Seçimler ve Kürt Sorunu
Egemen güçler arasındaki gerilim ve kamplaşma üzerinden gerçekleştirilen 22 Temmuz seçimlerinde, Kürt sorunu, bu gerilim ve kamplaşmada öncelikli bir yer tuttu. Egemen güçler arasındaki mücadelenin bir ‘ön muharebe’si olan Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde somutlanan bu gerilim ve kamplaşmanın, Genelkurmay’ın 27 Nisan ‘muhtırası’ ile yeni bir boyut kazanarak, baskın bir genel seçime giden sürecin önünü açtığı biliniyor. Genelkurmayın muhtırasında, “cumhuriyet karşıtı irticai anlayış”ın son dönemlerde geliştiği belirtilerek, bunun karşısında ordunun “laikliğin kesin savunucusu” olarak sürece seyirci kalmayacağına dikkat çekiliyor ve “‘Ne mutlu Türküm diyene!’ anlayışına karşı çıkan herkes Türkiye Cumhuriyeti’nin düşmanıdır ve öyle kalacaktır.” vurgusu ile de kamplaşmanın sınırları kalın çizgilerle belirleniyordu. Genelkurmay ve arkasında saf tutan güçler, bu muhtıra ile gerilim, kamplaşma ve müdahalelerin, iki temel sorun; laiklik ve “terör” sorunu olarak tarif ettikleri Kürt sorunu üzerinden gerçekleştiğini/gerçekleştirileceğini ortaya koymuşlardır. Zaten Genelkurmayın müdahalesinden sonra, “irticai güçlere karşı” ülkenin birçok kentinde kitlesel ‘Cumhuriyet mitingleri’ düzenlenmiş, bu mitinglerdeki “başarı” üzerinden Genelkurmay Başkanı tarafından “teröre karşı topyekûn refleks” gösterilmesi çağrısı yapılmış, fakat Cumhuriyet mitinglerinin aksine, “terörü lanetleme” adı altında düzenlenen mitingler etkisiz kalarak başladığı gibi bitmiştir.
Genelkurmay cephesi tarafından yapılan müdahale ve dayatmalar karşısında, 22 Temmuz seçimlerinden AKP cephesinin üstün çıkması, halkın, bu müdahale ve dayatmalar nedeniyle laiklik ve Kürt sorunu başta olmak üzere ülkenin temel meselelerinde AKP’yi geleneksel politikaların karşısında bir güç olarak görmesinin ve geleneksel politikaların dışında bir çözüm arayışının göstergesi olarak anlaşılmalıdır. Ülkenin temel sorunlarında çözümsüzlüğü dayatan iki gerici kamptan biri olmasına rağmen, AKP’nin “mağdur”u oynayarak seçimlerden bölgedeki güç ve etkisini de artırarak çıkmış olması, Kürt sorunu konusunda gericiliğin manevra alanını genişleterek, halkın beklentilerinin gericiliğin elini güçlendirmesi gibi bir sonuç doğurmuş; bu gelişme, önümüzdeki dönem daha bir önem kazanmış bulunan halkın istem ve beklentilerinin örgütlenmesi ve bir mücadele platformunda birleştirilmesi bakımından ‘Bin Umut’ milletvekillerine önemli sorumluluklar yüklemiştir.
EGEMEN GÜÇLER ARASINDAKİ KAMPLAŞMA VE KÜRT SORUNU
Egemen güç odaklarının birbirleriyle mücadele halinde olan ve bir tarafında seksen yıllık statükocu, ırkçı şoven politikaları dayatan Genelkurmay ve CHP, MHP gibi baskıcı güçlerin; öbür tarafında ise, AKP ve ABD’nin Ortadoğu’da uyguladığı ‘Ilımlı İslam’ politikasının taşeronluğunu yapan gerici güçlerin yer aldığı iki gerici kampından birini oluşturan AKP cephesinin, zaman zaman çelişkili söylemler kullanmış olsa da, Kürt sorunu konusunda, sorunu bir “terör sorunu” olarak görme ve baskı-şiddet politikalarını esas alma noktasında diğer kampla anlayış birliği içinde olduğu, geçtiğimiz dönem ortaya konan söylem ve uygulamalarda bütün açıklığıyla kendini göstermiştir. Bu gerici kamplar arasında sorunla ilgili ayrılık noktası ve çatışma, AKP’nin, ABD politikalarına teslim olarak sorunun çözümünü ABD’ye havale etmiş olması ile ABD’nin Irak’ı işgali ve Saddam’ın devrilmesinden sonra oluşan uygun ortamda Güney Kürtlerinin oluşturduğu Federe Kürt Hükümeti ile ‘kırmızı çizgileri’ geçersizleşen Genelkurmay’ın, kendi güç ve etkisini zayıflatan bu gelişmeler karşısında pozisyonunu korumak istemesi noktasında somutlanmaktadır.
