Türkiye, tarihinin en olağanüstü koşullarında gerçekleşecek seçimine gidiyor.
“Olağanüstü”lüğü hazırlayan başlıca iki önemli etken var. Bunlardan birincisi; 12 Eylül Cuntası tarafından oluşturulan (yüzde 10 seçim barajı, sermaye partilerine devlet hazinesinden milyonlarca YTL’lik destek) ve sonraki yıllarda da hemen tüm hükümetlerin seçimden kendilerini avantajlı çıkarmak için yeni değişikliklerle payandaladığı seçim sisteminin iflas etmiş olmasıdır. İkincisi ise; egemen güç odakları arasındaki kavganın, olağan mücadele yöntem ve araçlarını aşan yöntem ve araçların devreye sokulmasıyla (linç girimleri, Rahip Santoro cinayetinde başlayarak süren cinayetler, Genelkurmay Başkanı’nın bir taraf olarak sahneye çıkıp açıklamalar yapması, muhtıra verilmesi, Anayasa Mahkemesi’nin açıkça taraf olması, kitlesel mitingler) sürdürülüyor olmasıdır. Seçime iki aydan az bir zaman kaldığı şu günlerde, seçimlerin nasıl olacağı; daha hangi baskıların devreye sokulacağı; örneğin Kuzey Irak’a bir askeri harekatla seçime savaş koşullarında mı yoksa karanlık güçlerin ülkeyi toz dumana boğduğu koşullarda mı gidileceği, hatta seçimlerin olup olmayacağı bile tartışılmaktadır. Dahası; bölge illerinde seçimlerin nasıl yapılacağı konusu daha da hassalaşmış, bu illerde seçime girecek olan bağımsız adayların engellenmesi için uğursuz girişimler üstüne senaryoların haddi hesabı yoktur.
SEÇİM SİSTEMİ HALKIN İRADESİNİN MECLİSE YANSIMASININ ÖNÜNDEKİ ENGELDİR
Cumhurbaşkanlığı seçimi sırasında mevcut siyasi sistemin birçok bakımdan tıkandığı açıkça ortaya çıkmıştır. Ve bu tıkanıklıkta, sadece 276, hatta 4. turda bir fazla evet oyu alacak adayın seçilmesini mümkün kılacak kolaylaştırıcı kurala karşın, 352 milletvekili bulunan AKP cumhurbaşkanını seçememiştir.
Rakamlar ve meclisteki vekil sayısı dağılımı açısından anlaşılmaz olan bu sonucun anlaşılır hale gelmesi için, öncelikle bu sonucu hazırlayan koşullara kısaca göz atamak gerekir.
Kapitalist bir ülkede; demokrasi ve onun en nadide meyvesi olarak sunulan milletvekillerinin halk oyuyla seçilmesi ve yasamanın da seçilen milletvekillerinin “hür iradesi”yle yapıldığının “inandırıcı” bir biçimde gösterilmesi çok önemlidir. Çünkü; bir avuç kapitalistin bütün iktidarı elinde bulundurduğu, ancak bunun gizlenip; iktidarın, ülkenin nasıl yönetileceğinin halkın iradesine dayanılarak belirlendiği fikrinin canlı tutulması, ancak seçimlerin serbestçe yapılması ve seçilen vekillerin halk indinde meşru vekiller olarak görülmesiyle mümkün olur. Sermaye güçleri, ancak bu yanılsamayı gerçekmiş gibi gösterdikleri ölçüde, halkın yasalara, kurallara, yukarıdan alınan kararlara boyun eğmesini sağlayabilirler. Tarih bize; ülke nüfusunun çok küçük bir bölümünü oluşturan egemen sınıfın, asıl olarak çoğunluğun katıldığı seçimler (ve öteki en azından görünüşte demokratik kuruluşlar) aracılığı ile iktidarını (diktatörlüğünü demek daha doğru) gizlediğini; sistemi, ülkeyi halkın seçtiği temsilcilerin oluşturduğu meclisin çıkardığı yasalarla yönettiği düşüncesini uyandırdığı ölçüde egemenliğini halkın gözünde meşru bir biçimde sürdürebildiğini göstermektedir.
Ama, aynı zamanda seçimlerin serbestçe, dışardan başka güçlerin müdahalesi olmadan yapıldığı koşullarda, meclise, egemenlerin işine gelmeyen vekiller, işçi sınıfı ve emekçilerin temsilcileri hatırı sayılır sayıda girmeye başladığı noktada, burjuva seçimi sistemi de alarm vermeye başlar. Onun için de, halkın hem seçime katıldığı, ama hem de oylarının karşılığının yeterince meclise yansımadığı birer okus pokus olan “seçim sistemleri” geliştirilmiş, bu sistemler, giderek, “parlamentoda istikrar” adına, barajlarla desteklenmiştir. Yani en gelişmiş kapitalist ülkelerde bile yüzde 3-5 baraj, yani halkın belirli bir bölümünün oylarını sayılmaması ve meclis dışında bırakılması, oyunun kuralları içine dahil edilmiştir. Çeşitli seçim sistemlerine göre, bu oy dışlanması yüzde 15-20’lere kadar varmaktadır.
Türkiye’deki siyasi sistemin amacı da, meclisteki vekillerin halkın oyu ile seçildiği düşüncesini oluşturmaktır. Ama, yüzde 10 barajı gibi dünyanın hiçbir ülkesinde olmayan yüksek bir seçim barajı, siyasi partiler arasında adaletsiz seçim yarışı koşulları, istenmeyen partilerin Anayasa mahkemesi tarafından kapatılması, düzen partilerine hazineden milyonlarca YTL’lik destek sunulması, milletvekili adaylarının partilerin başkanları ve yakını birkaç kişi tarafından belirlenmesi gibi yasa ve geleneklere, merkez partiler bloğunun (ANAP, DSP, MHP, DYP, SP gibi bir önceki parlamentoyu oluşturan partilerin tümünün barajın altında kalarak meclis dışına düşmesiyle) 2002 seçiminde çökmesi de eklenince, kullanılan oyların sadece yüzde 54’ünü (toplam seçmen sayısı göz önüne alındığında, iki partinin oy toplamı yüzde 40 dolayına düşmektedir) alan iki parti (AKP ve CHP), milletvekillerinin tümünü ele geçirmiştir. Böylece; burjuva parlamentosunun önündeki “incir yaprağı” düşmüş, gerçek, aslında seçimin halk iradesinin meclise yansımasının dayanağı olmadığı, fakat sadece en yukarıdakilerin isteklerine göre halkın oylarının çoğunun oyun dışında bırakıldığı gerçeği gözle görülür hale gelmiştir.
