Son zamanlarda dünyanın çeşitli bölgeleri ve ülkelerinde peş peşe gelen
emperyalist askeri müdahaleler, emperyalizmin işgallere ve müdahalelere
ilişkin yönünü belirgin bir biçimde ortaya çıkardı. Emperyalizmin işgal ve
müdahaleler olmadan da sömürüsünü gerçekleştirdiği gerçeği neredeyse
arka plana düştü. Bizim ülkemizde de Ortadoğu merkezli gelişmeler çarpıcı
bir biçimde öne çıktı. Bu, elbette bir yanıyla doğal bir gelişme, ama öte
yandan ülkenin kendisinin de emperyalist sömürü ve bağımlılık altında
olması gibi temel bir gerçeklik bulunuyor. Adeta bu gerçek üzerinde
dikkatlerin ve duyarlılığın gölgelendiği bir dönem yaşanıyor.
Bu duruma, bizim ülkemiz gibi ülkelerde uluslararası emperyalist
kuruluşların –IMF, Dünya Bankası vb.– faaliyetlerinin geri plana çekilmesi,
özelleştirilmelerin eski temposundan –büyük ölçüde tamamlandı, bazı
sektörlerde yeniden yapılması söz konusu– uzak bulunması vb… faktörlerin
yol açtığı ileri sürülebilir. Ancak vurgulamak gerekir ki, emperyalist
tekellerin ve onların işbirlikçisi yerli tekellerin faaliyetleri ve sıcak para
dolaşımı sürüyor ve üretimin, mali sektörün, ticari alanın içerisinde bu
tekellerin payı küçümsenmeyecek bir düzeyde.
Keza ülkenin emperyalist ülkelere olan borçları istikrarlı bir tempoyla
artıyor ve “faiz lobisi”ne karşı ne kadar demagojik salvolar yöneltilse de
faiz ödemeleri katlanarak büyüyor. Bütün bunlar ülke üzerindeki
emperyalist sömürünün ağlarını sıkıca ördüğünün kanıtları durumunda.
Üstelik bu bağımlılık giderek içine yeni alanları da alarak –örneğin nükleer
enerji, sanayinin yeni dalları vb– genişleme eğiliminde.
Bütün bu nedenlerden dolayı anti-emperyalist mücadelenin, tekellere
karşı mücadelenin bazı sorunlarını temel hatları ile ele almak yararsız bir
çaba olmayacaktır. Bu genel girişten de anlaşılacağı gibi, burada yeniden
emperyalizm üzerine genel hatırlatmalar yapmak yerine, emperyalist
sömürünün geri planda kalan bazı temel biçimlerinin hatırlatılması ve
emperyalizme karşı mücadelede sıkça rastlanan çarpık anlayış ve
yaklaşımların genel bir eleştirisi ile yetineceğiz.
TEKELCİ KAPİTALİZM, EMPERYALİZMİN EKONOMİK ÖZÜDÜR
Ara başlıkta ifade edilen bu gerçek bir süredir unutulmuşa
benzemektedir. Dahası Lenin, “emperyalizmin en kısa tarifini yapmak
olanaklı olsaydı, onu tekelci kapitalizm diye tanımlayabilirdik” vurgusunu
yapmaktadır. Ancak emperyalizm, sömürü için yine tekellerin çıkarları ile
bağlantılı olan farklı mekanizmaları –sermaye ihracı, ona bağlanmış meta
ihracı, dünyanın paylaşımı, askeri politikalar, emperyalist diplomasi vb.–
harekete geçirdiğinden, elbette bütün bu yönlerini kapsayacak tarzda ele
alınmalıdır.
Ancak bir süredir emperyalist sömürünün temel biçimlerinin
unutulmakta olduğuna ya da göz ardı edildiğine tanık olmaktayız.
Kuşkusuz bu konuda farklı gerekçeler vardır. Ama kalkış yolları farklı olsa
da varılan yer aynı olmaktadır. Örneğin eski İşçi Partisi, yeni Vatan Partisi
lideri Perinçek emperyalizme karşı mücadelenin lafızda bayraktarlığını
yapmaktadır. Ama onun anti-emperyalist mücadeleden anladığı “sıcak para
komisyoncularıdır”. Perinçek, Vatan Partisi’nin hedeflerini şöyle açıklıyor:
“Önümüzdeki program: Türkiye’nin Vatan Bütünlüğünü sağlamak ve
üretim ekonomisi kurmaktır.”.. “…Hedef alacağımız güçler, Bölücüler ve
Üretim ekonomisinin karşısındaki Sıcak Para Komisyoncuları ve
Hortumculardır.”
“Hedef alınan” güçler ülkenin kurtuluşu için kendisine karşı mücadele
edilmesi gereken güçlerdir. Biz konumuzu emperyalizme karşı mücadelenin
sorunları ile sınırlandırdığımız için konunun sadece bu yönünü ele alıyoruz.
