim birçok ülkede seçimleri kazanmış ve hükümet olmuş durumda.

Bu yönüyle Latin ülkelerini soldan sağa şöyle sınıflandırabiliriz: Venezüella, Bolivya, Ekvador, Nikaragua, Brezilya, Uruguay. Arjantin ve Şili’yi katmıyorum. Onlar farklı biraz; emperyalizmle diyalog tutumuna sahipler. Hareketin üzerinden ve ona dayanarak değil, harekete karşı tutum açıklayıp işbaşına gelen önderliklere sahipler. Arjantin’de örneğin hükümet olanlar Peronistler. Ve sözünü ettiğim eğilim, Arjantin’de hükümette değil. Ana gövde dışarıda. Bazı eski gerilla önderleri Arjantin’de başkan olan Kirchner’e destek veriyor Daha çok Maocuların etkili olduğu kesim ise karşı.

Şili’de Bachelet yönetimi uzlaşma üzerine oturuyor; sosyal demokrat parti ile Hıristiyan demokratların ittifakına dayanıyor. Almanya’daki gibi.. (Pinochet yönetiminden “temsili demokrasiye) “geçiş dönemi”ne eşlik edenler hükümette şimdi. Şili’de sol eğilimi temsil edenler ise bir blok olarak seçimlere katıldılar ve yüzde onun üzerinde oy aldılar. Hükümete karşı sınıf mücadelesi yürüten bir kesim oluşturuyorlar. Buna karşın, Şili ve Arjantin’deki hükümetleri emperyalizmin şartsız destekçileri olarak da nitelememek gerekiyor.

Meksika, Kolombiya ve Peru gibi ülkelerde de bu sol akım seçimlerde iyi sonuçlar aldı.

Bu akım, sadece hükümette olmayı hedefleyenlerden oluşmuyor, devlet olanlar da var: Küba ve Chavez’in Venezüella’sı.

Venezüella’nın önemli maddi kaynakları var. Özellikle petrol zenginliği. Ve petrol fiyatlarının yükselmesi ona önemli imkanlar sağlıyor. Amerika’ya alternatif bazı ekonomik ilişkiler içine girmelerine imkan sağlıyor. Örneğin, Venezüella Latin Bankası’nı kurdu. Hissedarları arasında değişik Latin ülkeleri yer alıyor. Ekvador bunlardan biri. Dünya Bankası’nın bölge versiyonu olan ABD’nin kontrolündeki İnter Amerikan Kalkınma Bankası var eskiden beri. Latin Bankası, buna alternatif olarak kuruldu.

Bolivya-Venezüella-Arjantin arasında bir doğal gaz ağı kurma projesi var. Bolivya’da önemli doğal gaz kaynakları var. Önceden boru hattı da var. Hat, özel şirketlerin elinde. Şimdi alternatif geliştirilmek isteniyor.

Güney Amerika Ulusları Birliği girişimi, bir diğer Latin ülkeleri arası işbirliği girişimi. Bu, salt politik işbirliği düzeyinde bir çalışma.

Bütün ülkelerde devrimci güçler var ve aktif olarak mücadele yürütüyorlar. Marksist-Leninist partiler olarak, Latin Amerika’nın altı ülkesinde örgütlü güçlerimiz var: Meksika, Dominik, Brezilya, Kolombiya, Şili ve Ekvador. Diğer bir dizi ülkede devrimci gruplarla ilişkilerimiz var ve gelişiyor. L. Amerika işçi sınıfının öncü-yönetici rolünü yeniden kazanması yönünde adımlar attığımızı söyleyebilirim. Örneğin son yıl içinde Arjantin, Brezilya, Meksika, Kolombiya ve Ekvador’da genel grevler yaşandı. Bu ülkelerde işçiler sendikalara yeniden yönelmeye başladılar. Köylülük içinde ve köylülerin harekete katılmalarında yeniden canlanma görülüyor. Tüm Latin ülkelerinde toprak reformu yapılmış olmasına rağmen, toprak sorunu çözülmüş değil. Pek çok ülkede toprak reformu talebi var ve yükseliyor. Emekçi köylülüğün önemli kesimleri Amerikalar Serbest Ticaret Antlaşması’na ve dolayısıyla doğrudan emperyalizme karşı mücadele içindeler. Bu anti-emperyalist demokratik mücadele içinde gençlik de önemli bir yer tutuyor. Bir diğer kesim ise, yerli halklar: Özellikle Bolivya, Ekvador ve Peru açısından. Guatemala ve Meksika’da da etkililer.

Eklemek gerekirse, L. Amerika’da (Arjantin, Peru ve Uruguay gibi ülkelerde) Maocuların belli bir etkisi var. Yine Trotskistlerin de Bolivya, Venezüella, Arjantin ve Meksika’da benzer bir etkilerinden söz edilebilir.

Halk hareketinin gelişme dinamikleri ve özellikleriyle ilgili söyleyecekleriniz?

– Şöyle genelleyebiliriz: Halk hareketi, genel hedefleri açısından bakıldığında, neo-liberalizme karşı muhalefet (özellikle devlet işletmelerinin özelleştirilmesine karşı çıkış), devletin eğitim ve sağlık alanındaki görevlerini terk etmesine karşı tepki, dış borç yüklerine karşı tepki, hükümet etme biçimlerine (rüşvetçilik, yolsuzluklar vb.) karşı tepki üzerinde yükselmektedir. Burjuva kurumları önemli ölçüde prestij yitirmiş durumda ve farklı hükümet etme biçimi istekleri gündeme gelmektedir. Genel kanı, neo-liberal devletin iflas ettiği yönünde. Geleneksel burjuva partilerin geleceğinin olmadığı ve yenilerinin kurulması gerektiği, yine bir diğer genel kanı. Buradan, anti-Parti yaklaşımlar, “Yurttaş Hareketi” türünden “sivil toplumcu” teoriler çıkıyor. Bunlar, idealist, gerici tezler. Ama, yenilik adına ilgi de çekiyorlar. Bunlar, aynı zamanda, sosyalizme alternatif olarak ileri sürülüyor ve sözde sosyalizmin demokratik olmadığından hareketle gündeme getiriliyor.

Özellikle orta kesimlerde, ama aynı zamanda emekçi tabakalarda da böyle bir değişim fikri doğmuş durumda. Ortak istem, varolanı değiştirmek. Sorun ise neyin değiştirileceği ve yerine neyin konulacağında.

Sosyal ve politik karakterli hareket ileri boyutlar kazanmış durumda. Tüm sosyal kesimleri içine alan bir hareket. Sendikal hareketten öteki emekçi kesimlerin, köylülerin hareketine kadar. Seçimlerde alternatifler sunarak, tüm sosyal kesimlerin hareket biçimlerinde ifadesini buluyor. Hareket içinde oluşmuş partilerle seçim başarıları kazanıldı. Burjuva partilere karşı yöneltilmiş etkili bir söylem var. Aynı zamanda partilere karşı ve ülkelerin politik yaşamlarının yenilenmesi söylemi var ve etkili.

Hareketin bir başka önemli özelliği, her ülkede etrafında birleşilen bir şefin, liderin varlığı. Bunlar değişik toplum kesimlerinden geliyorlar. Chavez asker, Morales bir köylü gerilla lideri, Rafael Correa (Ekvador) küçük burjuva entelektüel, bir iktisatçı, Vazquez (Uruguay) eski sol sosyal demokrat partinin lider kadrosundan, Lula eski bir sendikacı. Liderlerin kişilikleri ve özellikleri, hareketin aldığı örgüt ve mücadele biçimleri üzerinde etki sahibi.

Kirchner’in içinden geldiği Arjantin’deki Peronist parti, geçmişte Menem’in partisiydi ve içinde iki kanat var (sağcı Menem ve solcu Kirchner kanatları). Menem halk hareketine karşı tutum aldı. Kirchner ise, halk hareketini kullanarak hareket etti. Bazı ulusalcı duygulara da seslendi. Örneğin IMF’nin katkısı olmadan Arjantin’in kendi ayakları üzerinde durması gerektiği iddiasında bulundu. Borçları ödedi. Ve ötesine geçmedi. Esaslı reformlar bakımından bir etkinliği olmadı. Ama örneğin yoksullara yardım dağıtımına yöneldi.