Ortaya çıkan iki partili meclis yapısı, büyük sermayenin temsilcileri tarafından “istikrarlı bir meclis”, “istikrarlı bir hükümet” adına büyük bir coşkuyla selamlanmış; 2002 seçimi bir “demokrasi bayramı” olarak ilan edilmiştir. Ama, gerçekte, bu seçimde, seçimin halkın iradesini meclise yansıttığı illüzyonu da çökmüş olduğu için, sistem; açıkça “tepe üstü konmuş bir testi”ye dönüşmüştür. Yani seçim, kendi amacının tersine dönerek; çelişkileri yumuşatan, sistemi halk indinde meşrulaştıran değil, sitemin güçleri ile halk arasındaki çelişkiyi derinleştiren, sistemin meşruiyetini tartışılır hale getiren bir sonuç doğurmuştur. Elbette bu sonuç başlangıçta kendisini böyle açıkça ortaya koymamış olsa da, süreç ilerledikçe, AKP’nin halkın sadece yüzde 25’inin oyunu almasıyla vekillerin yüzde 65’ini elinde bulundurması arasındaki çelişki giderek daha belirginleşmiş, daha kabul edilemez hale gelmiştir. Dolayısıyla seçim sistemi, yasal geleneksel bir sistem olarak; kendi amacıyla da çelişen “tepe aşağı oturtulmuş bir testi” halini almıştır. Nitekim, siyasal alana “dışardan” müdahale edenler, “cumhurbaşkanını bu meclisin seçemeyeceği” iddialarını, işte bu, halkın kullandığı oyların çok büyük bir bölümünün sistemin dışında kalması ve seçimin halkın iradesini yansıtmıyor olması gerçeğine dayandırarak, müdahalelerine meşruiyet aramışlardır; bugün de bu iddialarını sürdürmektedirler.
Sorunlar yeterince büyümediğinde (çelişkiler yeterince olgunlaşmadığında), “ters duran bir testi” bile içindeki suyu koruyabilir, iyi kötü bir “testi işlevi” görebilir. 12 Eylül sonrasında, siyasal sistemin “tepe üstü duran bir testi” olarak (sistemin restorasyonuna duyulan ihtiyaç 28 Şubat müdahalesine yol açsa da, arada, seçim yasasıyla oynanarak, meclisten DEP’li vekiller derdest edilip cezaevine gönderilerek vb.) sürmesine, gelişmeler destek vermiştir.
Ama son yıllarda, Kürt sorununun demokratik çözümü, laisizmin gerçek temelleri üstüne oturtulması istekleri, artık bu “ters testi”nin ayakta durmasını zorlaştırmıştır. Çünkü; cumhuriyetin başından beri, kimi zaman açıkça kimi zaman üstü örtülü bir biçimde gündemde kalan bu iki temel sorun, son yıllarda, artık çözüm dayatan bir karakter kazanmışlardır. Dolayısıyla da, tepe üstü duran mevcut siyasal sistem, başlıca sorunlara çözüm üretmek yerine onları yok sayan, yok sayamadığında ise, zorla bastıran bir rol oynadığı için sistem yeniden tıkanmıştır.
Benzer tıkanmalar; 12 Mart’ta ve 12 Eylül’de askeri darbelerle “aşılmış”tı. Bu müdahaleler sisteme yapılan bir açık kalp ameliyatı sayılırsa, 28 Şubat müdahalesi, tıkanan sistemin kanallarını açma amaçlı bir “anjiyo” müdahalesidir.*
SORUNLARI BASKI VE ŞİDDETLE ÇÖZME ZORLAMASI KRİZİN NEDENİDİR
Elbette ki, siyaset alanındaki adaletsizlikler ve seçimlere kendi işlevine ters sonuçlar doğuracak biçimde sınırlamalar getirilmesi, kendi başına büyük sorunlara yol açmayabilirdi. Ancak siyasal alanın sorunları, toplumun büyük nüfus kesimlerini ilgilendiren taleplerin yerine getirilmesinde başarı gösteremezse (talepleri karşılama ya da üstünün örtülmesinde başarı gösterme), işte o zaman, siyasal alanın sorunları da, ortaya çıkan krizin (**) bir parçasına dönüşerek, sorunların çözümünü tıkayan bir etken halini alır.
Bugün de böyle olmaktadır.
Çünkü; bölgedeki diğer gelişmelerle de birleşen Kürt sorunu artık bir çözümü dayatmıştır. Bu sorun karşısında, kimi biraz ileri, kimi geri gitse de, kimi sağa kimi sola çekse de; egemen güç odakların ana tutumu, Kürtleri; onların dillerini, kültürlerini, ulusal ve siyasal haklarını yok sayan bir tutumu benimsemek olmuştur. AKP Hükümeti, son beş yılda, “Kürt sorunu yoktur, terör sorunu vardır”dan “Kürt sorunu vardır. Yok diyenler yanlış yapmıştır. Bu sorunu demokratik bir biçimde çözeceğiz”e varan zikzaklarıyla ve beş yıl içinde birkaç kez tutum değiştirmesiyle, bu geleneksel egemen tutumun tipik davranışını sergilemiştir. Bu git-geller içinde asıl egemen tutum; özellikle son iki yılda, şovenizmin kışkırtılması, milliyetçi sloganların öne çıkarılmasıyla yürütülen ve “kontrollü” biçimde Kürt-Türk düşmanlığının yükseltilmesine dayanan bir strateji olmuştur. Batı illerinde yer yer linç girişimlerine, Kürt ve Türk halk kesimlerin karşı karşıya getirilmesine kadar varan bu gerginlik politikası; Kürt sorununu “ezerek çözme” tutumunu ve bu tutumu savunan kesimleri öne çıkarmıştır.