Bu gerici kamplar arasında Kürt sorunu üzerinden yürütülen tartışma ve çatışma, güncel/dönemsel gelişmelere bağlı olarak, zaman zaman Kerkük ve ‘Geçici Irak Anayasası’na göre 2007 sonuna kadar yapılması amaçlanan Kerkük Referandumu, zaman zaman PKK’nin Güneydeki varlığı ve Güney Kürtlerinin tutumu üzerinden sınır ötesine/Kandil’e operasyon, zaman zaman hükümetin “teröre karşı” mücadeleye etkin destek vermemesi söylemi (Genelkurmay tarafından yapılan “teröre karşı ellerinin kollarının bağlı olduğu” ve yeni yetkiler talep eden açıklamalar vs.) ve son dönemlerde, özellikle seçim sürecinde “terörün siyasal uzantıları” söylemiyle öne çıkarılan legal Kürt siyasetinin hedef alınması gibi farklı görünümler kazanarak devam etmektedir.
Bölgenin en zengin petrol kaynaklarının merkezinde olan Kerkük, bugün Türkiye egemenleri bakımından seksen yıldır hayallerini süsleyen bir yer olmanın ötesinde, özellikle yapılacak referandum ile Bölgesel Kürdistan Hükümeti sınırlarına katılması ve doğuracağı sonuçlar nedeniyle önem taşımaktadır. Bölgenin kalbi olarak nitelenen Kerkük’ün Federe Kürt Hükümeti’ne katılması, Kürt Hükümeti’nin bölgesel gücünü arttıran ve bağımsızlığın yolunu açacak önemli bir adım olarak değerlendirilmektedir. Böylesi bir gelişmenin, Hükümeti ve Genelkurmayı ile Türkiye gericiliğinin Kürt sorunu konusunda uyguladıkları sorunu yok sayma ve şiddet politikaları ile çözme tutumunu daha da zora sokacağı, açmazlarını derinleştireceği açıktır. Bunun için, böylesi bir gelişmenin önüne geçmek amacıyla AKP Hükümeti, geçtiğimiz yılın sonunda Baker-Hamilton eş başkanlığında hazırlanan ve ABD’nin Irak politikasının başarısız olduğuna dikkat çekerek Türkiye’nin sürece daha aktif katılımını öneren ‘Irak Çalışma Grubu Raporu’ndaki politikalara uygun bir tutum ortaya koymaya çalışmaktadır. İsteneni veremese de, bu amaçla bir ‘koordinatörlük’ oluşturulmuş; Başbakan Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Gül, başta Suriye ve İran olmak üzere bölge ülkeleriyle ilişkilerinde ABD politikalarını dikte eden ‘elçiler’ olmuşlardır. AKP Hükümeti’nin, her fırsatta ABD ile ‘Stratejik Ortaklık’ vurgusu yaparak, vermeye çalıştığı mesaj açıktır: Türkiye gericiliği, Kürtlerin güç ve etkisini kırmak, bölgede pozisyonlarını güçlendirecek adımlar atmasını engellemek için, ABD’ye, Türkiye’nin eski ve önemli bir müttefik olduğunu ve bölgede kendilerine biçilecek her rolü oynamaya hazır bulunduğunu gösterme gayreti içindedir. ABD ise, Türkiye gericiliğinin kendi politikaları karşısındaki teslimiyetinden memnunluk duymakta, ama Kürtleri karşısına alarak bölgesel hesaplarını bozmak yerine, ikili bir tutum sergileyerek (bu karşıtlık üzerinden her iki kesimi de kendi politikalarına yedekleyerek), Türkiye egemenlerini yapılan açıklamalarla yatıştırma, oyalama ve beklentiye sokmaya çalışmaktadır.