Şili’deyse, Bachelet açıktan “demokratik reformlar” ve düzeni devam ettirme söylemiyle hükümete geldi. “Şili Mucizesi” olarak adlandırılan Şili kalkınma modeli, oysa, neo-liberal uygulamadan başka bir şey değil. Bachelet Programı da bunun ötesine geçmedi. Ama Şili işçi sınıfı ve emekçilerinin mücadelesi onu bazı adımlar atmaya zorluyor. Örneğin sosyal güvenlik ve eğitim alanında. Pinochet zamanında sosyal sigortalar tümüyle özelleştirilmişti. Emekliliğinde işçi çok düşük bir emekli ücreti alıyor ve emeklilik kasalarında biriken fonlar sermayeye aktarılıyordu. Emekçiler içinde sosyal sigortanın yeniden kamuya devredilmesi yönünde güçlü bir talep vardı ve hükümet bu talebi dikkate almadan edemedi. Benzer bir durum Arjantin’de var ve orada hatta daha ileri adımlar atıldı. Ekvador’da sosyal sigorta zaten özelleştirilememişti.

Meksika’da Marcos ve Zapatistlerle Brezilya’daki Topraksızlar Hareketi konusundaki düşünceleriniz?

Chipas’taki Zapatist hareket başlangıçta büyük etki yarattı. Meksika ile sınırlı kalmadı bu etki. Zapatistlerin yönetici kadrolarının bir kısmı Maocu eğilime sahipti. Önerileri, talep ve programları bir değişim programı değil, iyileştirmeler, reform programı. İlk başlarda silahlı mücadele yöntemlerine başvurdu, ama hemen terk ettiler. Ulusal, kültürel ve yerel taleplerle hareket ediyorlar. Onlar da, “sivil toplum” ve “yurttaş hareketi” gibi yaklaşımlar sahipler. Meksika ve L. Amerika’daki hareketi etkileyecek güçleri yok. Başlangıçta güçlü bir anti-emperyalist etki yarattılar, ama giderek pozisyon ve etkilerini yitirdiler. Son başkanlık seçimlerindeki tutumlarını “boş oy verme” çağrısı yaparak ortaya koydular, ancak tabanları Obrador’a oy verdi. EZLN yerel bir güç ve Chipas’ta birçok belediye ellerinde. Meksika’nın ulusal politika platformunda ise hem güç he prestij kaybettiler.

Brezilya’daki Topraksızlar Hareketi’ne gelince, bu hareket, topraksız yoksul köylüleri bir araya getiren bir hareket. Önemli etkinlikler gerçekleştirdi. Bu mücadele ile bazı bölgelerde toprak dağıtımları gerçekleştirildi. Bazı bölgelerde büyük toprak sahipleri ve hükümet güçleriyle çatışmalara girdiler. Ancak bu hareket, baştan itibaren Lula’nın yandaşı oldu. Onun önemli dayanaklarından biriydi. Bağımsız bir politik güç değildir. PT (Lula’nın İşçi Partisi), kendi içinde değişik akımlara izin veren bir parti. Kendilerini “ikinci kat partisi” olarak değerlendirirler. Trotskist, anarşist… bir dizi akım var içlerinde. Solcuların en güçlü olduğu hareket ise topraksızlar hareketidir. Alternatif bir sosyal-ekonomik hareket örgütleme iddiasıyla ortaya çıktılar. “Öz-yönetim” talebiyle çıktılar. “Sivil toplumcu” yaklaşımlara sahipler. Zaten kendileri de “sivil toplum”un parçası durumundalar. Lula hükümet olup önemli kaynakları elinde tutması ve NGO’ların da yoğun destek ve etkisiyle, topraksızlar hareketi, başlangıçtaki pozisyonunu bile yitirerek etki altına girdi. Köylülere yönelik özel bir eğitim ve sağlık sistemi gerçekleştirilmesini istemişlerdi. Ancak bu yönde elde ettikleri küçük deneylerden öteye gitmedi ve Lula’nın hükümet olması sonrasında güç yitirdiler.

Sözünü ettiğiniz sol akım ve hareket karşısında komünistlerin pozisyonu nedir, hangi yönlerden destekliyor, hangi yönlerden eleştiriyorlar? Özellikle Küba ve Chavez’e ilişkin değerlendirmeniz nedir?

Tek tek ülkelerde farklılıklar olabilir; ancak genel olarak komünistler bu akımın içinde yer alıyorlar. İlişkiler, değişik şekiller alabiliyor. Örneğin biz içindeyiz bu akımın ve Correa’nın desteklenmesi çağrısı yapıyoruz. (Sağcı multi-milyoner rakibi yüzde 26 oy alırken, Correa, seçimlerin ilk turunda yüzde 22 oy almıştı. Bir ay sonra Kasım’da yapılan ikinci turda Correa’nın oyları yüzde 56’ya yükseldi. Aradaki kısa süre büyük bir kutuplaşmaya sahne olmuştu. Parlamentoda hiç milletvekili bulunmayan Correa, birkaç ay sonra kurucu meclis önerisiyle gittiği referandumdan yüzde 80 oy alarak çıktı.) Hükümette değiliz, ama en üst yetkilileriyle ilişkilerimiz var. Farklılıklarımız olmakla birlikte, hareket içinde birçok ortak yaklaşımlarımız oldu. Correa, sosyalizmden yana olduğunu, ama Ortodoks sosyalizmi istemediğini söylüyor. Bazı durumlarda bizim hareketimizle (MDP) bağlantıları olmadığını söylemek zorunda kaldı, başka bazı durumlarda ise stratejik müttefik olduğumuzu söylüyor. Birçok bakımdan karşılıklı çatışma içinde değiliz.

Öte yandan farklılıklarımız var. Örneğin Ekvador’da dolarizasyon uygulanıyor. Biz buna karşı çıktık, o savunuyor. Stratejik hedeflerimiz bakımından ayrışıyoruz. Biz işçi sınıfı ve halkın iktidarını savunuyoruz; Correacılar, moral ve politik değişimlerden, düzenin iyileştirilmesinden, reformlardan yana olduklarını söylüyorlar. Önümüzde Kurucu Meclis seçimleri var ve burada ayrılıklarımız daha net görülecek. Büyük bir ihtimalle Correa çoğunluk sağlayacak. Biz bu Meclis’te mümkün olduğunca çok sayıda yer almaya çalışacağız Bizim bugünkü Meclis’te üç milletvekilimiz var, Correa’nın ise hiç yok ve Kurucu Meclis’e parti ile katılacak. Oluşturduğu partinin adı, “Dayanışma İçinde Halk” anlamına geliyor. Özellikle sınıf içindeki çalışmamızda, Correa ile farklılıklarımız açısından (halk iktidarı-iyileştirmecilik) aydınlatma çalışması yürütüyoruz. Devrim, sosyalizm ve halk iktidarından, sürece işçi ve emekçilerin bağımsız politikalarıyla örgütlü katılımından söz ediyoruz. Ekvador’daki süreç dinamik bir süreç. Hareketli bir ülkeyiz şu anda. Sağcı oligarşinin geleneksel partileri muhalefetteler. TV ve basını, medyayı ağırlıkla onlar kullanıyor. Parlamentoda da çoğunluk onlarda. Şimdiye kadar bu güçlerine dayandılar; ama sokakta da karşı karşıya gelme durumunda olacaklar. Sokaktaysa güç olan iki parti var: Correa’nın partisi ve biz. Birlikte hareket ediyoruz. Bazı eylemlerde biz, bazılarında onlar çoğunluk oluyor. Sendikal harekette de önemli mevzilerimiz var. Correa’nın sempatizanları da tüm sendikalarda var. Önümüzdeki sendikal seçimlerde Correacılarla karşı karşıya geleceğimizi biliyor ve bugünden bunu gözeterek çalışıyoruz.

Geçmişte partinin karşısında revizyonistlerin ve gericilerin koalisyonu vardı. Şimdi anti-Parti akımın içine Correacıların da girmesi, hatta egemenliği ele geçirmeleri mümkündür. Sendikal cephede ortak hareket etmenin oldukça zor olacağını düşünüyoruz. Örgütlü halk hareketi içinde Correacılarla rekabet içindeyiz. Sendikal hareket içinde de etkin haldeler, ancak yeni bir hareket olduklarından, örgütsel mevzileri yok. Yakın zamanda üç sendikada seçim oldu. İkisinde aday göstermediler, biz kazandık. Üçüncüsünde (kamu emekçileri sendikası) gericiliğe karşı ittifak oluşturduk; Correcılar da içinde yer aldı. Biz, eskiden yönetimde yoktuk, şimdi üç kişiyle girdik yönetime. Ağırlıklı güç olanlarsa, doğrudan Correa’nın partisinden olmayan, ama ona sempati ile bakanlar. Biz harekette kendi kimliğimizle yer alıyor ve hareketin ilerlemesi için çalışıyoruz. Hareketin genel gelişmesi sürecinde kendi güçlerimizin de gelişmesini gözetiyoruz. Bazı arkadaşlarımız, “hareketin içindeyiz, hızla yönetimi ele geçiririz” iddiasındalar. Amaç kuşkusuz bu, ama kolay olmadığını bilmek gerek; kendi içimizde bu yönde tartışmalarımız oldu.

