referandum; ab ve yunanistan’da sınıf mücadelesi

 

İhsan Çaralan

Yunanistan halkı yaşadığı ekonomik dar bo- ğazın ardından kreditörlerin nakit akışını yeni- den sağlaması şartıyla öne sürdüğü dayatmaları yapılan referandumda reddetti!

Ajansların 5 Temmuz 2015 gece yarısına doğ- ru geçtiği, günün, hatta AB ile ilgili uzun yılların en önemli haberin özeti buydu.

Referandumda, 25 yaşın altında olanların yüzde 85’i, 35 yaşının altında olanların yüzde 78’i, öğrencilerin yüzde 85’i, işsizlerin yüzde 73’ü, kadınların yüzde 62’si, ekonomik sıkıntı çekenlerin yüzde 63’ü, hayır oyu kullandı.

Yunanistan halkı, AB ve IMF’ye boyun eğe-

önünde diz çökmeye hazırlandığını kabul etmek istemediği için, Varufakis’in istifası genellikle bir “taktik” olarak değerlendirildi.

SYRİZA Hükümeti, referandumdan sonra Troyka’ya yeni bir ödeme planı sundu, ama 11 Temmuz’da toplanan AB ülkelerinin Maliye Ba- kanları Yunanistan’ın bu önerisin reddetti ve Çarşamba’ya kadar yeni bir öneri sunmasını is- tedi. Ama bir gün sonra, AB liderleri toplantısın- da “Yunanistan Hükümetiyle anlaştık” açıklama- sı geldi. Anlaşma, iki gün sonra, çarşamba günü Yunanistan Meclisi’nde büyük bir oy çokluğu ile kabul edildi.1

“Anlaşma”, Troyka’nın referanduma götürüp

meme kararını coşkuyla kutladı. SYRİZA Hükü-

meti, bu sonuçlarla halkın iradesini ortaya koy- duğunu ilan ederek, halkın iradesini savunaca- ğını söyledi. Ama referandumdan hemen sonra, Troyka’ya karşı en radikal tutumu alan Maliye Bakanı Yannis Varufakis istifa etti ve yerine Troy- ka ile “uzlaşma” yanlısı Efklidis Çakalotos getiril- di. Bu durum her ne kadar “ne oluyoruz?” soru- sunu gündeme getirdiyse de, kimse, SYRİZA’nın böyle bir referandum zaferinden sonra AB’nin

1 Yunanistan’la AB arasında varılan anlaşmaya göre; 1-) Yunanistan’ın borçlarından hiçbir kesinti yapılmayacak. 2-) 50 milyar avroluk bir özelleştirme fonu oluşturulacak. Fonun denetimi ve yönetimi AB ve IMF tarfından yapılacak. 3-) Vergi tabanı genişletilecek. 4-) Erken emeklilik kaldırı- lacak ve emeklilik sistemi yeni baştan düzenlenecek. 5-) Genişletilmiş bir özelleştirme planı devreye sokulacak ve elektrik iletim ağı özelleştirilecek. 6-) Troyka Atina’da bir büro açacak ve Troka sadece “fonu” değil ülkenin mal var- lıklarını yönetimini de denetleyecek. 7-) AB ve IMF Yuna- nistan’ı yakından denetime devam edecek. IMF ile varılan anlaşma vadesi dolduğunda yinelenecek. Aksi halde mali destek programı askıya alınacak.

 

de halkın hayır dediği programdan çok daha ağırdı. “Troyka’nın programını imzalamaktansa kolumu keserim daha iyi” diyen SYRIZA’nın eski Maliye Bakanı Varufakis, bu anlaşmayı yeni bir Versay Anlaşması olarak niteledi.

Daha 10 gün önce hayır diyerek reddetti- ği dayatmalara Hükümet ve Yunanistan Meclisi tarafından evet” denmesine öfkelenen halk sokaklara döküldü. Polis göstericilere saldırdı; yaralananlar ve gözaltına alınanlar oldu. Bu, SYRİZA’nın iktidara gelmesinden beri ilk önemli gösteriydi.

“Anlaşma”, 15 Temmuz’da kimi SRİZA’lı ba- kanların ve milletvekillerinin de itirazlarına kar- şın (SYRİZA’nın 39 milletvekili anlaşmaya evet oyu vermedi) muhalefet partilerinin desteği ile Yunanistan Meclisi’nden geçirildi. Arkasından, Aleksis Çipras, Hükümeti’nde bu anlaşmaya karşı çıkan SYRIZA’nın “sol kanadı”ndan olduğu belirtilen 10 bakanını değiştirdi. “Ödeme prog- ramı”nın Yunanistan Meclisi’nde kabulünden bir hafta sonra da, Almanya Parlamentosu, bu

ödeme planını kabul eden bir karar aldı. Diğer AB ülkelerinin parlamentoları da usulen benzer kararlar alacak!

Yukarıdaki özet, Troyka’nın dayatmaları ile başlayan, referandumla devam eden ve AB ile SYRIZA Hükümeti’nin daha ağır koşullarda an- laşmaya imza atmasıyla gelişen ve daha önü- müzdeki günler, aylar ve yıllarda da sürecek bir mücadele olarak gelişecek sürecin ilk adımı sa- yılacak gelişmelere şöyle bir dikkat çekmekle sı- nırlı bir özettir. Yoksa bu, geçen bir-bir buçuk ay, Yunanistan ve Avrupa halkları, işçi sınıfı, hatta bütün dünyanın işçi sınıfı ve halkları için çeşitli biçimde dersler çıkarılacak ve pek çok yanıyla da ayrıntılı biçimde incelenecek, incelenmesi de gereken bir döneme karşılık gelmektedir.

YUNANİSTAN HALKI, GEREKİRSE ‘AVRO VE AB’DEN ÇIKMA’YA DA ‘EVET’ DEMİŞTİ!

SYRIZA Hükümeti, 5 Temmuz günü, kreditör- lerin dayattığı, Yunanistan’ın AB’nin büyük ban- kalarına ve IMF’ye olan borçlarının ödenmesine ilişkin planı referanduma sundu ve referandum- dan çıkacak “hayır”ın kreditörlerin “tahsil pla- ”nın reddi anlamına geleceğini söyledi. Ama, gerek Yeni Demokrasi Partisi ve PASOK, gerekse Avrupa’nın büyük sermayesinin basını ve Yuna- nistan’daki uzantıları, “referandumla ‘avrodan çıkma’ ve ‘AB’den çıkma’ oylanıyor” diyerek, orta sınıfların korkularını kışkırtan bir kara pro- paganda yürüttüler. Ama bütün bu kara propa- gandaya ve bu propaganda eşliğinde sürdürülen IMF, Avrupa Merkez Bankası (AMB), Almanya, Fransa ve AB merkez organlarından gelen bas- kılara karşın, Yunanistan halkı, referandumda beklenmedik yüksek bir oranda “hayır” diyerek, bütün bu odakların kendi propagandalarının al- tında kalmasını sağlandı.

Referandum’da yüzde 61’le “hayır” diyen Yunanistan halkı; böylece beş yıldır sürdürülen kemer sıkma politikaları”nın Yunanistan eko- nomisini düzlüğe çıkarıcı bir amaç taşımadığını, dolayısıyla Troyka’nın planının “kreditörleri kur- tarma planı” olduğunu fark ettiğini göstermiş oldu. Ama bunun da ötesinde, “referandumda ‘hayır’ demenin Avro’dan ve AB’den çıkma an-

Anlaşma”, Troyka’nın referanduma götürüp

de halkın “hayır” dediği programdan çok daha

ağırdı. “Troyka’nın

programını imzalamaktansa kolumu keserim daha

iyi” diyen SYRIZA’nın eski Maliye Bakanı Varufakis, bu anlaşmayı “yeni bir Versay Anlaşması” olarak niteledi.

Daha 10 gün önce

hayır” diyerek reddettiği dayatmalara Hükümet ve Yunanistan Meclisi

tarafından “evet”

denmesine öfkelenen halk sokaklara döküldü.

lamına geleceği propa- gandasıyla halkı Troyka’nın dayattığı programa boyun eğmeye zorlayan AB’nin ve IMF’nin propagandacıları, siyasi temsilcileri (her tür- den büyük sermaye örgütü ve çevresi) referandumla Yunanistan halkına, “AB ve Avro’dan çıkmayı”da oylat- mış oldular. Bu yüzden de, “Yunanistan halkı Troyka dayatması programa ‘hayır’ derken aynı zamanda bu- nun için Avro’dan ve AB’den çıkmayı da göze aldığını göstermiştir” demek hiç de yanlış olmaz.

Hele de Troyka’nın da- yatmalarından bile daha

ağır bir ”ödeme faturası”na “evet” demesinden sonra, SYRIZA Hükümeti’nin kendisine destek veren halkla nasıl taban tabana zıt bir pozisyona geçtiğini göstermesi bakımından bu saptamayı yapmak ayrıca önem kazanmıştır. Çünkü Yuna- nistan halkının, “Avro’dan ve AB’den çıkmayı” da göze alarak, emperyalist dayatmalara karşı çıkıyor görüntüsü veren ve referandumda “ha- yır” oyu kullanılması çağrısı yapan Çipras Hü- kümeti’nin arkasında durma kararlılığını “Troy- ka’nın dayatmalarına evet” demek için kulla- narak, Çipras ve SYRIZA’sı, mücadele eden ve söylemleri dolayısıyla kendisine umut bağlayan halka ihanet eden burjuva hükümetlerin tipik bir örneğini sergilemiştir. Herhalde, bundan böyle, yakın dönemin tarihini yazan tarihçiler, halka ihanet örneğini verirken, SYRIZA’nın bu tutumu- nu “tipik orta sınıf hükümeti tutumu” olarak ör- nek göstereceklerdir.

TARTIŞILAN, SADECE YUNANİSTAN DEĞİL AB’DİR!

Eğer tartışılan sadece Yunanistan’ın şu ka- dar milyar Avroluk borçları olsaydı; IMF ve AB, bu borçların ödenmesi için “bu kadar gürültüye mahal vermeden” de bir “ödeme yolu” bulabi-

lirdi. Hatta Yunanistan’ın borç- larını silerek bulunacak bir “çözüm yolu” bile, devasa AB finans sitemi içinde ciddi bir sıkıntıyla yol açmazdı. Dahası, Yunanistan gibi Avrupa kültü- ve tarihinde çok önemli bir yere sahip bir ülkede, o ülke- nin halkına yapılan bir “ayrı- calık” olarak bile, “Yunanistan borçlarını kapatma”nın bir yolu bulunabilirdi. Ama öyle olmadı, tersine; Troyka, adeta “radikal solcu”, “AB aleyhi- ne sivri laflar söyleyen”,… bir parti olarak propaganda edi- len SYRIZA’yı cezalandırmak da istedi. Ama bu da sorunun sadece bir yanıdır. Burada asıl sorun, Avrupa’nın içine sürüklendiği çözümsüzlüklerle

ilgilidir. Çünkü Yunanistan, bir yandan AB’nin en büyük tekelleri ve güçlü ülkeleri tarafından kü- çüklerin nasıl sömürülüp yağmalandığının tipik örneği olduğu gibi, Almanya, Fransa, İngiltere ve belki Hollanda, İsveç Norveç gibi kimi kendisine has özellikleri olan ülkeler dışındaki ülkelerin Yunanistanlaşma yolunda ülkeler olduklarını da göstermekteydi. Bu yüzden de, AB’nin büyükleri, bankaları, büyük tekelleri için “Yunanistan kri- zi”nin nasıl çözüleceği sorunu, sadece Yunanis- tan’ın değil, aynı zamanda AB ülkelerinin üçte ikisinin karşı karşıya bulunduğu “borç sorunu”- nun ne yönde gelişeceği ve bu ülkelerin AB için- de nasıl bir statü edineceği ile ilgili bir sorundu.

Elbette bu, AB’nin “büyükleri” ve merkez örgütleri için, orta ya da uzun vadeli bir sorun değil, “sıcak” ve hemen kapıya dayanmış bir so- rundu. Çünkü Portekiz, İspanya, İtalya gibi, Yu- nanistan’ın ihtiyaç duyduğu finansmanın kat be kat fazlasına ihtiyaç duyan ülkeler için, IMF’nin de arkadan itmesiyle, AMB ve Brüksel’in kapıla- rına dayanması sadece bir an meselesiydi!

Yunanistan örneği, AB’nin, gösterilmeye ça- lışıldığı gibi, zayıfların güçlü ülkeler tarafından kalkındırıldığı bir dayanışma ve ortaklaşma örgütü değil; büyüklerin küçükleri, güçlülerin

zayıfları iliğine kadar sömürüp yağmaladığı bir “birlik” olduğunu açıkça gösterdiği gibi, aynı zamanda AB’nin, düşenin parçalanıp yendiği bir “kurtlar sofrası” olduğunu da gözler önüne ser- diği bir örnekti.

Bu yanlarıyla ele alındığında, “Yunanistan so- runu”, AB için bir “Yunanistan sorunu” olmaktan öte, AB için normlarını yenileme ve özellikle de zayıf halkalara bu normları dayatmayı da içeren bir varlık-yokluk sorunu haline gelmişti. Bu yüz- den de, Yunanistan’a, normal ve kabul edilebilir bir kemer sıkma programıyla ödeyemeyeceği bir fatura çıkarılmıştır. SYRİZA’nın halkı peşine tak- maya yönelik görünüşteki AB karşıtlığına hedef alan burun sürtme amacı da taşıyan bu “dayat- ma program”ın koşullarının ağır tutulmasında, SYRIZA’nın referanduma başvurup halka “Hayır de!” çağrısı yaparak AB’nin güzünde “sisteme isyan eden asi” durumuna düşmesi de katkıda bulunmuştur! Bu da, AB’nin büyüklerine, Por- tekiz’e, İspanya’ya, İtalya’ya,… onları izleyecek olan diğer zordaki AB ülkelerine, “ayağınızı denk alın”, “gözünüzün yaşına bakmayacağız”, “Yu- nanistan’ın bile gözünü yaşına bakmadık”, “asi değil, sizden istenenleri yerine getirenler olun!” demek olmuştur.

REFERANDUMUN BAZI SONUÇLARI

Yunanistan halkının “kahramanca” denilecek bir tutumla Troyka’nın dayatmalarına, AB’nin baskı ve tehditlerine karşın “hayır” demesini kendine verilmiş bir “güvenoyu”, hatta bir “ira- de devri” olarak algılayan SYRIZA’nın, bu yetki- yi istismar ederek, “Troyka’nın dayatmalarına evet” demek için kullanması, kuşkusuz ki; hem Yunanistan, hem AB’de, hem de Yunanistan’da- ki gelişmeleri büyük bir dikkatle izleyen dünya demokratik kamuoyu içinde çelişkili duygulara neden olmuş ve karşıt sonuçlar çıkaracakları bir tablo oluşturmuştur.

Bu çelişkili tabloyu şöyle çözümleyebiliriz:

  1. Referandumun yolunu açarak SYRIZA; aslında “topu” halka atarak aradan sıyrılmak isterken, Yunanistan halkıyla Avrupa’nın başta Almanya olmak üzere büyük emperyalist ülkele- rini karşı karşıya getirerek; halkın AB’nin gerçek

yüzünü görmesini, AB’nin aslında “eşitler or- taklığı”, bir “dayanışan ülkeler topluluğu” değil, bir “kurtlar sofrası” ve kuralının da “yaralananı yemek” olduğunun görmesinin yolunu açmıştır. Böylece SYRIZA, hükümet olmasından sonraki en önemli atağını yapmıştır. Dahası SYRIZA, ta- leplerini sahipleniyor göründüğü halka referan- dumda açıkça “hayır” çağrısı yaparak, bu karşı karşıya gelişte “hayır” çıkmasında önemli bir rol oynamıştır.

  1. Yunanistan halkı “hayır” diyerek; AB’nin dayatmalarına karşı “hayır” demeyi başarmıştır. Böylece AB ve IMF’nin burnundan kıl aldırmayan bürokratlarına ve AB’nin büyüklerine meydan okumuştur. Dahası halkların AB’nin büyük ser- maye güçlerini karşısında onurlu bir tutum ala- bileceğini göstermiştir. Daha somut söylersek, Troyka’nın, Yunanistan’da olduğu gibi, kemer sıkma politikalarının daha da sertleştirilmesini istediği Portekiz, İspanya, İtalya,… gibi ülkelerin halklarına, “Troyka’nın dayatmalarını kabul et- miyoruz” deme hakları olduğunu hatırlamıştır!

Dahası, Almanya, Fransa, İngiltere gibi AB’nin büyüklerinin artık halklarına dönüp “Kemer sı- kacağız, ekonominin gereği bu, yoksa işler daha kötüye gidecek”, “Bu kadar ücreti ekonomi kal- dırmaz” …demesi zorlaşmıştır. Çünkü artık halk-

 

 

lar, Yunanistan halkı şahsında “kemer sıkma po- litikaları”na karşı “referandum isteme” hakları olduğunu görmüş, referandumla sermaye uşağı hükümetlerin politikalarını reddetmek için daya- nak olarak kullanabilecekleri bir mücadele yolu bulmuşlardır. Elbette AB ülkelerinin yıllardır “ke- mer sıktırılan”, “daha iyi yaşamak için başka bir seçenek olmadığı”na inandırılan işçi sınıflarının da silkinme ve neoliberal dayatmalar karşısında, “Bu politikaları bize mi sordunuz da uymamızı istiyorsunuz?” diyebileceklerini göstermiştir. Ve dahası Yunanistan halkı, halklara; Avrupa de- mokrasisinin görünümünün cilası olarak kullanı- lan ve yok caddelerin adı, sokakların rengi, yerel yönetimin kitle taşıma araçlarının boyası,… gibi konularda referandumlara baş vurmayı aşarak, ülkenin nasıl yönetileceği konusunda fikrini söy- lemek, egemenlere itirazlarını yüksek sesle ifade etmek için seçimlerden faklı bir yöntem olarak referandumu kullanabileceğini hatırlatmıştır. Ve o olağanüstü zor koşullarda ve ağır tehdit altın- da Yunanistan halkı “hayır” diyerek, halkların egemenlere karşı boyun eğmeme ve başkaldır- ma haklarını olduğunu, zorda kalındığında bu- nun hatırlanabileceğini göstermiştir.

3-) AB’ye boyun eğerek SYRIZA Hükümeti; arkasındaki büyük halk desteğini heder ede- rek, daha da kötüsü, halkın “hayır” diyerek SY- RIZA’ya verdiği gücü kötüye kullanarak, halkın güvenine ihanet ederek, gerek Yunanistan halkı içinde gerekse Avrupa’nın Yunanistan halkının

açtığı halkçı, mücadeleci yoldan gidebileceği umuduna kapılan hakları, işçi sınıfı içinde mo- ral bozukluğuna yol açmıştır. (Elbette ki sosyal reformcu SYRIZA Hükümeti, Yunanistan halkın- dan aldığı desteği, halkın isteği doğrultusunda Avrupa’nın büyük emperyalist devletlerine karşı halkların mücadelesi için bir yol açmak için ör- neğin “Avro’dan çıkma”, “AB’den çıkarılma”yı da göze alan bir yola girmek için kullanabilme ye- teneği gösterebilse ve sınıfsal ve ideolojik yapısı nedeniyle kendisinden beklenmeyecek hamleyi yapmaya cesaret edip Yunanistan halkının Troy- ka’nın dayatmalarına hayır diyerek işaret ettiği halkçı mücadele yoluna girebilseydi, halklar yu- karda işaret edilen mücadele yoluna çok daha motive olmuş olarak girecekti.) Ne var ki, SYRI- ZA halkın güvenini kötüye kullanmış olmasına karşın, Yunanistan halkının onurlu tutumundan halklar çok şey öğrenmiştir. Ve elbette başta işçi sınıfı olmak üzere halklar, orta sınıfların, özel- likle de orta sınıfların büyük sermayeye koltuk değnekliği etme pozisyon ve hevesindeki or- ta-üst kesiminin temsilcilerine ve onların partile-

 

rine güvenmemeyi, gerekirse SYRIZA’ları da kar- şısına alarak, aldığı kararların arkasında durma- esas alan bir örgütlülük ve mücadele hattına yönelmesi gerektiğini görmüştür. Bu elbette acı verici bir deneyimden öğrenmedir, ama ne yazık ki halklar, işçi sınıfı, kapitalist toplumda ancak acı çekerek öğrenebilmekte, yenilgiler ve yanılgı- larından ders çıkararak ilerleyebilmektedir.

Kısacası, Yunanistan halkı, bir aya sıkışan bir mücadele döneminde başarılarıyla, kararlılığı ve onurlu duruşuyla, ama aynı zamanda ihanete uğramasıyla, yenilgisiyle, yanılgılarıyla da 10-20 yılda öğreneceğinden çok daha fazlasını öğren- miştir. Ve elbette ki, onun öğrendiklerinden, bu mücadeleyi yakından izleyen AB ülkeleri başta olmak üzere tüm diğer ülkelerin halkları da ken- dilerine pay çıkarmış, bilgi hazinelerini zengin- leştirmişlerdir.

SYRIZA NASIL HALKA İHANET YOLUNA GİRDİ?

5 Temmuz’daki referandumda Yunanistan halkının (ve dünya demokratik kamuoyunun) büyük desteğini alan SYRIZA’nın, bir hafta son- ra, Troyka’nın halkın “hayır” dediği dayatmala- rının daha ağırına “evet” demesiyle, elbette ki, gerek Yunanistan halkı gerek olup bitenleri izle- yen çevreler açısından kafa karıştırıcı bir durum ortaya çıkmıştır.

Çünkü AB ve IMF’ye karşı sert eleştirilerde bulanan, “boyun eğmemek”ten, “onur”dan, “hak ve adalet”ten “halkın kendi geleceğine sa- hip çıkması”ndan söz eden SYRİZA’nın liderleri- nin halktan –zafer denilebilecek bir– destek sağ- ladıktan sonra, halka verdikleri sözün ve halkın iradesini tam tersini yapmalarının geleneksel siyaset mantığı açısından anlaşılması kolay de- ğildir. Çünkü SYRIZA’nın yaptığı, bırakalım halka verilmiş sözlerle dolu bir edebiyatı, SYRIZA’nnı iktidar gelmek için yaptığı propagandanın halk- çılıkla doldurulmuş içeriğini,… kendi ayağına, hatta kafasına kurşun sıkmaktır.

Bu yüzden de, SYRIZA’nın, bu referandumu, “halkın gazını almak”, “Troyka’nın güvenini ka-

 

zanmak”, “halkı oyalamak ve kafa karışıklığı ya- ratmak”, ”halkın evet diyeceğini hesap ettiği”… için düzenlediğine dair görüşler ileri sürülüyor.

Hiç kuşkusuz SYRIZA’nın Troyka’nın Yuna- nistan’ın borçlarını tahsili konusundaki planını halka sormak için referandum kararı alması ve halkı “hayır” demeye çağırmasından başlayıp Troyka’ya “evet” demesine gelen yalpalamala- rı (savrulması demek daha doğru), bu içerikli komplo teorileri için çok sayıda kanıt sunmak- tadır. Ama, SYRİZA’nın tutumunu onun sınıfsal niteliği ile bağlantılı olarak ele almadan gerçekçi bir açıklamaya varmak da olanaksızdır.

SYRİZA’nın karakteristik özelliği onun bir orta sınıf partisi olmasıdır. Bunu, SYRIZA’nın kendi içindeki homojen olmayan, siyasi açıdan “sol”un renkleriyle de çeşitlilik gösteren yapısın- da görmek mümkündür ve orta sınıfların alt-orta kesimlerinden üst-orta kesimlerine kadar çeşitli katmanlardan oluşan ve 5-6 klik tarafından tem- sil edilen çeşitlilik koalisyonu olarak varlığı da bunun açık göstergesidir. Bu yüzden de, SYRİ- ZA’nın şu ya da bu konularda aldığı sanki “birbi- rine karışmış ve karşıymış” gibi görüne değişken tavırlarını, kendi içindeki kliklerin etkisinin de- ğişmesi olarak görmek daha doğrudur.

Aslında referandum kararı ve arkasından hem AB hem Yunanistan egemen sınıflarının referandumu “AB’den çıkma”, “Avro’dan çıkma” oylaması olarak göstermeleri, zaten bir koalis-

 

yon durumundaki SYRIZA içinde tartışma, çe- kişmelere neden olmuş ve sonuçta parti olarak yalpalamasına götürmüştür.

Biraz soyutlayarak, SYRİZA’nın tavrındaki, bir savrulma olarak da göreceğimiz değişimleri şöyle belirleyebiliriz:

Troyka’nın Yunanistan halkı ve hükümetini hor görmeyi de içeren “ödeme programı” ve uzlaşmaz tutumları karşısında SYRIZA, referan- dum kararı alarak AB’nin öfkesinden sıyrılmak için topu halka atmıştır. Yani, AB’ye, IMF’ye “Ba- kın sizin programınızı halk kabul etmedi, bizim yapacağımız bir şey yok” demek istemiştir. Ama, halkın “Avro’dan çıkma” ve AB’den atılma”yı da göze alarak Troyka’nın karşısında durması ve hükümeti de bu tutumu almakla yükümlendir- me iradesi karşısında, SYRİZA içindeki üst–orta sınıf temsilcileri paniğe kapılmıştır. Çünkü halkın gösterdiği yoldan ilerlemenin AB üyesi Yunanis- tan’ın sonu olacağını, dolayısıyla AB’ye “hayır” deme ve AB’ye, IMF’ye, onların temsil ettiği em- peryalist kapitalist düzene karşı mücadele yolu- na girilme zorunda kalınacağını gördüklerinden AB’ye, IMF’yle sığınmışlardır. Nitekim Yunanis- tan Meclisi’nde anlaşmanın oylanmasında 39 SYRIZA milletvekili bu programa oy vermeyerek tutum alırken, Çipras, “sol kanat temsilcisi”, sı-

nıfsal olarak da alt-orta sınıfların sözcüsü diye- bileceğimiz 10 bakanı hükümetten çıkarmıştır. Yerlerine, Yunanistan’ın AB’de kalması ve neoli- beral politikaların sürdürülmesi için her mihnete razı olacak, üst orta sınıfların, büyük sermaye ve AB hizmetine koşacak temsilcileri bakan ya- pılmıştır.

AB VE YUNANİSTAN’DA SINIF MÜCADELESİ

SYRIZA daha hükümeti kurmadan bile Yuna- nistan bir yol ayrımındaydı. Ya AB’nin ve IMF’nin dayatmalarına “evet” denecek ya da bu dayat- malara karşı mücadele edilerek ilerleme yolu tutulacaktı. Halkın talep ve tutumları ortadaydı: Dayatılan kesintilerden yana olan yoktu. Halk mücadele yanlılığını çeşitli vesilelerle ortaya koymaktaydı. Mücadele yanlısı Yunanistan hal- kının taleplerini sahiplenerek bu yönde vaatler- de bulunan SYRIZA’nın seçimi kazanıp hükümet olması yalnızca Yunanistan’da değil verdiği söz- lerin yarattığı beklentiyle Yunanistan dışında, bu arada Türkiye’de de beklentiye yol açtı. Ancak Avrupalı emperyalistlerin dayatmalarını referan- duma götürmesine rağmen SYRIZA, kendisine yönelik beklentiye olumlu yanıt vermeyerek, laf düzeyinde ileri sürdükleri bir yana, sermaye ve AB’ye koltuk değnekliği eden PASOK gibi sıra- dan sosyal demokrat bir partiden fazlaca bir far- olmadığını ortaya koydu.

Yukarıda belirtildiği gibi, referandum kararı almakla bir hamle yaparak, Troyka’nın dayatma- larına “hayır” demek üzere halkı “sahaya” çağı- ran SYRIZA, bu yolun AB ve IMF’ye de başkal- dırma yolu olduğunu görüp dehşete kapılarak, AB’nin güvenli kollarına atıldı.