Genelkurmay ve siyasal uzantıları, AKP Hükümeti’nin bu konudaki politikasını başarısızlıkla suçlamakta ve daha aktif bir tutum alınmasını gündeme getirerek, ‘sınır ötesi’ operasyonu dayatmaktadır. Burada dikkat çekici nokta, sınır ötesi operasyon tartışmaları daha önce PKK’nin Güney’deki varlığı/Kandil ile sınırlı tutulurken, son dönemlerde operasyonun hedef ve kapsamının Barzani/Kürt Federasyonu’na genişletilmesinin tartışılması, Güney Kürtleri üzerinde baskı oluşturma ve gözdağı vermenin öncelikli bir yer tutmaya başlamasıdır. Sınır bölgelerine büyük bir yığınak yapan Türk ordu güçleri, hem AKP Hükümeti’ni sınır ötesi operasyon kararı alma konusunda baskılamakta, hem de yanı başlarına yaptığı bu yığınak ile Güney Kürtlerini atacakları adımlar konusunda uyarmakta, silahlı gücünü onlara karşı bir ‘tehdit’ unsuru olarak kullanmaktadır. Bölgenin dört bir tarafında sürdürülen operasyonlar, yoğunlaşan çatışmalar ve asker cenazeleri üzerinden seçim süreci boyunca “sınır ötesi operasyon olacak mı olmayacak mı” tartışmalarını gündemde tutan Genelkurmay, özellikle ABD’nin böylesi bir operasyona karşı olduğu ve AKP’nin bu konuda ABD’den bağımsız adım atamayacağının hesabını yaparak, hükümetin orduya yeterli desteği vermediği, cesaretsiz davrandığı ve “terörle mücadeleye zarar verdiği” mesajını vermeye yönelik bir tutum takınmış; “laiklik-şeriatçılık” üzerinden sürdürülen çatışma ve kamplaşma, “terör ve bölücülük” üzerinden daha ileri bir boyuta taşınmıştır. PKK’nin ‘ateşkes’ ve ‘çatışmaya girmeme’ gibi kararları karşısında ısrarla operasyonları sürdüren Genelkurmay, bu konudaki manevralarıyla AKP hükümetini köşeye sıkıştırmış; asker cenazelerinde ordunun “fedakârca mücadelesi” sahiplenilirken hükümet temsilcileri protesto ve saldırılara maruz kalmış, bu cenazelere katılamaz hale gelmiştir. Genelkurmay merkezli bu şoven kışkırtma ve saldırıların; linç politikalarının aynı zamanda gericiliğin ırkçı ‘uç’u olan MHP’nin güçlenmesinde önemli bir rol oynadığı da gözden kaçırılmamalıdır.
AKP Hükümeti, maruz kaldığı baskılar karşısında, ABD’den, en azından PKK’ye karşı kısmi bir operasyon, Türkiye’de tartışma yaratan ve bazı Genelkurmay yetkililerinin de katıldığı Hudson senaryosunda da gündeme getirilen bazı PKK yöneticilerinin Türkiye’ye teslim edilmesi, Kerkük Referandumunun ertelenmesi gibi taleplerde bulunarak, durumu kurtarmaya çalışmaktadır. Kürt sorunu ve bölge politikası bakımından ‘dışarıda’ ABD’ye yedeklenmiş bulunan AKP Hükümeti, ‘içeride’ seçim atmosferinde artarak devam eden baskı ve dayatmalar karşısında, bir yandan Genelkurmay politikalarına teslim olmuş, öbür yandan idam, DTP/DEP ile işbirliği tartışmaları vb. konular üzerinden şovenizm ve gericilik yarışındaki yerini almıştır.
DTP yöneticilerinin çeşitli konularda yaptıkları açıklamalar ve düşüncelerinden dolayı tutuklanmaları, 301’inci madde, Gündem gazetesinin kapatılması ve basın üzerindeki baskı ve yasaklamalar, DTP’li belediyelerin faaliyetlerinden dolayı hedef haline getirilmesi üzerinden gerçekleştirilen soruşturmalar ve görevden almalar, bölgede OHAL uygulamalarını geri getiren “özel güvenlikli bölge” uygulaması, bağımsız milletvekili adaylarının birleşik oy pusulasına el birliğiyle alınması, seçim sürecinde ‘Bin Umut’ adaylarına karşı uygulanan baskı, yasak ve engellemeler gibi birçok uygulamada AKP Hükümeti ve Genelkurmaycıların ortak tutum takınması, bu gerici güç odaklarının, Kürt sorununu bir taraftan kendi aralarındaki kamplaşmada birbirlerine karşı kullanırken, öbür taraftan Kürt hareketinin demokratik istemlerinin ve demokrasi güçlerinin mücadele ve taleplerinin baskılanması, engellenmesi konusunda bir tutum ve anlayış birliği içinde olduklarını göstermektedir.