Bizdeki türden gelişmeler diğer ülkelerde de yaşanıyor. Şilili yoldaşlar son seçime bu akımı oluşturan güçlerin ittifakıyla girdiler. Kolombiya’da da böyle oldu: İttifaka katıldılar. Alternatif demokratik cephe olarak seçimlere girdi muhalifler. Yoldaşlarımız bazı bölgelerde bu cephenin sözcülüğünü yaptılar. Brezilyalı yoldaşlar ikinci turda Lula’yı destekledi. Şu anda Brezilya’da büyük bir hareket yok. Hareket durgun. Dominik Cumhuriyeti’nde bu yönde, güçleri birleştirip ortaklaştırma yönünde adımlar var. Orada da mevziler kazanmak önemseniyor. Meksikalı yoldaşlar da bu eğilimdeki hareketin içinde yer alıp destekliyorlar. Bu seçimde Obrador’u destekleme çağrısı yapmadılar; seçim hileleri ve hileli seçime karşı hareketin içinde yer aldılar.

Uluslararası planda da bu hareketi destekliyoruz. Bu hareketin içinde, alternatif hükümetler, halk hareketleri ve hatta bazı yerlerde silahlı hareketler de yer alıyor. Küba Devrimi’ne desteğimizi ifade ediyoruz. Chavez Hükümeti’ne ve Venezüella’daki sürece destek veriyoruz. Morales ile ilgili tutumumuz da benzer. Diğerleriyle ilgili, alternatif hükümetler olmalarından daha başka bir şeyi temsil etmediklerini söylüyoruz: Brezilya, Arjantin gibi.. L. Amerika’da bir sol rüzgar esmektedir. L. Amerika’da şöyle deniyor: “Genel olarak bir sol rüzgar esmektedir. Eksenini Havana-Caracas-La Paz oluşturuyor. Bizse karşılık olarak şunu söylüyoruz: Evet, L. Amerika’da bir değişim isteği rüzgarı esmektedir. Bu rüzgar işçi sınıfı, emekçiler ve gençlerden gelmektedir. Değişim isteğini yansıtmaktadır. Hükümetler olarak, yurtsever, demokratik ilerici hükümetler vardır. Dolayısıyla L. Amerika’da bugün güç ilişkileri farklı biçimde oluşmaktadır. Örgütlenmek ve devrim yapmak için koşulların daha uygun olduğunu söyleyebiliriz. Önemli olan, stratejik hedeflerimizi yitirmeksizin, bu dalgalı denizde nasıl ilerleyebileceğimizi bilmektir. Bu bakış açısıyla bu hareket içinde yer almanın zorunlu ve devrimci olduğunu düşünüyoruz. Önceleri böyle bir deneyimiz olmadı. Mücadele içinde öğreniyor ve yolumuzu açıyoruz. Kuşkusuz yanılgılarımız olabilir. Mesele yanılgıya düşmek değil, önceden bilinen konularda yanılgılara düşmekten kaçınabilmektir.

Küba ve Chavez’in sosyalizmle ilişkisi nedir?

Küba Devrimi’ni anti-emperyalist bir devrim olarak niteliyoruz. Başından beri ve bugün önemli zorluklarla karşılaştıklarını ve bunları aşmak için mücadele ettiklerini biliyoruz. Kübalı devrimciler baştan itibaren sosyalizmi gündemlerine almadılar. İktidarı aldıktan sonra, Amerikan emperyalizmine karşı mücadelede Sovyetler Birliği yanlısı tutum aldılar. Ama aynı zamanda Kübalılar, özellikle L. Amerika’da ortaya çıkan tüm devrimci hareketlere destek verdiler. Küba yöneticileri, iktidarı aldıktan bir süre sonra, Küba’nın sosyalizme doğru gittiğini iddia Küba Komünist Partisi’ni kurdular ve Kruşçev revizyonizmi ile ilişki geliştirdikçe, bunu daha yüksek sesle ilan ettiler. Küba’da yapılan ekonomik ve sosyal reformlar ilericidir. Amerikalı emperyalistlerin mülklerine el kondu. Toprakların ezici çoğunluğu köylülere dağıtıldı. Toprakların yüzde 80’i devlet çiftlikleri durumuna geldi. Kamu mülkiyeti. Yüzde 17’si ise kooperatif mülkiyeti. Sadece yüzde 3’ü özel mülkiyetti. Emekçi kitleler ve gençler giderek daha çok sosyalizmden söz etmeye başladılar. Biz, Küba’da halk devrimi gerçekleştirildi ve sosyalist idealler güden bir devletin inşasına girişildi diyoruz. Ancak gerçekleşen bir sosyalist devrim değil; Küba’da sosyalizm inşa edilmedi. S.B. dağıldıktan sonra Küba’nın aldığı yardımlar kesildi. Yönetim ve halk, buna rağmen, devrimi ayakta tutabildiler. Zor bir dönemden geçtiler ve önemli zorlukları aştılar. Bu denemde, önceden sağlanan iktisadi bazı ilerlemelerden geriye düşüldü. Örneğin, önceden devlet mülkiyetinde olan toprakların kooperatif mülkiyetine, kooperatif mülkiyetinde olanların özel mülkiyete kayışı yaşandı. Şimdi yüzde 30’u özel mülkiyette. Sanayide yabancı sermayeye izin verildi. Özellikle turizm sektöründe. Ama başka sektörlerde de. Küba’da yatırım yapmayı kabul eden şirketlerle Küba devleti ortak şirket kuruyor. Yatırım ve teknolojik gerilikleri bakımından anlaşılabilir denebilir. Örneğin orta öğrenim öğrencileri, öğrenimlerinin yanı sıra üretime de katılıyorlardı. ’90’lı yılların başından başlayarak bir değişim yaşandı. Eskiden tüketime yönelik sanayi üretimine katılan öğrencilerin vasıfsız emekleri dolayısıyla ürünün heder olduğu düşünülerek, ağırlıkla öğrenciler tarafından yapılan işler (toplama, ambalajlama…) yabancı şirketlere verildi. Özetle, zor koşullarda ayakta kalmayı başaran anti-emperyalist halkçı bir devrim. Küba halkını, devrimi yapan ve ayakta tutan bir halk olarak takdir etmek gerek. Ama sosyalist bir devrim olmadığı belirtilmelidir.

Özellikle Chavez’in danışmanı H. Dieterich tarafından öne sürülen “21. yüzyıl sosyalizmi” önermesini de kapsayarak, Chavez hareketini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Dieterich, Venezüella sürecine sonradan katılan bir kişi. Chavez’in etrafında bulunanlardan biri ve Chavez görüşlerine değer veriyor. Ancak Chavez’in görüşlerinin onun görüşleriyle çakıştığını söyleyemem. Ki Dieterich’in görüşleri de giderek değişiyor. Geçmişte Meksika’dayken söyledikleriyle şimdi Chavez hareketi içinde söyledikleri arasında farklılıklar var. Chavez, araştırma ve tartışmaya açık bir kişilik sergiliyor. Arayış içinde. Araştırıyor, tartışıyor, dinliyor ve söylemlerini tümü üzerinden kuruyor. İsa’ya inandığını söylüyor, vaftiz törenlerine katılıyor. Aynı zamanda Komünist Manifesto’yu da övüyor; büyük eser olduğunu ve incelenip uygulanması gerektiğini söylüyor. Che’yi, Ho Chi Minh’i, hatta Trotsky’i öven konuşmalar yapıyor. Tam oluşmuş bir görüşü yok, oluşturuyor. Simon Bolivar ve Jose Marti, ona göre, büyük sosyalistler. Mücadeleci bir köylüyü de sosyalist olarak görüyor. Dolayısıyla “21. yüzyıl sosyalizmi”nin lafı var, ama kendi ortada yok. Fikren de yok henüz. Yüz kişi “21. yüzyıl sosyalizmi”nden bahsetse, yüzünün de tahlili farklı olur. Üzerinde birleştikleri noktalar olur kuşkusuz. Örneğin sosyalizm adına bugüne kadar yapılanların anti-demokratik olduğunda hemfikirler. “21. yüzyıl sosyalizmi”nin ana ekseni demokrasi. “21. yüzyıl sosyalizmi”nin demokrasi anlayışında sınıflara yer yok. “Yurttaşlık”la ilgili öteki teorilere, “sivil toplumculuk”a çok benziyor. Tüm taraftarlarının üzerinde anlaştığı bir diğer temel konu, devlet mülkiyetine karşı olmaları; istedikleri “sosyal mülkiyet”tir. Onlara göre, 20. yüzyıl sosyalizminde yenilgiye uğrayan devletçiliktir. Venezüella’da artı-değerin halka aktarılması görüşü revaçtadır. Gerçekteyse başka türlü oluyor. Venezüella petrol şirketi, en büyük devlet şirketi. Kamu işletmesi olmasına rağmen, kârlarının devlet kasasına gitmesi yerine sağlık, eğitim vb. alanlarında kurulmuş “misyonlar”a (vakıf türü örgütler) gitmesi öngörülüyor. Bu oluyor da; ama bazı ellerden geçtikten sonra. Bu “misyon” denilen kuruluşların, bakanlığın yanı sıra, kendi yukarıdan aşağı hiyerarşileri var. Önemli mali destekleri var ve yoksullara yardımları örgütlüyorlar. Birçok bakımdan halk tarafından takdir ediliyorlar, yönetimin de dayanakları arasındalar.