2005 Newrozu’ndaki “bayrak provokasyonu” sonrasında en yukarıdan açıklanan bu tutum; günümüzde, 27 Nisan Muhtırası’nda ifade edilen “Ne mutlu Türküm diyene demeyenler Türkiye’nin düşmanıdır ve öyle de kalacaktır” dayatmasıyla sürdürülmüştür.
Dönemin diğer çözüm dayatan sorunu ise; “laisizm sorunu”dur. Tıpkı Kürt sorunu gibi, cumhuriyetin bir çözüme kavuşturamadığı laisizm sorunu da; özellikle din üstünden siyaset yapan partilerin güçlü bir biçimde meclise girmesi ve hatta hükümet olmalarıyla alevlenmiş, öte yandan “resmi laikliğin” koruyucusu sayılan Alevilerin de kendi haklarını istemesi, laisizm olarak dayatılanın aslında laisizm olmadığını görmeye başlamasıyla, sorun daha da büyümüştür. 28 Şubat müdahalesi de, amacına ters bir biçimde, din üstünden siyaset yapan partileri güçlendirmiş ve AKP’nin, seçim sisteminde Kürtleri ve devrimci, demokrat güçleri engellesin diye korunan yüzde 10 barajından da yararlanarak, büyük bir çoğunlukla meclise girmesi; egemen güç odakları arasındaki mücadeleyi daha da sertleştirip hızlandırmıştır. Bu mücadele, sadece din üstünden siyaset yapan odaklarla sözde laik odakların mücadelesini; birbirlerine karşı güç mücadelesinin ötesine geçirerek, bir iktidardan pay alma ve devlete kimin egemen olacağı mücadelesine dönüştürmüştür.
2007’de, önce cumhurbaşkanlığı, arkasından da genel seçimin yapılacak olması; bu konuda da mücadeleyi sertleştirmiş; asker ve sivil geleneksel güç odakları (askerlerden CHP’ye BBP’den Kızılelmacılara kadar uzanan geniş bir ittifak), seçimler yaklaştıkça siyasal alana daha açıkça müdahale eder hale gelmişlerdir. Nitekim son altı ayda; “Şeriat tehdidine karşı cumhuriyeti savunma” çağrıları öne çıkmış; “şeriat tehdidi” en büyük tehdit olarak anılmaya başlamıştır. Ve nihayet en son mitingler ve muhtıra, “şeriat tehdidi”nin öne çıktığı bir dönemin müdahaleleri olsa da; gerçekte; linç girişimleri, şovenizmin kışkırtıldığı cenaze törenleri, Şemdinli provokasyonu, Atabeyler çetesi, Rahip Santoro; Hrant Dink, Malatya cinayetlerine kadar siyasi cinayetler ve çeteleşmelerin amacıyla birleşen bir özellik göstermiştir. Bu nedenle de, uzunca bir zamandan beri hazırlandığı anlaşılan mitinglerin sahneye çıkarılması, muhtıra, Anayasa Mahkemesi’nin devreye sokularak AKP’nin meclis çoğunluğuna karşın, cumhurbaşkanlığı seçimiyle genel seçimin yerinin değiştirilmesini kapsayan siyasal alanın yeniden biçimlendirilmesine yönelik müdahaleler, önceki, örneğin 2004’deki darbe girişimleriyle başlayan, 2005 Newroz’undaki “Bayrak provokasyonu” ile yönü çizilen müdahalelerin dolaysız bir devamı olarak ortaya çıkıp şekillenmiştir.
Yukarıdaki “testinin tepe üstü durması” benzetmesine dönülürse; asker ve sivil geleneksel güçler, yaptıkları müdahalelerle, “testiyi” almış, şöyle bir sallayıp, içinde ne varsa onları alt üst ederek, yeniden “tepe üstü” koymuşlardır. Böylece öndeki seçimler arkaya atılmış, arkadaki seçimler öne alınmış; ama yapılacak seçimlerin meşruiyetinden yaratacağı sonuçların var olan “krizi” çözüp çözemeyeceğine kadar yeni tartışmaları gündeme getirerek, süreci çok daha karmaşıklaştırmış, her türlü provokasyon ve müdahaleye açık hale getirmiştir.
MİLİLİYETÇİ KIŞKIRTMALAR YETMEYİNCE….
Bu çatışma süreci, çeşitli vesilelerle Özgürlük Dünyası’nda incelenmiş olduğu gibi, ilk ikisi, birbiriyle amaç farkı olmayan, ama iktidardan aldıkları paylar bakımından çatışan, üçüncüsüyse her iki iktidar odağı karşısında yer alan üç farklı siyasal mihrakı şekillendirmiştir.
Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde, örneğin 2007’nin başında, gelişmeler ışığında bu mihraklar şöyle biçimlenmişti:
1-) Dinci-muhafazakar (ahlaki, kültürel bakımdan muhafazakar, ekonomik politikaları bakımdan liberal; yani tipik neo-liberal) odak: AKP, DYP-ANAP, çeşitli dini çevreler, tarikatlar, SP gibi çevreler bu kampta yer almaktadır.
2-) Milliyetçi odak: CHP, MHP, sağın ve solun Kızılelmacıları, geleneksel asker ve sivil bürokrasinin sözcüleri, kimi Kemalist çevreler, ADD gibi çevreler bu odakta yer almaktadır.
3-) Demokrasi güçleri odağı: EMEP, DTP, SDP, ÖDP ve Kürt sorununun demokratik çözümünü, laisizmin temelleri üstüne oturtulmasını savunan siyasi çevreler, gerçek bir laisizm isteyen Alevi çevreleri ve emeğin haklarını, IMF-TÜSİAD programına karşı halkçı bir ekonomiyi savunan güçler bu odağı oluşturmaktadır.