Burada karşımıza çıkan ise, sadece “sıcak para komisyoncuları ve
hortumculardır”! “Sıcak para” diye tabir edilen para akışkan bir sermayedir
ve en fazla vurgunu nerede vuracaksa oraya doğru akar, ülkeden ülkeye
dolaşır vb. “Sıcak para”ya dayalı ilişki, emperyalist sömürünün, mali
sermayenin spekülatif yönleri ağır basan bir sömürü biçimidir, ama tek
sömürü biçimi değildir. Geçerken vurgulamak gerekirse; Mart 2015
itibariyle ülkedeki sıcak paranın 114 milyar dolar (aktaran Uras. Milliyet)
olduğu tahmin edilmektedir. Bunun küçümsenmemesi gereken bir miktar
olduğunun altının çizilmesi gerekir.
Ancak “sıcak para” dışında da emperyalist sömürü hükmünü
sürdürmektedir. Şu gerçek çok iyi bilinir, ülkemizde yerleşik ve kalıcı
biçimde kökleşmiş bir mali sermayenin varlığı söz konusudur. BDDK
(Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu) Başkanı Öztekin,
bankacılıkta yabancı payının yüzde 41 olduğunu söylemektedir ki bu
iyimser bir rakamdır. 2012 itibarıyla 22 bankanın sermayesi yabancılar
tarafından kontrol edilmektedir. Ama bu arada yeni satışlar olduğunu ve bu
kontrol oranının yükseldiğini ve sürekli olarak yükselme eğiliminde
olduğunu da belirtmek gerekiyor. 2015 itibariyle bankacılık sektörünün
yarıdan fazlasının yabancı sermayenin egemenliğinde olduğu tahmin
edilmektedir. Bu yazı üzerinde çalışılırken, İtalyan kökenli Intesa
Sonpaulo’nun “yatırım bankacılığı” yapmak üzere ülkeye girdiği, şirketlere
daha şimdiden 1 milyar dolar tutarında kredi verdiği gazetelerin ekonomi
sayfalarında yer alıyordu.
Bankacılıktaki bu durum sanayide de görülmektedir. Milliyet
Gazetesi’nin ekonomi sayfasında yer alan şu haber yeterince açıklayıcıdır:
“İstanbul Sanayi Odası (İSO) tarafından açıklanan ‘Türkiye’nin 500 Büyük
Sanayi Kuruluşu 2004′ araştırmasına göre, 500 büyük sanayi kuruluşu
içinde, 158 yabancı ortaklı şirket yer aldı. 2004 yılı verilerine göre yabancı
sermayeli şirketler, yerli sermayeli şirketlere göre çok daha kârlı ve verimli
çalışıyorlar. 500 büyük sanayi kuruluşunun yarattığı brüt katma değerin
yüzde 49’unu, toplam ihracatın yarısını, toplam kârın yüzde 44.4’ünü,
toplam satışların yüzde 42.5’ini, 158 şirketle ve yüzde 27.3 istihdam payı
ile gerçekleştirdiler. Türkiye’nin en büyük 500 sanayi şirketinin yüzde
33’ünü oluşturan yabancı sermayeli şirketler, 2004 yılında katma değerin
ve ihracatın yüzde 50’sini gerçekleştirdi. 342 yerli sermayeli şirketin,
toplam istihdamdaki payları yüzde 72.7 olmasına karşın, toplam kârın
ancak 55.6’sını gerçekleştirdi.” Bu tablo emperyalist ülkelere ait tekellerin
ülke içerisindeki sömürüsünü çarpıcı bir biçimde ortaya koymaktadır.
Burada sözü edilen “şirketler”, kolayca anlaşılacağı gibi, uluslararası
tekellerin uzantılarıdır. Diğerleri de “yerli tekellerdir” ve bu “yerli tekellerin”
bir kısmının farklı sektörlerde yabancı tekellerle iç içe girdiğini, onların
işbirlikçileri olduğunu belirtelim. 2009 yılında 153 olan şirket sayısının
2013’te 137’ye indiği görülmekte. Bu duruma 2008 yılındaki krizin
etkilerinin yol açtığı anlaşılmaktadır. Yine bu krizin etkileri ile bunların
ihracattaki payı yüzde 41.8’e gerilemiş durumdadır. Bu iniş çıkışların
konjonktürel olduğunu, ama yabancı tekellerin ülke ekonomisine köklü bir
biçimde nüfuz ettiğini belirtmek gerekir.