Chavez bir yandan bunları yaparken, öte yandan eski devletini koruyor. Büyük bir lider. Emekçilere, halka doğrudan sesleniyor. Amerikan emperyalizmine, kendi oligarşisine karşı çıkıyor, halka gidiyor. Politikalarına ve şahsına büyük bir sempati doğmasını sağladı. Bu nedenle “çokluk”la konuştuğunu, “çokluk”un da kendi adına (Chavez adına) konuştuğunu söylüyor. “Çokluk” teorisi Negri’den alınma. Chavez, her yandan aldığı fikirlere kendi motiflerini ekliyor.

Şimdi gündemde olan Birleşik Sosyalist Parti’nin kurulması. Neden kurulmasına çalışılıyor?

Chavez’in daha ileri adımlar atabilmesi için bir partiye ihtiyacı olduğu söyleniyor. Şimdiki partisi olan “Beşinci Cumhuriyet Partisi” bunun için yetersiz. Hem yozlaşmış bir parti, hem de içinde çok sayıda fraksiyon barındırıyor. Bu partiyi arındırmak, Chavez’e zor bir iş olarak göründü. Beşinci Cumhuriyet Partisi’nin yanında, onunla ittifak edip hükümette yer alan üç parti daha var sözü edilebilecek. Her birinin kendine özgü çizgileri var ve Chavez’in gösterdiği yönde çalışıyorlar. Chavez, yeni parti ile, tümünün kendi görüşleri doğrultusunda hareket etmesini sağlamak istiyor. Bu dört parti bir araya gelip yeni bir parti kursun deniyor. Tümü kendini feshederek kurulacak partinin yeni ve tüm Venezüella tarihinin en demokratik partisi olmasını ve her ilerici grubun içinde yer almasını hedefliyorlar. Chavez’in söylediklerini esas alan bir parti, Venezüella’da tek parti yönetimine geçiş anlamına gelmeyecek, diğer burjuva partiler varlıklarını sürdürecekler. Ancak hükümette yer almak isteyen tüm partiler kendilerini feshederek bu partiye katılacaklar. Bu partide ne egemen olacak? Kuşkusuz Marksizm değil; eklektik bir yaklaşım, reformculuk, küçük burjuva devrimciliği vb. İyi niyetli yaklaşımlara rağmen durum bu.

Hareket içinde iyi niyetli kesimler olmakla birlikte, fırsatçılar (orta ve hatta büyük işletme sahipleri) toplanacak bu partide. Partide “21. yüzyıl sosyalizmi”nin sadece lafı olacak.

Şu anda –içeriği bir yana– ortaya çıkışı olumlu yönde etki yapıyor, politik perspektif açısından bakacak olursak. Bu haliyle de olsa sosyalizmden söz edilmesi, devrimci mücadelenin gelişimi açısından olumlu yönler taşıyor. İçeriğinden bağımsız olarak, işçi ve emekçiler arasında sosyalizm fikrinin güncelleşmesi açısından.. ’90’lı yıllardan sonra, sosyalizmden pek söz edilmediği, Marx, Engels, Lenin ve Stalin’in revaçta olmadığı, eserlerinin bulunamadığı ve ilgi çekmediği koşullar yaşandı. Gözden düşmüşken, şimdi yeniden ilgi çeken, savunulan bir pozisyon kazandı sosyalizm. Marksist-Leninist literatür yeniden ilgi çekiyor, deyim yerindeyse yeniden moda. İşçiler, emekçiler, gençler içinde Marksizm-Leninizmi öğrenme isteği artıyor. Ekvador’un neresine gidersek gidelim, sosyalizmden, Marksizm-Leninizmden söz edebiliyor ve tepki almıyoruz. Önceki döneme göre imkanlarımız arttı. Ama aynı zamanda, “21. yüzyıl sosyalizmi” türünden teoriler kafa karışıklığına da yol açıyor. Bu nedenle görevlerimiz daha da artıyor. Her anda ve her alanda varlığımızı ve mücadelemizi hem zorunlu hem de mümkün kılıyor. Bu nedenle, devrim için koşul ve imkanların daha elverişli hale geldiğini söylüyoruz.

Görevimiz; teoride, günlük politikada ve pratikte sosyalizmin kavgasını vermek. Teorik yayın organımızda “sivil toplumculuk”, “21. yüzyıl sosyalizmi”, “Çin sosyalizmi”ne karşı, L Amerika’da “yerli sosyalizmi”, “Amazon sosyalizmi” gibi akımlar var, onlara karşı mücadele yürütüyoruz.

ABD Terörüne Karşı Küba’yı Savunmak

11 Eylül 2001’de, İkiz Kuleler’e yapılan saldırının ardından, ABD Başkanı George W. Bush, bütün ülkelerin yöneticilerine bir çağrıda bulunmuş ve onları terörizmle savaşta saflarını belirlemeye çağırmıştı: “Uluslararası terörizmle savaşta ya ABD’nin yanında olursunuz ya da teröristlerin.” Bu çağrı üzerine, daha sonra ABD tarafından “şer ekseni” olarak nitelendirilen ülkeler hariç, hemen bütün ülkelerin yöneticileri hizaya gelerek, “uluslararası terörizme karşı savaşta aynı safta yer alacakları”nı açıklamışlardı.

Bu çağrının ardından ABD, İngiltere ile birlikte Afganistan ve Irak’ı işgal ederken, Avrupa ülkeleri ve Türkiye’de Terörle Mücadele Yasaları çıkarıldı. Terörle savaş gerekçe gösterilerek hazırlanan bu yasalar, bireysel özgürlüklerin ve İngiltere örneğinde olduğu gibi, yaşam hakkının yok edilmesi ile sonuçlandı (Londra’da bir genç, sırt çantasıyla metro istasyonunda koşarken polisler tarafından “terörist” sayılarak öldürüldü).

Peki, bütün dünyayı terörizme karşı savaşa çağıran ABD’de, terörizme karşı savaştığınız için tutuklanmanız mümkün müdür? Eğer, söz konusu terörist saldırılar Küba’ya karşıysa ve siz ABD’nin Miami eyaletinde bu saldırılara karşı etkinliklerde bulunuyorsanız, bu sorunun yanıtı “evet”tir. Bundan 9 yıl önce, 12 Eylül 1998’de, beş Kübalı yurtsever, ülkelerine yönelik terörist saldırılar hakkında bilgi toplamak üzere gittikleri Miami’de, FBI tarafından tutuklandı. Casuslukla suçlanan Kübalılar, hiçbir somut delil bulunamamasına rağmen ömür boyu hapse varan cezalara çarptırıldılar.

BEŞ KÜBALI MİAMİ’DE NE ARIYORDU?

1959 yılında Küba’da antiemperyalist halk iktidarı kurulduğunda, Küba’da yaşayan hemen tüm ABD işbirlikçileri Miami’ye kaçtı ve orada kurdukları kontra örgütleri ile Küba’ya yönelik terörist faaliyetlere başladılar. Bu örgütler, ABD’den gördükleri destekle, 47 yılda üç binden fazla insanın ölümüne neden oldular. Küba Hükümetinin tüm girişimlerine karşın, ABD hükümeti Miami’deki bu terör örgütlerine karşı önlem almadığı için, Küba hükümeti kendi vatandaşlarını, bu saldırıları önlemeye yönelik bilgi almak için görevlendirdi.

Gerardo Hernández (Dış İlişkiler Uzmanı), Antonio Guerrero (İnşaat Mühendisi), Ramón Labañino (Ekonomist), René González (Uçuş Eğitmeni) ve Fernando González (Dış İlişkiler Uzmanı), bu amaçla Miami’ye giden ve 1998 yılında FBI tarafından tutuklanarak, 8 Haziran 2001’de, Miami’deki federal mahkeme tarafından 14 bin sayfa dava tutanağı sonrası, ömür boyu hapse varan cezalara çarptırılan beş Kübalı yurtsever.