Böylece SYRIZA orta sınıf partilerin tipik özel- liği olan sermaye ve emek arasındaki yalpalama- da sermayenin yanında durarak sınıf niteliğine uygun davranırken, aynı zamanda kendi içinde alt-orta sınıf temsilcileriyle üst-orta sınıf temsil- cileri arasında yer alan çeşitli klikler arasında da mücadeleyi başlatmış oldu. Bu mücadelede ilk darbeyi alt orta sınıfların temsilcileri yedi ve “hayır”da ısrar ettikleri için bakanlıklardan ko- vuldular. Ama bu, aynı zamanda, SYRİZA içinde

 

sınıf mücadelesinin artık gözle görülür bir aşa- maya gelmesi demektir. Çünkü uluslararası bur- juvazinin temsilcileri (Troyka ve Yunanistan’ın büyük sermaye güçleri) SYRIZA’yı iyice “ehlileş- tirmeden” bırakmazlardı. Nitekim, yeni yasal düzenlemelere ilişkin taleplerini, alt-orta sınıflar ve AB’ye karşı mücadeleden yana halk kesimle- riyle de bağını koparan Çipras ve Hükümetinin istifasına yol açacak bir sınıra kadar götürdüler. Ve şimdi Çipras’ın istifa ederek seçime gideceği- ne dair değerlendirmeler yapılıyor.

Elbette bunlar, SYRIZA içinde yeni saflaşma- lar ve yeni bölünmeler anlamına gelirken, aynı zamanda, Yunanistan siyaset sahnesinde de kaçınılmaz olarak yansımaları olacak gelişme- lerdir.

“Yunanistan krizi” sadece Yunanistan’ın so- runu olmadığı gibi, SYRIZA’nın içindeki mücade-

le de, sadece SYRIZA kapsamında bir mücadele olmayacaktır. İspanya’da PODEMOS hareketinin (ve Avrupa’daki benzer orta sınıf hareketlerinin) de SYRIZA içindeki mücadelenin bir benzerine, üstelik de SYRIZA’nın yaşadıklarından ders çıka- rılarak, sahne olması kaçınılmazdır. Dolayısıyla, Yunanistan’dan sonra hızla popülerleşen –işçi sınıfının tarihsel özne olmaktan çıktığı, Marksiz- min eskidiği ve bir iktidar mücadelesi ve değişik- liğine ihtiyaç olmadığı yönünde görüş ve prog- ramlarıyla sosyal reformcu– SYRIZA tarzı partiler içinde de, bu hareketler üstünden siyaset ve top- lum kuramları geliştiren çevreler içinde de bir mücadelenin başlaması herhalde sürpriz olmaz.

Elbette mücadele, gerek Yunanistan gerekse Avrupa düzleminde, ideolojik ve siyasal alanda- ki tartışma ve saflaşmalarla da sınırlı kalmaya- caktır. Halklar ve işçi sınıfı da, SYRIZA’nın Troy- ka’ya teslim olma “melaneti”nden gerekli ders- leri çıkaracak, popülizme, orta sınıf efsanelerine pirim vermeyecek; işçi sınıfının dünya görüşüne, değerlerine ve halkların mücadele geleneklerine bağlanan bir hatta emperyalizme ve kapitalizme karşı mücadelede kendilerini zafere götürecek yolları aramada ısrarlarını sürdüreceklerdir. Ama artık bunu, SYRIZA’cılığın, onun sınıfsal de- ğerlerinin üstünü çizerek, kendi mücadele talep- leri ve yürüyecekleri yolun ne olması gerektiğini yeniden koşup tartışarak yapacaklardır. Son ge- lişmeler halklara bu imkânı sunmuştur.

Ve hiç kuşkusuz ki, yeni adımlar, öncekilerin kaldıkları yerden daha ileriden atılmaya başla- nacaktır.

Doğa biliminin “evrende var olan hiçbir şe- yin yok olmayacağı”nı temel bir varsayım olarak benimsemesi gibi, toplum bilim de, yaşanmış olan hiçbir şeyin yaşanmamış sayılmasını kabul etmez. Bu yüzden de Yunanistan’daki mücadele olumlu ve olumsuzluklarıyla halkların hafızasına kazınmıştır. Ve Yunanistan ve tüm Avrupa işçi sınıfı, dolayısıyla da dünya halkları ve işçi sınıfı, bu birkaç aylık dönemde belki on yılda öğrene- ceklerinden çok şey öğrenmişlerdir.

Asıl kazanımları da şimdilik budur!

 

7 Haziran Seçimini Türkiye’nin halkları kazandı

Türkiye’nin siyasi tarihini yazacak tarihçiler, 7 Haziran 2015 Milletvekili Genel Seçimini, “Türkiye’nin çokpartili döneme geçmesinden sonraya- pılanen önemliseçim” diye kayda geçeceklerdir.

Çünkü 7 Haziran Seçimi, Türkiye’de seçime katılan partilerin aldıkları oya göre sıralanıp, galiple ve mağlubun/mağlupların ya da gidecek hükümetle yerine kurulacak hükümetin belirlenecek olmasıyla sınırlı klasik bir seçim değildi.

Partilerin aldığı oylar açısından bakıldığın- da, YSK’nın verdiği kesin seçim sonuçlarına göre; AKP’nin geçerli oyların yüzde 40.87’sini, CHP’nin yüzde 24.95’ini, MHP’nin yüzde 16.29’unu, HDP’nin de yüzde 13.12’sini aldığı bir tablo ortaya çıkmıştır.

Bu tabloya, Türkiye’nin ve bölgenin içinden geçtiği sorunlardan ve bugüne getiren siyasi mücadeleden bağımsız olarak bakıldığında, bu tablo hükümetlerin seçimle gelip gittiği herhangi bir ülkeden farklı değildir. Ve bu tablo üstünden çeşitli koalisyon hükümetleri kurulabilir. Ya da tabloya bakarak, en başarılı parti şu parti, başa- rısızı da bu partidir denebilir.

Ama 7 Haziran 2015 gece yarısına doğru seçim sonuçları yukarıdaki gibi sonuçlandığında, Türkiye’de ve dünyanın başlıca ülkelerinde bu tablonun rakamsal anlamını çok aşan değerlendirmeler yapıldı; ortak kanı “artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” biçimindeydi.

Üstelik bu değerlendirmeler, en çok oy alan ve arkalarında hala yüzde 40 gibi büyük bir seçmen desteği olan bir partiyi başarısız, “çöküş içinde” ilan ederken, seçimde barajı aşan ama en az oy alan “HDP’nin zaferi” ni ifade ediyordu. Türkiye siyasetinin geleneksel iki partisi olan ve her biri HDP’den çok fazla oy alan CHP ve MHP’nin oylarının azalması, çoğalması, koalisyonda hangi ağırlıkta yer alabilecekleri gibi sorunlar, anketörler dışında kimseyi ilgilendirmedi; siyasi değerlendirmelerde de bu partilerin her- hangi bir ağırlığı olmadı.

DÜNYADA SEÇİM SONUÇLARI SIRADAŞI BİR TEPKİYLE KARŞILANDI

Nitekim, seçimden sonraki ilk gün yapılan seçim sonucu “değerlendirmeleri”nde olduğu gibi, tepkiler de sıra dışıydı.

8 Haziran günü Türkiye’de basın ve siyaset dünyası ile dünya kamuoyu, resmi gayri resmi odakların açıklamalarıyla, vücut dilleriyle Türkiye’deki seçimler üstünden oluşan tepkileri şöyle tarif sınıflandırabiliriz:

Dünyanın her ülkesindeki demokratik kamuoyu, ilerici demokrat çevreler, Ortadoğu ve tüm İslam ülkelerinde Şeyhliklere, Krallıklara, şeriatçı yönetimlerle, IŞİD, El Kaide, Boko Haram gibi terörist güçlere karşı laisizm ve demokrasi mücadelesi içindeki güçlerden Türkiye’de seçim ittifakı yapıp HDP etrafında birleşerek seçime katılan siyasi parti; örgüt ve çevrelere kadar tüm ilerici demokrat güçler seçim sonucunu sevinçle karşıladı! Sadece ilerici demokrat çevreler de değil, ABD’den AB’ye, Tunus’tan Güney Afrika Cumhuriyeti’ne, İsrail’e kadar çeşitli ülkelerin temsilcileri de resmi ve gayri resmi açıklamalarla Türkiye seçimlerinden çıkan sonucu “memnuniyetlekarşıladıklarını” duyurdular. Bütün bu ülkelerin medyasında, yazılı ve görsel basında bu “memnuniyet” çeşitli haberlerde olduğu kadar yapılan yorumlarda da açıkça ifade edildi.

Ve tabii ki bu sonuçlar dünya ve Türkiye’de sadece “memnuniyet” yaratmadı; aynı zamanda üzüntüye de yol açtı.

Örneğin dünyanın her yerindeki Müslüman Kardeşler, IŞİD, El Kaide, Boko Haram, El Nursa, Taliban gibi şeriat için mücadele eden İslamcı örgütler ve onların etkilediği kesimler, “Eyvah! Bizi uluslararası her platformda destekleyen, ‘insaniyardım’veçeşitlitürdenyardımlarlabesleyenAKPiktidarıçöktü!” diye yasa bürüdüler. Nitekim Davutoğlu seçimden hemen sonra “Ortadoğu ve Afrika’daki kardeşlerimiz üzülmesinler, biz arkalarında durmaya devam edeceğiz” içerikli mesajlarla onların yüreklerine su serpme ihtiyacı duydu.

Seçim sonuçları ortaya çıktıktan sonra oluşan “memnuniyet” ve “üzüntü” tablosunu tamamlamak için, Türkiye’de şekillenen saflaşmaya daha yakından bakmamız gerekir. Çünkü Türkiye’de seçim sonucundan memnuniyet duyanlar, sadece HDP ve onun etrafında ittifak ve “destek” gücü olarak bir araya gelen çeşitli güçler değildi. Kendilerine “sosyalist”, “komünist” “demokrat”

diyen ve seçimde HDP’yi desteklememek için bin dereden su getiren kimi çevrelerin taraftarları da, yönetimlerinden gelen “oy verme!” çağrısına karşın HDP’ye oy vererek ve seçim başarısına kendi oylarıyla katılmış olmanın da hazzını yaşayarak memnuniyet duyanların saflarına katıldılar. CHP’nin üyelerinin büyük bir çoğunluğundan çeşitli kademelerdeki yöneticilerine kadar…, hatta MHP oy veren azımsanmayacak bir kesim de bu seçimin sonuçlarını, “AKP’ye dur diyecek bir sonuç” olduğu için sevinçle karşıladılar. Yine TÜSİAD’dan çeşitli sermaye örgütlerine, AKP güdümlü olmayan kimi sendika merkezi ve sendikacılar ile çeşitli sendika, emek ve meslek örgütlerine kadar geniş bir kesim de seçim sonuçları sevinçle karşıladı.1

Şunu güvenle söyleyebiliriz ki, bugüne kadar uluslararası demokratik kamuoyu, çeşitli ülke hükümetleri ve basını, Türkiye’deki seçimlere hiç bu kadar ilgi göstermemiştir.

7 HAZİRAN SEÇİMİ DÜNYAYI NEDEN BU KADAR YAKINDAN İLGİLENDİRDİ?

Dünya ölçüsünde seçimin hemen ertesi günü oluşan bu tepkiler karşısında şu soru akla gelir: Türkiye’nin 7 Haziran 2015 seçimi bu kadar önemli hale getiren, özellikle seçim sonucunun Türkiye’nin sınırlarını da aşarak böylesi “memnuniyet” ya da “üzüntüyle” karşılanmasına yol açan neydi?

HDP’nin barajı aşmasının Türkiye’nin demokratikleştirilmesi ve bölge halkları bakımından önemini şimdilik bir yana bırakırsak; bu seçim tablosunun, dünya ve Türkiye’de olağan zamanda bir araya gelmeyecek ve ortak bir sevinç duyduğunda “acaba bir yanlış mı yaptım” diyecek güçlerin bu seçim sonucundan ortak memnuniyet duyan tarafta yer almalarının “başarısı”, AKP’ye, onun 13 yıllık iktidarında hayata geçirdiği “iç ve dış politikası”na aittir!

Şöyle ki;

Seçim değerlendirmelerinde ortak kanı “artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” biçimindeydi. Öncelikle AKP iç politikada, Türk-İslam sentezci neoliberal ve demokrasi karşıtı bir saldırganlık politikası izlemiyor, ama Kürt ve Alevi sorunlarını çözmek için yola çıkmış, eski statükonun baskıcı, özgürlükleri ayaklar altına alan düzenine karşı mücadele ediyor görünmeye çalışırken, gerçekte, özellikle iktidarının son 5 yılında, Türkiye’nin 200 yıllık modernleşme mücadelesinin kazanımlarını ortadan kaldırarak İslami referanslara dayanan “muhafazakar bir toplum inşa etme”ye girişmiş, bunun için tek kişinin diktatörlüğünde biçimlenen bir “Başkanlık Sistemi”ni dayatarak, Türkiye’nin tüm ilerici demokratik güçlerini ve demokratik kazanımlarını hedef alan bir çiz- giye varmıştır. Bu amaç son yıllarda planlı uygulamalarla hayata geçirilmeye çalışılınca AKP’nin niyeti herkes için görünür hale gelmiştir. Bu da Türkiye’nin modern bir ülke olma yolundaki kazanımlarını savunan tüm siyasi odakları, tüm halk kesimlerini, hatta AKP içindeki kimi kesimleri de Erdoğan- Davutoğlu ikilisin motive ettiği AKP’nin önünü kesilmesi gerektiği tutumunda birleştirmiştir.

Dünya demokratik kamuoyuyla iktidara gelmesinde olduğu kadar iktidarının ilk 8-10 yılı boyunca AKP Hükümetini neredeyse kayıt- sız koşulsuz destekleyen emperyalist ülkelerin hükümetleri ve uluslararası sermaye güçlerinin “AKP’nin durdurulması”ndan isteyip seçim sonuçlarından hoşnut olma nedeni ise, AKP’nin “yeni Osmanlıcı dış politikası”nın gelip dayandığı yerdir. Dünya demokratik kamuoyu, AKP’yi ve onun ilk yıllardaki iktidarını, “askeri vesayeti kaldıran reformcu, ılımlı İslamcı ama aynı zamanda ılımlı laikde olan bir iktidar” olarak varsayıp desteklemişlerdi. Batılı emperyalist odaklar ise, AKP’nin iktidarda olduğu Türkiye’yi “ılımlı İslamcı”, Batının bölgedeki “model ülkesi” ve “bölge- sel gücü” olarak desteklediler. Ama AKP Hükümetlerinin “yeni Osmanlıcılık” adı altında girdiği dış politika hattıyla ”Osmanlı toprakları üstünde yeniden egemenlik kurma”, “bu ülkelerin ‘abisi’ olarak kabul edilmek” için girişimlerde bulunma, giderek “Müslüman Kardeşler çizgisinde bir İslam dünyası” oluşması için hareket etme ve Türkiye’nin bölgedeki askeri, ekonomik ve kültürel-tarihsel gücünü bu amaçlar için kullanmaya yönelmesi, Batılılar için “bölgenin yeni sorunlu ülkesi” haline gelerek, bölgede İslamcı terörist güçlerin dayanağı olarak görülen bir ülke çizgi- sine girmesi, Batılı kamuoyu kadar emperyalist güç odaklarını da AKP Hükümeti’yle pek çok konuda karşı karşıya getirdi. MİT’in bölgedeki faaliyetlerinin, bu örgütün AKP dış politikasının bir unsuru olarak devreye sokularak “istihbarat” ve “örtülü operasyonlar” düzenlemeye girişmesine, bölgedeki terörist guruplarla dolaysızca iş tutma ve onlara askeri ve lojistik destek sağlamaya kadar vardırılması, hem Batı ülkeleri hem de bölgedeki kimi gerici rejimler için (bile) Türkiye’yi “sorunlu ülke” haline getirdi. Ve elbette laik, demokratik bir Ortadoğu mücadelesi içindeki güçler için de AKP’nin hükmettiği Türkiye açık bir tehdit oluşturdu.

Erdoğan-Davutoğlu ikilisi seçim kampanyası sırasında yaptıkları pek çok konuşmada bir “üst akıl”ın kendilerine yönelik “komploları”nı işaret ederek, “kimse bizim güçlenmemizi istemiyor. Onun için bize saldırıyorlar” derken işte dış dünyadaki bu algıdan söz ediyorlardı. Öyle ya; elindeki gücü bölge halklarının aleyhine, bölge ülkelerinin kaosa sürüklenmesi ve bu ülkelerdeki iç çatışmaların körüklenmesi için kullanan bir ülkenin Hükümetinin güçlenmesini hangi akıllı komşu ülke yöneticisi ister ki?

Kısacası Erdoğan-Davutoğlu’nun önderliğinde temsil olunan politikaların;

  • Türkiye’yi, Müslüman Kardeşler başta olmak üzere, İslam ülkelerinde şeriatçı bir düzen için mücadele eden tüm karanlık güç odakların merkezi yaparak, bunların stratejik hedeflerine hizmet etmekle kalmayıp, diplomasiden ekonomiye onları her alanda destekleyerek,
  • Türkiye’nin rejimini “muhafazakar toplum” inşa etmek için “otoriterleşme”ye ve Türkiye’nin demokratikleşme ve özgürlükler konusundaki kazanımlarını ortadan kaldırmaya yönelterek, bunu bir diktatörlükle taçlandırma amaçlı olması,
  • Türkiye’yi her alanda bölgedeki gericiliğin merkezi yapma girişimleri, dünyanın bu gelişmelerden rahatsız olan tüm güçlerini, “AKP’nin durdurulması”ndan memnuniyet duyanların safına katmıştır.
  • Başka bir söyleyişle, uluslararası sermaye ve Türkiye’nin egemen sınıflarının bazı fraksiyonları için “AKP’nin durdurulması” ihtiyacının ortaya çıkması, AKP Hükümetleri tarafından Türkiye’nin Batılıların “model ülkesi” ve “bölgesel gücü” olmaktan çıkma yoluna sokulması, yanı sıra Türkiye’nin Ortaçağ değerleri çizgisine çekilerek, bölgedeki şeriatçı güçlerin stratejilerin dayanağı yapılmaya girişilmiş olmasındandır.

Dünya demokratik kamuoyu ve Türkiye’nin ilerici demokrat güçlerinin seçimden AKP’yi durduracak bir sonuç çıkmasından duydukları memnuniyetin nedeni ise, AKP elinde Türkiye’nin kişisel diktatörlük rejimine temel olmak üzere “muhafazakar toplum” inşasına yönel- mesiyle Ortadoğu’da şeriatçı terörist örgütleri destekleyen politikalarına dur diyen bir sonucun çıkmasıdır. Bu yüzden, kimi “ilerici”, “komünist” odakların, “AKP’nin durdurulması”ndan memnuniyet duyanların geniş yelpazesine bakarak, bütün “memnun” olan güçlerin emperyalistler ve uluslararası sermaye tarafından yedeklediği- ni ileri sürmeleri sadece bir demagoji, bir kara propagandadır.

12 EYLÜL CUNTASININ KOYDUĞU BARAJI HALK YIKTI!

Hiç kuşkusuz, 7 Haziran Seçimi’nin en gözle görülen birinci özelliği 12 Eylül Cuntası’nın sis- temin sigortası olarak koyduğu 32 yıllık “yüzde 10’luk seçim barajı”nı yıkmasıdır.

Bugüne kadar hemen bütün siyasi partilerin “ilk fırsatta kaldıracaklarını” (en azından makul düzeye indireceklerini) vaat ettikleri barajı, AKP başta olmak üzere sermaye partileri değil, ama onların barajın kalması için gösterdikleri ısrara karşın halk yıkmıştır.

“Barajın halk tarafından yıkılması”, siyasette yol açtığı ve bu yazının da ele aldığı sonuçların- dan bağımsız olarak ele alındığında bile söyle- yebiliriz ki, Türkiye’nin siyaset tarihinde çok az rastlanan bir gelişmedir. Çünkü, adil olmayan seçim sisteminin “bekçilik” yaptığı siyasi mücadele alanı, sermaye partilerinin, diğer bir söyle- yişle statükonun partilerinin “kapalıavalanı”dır ve halkın bütün talepleri, bu alanda faaliyet gös- teren sermaye partilerinin eliyle boğulmuştur. Bu nedenle, siyasi alanda bir değişiklik için de alışkanlık olan; bir tarafta en azında sermaye partilerinin birinin ya da bir kaçının diğer tara- fında başka sermaye partisinin ya da partilerinin olduğu, çoğu zaman “danışıklıbirdövüş” olan mücadelede, halkın da buna göre bölünmesidir. Ve en ileri gidildiğinde bile, halkın “kırk katır mı kırk satır mı” tercihi ile karşı karşıya getirilmesi neredeyse kuraldır. 7 Haziran Seçiminde ise, Türkiye’nin ilerici demokrat güçleri, bu güçlerin çağrısına uyan halk kesimleri, bir sermaye partisinin yedeğinde değil, başlıca Kürt halkının demokratik talepleri uğruna mücadele içinde biçimlenen HDP etrafın- da birleşerek; bütün düzen partilerine ve hatta kendisine “sosyalist”, “komünist”, “özgülükçü”, “solcu”,… diyen partilerin yöneticilerinin aksine çağrılarına karşın, 12 Eylül Cuntası tarafından biçimlendirilen seçim sistemine darbe vurmuş, cuntanın belirlediği siyaset sınırlarını yıkmıştır.

Onu içindir ki, bundan sonra artık sermaye partileri, barajı kaldırmak, en azından çok daha aşağılara çekmek için harekete geçecektir. Çünkü onlar için, artık halk tarafından yıkılarak, baraj, düzenin koruma kalkanı olma özelliğini yitirdiği gibi, ayaklarına da dolaşan bir engele dönüşmüştür.

Barajın yıkılmasının yol açtığı siyasi sonuçlar da dikkate alındığında, “siyaset alanın da artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır” dersek bir abartı yapmamış oluruz. Ki, bunun pratikteki anlamı, siyaset alanındaki gelişmeleri eski normlara göre ölçemeyeceğimizdir. Onun içindir ki, seçimi ve sonuçlarını değerlendirirken, partilerin aldığı oy oranlarına bakarak, en başarılı partileri sıralayamıyoruz ya da seçimde partiler aldığı oyara bakarak, partilerin siyasetteki etkilerini ölçemiyoruz. Tersine, bu seçimin, en çok oy alan parti olan AKP ile en az oy alan HDP arasında geçtiğini ve seçimin galibinin de tartışılmaz bi- çimde, geçerli oyların sadece yüzde 13.12’sini alan HDP olduğunu söyleyebiliyoruz. Ki, bugün bu değerlendirmeyi sadece HDP ile seçim ittifakı yapmış olan bizler değil, AKP yandaşı olmayan (yandaşlarının az çok nesnel ölçüler kullanmaya devam edenleri de dahil) herkes yapmaktadır.

SEÇİMİN ÖĞRETTİKLERİ ÖNEMLİDİR

7 Haziran Seçiminin kesinleşen sonuçların bakıldığında, sadece “baraj” yıkılmamış, aynı zamanda AKP’nin tek başına hükümet kurması da olanaksız hale gelmiştir. Ki; bu da AKP için 400 milletvekilinden söz açarak tek başına ana- yasayı değiştirebilecek bir çoğunluk isteyen ve bu amaçla “yadevletbaşayakuzgunleşe!” di- yerek kendisini ortaya atan Erdoğan ve AKP için tam bir hüsrandır.

Kısacası, 13 yıldır, barajı da kendisine siper ederek, CHP ve MHP gibi, seçimi kazanması için ellerinden geleni ardlarına koymayan iki “rakip partinin” de yardımıyla kolay “seçim zaferleri kazanmaya” alışan AKP, bu sefer halk tarafından yıkılan barajın enkazının altında kalmıştır. Baraj sularının önüne kattığı AKP’nin nereye kadar sü- rükleneceğini, sürüklenirken nasıl ve kaç parça- ya ayrılacağını henüz görmedik, ama koalisyon arayışları içinde şimdiden tanık olduk ki, AKP içinde “bu parti çöküyor!” telaşı başlamıştır. Ve telaşın paniğe dönüşmesi, herkesin kendi canını kurtarmak için çareler aramaya yönelmesi sade- ce bir zaman ve bunun için bir bahanenin ortaya çıkması sorunudur.

Barajın yıkılması”nın ortayı çıkardığı sonuç- ları, bu sonuçların ülke siyasetinin yeniden biçim- lenmesinde nasıl etkiler yaratacağını, bu parlamentodan çıkacak sermaye partilerinin kuracağı hükümetin ne kadar işlevsel olacağını, bu hükümetin halkın taleplerini karşılamada ne kadar gayret göstereceğini (göstermeyeceğini),… belki siz okuyucular bu yazıyı okurken bile en azından bazı yönleriyle (ip uçlarıyla da olsa) göreceğiz.

Ama şimdiden Türkiye’nin demokrasi güçle- rinin kazanımları için (seçimde HDP ‘ye oy ver- meyen “keskin” solcular için bile bunlar kaza- nımdır) şu saptamaları yapabiliriz:

  1. Bugüne kadar HDP’ye oy vermemiş, bir- kaç ay önce bile “HDP’yeaslaoyvermem” diyen diğer partilerden azımsanmayacak sayıda yurt- taşın HDP’ye oy verdiği anlaşılmaktadır. Çünkü halkın siyasi bakımdan bir uyanış içinde olan kesimi bugün AKP’yi durdurmanın tek yolunun HDP’ye destek vermekten geçtiğini bilerek oy vermiştir. Bu da, halkın politik bilincinin, kendisine “solcu”, “Gezici”, “komünist”… gibi sıfat- lar takan kimi parti ve çevrelerden daha ileri olduğunu göstermiştir. Bu, elbette, “babadan dededen kalma partilerle siyasete devam” takıntısının geride kaldığını, halkın ülke çıkarları doğrultusunda diğer partilerden kişilerle, kendi partilerinin yönetimlerine karşın birleşmekten geri durmayacağını göstermiştir. Bu, ülkede siyasetin yeniden yapılanması imkanını göstermesi bakımından çok önemli bir kazanımdır.
  1. Halk, başkanlık sistemine, AKP’nin Erdo- ğan’ın kişisel partisi gibi peşinden sürüklenme- sine, Saray şaşaasına, rüşvet ve yolsuzluğa, kib- re, keyfi yönetime, hot zotçuluğa, din-mezhep- Kur’an istismarcılığına, ‘ben yaptım oldu’culuğa, kişisel diktatörlük heveslerine, basını susturma girişimlerine… Erdoğan’ın şahsında temsil olunan kişisel diktatörlük heveslerine “hayır” demiştir!
  2. Bu sonuç, laik ve demokratik Türkiye mücadelesi, çözüm süreci, Alevi sorununun çözümü, özgürlüklerin sınırlarının genişletilmesi için geniş bir imkana işaret ettiği gibi; halkın, “eğitimin dini referanslara göre düzenlemesi”, “dindargeçlik”, “muhafazakartopluminşası” gibi “Müslüman Kardeşçi” hayallere pirim ver- meğini de göstermiştir. Türkiye’nin çok partili döneminde (70 yıllık bir dönem) sağcı partilerin önemli istismar aracı olan din, mezhep, Kur’an istismarcılığının artık –hiç değilse tayin edici ölçüde– pirim yapmadığı, tersine sahibini vuran bir silaha dönüşebildiği de bu seçim vesilesiyle ortaya çıkmıştır.
  1. 7 Haziran Seçim sonucu, AKP Hüküme- ti’nin dış politikasına, özellikle yeni Osmanlıcılık çizisinde sürdürdüğü müdahalelere, MİT devre- ye sokularak yürütülen örtülü operasyonlarla birleştirilen bölge diplomasisine “hayır” anla- mına gelirken, aynı zamanda AKP Hükümeti’nin ideolojik, diplomatik (ve mali) desteğini arkasın- da gören İslamcı örgütler ve çevreler içinde de hüsrana yol açmıştır. Dahası bu sonuçlar, Or- tadoğu’da şeriatçı güçlere, dinci terörizme kar- şı laik ve demokratik bir Ortadoğu düzeni için mücadele eden herkese de Türkiye halklarının bir selamı olmuş, moral ve motivasyon dayanağı olarak hizmet etmiştir.
  2. Bu seçimle Türkiye’nin halkları, Erdoğan ve AKP’nin “Başkanlık Sistemi” adı altında ger- çekleştirmeyi planladığı diktatörlük heveslerine, bu amaç etrafındaki girişimlerine “hayır” dere- ken, AKP’nin yenilmez, hesap sorulamaz bir par- ti olduğu imajını da yıkarak, Türkiye’de siyaset alanının demokratikleşmesinin de yolun açmış- tır. 7 Haziran Seçimi, hem “Erdoğandönemi” ve hem de “AKP dönemi”nin sonunu getirmiştir. Erdoğan Cumhurbaşkanı olmaya devam etse de, AKP bir biçimde çeşitli partilerle koalisyonlar kursa ya da “azınlıkhükümetleri”yle iktidar olsa da, artık “AKPdönemi”, “Erdoğan dönemi” de- nilen devir 8 Haziran itibariyle kapanmıştır

6-) 7 Haziran Seçimi bütün bu imkanları or- taya çıkarmıştır. Ama bu imkanların kendiliğin- den gerçeklere dönüşmesi beklenemez. Tersine bu imkanların gerçeklere dönüşmesi sert ve is- tikrarlı bir mücadele ile mümkün olabilecektir. Bu yüzden, nasıl bir hükmet kurulursa kurulsun, seçimi kazananlar için de Türkiye güllük gülis- tanlık bir ülke olmayacaktır. Çünkü; AKP ve Er- doğan, hükümete eskisi kadar güçlü bir biçimde sahip olmasa ya da hiç hükümette olmasa bile, devlet kademelerine yerleştirdiği kadrolarla ve Cumhurbaşkanlığı üstünden, iktidarını sürdür- mek için her yola başvuracaktır. SEÇİMİN MESAJI VE SERMAYE PARTİLERİNİN KOALİSYON GİRİŞİMLERİ 7 Haziran Seçimi’nin sonucu, “AKP’ninve Erdoğan’ınkaybettiğihalklarınkazandığıbirse- çim” biçiminde özetlenebilir. Bu sonuç, aynı zamanda, halkın bu seçime giren bütün partilere mesajını da içermektedir. Ki, mesajı şöyle belirleyebiliriz: 1-) Çözüm süreci ilerletilerek Kürt sorununun demokratik çözümü için girişimlerin artırılması ve Kürtlerin statüsünün artık vakit geçirilmeden belirlenmesi,

2-) Alevilerin inanç özgürlüğüne ilişkin talep- leri kabul edilerek laisizmin ayaklarının üstüne oturtulması, (Din derslerin zorunlu ders olmak- tan çıkarılması, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın lağ- vedilmesi, Cem evlerin ibadethane kabul edil- mesi,…),

3-) “Muhafazakartoplum”, “dindargençlik yetiştirme”,.. girişimlerine son verilmesi; bu çer- çevede laik, parasız, bilimsel, anadilde eğitimle ilgili taleplerin dikkate alınması ve kişilerin özel yaşamına müdahalelere son verilmesi,

3-) Kadınların eşitlik mücadelesine ilişkin ta- leplerin gerçekleştirilmesi ve özel olarak kadına yönelik şiddete son verilmesi için gerekli idari, yasal ve sosyal önemlerin alınması,

4-) Gençliğin “güvenligelecek” talebi etra- fında eğitim ve iş isteğinin gereklerinin yerine getirilmesi,

5-) Milliyet, din-inanç, cinsiyet vb. ile ilgili ay- rımcılığa son vermek için her alanda çabaların artırılması,

6-) İşçi sınıfı ve emekçilerin örgütlenmesinin ve özel olarakz grev hakkının önündeki engel- lerin kaldırılması, insanca çalışma ve yaşama koşulları için gerekli önlemlerin alınması,

….