İSO BSK verilerine göre, 2013 yılı itibariyle en büyük 500 kuruluş içinde
55’i yüzde 100, 28’i yüzde 50.1-99.9 paya sahip olmak üzere çoğunluk
hissesi yabancı sermayeli 83 şirket faaliyet göstermektedir. Yabancıların
daha küçük paylara sahip olduğu şirketler de bulunmaktadır. Bankacılıkta
ve sanayide kabaca durum böyledir. Emperyalist sömürü tekeller
aracılığıyla gerçekleştirilmekte, bu tekeller ülke ekonomisinin kılcal
damarlarına kadar yayılmaktadır. Ford, Reno, Fiat, Toyota vb. bunlardan
sadece bazılarıdır. Bu, krizler vb. dışta tutulacak olursa tıkır tıkır işleyen bir
“üretim ekonomisi”ni ve burada gerçekleşen emperyalist sömürüyü
göstermektedir. Ama bu sömürü biçimlerinin üzerine ülkenin dış borçlarını
da eklemek gerekiyor.
Türkiye’nin brüt dış borcu 400 milyar dolardır. Bunun 170 milyar doları
özel sektörün –bankalar hariç– borcudur. 2014 itibarıyla kısa vadeli dış
borçlar 133 milyar dolardır. (Bkz. Özgürlük Dünyası 263, Falakaoğlu) Yine
ekonomistlerin hesapları ile, AKP Hükümeti 12 yılda kabaca 550 milyar
dolar dış borç almış, bunun yine kabaca 450 milyar doları cari açık
finansmanında kullanılmış, geriye kalan 100 milyar dolar da döviz
rezervlerine eklenmiştir. (E.Cansen) Ülkenin sadece bu yıl ödeyeceği dış
borçların ana para ve faiz ödemeleri 160 milyar doların üzerindedir.
Bütün bu gerçekler bize neyi hatırlatmaktadır? Kesinlikle temel bir
gerçeği: Ülke emperyalizm ve emperyalist tekeller tarafından adeta satın
alınmıştır. Bu durum, anti-emperyalist mücadelenin soyut ve genel bir
anti-emperyalizmle yürütülemeyeceğini, emperyalizmin askeri saldırıları ile
sınırlandırılamayacağını açıkça ortaya koymaktadır. Bunun anlamı şudur ki,
anti-emperyalist mücadele anti-tekel mücadeleden kesinlikle
ayrılamayacak bir mücadeledir. İşbirlikçi büyük sermayeye ve hükümete
karşı mücadele tam da bu nedenden dolayı iç içe girmesi gereken bir
mücadeledir. Bu soruna ve bu mücadelenin kapsamına ileride yeniden
döneceğiz.
EMPERYALİZMİN REDDİ
Şimdi emperyalizm sorununda daha farklı bir yaklaşımı da ele alalım. Bu
önemli, çünkü yapılan, daha doğrusu yapılmayan emperyalizm tanımı anti-
emperyalist mücadeleyi doğrudan ilgilendiriyor. Birikim Dergisi’nin geçmiş
yıllarda yayınlanmış Ağustos-Eylül 244-245.’ci sayılarında Kerem Ünüvar’ın
Çağlar Keyder ile yaptığı bir söyleşi yer alıyordu. Keyder’e bu söyleşide
yöneltilen ilk soru şu: “Sizin için emperyalizm kavramı bugün yaşanmakta
olan iktisadi süreçleri açıklamak için yeterli bir kavram mıdır? Mesela,
içeriği, yaşanılan iktisadi dönüşümleri ya da krizleri analiz etmek için kafi
midir?” Keyder bu soruya şu yanıtı veriyor: “Hayır, yeterli bir kavram
değil. Emperyalizm kavramının daha çok tarihsel bir anlamı olduğunu
düşünüyorum. Eskisi kadar eleştiri olmadan kullanmaya imkan
olmamasına rağmen, ‘küreselleşme’ bir gerçeklik ifade ediyor ve bu kelime
kapitalizmin eskiye nazaran çok daha yaygınlaştığını, derinleştiğini,
yerleştiğini anlatıyor. Eğer böyleyse emperyalizm kavramını kullanan
analizlerin fazla anlamı olmadığını söylemek gerekiyor; çünkü gerçekten
küresel bir kapitalizmden söz ediyorsak, sonuçta kapitalizm kavramı bize
yeterli bir analitik araç veriyor.”
Keyder’e göre emperyalizm, “empire”la, “imparatorluk”la ilişkili bir
kavram ve imparatorluğun özelliği ise farklı toplumsal formasyonları
–kapitalizm ve kapitalizm öncesi üretim biçimleri kastediliyor– bir arada
bulundurmasıdır. Dolayısıyla burada emperyalizmden söz edilebilir, çünkü
emperyalist devletin daha geri toplumsal formasyona karşı şiddeti söz
konusudur. Burada emperyalist devletin koyduğu kurallar, zorlamalar
vardır. Bu devlet zoru veya askeri şiddet kapitalist olan birim ile,
kapitalizme henüz geçmemiş bir birim arasındaki ilişkiyi düzenleyen bir
ilişkidir. “Ama her yerde kapitalizm hakimse”, ‘emperyalizm’ lafına ihtiyaç
kalmıyor. Keyder’e göre kapitalizmin içinde sömürünün, eşitsizliğin ne
olduğunu anlatmak kolay, o halde niye emperyalizm diye bir formüle
başvuralım? Küreselleşme ile beraber, yani Negri’nin ‘empire’ diye
nitelediği olay çerçevesinde, kapitalizmin, içerdiği bütün kavramlarla
beraber, bütün dünyaya hakim olması söz konusu. Demek ki,
‘emperyalizm’ lafı da çok ilginç değil artık.” Ama Keyder’de ilginç olan bir
yaklaşım daha vardır; onun kapitalizminde tekelcilik yoktur! (Bkz.