Ancak, cumhurbaşkanlığı seçimi yaklaştıkça ve güçlerin somut dengeleri ortaya çıktıkça; cumhurbaşkanlığı seçimini bir hesaplaşma olarak hedefleyen asker ve sivil, statükoyu savunan güç odakları, yarattıkları milliyetçilik ve “bölücü terör” baskısının kendilerini bu çatışmadan galip çıkaracak gücü biriktirmediğini fark etmişlerdir. Bu yüzden de, bir adım daha atarak, AKP’yi daha doğrudan baskılayacak olan “cumhuriyetin tehlike altında olduğu”, “şeriatçı gelişmenin bugün en büyük tehdidi oluşturduğu” iddiasını öne çıkararak; güçlerini yeniden mevzilendirmeye yönelmişlerdir. Siyasal ortamı da; milliyetçi bir odak etrafında yeniden biçimlendirmek yerine; “merkez sağ” ve “merkez sol” olmak üzere yeni bir tanımlama yaparak; AKP’yi bölmek üzere, “merkez sağ”da ANAP-DYP birleşmesini sağlayarak; AKP içindeki “Milli Görüşçü” olmayan liberal ve muhafazakar milliyetçileri, “merkez sağ” etrafında birleştirmek için harekete geçmişlerdir (ancak, bu birleşme dayanıksız çıkarak akim kalmış, umulan sonuçlara yol açmayacağı ortaya çıkmış, bu nedenle “merkez sağ”da toplanmaları öngörülen bir dizi “işaret fişeği” nitelikli şahsiyet, CHP’ye yönelmiştir). CHP’yi de, milliyetçiliği bir yana itmeden, ama “merkez sol” adı altında, DSP, öteki liberal sol çevrelerle CHP’den kopma eğilimine giren kesimleri de yeniden ona yöneltip birleştirmek için, daha geniş bir sol tarifle, milliyetçisinden liberal sosyalistine “tüm solun merkezi” bir “merkez sol” olarak biçimlendirmeye koyulmuşlardır.
Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesi dönem; siyasal alanın biçimlendirilmesi çabalarının, “merkez sağ” ve “merkez sol” olmak üzere ana bir siyasal eksen üstünde siyasal alanın yeniden biçimlendirilmesine yönelik bir operasyona dönüştüğü bir dönem olmuştur. Bu süreci anlamayan MHP, şimdilik tartışmaların, aynı zamanda günlük siyasi mücadelenin dışında kalarak, kendisini bir güç odağı olarak öne çıkarmakta zaafa sürüklenmiş görünürken, AKP ve “merkez sol”la birleşemeyen “sol”un çeşitli eğilimlerinin ve Kürt siyasi çevrelerinin, meşruiyetleri tartışılan ya da marjinal odaklar köşesine itilmesi için niyetler ortaya konmuştur. Bu baskıların sonucudur ki; DSP CHP ile ittifak zorunda kalırken, SHP seçime bile girme cesaretini yitiren derbeder bir duruma sürüklenmiş; “10 Aralıkçı”lar tasfiye olmuş, Sarıgülcüler, tam da seçim sürecinde en azından siyaset alanın dışına düşmüşler; kimi sosyal demokratlıklarıyla ünlü kişiler AKP’nin kucağına atlayarak bu kaostan kurtulmaya çalışmaktadırlar.
‘MERKEZ SAĞ’-‘MERKEZ SOL’ EKSENLİ ÇÖZÜM!
Kısacası, son yıllarda oluşturulan milliyetçi baskıyla siyasal alanda yapılan müdahale; cumhurbaşkanlığı ve genel seçim gibi bir hesaplaşmada statükoyu savunanları yeterince güçlendirmemiştir. Bu yüzden de, devreye, genelkurmay merkezli doğrudan açıklamalar; muhtıra, “cumhuriyet mitingleri”, Anayasa Mahkemesi sokulmuştur. Ve “cumhuriyet şeriatçı tehdit altında” tezi öne çıkarılarak; AKP ve din üstünden siyaset yapan odaklar saldırının açık hedefi haline getirilmiş; yukarda sözü edilen üç mihrak yeniden biçimlendirilmek üzere baskılar yoğunlaştırılmıştır. Burada; siyaset alanını biçimlendirmede yeni hedef; alanı “merkez sağ” ve merkez sol” olmak üzere iki odaklı bir eksen olarak biçimlendirme olmuştur. Ve; özellikle mitingler üstünden DYP-ANAP merkezli bir “merkez sağ” ile CHP-DSP eksenli bir “merkez sol” oluşturularak; geri kalan eğilimlerin dışlanması, küçültülmesi, meşruiyetlerinin tartışmalı hale gelmesi amaçlanmıştır.
Bu baskılar siyasal alanda şimdilik şöyle yansımıştır:
1-) ‘Şeriat geliyor’, ‘Cumhuriyet tehdit altında” korkuluğunun öne çıkarılması, ırkçı-milliyetçi bir çizgiye savrulan CHP’den kopma eğilimine girmiş az-çok demokratik eğilime sahip CHP tabanı ve Alevi kesimleri yeniden CHP’ye yöneltmiş; dahası CHP kökenli ve CHP ile çatışan çeşitli parti ve çevreleri yeniden CHP etrafında toparladığı gibi, “sol siyasi çevreler”in etkisi altındaki çeşitli kesimler de CHP’nin etki alanına girmiştir. Bunun somut sonuçlarını seçimlerin sonuçların ortaya çıkmasıyla daha iyi göreceğiz. Dolayısıyla, yaratılan baskı en çok CHP’nin ve Baykal’ın işine yaramış; seçimden güç kaybederek çıkması beklenen CHP, son yıllarda seçime en derli-toplu girdiği bir konuma gelmiştir.
2-) AKP’nin uyguladığı ekonomi politikaları sonucu olarak bu partiden kopma eğilimine giren kesimlerle, SP ve AKP’ye muhalefet eden kimi tarikat çevreleri, yaratılan baskı ortamında yeniden AKP’ye sarılmış, dolayısıyla AKP muhtıra yediği 27 Nisan öncesine göre, etrafını daha da toparlayan bir konumuna gelmiştir. Yani, en azından şimdilik baskılar tersine işleyerek, AKP’yi daha da birlik bütünlük içinde bir çekim merkezi durumuna getirmiştir. Oysa, yaratılan baskı, AKP’yi parçalayarak, ciddi bir güç olmaktan çıkarmayı amaçlıyordu. Dolayısıyla CHP’deki toparlanmanın AKP’deki toparlanmayı dengelemesinin de zor olacağı göz önüne alındığında, bu koşullarda bir genel seçimden AKP’nin daha da güçlenmiş olarak çıkmasının sürpriz olmayacağı söylenebilir (öte yandan meclise ikiden fazla partinin girmesi sağlanarak, AKP’nin, oy oranını artırsa bile, milletvekili sayısının düşmesi ve hatta tek başına hükümet kuramaması da sürpriz olmaz). Tabii ki, genel seçime kadar yeni müdahalelerle AKP’de yeni sorunlar ortaya çıkarılıp, bu partide bir kopma, parçalanma sağlanamazsa.