BÖLGEDEKİ GELİŞMELER VE HALKIN YÖNELİMİ
Geçtiğimiz yıl, aydınlar, Kürt sorununun çözümüne ortam sağlaması için silahların susması çağrısı yapmış, bu çağrının PKK tarafından olumlu karşılanarak ‘ateşkes’ ilan edilmesinden sonra, sorun birçok çevre tarafından tartışılmaya başlanmış ve bu tartışmalar üzerinden geniş çevrelerin katılımıyla ‘Türkiye Barışını Arıyor’ Konferansı düzenlenmişti. Aynı dönemde, ‘bin operasyoncu’ Ağar ve emekli darbeci Evren tarafından egemenlerin geleneksel tutumlarını eleştiren açıklamalar yapılmış, Kürt sorunu ile ilgili tartışmalar, ilk kez egemenler cephesinde ‘çatlaklar’ oluşturacak kadar derin bir etki yaratmıştı. Bu süreç ve oluşan olumlu hava, Genelkurmayın müdahaleleri, gerilim politikası ve çatışmaların tırmandırılması ile tersine çevrilmiş; dayatılan kamplaşma ile geleneksel politikalara açık tutum almaktan çekinen birçok aydın ve çevre geriye çekilmiştir. Egemenler cephesindeki çatlak, yerini, seçim meydanlarında yapılan kimin daha iyi ip çektiği, “terör ve bölücülüğü” kimin daha önce bitireceği tartışmalarına bırakmıştır. Gerici güçler arasında ırkçı şoven bir zeminde sürdürülen tartışmalara, Kürt ulusal hareketi ve demokrasi güçlerinin baskılanması, yalıtılıp yalnızlaştırılmasına yönelik saldırılar eşlik etmiştir.
Kürt halkı, yapılan müdahaleler ve dayatılan kamplaşma üzerinden gündeme getirilen seçim sürecine bölgenin dört bir yanında sürdürülen operasyonlar, bölgeye yapılan askeri yığınak, DTP’li yöneticilerin ve yerel yönetimlerin yaptıkları açıklamalar ve gerçekleştirdikleri uygulamalar nedeniyle soruşturmalara uğraması, gözaltına alınıp tutuklanması, Cizre ve Sur belediye başkanlarının görevden alınmaları, yeniden OHAL uygulamalarına geri dönülmesi ve sınır ötesi operasyon tehdidi altında girmiştir. Bu tehdit ve dayatmalar karşısında, bir yandan Güney’de kazanılan ‘mevzi’ ve atılan adımlar, bunun da ötesinde özellikle Talabani ve Barzani’nin sınır ötesi askeri bir harekât karşısında açık tutum alarak, PKK ve Kürt sorununun siyasal yollarla çözülmesi yönündeki çağrı ve açıklamaları, halkta Güney’deki gelişmelere ilgiyi arttırmıştır. Öte yandan, ülke egemenlerinin halkları düşmanlaştırma ve Kürt halkına legal alanda siyaset yollarını kapatma yönündeki dayatmaları karşısında, halkın esas yönelimi, demokratik hakların kullanılması tutumunda ısrarcı olmak, sorunun eşit haklar temelinde barışçıl demokratik çözümüne imkan sağlayacak girişim ve adımların geliştirilerek yeni platformlara taşınması için mücadele etmek biçiminde olmuştur. HEP ve DEP deneyimlerinden sonra, sorunun çözümünün mecliste aranması amacıyla ‘Bin Umut’ adaylarının meclise gönderilmesi, halkın yönelim ve iradesinin demokratik bir temelde birlikte yaşamdan yana olduğunun önemli bir göstergesidir.