Özgürlük Dünyası, Kapitalizm ile emperyalizm arasındaki ilişkiyi koparmak
olanaklı mı? A. Yaşar)
Konumuzla sınırlı bir çerçevede burada savunulanları ele alacak olursak,
iki noktanın altını çizmemiz gerekiyor. Bunlardan ilki, günümüz
kapitalizminin tekelci kapitalizm olduğu gerçeğinin inkârıdır. İkincisi ise,
“devlet zoru veya askeri şiddet kapitalist olan birim ile, kapitalizme henüz
geçmemiş bir birim arasındaki ilişkiyi düzenleyen bir ilişkidir” tespitidir.
Emperyalizm sadece “farklı toplumsal formasyonlar” arasındaki ilişkide söz
konusudur. Bağımlı ve geri ülkelerde kapitalizm öncesi kalıntıların varlığı
da söz konusu olduğu için emperyalizm meselesinde bu durumlara ilişkin
“şiddet ve zordan” bahsedilebilir. Ama kapitalizmin egemen olduğu
yerlerde buna gerek bulunmamaktadır!
Oysa çok iyi biliniyor ki, bağımlı ülkeler askeri şiddet olmadan da
emperyalizmin kıskacına alınabilirler ve alınmış durumdadırlar. Emperyalist
büyük devletler gerektiğinde şiddete başvurmakta, ulusal kurtuluşa
yönelik bir hareket yoksa genellikle olağan bağımlılık ve soygun biçimleri
emperyalist egemenlik için yeterli olmaktadır. “Gelişmekte olan ülkeler”
diye adlandırılan ülkelerin 1970’de dış borçlarının toplamı 62 milyar
dolardı. 1980’de ise bu rakam 481 milyar dolara çıktı. 1994’te ise 1.5
trilyon doların üzerinde ve bu artış eğilimi gerilemeden devam ediyor.
Arjantin ise, tam bir ekonomik yıkım örneğidir.
Ama emperyalizmin sadece bağımlı ülkeler açısından geçerli olduğu
sanılmamalıdır. Bugün sadece dünyada yaşanmakta olan gerçeklere
bakıldığında bile bunların yanlışlığı açıkça görülebilir. İlk olarak,
emperyalist ülkeler arasındaki mücadele onların dev tekelleri aracılığı ile
de devam etmektedir. Satın almalar, birleşmeler, rakiplerinin pazarına
girmek için verilen amansız mücadeleler, zayıflayan tekellere verilen devlet
destekleri –Örneğin ABD’de GM’ye, Fransa’da Peugeot-Citroen grubuna
vb.– bu mücadeleleri açıkça ortaya koymaktadır. Ukrayna’da, geçmişte
Balkanlarda yaşanılanlar ise, sorunun şiddet boyutunun ortaya
konulmasıdır.
Ama sadece bu kadar da değil. Uluslararası düzeyde sermaye
hareketlerine bakıldığında dolaşan sermayenin, doğrudan yatırımların ezici
çoğunluğunun emperyalist ülkeler arasında olduğu, rakip emperyalist
ülkelerin tekellerinin bir diğerinin pazarına el atmak için bu yola
başvurduğu açıkça görülür. Emperyalist tekellerin bu mücadelesinin içeriği
ve amaçları, burada söz konusu olan şeyin tekeller üzerinden yürüyen
emperyalist rekabet olduğunu açığa çıkarmaktadır. Bu anlaşılmadan
bugünkü tekelci kapitalizm ve emperyalizm konusunda hiçbir doğru
yaklaşımda bulunulamaz, bugünkü kapitalizmin eğilimleri hakkında doğru
bir yargıya varılamaz.
Şu gerçeğe de bir bakalım: Belli başlı emperyalist ülkeler dünya çapında
değerli kağıtların en fazla depolandığı ülkelerdir. ABD’de 56.1 trilyon dolar,
AB’nin büyüklerinde 37.6 trilyon dolar, Japonya’da 19.5 trilyon dolar
depolanmıştır. Bu ülkeler, dolaşan sermayenin yüzde 80’ini çekmektedir.