3-) “Merkez sağ”ın merkezi olarak düşünülen DYP-ANAP birliği yönündeki baskılarla bu iki partinin hızla birleştirilmesi zorlaması kısa sürmüş; DP içinde iki partin birleşmesi ve milletvekili adaylarının paylaşılması gündeme gelince birlik bozulmuş; “herkes kendi yoluna” denmiştir. Ama ANAP’ın gideceği bir yolun kalmadığının işaretleri de hızla ortaya çıkmış, partini “ağır topları” ANAP’tan istifa etmişlerdir. Özal zamanından beri ANAP’ın ağır topu sayılan kimi isimler ANAP’tan koparak, kendilerini CHP listelerinden meclise atmayı yeğlemiştir. Ağar’ın DYP’si ise, DP adını alarak yolunda devam edeceğe benzemektedir. Ama DP’nin, bu yolda, barajı aşacak bir güç topladığını söylemek ise hala zordur. Dolayısıyla, “merkez sol-merkez sağ” eksenli odaklaşmanın merkez sağı baştan ölü doğmuş görünmektedir ve bu haliyle AKP’yi hırpalayacak bir “merkez sağ” (DP) çok zor görünmektedir.
4-) EMEP’ten DTP’ye, ÖDP’den çeşitli sol siyasi çevrelere demokrasi güçleri cephesinde ise, seçim barajı ve öteki baskıları aşmak, meclise vekiller göndererek düzen partilerinin kapalı alanına dönüştürülmüş olan meclis oyununu bozmak üzere, seçime bağımsız adaylarla girme taktiği öne çıkmıştır. Bu partiler, bir yanı kendi zaaflarıyla da bağlantılı olarak (bu zaafları ve adreslerini seçimlerden sonra yansıtmak daha yararlı olacaktır) ortak bir seçim ittifakı oluşturamamış olsalar da; yerel düzeyde ittifaklar ve merkezi düzeyde işbirliği, seçim sürecini, demokrasi güçlerinin birleşmesi ve ortak mücadele ve halkların kardeşliği duygusunun yaygınlaştırılması için değerlendirmeyi amaçlamaktadır. Mitingler üstünden yaratılan baskılarla bugüne kadar çeşitli sol siyasi çevrelere yakın duran kimi kesimlerin CHP’ye entegrasyonu sağlanmış olsa bile; demokrasi güçleri açısından süreç, handikaplardan daha fazla olanaklar sunan bir süreç olarak işlemeye devam etmektedir.
Dolayısıyla, yanlarına “toplum mühendisi” sivilleri de alan güç odaklarının yaptıkları “merkez sol-merkez sağ” merkezli “proje”, şimdiden çökme alametleri göstermektedir. Türkiye’nin çözüm dayatmış acil sorunlarının “merkez sağ-merkez sol” merkezli statükoyu muhafazayı esas alan bir siyasi çerçevede daha da içinden çıkılmaz hal alacağı ve sistemin siyasi alanda şekillenen krizinin daha da derinleşeceğinin göstergeleri şimdiden ortaya çıkmıştır.
SEÇİM KRİZİ ÇÖZEBİLECEK Mİ?
Bugün seçimlerin olup olmayacağı bile kesin sayılamaz. Kuzey Irak’a yapılacak bir askeri harekatın aslında seçimleri baskılamayı amaçladığı, AKP’yi halk indinde zora düşürecek sürtüşmeler üstünden aslında iç politikaya yönelik ve AKP’nin iç dengelerini de sarsacak bir baskı aracı olarak kullanılacağı, hatta bu askeri harekat bahane edilerek seçimler ertelenebileceği gibi, başbakanın da karışıp, “sandığa sahip çıkmalıyız” açıklamaları yaptığı tartışmaların nedeni; siyasi ortamın, ortamı yeniden şekillendirmek isteyen güçler için henüz yeterince avantaj sunacak düzeye gelmemiş olmasıdır. Çünkü, muhtıra verilmiştir; ama henüz sonucu alınmamıştır. Muhtırayı verenlerin anlayışına göre –işin doğası da bunu gerektirmektedir–, baskıların, istenen sonucu vermesine kadar artırılarak sürdürülmesi gerekir.
Nitekim Baykal; “erken seçim” kararı alındıktan hemen sonra; “Seçimin kendisi kriz için bir çözüm değildir. Seçim bir fırsat yaratmaktadır. Bu fırsatı kullanabilirsek seçim krizi çözmenin bir imkanı olur” derken bunu dile getiriyordu. Yani Baykal; “Eğer meclis bizim isteklerimize uygun bir bileşimde oluşmazsa; kriz çözülmüş olmaz” diyordu.
Elbette ki; muhtırayı verenlerin elinde çok güçlü kozlar var görünse de; bu, istedikleri her sonucu alacakları anlamına gelmez. Tersine; “Dimyata pirince giderken evdeki bulgurdan olmak” da oyunun kuralları içindedir. Dolayısıyla süreç; iki yönde işleyebilir. Birincisi; mevcut koşullarda seçime gidilir ve AKP daha yüksek bir oy oranı ve mecliste bugünkü kadar olmasa da çoğunluğu almış bir parti olarak zaferini ilan eder; baskılara boyun eğmemiş bir parti havasına girerek kendi propagandasını yapar. Asker ve sivil geleneksel güçler bu sonuca boyun eğerlerse, başarısızlıklarının altında kalmış olarak mevzi kaybeder bir pozisyona düşerler; CHP’nin oylarını yüzde şu kadar artırmış olmak onları kurtarmadığı/kurtaramayacağı gibi; kendi içlerinde de bir hesaplaşma, bir parçalanma dönemini açar.