Kısacası, siyasi partilerden beklenen; seçi- min sonuçlarını da dikkate alarak, seçim mey- danlarından verdikleri vaatlerin arkasında dur- malarıdır. Ama seçim bitip koalisyon tartışmala- rının başlamasıyla gördük ki, her parti kendisini avantajlı çıkaracak bir mevzi tutmayı, bir dahaki seçime yatırım yapmayı öne çıkararak, ülke sorunlarını, halkın taleplerini “hele birkoalisyonu kuralımdasonrabakarız”a bırakan bir mecraya girmiştir. CHP, MHP Genel Başkanına başbakan- lık sunarak, AKP MHP ile CHP AKP ile flörtle- şerek,…her parti kendince “tavizler” alıp verip bakanlıklar isteyerek, eski hamam eski tas, eski siyasi düzene dönmüşlerdir.

Ancak bu seçim, bu yazı boyunca dikkat çe- kilen gelişmelerin yolunu açtıysa, bu, geleneksel sermaye çevrelerinin isteklerini yerine getirmek üzere (onların istediği koalisyonu kurma da da- hil) manevralar yapma, seçimin sonuçlarını etki- sizleştirme ve halkın taleplerini koalisyon hesap- ları içinde gargaraya getirme tutumunun halka eskisi kadar kolaylıkla kabul ettirilebilmesi, ve halk indinde, “koalisyon böyle gerektirdi, ne yapalım”, “memleketi hükümetsiz mibıraksay- dık?”, “yeterli oy almadık ki vaatlerimizi yerine getirelim”,… gibi bahanelerinin eskisi gibi maze- ret olarak görülmesi beklenmemelidir.

Bu yüzden, Türkiye’nin demokrasi güçleri, bütün bu gelişmeleri, sermaye partilerinin bu seçimde ortaya çıkan halkların taleplerine ya- nıt vermeden uzak olduğunu görerek hareket etmek, çeşitli halk kesimlerinin seçimlerle de billurlaşan talepleri etrafında mücadeleyi örgüt- lemek için sınırsız bir gayretle harekete geçmek durumundadır. Hem de hiç vakit kaybetmeden!

EMEK VE DEMOKRASİ MÜCADELESİ PARALEL KULVARLARDA KOŞSA DA…

7 Haziran Seçimi, Türkiye’de demokratik- leşme mücadelesinin önemli bir dayağı olacak gelişmelerin önünü açacak sonuçlar ortaya çı- kardı. Bunun anlamı ise, Türkiye’de demokrasi ve özgürlükler mücadelesinin önceki döneme göre daha koşar adım ilerlemesinin imkanla- rının son derece genişlediğidir. Bu nedenle, Türkiye’nin demokrasi güçlerinin mücadelesi- nin arkasındaki rüzgarın daha da güçleneceği söylenebilir. Bunun nedenlerine bu makale boyunca değinildi.

Ama öte yandan, seçim sürecinin öncesinden de başlayan ve ipuçlarını Birleşik Metal üyesi işçilerin grev kararı alırken ortaya koydukları ataklıkta da izlediğimiz işçi sınıfının sendikal mücadelesindeki atılım eğilimi, seçim süreci sona yaklaşırken, metal işçilerinin başkaldırı- sıyla emek mücadelesinin de yeni bir safhaya taşındığını gösterdi. Bursa’nın metal işçileri bir yandan başta Koç olmak üzere metal patronlarına ve pat- ronların en vahşi sendikası MESS’e, öte yan- dan sendikal bürokrasinin en korunaklı kalesi olarak bilinen Türk Metal Sendikasına, onun patron yanlısı gerici bürokratik sendikacılığıyla bürokrat yöneticilerine baş kaldırdılar. Böyle- ce, tıpkı seçim barajı gibi, 12 Eylül Cuntası’nın çıkardığı sermayenin ve sendikal bürokrasinin “yaşamındaistikrarınkorunması” adına ko- rudukları Grev ve TİS Yasası ile Sendikalar Ya- sasını ayaklar altına alırlarken, mücadele daha sürüyor ve sürecek olsa bile, hiç değilse baş- langıçta MESS ve Türk Metal’i de dize getirdi- ler. Dahası, bugüne kadar sendikal mücadeleyi “yasalar çerçevesinde mücadele”ye hapseden tüm liberal, reformcu sendikacılık anlayışlarını da çöpe attılar.

Böylece metal işçileri, “hiçbirşeyeskisigibiol- mayacak” iddiasını sendikal mücadeleye taşıdılar.

Renault işçilerinin başlattığı; TOFAŞ, Ford, gibi büyük otomotiv firmalarınıni işçilerin de içine çekmekle kalmayıp başka kentlere başka sektörlere de yayılan işçi mücadelesi, önümüz- deki dönemi kapsayacak bir mücadele olacağı- nın sayısız belirtilerini dışa vurmuştur.

Kısacası; bir yandan demokrasi mücadelesi öte yandan da emek mücadelesi, iki ayrı kulvar-

da akmakla birlikte, aynı dönemde yükseliş eği- limine girerek, birbirini etkileyecek bir dönemin işaretlerine de vermeye başlamıştır.

1960’ın ve 1970’in ikinci yarılarında, 1990’la- rın da ilk yarısında Türkiye’de demokrasi mü- cadelesi ile işçi sınıfının sendikal mücadelesinin “paralel kulvarlarda” da olsa yükselerek birbiri- ni etkilediğini, birinin ötekinin yükselişine daya- nak sağladığına tanıklık etmiştik.

Şimdi de böyle tarihsel önemde bir döneme girdiğimizi söylemek için çok sayıda belirti var. Bu yüzden de 7 Haziran Seçimi’nin gösterdiği gerçekler ve metal işçisinin ortaya koyduğu yöneliş, sınıf partisinin ve Türkiye’nin demokrasi ve emekten yana güçlerinin görevlerini de yeni- lemeyi zorunlu kılmaktadır.

…VE GÖREVLERİMİZ

Elbette demokrasi mücadelesi ve emek mücadelesinin paralel kulvarlarda da olsa aynı dönemde yükseliyor olması önemlidir, ama bu, sınıf partisinin, bu ayrı ayrı hareket eden iki mücadeleyi birleştirme görevinin de gündemin öne sırasına yükselmesi anlamına gelmektedir. Çünkü işçi sınıfının siyasal bilincinde bir ilerle- me olmadan ve demokrasi mücadelesine ilişkin görevleri açısından işçi sınıfı sahnedeki yerini almadan demokrasi mücadelesinin istikrarlı bir mücadele olarak gelişmesi ve sistemi zorlayan bir mücadeleye dönüşmesi beklenemez. Bugün demokrasi mücadelesinin başlıca sorunu da bu- dur zaten.

Bu iki mücadelenin birlikte yükselmesi, sınıf partisinin görevlerini yerine getirmesini olağa- nüstü kolaylaştırmıştır. Ama aynı zamanda gö- revin aciliyetini artırmış, bu görevin yerine geti- rilmesinde gerekli inisiyatifi almayı daha önemli hale getirmiştir.

Bu iki mücadelenin yükselişinin ilk ortak etkisini sendikal harekette görmemiz sürpriz ol- mayacaktır.

7 Haziran Seçimiyle siyaset alanında olduğu gibi, işçi-emekçi mücadelesi alanında da hege- monyası çöküş sürecine giren AKP’nin Memur Sen ve Hak-İş gibi “hükümet sendikaları”nın üstündeki etkisinin azalması ve bu sendikaların da çözülme sürecine girmesi kaçınılmaz olacaktır. Bunun anlamı ise, hükümet sendikalarına bir biçimde üye olmaya zorlanan emekçilerin ken- di taleplerini daha iyi savunacakları sendikalara yönelmesi biçiminde olacaktır.

Öte yandan metal işçilerinin yukarıda sözü- nü ettiğimiz yeni mücadele hattının da yaygın- laşmasıyla eş zamanlı gelişecek bu sendikal mü- cadele, sendikal alanda çok köklü dönüşümlerin

yolunu açacağı gibi, aynı zamanda sınıfın siyasi bilincinde sıçrama olmasının imkanlarını da sı- nırsız biçimde genişletecektir.

Burada, sürecin gerektiği gibi ilerlemesi için görev, en başta sınıf partisine, onun üretim ve hizmet birimlerindeki üyelerine, örgütlerine, ama elbette aynı zamanda DİSK ve KESK’e bağlı sendikalara ve her sendikadan mücadeleci sen- dikacılara düşmektedir.

2015 1 mayıs’ı ne öğretti? 2016 1 mayıs’ını şanına layık kutlamak için mücadeleye!

İşçi sınıfının Uluslararası Birlik Dayanışma ve Mücadele Günü olan 1 Mayıs, işçi sınıfının bu en büyük bayramı, bütün dünyada, önceki yıl­larla kıyaslandığında, daha coşkulu gösterilerle kutlandı.

Uluslararası sermaye güçlerinin sınıfın kaza­nımlarına yönelik saldırıları ve çalışma koşul­larının sistemli bir biçimde ağırlaştırılması, sö­mürünün en modern ve en vahşi yöntemlerinin kullanılmaktan çekinilmemesi gibi sınıfa yönelik saldırıların sistematik biçimde sürdürüldüğü ko­şullarda 2015 1 Mayıs’ı elbette bu saldırılara bir yanıt olacak kadar güçlü ve kitlesel değildi. Ama aynı zamanda, 1 Mayıs vesilesiyle, mücadelenin ezilemediği, tersine her an sermayenin sadırları­na karşı büyük mücadelelere yol açabileceğinin ipuçları da görüldü.

Basına yansıdığı kadarıyla, dünyadaki 1 Ma­yıs kutlamaların en yaygın yapıldığı iki ülke Rus­ya Federasyonu ve Türkiye oldu.

Elbette her ülkede mücadeleci sendikacılar, sınıfın ileri kesimi, sınıftan yana çevreler ve sı­nıf partileri 1 Mayıs’ın ülkelerinde ne ölçüde de­ğerlerine uygun ve 1 Mayıs’ın geleneğine olumlu katkı yapan bir biçimde kutlandığını tartışacak, gerekli sonuçları çıkaracaktır.

Bu tartışma ülkemizde de yapılacak (yapılı­yor), 1 Mayıs’ın en yaygın kutlandığı ülkelerden biri olarak olumlulukları ve olumsuzluklarıyla gerekli dersler çıkarılacaktır. Hele Türkiye işçi sınıfının kitlesinin son çeyrek yüzyılda üç kattan fazla büyüdüğü ve sınıfın çok büyük bir kitlesinin genç ve kendi tarihinden koparılmış koşullarda oluştuğu, dolaysıyla bu genç kuşak işçilerin sını­fın mücadele tarihiyle, Türkiye işçi sınıfının son yarım yüzyıllık mücadelesiyle bağlarının zayıflı­ğı dikkate alındığında, 1 Mayıs tartışmasının işçi sınıfımız için, başka pek çok ülkeye göre daha da önemli olacağını söyleyebiliriz. Dahası, son yıllarda, sendikaların geleneksel olarak 1 Mayıs’ı “törensel” bir kutlamaya, sınıfın geçmişine dair nostaljik bir güne indirgeme çabaları ile çeşitli sol gurupların 1 Mayıs’ı kendi sembollerini öne çıkardığı bir “devrimci şov”a, “grup gösterisi”ne dönüştürme girişimleri arasında “istismar” ça­balarının sürdüğü dikkate alındığında, 1 Mayıs’ın anlamını yeniden yeniden ele almanın önemi çok daha anlaşılır olmaktadır. Nitekim, bu tartış­malar ülkemizde yeni de değildir ve 25 yıla yakın bir zamandan beri, 1 Mayıs’ın anlam ve önemine uygun kutlanması üstünden sürdürülen bu tar­tışmalar; sınıf partisi, ileri işçi kesimleri, sınıftan, mücadeleden yana sendikacılar ile “sınıf dışı” kesimler (çeşitli sol çevreler ve sendikal bürok­rasi) arasında devam edegelmektedir. Bu yüzden de, gerek bugüne kadarki 1 Mayıs kutlamaların­dan çıkarılan dersler, gerekse bundan sonraki 1 Mayıs kutlamalarının nasıl yapılması gerektiği tartışması bugün de önemini korumaktadır.

DÜNDEN BUGÜNE 1 MAYIS KUTLAMALARI

Türkiye’de 1 Mayıs kutlamaları ve bu kutla­malar üstünden yapılan tartışmalar 1970’lere dayanmaktadır; sınıf mücadelesi, işçi sınıfı sos­yalizmi ile her tür burjuva-küçük burjuva sosya­lizmi arasındaki mücadele ile iç içe geçmiş tar­tışmalar olarak biçimlenmiştir.

1976’da ilk büyük kitlesel kutlama ve 1977’deki 37 kişinin hayatını kaybettiği katliamla da birleşerek 1 Mayıs, “1 Mayıs nasıl bir mücade­le günüdür?”,”Nasıl kutlanmalıdır?” gibi sorular ve bu sorulara verilen yanıtlar etrafında Türkiye gündemine oturmuştur.

1980 12 Eylül sonrasındaki yasaklı yıllarda, belki devrimcilerin bulunduğu cezaevleri ve kü­çük işçi çevreleri içinde “kapalı alanda” kutla­nan 1 Mayıs, 1990’ların ilk yıllarından itibaren “açık alanda” kutlanmaya başlanabilmiştir.

’87 Bahar Eylemleri’nin öne çıkardığı müca­deleci sendikacıların ve ileri işçi kuşağının girişi­miyle 1 Mayıs yeniden, ama yasadışı koşullarda kutlanmaya başlamıştır ki; 1 Mayıs’ın geleneği ve ruhuna en uygun kutlamaların bu yıllardaki kutlamalar olduğunu söyleyebiliriz. Ki, 1 Mayıs’ın yeniden yasal ve konfederasyonlar tarafından kutlanmaya başlanması da bu girişimlerin üs­tünden olmuştur.

DİSK’in yeniden kurulmasına paralel olarak, 1 Mayıs’ın hangi konfederasyon, hangi sendika­lar tarafından kutlanıp kutlanmayacağı tartışma­sı da başlamıştır, diyebiliriz.

O günkü DİSK yöneticileri ve sınıf mücadele­sini DİSK’in fraksiyoncu yaklaşımı içinde öğre­nen sendikacılar ve solcu çevrelere göre 1 Ma­yıs’ın patenti DİSK’tedir ve bunu kutlama hak­kına sahip olan da DİSK ve onunu izin verdiği sendikal çevreler, emek çevreleridir!

Yine kimi “devrimci 1 Mayısçılar”a göre ise, 1 Mayıs’ı kutlama hakkı “devrimcilerde”dir ve ancak onların izin verdiği çevreler ve gruplar 1 Mayıs’ı kutlamalıdır! Örneğin Türk-İş ve onu gibi “gerici sendikalar 1 Mayıs’ı kutlayamazlar, kutla­malara katılamazlar”!

Kuşkusuz bu işçi sınıfının mücadele tarihi bilgisinden ve sınıf mücadelesi bilincinden yok­sun akım ve odakların; 1 Mayıs’ların kutlanması ile işçi sınıfı, onun sınıf olma mücadelesi ara­sındaki ilişki, 1 Mayıs kutlamalarındaki amacın 1 Mayıs’ın değerlerinin sınıfın en geri kesimleri içinde bile yayılması olduğu,… gibi gerçekleri umursamayan tutumları, kutlamaların hazırlan­masından gerçekleştirilmesine kadar hep sorun olmuştur. Ama, bugün bu işçi sınıfına yabancı görüş ve yaklaşımlar, kimi sendika yöneticileri düzeyinde ve kimi sol çevrelerde yaşamaya de­vam etse de, artık en azından pratikte bunlar “marjinal düzeyde”dir.

1996 yılındaki İstanbul-Kadıköy’de yapılan ve Türkiye tarihinin en kitlesel 1 Mayıs gösteri­lerinden biri olan kutlama; bir yandan konfe­derasyonların ortak kutlamasının önemini gös­termişse de, “her konfederasyonun kendi 1 Ma­yıs’ını kutlaması” etrafındaki tartışmalara son vermemiştir. Tersine, yıllar ilerleyip sendikalar ve konfederasyonlar güç kaybettikçe, “ayrı kut­lama” ve “tek merkezde kutlama” eğilimi gibi, bu eğilimler etrafındaki tartışmalar da yoğunlaş­mıştır. Ama öte yandan da, özellikle sendikala­rın tabanında, şubelerinde “ortak kutlama” ve “yaygın kutlama“ eğilimi de güçlenmiş, giderek sendika ve konfederasyon merkezlerine rağmen daha çok yerel ortak kutlamalar yaygınlaşmış­tır. Son yıllarda ise, kendilerini “en solcu” sayan bazı siyasi çevreler dışında, 1 Mayıs’ın her yerde yerel sendika ve emek örgütleri şubeleri ile ile­rici demokrat çevrelerin oluşturduğu platformlar tarafından kutlanması tutumu genel kabul gö­ren bir tutum olmuştur. Ancak “ortak kutlama­lar” içinde kimi sol çevrelerin imkan bulurlarsa kendi tutum ve ilkelerini dayatma girişimleri ve “sendika fetişizmi”nin yol açtğı bölücülük ham­lelerinin yarattığı zorluklar tamamen aşılabilmiş değilse de, artık bunlar, “Taksim merkez”li tar­tışmalar dışında (ki, bu da Taksim tartışmasının tamamen kendisine has özelliğinden gelmekte­dir), esası belirleyen tutumlar olmaktan çıkmış­tır ve “marjinal” tutum düzeyindedirler.

Dahası, son yıllarda konfederasyonların, “Taksimcilik” etrafındaki tartışmaları (“Her yer Taksim” yerine “Tek yer Taksim” şiarını esas almaları) kendilerine dayanak yaparak, “ortak 1 Mayıs kutlaması” disiplininden kendilerini aza­de sayarak, her konfederasyonun başka bir ilde “kendi törenini yapan” bir yola girmeleri sürse de, bunlar da, esası belirleyen yönelişler olarak değer kazanmamaktadır.

1 Mayıs ve onun değerlerine yabancı odaklar­dan gelen yöneticiler tarafından yönetilen Türk-İş, Hak-İş, Memur Sen, Kamu Sen,… gibi konfede­rasyonlar ve onlara bağlı çoğu sendikanın”ortak kutlama disiplini”nden kopmalarının (buna fır­sat bulmalarının demek de mümkün) bir nedeni de, elbette, KESK, DİSK, TMMOB ve TTB’nin bir “kutsal 1 Mayıs kutlama bloğu” oluşturup, diğer sendika ve konfederasyonlar için çekici değil iti­ci bir pozisyona geçmiş olmalarıdır.

Şunu söyleyebiliriz ki, son yıllarda özellikle “İstanbul 1 Mayıs tartışmaları”, konfederasyon­lar ve sendikalar düzeyinde ayrışmayı teşvik edi­ci olduğu gibi, bütün Türkiye sathındaki 1 Mayıs kutlamalarında da olumsuz ve dikkat dağıtıcı bir etken olmuştur.

AKP Hükümeti sendikaların ve emek örgüt­lerinin bu zaafını kullanarak, “Taksim yasağı” üstünden tüm ülkedeki 1 Mayıs kutlamalarını yarımlaştırmayı başarmaktadır.

EMEK PARTİSİ VE 1 MAYIS MÜCADELESİ

2015 1 Mayıs’ında Türkiye’de 1 Mayıs kutla­ması bir haftaya yayıldı; dahası Türkiye’nin her yanında kimi sendika ve siyasi çevrelerinden ge­len sınırlama girişimlerine karşın yüzden fazla merkezde 1 Mayıs kutlanırken, büyük kentlerde de geçmiş yıllara göre daha çok yerde “yerel kut­lamalar” yapıldı.

Bu yaygın kutlamalara, bir günde gelinmedi. Tersine yukarda belirtildiği gibi; bu kutlamalara;

Bütün Türkiye’nin bir tek merkezde, en fazla birkaç bölge merkezinde 1 Mayıs kutlamasın­dan,

1 Mayıs’ın devrimcilerin kutladığı, en “ileri” durumda devrimci sendikacıların kutladığı bir gün olduğu tartışmalarından,

1 Mayıs’ın bir alanda toplananların kutladığı bir gün olduğu tutumlarından,

Sendikaların 1 Mayıs’ı ortak kutlamaktan çe­kindiği ve ortaklaşmamak için gerekçeler uy­durduğu günlerden gelindi.

Evet, bugün de bazı kentlerde farklı sendi­kaların yöneticileri tarafından, “Kim sözcü olacak?”, “Kim temsilen konuşacak?”, “Kim önde yürüyecek?”,… gibi basit ve çocukça denecek ama masum olmayan gerekçelerle 1 Mayıs’ın bölündüğü, konfederasyonların her birinin başka bir ili merkez ilan ettiği (ki, eğer “Taksim” tartışması İstanbul’da ortak 1 Mayıs kutlamasını tıkamasaydı, DİSK ve KESK dışındaki konfederasyonlar 1 Mayıs’ı böyle kolayca bölemezlerdi) tablo bugün de 1996 yılındaki İstanbul-Kadıköy’de yapılan ve Türkiye tarihinin en kitlesel 1 Mayıs gösteri­lerinden biri olan kutlama; bir yandan konfe­derasyonların ortak kutlamasının önemini gös­termişse de, “her konfederasyonun kendi 1 Ma­yıs’ını kutlaması” etrafındaki tartışmalara son vermemiştir. Tersine, yıllar ilerleyip sendikalar ve konfederasyonlar güç kaybettikçe, “ayrı kut­lama” ve “tek merkezde kutlama” eğilimi gibi, bu eğilimler etrafındaki tartışmalar da yoğunlaş­mıştır. Ama öte yandan da, özellikle sendikala­rın tabanında, şubelerinde “ortak kutlama” ve “yaygın kutlama“ eğilimi de güçlenmiş, giderek sendika ve konfederasyon merkezlerine rağmen daha çok yerel ortak kutlamalar yaygınlaşmış­tır. Son yıllarda ise, kendilerini “en solcu” sayan bazı siyasi çevreler dışında, 1 Mayıs’ın her yerde yerel sendika ve emek örgütleri şubeleri ile ile­rici demokrat çevrelerin oluşturduğu platformlar tarafından kutlanması tutumu genel kabul gö­ren bir tutum olmuştur. Ancak “ortak kutlama­lar” içinde kimi sol çevrelerin imkan bulurlarsa kendi tutum ve ilkelerini dayatma girişimleri ve “sendika fetişizmi”nin yol açtğı bölücülük ham­lelerinin yarattığı zorluklar tamamen aşılabilmiş değilse de, artık bunlar, “Taksim merkez”li tar­tışmalar dışında (ki, bu da Taksim tartışmasının tamamen kendisine has özelliğinden gelmekte­dir), esası belirleyen tutumlar olmaktan çıkmış­tır ve “marjinal” tutum düzeyindedirler.

Dahası, son yıllarda konfederasyonların, “Taksimcilik” etrafındaki tartışmaları (“Her yer Taksim” yerine “Tek yer Taksim” şiarını esas almaları) kendilerine dayanak yaparak, “ortak 1 Mayıs kutlaması” disiplininden kendilerini aza­de sayarak, her konfederasyonun başka bir ilde “kendi törenini yapan” bir yola girmeleri sürse de, bunlar da, esası belirleyen yönelişler olarak değer kazanmamaktadır.

1 Mayıs ve onun değerlerine yabancı odaklar­dan gelen yöneticiler tarafından yönetilen Türk-İş, Hak-İş, Memur Sen, Kamu Sen,… gibi konfede­rasyonlar ve onlara bağlı çoğu sendikanın”ortak kutlama disiplini”nden kopmalarının (buna fır­sat bulmalarının demek de mümkün) bir nedeni de, elbette, KESK, DİSK, TMMOB ve TTB’nin bir “kutsal 1 Mayıs kutlama bloğu” oluşturup, diğer sendika ve konfederasyonlar için çekici değil iti­ci bir pozisyona geçmiş olmalarıdır.

Şunu söyleyebiliriz ki, son yıllarda özellikle “İstanbul 1 Mayıs tartışmaları”, konfederasyon­lar ve sendikalar düzeyinde ayrışmayı teşvik edi­ci olduğu gibi, bütün Türkiye sathındaki 1 Mayıs kutlamalarında da olumsuz ve dikkat dağıtıcı bir etken olmuştur.

AKP Hükümeti sendikaların ve emek örgüt­lerinin bu zaafını kullanarak, “Taksim yasağı” üstünden tüm ülkedeki 1 Mayıs kutlamalarını yarımlaştırmayı başarmaktadır.

EMEK PARTİSİ VE 1 MAYIS MÜCADELESİ

2015 1 Mayıs’ında Türkiye’de 1 Mayıs kutla­ması bir haftaya yayıldı; dahası Türkiye’nin her yanında kimi sendika ve siyasi çevrelerinden ge­len sınırlama girişimlerine karşın yüzden fazla merkezde 1 Mayıs kutlanırken, büyük kentlerde de geçmiş yıllara göre daha çok yerde “yerel kut­lamalar” yapıldı.