Günümüzde bu rakamlarda azalma değil, çoğalma bulunmaktadır. Bütün
bunlar, dev tekellerin, onların çıkarlarını savunan emperyalist devletlerin
“olağan” faaliyetleridir. İşler kendi aralarında silahlı bir hesaplaşmaya
döndüğünde, var olan çelişkiler zapt edilemez hale geldiğinde ise, bölgesel
savaşların ve işgallerin, giderek dünya savaşlarının patladığı bilinen bir
gerçektir.
Ama yukarıdaki yaklaşımın, yani emperyalizmin sadece şiddet ve
zorbalık olduğu anlayışının, anti-emperyalist mücadelede asıl olarak
bunların öne çıkarılması gerektiğini söyleyen anlayışa “ideolojik bir temel”
oluşturduğunu ya da benzer görüşlerin aynı ideolojik bataklıktan
beslendiğinin görülmesi açısından bir önemi bulunuyor.
ANTİ- EMPERYALİZM VE ANTİ KAPİTALİZM İLİŞKİSİ
Anti-emperyalist mücadelenin içeriğinin ne olduğu ya da farklı bir ifade
ile karakterinin niteliği sorunu açıklığa kavuşturulmak zorundadır. Çünkü
bu konuda farklı yaklaşımlar bulunmaktadır ve geçmiş tarihsel tecrübeler
yerli yerine konulmadan bugün bu konuda doğru adım atmak neredeyse
olanaksızdır. Anti-emperyalist mücadelenin anti-kapitalist mücadele ile
ilişkisi nedir, tekellerin egemenliği devrilirse ortaya çıkan nedir gibi
sorunlar mümkün olduğunca açıklığa kavuşturulması gereken sorunlardır.
Şimdi doğrudan sorunun kendisine geçebiliriz.
Anti-emperyalist mücadelenin anti-kapitalist bir mücadele olması
gerektiği bazı yönleri ile doğrudur. Ama burada şu temel gerçek de göz
önünde bulundurulmadan sorun açıklığa kavuşturulmuş olmaz. Bu gerçek
şudur; günümüz kapitalizmi tekelci kapitalizmdir ve anti-emperyalist
mücadele de işte bu yönüyle tekellere karşı yürütülen bir mücadele olması
nedeniyle aynı zamanda kapitalizme karşı da bir mücadeledir. Ancak çok
iyi bilinmektedir ki, tekel dışı bir kapitalizm de vardır. Buradan şu sonuca
ulaşırız ki, anti-emperyalist mücadele henüz bütünüyle kapitalizm
çerçevesi dışına çıkmış bir mücadele değildir. Anti-tekel mücadele ülkenin
tepesine çöreklenmiş işbirlikçi ve yerli tekellerin tasfiyesini hedefleyerek,
bir anlamda kapitalizmin başını gövdesinden ayırma işini yerine getiren bir
mücadeledir. (Burada, doğal olarak iktidar ve devrimin niteliği, buna hangi
sınıfın önderlik etmesi gerektiği vb. gibi sorunlara girmek gerekmiyor.)
Bu genel çerçevenin dışında emperyalizme ve sömürgeciliğe karşı ulusal
kurtuluşçu ve bağımsızlıkçı mücadeleler de vardır ve bunlar Lenin
tarafından da anti-emperyalist mücadeleler olarak tanımlanmıştır. Afgan
Emiri, Türkiye’nin ulusal kurtuluş savaşı, ulusal bağımsızlık için ayağa
kalkan çeşitli ülkeler, daha sonraları Vietnam Ulusal Kurtuluş mücadelesi,
emperyalizme karşı bağımsızlık mücadelesi veren pek çok ülkenin
bağımsızlık savaşları sosyalistler ve anti-emperyalist çevreler tarafından bu
nedenle desteklenmiştir.
O dönemde ve daha sonra az çok benzer koşullarda gündeme gelen
anti-emperyalist mücadelelerde, doğrudan sömürgeci ve emperyalist
güçlerin saldırdığı ülkeler silahlı müdahalelerin hedefi durumundadır. Bu
nedenle saldırgan ülkelerin silahlı güçleri gibi, ekonomik güçleri de hedef
alınmıştır ve bu tür mücadelelere anti-emperyalist karakterini veren de bu
kapsamdaki mücadeledir. Ancak saldırgan ülke dışındaki emperyalist
ülkelerin kendi çıkarları için bu tür mücadelelerden yararlanmaya
çalıştıkları, yararlandıkları durumlar da vardır ve sadece saldırgan ülkelerle
mücadele etmekle kendisini sınırlayan –elbette kendisine doğrudan
saldırmayan ülkeleri hedeflemesi gerekmiyor, bundan kasıt tutarlı bir anti-
emperyalist bilinç ve tutum ve bir başka emperyalist güçle işbirliği ilişkisi
içinde olunmamasıdır– bu tür anti-emperyalist mücadelelerin de kapitalizm
çerçevesi dışına çıkmaması söz konusudur. Türk Ulusal Kurtuluş
Savaşı’ndaki “güdük anti-emperyalizm” benzer durumlar için genellikle
geçerlidir.