Beş Kübalı’nın tutuklanma gerekçesi, “ABD karşıtı çalışmalarda bulunmak, ABD askeri üslerini gözetlemek ve ulusal güvenliği tehdit etmek” olarak açıklandı. Fakat Kübalılar, verdikleri ifadelerde, “Miami’de bulunma nedenlerinin ülkelerine yönelik terörist saldırıları engellemek için bu eyalette konuşlanan Küba karşıtı terörist grupların faaliyetlerini izlemek olduğunu” belirttiler. Miami’de bulunma gerekçelerinin ABD’ye yönelik herhangi bir eylemi içermediğini vurgulayan Kübalılar, hiçbir kimseye zarar vermediklerinin ve Miami’de bulundukları süre içinde silah kullanmadıklarının da altını çizdiler.

1961’de Domuzlar Körfezi çıkarmasıyla başlayan karşı devrim hareketi, 40 yıldan fazla bir süre, CIA’nın para ve eğitim desteğiyle ayakta kaldı. Silahlı saldırı, suikast, turistik tesislerin bombalanması ve şeker kamışı tarlalarına biyolojik saldırı gibi eylemlerle uzayıp giden terörist faaliyetlerin kaynağı olan; Miami’de yerleşik; Omega 7, Alpha 66, Brothers to the Rescue, Brigada 2506 ve Commandos F4 gibi Küba karşıtı, karşı devrimci grupların, Küba ve diğer ülkelerdeki birçok öldürme ve yaralama faaliyetlerini önlemek için, Miami’de bulunuyordu beş Kübalı.

Kübalılar, ABD’nin kendi iç mevzuatı açısından bile bütünüyle skandal sayılabilecek bir yargılama sonucunda, ömür boyu hapse varan çok ağır cezalara çarptırıldılar. Öyle ki, ABD 11. Atlanta Temyiz Mahkemesi, beş Kübalı için verilen kararları 9 Ağustos 2005 tarihinde bozarak, “Gerçekleştirilen dava, yasalarca öngörülen şartları yerine getirmemiştir” hükmünü verdi. Öte yandan, Birleşmiş Milletler Keyfi Tutuklamalar Çalışma Grubu, beş Kübalı’nın tutukluluk hallerine son vermek için ABD Hükümetine çağrıda bulundu. Buna karşın  Kübalılar, bütünüyle yasa dışı olarak, sadece çok tehlikeli suçlulara uygulanan azami güvenlik koşulları altında tutulmaya devam ediliyor.

1976 yılında Küba Hava Yolları’na ait bir uçağın düşürülmesinden sorumlu olan Orlando Bosch ve Luís Posada Carriles gibi “tescilli” teröristler ise, Bush yönetimi tarafından destekleniyor. 73 kişilik Küba uçağını bombalayan Carriles, 1985 yılında, Venezüella hapishanesinden kaçırılmıştı. Venezüella ‘dan kaçtıktan sonra El Salvador’da bir gazeteye konuşan Carriles, “Dünyanın her yerinde uluslararası komünizme ve Castro’ya karşı savaş” doktrini içinde yer aldığını söylerken, CIA’daki görevine geri döndüğünün sinyalini veriyordu. ABD’ye yasa dışı yollardan girmekten yargılandığı duruşmadaysa, Carriles, CIA ile 25 yıldan fazla zamandır çalışmakta olduğunu itiraf etmişti ki, bu dönem, 1976’da bir Küba uçağını Barbados üzerinde düşürme planlarını hazırladığı dönemi de içeriyor. Bir süredir ABD’de cezaevinde tutulan ve Venezüella’nın iade talebi reddedilen Posada Carriles, geçtiğimiz hafta, Teksas’ın El Paso kenti federal yargıcı Kathleen Cardone tarafından kefaletle serbest bırakıldı. Bu gelişme karşısında, Küba yönetimi, ABD hükümetini teröre karşı savaşta ikiyüzlü davranmakla, itirafçı suçluları koruyarak, uluslararası yasaları ihlal etmekle ve beş Kübalı’yı haksız yere hapsetmekle suçladı.

“EN BÜYÜK TERÖRİST ABD”

ABD, bir yandan Küba Lideri Fidel Castro’ya karşı suikast planları hazırlayan (bugüne kadar Castro’ya 638 kez suikast girişiminde bulunulduğu ifade ediliyor), diğer yandan da Küba halkına yönelik bombalı saldırı, tarım alanlarının ve içme sularının zehirlenmesi gibi eylemleri gerçekleştiren terörist gruplara milyarlarca dolarlık destek sağlıyor.

Kübalılar ise, “uluslararası terörizme karşı dünya çapında savaş başlatan” ABD’nin dünyadaki en büyük terörist olduğunun farkında. Özellikle beş Kübalı’nın yeniden yargılanması ve serbest bırakılmasına yönelik uluslararası alanda yürütülen kampanya ve Posada Carriles’in ABD tarafından serbest bırakılmak istenmesine karşı Latin Amerika ülkelerinde yükselen tepkiler, Küba’nın son dönemdeki propagandasının önemli bir ayağını oluşturuyor. Küba’nın bir diğer propaganda malzemesi olan “Enerji Devrimi” de, yine özellikle ABD ile arasındaki çatışmadan payını alıyor.

Küba’da düzenlenen “Beş Kahramanla Dayanışma İçin Uluslararası Gençlik Buluşması”nın amacı da, 9 yıldır ABD tarafından cezaevinde tutulan beş Kübalı ile dayanışma ağlarının genişletilmesi ve diğer ülkelerde yaşayan insanların dikkatinin bu konuya çekilmesini sağlamaktı. Genç Komünistler Birliği (UJC)’nin ev sahipliğinde, Başkent Havana’da, Pedagojik Kongre Merkezi Salonu’nda gerçekleşen buluşmaya, 49 ülkeden 500’e yakın delege katıldı. İki gün süren konferansta, tutuklu Kübalıların aileleri ve avukatlarının yanı sıra Küba Komünist Partisi (PCC) yöneticileri de yer aldı. Kübalılar, özellikle “terörle savaş” konusunda ABD’nin ikiyüzlü tutumuna vurgu yaptılar. Gerek Gençlik Buluşması süresince, gerekse sonrasında konuştuğumuz Kübalıların ABD’nin Küba karşıtı terör saldırılarına destek verdiği konusunda bir kuşkuları bulunmuyor.

DEVRİM SAVUNMA KOMİTELERİ

Devrim Savunma Komiteleri (Comités de Defensa de la Revolución), ABD’nin saldırılarına karşı “Küba Devrimini korumak” amacıyla 28 Eylül 1960’da kurulmuş. Tüm ülke çapında, sokak sokak örgütlenen bu komiteler, çift yönlü bir sistem içerisinde çalışıyorlar. Bir yandan, aşağıdan yukarıya doğru belirlenen delegeler aracılığıyla halkın alınan kararlara katılımını amaçlayan bu komiteler, diğer yandan da, hırsızlık, yolsuzluk ve olası saldırılara karşı güvenlik güçleriyle ortak hareket ediyorlar. Küba Komünist Partisi delegeleri de, bu komitelerin temsilcileri tarafından belirleniyor.

Tek partili sisteme sahip olmalarına rağmen, “Size göre demokrasi nedir?” sorusuna Kübalıların hiç tereddüt etmeden “Bize göre demokrasi katılımdır” cevabını vermeleri de, Devrim Savunma Komiteleri’nin işleyiş mekanizması ile doğrudan ilişkili. Bu komiteler, sadece delegelerin seçimi ya da bazı kararların alınması sürecinde değil, sorunların tespiti ve çözümü konusunda da etki ve yetkiye sahipler. Konut sorunundan, çocukların süt ihtiyacına, kimsesiz ve yaşlıların bakımından iş sorununa kadar, hemen hemen tüm sorunlarda, bu komiteler devreye giriyor. Sorunu tespit ederek bir üst komiteye bildiren temsilciler, ihtiyaçların karşılanması ve kullanılan malzemelerin denetimi sürecinde de aktif rol alıyorlar. Bu arada, komite temsilcilerinin herhangi bir ücret almadığını, halk tarafından başarısız olduğu düşünülen bir temsilcinin, herhangi bir süre sınırlaması olmadan hemen görevden geri alınabildiğini de belirtelim.

EKONOMİK BASKI ARACI OLARAK AMBARGO

Öte yandan, ABD’nin Küba üzerindeki baskısı sadece terörist saldırılara destek vermekle de sınırlı değil. ABD tarafından yıllardır uygulanan ekonomik ambargo, Küba’nın ayakta kalmasına yönelik en büyük tehditlerden biri durumunda. Birleşmiş Milletler’in ABD aleyhine aldığı kararlara rağmen, uygulanan ambargonun kapsamı her geçen yıl daha da genişliyor.