Bu yaygın kutlamalara, bir günde gelinmedi. Tersine yukarda belirtildiği gibi; bu kutlamalara;

Bütün Türkiye’nin bir tek merkezde, en fazla birkaç bölge merkezinde 1 Mayıs kutlamasın­dan,

1 Mayıs’ın devrimcilerin kutladığı, en “ileri” durumda devrimci sendikacıların kutladığı bir gün olduğu tartışmalarından,

1 Mayıs’ın bir alanda toplananların kutladığı bir gün olduğu tutumlarından,

Sendikaların 1 Mayıs’ı ortak kutlamaktan çe­kindiği ve ortaklaşmamak için gerekçeler uy­durduğu günlerden gelindi.

Evet, bugün de bazı kentlerde farklı sendi­kaların yöneticileri tarafından, “Kim sözcü olacak?”, “Kim temsilen konuşacak?”, “Kim önde yürüyecek?”,… gibi basit ve çocukça denecek ama masum olmayan gerekçelerle 1 Mayıs’ın bölündüğü, konfederasyonların her birinin başka bir ili merkez ilan ettiği (ki, eğer “Taksim” tartışması İstanbul’da ortak 1 Mayıs kutlamasını tıkamasaydı, DİSK ve KESK dışındaki konfederasyonlar 1 Mayıs’ı böyle kolayca bölemezlerdi) tablo bugün de sürmektedir, ama bu “ayrı kutlamalar”ın ar­tık 1 Mayıs’ı bölmeyi başardığı söylenemez. Tersine bunlar, 1 Mayıs’tan, 1 Mayıs’ın kendi­lerine yüklediği sorumluluklardan kaçarak, 1 Mayıs’tan kendilerini “bölmüş”, “dışlamış” olmaktadırlar.

Örneğin 1 Mayıs 2015’te Türk-İş Zonguldak’ı, Hak-İş de Konya’yı merkez yapmıştır, ama bun­ların 1 Mayıs kutlamalarında bir eksiklik yarattı­ğı söylenemez. Tersine; bürokrat yöneticilerin 1 Mayıs’ın kendilerine yüklediği sorumluluklardan kaçtıkları için “bölücü” davrandıklarını artık 1 Mayıs kutlamalarına ilgi gösteren işçiler ve 1 Ma­yıs’ı kutlamak isteyen emek çevreleri bilmekte­dir. Dolayısıyla artık sendikal bürokrasinin çeşit­li fraksiyonları ile 25 yıl boyunca sürdürülen tar­tışma ile bugün Zonguldak ve Konya’ya kaçma tartışmasının 1 Mayıs’ın kutlanmasıyla bağlantısı sadece şeklendir.

Son yıllarda giderek artarak kutlamaların Edirne’den Van’a, Samsun’dan Adana’ya tüm ülke sathına yayılması, kutlanabilen her yerde 1 Mayıs’ın kutlanması, yukarıdaki özetten de anla­şılacağı gibi, bir anda ve kendiliğinde olmamış, tersine Emek Partisi’nin çeyrek yüz yıla yakın bir zaman içinde, her platformda “Her yer 1 Mayıs alanı” şiarı ile sürdürdüğü çok yönlü bir müca­dele ile olmuştur.

1 Mayıs kutlamaları etrafındaki tartışmalara daha yakından bakarsak, Emek Partisi’nin, bu süreç boyunca taktiğinin içeriğini şu esaslara bağlayarak savunduğunu görürüz:

1. 1 Mayıs, İşçi sınıfının Uluslararası Birlik Da­yanışma ve Mücadele Günü’dür. Burada, “mücadele”nin yanında asıl olan “işçi sınıfı” vurgusudur.

2. 2. Enternasyonal’in 1889 Kongresi’nde “sınıfın uluslararası işçi bayramı” olarak kabul edil­mesinden beri, 1 Mayıs sendikalar tarafından kutlanmaktadır. Sınıf partileri de dahil bütün diğer sınıf yanlısı örgütlerce, 1 Mayıs’ın değer­lerinin işçiler arasında yayılması ve görkemli gösterilerle kutlanması için sendikalara yar­dımcı olma tutumu benimsenmiştir. Bugün sınıf partisi ve tüm diğer emekten yana oldu­ğunu söyleyen siyasi odaklar ve çeşitli türden emek örgütleri için de böyle olması gerekir. Dahası, sendikaların, bir yandan bürokratik yöneticileri tarafından önemli ölçüde 1 Mayıs değerlerinden uzaklaştırılmış olması, öte yan­dan da işçiler içindeki itibar erozyonu dikkate alındığında, bunun daha çok böyle olması ge­rekir.

3. 1 Mayıs alanları “sol siyasi” çevreler tarafın­dan bir rekabet alanı olarak görülmemeli, ter­sine sınıfla dayanıştıklarını gösterdikleri bir toplu güç gösterisi alanı olarak değerlendiril­melidir.

4. 1 Mayıs’ın, geleneksel olarak sınıfın sömü­rüden kurtuluş merkezli uluslararası talep­lerinin yanı sıra her ülkede de işçi sınıfı ve emekçilerin en acil taleplerinin öne çıktığı bir mücadele günü olarak kutlanması gelenektir. Onun için Emek Partisi;

a. 1 Mayıs gösterilerinin, işçi sınıfının birliği, dayanışması ve mücadelesinin önemine dair sınıf değerlerinin öne çıkarıldığı sloganların, pankart vb. materyallerin yaygınlaştırıldığı gösteriler olması ve bu değerlerin önem ve anlamlarının sınıf içinde 1 Mayıs’tan sonra da konuşulup tartılacağı bir zemin oluşturulma­sı için,

b. 1 Mayıs’ta, sınıfın en acil taleplerinin en geniş kesimlerce benimsenip haykırılması, sermaye ve hükümetlerine karşı 1 Mayıs gös­terilerinin, sınıfın “sıkılmış yumruğu” olarak yükselmesi, bunu için gerekli “gösteriye” dö­nük afişler, pankartlar yapılması, çeşitli gös­teri türleri geliştirilmesini savunmuştur.

5. 1 Mayıs’ın kimi sendika merkezleri tarafından “salonda”, “kırda” kutlanması, “nostaljik bir törene” indirgenmesi, kimi siyasi çevrelerce “Devrimci 1 Mayıs” adı altında daraltılıp “nos­taljik bir sol gösteri”ye dönüştürülmesi giri­şimlerine karşı durulmuştur. Ve çeyrek yüzyıl boyunca, 1 Mayıs’ı “sınıf dışı değerler günü­ne” dönüştürme girişimlerine karşı mücadele ederken, Emek Partisi, 1 Mayıs kutlamalarının alanları olarak işyerlerini, hizmet birimlerini, sanayi havzalarını, emekçi semtleri ve kentle­rin cadde ve meydanlarını göstermeye özen göstermiştir.

6. 1 Mayıs’ın tek ya da birkaç merkezde bir gösteriye indirgenmesine karşı şiddetle karşı durmuş, “1 Mayıs’ın kutlanabildiği her yerde kutlanması” için mücadele etmiştir. Kısacası bugün eğer yüzden fazla merkezde ve pek çok emekçi semtinde, sanayi havzasında 1 Mayıs kutlanıyorsa, bunda EMEP’in bu çaba­ları belirleyici olmuştur.

7. 1 Mayıs’ı, 1 Mayıs kutlamalarının sembol mey­danı olarak “Taksim’de kutlamak” elbette ki, Türkiye işçi sınıfının en doğal hakkıdır. An­cak “Taksim tartışması” çerçevesinde, sınıfın ihtiyaçları, örgütlenme ve mücadele düzeyi gibi en önemli gerçekleri görmezden gelerek, kendi duygularıyla ihtiyaçlarını sınıfın çıkar­larının önüne kayan “sol” siyasi çevreler ve onlara boyun eğen sendika ve emek örgütü yöneticilerinin bu tutumlarına karşı, EMEP, kesintisiz bir mücadele yürütmüştür. Eğer Taksim’e çıkılacaksa; bunun, bütün bir yıl içinde işyerleri ve hizmet birimlerinden baş­layarak örgütlenen ve Taksim’i fetheden bu mücadele olması gerektiğine dikkat çeken EMEP, “Taksim çağrısı”nın, yıl boyunca sa­dece “1 Mayıs’ı bu yıl da Taksim’de kutlaya­cağız” sayıklamasını aşan, 1 Mayıs günüyse “şurda şurda toplanıp Taksim’e çıkacağız”,… gibi basit formülasyonlara indirgemeyen bir mücadele örgütlemeyi zorunlu kıldığını, aksi halde “Taksim’de 1 Mayıs kutlama” iddiasının basit bir “Taksimcilik” ve kutlamayı değil ama “1 Mayıs’ı kutlamamayı ilke edinmek” olduğu­nu her platformda savunmuştur.

Geçen süre içinde elbette EMEP’in bu “1 Mayıs taktiği” işçi sınıfımızın uyanan kesimleri, mücadeleci sendikacılar, emek örgütü yönetici­leri ve kimi siyasi çevreler tarafında da benim­senmiş, bu alanda ileri doğru atılan adımlar da ancak bu taktik tutumun yaygınlaşmasıyla mümkün olmuştur.

Bugün gelinen yerde, artık “tek veya birkaç merkezde 1 Mayıs kutlanması”nı savunan, 1 Ma­yıs’ı bir “sol siyasi gösteri” olarak düzenlemek isteyen çevreler, “Taksimci 1 Mayıs anlayışı”nın taraftarları,… hala bu “sınıf dışı” tutumları sa­vunuyor olsalar da, uyanan işçi kesimleri, sınıf­tan yana sendikacılar ve emek mücadelesinin işçi sınıfı ve emekçilerin mücadelesi, 1 Mayıs’ın da bu mücadelenin görünen bir yönünden iba­ret olduğunu fark eden ilerici, demokrat, aydın çevreler içinde bu anlayışların itibarının kaldığı söylenemez.

Bu arada “Taksimcilik”le 1 Mayıs’ı “Taksim kültü”ne kilitleyip kurban eden çevreler ve onla­ra boyun eğen sendikacılar, emek örgütü yöneti­cileri, hala İstanbul’da 1 Mayıs kutlanmamasında “etkin” bir role sahip olmaya devam etmektedir. Ama 2015 1 Mayıs’ında gelinen yer ve koca sen­dikaların ve emek örgütü yöneticilerinin düştük­leri acz, gelecek yıl artık aynı tablonun yenilen­memesi için yeterince öğretici olmuştur.1

1 Mayıs’ı “nostaljik tören”e indirgeyen Türk-İş ve Hak-İş Konfederasyonlarıyla pek çok sendika merkezi türünden sendikal çevreler ise, yukarıda belirtildiği gibi, artık, işi, kendilerinin nutuk atıp 1 Mayıs’ı baştan savdıkları illere kaçmaya kadar vardırmışlardır. Ama artık onların bu girişimleri 1 Mayıs kutlaması” olarak değerlendirilemez ve işçiler arasında da öyle tartışılmıyor zaten. Sa­dece sendikal bürokrasinin eleştirisi söz konusu olduğunda, bürokrasinin hain rolünün bir ifade­si olarak bu “kutlamalar” gündeme gelmektedir.

Bütün bu engellemelere karşın, son yıllarda 1 Mayıs’lar, pek çok merkezde, çeşitli konfede­rasyonlardan (çoğu zaman sendika merkezleri­nin engelleme girişimlerine karşın) yerel sendika şubelerine kadar, emek ve meslek örgütleri ile emekten yana parti ve çevreler tarafından ortak kutlamalar olarak geçekleşmektedir. Bazı illerde (bazen şu bazen bu ilde) iki ayrı 1 Mayıs kutlan­dığına tanık olsak da, bunlar yerel kimi sorun­larla ilgili olup gidişatın ve gelinen aşamanın asıl eğilimini yansıtmamaktadır.

1 MAYIS TAKTİĞİNİ YENİLEME İHTİYACI

İşçi Sınıfının Uluslararası Birlik Dayanışma ve Mücadele Günü olan 1 Mayıs’ın kutlanmasın­da, yukarıdaki tartışmalar ışığında bugün; “Bu­gün gelinen aşama ve 1 Mayıs’ın kutlanma biçi­mi, mücadelenin ihtiyacına yanıt veren bir biçim midir; daha çok yerde, daha yaygın 1 Mayıs kut­layarak ilerlersek, bize düşeni yapmış olur mu­yuz?” sorularına yanıt vermek gerekmektedir.

Şu çok açıktır ki, bugün gelinen yerde, 1 Mayıs’ın, her yerde “yaygın” olarak kutlanması önemlidir, ama mücadelenin ihtiyaçları, işçilerin örgütlenme düzeyi, 1 Mayıs değerlerinin işçiler arasındaki yayılmasının önemi gibi nedenler dik­kate alındığında; bugün gelinen yerin aşılması gerektiği de apaçıktır. Başka bir söyleyişle, “daha yaygın 1 Mayıslar kutlamak, bugün 100 yerdeyse yarın 120,…150 yerde kutlamak, artık 1 Mayıs’la­rın kutlanmasında daha ileri aşama sayılamaz.

Aslına bakılırsa, Emek Partisi’nin taktiği­nin içeriğinde, “yaygın 1 Mayıs’lar ve “üretim ve hizmet birimlerinde kutlama”, işçi sınıfının ana gövdesi içinde 1 Mayıs değerlerinin yaygın­laştırılmasına yönelik bir çalışmanın yanında, kutlamaların da, doğrudan işçi yığınlarına en yakın mekanların (sokak, cadde ve meydanla­rın) değerlendirilmesiyle yapılması belirleyici bir önemdedir. Ama son yıllarda, 1 Mayıs’ı birkaç merkezde yapılan bir “gösteri” olarak kutlama eğilimine karşı mücadele içinde “daha çok mey­danda 1 Mayıs kutlaması” öne çıkaken, taktiğin özü geriye düşmüştür.

Kısacası; Emek Partisi’nin 1 Mayıs taktiğinin görünür yanı “Her yer 1 Mayıs alanı” şiarıyla ifa­de edilen yaygın 1 Mayıs kutlamalarının çoğaltıl­masıdır. Bunun yanında, işletmelerde ve yerel­lerde işçi ve emekçilerin doğrudan kutlama için çalışmalara da katılmasıyla yapılan etkinlikler ise, genellikle 1 Mayıs’a katılmak için “hazırlık çalışmaları” olarak ele alınmıştır.

Bugün artık, elbette daha yaygın 1 Mayıs kut­lamalarını da teşvik ederek, ama daha çok işçi ve emekçilerin doğrudan 1 Mayıs’ı kutladıkları, işyerleri ve hizmet birimlerinde, emekçi semt­lerinde 1 Mayıs’ın değerlerinin yaygınlaştırıl­ması ve işçilerin en acil talepleri etrafında bir ajitasyonla birleştirilen çalışmaların üstünden 1 Mayıs’ın kutlanması, materyallerin bu amaca hizmet edecek bir içerikte çıkarılması, çalışmala­rın sosyal-kültürel etkinliklerle de desteklenerek zenginleştirilmesi, sınıfın devrimci taktiğinin öne çıkan yanı olmak durumundadır.

Nitekim, 2015 1 Mayıs’ında 1 Mayıs çalışma­ları içinde, özellikle EMEP’in az çok etkin çalış­masının olduğu alanlarda 1 Mayıs’ın kutlanması içinde iki önemli yöneliş ortaya çıktı.

Bunlardan birincisi, çeşitli emekçi semtlerin­de “yerel kutlamalar”ın yapılmasıdır. Ki, bunlar, geçmişten farklı olarak, yereldeki çevrelerce, işçi ve emekçiler bir meydana çağrılmadan ve her hangi bir prosedüre tabi olmadan, çıkıp, 1 Mayıs ve onun değerlerinin üstünden bir ajitasyonun yapılmasıdır. İstanbul, İzmir, Ankara gibi merke­zi alana gitme zorluklarının olduğu illerde, özel­likle de İstanbul’da “Taksimci” eğilime karşı bir yanıt da olmak üzere, bu tür etkinlikler çoğaldı; daha çok da bu etkinlikler 1 Mayıs’tan önceki günlerde, “hazırlık etkinliği” gibi yapıldı.

2015 1 Mayıs’ında ortaya çıkan ikinci yöneliş ise, son iki yıldan beri talepleri için çeşitli di­renişlerden fiili greve kadar yerel düzeyde ama “işkolu”nu kapsayan eylemler yapabilen İstan­bul Nakış işçilerinin 1 Mayıs kutlamasıydı.

Nakış işçileri; Yeni Bosna-Bağcılar sınırın­dan başlayarak, Emek Partisi’nin çağrı yaptığı Şirinevler Meydanı’na kadar onlarca fabrika ve atölye önünde durup, ajitasyon konuşmaları yaparak, 1 Mayıs olmasına rağmen çalışmaya zorlanan işçilere hakların anlatıp oları 1 Mayıs’ı kutlamak için dışarı çağırarak, 10-12 kilometrelik yol boyunca sokak ve caddelerde on binlerce ki­şiye taleplerini ve 1 Mayıs değerlerini haykırarak, gerçek bir 1 Mayıs kutlaması örneği sunmuşlar­dır. Ve Şirinevler’den sonra da, orada kendilerini bekleyen emekçilerle de birleşip E-5’i kapatarak İncirli’ye kadar yürüyen işçiler, yakın tarihimizin en gerçek 1 Mayıs kutlamasını yapmışlardır.

Bu iki yöneliş, bundan sonra 1 Mayıs’ın nasıl kutlanması gerektiğini göstermektedir.

Sınıflar mücadelesinin tarihi bize göstermek­tedir ki, sınıfın mücadele biçimleri mücadelenin içinden çıkar; sınıf partisi, bu ipuçlarını ve ipuç­larının arkasındaki gerçekleri dikkate alarak, bu­ralardan hareketle mücadelenin mükemmelleş­mesi için çalışır. Bu açıdan bakıldığında, 1 Mayıs kutlamalarındaki iki yöneliş; bize 1 Mayıs’ın;

1. Yerel kutlamalar biçiminde gerçekleştirilmesi ve bu biçimin gereklerine uygun bir çalışma tarzının egemen olması gerektiğini göster­mektedir. Bu, bu çalışmanın yapıldığı alanda, bir yandan 1 Mayıs değerlerinin yaygınlaşma­sını sağlayan araçların en geniş işçi ve halk kesimlerine ulaşması için çalışılırken, aynı zamanda o alandaki işletmelerde çalışan işçi ve emekçilerin acil talepeleri üstünden yoğun bir ajitasyonu zorunlu kılar.

2. 1 Mayıs gösterisinin hazırlanışı ise, tıpkı İstan­bul Nakış İşçilerinin yaptığı gibi, işletmeler­den kalkan ve civardaki işletmeler, atölyeler ve emekçi semtlerindeki işçi ve emekçilerin 1 Mayıs’a çağırılması ve elbette sadece çağır­makla da kalınmayıp, alana nasıl gidileceğini “yürüyerek”, “gösteri yaparak”.. vb. araçlarla gösterip gidişi örgütlemeyi kapsamalıdır. Na­kış işçileri bunun bir örneğini sunmuşlardır.

Toplam açısından bakıldığında, 2015 1 Ma­yıs’ında İstanbul Nakış İşçilerinin eylemi olarak ortaya çıkan biçimin, İstanbul’un, Ankara’nın, İzmir’in, Bursa’nın,… başlıca emekçi semtleri ve sanayi havzalarında yapılmesının hiçbir engeli­nin olmadığı ortadır. Örneğin Bağıcılar, Bahçe­lievler, Güngören,… gibi ilçelerin semtlerinden 10-20 koldan Şirinevler Meydanı’na gelinebilece­ği gibi, her yerel merkezde de, nakış işçilerinin örneğinde olduğu gibi, birçok koldan gelinip bir­leşilebilir. Ve “Taksim yasağı” oyunu da, bu bi­çimiyle, yerel alanlardan ilerlenerek, bozulabilir.

1 Mayıs büyük kentlerde böyle örgütlene­bileceği gibi, orta büyüklükteki ve küçük kent­lerde de, kent meydanlarına, işçi ve emekçi­ler emekçi semtleriyle sanayi havzalarından… yürüyerek, bu yürüyüşlerin “gösteri” niteliği yükseltilerek yapılmasıyla bütün kentin 1 Ma­yıs alanına dönüşmesi sağlanarak örgütlenip, 1 Mayıs’ın sermaye güçlerine karşı işçi sınıfı ve emekçilerin “sıkılmış yumruğu” olarak kaldı­rıldığı bir mücadele günü olarak biçimlenmesi mümkün olabilir.

****

Renault’un başını çektiği metal işçilerin dire­nişiyle birlikte aslında işçilerin kendi talepleri et­rafında ne kadar kolay birleştikleri, artık herkes­ce ve bu arada, 1 Mayıs’ta, onlar “gerici” diye, Türk Metal üyesi işçilerin kortejiyle aynı tarafta yürümekten imtina eden “solcu”larca da görül­müştür. En azından bu büyük direniş vesilesiyle görüldüğünü umalım!

Dolayısıyla, işçi sınıfının sınıf karakterinin ifadesi olarak 1 Mayıs’ın bayrağına yazılan “en­ternasyonalizm, birlik, dayanışma ve mücadele” değerlerinin ne işçi sınıfının tarihine ait ve ne de idealize edilmiş soyut propaganda konuları olduğunu, ama tersine, gayet canlı, az çok ciddi mücadelenin gündeme geldiği her yerde bu de­ğerlerin yeniden işçilerin kollarında yükseldiğini gördük!

Metal işçilerinin mücadelesi örneğinde, sa­dece bir ay önceki metal işçisi ile bugünkü me­tal işçisinin duygu ve düşünceleri arasındaki fark bile; 1 Mayıs değerleriyle işçi sınıfının sınıf karakteri, mücadelesiyle sınıfın bu karakteri ara­sındaki illşki, 1 Mayıs’ın işçi sınıfı için anlamı ve önemi,… konularında Emek Partisi’nin 1 Mayıs’a yaklaşımı (1 Mayıs taktiği demekte bir sakınca yok) ile 1 Mayıs’ı bir “sol gösteri” ya da “nostal­jik törene” dönüştürenlerin izledikleri hat arasın­daki karşıtlığı ortaya koymaya yeter.

2015 1 Mayıs’ında öne çıkan yönelişleri ge­liştirerek ve mücadelenin yarattığı imkanları daha dalaysız biçimde değerlendirerek 2016 1 Mayıs’ını layıkıyla kutlamak için bugün artık imkanlar son derece genişlemiştir. Ama bu im­kanların varlığı, kendiliğinden gerçekleşeceği anlamına gelmemektedir. Bu yüzden de Emek Partisi ve 1 Mayıs’ın layıkıyla kutlanması için mücadele eden ileri işçilere, kamu emekçilerine, mücadeleci sendikacılara her platformda görev düştüğü gibi, doğrudan işçi ve emekçiler arasın­da her tür “göstericilik” ve “yasak savmacılık”la mücadele ertelenemez bir görev olmaya devam etmektedir.

İran-batı ilişkileri: Bölgede güç dengeleri yenileniyor

36 yıl sonra Batılı emperyalistlerle İran’ın ilişkileri yeni bir safhaya girdi.

Ajanslar 2 Nisan 2015 günü, İran ile P5+1 (ABD, Rusya, İngiltere, Fransa, Çin +

Almanya) ülkeleri arasında İran’ın nükleer programı etrafında yapılan görüşmelerin bir

“çerçeve anlaşması”na varılmasıyla sonuçlandığını, nihai anlaşmanın 30 Haziran 2015’te

imzalanması konusunda da mutabakat sağladığını duyurdular.

Duyuru; İran’ın nükleer programının Batılılarla uzlaşarak, çalışmaların Uluslararası Atom

Enerjisi Ajansı (İAEA) denetiminde sürdürülmesine dairdi. Batılılara göre, böylece,  İran’ın

nükleer silah yapması önlenmişti. İran’a göre ise, İran bu anlaşmayla nükleer programına

uluslararası bir meşruiyet kazandırmıştı! “Anlaşma” ile ilgili tartışmalar da, 2 Nisan’dan beri,

bu çerçevede, İran nükleer silah yapar mı yapamaz mı ya da böylece Batılılar İran’ın

programını engellediler mi engellemediler mi soruları etrafında yapıldı, yapılıyor.

Ancak Irak’tan Yemen’e, iç savaşlara varan çatışmalara, Ortadoğu’daki petrol üretimi ve

“nakil yollarının güvenliği”nden bölgedeki “haritaların yeniden çizilmesine” kadar Ortadoğu

ve ön Asya’daki büyük sorunlar dikkate alındığında, denebilir ki, İran ile Batılı

emperyalistlerin arasındaki ilişkileri normalleştirmeye yönelik bu anlaşma, 1979 İran

Devrimi’nden sonra bölgedeki en önemli diplomatik gelişmedir.

BÖLGE SORUNLARININ ÇÖZÜMÜNDE GÖRMEZDEN GELİNEMEZ BİR ÜLKE

1979’da İran Şahı Rıza Pehlevi rejiminin yıkılmasıyla İran emperyalizmin bölgedeki en

sadık uşağı olmaktan çıkıp, emperyalizme, özellikle de ABD’ye karşı radikal bir pozisyon

tutan, emperyalistlerin bölge politikalarına cepheden karşı duran, ABD’yi “büyük Şeytan”,

İsrail’i “küçük Şeytan” ilan ederek onlara karşı duran bir ülke olmuştu. ABD’nin, İran’a

yönelik örtülü askeri operasyonları başarısızlığa uğrarken, Saddam Hüseyin’in Irak’ını İran’a

saldırtarak, 8 yıl süren bir İran-Irak Savaşı üstünden İran rejimini devirme girişimi de

başarısızlığa uğramıştı.

Dahası Irak, İran’ı güneyden kuşatmak üzere işgal edilmiş, Avrupa ve ABD İran’a yönelik

ekonomik yaptırımlarla İran’ı zayıf düşürüp, teslim olmaya zorlamış, en son olarak da İran’ın

nükleer silah yapacağı iddiasıyla “İran’ın nükleer programı” “İran’ın nükleer silah yapımı

programı” olarak ilan edilerek İran’a yönelik ekonomik-diplomatik ambargo merkezli baskılar

daha da sıkılaştırılmış, böylece İran’a boyun eğdirilmek istenmiştir.

Ancak, bu dönem boyunca İran, belki ekonomik, diplomatik ve askeri bakımdan büyük

güçlüklerle karşılaşmış, ama bölgedeki gelişmelerden ustaca yararlanarak, Irak’ta, Suriye’de,

Lünan’da, Körfez ülkelerinde ve Yemen’de hiç olmadığı kadar büyük bir nüfuz (güç)

edinirken, aynı zamanda dünya ölçüsünde de itibarını artırmıştır. Dahası, aynı anlama gelmek

üzere, İran, Ortadoğu’daki sorunların çözümünde de hiçbir zaman olmadığı kadar sorunların

tarafı haline gelmiştir.

İran 2 bin 500 yıllık devlet geleneği ile bölgedeki en eski devletlerden birisidir. İran halkı

da bölgede kültür, sanat, edebiyat, müzik, felsefe, bilim… gibi alanlarda değerli kişiler

yetiştirmiş bir halktır.

Bu yüzden de, tarih sahnesine çıktığı ilk büyük Pers devletinden1 itibaren Mezopotamya,

ön Asya, Kafkaslar ve Hindistan’a kadar uzanan güney Asya’daki gelişmeler içinde iran

siyaseti ve kültürünün etkisi çok önemli olmuş, çöküş dönemlerinde bile İran kültürü bölgede

belirleyici önemde olmuştur. Nitekim Müslümanlığı kabul ederken bile İran kültürü, eski

inançları Manişeizm, Zerdüştlük gibi eski ve köklü Pers inançlarıyla İslam’a katkı yapmış,

1 İran, tarih boyunca Perse ülkesi olarak bilindi. Şah Rıza Pehlevi, 1935’te Pers adını İran

olarak değiştirdi.

kendisi İslamlaşırken zengin kültürüyle İslamı da hayli Persleştirmiştir. Ve elbette İranlılara

karşı savaşarak kendisini güç yapan Selçuklu ve Osmanlı ise, tamamen “savaşarak yendik,

tacını tahtını ele geçirdik”  sandıkları Persler tarafından kültürel bakımdan ele

geçirilmişlerdir. Olduğu kadar Selçuklu mimarisi, hukuku, devlet anlayışı ve yönetim biçimi,

kültür-sanat birikimi, Osmanlının saray diline kadar varan bütün kültür alanları –Arapçayla

birlikte– Pers dili (Farsça) ve Pers edebiyatı tarafından biçimlendirilmiştir.