Bunları hatırlattıktan sonra sorunun daha iyi anlaşılması için güncel bir
örneğe dönebiliriz. Anti-emperyalist mücadelenin sadece silahlı
müdahalelerle sınırlı kalmaması gerektiğine somut bir örnek, gözlerimizin
önünde yaşanan Yunanistan örneğidir.
YUNANİSTAN ÖRNEĞİ
Yunanistan’a karşı şu anda askeri bir müdahale söz konusu değildir. Ülke
Avrupa Birliği’ne üye demokratik bir ülkedir! 2008 Krizi’nin yıkıcı sonuçları
Yunanistan’ı vurduğunda bu ülkede çarpıcı gelişmeler yaşanmıştır. AB
dayatma ile bir “teknokrat hükümet” kurdurmuş, geleneksel iki büyük
partiyi onun ardına koymuştur. Halk muhalefeti bu partileri ilk seçimlerde
süpürmüş, halkın taleplerini sahiplendiği konusunda inandırıcı olan Syriza,
halk çoğunluğunun desteği ile tek başına hükümet olmuştur. Burada Syriza
konusunda ayrıntıya girmek (okuyucu bu konuda ÖD 262’de Seyit
Aldoğan’ın yazısına bakabilir) gerekmiyor.
Geçerken vurgulamak gerekir ki, Syriza’nın desteklenmesinin bir yönü,
halkın AB’ye özellikle onun büyük patronu durumundaki Almanya’ya olan
tepkisidir. Diğer temel yön ise, Syriza’nın halkın bu temel ve acil taleplerini
sahiplendiği izlenimini vermeyi başarmasıdır. Halkın somut ve acil
taleplerini sahiplenmekte ve ileri sürmekte başarılı olan Syriza’nın halk
tarafından desteklenmesinin –komünist adını taşıyan partinin yapmadığı,
yapamadığı da bu olmuştur– nedeni de bu olmuştur. Ancak Syriza’nın AB
ve onun ekonomik özünü yansıtan tekellerle köklü bir mücadeleye
girişmeden halkın temel taleplerini gerçekleştirme imkanı yoktu ve bu
durum da zaten kısa sürede açığa çıktı. Kuşkusuz mücadelenin ne yönde
gelişeceği Yunan halkının, özellikle de işçi sınıfının mücadelesine bağlıdır
ve eğer köklü bir kopuş olacaksa, bunun, Syriza’nın platformunu aşması
da kaçınılmazdır.
Bizi bu konuda öncelikle ilgilendiren, Yunanistan’ın yaşadığı bütün bu
tecrübelerin konumuzla olan bağlantısıdır. Yunanistan’ın önüne ağır bir
fatura konmuştur. Bu fatura mali sermayenin çıkarlarının savunucusu
Troyka –AB Merkez Bankası, AB siyasi kurumlarından oluşan yapı ve IMF–
tarafından konulmuştur. Ortada, Yunanistan’ın borçlarını ödedikçe
borçlarının arttığı bir düzen vardır. Hatta silah sanayiini desteklemek üzere
savaş gemisi satın alma zorunluluğu bile dayatılmıştır vb… Yani çifte
sömürü ya da bir başka deyişle bir koyundan iki post çıkarılmaktadır.
Bazı rakamlar çarpıcıdır: Yunanistan’a verilen borçların yüzde 70’i daha
ülkeye gelmeden borç ödemelerine gitmektedir. Yunanistan 2030’a kadar
340 milyar Avro borç ödeyecektir. Yunanistan’ın 2005-2015 arasında
halktan topladığı 563.7 milyar Avro verginin ezici çoğunluğu borç
ödemelerine gitmiştir. (Bkz. Aldoğan) Tekeller ağlarını eksiksiz örmüşlerdir.
Nereden bakılırsa bakılsın temiz bir emperyalist sömürü!
Tekellerin Avrupası emperyalist sömürüyü sonuna kadar
gerçekleştirmekte, üstelik bunu silaha başvurma tehdidi yapmadan
başarmaktadır! Yunan halkının mücadelesi başka bir evreye ilerler ve
emperyalist tekellerin temel çıkarlarını tehdit eden bir hal alırsa neler
olabileceği üzerinde bir öngörüde bulunmanın gereği bulunmuyor. Ancak
bu tür bir yola girenlerin nelerle karşılaşabilecekleri genellikle biliniyor.
Bilinmesi gereken diğer bir temel gerçek var ki, o da, emperyalist sömürü
ağının dışına çıkmak için emperyalizmle dişe diş bir mücadele verilmesi
gerektiğidir.