ABD Başkanı George W. Bush, Özgür Küba’ya Yardım Komisyonu’nun Küba karşıtı planını 2004 yazında kabul etmişti. Planın ikinci versiyonu ise, 2 Haziran 2005’ten 10 Ekim 2006 tarihine kadarki Küba karşıtı çalışmaları içeriyor. ABD Dışişlerine bağlı Küba İlişkileri Şefi Kevin Whitaker, Temmuz 2005’te, bu yönde belirli bir ilerleme kaydettikleri açıklamasında bulunmuştu. Whitetaker, ABD’lilerin Küba seyahatlerinin seyrekleşmesinden, Küba kökenli ailelerin Küba’ya gönderdiği paranın yüzde altmış oranında azalmasından ve ABD’nin Küba’ya yönelik iç karışıklık çıkarma amaçlı televizyon yayınlarından övgüyle söz ederken, Bush yönetimi, söz konusu komisyona, 2005 yılı için 8,9 milyon dolarlık, 2006 yılı içinse 15 milyon dolarlık bir bütçe ayırdı. Adalet Bakanlığı da, 1967 yılından itibaren mallarına el konan ABD şirketleri ve vatandaşlarının hukuki haklarını arama bahanesiyle Küba üzerine ayrı bir program başlattı. Hazine Bakanlığı’na bağlı Dış Aktifleri Kontrol Ofisi’nin (OFAC) Küba’ya tur düzenleyen seyahat acenteleri üzerinde kontrolünü artırması sebebiyle, geçen yıl, 26 firmanın lisansı iptal edildi. OFAC, aralarında Küba’nın da bulunduğu bazı ülkelerle ilgili kısıtlamalara uymayan ABD bankalarına ceza kesilmesini öngören yeni düzenlemeleri yürürlüğe soktu. ABD’nin Küba temsilcisi Ilena Ros-Lehtinen, Küba petrol sektörüne yatırım yapanların ABD bölgesine girmesini yasaklama amaçlı bir belgeyi BM’ye sundu. 2005 yılında OFAC, sekiz ABD şirketine toplam 44,2 milyar dolarlık ve Küba’ya seyahat ederek ablukayı delen 487 ABD vatandaşına da 529 bin 743 dolarlık ceza kesti. Tahminlere göre, 1961’den 2005’e kadar ablukanın neden olduğu ekonomik zarar, 86 milyar doların üzerinde. Gıda endüstrisindeki zarar ise, 62,9 milyon dolar civarında ve bu miktar, ülkenin süt endüstrisinin yenilenme ve kısmi modernleşme ihtiyacını karşılayacak büyüklükte. Benzer bir durum, abluka nedeniyle adaya giremeyen kuluçka makineleri ve kümes hayvanları endüstrisindeki teknik araç gereç için de geçerli. 2006 yılında, sağlık sektöründeki kaybın 48,6 milyon dolar seviyesinde olduğu ve bu durumun diyaliz, radyoterapi ve AIDS tedavisi gören hastaları olumsuz etkilediği belirtiliyor. Zirai ilaç ve ekipmanlarındaki ambargo da yıkıcı sonuçlar doğuruyor. Ülkenin öğretim gereçleri konusunda 9,8 milyon dolarlık bir kaybı olduğu belirtilirken, 4,4 milyon dolar değerinde kitap ve okul malzemesi eksiği olduğu da kaydediliyor.

Türkiye’de gerek hükümet ve sermaye güçleri, gerekse liberal sol tarafından “özgürlük projesi” olarak ilan edilen Avrupa Birliği de, tarihinde ilk kez, bir ülkeye karşı ortak karar almaya hazırlanıyor. Küba’ya yönelik ABD ambargosunu genişletmeye hazırlanan AB ülkelerinin gerekçesi, “Küba’da demokratik bir sistem tesis etmek.

İNTERNETE SANSÜR!

Küba’da internet ulaşımının yaygın olmadığını, var olan yerlerde de bağlantının çok yavaş olduğunu söylediğimizde, akla gelen ilk soru, “Bu problemin kaynağının, internet erişimi üzerinde Castro yönetiminin uyguladığı sansür olup olmadığı” oluyor. Ayrıca dünya kamuoyuna bu yönde açıklamalar da yapılmış; Küba’da bazı internet sitelerine erişime sansür uygulandığı söylenmişti. Ancak durum, söylenenlerin tam tersi. Etrafı deniz altı internet kablolarıyla çevrili olmasına rağmen, ABD ambargosu nedeniyle, Küba bu kablolara erişemiyor. Uydu üzerinden internet bağlantısı ise dört kat daha pahalı ve 1996’dan beri aynı bant genişliği kullanılıyor. Kübalı yetkilileriyse, kuşkusuz anlaşılır nedenlerle, internetin, doktorlar, bilim insanları, öğrenciler, teknisyenler, araştırma kuruluşları ve aydınlar tarafından yaygın olarak kullanılmasına öncelik veriyor. Bu durum, internet üzerinde sansür tartışmalarının yoğunlaştığı günlerde ayrı bir önem taşıyor. Bir yandan, Türkiye gibi “demokratik” ülkelerde, internet sitelerini kapatmak için mahkeme kararına bile gerek duymayan sansür yasakları çıkarılıyor. Diğer yandan, “iletişim çağı”, “küreselleşen dünyada bilginin önemi” gibi nutuklar atan “demokrasi havarileri”, Kübalıların internet erişimini dahi engelleyen ABD’ye karşı tek bir kelime etmiyorlar.

KÜBA ABD İÇİN TEHDİT OLABİLİR Mİ?

Peki, ABD’nin Küba’ya yönelik bu saldırılarının altında ne yatıyor? 300 milyona yaklaşan nüfusu, dünyanın dört bir yanında askeri operasyonlar gerçekleştirebilen ve gerçekleştiren ordusu ve dünya ekonomisine yön veren gücü ve politikalarıyla emperyalist bir hegemonyaya sahip olan ABD için, 11 milyon nüfusa sahip küçük bir ada ülkesi nasıl bir tehdit oluşturabilir?

Küba’nın ABD’ye yönelik askeri bir saldırıda bulunmasının ya da ekonomik olarak onunla rekabete girmesinin mümkün olmadığı açık. Ancak yine de Küba, ABD için büyük bir tehdit oluşturuyor. Çünkü dünya kamuoyu için, Küba, ABD tarafından propagandası yapılan “yeni dünya düzeni”ne karşı başka bir “düzen”i temsil ediyor. ABD, var olan bütün eksikliklerine rağmen, Kübalıların sosyalizm, eşitlik ve devrim gibi kavramlardan bahsetmelerine bile tahammül gösteremiyor. Öte yandan, ABD’nin hemen yanı başındaki küçük bir ada ülkesine bile söz geçirememesi, dünya liderliği iddiasına dair inandırıcılığını yitirmesine neden oluyor.

Dünya halklarının kurtuluşu olarak ilan edilen “yeni dünya düzeni”nin, tüm gerici burjuva emperyalist propagandalara rağmen, dünyada yaşanan açlık, işsizlik ve yoksulluğu çözmek bir yana, daha da artırması karşısında, Küba’da yaşananlar, emperyalist yalanların teşhiri açısından önem taşıyor:

2006 yılı verilerine göre, 11 milyon 382 bin nüfusa sahip olan Küba’da ortalama ömür, erkeklerde 75, kadınlarda ise 79 yıl. Nüfusun yüzde 95’inin okur yazar olduğu Küba’da, ilköğretimden üniversiteye kadar eğitimin tüm basamakları, devlet tarafından ve herkese ücretsiz olarak sunuluyor. Ayrıca üniversite öğrencilerine aylık ödeme de yapılıyor. Adada 1958’de bir milyon kişi okuma-yazma bilmiyordu ve bir milyondan fazla kişi de, okur-yazarlığını günlük hayatta kullanamıyordu. Bugün ise, her on bir Küba vatandaşından biri üniversite mezunu. 1961’den beri Küba üniversitelerinden mezun olan yabancı öğrenci sayısı ise, 47 binden fazla.

1959’da Küba’da işsizlik oranı yüzde 24 iken, 2006 yılında, bu oran yüzde 1,9’a düşürüldü. Yine 1959’da elektrik sağlanan ev oranı yüzde 56’yı ancak bulurken, 2006’da, elektrik hizmetleri bütün evlerin yüzde 95,56’sına ulaşır hale geldi.