İkinci olasılık ise; seçime kadar baskılar artırılarak, AKP’nin çekirdeğini çatlatacak ya da Mili Görüşçü-liberal bölünmesine yol açacak bir baskı oluşturulur. Burada; önceki baskı unsurlarına, örneğin Kuzey Irak’a yönelik bir askeri harekatın baskısı da eklenebilir, seçim “savaş hali” koşullarında yapılmaya zorlanır ve seçimin meşruiyeti daha baştan tartışılmaya başlanılır. Ya da oluşmuş ve hoşa gitmeyen bir bileşimdeki meclise karşı yeni baskı araçları geliştirilerek, yeni bir erken seçimi de kapsayan bir operasyon için düğmeye basılır.
Bu tartışmalara Kürt vekiller ve bağımsız ilerici devrimci, demokrat adayların meclise girmesiyle oluşacak yeni etkenler de eklenirse; siyasal ortama müdahale edecek olanlar için yeni handikaplar da ortaya çıkar.
Tersten düşünelim: Seçimden CHP büyük bir ağırlıkla çıktı; meclisteki milletvekili dağılımı siyasi ortama müdahale eden güçlerin istedikleri gibi oldu! Böylece kriz aşılmış mı olacak?
Hiç öyle görünmüyor. Çünkü, krizin asıl beslendiği temel, Türkiye’nin demokrasisizlik sorunu ve önemli sorunların çözüm dayatmış olmasıdır. Bu yüzden de, asker ve sivil statükocu güçler seçimden başarılı çıksalar da, krizden çıkılamayacak, sadece kriz şekil değiştirerek, baskı ve şiddetle sorunların üstünü örtülmesi çabaları daha da güç kazanacağından, demokrasi mücadelesi çok daha sert bir karakter kazanırken, meclisin ülke sorunlarına sırtını dönmüşlüğü daha büyük bir sorun olarak gündeme gelecektir. Bu nedenle, siyasal ortamın daha demokratik bir biçimde biçimlenmesi ve Kürt sorunuyla laisizm sorununu çözmek için adımlar atamayan, “halk için ekonomi” yönelişine girmeyen bir meclis ve hükümet çıkarmayacak bir seçimin, Türkiye’yi rahatlatması, siyasal alanda bir rahatlama yaratması beklenemez.
EGEMEN GÜÇ ODAKALARI KRİZİ ÇÖZEBİLİR Mİ?
Bu gelişmeler karşısında, AKP ve onun arkasındaki güçler; bir yandan kendi amaçlarına varmak için takiye yöntemini benimser görünürken, öte yandan da her zamanki gibi, uzlaşma yanını açık tutmaktadırlar. Kadrolaşma, özellikle milli eğitim başta olmak üzere devletin çeşitli kurumlarında mevzilenme, dinciliği destekleme ve eğitimin içeriğini dini umdelere uygun hale getirmek üzere bozuşturma, türban, imam hatipler gibi konularda her fırsatta hamleler yapan AKP; karşı baskı gördüğünde, bu eylemlerinden bir adım geriye atarak savunmaya geçmiştir. Baskının büyüklüğüne göre de AKP’nin manevraları belirgin ya da hissedilmeyecek küçük geri adımlar olmuştur. Örneğin milli eğitim alanında bastırıldığında, bazı geri adımlarını zaman yayarak gerilerken, Şemdinli olayları sonrasında Savcı Sarıkaya ve Emniyet İstihbarat Daire Başkanı’nı, üstelik kendileri de bu iddianamenin hazırlanmasında rol oynamışken, hızla görevden alarak, açıkça ve hızla geri adım atmıştır. Ya da milliyetçilik baskısı altında kaldığında, milliyetçiliğe karşı çıkmak yerine, sokakları “Ayına yıldızına kurban olayım” afişleriyle donatarak, “herkesten milliyetçi biziz” diyerek, “bukalemun taktiği”ne başvurmuştur. Tıpkı şu günlerde; yukarıdan “merkez parti” baskısı görünce, “en merkez parti biziz” demeye gelen bir hatta, “sol ve sağın merkeziyiz” anlamına gelecek bir adaylar vitrini oluşturmaya yöneldiği gibi. AKP bu uzlaşma çizgisini “27 Nisan muhtırası” karşısında da sürdürmüş; bir yandan muhtıra karşısında, “Bunlar bana bağlı memurdur, bu yaptıkları yanlıştır” demeye gelen açıklamalar yaparken, öte yandan da, muhtıradaki suçlamalar konusunda yapılan işlemlerle ilgili Genelkurmaya bilgi verilmeye başlanmış, “bağlı memurlar” hiçbir şey olmamış gibi yerlerinde oturmaya devam etmiş ve onların müdahalesinin sonuçlarına boyun eğileceği mesajı verilmiştir.
AKP bu krizi; generallerin ve öteki kimi güç odaklarının “sivil siyasete” müdahalesinin sonucu olarak görmekte ve bu yüzden de bu seçimden daha güçlü çıkarsa; zamanla, “uzlaşarak”, “arkadan dolanarak” amacına varacağını düşünmekte, dolayısıyla bütün stratejisini de bunun üstüne kurmaktadır. Burada da, yüzde 10 barajı dahil ,siyasal alandaki bütün adaletsizlikleri savunmakta, hatta bunların kendisi için bir avantaj olduğunu düşünerek, bu alandaki her tür antidemokratik girişime destek vermektedir. Şimdi de AKP, bu çabalarını sürdürürken, önündeki engelleri, Anayasa’yı değiştirerek, cumhurbaşkanının halk tarafından, 5 yıllık süreyle ve iki kez seçilebileceği bir formülle aşabileceğini düşünmektedir. Böylece AKP, krizi kendisini toparlamanın, kendisine karşı olanları disipline edip yanına almanın dayanağı yapmaya çalışmakta, dahası bir hamle yaparak, cumhurbaşkanını halkın seçmesi adına dikkatleri başka bir alana çekerek, krizden kârlı çıkmayı planlamaktadır.