EMPERYALİZM, TEKELLER VE HÜKÜMETLER
Belli başlı emperyalist ülkelerin devletleri kendi dev tekellerinin
çıkarlarını her yola başvurarak savunmaktadırlar. Bağımlı ülke devletleri
ise, hem emperyalist tekellerin ülkedeki çıkarlarını hem de işbirlikçi
tekellerin ve diğer tekellerin çıkarlarını korumakta ve savunmaktadırlar.
Türkiye’de olduğu gibi, ülkenin ucuz emek cennetine çevrilmesi,
taşeronlaştırmanın yaygınlaştırılması, işçilerin sendikal örgütlenmelerinin
engellenmesi, özelleştirmeler yoluyla ülkenin emperyalist sermayeye
açılması, dış borçların ödenmesi amacıyla emekçi halkın üzerindeki vergi
yüklerinin artırılması, buna karşın tekelci sermayeye vergi ve teşvik
kolaylıklarının sağlanması bu devletler ve “yürütme komiteleri” olan
hükümetlerin ekonomideki temel görevleri durumundadır.
Ülkenin emperyalizme daha fazla bağlanma süreci 12 Eylül askeri faşist
darbesi ile hızlanmış, Özal hükümetleri, ondan sonra gelen koalisyon
hükümetleri döneminde de ivme artmış, 2001 Krizi’nin ardından tüm
kapılar ardına kadar açılmış, AKP Hükümeti emperyalist finans
kurumlarının güvenilir adamı K. Derviş’in hazırladığı programı eksiksiz
uygulamış, ülke kendi tarihinin en hızlı özelleştirmelerine, sermaye
yatırımlarına tanıklık etmiştir.
Emperyalist tekellerin Türkiye kollarında, işbirlikçi tekellerde çalışan
işçiler yoğun bir emek sömürüsüne tabi tutulurken, bu tekellerin arka
bahçesi durumuna gelmiş olan organize sanayi bölgeleri en vahşi
sömürünün uygulandığı alanlar olma niteliği ile öne çıkmışlardır. İş
cinayetlerinde ardı ardına rekorlar kırılmakta, ülkenin doğası, suyu, toprağı
tekellere peşkeş çekilmektedir.
Bütün bunların anlamı şudur ki, tekellere karşı mücadele ile devlet ve
hükümete karşı mücadele ayrılmaz bir biçimde iç içe girmiş durumdadır.
Erdoğan’ın Koç gibi “muhalif tekeller” için söylediği “bizim dönemimizde 2-
3 kat büyüdüler” sözleri bu durumu açıkça ortaya koymaktadır. Hükümet
bütün tekellere çalışmakta, onların çıkarlarını titizlikle korumaktadır.
Aralarındaki gerilimin arttığı dönemlerde ise, ihalelere taş koymak, vergi
denetimi yapmak vb. gibi “caydırıcı” yaptırımlara başvurulmaktadır. Ancak
bu “önlemler”in söz konusu tekeller için sivrisinek vızıltısı kadar rahatsız
edici olduğu da bir gerçektir. Tekellerin egemenliği hükmünü
sürdürmektedir.
Tekeller arasında ve bazı durumlarda bazı tekellerle hükümet arasında
ortaya çıkan anlaşmazlıkların temelinde hükümete açıkça destek veren
tekellerin pastadan daha fazla pay almak için bastırmaları, tekeller
arasında en fazla vurgunu vurma mücadelelerinin olduğu gözden
kaçırılmamalıdır. Bu tip çelişkilerin elbette başka boyutları da
bulunmaktadır. Ancak burada bunların ayrıntılarına girmenin bir gereği
bulunmuyor.
İşçi sınıfı ve emekçi yığınların işbirlikçi ve diğer tekellere karşı
mücadelesi, onların bunun ne kadar bilincinde olduklarından bağımsız
olarak doğrudan emek sömürüsünü ilgilendirdiğinden, sistematik, sürekli
bir mücadeledir ve işçiler çoğu durumda fabrika ve işyerlerinde nesnel
olarak doğrudan doğruya büyük sermayenin kapitalist saldırısına karşı
mücadele etmektedirler. Bu işbirlikçi büyük sermaye dışında kalan ama
onun kendi üzerlerindeki baskı ve denetimiyle üretimlerini sürdüren ve
çoğu durumda büyük sermayeye meta yetiştirme durumunda olan orta ve
küçük sermaye –organize sanayi bölgeleri vb. bu duruma tipik örnekler
durumundadır– işletmelerinde de vahşi ve kuralsız çalışma koşullarının
egemen olmasını beraberinde getirmektedir. Sendikasız, sigortasız
çalıştırılma, iş gününün aşırı uzunluğu, hatta çocuk emeği sömürüsü bu
koşullarda daha da artmaktadır. Dünyada da Bengladeş vb. ülkeler bu
bakımdan öne çıkmaktadır.