Sağlık hizmetleri ise, Küba halkı için adeta bir gurur kaynağı durumunda. Küba’da her 159 kişiye bir doktor düşüyor. Bu oran, 1958 yılında her 1,076 kişiye bir doktor şeklindeydi. Yine 1958’de 27 bin 052 kişiye bir dişçi düşerken, bugün, her 1,066 kişiye bir dişçi düşüyor. Halk sağlığına ilişkin göstergeler, ortalama yaşam süresinin 77 yıl olduğunu gösteriyor. Bu açıdan Küba, dünyada ortalama yaşam süresi en yüksek 25 ülke arasında yer alıyor. 1950–55 arasındaki dönemde, bu rakam 59,6 yıl olarak tahmin ediliyordu. Bebek ölümleri ise, binde 5,5 ile Latin Amerika’daki en düşük oranda seyrediyor. Elli beş yıl önce, Küba’da bebek ölümleri, binde 118 olarak bildiriliyordu. Küba, tıpkı eğitim gibi, sağlık hizmetlerini de halka ücretsiz olarak sunarken, yetiştirdiği sağlık personeliyle, diğer Latin Amerika ülkelerindeki sağlık sorunlarının çözümüne de yardımcı oluyor. Örneğin Venezüella’da 261 muayenehane ve 341 sağlık ocağında 8 bin Kübalı personel görev yapıyor. Küba’nın yardımıyla, 15 milyon Venezüellalı, ücretsiz sağlık hizmetine kavuşmuş durumda.

Bu rakamlar, devletin eğitim ve sağlık gibi alanlardan elini çekmesiyle ve kamu kuruluşlarının özelleştirilmesiyle halkın refaha ulaşacağı yönündeki neo-liberal politikalara verilen bir yanıt durumunda. Çünkü, söz konusu neo-liberal politikaların merkez üssü olan ABD’de halkın eğitim ve sağlık hizmetlerinden yararlanma imkanı, ABD ambargosu altındaki Küba’nın çok gerisinde kalmış durumda. Küba’da istisnasız herkes sosyal güvenlik güvencesi altındayken, ABD’de nüfusun yüzde 15’i, sosyal güvenlik şemsiyesinin dışında kalmış durumda.

Küba’da çevre ve çevreyi koruma sorunu da önemli bir gelişme gösteriyor. 1959’da Küba topraklarının sadece yüzde 14’ü ormanla kaplıyken, bugün, hükümetin yürüttüğü ağaçlandırma çalışmaları sayesinde, bu oran yüzde 24’e tırmandı. Küba, orman alanlarında artış görülen tek ülke durumunda. Ayrıca Küba yönetimi tarafından ilan edilen Enerji Devrimi ile, küresel ısınmaya karşı mücadele konusunda ciddi adımlar atılacağı açıklandı (Küba’nın Enerji Devrimi ile ilgili ayrıntıları Günseli Bayram’ın “yazının başlığı neyse o” başlıklı yazısında bulabilirsiniz).

LATİN AMERİKA İLE İLİŞKİLER

Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından “yalnız” kalan Küba acısından son yıllarda Latin Amerika ülkelerinde kurulan halkçı iktidarlar büyük önem taşıyor. Küba’nın varlığı, bu ülkelerdeki yönetimler açısından bir güven kaynağı olurken, tersinden, özellikle Venezüella ile kurulan ekonomik ilişkiler de Küba için can simidi oldu.

2007 yılı başında imzalanan 16 işbirliği anlaşmasıyla, Küba ve Venezüella arasındaki ilişkiler, onları stratejik ittifak konumuna yakınlaştıran yeni bir seviyeye ulaştı. Bu anlaşmalar; petrol, çelik endüstrisi, turizm ve iletişim alanlarını kapsıyor. Venezüella’nın başkenti Caracas’taki Miraflores Sarayı’nda yapılan imza töreninde konuşan Venezuela Dışişleri Bakanı Nicolas Maduro’ya göre, bu anlaşmalar, ekonomik sorunların ötesinde, halkı merkeze koyan bir bölgesel entegrasyon planı olan –ve ABD hegemonyasının aracı Amerikalar Serbest Ticaret Anlaşması’nın alternatifi olarak geliştirilmekte olan– “Latin Amerika ve Karayipler için Bolivarcı Alternatif”i (ALBA) güçlendirmeye katkıda bulunmayı amaçlıyor.  İmza törenine katılan Küba Başkan Yardımcısı Carlos Lage, konuşmasında, 2001 ile 2006 yılları arasında yapılan karşılıklı anlaşmaların kapsamının, 36,6 milyondan 840 milyon dolara yükseldiğini ve daha da yükseleceğini belirtti. Anlaşmalar, işletilmekte olan dokuz ortaklığa ek olarak, çeşitli alanlarda 12 yeni ortaklığın kurulmasının zeminini hazırlıyor. Bu projeler, gemi ve liman modernizasyonu ve inşasını, deniz taşımacılığı ve demir yolları için kurumların kiralanmasını, sigorta ve turizm alanlarını içerdiği gibi, ortak petrol arama çalışmalarını ve Karayipler, Orta ve Güney Amerika’ya da uzanan uluslararası telekomünikasyon sisteminin bir parçası olarak sualtı fiber optik kabloların döşenmesini de kapsıyor.

EKONOMİK ÖNLEMLER!

Uygulanan ambargolar, bir yandan Küba halkı için küçümsenemez zorlukta şartlar dayatırken, diğer yandan da Castro yönetimini, ambargo nedeniyle bozulan ekonomiyi ayakta tutabilmek için sosyalizmle uzaktan bile ilişkisiz ekonomik önlemleri uygulamaya itti.

Hükümet, son dönemde bütçe açığını kapatma, işgücü teşvikini çoğaltma ve gıda, tüketim maddeleri ve servis kısıntılarını azaltma yönünde bir dizi “reform”a girişmiş durumda. Bakanlar Kurulu Yürütme Komitesi Sekreteri Carlos Lage Davila, Küba’nın, petrol üretimini bu yıl, 2006’ya göre, 100 bin ton arttıracağını söyledi. Ancak, 2007 boyunca açılacağı duyurulan 39 yeni kuyudan en az 11’inin Küba Petrol Kurumu tarafından, diğerlerinin ise, yabancı ortaklıklar tarafından gerçekleştirileceği belirtiliyor.

Venezüella ve Bolivya’da hidrokarbon alanında devletleştirme operasyonları yapılırken, Küba’da petrol üretiminde yabancı şirketlerin devreye girmesi, Küba’ya yönelik “sosyalizm tartışmaları”na yeni bir boyut kazandıracak gibi görünüyor.

Devrim Savunma Komitesi içinde temsilci olarak çalışan ve yanı sıra komitede yer almayan Kübalılar’ın “Sizin için sosyalizm ne ifade ediyor” sorusuna verdikleri yanıt da düşündürücüydü. “Sosyalizm dayanışma demektir” mealindeki yanıtlar, Küba’da uygulanan sistemin niteliği hakkında ipuçlarını içerisinde barındırıyor aslında. Kuşkusuz sosyalizmin halk arasında “olumlu” bir çağrışım yapması, “ideal bir sitem olarak değerlendirilmesi” önemlidir. Fakat sosyalizm tanımının işçi-emekçi terimlerini kapsamayan genel bir dayanışma fikriyle ifade edilmesi, Küba’nın tarihsel gerçeklerinden bağımsız düşünülemez. İşçi sınıfın örgütlenmesi ve mücadelesi üzerinden değil, ama az sayıda silahlı devrimcinin çabası ve onlarla birlikte hareket eden halkın mücadelesi ile kurulan Küba Cumhuriyeti, Sovyetler Birliği’nin de etkisiyle sosyalizm fikriyle tanışmıştı. Ama gerek Castro yönetiminin, gerekse Sovyetler Birliği’nin tutumlarıyla, Küba ekonomisi, sanayileşme yerine tarım üzerine kurulmuştu.

Sanayiinin ve işçi sınıfının gelişmediği, büyük ölçüde tarıma dayalı Küba ekonomisi için turizmin bir kurtarıcı olması, sistem açısından da sancılı bir sürecin dayanağı oldu. Turizmle birlikte, bir yandan yabancı sermaye ve özel sektörün ekonomideki payı artarken, diğer yandan Kübalılar, kapitalizmin tüketimi kışkırtıcı tuzaklarıyla tanıştılar.