Nitekim İslam’ı kabul ederken bile İran, İslam’ın resmi biçimi olan Sünniliğe karşı

durarak, Şiiliği tercih etmiş, böylece de Mekke’ye, Şam’a (Emevi), Bağdat’a (Abbasi) 

Kahire’ye (Memluk) Selçuklu ve Osmanlı’ya rağmen, İslam’ın alternatif bir merkezi olmayı

başarmıştır.

Şah’ın devrilip Mollaların yönetimi ele geçirmesinden sonra da İran, emperyalizmin

bölgeyi yağmalamasına karşı duran bir tutum alarak İslam dünyasındaki anti Amerikan

tepkilerin bayraktarlığını yapmış, “İslam’ın yeni kurtarıcısı” rolüne soyunmuştur. Bu yüzden

de Filistin davasından İsrail’e karşı tepkilere, ABD ve Batılıların bölgedeki yağmasına ve

müdahalesine karşı mücadelelerde İran doğrudan ya da dolaylı olarak bu tepkilerle bağlantılı

olmuş, en azından Batılılar tarafından böyle görülmüş, gösterilmiştir.

İran’ın bu tutumu, İslam içindeki azınlık mezhebi olan Şiiliğin siyasi merkezi olmasına

karşın İslam dünyasında (İslam kamuoyunda), İran’ın “ideolojik önderlik” olarak görülmesini

de sağlamıştır. Bu da, Batılı emperyalistlerin gözünde İran’ın “rejim ihraç eden” bir ülke

olarak görülmesini getirmiştir.

TÜRKİYE-İRAN: BÖLGENİNİN GELENEKSEL RAKİP ÜLKELERİ

Türkiye ile İran ilişkileri de bu genel çerçeve içinde bir yere oturmuştur.

İran’la Türkiye’nin ilişkilerinin ne kadar iyi olduğuna vurgu yapmak isteyen politika

erbabı, İran’la Türkiye arasındaki dostluk ilişkisinin 1639 yılında İran’la Osmanlı arasında

yapılan Kasrı Şirin Anlaşması’na dayandığını, o günden beri iki ülkenin savaşmadığını öne

sürerek, bu dostluğun ne kadar derin olduğunu kanıtlamayı amaçlamışlardır.

İlk bakışta böyle, iki ülkenin 400 yıldır savaşmadığı gibi bir görüntü olsa da, daha yıkından

bakıldığında gerçeğin çok daha farklı olduğu görülür. Çünkü Kasrı Şirin Anlaşması’ndan

sonra da Osmanlı İran’ın uzantısı olarak gördüğü Anadolu Alevilerine karşı her tür baskıyı

sürdürürken, İran’ın bölgede etkin olmaması için de kendi egemen olduğu topraklarda

(Ortadoğu’da, neredeyse İran dışında bütün İslam dünyasında),  Şiiliği, onun uzantısı olrak

gördüğü, Aleviliği, Nusayriliği  kovuşturmuş, onları “İslam dışı” bir sapkın inanç olarak

görüp onunla kavgayı sürdürmüştür. Ve elbette İran da İstanbul’da kendisini tüm İslam’ın

Halifesi olarak gören Osmanlı Sultanı’nın Halifeliğini tanımamaya devam etmiş, İran’daki

Büyük Ayetullah’ı, Osmanlı topraklarında yaşayan Şiilerin de lideri olarak görmeye,

göstermeye devam etmiştir.

Uzak geçmişte mezhep farklılığı, mezhepleri farklı halkların ve devletlerin mücadelesi

biçiminde görülen İran–Osmanlı mücadelesi, yakın tarihte de Fars-Türk, İran-Türkiye

çekişmesi olarak sürmüştür.

İkinci Dünya Savaşı sonrasında İran ve Türkiye’yi bölgedeki başlıca dayanakları arasında

değerlendiren Batı emperyalizminin en önemli stratejisi, komünizmin güneye inmemesi için

örgütlenen (ABD, İngiltere ve NATO’nun örgütlediği) “Yeşil Kuşak”ın iki önemli ülkesi

olarak Batı stratejisine bağladılar ve İran’daki Musaddık Devrimi’nin (1951-1953)

bastırılması sonrasında iki ülke CENTO’nun üyesi oldular.2 Denebilir ki, İran ve Türkiye’nin

CENTO’da birleştirilmesi (1955-1979), iki ülkenin en çok yakınlaştıkları dönem olmuştur.

2 CENTO, ABD’nin gözlemciliğinde Türkiye, İran, Irak, Pakistan ve İngiltere’nin

oluşturduğu bir anti komünist pakttı. 1959’da Irak pakttan ayrıldı. Ama Pakt 1979’a, İran

Devrimi’ne kadar sürdü.

İran Devrimi sonrasında da ilişkiler, döneme ve iki ülkenin ihtiyaçlarına ve bölge

politikasında tuttukları mevziye göre renk değiştiriyor görünse de, 1990’larda Türkiye,

Batılıların “İran rejim ihraç ediyor” kampanyasına paralel olarak, aydınlara yönelik

cinayetlere (Uğur mumcu, Bahriye Üçok, Turan Dursun…) varana kadar Türkiye’deki her tür

dinsel ve Şeriatçılık doğrultusundaki girişimi İran’a, İran’ın “devrim ihraç etme” çabalarına

bağlayan bir tutum izledi. AKP iktidarıyla İran-Türkiye arasında bir yakınlaşma geliştiyse de,

AKP’nin de “İslam’ın kurtarıcısı” rolüne soyunması, üstelik bunu ABD’nin bölge stratejisine

bağlayan 2007’deki Bush-Erdoğan yakınlaşması (2007 Eylül’ünde Bush ve Erdoğan Beyaz

Saray’daki buluşmaları sonrasında bunu ilan ettiler) ve Türkiye’nin bölgenin “model ülkesi”

ve “bölgesel güç” gösterilmesiyle birlikte çatışma daha da büyüyen bir karakter kazandı.

Bölgede mezhep çatışmalarının güçlenmesi ve Arap isyanlarının baş göstermesiyle birlikte

Türkiye-İran çatışması da bölgenin en eski rekabetini yeniden alevlendirdi. Böylece Türkiye

ve İran, kökleri Selçuklu-Osmanlı dönemine dayanan birbirine karşı mücadele eden ülkeler

olarak Ortadoğu sahnesindeki geleneksel yerlerini aldılar.

İRAN-BATI ANLAŞMASININ YAPILDIĞI DÖNEMDE BÖLGE TABLOSU

P5+1 ülkeleriyle İran arasında imzalanan “nükleer anlaşma”, İran’ın; Irak, Suriye,

Yemen’deki iç savaşlar üstünden güç kazandığı, Suudi Arabistan’ınsa Mısır’ın da içinde

olduğu 10 Arap ülkesinin desteğinde Yemen’e karşı bir askeri operasyon başlattığı, bölgedeki

çok sıcak gelişmelerin yaşandığı koşullarda yapıldı.

Elbette İran, böyle kendisi için stratejik bakımdan çok önemli pozisyona bir ayda, birkaç

ayda hatta bir birkaç yılda gelmedi. Tersine İran, bu pozisyonunu, Batılıların ekonomik ve

politik yaptırımlardan çeşitli örtülü askeri operasyonlara kadar müdahalelerine direnerek,

bunu yaparken de bölgedeki gerici yönetimler arasındaki “iç çelişmeler”den, özellikle de

Batılı emperyalistlerle işbirliği içindeki Türkiye, Mısır, Suudi Arabistan gibi İran’la “bölgesel

liderlik” için rekabet halindeki ülkelerin gerici yönetimlerinin, bölge halkları karşısında

düştükleri durumdan da yararlanarak elde etti. Özellikle de bölgedeki mezhep çatışmalarını

kendi lehine kullanarak İran, Kafkaslardan Yemen’e kadar “Şii Hilali” içinde nüfuzunu

olağanüstü artırırken, aynı zamanda bölgedeki “küçük Şeytan” İsrail’e karşı da özellikle de Şii

Lübnan Hizbullah’ı üstünden gösterdiği dirençle bölgenin dinamik güçleri karşısında itibarını

artırdı; düşmanlarının onu baskıyla, yaptırımlarla dize getiremeyeceklerini görmesini de

sağladı.

Sadece bu kadar da değil. Bölgede İran’la bölgesel güç, bölge lideri, “İslam’ın

koruyucusu” gibi iddialarla rekabet eden Türkiye, Suudi Arabistan ve Mısır’ın bölgede

izledikleri politika ve birbiriyle rekabetleri, birbirini çelmeleyen girişimler yapmaları, ABD

ile bölgesel çıkarları uğruna rekabet eden Batılı emperyalistlerin stratejine ayak uydurmaya

zorlanmaları, bölgesel sorunlar karşısında farklı doğrultuda hareket etmeleri,… bu ülkelerin

bölge sorularının çözülmesinin değil bölgedeki çelişme ve çatışmaların unsuru haline

gelmeleri gibi etkenler, İran’ın rakiplerini “yordu”; onların, Batılıların ihtiyacına uygun olarak

bölge sorunlarını çözülmesinde bir dayanak olup olamayacakları konusunda ciddi kuşkular

uyandırdı.

Örneğin Suriye krizinin çözümü karşısında Türkiye, Suudi Arabistan, Mısır tamamen farklı

çözümler peşinde farklı terörist örgütlerle ortak hareket ederlerken, Mısır’daki darbe, Filistin

sorunu, İsrail’le ilişkiler gibi en önemli konularda bile bu ülkeler ne birbiriyle ne de Batılı

emperyalistlerle ortak hareket etmeyi başarabilmişlerdir.

İran ise; bölgede Suriye’de, Irak’ta ve Yemen’de savaşan taraflardan birisinin doğrudan

tarafı olmuş, Rusya ile de yakın işbirliği içinde uluslararası planda da bu krizlerin

tartışılmasına müdahil olup iç çatışmaların tarafı olarak boy gösterirken, aynı zamanda da

“eğer bir çözüm olacaksa, bölge haritaları yeniden çizilecekse bunun İransız olmayacağını”

gösteren bir pozisyon edinmiştir. İran, özellikle de Batılı emperyalistlere “İran’la uzlaşmadan

bölgedeki yağma ve sömürüyü sürdürmelerinin olanaklı olmayacağını” göstermeyi

başarmıştır!

Bölgede ortaya çıkan tabloya kuş bakışı bakıldığında, tablo şöyle görünmektedir:

– İran, bütün ekonomik ve diplomatik ambargolara, istihbarat ve askeri operasyonlara ve

kuşatmalara karşın, 36 yıldır ayaktadır ve bölgedeki nüfuzu da hızla artmıştır. İç çatışmaların

sürdüğü ülkelerin tümünde çatışmanın bir tarafında İran, askeri, diplomatik ya da hissettirecek

ölçüde nüfuz sahibi olarak vardır.

– Irak, Suriye, Yemen, mezhep ve iktidar savaşlarının iç içe geçtiği iç savaşlar içindedir.

Bu ülkelerde çatışmaların az çok çözüme kavuşturulması, “bölgenin yeni haritasının

çizilmesini” de zorlayacak biçimde derinleşmiştir.

– Körfez şeyhlikleri, bir yandan Şii-Sünni çatışmasının öte yandan da zengin yoksul

uçurumunun yarattığı iç gerilimlerle, sosyal “patlama” işaretleri de veren belirsizlikler

içindedirler.

– Suudi Arabistan, Yemen’e askeri müdahale yapar, Suriye ve Irak’a terörist şeriatçı

örgütlerle müdahale ederken Batılı emperyalistlerle de “içli dışlı” ya da “uşak” demenin bile

yetmeyeceği ilişkiler içindedir. Ama bölgedeki krizlerden, acilen çözülmesi gereken

sorunlardan  söz edildiğinde ağırlığı olmayan, itibarsız bir ülkedir ve Yemen’i haftalardır

bombalıyor olması ona itibar kazandıracak görünmemektedir. Mısır’ı arkasına alarak

müdahalelerine meşruiyet sağlama çabasının da ona bir fayda sağlamayacağı anlaşılmaktadır.

Dahası Yemen’e yönelik askeri harekatın Suudi Arabistan’da gerek özgürlük taleplerini

gerekse Şii nüfusu harekete geçirmesiyle büyük altüst oluşlara sürükleme ihtimali oldukça

güçlü görünmektedir.

– Mısır’da askeri yönetim Müslüman Kardeşleri bastırmış olsa da, halk yığınlarını

Tahrir Meydanı’na çıkaran çelişkiler ve çatışma unsurları bütün azametleriyle durmaktadır.

Dahası Mısır işçi sınıfı ve çeşitli halk kesimleri zaman zaman taleplerini eylemli olarak ifade

etmekten de geri durmamaktadır. Bölgede ABD’nin sözcüsü, en gözde ülkesi olması Mısır’ın

çelişkilerini yumuşatmaya yetmediği gibi, yeni çatışma unsurlarını da kışkırtacak özellikler

taşımaktadır.

– Ürdün ve Lübnan, bölgedeki tüm gelişmelere en hassas, ama aynı zamanda da sürekli

gerilimlerle yaşayan ülkeler olarak bölgenin “yeni haritası”nda bir yere sahip olup

olamayacak, olacaklarsa da nasıl olacakları tartışmalı ülkelerdir.

– Türkiye, bölgenin “Batının en sadık, en istikrarlı müttefiki”, “bölgenin en büyük

ekonomik ve askeri gücüne sahip ülkesi”, “Batı emperyalizminin ileri karakolu”, “bölgenin

model ülkesi ve bölgesel gücü” gibi nitelemelerle anılan ülkesidir. Daha doğrusu böyleydi!

Bölgedeki bütün istikrasızlıklarda “ben de varım!” diyen ama sonunda ne İsa’ya ne Musa’ya

“yaranamayan” bir konuma düşerek, diplomatik yalnızlığını “değerli” bulan, ekonomik olarak

kendisini fiziken kuşattıran, ihraç mallarını bölge ülkelerine kara yolundan taşıyamayacak

duruma sıkıştılmış bir ülke konumuna sürüklenmiş durumdadır. “Yeni Osmanlıcılık”ın son

dayanağı olarak İsrail düşmanlığı ve İsrail’e öykünerek bölge diplomasisini MİT ilişkileri ve

örtülü operasyonlarla yürütme hevesi onu iyice köşeye sıkıştırmıştır. İran’n son çıkışı;

“Ermeni soykırımı” sorununun giderek büyüyen bir baskıya dönüşmesi,… ile Türkiye’nin dış

politikası bir kez daha duvara çarpmıştır.

– İsrail, elbette bir yandan tarihinin en rahat döneminden geçmektedir, ama öte yandan

da bölgedeki gelişmelerin yol açtığı belirsizliğinin de tehdidi altındadır. ABD’nin ve

Batılıların İran’la uzlaşmaya yönelmesinin, İsrail’i, İran gibi bir “düşman”dan etme ihtimali

karşısında da tedirgindir. Çünkü “İran tehdidi”, İsrail’in bölgedeki operasyonları için

meşruiyet sağlayan ve Batı desteği için en klişe gerekçedir.

Tablodan açıkça görüldüğü gibi, bölge ülkeleri içinde; “bölgenin haritası” yeniden

çizilirken, haritanın bütünü hakkında konuşmasının etkisi olacak, dolayısıyla bölgenin

yeniden biçimlenmesinde en etkili pozisyondaki bölge ülkesi İran’dır.

Bu yüzden de İran’la Batı arasındaki “nükleer anlaşma”, sadece İran’ın silah programını

denetlenmesi bakımından değil, ama Batının bölgenin yeniden biçimlendirilmesindeki

arayışlarıyla İran’ın görmezden gelinemez bir “bölge gücü” olarak kendisini ortaya koyduğu

yeni “denge” bakımından da önemli bir aşamayı ifade etmektedir.

‘NÜKLEER ANLAŞMA’NIN ‘NÜKLEERİ’ AŞAN ANLAMI

Evet, anlaşmayla ilgili olarak değerlendirmeler “çerçeve anlaşmanın” imzalandığı 2

Nisan’dan beri değişik boyutlarıyla ilgili olarak yapılıyor; “Kim ne kazandı?”, Kim ne

kaybetti?”, “Bundan sonra ne olacak?”, “İran’a güvenilir mi güvenilmez mi?”,… gibi konular

pek çok yönüyle tartışılıyor. Ve öyle görünüyor ki, bu tartışma 30 Haziran’a kadar, hatta

ondan sonra da sürecek.

Nitekim anlaşmaya göre, İran uranyum zenginleştirmesi için kullandığı santrifüj sayısını

üçte iki oranında azaltırken, zenginleştirme oranını da yüzde 3.5’le sınırlayacak. İki nükleer

tesisinden birini kapatacak da olan İran, 25 yıl süreyle nükleer programını Batılıların

denetimine açık tutacak!

Buna karşılık, AB’nin İran’a uyguladığı yaptırımlar hemen kaldırılırken, ABD’nin

yaptırımları da tedricen kaldırılacak…

Anlaşma; İran’da “coşkulu gösterilerle”, İsrail’de “öfkeyle”, Körfez ülkeleri ve Suudi

Arabistan’da ise “endişeyle” karşılandı. P5+1 ülkelerinin sözcüleri ise anlaşmayı “tarihi bir

adım”, “önemli bir adım” gibi olumlu nitelemelerle değerlendirdiler. Evet, somutta,

anlaşmanın merkezinde “İran’ın nükleer programı” vardır ve bu programın Batılılar

tarafından denetimi tartışılmaktadır. Ama bölgede yukarıdan beri sözü edilen gelişmeler

dikkate alındığında, aslında, adı edilmeden tartışılan konular çok daha kapsamlıdır.

Dolayısıyla bu anlaşmanın anlamı;

1- IŞİD, el Kaide ve diğer İslamcı terör örgütlerinin faaliyetleri, Irak, Suriye, Yemen’i de

kapsayan iç savaşlar, Suudi Arabistan öncülüğünde ve Mısır’ın aktif desteği ile Yemen’e

yönelik askeri müdahaleyi de kapsayan Ortadoğu’daki iç karışıklıklar,

2- İran’ın bu gelişmeler içindeki pozisyonu, İran’dan Arabistan Yarımadası’nın en güneyine

kadar uzanan “Şii Hilali” içindeki nüfuzunun artması, Rusya ve Çin’le Batılıların bölgedeki

oyunlarını bozacak derinlikteki ilişkileri,

3- Batılı emperyalistlerin bölgeye müdahalelerinin giderek ağırlaşan sorunları ve bölgenin

haritasının yeniden çizilmesi, emperyalistlerin ve bölge gericiliklerinin etkinlik alanlarının

belirlenmesi mücadelesiyle sıkı bağlantılı olduğu görülmeden yeterince kapsamlı biçimde

anlaşılamaz.

‘NÜKLEER ANLAŞMA’NIN GÖLGESİNDE TÜRKİYE-İRAN İLİŞKİLERİ

2007 Eylül’ünde Washington’da yapılan Bush-Erdoğan görüşmesinde Tükiye ile ABD

yeni bir “beyaz sayfa” açarken; Türkiye’ye “bölgenin model ülkesi”, ve “bölgesel güç”

onurunu bahşedilmişti! Erdoğan ve Hükümeti, bunu coşkuyla kabul etmişti.

Bu, Türkiye’nin İslam ülkelerine “model ülke” olması demekti. Ki, bu, diğer İslam

ülkelerine de bir yandan dini (İslami) normlara göre yaşarken, öte yandan da Türkiye gibi Batı

emperyalizmi ile siyasi (askeri) ve ekonomik olarak entegre olmayı başarmaları çağrısı

oluyordu. Elbette bu dönüşüm kendiliğinden olacak bir şey olmadığına göre, bölge ülkelerinin

hizaya getirilmesi gerekirdi. Bunu ABD’nin, onun oluşturduğu “dış koalisyonların” ya da

İsrail’in yapması daha büyük sorunlara yol açardı, açmıştı da. Nitekim ne Irak’ın işgali, ne

Afganistan’a asker gönderilmesi, ne de İsrail’in bölgenin jandarması yapılması bölgedeki

sorunları Batı emperyalizmi lehine çözülmesini getirmediği gibi, tersine bu sorunları daha da

büyütmüştü. Bu yüzden Müslüman bir bölge ülkesinin “model ülke” olarak gösterilmesi ve

bölgesel sorunları da onun çözüyor görünmesi, tepki toplamayacağı gibi, bölge ülkelerinden

destek de sağlar, bölgedeki gerici yönetimleri de rahatlatırdı!

2007 Eylül’ündeki “mucize yaratacağı” umulan Bushçu-neo-concu senaryo böyleydi.

AKP Hükümeti, özellikle de Erdoğan-Davutoğlu ikilisi, bu uzlaşmayı artık “bölgenin

model ülkesiyiz”, “bölge gücüyüz” diye gürültülü bir biçiminde ilan ettiler. Yeni Osmanlıcılık

da, ABD’nin bu bölge stratejisine uyum sağlanarak hayata geçirilmek üzere biçimlendirildi.

Ama, şimdi gelinen yer; Türkiye’yi “model ülke” ve ”bölgesel güç” olarak yükümlendiren

ABD için de, onun stratejisinin bölgedeki uygulayıcısı görevini üslenen Türkiye’yi yönetenler

için de tam bir başarısızlıktır!

Öte yandan 2007’de, ABD’nin bölge stratejisinin hedef ülkelerinin birinci sırasında İran

vardı. Ve o günden sonra da İran ve Türkiye ilişkileri, görünüşte aralarının çok iyi olduğu ve

karşılıklı “kardeşlik” açıklamalarının yapıldığı, Türkiye’nin BM’de İran’a yönelik

yaptırımlara karşı çıktığı dönemlerde bile gerilimlerin her gün daha da arttığı, “İslam’ın

bayrağını kimin taşıdığı”na dair iddianın bütün diğer ilişkileri gölgelediği bir süreç olarak

ilerledi. Arap isyanlarının bölgede yol açtığı altüst oluş içinde, özellikle de bölgenin yeniden

biçimlenmesi girişimleriyle (Bu 2007’de Bushçuların istediği biçimde olmasa da, özü

itibariyle “kim model ülke ve bölgesel güç” olacak rekabeti) birlikte, Libya’ya NATO

müdahalesi sırasında, Irak’ta, Suriye’de mezhep mücadelesi görünümü de öne çıkarak, bölge

ülkelerinin nasıl yönetimlerle yönetileceği gündeme geldiğinde, Türkiye-İran çatışması daha

açık bir biçimde ortaya çıktı.

Türkiye’nin bölgesel sorunları çözme ve bölge ülkelerine model olma yerine kendisinin bir

bölgesel soruna dönüşmesi, kendisi model olma bir yana Müslüman Kardeşlerin programını

ve yaşam tarzını kendine model alması gibi etkenlere birleşen yeni Osmanlıcı amaçları öne

çıkarması, Batılılar için Mısır’ı ve Suudi Arabistan’ı bölge sorunlarının çözümünde öne

çıkarmaya zorladı.

Suudi Arabistan tepeden tırnağa silahlandırıldı. Mısır’da, Türkiye, Tunus (o zaman

yönetimde tek başına Müslüman Kardeşler vardı) ve Hamas yönetimi dışında, ABD’yle

Batılıların ve İran, Suudi Arabistan …. gibi tüm bölge ülkelerinin yönetimlerinin açıkça

desteklediği General Sisi darbeyle Mursi liderliğindeki Müslüman Kardeşler yönetimini

devirdi ve Mısır’a adeta ekonomik ve askeri yardım yağdırıldı.

Bu gelişmelere paralel olarak, yeni Osmanlıcı AKP Hükümeti’nin de Suriye başta olmak

üzere bölge ülkelerini himayesine alma, “ağabeylik yapma” girişimleri bir bir elinde patladı.

Türkiye, bırakalım model olmayı ve bölgesel güç rolü oynamayı, bölge ülkeleriyle diplomatik

ilişkilerini bile normal koşullarda sürdüremez hale geldi. Tersine, Türkiye, Suriye ve Irak’ta

mezhep savaşı karakteri ağır basan iç savaşların tarafı olarak, savaşların derinleşerek

sürdürülmesinin başlıca dayanağı oldu; pek çok bölge ülkesiyle diplomatik ilişkilerini

yürütemez oldu.

Bu “yalnızlaşmayı” aşmak için, AKP Hükümeti, bir yandan “değerli yalnızlık” bahanesine

sarılırken, öte yandan da iç savaşlara örtülü operasyonlarla müdahale etmeyi, diplomasinin

yerine MİT aracılığıyla bölgedeki el Kaide, el Nursa, İŞİD gibi örgütlerle “iş tutmayı” geçirdi.

Böylece AKP Hükümeti, “bölge haritasının yeniden çizilmesi”nde kendince bir mevzi tutmayı

amaçladı; ama niyeti ve giriştiği operasyonları çok çabuk deşifre oldu.

Dahası PKK, PYD’nin IŞİD’e karşı mücadelede öne çıkması, bölge halklarını IŞİD

belasından kurtaracak bir güç olarak sahneye çıkmaları, bunun Türkiye’nin iç politikasında da

kimi sonuçlara yol açması, Hükümetin “Çözüm Süreci” adı altındaki Kürt siyasi güçlerini

tasfiye etme girişimlerinin yanı sıra AKP iktidarıyla bölgedeki İslamcı terör örgütleri

arasındaki ilişkiyi de deşifre edici gelişmeleri güçlendirdi.

İşte bu gelişmeler Türkiye’yi bölgede adım atamaz hale getirdi. Öyle ki, ticari mal taşıyan

TIR’larını bile sınırların ötesinde geçirecek yol bulamaz bir mecraya sürklenen Türkiye, MİT

TIR’larıyla bölge politikasına müdahale etmeye çalışırken, İran’da Hassan Rabbani’nin

Cumhurbaşkanı seçilmesi ve Batıyla ilişkilerini yumuşatmayı da aşarak, ”nükleer anlaşmayı”

başarması, İran’ın, bir “model ülke” değilse bile, bölgedeki çatışmaların çözümünde çok etkin

olacak, bölge haritasının yeniden çizilmesini kolaylaştıracak bir “bölgesel güç” olarak politika

sahnesine çıkmasının yolunu açtı. İran’ın bölgede pazarlık masasına legal bir biçimde

oturması elbette Batılıları zorlayacak pek çok etkeni de birlikte getirmektedir. Ama Rusya’nın

doğrudan, Çin’in dolaylı olarak zaten Ortadoğu haritasının yenilenmesinde masada olduğu

dikkate alındığında, İran’ın masaya oturmasının tartışmaları zorlaştırıcı olduğu kadar

kolaylaştırıcı olanakları da artıracağını söyleyebiliriz.

Elbette 36 yıldır çok boyutlu bir düşmanlıkla beslenen İran-Batı ilişkileri bir anda ve

kolayca “normalleşmeyecek”tir! Devlet ve diplomasi geleneği yanında Rusya ve Çin’i de

arkasına alan İran’ın, haritaların yeniden çizilmesinde yüz yıl içinde olmadığı kadar etkin

olacağı dikkate alındığında, bu durumdan kendince yararlanacağını, bölgede rekabet ettiği

Türkiye, Suudi Arabistan ve Mısır’ın etkisini kırmak için gerekli adımları atmaktan

çekinmeyeceğinı de kabul etmek gerekir.

Türkiye-İran ilişkileri söz konusu olduğunda, zaman zaman Kasrı Şirin’e atıf yapılacağını,

zaman zaman tarihsel dostluktan dem vurularak barış nutukları atılacağını, ama bütün bunlara

rağmen Şii-Sünni çatışması ve bölgede kimin sözünün geçeceği konusunda da rekabetin,

çatışmanın aralıksız ve güçlenerek süreceğini görmek gerekir. Belki bu iki ülkenin üstünde en

kolay uzlaşacakları konu Kürtlerin özgürlük mücadelesini ezilmesidir, ama onda bile ortak

davranmalarının çok zor olduğu geçmiş deneylerden bilinmektedir.

Bütün bu gelişmeler, Türkiye’nin, bölgeye çeki düzen vermede, bölgedeki haritaların

yeniden çizilmesinde Batılılar için artık eskisi kadar bile önemli olmayacağı anlamına

gelmektedir. Tabii ki, yeni Osmanlıcı dış politikada ısrar edilerek, bölgede “büyük

ağabeylik”, “koruyuculuk” adı altında ülkelerin iç işlerine müdahaleye, İslamcı terörist

örgütlerle bölgede oyun tutmaya, diplomasinin görevlerinin MİT’in örtülü operasyonlarına

indirgemeye devam edilirse!