Kürt ulusal hareketinin Ekim 1989’da Paris’te gerçekleştirilen ‘Kürt Konferansı’na katıldıkları için SHP’den ihraç edilen 7 Kürt milletvekilinin Halkın Emek Partisi’ni (HEP) kurmasıyla başlayan ve ardından 1991 seçimlerinden 2 Mart 1994’te DEP’li milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılmasına kadar süren meclisteki mevcudiyeti, inkar politikaları karşısında Kürtlerin varlığını kabul ettirme anlayışına dayanıyordu. Leyla Zana’ların mecliste Kürtçe yemin etmesi, aynı zamanda ‘özel savaş’ın en yoğun haliyle sürdürüldüğü böylesi bir dönemde, Kürt halkının varlığını kabul ettirme yaklaşımını sembolize eden bir tutum olarak dikkat çekmiştir. Türkiye’nin yanı başında bir Kürt Hükümetinin kurulduğu, Irak’ın başında bir Kürt Cumhurbaşkanının bulunduğu ve özellikle ABD’nin Irak müdahalesinden sonra Kürt sorununun, emperyalist güçlerin ve işbirlikçi bölge gericiliklerin bölgeye dair plan ve hesaplarında göz ardı edemedikleri bölgesel karakteri öne çıkan bir sorun haline geldiği günümüzde, artık Kürtlerin varlığı yokluğu değil; sorunun kimler tarafından ve nasıl çözüleceği tartışılmaktadır. Kürt halkının, Kürt sorununun gerici kamplar arasındaki mücadelenin bir aracı haline getirilmek istendiği, baskı ve saldırılarla yalnızlaştırılmaya çalışıldığı bir dönemde, barış ve demokrasi güçlerinin mecliste temsiliyetini engellemek için oluşturulan yüzde 10’luk anti demokratik seçim barajının aşılarak sorunun çözümüne dair talep ve önerilerinin meclis platformunda tartışılmasını sağlamak amacıyla seçimlere bağımsız adaylarla gitme yönünde tutum belirlemesi, savaş, kışkırtma ve düşmanlaştırma politikaları karşısında demokratik çözümün; eşitlik ve kardeşlik temelinde birlikte yaşama iradesinin ifadesi olarak anlaşılmalıdır. Bu temelde kimi eksiklik ve yetersizliklere rağmen, DTP, EMEP, SDP ve diğer emek, barış, demokrasi güçlerinin katılımlıyla oluşturulan seçim işbirliğinin adayları olarak ortaya çıkan ‘Bin Umut’ adaylarının seçim bildirgesi de, sorunun barışçıl, demokratik çözümünü ve bu temelde mücadeleyi esas alan bir bildirgedir. Bildirgede yer alan barışın ve demokrasinin tesisi için Kürtlerin siyasal temsilcilerinin meşru ve gerçek muhataplar olarak kabul edilmesi, genel siyasi af, koruculuk sisteminin kaldırılması ve zorunlu göçün neden olduğu ekonomik, sosyal, psikolojik tüm yıkımların etkilerini giderecek önlemlerin alınması, birlikte yaşamı temel alan demokratik bir anayasanın hazırlanması, Kürt dili ve kültürünün, Kürtçenin kamusal alanda kullanımının önündeki engellerin kaldırılması gibi talepler, soruna dair ‘demokratik birlik programı’nın talepleridir. ‘Bin Umut’ milletvekilleri, gericiliğin savaş ve düşmanlık politikaları karşısında emek, barış ve demokrasi güçlerinin demokratik çözüm programının temsilcileri olabildikleri, bu mücadeleyi meclis platformuna taşıyabildikleri oranda halkın kendilerine verdiği görevlerini yerine getirmiş olacaklardır.
BİN UMUT MİLLETVEKİLLERİ VE YENİ DÖNEMDE MÜCADELENİN OLANAKLARI
Bölgede operasyonların aralıksız sürmesi, sınır bölgelerine yapılan askeri yığınak, Hakkari, Siirt ve Şırnak’ın ‘Geçici Güvenlik Bölgesi’ adı altında ablukaya alınması, Bin Umut adaylarının çalışmalarının baskı ve yasaklarla engellenmesi, kırsal alandaki seçmenlerin baskı ve tehditlere maruz kalması, AKP’nin ‘mazlum’ görüntüsüyle Kürt halkının dini duygularını sömürmesi ve ianeci anlayışla halkın yoksulluğunu oy toplamak için kullanması gibi seçim sürecinde halka karşı kullanılan çok yönlü uygulamalara rağmen, 22 Bin Umut temsilcisi meclise girmeyi başardı. Gericiliğin her iki kampının Kürt halkının ve demokrasi güçlerinin meclisteki temsiliyetini engellemek için el birliği yapmış olmalarına rağmen, barış ve demokrasi güçlerinin mücadelesinin bu platforma taşınmasıyla birlikte, mecliste yeni bir dönem başlamış oldu. Gerici kampların kendi aralarındaki hesaplaşma ve halkı bu kamplaşmaya yedeklemenin arenası olarak kullanılan meclise bu dönem ‘Bin Umut’ temsilcilerinin girmesi, bu arenayı demokrasi güçlerinin bir mücadele platformu olarak kullanma olanaklarını da beraberinde getirmiştir.