Bütün bu söylediklerimizden elbette emperyalist müdahalelere, silahlı
işgaller vb. gibi emperyalist saldırganlığa karşı sessiz kalınacağı anlamı
çıkarılmamalıdır. Burada yapmak istediğimiz, emperyalist sömürü ve
baskının günlük olağan mücadelenin bir parçası durumunda olduğu ve
olması gerektiğidir. Anti-emperyalist duyarlılığın, emperyalizme karşı
mücadelede bu perspektifin yitirilmemesinin hükümete karşı mücadelede
önemli bir yeri vardır. AKP Hükümetine karşı mücadelenin salt AKP karşıtı
bir mücadeleye indirgenmemesinin, işbirlikçi tekelci sermayeye karşı bir
mücadele olarak gelişmesinin zemini de işte buradadır.
Son zamanlarda anti-emperyalist duyarlılıktaki kaymanın izleri,
emperyalist kurumların, mali sermayenin çıkarlarını savunan basın ve
yayının AKP Hükümeti’ne karşı yönelttiği eleştirilerin eleştirel bir süzgeçten
geçirilmeden kullanılmasında da görülmektedir. Bu çevrelerin amaçları
gözden kaçırılmamalıdır. Onlar ülkenin bir an önce daha fazla kucaklarına
düşmesini istemekte, eleştirilerini gerici bir mevziden ve soyguncu bir
anlayışla yöneltmektedirler. Onların eleştiri adına sunduğu “malzeme”
ilerici, sosyalist çevreler tarafından da kullanılmaktadır. Kuşkusuz bu
“malzeme” hükümetin uluslararası durumunun kötüye gittiğinin kanıtı, bu
çevrelerle hükümet ve Erdoğan arasındaki çelişkilerin keskinleştiğinin
somut işaretleri olarak kullanılmaktadır. Söylenebilir ki, iyi niyetli bir
yaklaşımın ürünü olarak ortaya çıkmaktadır.
Ancak işçi ve emekçi kitleler emperyalist çevrelerin gerçek niyetleri
konusunda aydınlatılmazlarsa, bunun bir sonucu olarak anti-emperyalist
duyarlılıkta bir zayıflamanın olacağı da görülmek zorundadır. Eğer bu
yapılamazsa, emekçi kitleler emperyalistlerin ve işbirliği içerisindeki gerici
mihrakların manevraları konusunda donanımlı olamayacaklardır. Üstelik bu
aynı çevreler yakın zamana kadar hükümete ve Erdoğan’a büyük destek
veren çevrelerdir. Unutmamak gerekir ki, emperyalist çevrelerin
dudaklarından demokrasi, özgürlük, modern yaşam vb. gibi sözcüklerin en
fazla döküldüğü dönemler aynı zamanda askeri müdahale ve işgallerin en
fazla yaygınlaştığı dönemlerdir.
Çelişkilere ve anlaşmazlıklara dikkat çekmek, ama bunların gerçek
nitelikleri konusunda sessiz kalmamak, işçi ve emekçi yığınların işbirlikçi
tekellere, hükümete karşı mücadelelerinde açık bir tutuma sahip olmasını
sağlayacaktır. Aksi durumda işbirlikçiliğin sonuna kadar savunucusu olan
bir hükümet, “Batı karşıtlığı” üzerinden sözde emperyalizme karşı tutum
alıyor pozisyonunda görülebilmektedir. İşçi ve emekçi kitlelerin
aydınlanmamış kesimleri üzerinde bu tutumun etki yarattığı görülmek
durumundadır. Onlar sorunu “ülkeden yana olmak mı, yabancı
soygunculardan yana olmak mı?” şeklinde kavramaktadırlar. Bu durumu
dikkate alan bir yaklaşıma sahip olmak, eleştirileri içeren ve teşhir eden
bir üslupla sözü edilen “malzemeyi” kullanmak, işçi ve emekçi kitlelerdeki
bilincin doğru şekillenmesine yardım edecektir. Bu önemsiz değil, önemli
bir sorundur.
Bitirirken vurgulamak gerekir ki, anti-emperyalist mücadele bir bütün
olarak emperyalist soygunun gerçekleşme biçimlerine, işbirlikçi tekellere,
askeri müdahalelere, emperyalist diplomasiye, işbirlikçi hükümete,
emperyalist yalan ve demagojilere karşı bütünlüklü olarak yürütülmesi
gereken bir mücadeledir. Belirli zaman kesitlerinde, konjonktüre bağlı
olarak bir biçimin öne çıkması doğaldır, ancak anti-emperyalist bilincin
çarpılmasına karşı ideolojik mücadele de bir o kadar doğal ve gerekli
olmalıdır, çünkü ülkenin gerçek toplumsal çelişkileri bunlar göz ardı
edilerek kavranamaz ve işçi sınıfı ve emekçi yığınlar bu çelişkilerin gerçek
boyutları ile anlaşılması üzerinden kendi hareketlerini geliştirip,
ilerletebilirler.