Türkiye’nin yeni Osmanlıcı dış politikadan geri adım atacağına dair bir belirti yoktur; ama

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “nükleer anlaşma”dan hemen sonra yaptığı İran ziyaretinde

geleneksel hale getirdiği hava limanında basın toplantısı yapmaması, İran’da Ruhani ile

düzenlediği basın toplantısında bu ziyaretten bir hafta önce Yemen üstünden İran’a yönelttiği

“İran’ın bölgedeki gelişmeleri kendi çıkarları doğrultusunda domine ettiği, bundan Türkiye ve

bütün öteki bölge ülkelerinin rahatsız olduğu,…” biçimindeki eleştirilerine İran’da gelen

tepkiler konusunda hiçbir şey söylemediği, hatta Yemen’de arabuluculuktan bile söz ederek

sadece doğal gaz alışverişi ve turizm üzerine açıklamalar yapmakla yetindiği dikkate

alındığında, İran karşısında kendisine bir çeki düzen vermeye yöneldiği de söylenebilir.

“Çerçeve Anlaşması”yla gelinen yerden bakıldığında; evet, İran bölgede kendi

pozisyonunu Batılılara da kabul ettirerek, önemli bir başarı sağlamıştır. Bu da bölgede liderlik

iddiasındaki Mısır, Suudi Arabistan, özellikle de Türkiye için en azından ”ödevlerine daha

çok çalışmak” gerektiği anlamına gelmektedir. Ama “Çerçeve Anlaşması” yapılması, elbette

Batılılarla 36 yıldır süren çatışmanın bir anda can ciğer kuzu sarmalığına döneceği anlamına

gelmiyor. Yani İran-Batı ilişkileri kısa sürede “normal” seviyesine çıkmayacaktır. En azından

30 Haziran’da  yapılacak “nihai anlaşma”dan sonra ancak taşlar yerine oturmaya

başlayacaktır. Ama gidişatın yönü, eğilimler, bu doğrultudadır.

Elbette burada tartışılan, Ortadoğu’nun iç savaşlar, bölgesel çatışmalar ve her bir bölge

ülkesinin yönelişleri karmaşası içindeki bölgesel sorunlarının, bölgeye müdahale eden

emperyalistler ve bölge gericiliklerinin ihtiyacına göre çözülmesi için İran’ın “çözüm

masası”na doğrudan oturarak elini güçlendirmesiyle ortaya çıkan gelişmeler ve bu

gelişmelerin muhtemel seyridir.

Bu muhtemel seyir içinde; Kürt güçlerinin tutacağı pozisyon, IŞİD ve öteki İslamcı terör

örgütlerine karşı mücadele, Rusya ve İsrail faktörleri, laisizme yöneliş, anti emperyalist

mücadele ve bölge ülkelerinde iç gericiliğe karşı emek mücadelesinin tutacağı yer,… gibi

bölgedeki çatışmaların seyri ve sonuçları üstünden ortaya çıkan, çıkacak olan (Türkiye’de

seçimler ve sonuçları, “Çözüm Süreci”nin bundan sonraki seyri, Esat rejimi ile Suriye krizine

çözüm için atılacak adımlar,…)  gelişmeler elbette tartıştığımız konu ile bağlantılı olan, ama

ayrıca ele alınması gereken konulardır.

‘dolmabahçe deklarasyonu’, ‘10 ilke’, ‘newroz mektubu’ ve ‘böyle gidemez’ süreç!

28 Şubat 2015’te Dolmabahçe Sarayı’nda Hükümet’le İmralı Heyeti’nin

“Ortak Açıklama”sıyla başlayan, Öcalan’ın Diyarbakır Newroz’unda okunan

“mektubuna” gelen gelişmeler etrafındaki tartışmalar, “Barış ve Müzakere

Süreci yeni bir aşamaya geçti” demek için yeteri kadar veri sunmaktadır.

Ya da sürecin içinde geçtiği aşamayı değerlendirirken; “28 Şubat

2015’te Dolmabahçe Sarayı’nda yapılan ‘Ortak Açıklama’yla ilan edilen ‘10

ilke’li deklarasyon, Hükümet cenahındaki ayak diremeyi kırarken, devlet

saflarında çözülme ve çatışmaya yol açmıştır. 2015 Newoz’undaki

Öcalan’ın çağrısı Kürt güçleri etrafındaki demokrasi mücadelesi cephesini

daha da güçlendirecek bir açılıma işaret ederken devlet cenahında

ayrışmaları büyütecek, çatışmayı derinleştirecek belirtileri öne çıkarmıştır”

dersek sürecin diğer yüzünü de tarif etmiş oluruz.

Son haftalarda olup bitenler; iki yılı aşkın bir süredir devam edegelen

“Çözüm ve Müzakere Süreci”nin, artık eskisi gibi; bir adım atıp sonra uzun

bir “nefeslenme” süresi verilen, sonra ancak “bastırılınca” yeniden bir adım

daha atılıyor gibi yapılan bir süreç olarak işlemesi olanaklı olmayan bir

aşamaya gelindiğini göstermektedir. Bu, sadece sürecin dinamik ve itici

yanını oluşturan Kürt güçleri açısından değil, Hükümet açısından da

böyledir. Nitekim, iki yılı geride bırakan sürece baktığımızda; süreci ayakta

tutan, onu az çok adım atmanın bir dayanağı yapan tarafın Öcalan’ın

liderliğindeki Kürt tarafı olduğu açıkça görülmektedir. Hükümet tarafı ise,

sürekli ayak sürüyen, “vaat yapan” ama pratik adım atmamak için bin

bahane uyduran, “mehter yürüyüşü”yle gitmeyi benimseyen, yetmeyince

topu bürokrasiye atan bir tutumu müzakere taktiği olarak benimsemiştir.

Bu yüzden de, süreci az çok gerçekçi bir açıdan izleyen herkes, süreçteki

ileriye yönelik tüm adımların Kürt güçleri cephesinden geldiğini

görmektedir. Bu nedenle “çözüm sürecinde nereye geldik” diyenler, olup

biteni anlamak ve az çok gerçeği öğrenmek isteyen herkes, “Hükümet ne

diyor, ne yapmış”a değil, “İmralı’da ne konuşulmuş”, “Öcalan ne demiş”,

“Kandil ne diyor”a bakmaktadır! Dolmabahçe’de yapılan “Ortak Açıklama”

da Kürt güçlerinin yedi aylık girişimleri sonucunda ortaya çıkmış, nitekim

ortak açıklamanın, sürecin ilerlemesinin yol göstericisi olan “10 ilke”si de

Öcalan tarafından formüle edilmiştir. Ve bundan sonrası da (“PKK’nin

Kongre toplaması”, “Türkiye’ye karşı silahlı mücadelenin sonlandırılması”

vb.), bu “ilkeler” üzerinde varılacak uzlaşma ve atılacak adımlara

bağlanmıştır.

ARTIK ESKİSİ GİBİ GİDEMEZ!

Kısacası Kürt siyasi güçleri tarafı, “Eğer Hükümet tarafı ‘10 ilke’yi

dikkate alan bir çizgiye gelmezse sürecin ilerlemeyeceğini” ilan etmiştir.

Öcalan’ın son Newroz mektubunda da o, herkesin beklediği, “PKK’nin

Türkiye sınırları içinde silahlı mücadeleyi bırakmak için silahlı güçlerin sınır

dışına çıkarılması için konferans toplaması”nın şartı da Hükümet’in “10

ilke” doğrultusunda bir çizgiye girildiğini gösteren adımları atmasına

bağlanmıştır.

Hükümet ise, bu uzun dönem boyunca, 2013 Newroz’unda Öcalan’ın

çağrısında, sürecin “PKK’nin silah bırakması” ya da “silahlı güçlerini sınır

dışına çıkarılması” hedefini, Kürt tarafının hemen yerine getirmesi gereken

bir yükümlülük olarak gösterip ısrarla “hani silah bırakılmadı”, “PKK silahlı

güçlerini sınır dışına çıkarmadı” … diyerek, kendi yapması gerekenleri ve

yükümlülüklerini yok sayan bir tutumu benimsemiştir. Süreç her

sıkıştığında, Hükümet bu gerekçeye dayanarak kendisini mazur

göstermeye çalışmıştır. Dahası, milliyetçi çevrelerden gelen baskılar

karşısında Hükümet, sürecin “milli birlik ve beraberlik süreci” olduğu

söylemini öne çıkarak, amacın “terör örgütüne silah bıraktırmak” olduğu

propagandasına hız vermiş; “Kürt sorunu yoktur terör sorun vardır. Terör

son buluca Kürt sorunu da bitecek” gibi savrulmalarla süreci inkar etmeye

varan tutumunu “süreç için biz hayatımızı ortaya koyuyoruz” iddiasıyla bir

arada sürdürmüş, hatta iki “karşıt tezi” bir ve aynı tezmiş gibi sunmuştur.

Ancak “10 ilke”nin orta konması ve Dolmabahçe’de ortak bir toplantıda

açıklanmasından kaçınılamamasıyla birlikte, süreç, artık tarafların ayrı ayrı

doğrultuda hareket ederken, “süreç ilerliyor” demeleri imkanını ortadan

kaldırmıştır. Dolayısıyla Kürt tarafının ”böyle gitmez artık” demesi ve “10

ilke”nin yürünecek yolun referansları olarak ortaya konmasıyla Hükümet

cenahının yapması gereken somut görevler de belirlenmiş olmaktadır.

Dolayısıyla süreç Hükümet cenahı için de “süreç eskisi gibi gitmez!” bir

aşamaya gelmiştir.

’10 İLKE’ İLE AMAÇLANAN NEDİR?

“10 İlke”1* ile amaçlan, sürecin iki tarafın ayrı ayrı yönlere giderken

aynı yöne gittikleri algısından kurtarılarak, aynı yöne gitmelerinin

referanslarını ortaya koymaktır.

Kuşkusuz bundan, tarafların kendi amaçların terk edecekleri, etmeleri

zorunluluğu çıkmaz. Ama bu 10 ilke ile, Kürt tarafı, atılan adımların

değerlendirilmesi için ölçütlerin ortaya çıkmasını, dolayısıyla sadece

taraflar için değil kamuoyu için de sürecin nereye gittiği, süreçte tarafların

hangi adımları atıp atmadıklarının da “görülür” ve “ölçülür” hale gelmesini

amaçlamaktadır. Müzakere sürecinin böyle referanslara bağlanması, hem

atılan adımların somutlaştırılmasını ve kamuoyunun garantörlüğüne

bağlanmasını sağlayacak hem de süreci şeffaflaştıracak, örneğin CHP’nin

* 1 – Demokratik siyasetinin içeriği tartışılmalı. 2 – Demokratik çözümün ulusal ve yerel

boyutlarının tanımlanması, 3 – Özgür vatandaşlığın yasal ve demokratik güvenceleri. 4 –

Demokratik siyasetin devlet ve toplumla ilişkisi ve bunun kurumsallaşmasına ilişkin

başlıklar. 5 – Çözüm sürecinin sosyoekonomik boyutları. 6 – Çözüm sürecinde demokrasi

güvenlik ilişkisinin kamu düzeni ve özgürlükleri koruyacak şekilde ele alınması. 7 –

Kadın, kültür ve ekolojik sorunların yasal çözümleri ve güvenceleri. 8 – Kimlik kavramı

ve tanınmasına dönük çoğulcu demokratik anlayışın geliştirilmesi. 9 – Demokratik

cumhuriyet, ortak vatan, milletin demokratik ölçülerle tanımlanması, çoğulcu

demokratik sistem içerisinde yasal ve anayasal güvencelere kavuşturulması. 10 – Bütün

bu demokratik hamle ve dönüşümleri içselleştirmeye yarayan yeni anayasa.

(Erdoğan da böyle diyor) “Biz ne oluyor, ne yapılıyor, bilmiyoruz” deme

bahanesini ileri sürme imkanını da ortadan kaldıracaktır.

Maddelerini dipnota aldığımız Dolmabahçe Deklarasyonu’nun “10

ilkesi”nin ifade olarak anlamına bakıldığında, müzakere süreci için referans

olmanın da ötesinde, açıkça şu görülüyor: 1) “10 İlke” aslında müzakere

(ve mücadele) sürecinde konuşulacak başlıkları, 2) Tartışılacak konuların

sadece Kürt sorununun çözümüyle de sınırlı olmayan Türkiye’nin

demokratikleşmesinin yeni bir Anayasayla ilerletilmesine varan bir

yaklaşımı ifade etmektedir.

Her ne kadar Cumhurbaşkanı Erdoğan, “10 İlke”de “demokrasi talebi”

ile ilgili bir şey görmediğini söylese de, sadece başlıkların ifadesi olan

maddelerin bile “10 İlke”nin demokratik bir Türkiye amacına varmak için

atılacak adımları” tarif ettiğini ortaya koyduğu tartışılmazdır.

Ama burada şöyle bir sorun ortaya çıkmaktadır: “Hükümet, ortak

açıklamanın neresindedir, ‘10 İlke’nin arkasında mıdır?”

SİLAHLI MÜCADELEYİ TERK İÇİN ‘10 İLKE’DE MUTABAKAT ‘ŞARTI’

Dolmabahçe’de açıklamanın yapıldığı tabloya bakınca görülen şudur:

“10 İlke”yi ve gerekçesini İmralı Heyeti’nin sözcüsü olarak Sırrı Süreyya

Önder, 28 Şubat 2015 günü, Öcalan’ın söylediklerine de dayanarak, bir

“deklarasyon” olarak ilan etmiştir.

Ancak şu da bir gerçek ki, “10 ilke”nin ilan edilmesiyle amaç

gerçekleşmiş olmuyor.

Tersine; “10 ilke”nin ilan edilmesiyle;

1-) Hem “müzakerenin yeni başlayacağı” ve hem de müzakerenin

çerçevesinin bu ilkelere uygun olması gerektiği,

2-) Yine Hükümet’in bu “10 ilke”yi dikkate alarak yapması gerekenleri

yerine getirmesi gerektiği,

3-) Hükümet bu adımları atarsa, PKK’nin Türkiye toprakları içinde silahlı

mücadeleye son vereceği, dolayısıyla “10 ilke”yle Hükümet’in yerine

getirmesi gereken yükümlülerin çerçevesini çizildiği anlaşılıyor.

Nitekim PKK Lideri Öcalan’ın, “Asgari müştereğin sağlandığı ilkelerde silahlı

mücadeleyi bırakma temelinde, stratejik tarihi kararı vermek için PKK’yi

bahar aylarında olağanüstü kongreyi toplamaya davet ediyorum” sözleriyle

“Ortak Açıklama”da yer verilen çağrısını da, bu “10 ilke” mutabakatına

bağladığı açıkça görülmektedir.

Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan, Diyarbakır Newroz’unda okunan

mektubunda da “10 ilke üstünde mutabakata” dikkat çekiyor ve süreçle

ilgili söylediklerini “10 İlke” ilgili bağlantı içinde söylüyor.

“Newroz Mektubu”nda Öcalan; “Deklarasyon gereği ilkelerde mutabakat

oluşmasıyla birlikte PKK’nin Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı yaklaşık kırk

yıldır yürüttüğü silahlı olan mücadeleyi sonlandırmak ve yeni dönemin

ruhuna uygun siyasal ve toplumsal strateji ve taktiklerini belirlemek için

bir kongre yapmalarını gerekli ve tarihi görmekteyim. Umarım ilkesel

mutabakata en kısa sürede varıp Parlamento üyeleri ve İzleme Heyetinden

teşkil edilen bir Hakikat ve Yüzleşme komisyonundan geçerek bu kongreyi

başarıyla realize etme durumunu yaşarız. Bu kongremizle birlikte artık

yeni dönem başlamaktadır. Bu yeni dönemde, Türkiye Cumhuriyeti

dahilinde özgür ve eşit Anayasal yurttaşlık temelinde demokratik kimlik

sahibi demokratik toplum olarak, barış içinde ve kardeşçe yaşama

sürecine giriyoruz. Böylelikle 90 yıllık Cumhuriyet tarihinin çatışmalarla

dolu geçmişini aşıp gerçek barış ve evrensel demokrasi kriterleri ile

örülmüş bir geleceğe yürüyoruz.” diyor.

Kısacası, Kürt siyasi güçleri açısından “10 ilke” sürecin sağlıklı ilerlemesi

için olmazsa olmaz referanslar olarak ilan edilmiştir. Bu yüzden de

bundan böyle sürecin başarısı, bu “10 ilke”de mutabakatın ölçüsüne ve bu

mutabakatın gerektirdiği yükümlülüklerin yerine getirilmesine

bağlanmıştır.

HÜKÜMET ‘ZORAKİ KABUL’ ÇİZGİSİNDE

Dolmabahçe’de “10 İlke”in ilan edildiği “tablo”ya yeniden dönersek; Sırrı

Süreyya Önder deklarasyonu okurken, Hükümet adına orada bulunan

Başbakan Yardımcısı Yalçın Akdoğan sessizce izliyor. Sonra da Akdoğan,

“Ortak Açıklama” üzerine, Hükümet adına söyleyeceklerini söylüyor:

“Önemli bir aşamaya gelmiş bulunuyoruz. Silahların bırakılmasına yönelik

çalışmaların hız kazanması, tam anlamıyla bir eylemsizliğin hayata

geçmesi ve demokratik siyasetin bir yöntem olarak öne çıkartılması

konusundaki açıklamayı önemli görüyoruz. AK Parti iktidarı olarak sessiz

devrim niteliğinde adımlar attık. Silahların devre dışı kalması demokratik

gelişime hız katacaktır. Demokrasilerde halkın desteğini alan düşünceler,

görüşler ve politikalar değer kazanır. Yeni anayasayı birçok köklü ve kronik

sorunun çözümüne önemli bir fırsat olarak görüyoruz. Temel sorunlarını

geride bırakan bir Türkiye küresel bir güç haline gelecektir. Biz birlikte

Türkiye’yiz. Her şey Türkiye için.” Sloganlarla karıştırarak konuşan, ama

“asgari müşterek” olmak üzere ilan edilen, bir “niyet beyanı” olduğuna

vurgu yapılan “10 ilke” için bir şey dememeye özen gösteriyor, Akdoğan.

Dahası, sanki orda bir “deklarasyon” ilan edilmemiş, sanki ilan edilmeden

önce üzerinde hiç konuşulmamış ve ilanı için mutabakata varılmamış gibi

davranıyor.

Bu bile açıkça gösteriyor ki, yedi ay boyunca oyalandıktan sonra “Ortak

Açıklama”ya mecbur kalan Hükümet, Dolmabahçe’deki tabloda “zoraki”

olarak yer almıştır!

Yani “açıklama ortaktır”, ama niyetler ve amaçlar farklıdır! Nitekim

açıklamanın üstünden üç hafta geçtikten sonra öğreniyoruz ki, kendisini

her vesileyle “çözüm süreci kahramanı” olarak gösteren Cumhurbaşkanı

Tayyip Erdoğan sürecin en önemli belgesi olan “Dolmabahçe

Deklarasyonu”nu olduğu gibi, Dolmabahçe’deki ortak toplantıyı da doğru

bulmamakta, bunların “İmralı’yı güçlendirdiğini” düşünmektedir.

Hükümetin “10 ilke” konusundaki tutumu ve bu deklarasyonun

kendisine yüklediği görevler konusunda ne yapacağı belirsizliğini

korumaktadır. Ki, oluşturulması için fikirbirliğine varılarak bu yönde adım

atılması kararı alınan “İzleme Heyeti” konusunda bile Hükümet adım atma

sıkıntısı içindedir. Kürt sorununun varlığını bile ret ederek

Cumhurbaşkanının pratik olarak açıkça sürecin karşısına geçmesiyle de bu

konudaki gelişmeler daha da belirsizleşmiş bulunmaktadır.

“10 İlke” ve 28 Şubat’taki deklarasyon sonrasında gelişen tartışmalar ve

yapılan girişimler sonrasında; müzakere sürecinin bir tarafında yer alan

Hükümet cenahı kendi içinde bölünmüş; Cumhurbaşkanı “Kürt sorunu

yoktur” diye başlattığı tartışmayı, “İzleme Heyetine de karşıyım”,

“Deklarasyona da karışıyım”, “ortak açıklama yapılmasına da karşıyım”,

“zaten ortak açıklama da değildi” çizgine kadar vardırarak, “görüşme

masası”nı fiilen terk etmiştir. Ki, bu da Erdoğan’ın bundan sonra

“masadaki” her gelişmeyi yokuşa sürmek için her imkanını seferber

edeceği anlamına gelmektedir. Dahası, ırkçı şoven, milliyetçi odaklarla ve

askerlerle de yakınlaşmak için yeni manevralara girişen

Cumhurbaşkanının, kendi iktidarını sağlamlaştırmak için AKP dışında da

seçenekler aramaya yönelmesi, kuşkusuz ki, çözüm sürecine ilişkin

gelişmeleri de önemli ölçüde etkileyecektir. Ki, Hükümet cenahındaki

ayrışma ve tartışmaların derinleşmesi, ilk bakışta süreci zorlayacak

gelişmelere dayanak olur görünse de, orta ve uzun vadede, süreci lehte

etkileyecek gelişmeleri besleyeceğini söylemek abartı olamaz.

Kısacası; “10 ilke”nin ilanı, süreci belirli bir amaca göre geliştirecek

müzakerenin yolunu açıp sürecin yeni ve daha ileri bir aşamaya geçmesine

yol açarken, karşı tarafta da sürece ayak uyduramayan, ayak sürterek

engellemeyi başlıca görev edinen ve onu Kürt güçlerini bölüp tasfiyesinin

dayanağı yapan Hükümet cenahı açısından da böyle gidemeyeceğini

göstermiştir. Üstelik de sürecin yeni bir aşamaya yönelmesi, onları, “kendi

içlerinde ayrıştıracak” kadar derinden etkilemiştir.

SÜREÇ, İLERİYE DOĞRU GÖTÜRÜLEMEZSE ÇÖKER

“Çözüm süreci” açısından bakıldığında, sürecin iki tarafında bulunan

güçlerin ilk kez kamuoyu karşısına çıkarak bir arada açıklama yapmış

olmaları bile sürecin seyri bakımından son derece önemlidir.

Ancak “ortak açıklama”dan sonra, kamuoyunda beklenti ve sürecin hızla

ilerleyeceğini dair “umutlar” artmıştır.

Hükümet ise, açıklamanın kendisine yüklediği sorumlulukları yerine

getirmek üzere harekete geçmek yerine, “deklarasyonu”, “PKK silah

bırakacak”,  “Newroz’da Öcalan tarih vererek PKK’nin konferans

toplamasını sağlayacak” gibi seçim propagandasına, “seçim kazanma

amacının bir aracına dönüştürerek kısa günün kârını toplamaya kalkınca,

bu propagandanın altında kalmıştır.

Oysa, adı üstünde “süreç”; bir akış, hedefe varmak için tarafların

yükümlülüklerini yerine getirerek, bir taraf bir adım attığında ötekinin de

bir adım, hiç olmazsa yarım adım attığı, adım adım ilerlenen, her adımın

önceki adımları pekiştirip sonraki adımların atılmasını kolaylaştıracağı canlı

bir girişimler ve gelişmeler dizgesidir, böyle olması beklenir. Ve burada

önemli olan, tarafların hedefe varmak için attıkları adımlardır. Hükümet

cenahı, bunun tersine, “Kürt güçlerini üstüne düşenleri yaparsa hedef

gerçekleşir” tutumunu benimseyerek, kendisi bakımından hiçbir

sorumluluk üslenmemeyi adeta ilke edinerek, “sürecin fıtratı”na aykırı bir

tutum almıştır.

“Çözüm süreci”, “barış ve müzakere süreci”, adına ne dersek diyelim,

“Kürt sorununun barışçıl çözümü” ile ilgili gelişmelere toplam açısından

bakıldığında, şu iki saptamayı rahatlıkla yapabiliriz:

1-) “Barış ve müzakere süreci”ni iki yılı aşkın bir zamandan beri ayakta

tutan, üstüne düşeni yapmaya çalıştığı gibi, Hükümeti de harekete

geçirerek adım atmaya zorlayan Kürt siyasi güçleri cephesidir. Kürt

tarafının bu gayretleri olmasaydı süreç çoktan çöker, en azından “söner”

giderdi!

2-) Hükümet süreci; “teröre son verme” gerekçesi arkasında, Kürt

güçlerinin sürecin seyri içinde görüş ayrılığına düşecekleri, dolayısıyla Kürt

cenahının parçalanıp güçten düşeceği varsayımı üstüne kurmuş, süreçteki

her gelişmeyi bu amacına hizmet etmek üzere baskılamaya çalışmıştır.

Böylece Hükümet, süreci, talepte bulunan, mücadele eden, halkı etrafında

toplamış Kürt siyasi güçlerinin tasfiyesi süreci olarak görmüş, böyle ele

almıştır.

Kısacası, Kürt tarafı süreci, Kürt sorununun demokratik çözümünün

gerçekleştiği, Kürtlerin haklarının yasal ve anayasal güvenceye

kavuşturulduğu bir süreç olarak görürken, Hükümet, masanın karşı

tarafında oturanları, “Kürt güçlerini tasfiye etme”nin imkanı olarak

görmüş, ötesinde, “şu iyi, bu kötü”, “o şöyle diyor, şu böyle yapmıyor”

türünden birbirine düşürme girişimleriyle, süreci ve sürecin Kürt tarafından

yürütücülerini bu yönüyle değerlendirmeyi amaçlamıştır.

Kuşkusuz ki tarafların “karşıtlığı”, karşıt amaçlara sahip olmaları sürecin

doğasından gelmektedir ve şaşırtıcı değildir. Tersi şaşırtıcı olurdu. Ancak,

süreci “artık böyle gidemez” aşamasına getiren, sadece “masa”daki

tarafların isteklerin karşıtlığının soyut istekler ve yaklaşımlar olmaktan

çıkıp, yerine getirilmesi gereken yükümlülükler, atılması gereken somut

adımlar aşamasına gelinmesi değildir. Aynı zamanda Ortadoğu’da zaten

çok önemli olan gelişmelerin birbirini etkileyerek büyümesi, 100 yıllık

sınırların ortadan kalkmaya başlaması, IŞİD’in ortaya çıkması, onunla

çatışan başlıca gücün Kürt güçleri olması ve bölgede etnik ve mezhep

çatışmalarının hat safhaya çıktığı bir dönemden geçiliyor olması da süreci

doğrudan etkilemiştir.

Nitekim IŞİD’in Suriye ve Irak’ta “İslam devleti” ilan etmesi ve

bölgedeki Kürt, Türkmen, Süryani, Ezidi, Arap, ılımlı Sünni, Şii, Alevi,

Hıristiyan … tanımadan, kendinden görmediği herkese vahşi yönetimlerle

saldırması, bu saldırılar karşısında Kürtlerin bölgede “kurtarıcı bir halk”

olarak sahneye çıkması”, “barış ve müzakere masası”ndaki Kürt güçlerinin

elini kuvvetlendirmiş, taleplerinin çıtasını yükseltmeleri için imkanları

olağanüstü artırmıştır. Ama bu gelişmeler, aynı zamanda, dış politikası

Ortadoğu’da duvara çarpan ve IŞİD’le el altından işbirliği yapan, en

azından bu konuda ciddi iddialar olan ve IŞİD’le ideolojik yakınlık, hatta

birlik içinde olan AKP Hükümeti’ni ise hem ulusal hem de uluslararası

planda zayıflatan bir rol oynamıştır.

Kobanê direnişi, IŞİD’in Kobanê’de PKK ile yakın ilişki içindeki PYD’nin

yönetimindeki güçler tarafından ciddi bir yenilgiye uğratılması, hem

bölgedeki gelişmeler hem de barış süreci bakımından son derece önemli

etkide bulunmuş; dahası uluslararası planda Kürt siyasi güçlerinin, PYD ve

PKK başta olmak üzere Kürt örgütlerinin “terörist örgütler” listesinden

çıkmasının yolunu açmıştır!

Kısacası, “barış ve müzakere masası”ndaki süreci ilerletmek için yapılan

girişimlerin belirli br aşamaya gelmesi, bölgedeki gelişmeler; Kürtlerin

Ortadoğu’daki gelişmeler karşısında kazandığı pozisyon, Hükümetin barış

sürecinde adım atmama ısrarı, “süreci”, “böyle gidemez!” hale getirmiştir!