Bugün, yaptığı müdahale ve dayatmalarla erken seçimi gündeme getiren Genelkurmay cephesinin, seçimlerden AKP’nin galip çıkması karşısında kaderine razı olup köşeye çekilmeyeceği açıktır. Genelkurmay cephesinin, özellikle CHP’nin yanında gerilim politikasını tırmandırmanın bir aracı olarak MHP’nin de meclise girdiği bu koşullarda, Cumhurbaşkanlığı seçimi, Kürt sorunu ve diğer başkaca konular üzerinden kendi güç ve pozisyonunu korumak için yeni müdahale ve dayatmalara girişeceği bilinmez değildir. Seçim sonuçları açıklanır açıklanmaz yapılmaya başlanan “Seçimler bitti. Tek başına hükümet olan AKP’nin sınır ötesi operasyon konusunda önünde engel kalmadı.” yönlü açıklamalar müdahale sürecinin devam ettiğini göstermektedir.
Seçimlerden bölgedeki güç ve etkisini arttırarak çıkan AKP’nin, bir yandan geçtiğimiz dönem kimi adımlarını attığı bölgede kendini Kürt burjuva ve feodal unsurlarının Amerikancı partisi olarak ikame etme tutumunu geliştireceği; öte yandan bu pozisyonunu güçlendirmek amacıyla, meclisteki Bin Umut/DTP grubuna Kürt sorununun bir sonucu ve ondan bağımsız düşünülemeyecek olan PKK konusunda baskı yaparak, onları etkisizleştirme, yalnızlaştırma tutumunu sürdüreceği söylenebilir. Başbakan Erdoğan’ın seçimlerden önce yaptığı, PKK’yi reddetmeden DTP ile ilişki geliştirmeyecekleri yönündeki açıklamalar da bu tutumu yansıtmaktadır. Uluslararası sermayenin ve ABD’nin hizmetinde olan AKP Hükümeti’nin, bölgedeki rolünü daha iyi oynayabilmek için ABD’den Güney’deki PKK varlığının tasfiyesi yönünde talep ve beklentilerinin olduğu/olacağı da bilinmez değildir.
Bölgede ABD’nin “ılımlı İslam” politikasının taşeronluğunu yapan AKP’nin ve özellikle Kürt sorunu konusunda ABD ile çatışma halindeymiş gibi görünen, ama aslında dayattığı savaş ve şiddet politikalarıyla, ABD’nin bölgede halkların düşmanlaştırılmasını temel alan stratejisine hizmet eden Genelkurmay cephesinin, Kürt sorunu konusundaki güncel/dönemsel tutum ve yaklaşımları bazı farklılıklar gösterse de, sorunun bir “terör ve bölücülük sorunu” olarak tarif edilmesi konusunda birleşmektedir. Bu gerici kampların kendi aralarındaki mücadeleye rağmen, Kürt halkının ve demokrasi güçlerinin istemleri karşısında tereddütsüzce birleşebilmelerinin altında yatan gerçeklik budur.
Bugün Bin Umut milletvekillerinin, Kürt, Türk, her milliyetten halk güçlerinin kimi zaaf ve eksikliklerine rağmen oluşturmayı başardıkları birlikteliğin, ortak mücadelenin temsilcileri olarak meclise girmiş olması, gerici güçlerle hesaplaşmak bakımından önemli bir olanaktır. Bin Umut milletvekilleri bu olanağı kullanabildikleri; emperyalizm işbirlikçisi, gerici, şoven güçler karşısında halkların bağımsız, demokratik bir ülkede eşitlik ve kardeşlik içinde yaşama iradesinin temsilcileri olabildikleri; meclisi böylesi bir hesaplaşma ve mücadelenin bir platformu haline getirebildikleri oranda görevlerini yerine getirmiş olacaktır. Ancak bu görevin başarılmasının ve Türkiye halklarına verilmiş olan bağımsız, demokratik bir ülkede halkların eşitlik ve kardeşlik temelinde insanca yaşaması sözünün yerine getirilebilmesinin, her şeyden önce ve daha çok emek, barış ve demokrasi güçlerinin; Türk, Kürt her milliyetten halk güçlerinin ortak bir demokrasi ve halk cephesi olarak mücadele yürütmesinden başkaca bir yolu olmadığı da unutulmamalıdır.