CHP ve arkasındaki güçler ise, krize, dinci-şeriatçı güçlerin devleti ele geçirme girişimlerinin yol açtığını iddia ederek, devleti onların saldırısından kurtarmadan bu krizin sona ermeyeceğini öne sürerek, onları güçsüz düşürecek önlemler almaya çalışmaktadırlar. Böylece de; TCK-301’den Terörle Mücadele Yasası’na, linççi güruhları desteklemekten yasakçı seçim sistemini savunmaya kadar tüm özgürlük ve demokrasi düşmanı tutumlarını aklamayı amaçlamaktadırlar. Cumhurbaşkanının ve meclis çoğunluğunun laik geleneksel cumhuriyetçi tutumu benimseyen bir yapıda olması gerektiğini öne sürerek, krizden çıkışın yolunun da bu olduğunu iddia etmektedirler. Bunun için CHP ve yandaşları, tıpkı AKP ve arkasındakiler gibi, yüzde 10 barajını ve seçim sistemindeki bütün adaletsizlikleri savunmakta, hatta bir adım daha atarak, CHP, yüzde 10 barajının Kürtlerin temsilcilerinin meclise girmesini önlemenin yolu olarak açıkça desteklemektedir. Gerçekte CHP, bu tutumla geleneksel olarak elde ettiği mevzileri elde tutmayı, rakiplerini ve “soldan” kendilerine gelen eleştirileri, askerin de desteğini alarak, krizi çözme adına kullanmakta, dolayısıyla CHP, kendi geleceğini bu krizin çözülmemesine bağlamış bulunmaktadır. Onun için de; her konuyu gerginleştirmekte, her şeyi cumhuriyetin tehdit altında olduğuna indirgeyerek, kendisini “cumhuriyetin tek sahibi” olarak göstermeyi amaçlamaktadır. Bir cumhuriyet için en şansız durum bu olsa gerek!
DEMOKRASİ İÇİN BİRİLİK, BARIŞ İÇİN SAĞDUYU, HALK İÇİN EKONOMİ
Oysa gerçekte, bugün içinden geçilen sürecin tıkanmasında asıl sorun demokrasisizlik sorunudur.
Yukarıdan beri ifade edilmeye çalışıldığı gibi, krizi tetikleyen etken; yüzde 10 barajı ve onun etrafında oluşturulan adaletsiz seçim sitemi; “siyasi istikrar” adına halkın oylarının önemli çoğunluğunun meclise yansımaması, dolayısıyla meclisin meşruiyeti tartışmasının gündeme gelmesidir. Siyasi alana asker ve sivil güç odaklarının müdahalede bu kadar rahat davranmasının ve bu müdahale karşısında ciddi bir tepkinin ortaya çıkmamasının nedeni de budur.
Öte yandan cumhuriyetin çözemediği en temel iki sorunun, dünyadaki gelişmeler ve Türkiye’nin kendi iç gelişmeleriyle de bağlanarak, çözümü dayatacak kadar olgunlaşmış olmasıyla birleşince, sorun, sadece yüzde 10 barajı ve temsiliyet krizi olmaktan çıkıp, sistemi ve siyaset alanını tıkayan baskıları harekete geçirmiştir. Dolayısıyla, bu krizden çıkışın yolu da; baskı ve şiddeti artırarak Kürt sorununun ç özümünü ve laisizmle ilgili düzenlemeleri ertelemek değil, tersine bu sorunların demokratik çözümü ve Türkiye’nin demokratik bir ülke olmasının yolunun açılmasıdır. Bunun seçim vesilesiyle ortaya çıkan adımı ise; yüzde 10 barajı başta olmak üzere, seçimin demokratik koşullarda yapılmasını ve halkın iradesinin meclise yansımasını önleyen engellerin ortadan kaldırılması, dolayısıyla bu taleplerin öne çıkarılmasıdır.
Yukarıdan beri söylenenler göz önüne alındığında; sınıf partisinin seçim taktiğinin yakın ve pratik amacı; demokrasi güçlerinin etrafındaki kuşatmayı parçalayarak, bu güçlerin en geniş birliğini sağlamak; onları demokrasi düşmanı, statükocu güçlerin karşısına dikmektir. Bunun, bugünkü koşullarda yansıması ise;
1-) Siyasal alanda ve yüzde 10 seçim barajı başta olmak üzere seçim sistemindeki anti-demokratik, adaletsiz ve partilerin eşit koşullarda seçime girmesini engelleyen düzenlemelerin kaldırılması.
2- ) Kürt sorununun demokratik çözümü, gerçek bir laisizm için devlet ile dinin ayrılması ve inanç ve vicdan özgürlüğünün sağlanması, TCK-301’den TMY’ye ifade özgürlüğünü engelleyen düzenlemelerden Polis Yetki ve Salahiyetleri Yasası’ndaki anti-demokratik hükümlerin kaldırılmasına, Terörle Mücadele Yasası’nın kaldırılmasından adil yargılanmaya kadar yasalardaki anti-demokratik maddelerin ayıklanmasına, ’82 Anayasası’nın değiştirilmesine kadar Türkiye’nin demokratikleşmesine dair talepler, seçim bildirgesinin merkezinde yer almak durundadır.
3-) Sistem karşıtı güçlerin, (hatta her muhalefet partisinin) her genel seçimde olmazsa olmaz bir koşulu da, işçilerin, tüm emekçilerin günlük yaşamlarını doğrudan ilgilendiren sermaye partilerinin ekonomi politikalarının teşhir edilmesi; halka, işçi sınıfına yönelik bu ekonomik programın ipliğini pazar çıkarak, “halk için bir ekonomi”nin ne olduğunu anlatmak; bu talepler için mücadeleyi teşvik etmek.