Artık bu konuda hemen herkes hem fikirdir. Erdoğan’ın “ona da

karşıyım”, “buna da karşıyım” diyerek, kendisini “sürecin dışına atma”

gayreti içine girmesi de, sürecin eskisi gibi oyalama, ayak sürüme,

“Alevere dalavere Kürt Memet nöbete!” yöntemleriyle gitmeyeceğini

gördüğü içindir.

Şimdi Hükümet bir karar vermek durumundadır. Ya “Dolmabahçe

Deklarasyonu”nu ciddiye alacak ve “10 ilke”yi referans edinerek gerçek bir

“müzakere sürecine” yönelecek, bunun gerektirdiği sorumlulukla hareket

edecek ya da sürecin altında kalacaktır!

Çünkü Hükümet’in, sıkıştığında, Erdoğan gibi kaçma şansı yoktur.

“Davul”, onun “omuzunda”dır!

Spotlar:

28 Şubat 2015’te Dolmabahçe Sarayı’nda yapılan ‘Ortak Açıklama’yla

ilan edilen ‘10 ilke’li deklarasyon, Hükümet cenahındaki ayak diremeyi

kırarken, devlet saflarında çözülme ve çatışmaya yol açmıştır. 2015

Newoz’undaki Öcalan’ın çağrısı Kürt güçleri etrafındaki demokrasi

mücadelesi cephesini daha da güçlendirecek bir açılıma işaret ederken

devlet cenahında ayrışmaları büyütecek, çatışmayı derinleştirecek

belirtileri öne çıkarmıştır.

Süreci ayakta tutan, onu az çok adım atmanın bir dayanağı yapan

tarafın Öcalan’ın liderliğindeki Kürt tarafı olduğu açıkça görülmektedir.

Hükümet tarafı ise, sürekli ayak sürüyen, “vaat yapan” ama pratik adım

atmamak için bin bahane uyduran, “mehter yürüyüşü”yle gitmeyi

benimseyen, yetmeyince topu bürokrasiye atan bir tutumu müzakere

taktiği olarak benimsemiştir. Bu yüzden de, süreci az çok gerçekçi bir

açıdan izleyen herkes, süreçteki ileriye yönelik tüm adımların Kürt güçleri

cephesinden geldiğini görmektedir.

Öcalan’ın son Newroz mektubunda, o, herkesin beklediği, “PKK’nin

Türkiye sınırları içinde silahlı mücadeleyi bırakmak için silahlı güçlerin sınır

dışına çıkarılması için konferans toplaması”nın şartı da Hükümet’in “10

ilke” doğrultusunda bir çizgiye girildiğini gösteren adımları atmasına

bağlanmıştır.

“10 ilke”nin orta konması ve Dolmabahçe’de ortak bir toplantıda

açıklanmasından kaçınılamamasıyla birlikte, süreç, artık tarafların ayrı ayrı

doğrultuda hareket ederken, “süreç ilerliyor” demeleri imkanını ortadan

kaldırmıştır. Dolayısıyla Kürt tarafının ”böyle gitmez artık” demesi ve “10

ilke”nin yürünecek yolun referansları olarak ortaya konmasıyla Hükümet

cenahının yapması gereken somut görevler de belirlenmiş olmaktadır.

Dolayısıyla süreç Hükümet cenahı için de “süreç eskisi gibi gitmez!” bir

aşamaya gelmiştir.

“10 İlke” ve 28 Şubat’taki deklarasyon sonrasında gelişen tartışmalar ve

yapılan girişimler sonrasında; müzakere sürecinin bir tarafında yer alan

Hükümet cenahı kendi içinde bölünmüş; Cumhurbaşkanı “Kürt sorunu

yoktur” diye başlattığı tartışmayı, “İzleme Heyetine de karşıyım”,

“Deklarasyona da karışıyım”, “ortak açıklama yapılmasına da karşıyım”,

“zaten ortak açıklama da değildi” çizgine kadar vardırarak, “görüşme

masası”nı fiilen terk etmiştir. Ki, bu da Erdoğan’ın bundan sonra

“masadaki” her gelişmeyi yokuşa sürmek için her imkanını seferber

edeceği anlamına gelmektedir.

IŞİD’in Hilafeti ve saldırganlığı karşısında Kürtlerin bölgede “kurtarıcı bir

halk” olarak sahneye çıkması”, “barış ve müzakere masası”ndaki Kürt

güçlerinin elini kuvvetlendirmiş, taleplerinin çıtasını yükseltmeleri için

imkanları olağanüstü artırmıştır. Ama bu gelişmeler, aynı zamanda, dış

politikası Ortadoğu’da duvara çarpan ve IŞİD’le el altından işbirliği yapan,

en azından bu konuda ciddi iddialar olan ve IŞİD’le ideolojik yakınlık, hatta

birlik içinde olan AKP Hükümeti’ni ise hem ulusal hem de uluslararası

planda zayıflatan bir rol oynamıştır.

‘İç güvenlik Paketi’ne karşı mücadele hak ve özgürlük mücadelesidir

Öncesinde de zaman zaman benzer düzenlemeler yapılmasından söz edilmişse de, 6-7 Ekim Kobanê ile dayanışma eylemlerinden sonra gündeme getirilen “İç Güvenlik Paketi” AKP Hükümeti tarafından “güvenlik reformu” olarak propaganda edildi; ediliyor.
Bu “paket” haftalardır kamuoyunun gündeminde ve içeriği sadece başlıca özgürlüklerden sayılan toplantı ve gösteri yürüyüşüne ilişkin özgürlükleri kısıtlamakla kalmıyor; yargıya dair vatandaşın üstünün, işyerinin, arabasının aranması, kişinin gözaltına alınması gibi, bugüne kadar yargıda olan yetkileri emniyet amiri ve mülki amire (vali, kaymakam ya da onun yetki verdiği kişiye) devrediyor. Böylece de, en temel özgürlükleri ortadan kaldırmada 12 Eylül Cuntası’nın bile cesaret edemediği hakları ortadan kaldırıyor. Böylece bu “paket”, bir kez daha, AKP Hükümeti’nin, özgürlükleri çiğnemede sınır tanımayan bir hükümet olduğunu; “Bu Hükümetin hayalindeki rejim demokratik değil ‘polis devleti’dir, ‘istihbarat devleti’dir” biçimindeki eleştirilerin haklılığını tartışılmaz bir biçimde gösteriyor.
Evet, bugüne kadar yasanın maddelerinin anti demokratikliğine, özgürlükleri sınırlayan karakterine ilişkin çok şey tartışıldı. Dergimizin bu sayısında da Kamil Tekin Sürek arkadaşımız, pakette yer alan düzenlemelerin içeriğine yönelik değerlendirmeleri yapıyor.
Bu yüzden burada, bu yazı çerçevesinde, paket içinde yer alan düzenlemelerin “ne getirip ne götürdüğüne” değil, ama ama bu düzenlemelerde güdülen amacın ve arkasındaki zihniyetin, demokrasi ve özgürlük karşıtlığı üstünde duracağız.

AKP VE HÜKÜMETİ BUNU HEP YAPTI, YAPIYOR
AKP Hükümeti ve AKP propagandası; yargıyı ele geçirmek ve tümüyle siyasallaştırmak (AKP’lileştirmek demek daha doğru) üzere çıkardığı yasalar ve bu amaçla gerçekleştirdiği girişimleri,
eğitimi dinselleştirmeyi, laiklik, bilimsellik, modernlik adına eğitimde ne varsa onları tasfiye etmeyi, sağlığın piyasalaştırılması ve özelleştirilmesini, kamu hizmetlerinin ve KİT’lerin özelleştirilmesi ile ülkenin yeraltı ve yerüstü kaynaklarının yerli ve yabancı büyük sermaye gruplarına yağmalatılmasını, esnek çalışmanın ve taşeronlaşmanın yaygınlaştırılmasını, iş güvencesini ortadan kaldırılmasını, sosyal güvenlik sistemin adım adım tasfiye edilmesini, rüşvet ve yolsuzluğu ekonomi politikası haline getirmeyi, kadınları eve kapatma amaçlı “yarım zamanlı çalışmayı teşvik”i, kürtajı “cinayet” ilan edip, sezaryeni yasaklanmayı, “türban”ı, “tesettür”ü ilkokula kadar indirmeyi,… bütün bu neoliberal girişimler ve Ortaçağ özlemli uygumlaları “özgürlüklerin geliştirilmesi”, “ileri demokrasi”nin, “sosyal dönüşüm reformu”nun,… gereği, bugün kadar “görülmemiş demokratikleşme reformları” olarak propaganda etti.
Şimdi de; 12 Eylülcülerin bile kaldırmaya cesaret edemediği kazanılmış hakları ortadan kaldıran, özgürlükleri sınırlayan, yargının yetkilerini mülkü amire, emniyet amirine (yürütmeye) devreden, polise “vur emri” anlamına gelecek yetkiler veren,… düzenlemeleriyle bu “İç Güvenlik Paketi” denilen “Pandora Kutusu”yla etrafa saçtığı “kötülükleri” de, AKP Hükümeti/AKP propagandası, aynı “ileri demokrasi”, “özgürlüklerin güvenceye alınması”,”özgürlük ve demokratikleşme reformu”, “diğer ileri ülkelerde de olan özgürlükleri güvenceye alan yasal düzenlemeler” olarak propaganda ediyor.
12 yıllık AKP Hükümeti’nin marifetlerini yakından izleyen Özgürlük Dünyası okurları için “İç Güvenlik Paketi”nin içeriği ve bu paketin bir “demokratikleşme hamlesi” olarak sunulmasında şaşırtıcı bir şey yok. Ancak AKP propagandası, Hitler’in (Nazi propagandasının) “yalan ne kadar büyükse inanan o kadar çok olur” ilkesine öylesine inanmıştır ki, yalanı devlet ve hükümet imkanlarını da kullanarak olağanüstü büyütüp yaymakta sınır tanımamakta; dolayısıyla da yalanlara, yığınların önemli bir bölümünü, hatta AKP tarafından defalarca aldatılmış, ama buna rağmen hala, “AKP’de demokrat bir damar olabilir” diyen kimi okumuş yazmış çevreleri de kendisine inandırmaya devam edebilmektedir.
Bu yalanlara inanmayanlara yönelik olarak ise, AKP Hükümeti, “millet iradesi” demagojisiyle kafa karıştırmayı amaçlayan bir kampanya yürütmektedir.

‘MİLLET İRADESİ’ VE DEMOKRASİ BUYSA!

Çünkü AKP’ye göre, Meclis’teki vekilleri halk seçmiş ve Meclis’teki 550 vekilin 300 küsurunu (şu anda 319 vekili) AKP’den seçtiğine göre, “millet iradesini” Meclisteki AKP grubuna devretmiştir! Böylece AKP propagandası, “milletin” AKP’ye, dört yıl süreyle istediği yasaları çıkarabilme yetkisi verdiğini, dolayısıyla kendi çıkardıkları her yasanın da “millet iradesi”yle çıktığını, bu yasalara itiraz edenlerin de “millet iradesi”ne itiraz ettiklerini öne çıkaran bir propaganda yürütmektedir. Nitekim Meclis’ten geçen kimi yasa ve düzenlemeleri, hatta hükümetin icraatını Anayasa Mahkemesi’ne ya da Danıştay’a götüren parti ve vekiller ile bu yasa ve düzenlemeleri bir biçimde iptal eden mahkemeler “millet iradesini tanımayan partiler”, “milletin iradesine ipotek koyan bürokratik kurumlar” olarak gösterilmektedir. Tıpkı özgürlük isteyen, demokrasi talep etmek için sokağa çıkan yığınları, Hükümet’e karşı, “millet iradesine karşı darbe yapmak istemek”le suçlamaları gibi.
AKP propagandasına göre açıktır ki; Meclis çoğunluğunun çıkardığı her yasa, içeriğinden bağımsız olarak,  “millet iradesi”nin damgasını taşıdığı için “meşrudur”, onu değiştirmek için sokağa çıkıp eylem yapmak, grev ya da direniş yapmak suçtur,hem de ”millet iradesine karşı çıkma suçu” gibi ağır bir suçtur! “Millet iradesi”ni dört yılda bir yapılan seçime indirgeyip, onu da seçim akşamında seçilen milletvekillerine devrettiren bu demokrasi anlayışı; bir yandan bakınca popülist, öte yandan bakınca çağdışı ve “millet iradesi” diye kutsadığı iradesiyle birlikte halkı, oyunu aldıktan sonra tümüyle siyasetin dışına iten, gerçek demokrasi anlayışıyla taban tabana zıt bir demokrasi anlayışıdır.
Kapitalist toplumda, toplumun çok küçük bir bölümünü oluşturan burjuvazi, aslında bu tamamen “şekil”e indirgenmiş demokrasi anlayışıyla, yani vatandaşın siyasete katılımını dört-beş yılda bir yapılan seçimde oy vermeye indirgeyen anlayışla büyük halk kitleleri ve işçi sınıfını düzene bağlayıp yönetebilmektedir. Ki, bununla, yığınlara, sanki kendilerinin özgür iradeleriyle seçtiği milletvekilleri ve onların seçtiği Hükümet’le ülkenin yönetildiği imajını vermeyi başarmaktadır. AKP; bu “şekli demokrasi” anlayışının en yoz, en pespaye biçimini temsil etmektedir ve ona göre, “millet iradesini seçimle milletvekiline devreder, milletvekilleri de başbakanı ve bakanlar kurulunu kendi içinden oluşturur, böylece millet iradesi tecelli eder. Millet hükümetin icraatını beğenmezse, dört yıl sonraki seçimde başka bir partiyi iktidara getirir!” ve böylece “demokratik döngü” tamamlanır.
Mantıksal bakımdan bir sorun görünmeyen, bu dört-beş yılda bir yapılan seçimlerin üstünde yükselen “yönetim piramiti”nin oluşturulması, AKP ve öteki sermaye partilerinin eliyle halkın sistem bağlanıp yedeklendiği, sonu önceden bilenen kötü bir tiyatro oyunudur. Çünkü bu “mantıklı” gibi görünen sistem, sermaye partilerinde milletvekili adaylarının hemen tamamının partinin başkanı ve en yakınındaki birkaç kişi tarafından belirlenmesi ve sadece seçimi finanse edecek mali gücü olanların aday olmasıyla da bozulup bozuşturularak, şeklen bile demokratiklikten uzaklaşılmaktadır. Nitekim, bu liderin onayıyla aday olup seçilen milletvekilleri, hemen her konuda “llderin dediği” doğrultuda oy kullanarak şekli demokrasinin aslında bir “lider despotizmi” olduğunu kanıtlamaktadırlar.

YASALAR KİMİN ÇIKARINI KORUMAK İÇİN VARDIR?
Söylenenlerin daha iyi anlaşılması için, burada durup, “yasa gerçekten ‘millet iradesi’nin biçimlenmiş bir hali midir?” sorusuna yanıt vermek gerekir. Çünkü gerek AKP Hükümeti gerekse sermaye partileri ve düzenin ideologları yasaya uymayı kutsarken, yasaların ezelden beri olduğunu ve ebediyen de olacağını, bu yüzden herkesin çıkarının yasaya uymak olduğunu tartışılmaz bir gerçek olarak sunarlar.
Gerçekte ise, yasalar egemen sınıfın ihtiyacına göre topluma çeki düzen vermek amacıyla, egemen sınıfın temsilcileri tarafından “herkesin uyması” için konan kurallardır.
Bırakalım, sonuçta egemenlerin temsilcileri tarafından yapılan yasaları, daha tarafsız gibi görünen hukuk da, aslında, devletçe konulmuş toplumsal davranış kurallarını düzenlemenin aracından başka bir şey değildir.
Kısacası devlet, dolayısıyla hukuk, “millet iradesi” değil, egemen sınıfın yasalaştırılmış iradesidir.
Dolayısıyla devlet ve hukuk, çoğu zaman sanıldığı gibi, daha doğrusu egemen sınıf tarafından öyle gösterildiği için öyle sandığımız ebedi olgular değil; tersine tarihsel olgulardır. Yani devlet de hukuk da (yasalar da) bir zamanlar yoktu; toplumun çıkarları birbiriyle çatışan sınıflara bölünmesiyle, devlet ve hukuk ortaya çıkmıştır. Çatışan sınıfları kontrol altına almak ve düzeni sağlamak için kurallar koyma ihtiyacı ve “yasalar” ortaya çıkmıştır.
Sınıfların yok olmasıyla ve insanlığın sınıfların olmadığı komünist toplum aşamasına varmasıyla, devlete, hukuka ve yasalara ihtiyaç olmayacaktır!
Toplumsal mücadelenin tarihine kısaca bakarsak; ilkel komünal toplumda toplumsal düzen, gelenek ve göreneklerle, yaşlılar heyeti, “şef” gibi doğal otoritelerin kararlarıyla oluşuyordu. Yaşama araçlarının üretimi ve çocukların bakımı gibi işler kolektif olduğu gibi, toplumu bir arada tutan kurallar da buna uygun olarak kolektif içerikli oluyordu.
Toplum sömüren ve sömürülen olarak, çıkarları birbiriyle karşıt sınıflara bölününce, gelenek, “yaşlılar heyeti”, “şef” gibi doğal otoriteler, toplumu bir arada tutmak için yetmez oldu. Doğal otoritenin yerini devlet ve onun herkesi uymaya zorladığı “yasaları” geçti. Bu yasalar, önce kralın, imparatorun ağzından çıkanların “yasa” olduğu biçimde olsa da, zamanla, yazılı hale geldi. “Hamurabi Yasaları”, “On Emir”, “Cengizhan Yasaları”,… gibi daha evrensel çapta bilinen yasalar yanında aslında karşıt sınıfların ortaya çıktığı her yerde egemenler, kendi çıkarlarını ve egemenliklerini sürdürmelerine yarayacak kuralları toplumun önüne, onun bütünün çıkarınaymış gibi gösteren yasalar (kurallar) olarak koydular.
Egemen sınıfın yasalar çıkarmada amacı, egemenliğini ebediyen “sürdürme”, kurulu düzeni ayakta tutmadır. Onun için de bütün sınıflı toplumlar tarihi boyunca yasalarda amaç, toplumsal düzene başkaldıranları düzene bağlama, egemene boyun eğmeye zorlama oldu. Bunun için egemen sınıf kolluk kuvvetleri, mahkemeler, cezaevleri kurdu.
Yasalar meşruiyetlerini, krallıklarda, derebeyliklerde, imparatorluklarda, kral, sultan, şah gibi otoritelerin tanrısal ya da “soyluluk”tan gelen “hakları” yanı sıra aynı zamanda yasalara uymanın herkesin çıkarına olması yalanından almıştır. Oysa en demokratik cumhuriyetlerde bile, yasalar, egemen sınıfın çıkarlarını korumayı en baş amaç edinen, sömürülenlerin, ezilenlerin düzene karşı başkaldırmasını cezalandırmanın aracı olagelmiştir.
Onun içindir ki; genel olarak bakıldığında, bütün sınıflı toplumların tarihi, ezilenlerin, sömürülenlerin mücadelesini bastırmak, onları düzene biat ettirmek, buna uymayanların da cezalandırılmasının tarihi olarak görülebilir.
Nitekim, sömürülen sınıflar açısından bakıldığında, “yasalar kitabı”, “kara kaplı kitap”, bir sayfası yazılı, bir sayfası boş sayfalardan oluşan “kalın bir kitap”tır. Yazılı sayfalar sömürülenlerin, ezilenlerin, nüfusun çok büyük çoğunluğunu oluşturan halkın uyması zorunlu olan kuralların olduğu sayfalardır; boş sayfalar ise egemenlerin çıkarına göre, keyfince davranması için, uymaları gereken hiçbir kural getirilmediği anlamına gelen ya da ezilenleri zapturapt altına almak için yeni yasaklar, yeni ceza kuralları konması için boş bırakılmıştır!

HALKIN KAZANIMLARININ YASA OLMASI HALİ
Bu genel olarak doğrudur. Ama bu “yasalar kitabı”na daha yakından bakıldığında, yazılı sayfalarda koyu bir mürekkeple yazılmış yasaların satır aralarında, egemenlerin de sömürülenler karşısındaki eylemlerini sınırlayan “kurşun kalemle” ya da “tebeşir”le yazılmış düzenlemeler olduğu görülür. Ki, bunları egemenler kendi gönülleriyle yazmamışlardır. Tersine bu yasa maddeleri; ya egemenlere kendi aralarındaki çatışmalarda sömürülenleri (köleleri, serfleri, işçileri) kendilerine yedeklemek için ya da doğrudan sömürülenlerin başkaldırıları karşısında onları yatıştırmak için tavizler vermek zorunda kaldıkları için konmuştur.
Uluslararası ve ulusal planda sömürülenlerin mücadelesi ne ölçüde güçlüyse, sonuçta, sömürülenlerin haklarını koruyan ve egemenleri sınırlayan, işçi sınıfı için, halk için “kazanılmış hak” diye ifade edilen düzenlemeler (yasalar) de o ölçüde sömürülenlerin lehine olur.
Nitekim tarihsel süreçte; işçi sınıfının tarih sahnesine çıkmasından sonra, burjuvaziyle işçi sınıfı arasındaki mücadelenin yansıması olan işçi ve emekçiler lehine yasalar daha bir belirgin biçimde “yasalar kitabı”nda yer almaya başlamıştır.
Kısacası; “yasalar kitabı”nda asıl siyah mürekkeple yazılanlar işçi sınıfı ve halkların sisteme boyun eğmesini düzenleyen yasalar olmasına karşın, egemen sınıfın sömürü ve yönetim gücünü sınırlayan, işçi ve emekçi sınıfların “kazanılmış hakları” diye ifade etiğimiz haklar da yasalara geçmiştir. Ki, tabiri caizse, “yasalar kitabı”nda egemenlerin toplumu boyun eğdirme amaçlı yasa maddeleri herkes görsün ve kolayca silinmesin diye siyah mürekkeple yazılırken, işçi sınıfının, halkların kazanımları, dikkatli bakılmadan görülmesin ve yeniden yeniden kazanılmadığında kendiliğinden silinsin diye “kuruşun kalem”le ya da “tebeşirle” yazılmıştır!
Bu yüzdendir ki, sınıf partisi ve işçi sınıfı mücadelesinin dostları, her vesileyle, bir yandan işçi sınıfının yasalar çerçevesinde bir mücadeleyle sınırlı kaldığında başarısızlığa uğrayacağını söylerken, öte yandan da kazanılmış (yasalara geçmiş) hakların korunması ve geliştirilmesi mücadelesinin de önemine vurgu yaparlar ki, bu bir çelişki değildir.

‘KAZANILMIŞ HAK’ HER GÜN YENİDEN KAZANILMAK ZORUNDADIR!
Burada şunu da belirtelim ki; eğer “İç Güvenlik Paketi”nin geri çektirilmesi mücadelesinde Meclis’teki muhalefet toplumsal tepkilerle birleşerek Hükümet’e geri adım attırmayı başaramazsa, siz bu yazıyı okuduğunuzda, “paket” TBMM’den geçerek yasalaşmış, hatta Cumhurbaşkanı tarafından bekletilmeden imzalanmış, “Resmi Gazete’nin mükerrer sayısında yayımlanmış” ve yürürlüğe girmiş olacaktır! En azından AKP Grubu’nun yasayı çıkarma takvimi böyle biçimlenmiştir.
Burada da akla; “o zaman bütün bunlar boşuna mı yazılmıştır?”, “yasa çıktığına göre neyin mücadelesi verilecektir?” gibi sorular gelir. Çünkü yaygın olan anlayış; bir yasa tartışma konusuysa, yasa çıkana kadar tepki gösterilir, yasa çıktıktan sonra da “artık yapacak bir şey yok” denerek yasaya uyma “vatandaşlık görevi” sayılır biçimindedir. Ki, egemenler ve onların yasa koyucuları da, bu yaygın anlayışa ve tutuma güvenerek, sömürülenler, halklar aleyhine yasaları çıkarırken “bunlar bağırıp çağırır, sonrada kaderlerine razı olurlar” diye düşünerek rahatça hareket ederler.
Oysa gerçek hayatta mücadele süreçlerine daha yakından bakıldığında, bu süreçlerin tamamen farklı işlediğini görürüz. Nitekim işçiler, emekçiler, halklar için bir haklarını yasaya geçirmeyi başarmış olmaları, durumu çok değiştirmez. Yani haklar yasalarda yazılı diye, egemenler bu hakkı teslim edip gereğini yapmazlar. İşte, “işçilerin sendikada örgütlenme hakkı” yasalarda yazılıdır, ama her işyerindeki işçiler bu hakkı yeniden yeniden kazanmak için ciddi mücadeleler vermedikçe sendikalı olmaları mümkün olamamaktadır. “Basın özgürlüğü yasalarda yazılıdır”, ama gazeteciler, aydınlar, yayacak ciddi bir fikri olanlar bu hakkı yeniden yeniden kazanmak için hapislerde yatmayı ya da öldürülmeyi de göze alarak, bu haklarını kullanmakla karşı karşıya kalmaktadır. “Gösteri hakkı”, “grev hakkı” sınırlı da olsa yasalarda vardır. Ama işçiler, demokrasi güçleri bu hakları kullanmak için engelleri aşmak, hükümetin grev yasağını, emniyetin, yerel idarenin ardı arkası gelmeyen sınırlamalarını ve engellerini aşacak bir mücadele direncini bu hakları kullandıkları her seferde yeniden göstermek zorundadırlar. Bunun en son örneğini, metal işçileri ,grevleri yasaklanarak yaşadılar; “gösteri” hakkını kullananlar da bu haklarını kullanmak için copu, TOMA’yı, tazyikli su ve gaz yemeyi göze almak, her gün bu hakların kullanmak için yeniden mücadele etmek zorunda kalıyorlar. Dahası hemen her toplu gösteride gösteriyi düzenleyenler, emniyet güçlerine, yerel yöneticilere bu haklarının yasal olduğunu anlatmak zorunda kalıyorlar. Ve çoğu zaman bütün bu anlatımlara karşın, bu tartışmaların sonu, çoğu zaman, (gösteriye katılanlar yeterince kalabalık, tehdit edici ve kararlı görünmezse) gaz, cop, su,… ile “gösterilerin dağıtılması”na varıyor.
Çünkü egemenler o yasaları kendi özgür iradeleriyle değil, halkın, işçilerin mücadelesinin baskısıyla mecbur kaldıkları için kabul etmişlerdir. Bu yüzden de, ilk fırsatta bu hakları ortadan kaldırmak ya da kullanılmasını engellemek, egemenlerin refleksidir. Onun içindir ki, yukarıda işçilerin, halkların yasalara geçen kazanılmış hakları “kurşun kalemle”, “tebeşirle” yazılmıştır dedik. Çünkü bunları egemenler kaşla göz arasında “silebilecek” biçimde yasalar içinde tutarlar. Halkların, işçilerin dikkati ilk dağıldığında, yazılan haklar “uçar”,  “yok hükmünde” hale gelirler.
Bu yüzden de “İç Güvenlik Paketi”ne karşı mücadele, sadece yasanın Meclis’e gelmesiyle başlayan bir mücadele değil, “paketin” arkasındaki zihniyet dikkate alındığında açıkça görüldüğü gibi, Türkiye’nin demokratikleşme mücadelesinin önemli bir dönemecidir. AKP Hükümeti ve arkasındaki güçler “paket”e karşı olan güçlerin direncini kırarak onu Meclis’ten geçirmeyi başarsa bile, mücadele, “paket”in içeriğindeki düzenlemelere karşı sürmeye devam edecektir. Çünkü mücadele, Laik ve Demokratik Türkiye mücadelesinin bir parçasıdır ve yasanın çıkması durumunda da kesintisiz biçimde sürecektir; sürmek durumundadır.
“Paket”in Meclis’ten geri çekilmesi bile Hükümet’in ve arkasındaki güçlerin bu hakları ortadan kaldırmak için girişimlerinden vazgeçeceği anlamına gelmez. Tersine Hükümet, polis ve yargıdaki kadrolaşması üstünden bu hakları fiilen ortadan kaldırmak için, haklara karşı tutumunu paket yasalaşmış gibi sürdürecektir. Bu, egemen sınıfların bir yönetme tarzıdır da. Çünkü egemenler çoğu zaman önce fiilen bir durum yaratıp, halk, emekçiler karşısında bir mevzi kazanır, sonra onu yasalaştırır! Eğer AKP Hükümeti, bu “paket”i yasalaştıramazsa, bu sefer de onu, elindeki medya, emniyet, yargı ve valilikler üstünden fiilen hayata geçirmeye yönelecektir. Bununla da yetinmeyecek, eğer seçimden yeteri kadar güçlü çıkarsa, “paket”in içeriğini (belki daha da ağırlaştırılmış biçimde) yasalaştırmak üzere yeniden Meclis’e getirecektir!…
Bunun en yakın örneğini daha “makul şüphe” ile ilgli düzenleme çıkmadan pek çok kişinin “makul şüphe” ile gözaltına alındığına, yine bugünlerde daha yasa çıkmadan polisin gösteri yürüyüşlerine yönelik olarak sanki “paket” yasalaşmış gibi uygulamalara girmesiyle görüyoruz.