KOMÜNİSTLER VE KÜBA

Hem Küba’daki mevcut durum, hem de Latin Amerika’daki “21. yüzyıl sosyalizmi” tartışmaları dikkate alındığında, Küba’nın “proletarya diktatörlüğü” fikri ve pratiğinden oldukça uzak olduğu açıktır. Diğer yandan, kimi çevreler tarafından Çin ve Kuzey Kore ile birlikte aynı grupta değerlendirilse de, Küba, bu ülkelerden farklı özelliklere sahiptir. Gerek ABD’ye karşı verdiği antiemperyalist mücadele, bu mücadelenin halkçı niteliği ve Küba halkının anti-emperyalist tutumlarının Küba’nın mevcut sistemi ve politikalarının asıl dayanağı oluşu, gerekse diğer Latin Amerika ülkeleriyle ilişkileri ve halkın yaşam standartları açısından değerlendirildiğinde, Küba’nın Çin ve K. Kore’yle karşılaştırılamayacağı ortadadır. Küba’nın anti-emperyalist ve halkçı pozisyonuna karşılık, Çin anti-emperyalizmi de çoktan bir yana bırakmış, vahşi kapitalizmin bir örneği, Kore ise, halkçılıkla ilişkisi kalmamış bir hanedanlık egemenliği olarak belirmektedir.

İçeriği tartışmalı olsa bile Latin Amerika ülkelerinde son yıllarda yükselen “sosyalizm rüzgarı” bakımından Küba esin ve güven kaynağı olmuş, tüm baskılara rağmen ABD’ye karşı yürüttüğü antiemperyalist mücadele ile de ezilen halkların sevgisini kazanmıştır ki, bu anti-emperyalist halkçı niteliği, Küba Devrimi’nin olduğu kadar, onun kıta çapındaki etkisinin de asıl tanımlayanıdır. Küba’nın sürdürdüğü anti-emperyalist mücadelenin güçlenmesi ve başarıyla sonuçlanması; tüm dünya işçilerinin, halklarının ve ezilenlerin isteğidir. Bu anti-emperyalist direnişin en tutarlı savunucuları ise kuşkusuz komünistler olacaktır.

Ekim Devriminin 90. Yılında Sosyalist Gerçekçi Edebiyatın Öncüsü Maksim Gorkiy ve Son Romanı: Klim Samgin’in Yaşamı 40 Yıl

20. yüzyılın en önemli edebiyatçıları arasında yer alan ve sosyalist gerçekçi edebiyatın yaratıcısı olan MAKSİM GORKİY’nin 30 ciltlik toplu yapıtları, başta SSCB olmak üzere dünyanın pek çok ülkesinde defalarca yayınlanırken, ülkemizde ancak 1935 yılından sonra düzenli bir şekilde yayınlanmıştır.

Bugüne kadar eserlerinin neredeyse tümü (Klim Samgin’in Yaşamı hariç) birçok yayınevi tarafından defalarca basılmasına karşın, bu eserlerin önemli bir kısmı Rusça aslından olmayıp farklı dillerden çevrilerek hazırlanmıştır.

Birinci cilt, “Klim Samgin’in Hayatı Kırkyıl” adıyla 1970’lerin ortalarında Fransızcadan Türkçeye çevrilmiş, fakat bilinmeyen nedenlerden dolayı devamı getirilmemiştir.

Gorkiy’nin bu son eseri, Rus kapitalizminin ortaya çıkmaya başladığı dönemdeki küçük burjuva Rus aydınının “kişilik parçalanması”nın, “insanın düşünsel yoksullaşmasının önüne geçilemez süreci”nin anlatımıdır. Devrim öncesi kırk yıllık süreçteki tarihsel olaylar, aşırı bireyci Klim Samgin’in bakış açısıyla ele alınır.

Romanda, dönemin barometresi sayılan toplumdaki siyasal kamplaşmaları ve sınıf bilinci gelişimini çok kesin olarak yansıtan orta sınıf Rus aydın kesimine özel bir yer verilir.

Roman, Rus kapitalizminin ortaya çıkmaya başladığı*, keskin çatışma ve çelişkilere gidişin, iki sınıfın kılıçlarını çekip büyük hesaplaşmaya doğru adımlarını attığı tarihle başlıyor. Gorkiy’nin romanı başlattığı tarih bir tesadüf değil bilinçli bir seçimdir, çünkü tarih sahnesine çıkan iki sınıfın karşı karşıya gelişi ve bu hesaplaşmada kimden yana saf tutacağını bilemeyen ara kesimlerin içine sürüklendikleri açmazların, kararsızlıkların da tarihidir.

Romanın baş kahramanı Klim Samgin görünse ve olaylar onun bakış açısıyla anlatılsa da, romanın asıl kahramanı ve merkezde olan, Rus halkıdır. Gorkiy, Klim’i gerçek olayların çevresinde döndürürken, bu kararsız, kaypak küçük burjuva Rus aydının ruh haliyle de alay eder.

Gorkiy, Klim Samgin’in şahsında, bir salon liberalinin, kendini partilerüstü gören bir aydının ve yükselen mücadele karşısında devrimci değişime uğramış halktan korkan ve olayları izlemekle yetinen bir küçük burjuvanın tasvirini yapmaktadır. Bu betimlemeyi yaparken, bir taraftan kahramanıyla alay eder, diğer taraftan da onun devrimci hareket karşısında nasıl bir paspasa döndüğünü anlatır. Çünkü sınıf mücadelesi, iki karşıt sınıfın hesaplaşma anı yaklaştığında tarafsızları taraflı olmaya doğru zorlarken, ortada duranları paspasa çevirip bir kemik yığını haline getirmekten asla geri durmaz.

Gorkiy, Çarlık Rusya’sında yönetimin uyguladığı vahşeti, yine küçük burjuva Klim Samgin’in başına gelenlerle çok yalın bir şekilde izah eder. Romanın kahramanı bir salon liberalidir, ancak Çarlık Rusya’sında, devrimci hareketin yükseldiği Moskova’da seyirciye yer yoktur ve salon liberallerine bile iyi gözle bakılmaz, defalarca polisle karşı karşıya gelir, dayak yer, kurşunlardan kaçar… Başına gelen bu olaylardan etkilenen Klim, hareketin çekim gücüne dayanamayıp kendini olayların içinde bulsa da, bir küçük burjuva aydın olmaktan öteye gidemez.

Gorkiy’nin çizdiği portre, aslında Ruslara özgü, o coğrafyaya ait bir kişilik özelliği değildir. Sınıf çatışmalarının keskinleşmeye doğru evrildiği bütün ülkelerde görülen ve her an karşımıza çıkabilecek bir tiptir Samgin. Kararsızdır, nerede saf tutacağını, kiminle birlikte olacağını bilemez. Kaypaktır… küçük burjuva aydın kişiliğinin en rafine örneklerinden birisidir.

Bu 4 ciltlik eser, Lunaçarskiy’nin tanımıyla,“çağın hareketli bir panoramasıydı”. Gorkiy, çağın keskin ideolojik-sosyal mücadelesini temel aldığı “Klim Samgin’in Yaşamı”nda, narodnikliği, liberal aydınları, dönek devrimcileri şiddetle eleştirirken, emperyalistlerin vahşi ideolojisinin maskesini de indiriyor.

Yayınevimiz, ülkemizin ve dünya edebiyatının toplumcu gerçekçi öncülerinin unutturulmak istenen ya da yarım bırakılmış eserlerini yayıma hazırlamayı temel görevlerinden biri saymaktadır.

“Klim Samgin’in Yaşamı 40 yıl” gibi 4 ciltlik kapsamlı bir kitabı, ilk kez Rusça aslından çevirip yayıma hazırlamak, 4 yılı aşkın bir zamanı kapsadı. Toplam 2400 sayfalık nehir roman, uzun ve zor bir çalışmanın sonucunda Türkçeye kazandırıldı ve okurla buluştu. Gorkiy’nin bu yapıtı, yazarın en son çalışmasıdır** ve dünyanın en uzun romanı unvanını almıştır.

Gorkiy’nin bu önemli epik romanı, içerdiği kahramanların, olayların ve toplumsal-felsefi tartışmaların renkliliğiyle, yayınlandığı ülkelerde olduğu gibi, kuşkusuz ülkemizde de uzun süre tartışılacak bir yapıt olma özelliği taşımaktadır.

Sadece yabancı dillerden okuma şansına ulaşmış “dar bir kesimden” sonra, en geniş okur kitlesini bu önemli eserle buluşturmanın sorumluluğunu ve böylesine önemli bir yapıtı 80 yıl sonra Rusça aslından ilk kez dilimize kazandırıp, 1917 Ekim Devrimi’nin 90. yıldönümünde okuyucuyla buluşturmuş olmanın heyecanını yaşıyoruz.

 

* 1866-1890 yılları arasında sanayide yüzde elli artışın olduğu dönem.

** Romanın bitiş tarihi (1936) Gorkiy’nin ölümüyle aynı tarihe rastlar. Bu nedenle Gorkiy’in içerik açısından en çok tartışma yaratan Klim Samgin’in Yaşamı’na “bitmemiş – bitirilememiş” roman tanımı da yapılmıştır.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