Burada sınıf partisinin tutumu; “Demokrasi için birlik; barış için sağduyu; halk için ekonomi”dir. Bu talepler etrafında birleşmek, elbette, bir seçim ittifakı için yeterlidir. Ama bir “ittifak programı”, sınıf partisinin seçimlerde yürüteceği çalışmanın sadece bir yanı olabilir. Eğer sınıf partisi kendini sadece bu ittifak çerçevesiyle sınırlarsa, parlamentarist-reformcu bir çizgiye düşmüş olur. Tersine sınıf partisi, bu çalışmasını, asgari programı olan “Bağımsız ve Demokratik Türkiye” programına bağlayarak; sermaye partilerinin dış ve iç politikalarını kapsayan; dünyanın gidişatına müdahale ettiği bir çalışma olarak geliştirir, uluslararası sermayenin dünya hegemonyasını hedeflemesini deşifre ederek, seçimleri, işçi sınıfı ve emekçilerin bu gidişata müdahalesinin bir dayanağı olarak değerlendirir ve bu çerçevede demokrasi güçleriyle emek güçlerin ortaklaşmasını sağlamayı amaçlayan bir çalışma yürütür. Küreselleşme politikalarına karşı ve emekçilerin hakları, kazanımlarının korunup geliştirilmesi, halkçı bir ekonomi hedefiyle mücadele için seçimlerin yarattığı duyarlılığı değerlendirir. Elbette ki, seçime dair talepler; emperyalizme karşı mücadele; Türkiye’nin tam bağımsız bir ülke olması; bölge halklarının emperyalizme karşı ortak mücadelesinin geliştirilmesine ilişkin taleplerle bütünleştirildiği ölçüde; “tam bağımsız Türkiye” vurgusunun gereğine uygun bir propagandayla birleştiği ölçüde anlamlı olacaktır. Çünkü “Tam Bağımsız Türkiye” şiarı, dönemin demokrasi ve emperyalizme karşı mücadelesinde en önemli bileşenlerindendir.
Sadece bu kadar mı?
Elbette hayır!
Sınıf partisi, bu çalışmasını, stratejik hedefi olan insanlığı sömürüsüz ve baskısız, barış içinde bir dünya (devrim ve sosyalizm davası) kurma mücadelesine bağlayarak yürütür ve bu yönlü propagandası da sınıf partisinin seçimdeki olmazsa olmazlarındandır. Çünkü; sınıfın azami programı ve asgari programı birbiriyle içsel bir bağlantı içindedir. Seçim döneminde savunacağı talepler de, bu iki programın amaçlarıyla çelişmeyen, ama aynı zamanda partinin temel amaç ve çağrılarının propagandasıyla birleştiğinde anlamlanan taleplerdir. Aksi halde, sınıf partisinin seçim çalışması, sınıf partisinin amacına hizmet eden değil, onun zamanını boşa harcadığı, halkın seçim duyarlılığını yeterince değerlendiremediği, düzen içi bir çalışmaya indirgenmiş olur.
Demek ki, sınıf partisi; ister seçim ittifakı, ister seçim işbirliği çerçevesinde başka siyasi parti ve çevrelerle ortak, isterse tek başına seçime girsin, seçim çalışması böylesine kapsamlıdır.
Burada en geleneksel yanlış; “eğer başka siyasi çevrelerle ittifak halinde seçime giriliyorsa, partinin kendi çalışmasını ittifakın ortak bildirgesiyle sınırlaması gerektiği”dir. Bu, elbette kabul edilemezdir. Belki adaylar; bu bildirgeyi gözetecektir; yığınlara hitap ederken buna dikkat edecektir, ama partinin çalışmasının bildirgeyle sınırlaması, elbette ki son derece anlamsızdır.
Sınıf partisi, seçim sürecinde, elbette ki parlamenter mücadelenin imkanlarından yararlanarak, meclise girmeyi de çok önemser; ama onun asıl ve kalıcı amacı, örgütlerini güçlendirmek, daha önce olmadığı alanlarda yeni örgütler kurmak, sınıfın ve emekçilerin her bulunduğu alanda partinin şiarları ve çağrılarının tartışmaya açılması ve yaygınlaştırılmasıdır. Ki seçimler, böyle bir çalışmanın yaygınlaştırılması için en elverişli zaman dilimidir. Bu yüzden de, sınıf partisinin örgütleri, partinin gazete etrafında oluşmuş örgütler toplamı olması yönündeki çabalarını yoğunlaştırmayı, ekonomik ve politik mücadelenin talepleri başta olmak üzere, işçilerin, emekçilerin yaşamını ilgilendiren her sorunu; işyerlerinde, hizmet birimlerinde, semtlerde, köylerde, kahvelerde açıkça tartışmayı seçimlerde ana görev olarak ele almaya devam edeceklerdir, etmelidirler.
Özellikle bu yıl; seçime ortak girmek isteyen güçler açısından bakıldığında; bugün sınıf partisin bağlayan ortak bir “seçim bildirgesi” bile olmadığına göre; sınıf partisi ve onun adayları hiçbir sınırlamaya tabi olmadan kendi programlarının propagandası üstünden çalışmalarını sürdüreceklerdir. Sınıf partisi; işçiler ve emekçilerle, kendilerini kurtarmaları için nasıl bir mücadele yürütmeleri gerektiği, emekçilerin partiye katılmalarının önemi de dahil her konuyu tartışacak, tartıştıracak; insanlığın kurtuluşuyla bugünkü mücadelenin ilişkisini ortaya koyan bir propagandaya yaslanan bir ajitasyon yürütecektir. Ve onlara; “Evet partimiz sizleri böyle bir mücadeleye çağırıyor; ama bugün seçimlerde, şu şu koşullardan dolayı, oylarınızı şu bağımsız adaya (ya da seçime partiyle girilen illerde partimize) vermeye çağırıyor” diyecektir. Burada, bağımsız adayın görüşleri, onun neler yapacağı ikincil önemdedir.
(*) Askeri müdahalelerin görünür ve itiraf edilen amaçları farklılıklar göstermiştir. Cuntalar iş başına gelmişken, büyük sermayenin istekleri doğrultusunda elbette ekonomiye, sosyal yaşama dair de değişiklikler yapmıştır. Ama asıl işleri, siyasal sitemi, egemen sınıfın ihtiyaçlarını en iyi yerine getirecek biçimde düzenlemek olmuştur.
(**) Bu yazı boyunca kriz sözcüğü, terminolojideki; sistemin tümüyle, ekonomik ve siyasi bakımdan tıkandığı ve toplumsal bir alt-üst oluşun nesnel temelini oluşturan gelişmeleri ifade etmek için değil, daha çok; siyasal alandaki tıkanmayı, çözümsüzlükleri ifade eder anlamda kullanılacaktır.