‘İÇ GÜVENLİK PAKETİ’ HAK VEÖZGÜRLÜK MÜCADELESİNİ SİNDİRMEYİ HEDEF ALMIŞTIR
Kamil Tekin Sürek’in “paketin” içeriğine dair söyledikleri de dikkate alındığında, şu açıkça görülmektedir ki; bu “paket” içindeki düzenlemeler, ne rüşveti, hırsızlıkları, haydutlukları açığa çıkarma, ne IŞİD’in muhtemel saldırlarını önleme, ne de bir takım gösterilerdeki “provokatör” denen kişileri deşifre etme amaçlıdır. Tersine, bu “paket”, doğrudan hak ve özgürlük mücadelesi, demokratik bir Türkiye için “talepte bulunmak” üzere sokağa çıkan, birleşip mücadeleye giren yığınları yıldırmak, sindirmek için getirilmek istenen düzenlemeler içermektedir.
Şunu hiç bir kuşkuya kapılmadan söyleyebiliriz ki, “paket”te baş hedef, özgürlük mücadelesi veren, bunun için geniş kitleleri birleştirmiş, haklarını sonuna kadar kullanacak düzeyde örgütlenmiş Kürt halkıdır. Hele de silahlı güçlerin siyaset sahnesindeki rolünün böyle geriye itildiği bir süreçte, elbette ki, halk yığınlarının taleplerini elde etmek için sokakları, meydanları kullanması daha da önem kazanmıştır. Ki, AKP Hükümeti şimdiden, mücadelenin daha da kitlesel bir karakter kazanarak ilerleme ihtimaline karşı önlem almayı amaçlamaktadır. Bunu Kürt siyasi güçleri de gördüğü için “İç Güvenlik Paketi’nin Meclisten geri çekilmesini Çözüm Süreci’nde adım atmanın önemli bir şartı” olarak öne sürmektedirler.
Elbette ki, hedef sadece Kürtler değildir. İnanç özgürlüğü için, Laik ve Demokratik Türkiye talebi etrafında giderek hızla birleşerek alanlara inen ve giderek daha kitlesel ve taleplerinde daha ısrarlı olacaklarının ciddi işaretlerini veren Aleviler de “paket”teki düzenlemelerin hedefidir.
Yine önümüzdeki dönemde taleplerinde daha bir ısrarlı olacağı anlaşılan işçilerin, kamu emekçilerinin ve tüm diğer emekçi kesimlerin mücadelesini polis-jandarma güçleriyle bastırma ve sindirme de bu “paket”le yapılmak istenen düzenlemelerin hedefidir. Bu yüzden tüm işçiler, kamu emekçileri, talepleri için mücadeleye giren ve girecek olan tüm sendikalar, emek örgütleri, emek güçleri için bu “paket” içindeki düzenlemeler bir tehdittir! Elbette bu paketteki düzenlemeler uygulanırken, talepte bulunan yığınların içinde AKP’ye oy verenlerin olup olmamasına da bakılmayacak, talepte bulunan herkes, bu düzenlemelerin uygulanmasında hedef olacaktır.
Muhafazakarlığın baskısının gün be gün artması, kadın düşmanlığına dayanak olacak “fıtrat””, “eşit değil eşdeğer”, “karma eğitimin kaldırılması”,…gibi tartışmalar eşliğinde sürdürülen kadına yönelik şiddetin yaygınlaşması, hunharca cinayetlere varan saldırganlık karşısında kadınlar taleplerine daha da kitlesel biçimde sahip çıkmaktadır. Bu eğilimin önümüzdeki dönemde daha da artacağı dikkate alındığında, mücadele eden kadın kitlelerinin de “İç Güvenlik Paketi”nin içeriğindeki düzenlemelerin daha çok hedefi olacağı apaçıktır.
Güvenli bir gelecek, laik, bilimsel, anadilde, demokratik, parasız eğitim talebiyle mücadele eden gençliğin mücadelesi egemenler için her zaman zapturapt altına alınması gereken bir tehdit olarak görülmüştür. Önümüzdeki dönemde bu mücadelenin büyüyeceğinin sayısız işareti vardır. Bu yüzden de “İç Güvenlik Paketi” içindeki düzenlemelerin en önemli hedeflerinden birisi de gençliğin talepleri uğruna verdiği mücadeledir.
Son çeyrek yüz yılda daha çok da yaygınlaşan ve bir yanıyla üretici köylülerin topraklarına sahip çıkma öte yandan barınma, daha insanca beslenme ve yaşama mücadelesiyle de birleşerek ilerleyen çevre mücadelesi, tarih ve kültür varlıklarının korunması mücadelesi de tartışılmaz biçimde bu “paket”teki düzenlemelerin meyvesi olacak yeni saldırıların hedefidir.
Aydınların, sanatçıların, akademisyenlerin mücadelesi, bir yanıyla elbette felsefe, bilim, sanat, özgürlükler üstünden entelektüel bir mücadeledir. Ama aynı zamanda, artık bu kitle giderek daha hızlı biçimde işçileşme sürecindedir ve emekçi bir toplumsal kesim olarak da, talepleri uğruna mücadele eden, etmesi gereken bir kitledir. Bu yüzden de aydınlar, sanatçılar, akademisyenlerin, gerek emekçiler olarak daha iyi yaşama ve daha uygun koşullarda mesleklerini yapma mücadelesi, gerekse bilimsel, laik, demokratik bir bilim ortamı, sanat ve bilim üstündeki her tür baskının kaldırılması mücadelesi, paketin içerdiği düzenlemelerin hedefidirler.  

***
Türkiye’nin demokrasi güçleri, emek güçleri, sınıf partisi ve demokrasi mücadelesi vermekten yana tüm çevreler, “İç Güvenlik Paketi”ni bu bütünlük içinde ele almak durumundadır. Yine işyerlerinde, hizmet kurumlarında, emekçi semtlerinde, üniversitelerde, akademisyenler arasında kent ve kırlardaki yaşanılır bir kent ve toprakların, havanın, suların korunması mücadelesinde “paket”in içeriğinin teşhiri, bu düzenlemelere karşı mücadele edecek güçleri birleştirmek, emek ve demokrasi güçlerin başlıca sorumluluğudur.

Dinin siyasallaşması, terör ve İslam

Paris’te Charlie Hebdo dergisinin çizer ve yazarlarının katledilmesi, bu katliamın dünyada

uyandırdığı infial, “İslam ve terör” tartışmasını yeniden sıcak gündemin ön sırasına çıkardı.

Elbette tartışma belki Charlie Hebdo üstünden alevlendi, ama gerçekte, Charlie Hebdo

saldırısı sadece tartışmanın güncelleşmesinin vesilesi oldu.

Çünkü son 10-15 yıl içinde, El Kaide’nin infial uyandıran eylemleri, IŞİD’in Suriye ve

Irak’ta geniş bir toprak parçalarını ele geçirerek, devletlere kafa tutacak kadar güçlenip bir

“İslam Devleti” ilan etmesi, Boko Haram’ın “Sahraaltı İslam ülkeleri”nde (Nijerya, Nijer,

Çad, Gana, Libya,…) IŞİD’e benzer bir yolla devlet ilan etmeye yakınlaşması,… Bu eylemleri

İslam dünyasında sempatiyle karşılayan binlerce gencin Avrupa ülkelerinden bile çıkıp savaş

bölgelerine gitmesi,…. Kelle kesme videolarının internet üstünden yayımlanması, farklı din

ve mezhepten kimselerin ibadethanelerinin dinamitle uçurulması, “ılımlı İslamcı” çevreler

güç ve itibar kaybederken El Kaide, IŞİD yöntemlerinin yaygınlaşıp taraftar toplaması,…

“gerçek İslam”, “Terörizm ve İslam”, “laisizm ve İslam”, Avrupa ve Amerka’da “İslamofobinin

yükselmesi”,… gibi konuları öne çıkartıcı bir ortam yaratmış, bu açıdan yeterince baskı

oluşturmuştu. Zaman zaman gündemin gerilerine düşmüş görünseler de, gerçekte, sözü edilen

konular, son yıllarda bir yandan siyasetin öte yandan da din otoritelerinin gündemi olarak zaten

öndeydi.

Elbette, bir makale ile bin-iki bin yıllık bu tartışmaların sonuçlandırması beklenemez. Bu

yüzden, bu yazının sınırları içinde, güncel siyasetin ortaya attığı sorulara ve tartışmalara bir

açıklık getirmeye çalışacak, olup bitenin anlaşılması ve gidişata müdahale için ortaya çıkan

imkanları tartışacağız.

DİN VE DİNİN SİYASALLAŞMASI

Nasıl bir “tanrı” tanımı, nasıl bir “dünya” ve “öteki dünya” tasarımı, nasıl bir “ibadet”

(tapınma) sistemi, nasıl “sevaplar” ve “günahlar” tarif,… ettiklerinin ötesinde, başlıca dinler,

tarih sahnesine çıkarlarken, iki konuda ortak tutum içinde olmuşlardır.

1-) Ezilenlere, yoksullara, kölelere hitap ederek, onların acılarını anladıklarını; “yüce

yaradan”ın, onları kurtarmak için, bütün eski inançlarını (dinlerini) terk ederek günahtan

kurtulmalarını ve bu yeni dine sarılmalarını istediğini söyleyerek, bu dünyanın acıları karşısında

“sabır” öteki dünyadaysa “kurtuluş” (cennet) vaat etmişlerdir. Böylece, bütün sınıflı toplumlarda

büyük çoğunluğu oluşturan yoksul halk yığınlarının arasında kendi inançlarının yayılmasını

amaçlamışlardır.

2-) Dinler, tarih sahnesine çıkarken, çok küçük bir azınlığın inancı olarak çıkmışlardır.

Bu yüzden de dinin peygamberi ve ilk büyükleri, çoğunluğun baskısına karşı herkesin

inancında özgür olmasını, bütün dinlerin inançlarını barış içinde yaşamalarını savunmuşlardır.

Bu, aslında çoğunluğun inancı (dini) karşısında kendi inançlarını savunabilme, eski inanç

sahiplerinin kendilerine karşı şiddet uygulamasını önleme, kendilerine özgürlük alanı açmak için

başvurdukları, başvurmak zorunda kaldıkları bir “taktik” de olsa, böyleydi.

Yani bilinen başlıca dinler, bir yandan geniş toplum kesimlerine yokluk-yoksulluk içindeki

kölelere, serflere, savaş esirlerine, en yoksullara bu dünyada çektikleri acılarını azaltmayı,

“öteki dünya”da tam kurtuluşu (cenneti) vaat ederken, aynı zamanda “barış” ve herkesin kendi

dinine göre inanıp yaşayabileceği, “inanç özgürlüğü”nün geçerli olacağı bir toplumu da vaat

etmişlerdir.

Ancak uzun ya da nispeten kısa dönemde, dinler, yayılıp egemen inanç haline gelmeye

başlamalarıyla birlikte, egemenler tarafından benimsenmiş, toplumu yönetmenin etkin bir aracı

olarak kullanılmaya başlanmışlardır. Böylece; ibadet biçimleri, tanrı tarifi, dünya tasarımları,

ritüelleri,… çok değişmese de (ki yaygınlaştıkça yeni inançlarla karşılaştıkça bunlar bile ülkeden

ülkeye, bölgeden bölgeye değişikliğe uğramıştır), yoksullar ve acılarına dair söylemler korunsa

da, gerçekte, egemenlerin iktidarlarını ve mülkiyetlerini meşrulaştıran bir içerik ve tutum

kazanmışlardır. Ve elbette böyle bir değişimle; yoksulları kurtarma iddiası ve inanç özgürlüğünü

savunusuyla ortaya çıkan yeni din, egemen din haline gelince; eski din ve diğer inançları egemen

din adına sınırlama, denetim altına alma, yasaklama, egemen din dışında inanca sahip olanları,

“kafir”, “yok edilmesi gereken günahkarlar” ilan etme,… amaçlı yeni özellikler kazanmıştır.

Böylece din; egemenlerin ülkeyi yönetiminin, egemen siyasetin bir aracına; bazen toplumu

zalimin zulmüne boyun eğmeye ikna etmenin, bazen baskı ve zulme baş kaldıranları kılıçla

hizaya getirmenin, “egemenin hakkı” olarak kutsamanın, çoğu zaman da her ikisini birden

yaparak, egemenlerin halk yığınları üstündeki egemenliğini meşrulaştırmanın silahına

dönüşmüştür. Ve tabii egemen sınıfların elinde din, egemenler için, aynı zamanda diğer ülkeleri

zapt etmenin ve başka ülkeleri yağmalamanın, ele geçirmenin dayanağına dönüşmüş; yoksul

inançlı kitleler, din uğruna egemenlerin yağma ve sömürü dürtüsünün askerleri olarak cephelere

sürülebilmiş; aynı sınıftan insanlar birbirlerini “din uğruna” boğazlamışlardır.

Egemen sınıfın, sahiplenip ülkeyi ve toplumu yönetmesinin aracına dönüştürmesiyle, yeni

din, artık egemenlerin hizmetine giren “din ulularınca”, “ulemaca” elden geçirilmiş, kutsal kitap

ve peygamberlerin söyledikleri yeniden yorumlanmış; din, sistemin ihtiyacına uygun olarak

yeniden, yeniden biçimlendirilmiştir. Ve bu biçimlendirmeler, yeniden yorumlar (bunlar hep

siyasetle iç içe geçmiş yeni din kavgaları biçimde sürmüş) içinde “yeni dinler”, mezhepler,

tarikatlar, cemaatler,… sistem ve ona bağlanmış resmi din tarafından “meşru” ya da “sapkın

görülen yeni “inanç toplulukları” oluşmasıyla birlikte yürümüştür.

Kısacası dinler yaygınlaşıp geniş topluluklar içinde yayıldığında, egemenler, eski dinlerini

bir yana bırakıp, “yeni din”i benimsemekte, halk yığınları üstündeki egemenliklerini böylece

yenilemekte pek az tereddüde düşmüşler, yeni inanış biçimleri eskilerini yerlerinden sürüp geniş

kitleler tarafından benimsendikçe onlar da yenilikleri –şüphesiz çıkarlarıyla uyumlandırarak– en

ileriden sahiplenmekten geri durmamışlardır.

DİNLERİN SİYASALLAŞMASI VE TERÖR

Dinlerin yayılması ve egemenler için toplum yönetmenin bir aracına dönüşmesi, dolayısıyla

dinin siyasallaşması (siyasetin dinileşmesi) süreci içinde varılan noktadan geriye bakan kimi

düşünürler; “gerçek bu değil, gerçek din ilk çıktığı denemde yoksuldan yana, ezilenden yana”dır

diyerek, “gerçek din bu değil” tartışmasını tarihin değişik dönemlerinde yapmışlardır.

Hatta öyle ki; dinlerin doğuşu yıllarındaki yoksulların acılarını azaltmak iddiaları ve bu

doğrultuda geliştirdikleri “din kardeşliği” dayanışmasına, kutsal kitapta “tüm kulları eşit gören

tanrı kelamı”na dayanarak “din adına” egemenlerin zulmüne başkaldırmalara, hatta Kilise’ye

karşı eşitlik, adalet talepleriyle yürütülen mücadelelere bakan bazı 18. yüzyıl ütopik sosyalistleri

“Hıristiyan sosyalizmi” denecek bir sosyalizm türetmeye kalkışmışlardır. 20. yüzyılda benzer

bir eğilim İslam dünyasında aydınlar içinde yayılarak, 20. yüzyılın ikinci yarısında Ortadoğu,

Kuzey Afrika gibi İslam dünyasının önemli bir bölümünde “Müslüman sosyalizmi” programları

ile BAAS tipi partiler ve “sosyalist cemahireye”ler kurulmuştur.

Ancak “Hıristiyan sosyalizmi” dünyanın uzak köşelerinde kimi tarikatların ütopik

girişimleriyle sınırlı kalırken, “İslam sosyalizmi” fikri Sovyetler Birliği’nin destek verdiği askeri

darbelerle işbaşına gelen kısa ömürlü diktatörlükler olarak kurulmuş, ama kısa bir süre sonra ya

faşizan ya da şeriatçılığı bayrak edinen kişisel diktatörlüklere dönüşmüştür.

“Tek tanrı”lı ve sonuçta Musevilikten ilham alarak (ilhamdan da fazla şeyler alarak)

türeyen üç din olarak, Musevilik, Hıristiyanlık ve İslam’ın evrimi, yukarıdaki özetlenen genel

saptamaların dışında değildir. Belki Musevilik “kavim dini” olmasıyla Hıristiyanlıktan ve

İslam’dan farklı özellikler gösterse de, tarihsel süreçte o da benzer bir yol izlemiştir.

EGEMENİN ŞİDDETİNİ KUTSAYAN DİNİN ŞİDDETİ KULLANMASI

Ama konumuz olan “İslam ve terör” ilişkisinde bir yaklaşım sunmak için, Hıristiyanlıkla

İslam’ın tarihsel gelişim sürecine ana çizgileriyle bakmak yararlı olacaktır.

Öncelikle belirtmek gerekir ki, Hıristiyanlığın bir din olarak, İsa’nın doğumu kabul edilen

Miladi 0 (sıfır)’dan 30 yıl kadar sonra belirmeye başladığı kabul edilirse, İ.S. 325 ‘te Roma’nın

Hıristiyanlığı meşru, hatta imparatorluk dini olarak tanımasına kadar geçen 300 yıl boyunca,

bu din, yer altında nispeten küçük toplulukların, illegal cemaatlerin, kölelerin, ezilenlerin, en

yoksulların dini olarak kalmıştır.

MS 325’ten itibaren Roma’nın Hıristiyanlığı devlet dini olarak benimsemesiyle birlikteyse,

Hıristiyanlık, önce Roma’nın diğer halklar üzerindeki efendiliğini kutsayan “tanrısal erk”

olurken, Roma’nın çöküşünden sonra da, feodal krallıkların, derebeyliklerin egemenliklerine

göksel (tanrısal) onay veren, serflerin ve öteki ezilenlerin feodal sömürüye ve zorbalığa

boyun eğmelerini Hıristiyan olmanın şartı olarak, Hıristiyan ahlakının temeline koymuştur.

Ve nihayet, feodal Avrupa’da, İslam’a karşı Hıristiyanlığın Avrupa’sını korumayı da üslenen

Kilise, girişimlerini; Avrupa’nın açlıktan, hastalıktan, savaş ve kıyımlardan kırılan yoksul

Hıristiyanlarını silahlandırarak, Hıristiyanlığın kutsal kenti Kudüs’ü Müslümanlardan kurtarmak

üzere Haçlı Seferleri düzenlemeye kadar vardırmıştır.

Haçlı Seferleri, her ne kadar Papaların, Kardinallerin, papazların düzenlediği Hıristiyan

yoksulları “din uğruna şehit ya da gazi olarak” ruhlarını kurtaramaya çağıran din savaşları gibi

görünse de, gerçekte, kasaları boşalan kralların, ayaklarının altındaki toprak kayan derebeylerin

“Doğu’nun zenginliklerini yağmalama” seferleridir.

Sonrasını da biliyoruz. Sistemler, sömüren sınıflar değişmiş; din dünya işlerinden bir

adım geri çekilmişse de, Hıristiyanlık sermayenin sömürüsünün, dünyayı yağmalamasının,

sömürgeciliğin, giderek de emperyalizmin ön cephesindeki en etkili ve gözde silahı olmaya

devam etmiştir, etmektedir. Hem sömürüye ve zulme başkaldıran işçi sınıfı ve mazlum

halklara boyun eğmeyi öğütleyerek, hem zalim sermaye ve emperyalist tekellerin sömürüsünün

meşruluğuna “kitap”ta yer bularak, görevini sürdürmektedir.

Yani doğuşundan itibaren 300 yıl boyunca “din” olarak yoksulların acılarını anlayıp azaltmak

için, hiç olmazsa öteki dünyada kurtuluş için bu dünyada sabır öğütleyen Hıristiyanlık, devlet

dini haline gelmesiyle egemen sınıfların çıkarlarına bağlanıp egemen siyasetin emrine girerek,

askeri sefer düzenleyen, yağmaları, cinayetleri, tecavüzleri kutsayan, yoluna çıkan farklı

inançların ya da kendi inancından olanların da katline onay vermekten çekinmeyen, zalimi

kutsayan bir dine dönüşmüştür.

Herhalde o gün de (bugün de) kimi Hıristiyanlar; “Hıristiyanlık bu değil” diye

haykırmışlardır. Ama, önce feodal ve ardından kapitalist düzen ve Papa’nın, Kardinallerin

“Hıristiyanlık” dediği Hıristiyanlık sürüp gitmektedir.

İSLAM NEREDEN NEREYE GELDİ?

300 yıl boyunca “sadece din” olarak, inanç olarak kalan Hıristiyanlık, Roma’nın ve sonraki

egemenlerin siyasetinin aleti haline geldikçe nasıl ki kılıca sarılıp, kralların, derebeylerin,

kapitalistlerin sömürü ve yağmasının sürülmesinin silahına dönüşmüşse, İslam da aynı gelişme

çizgisini izlemiştir. Ama çok daha çabuk bir biçimde.

İ.S. 610’da Hz. Muhammed’e gelen lik “vahy” ile ortaya çıktığını kabul edersek, İslam, daha

ortaya çıkmasından birkaç yıl sonra silaha sarılıp Mekke’nin köle sahiplerine karşı savaşan bir

din olmuştur.

İlk Müslümanların, kölelerin yanı sıra Mekke’nin ileri gelen tüccar ailelerinden gelen kişilerin

de olmasıyla, İslam, hızla egemenlerin dini haline gelmiştir. Ve daha Hazreti Muhammed, hem

peygamber hem de yeni devletin başı olmuş, putperestlere karşı verilen savaşları yönetmiştir.

İlk Halife Ebubekir’in’in İ.S. 634’te ölmesinden sonra Halife olan Hazreti Ömer, 3. Halife

Osman ve Büyük halifelerin dördüncüsü olan Hazreti Ali (ilk dört halifenin üçü) katledilerek,

nerdeyse kanlı iktidar değişimlerinin habercisi olmuşlardır.

Sonra Muaviye ve ardılları, Hazreti Ali yandaşlarını, bu arada Peygamberin torunu Hazreti

Hüseyin’i, akraba ve yandaşlarını katlederek Emevi hanedanlığını kurmuş; başkenti de, çöl

ortasındaki Mekke’den ticaret ve kadim uygarlıkların kesiştiği merkez olan Suriye’ye, Şam’a

taşımışlardır.

Öte yandan genç İslam devleti, daha ikinci Halife Ömer döneminde, Musevilerin ve

Hıristiyanların kutsal kenti (her iki dinin de doğduğu kent kabul edilen) Kudüs’ü ele geçirmişti.

Ve daha İslam’ın tarih sahnesine çıkışının üstünden yüz yıl geçmeden, İslam orduları, bir

yandan Orta Asya’da Çin sınırına, öte yandan da Kuzey Afrika’yı baştan sona zapt ederek

İspanya’nın ortasına vardığında, tarih İ.S. 711’dir.

HIRİSTİYAN DÜNYASINDA İSLAMOFOBİ YENİ Mİ?

Elbette bu kadar kısa sürede bu kadar fetih, İslam’ın ilham ve teşvik ettiği fetih ruhu ve genç

ve yeni egemen sınıfın yeni topraklar, yeni servetler ele geçirme isteği ile açıklanabilir. Ama

resmi tarihte denildiği gibi, İslam bu anarşi içindeki topraklara düzen ve adalet götürdüğü için

fetih orduları gülle karşılanmamıştır. Bütün bu fetihler, ilhaklar kanla, kılıç zoruyla olmuştur.

Hele de bu toprakların 300-500 yıldır Hıristiyanlığın egemen olduğu (aynı zamanda ilk

yayıldığı) topraklar olduğu dikkate alındığında, Avrupa merkezli olarak Hıristiyan dünyasında,

“İslam orduları geliyor. Topraklarımızı, dinimizi, ülkemizi koruyalım” kaygı ve korkusunun

bütün kaygı ve korkuların önüne geçtiğini söylemek yanlış olmaz. Dahası, Kilisenin, kralların,

derebeylerin bu korkuyu daha da kışkırtarak, halkı yanlarına çektikleri de herhalde tartışılmazdır.

Dahası, önce Selçuklu’nun Hıristiyan toprağı Anadolu’yu önemli ölçüde zapt etmesi,

arkasından Osmanlı’nın Bizans’ı da yıkarak Viyana kapılarına dayanmasının, Avrupa’da ikinci

bir “Anne, Müslümanlar geliyor” korkusu yarattığı resmi tarih tarafından da övünülerek kabul

edilen bir gerçektir. Bu korkuyu da yine Kilise’nin, çöken derebeyliklerin ve kralların kendi

çıkarları için kullandığı dikkate alındığında, bugün İslamofobinin Avrupa için yeni olmadığını,

İslamın ilk yüzyıllından başlayıp gelen bir korku olduğu ve bunu Avrupalı egemenlerin ihtiyaç

duydukça kullandıkları ve kullanacaklarını bilmek için kahin olmaya gerek yok.

Buradan bakıldığında, bugün Avrupa’da yükselen işsizlik ve yoksulluğun yanı sıra artan

İslam nüfusu ve bunlara eklenen İslam adına ortaya çıkan vahşi terör eylemlerini kullanan ırkçı,

faşist odakların bu çelişkilerden yararlanarak İslam’ın Avrupa’yı ele geçirmesine karşı yeni bir

Hıristiyan başkaldırısı örgütlemek üzere harekete geçmeleri için tarihsel dayanakların fazlasıyla

olduğunu görüyoruz.

Ve elbette ki, bin 500 yllık İslam tarihinin ilk bin yılının Hıristiyanlığa karşı fetih yüzyılları

olması ve bunun bir 300 yılının da “Haçlı seferleri” denilen sıcak savaşları kapsaması dikkate

alındığında, bu fetihlerle savaşların “İslamofobi”nin yaratılması ve sürmesinde başlıca dayanak

yapıldığını söylemek yanlış olmaz.

Yani Hıristiyan dünyasında İslamofobi yeni keşfedilmiş ya da hiçbir tarihsel gerçekliği

yokmuş da bugün suni olarak uydurulmuş bir şey değildir. Bugün yeni olan, İslam adına ortaya

çıkan terör örgütlerinin infial uyandıran eylemleri karşısında ırkçı şoven güçlerin bu tarihsel

korkuyu uyandırmak için yaptıkları güncelleştirmelerdir.

GERÇEK İSLAM YA DA GERÇEK HIRİSTİYANLIK VAR MIDIR?

Yani, tabiri caizse İslam, Hıristiyanlıktan farklı olarak, elinde kılıçla doğmuş ve daha

başından itibaren iktidar değişimleri kanlı katliamlar ve taht kavgalarıyla ilerlemiş bir tarihe

sahip olmuştur. İsmaili Mezhebi ve onların büyük şeyhi Hasan Sabbah ise, suikastları, bireysel

terörü, siyasi amaçları için kullanmada, buna İslam’da yer bulmada bütün çağdaşların aşan bir

yetenek göstermiştir.

Bütün bu fetihler, kanlı taht kavgaları ya da din ve mezhep savaşları içinde, işkence, deri

yüzme, kelle vurma gibi terör örnekleri hep İslamı koruma, İslamı yayma “gerçek İslam’ı

savunma” adına sürüp gelmiştir. Sömürülen yığınları bırakalım, rakip ülkelerin Müslüman ya

da Hıristiyan prens, sultan vb. yöneticilerini bir yana koyalım, Fatih Sultan Mehmet’ten itibaren

yasaya bağlanıp meşrulaştırılan Sultan oğlu (Şehzade) ve kardeş boğdurmaları hep “Osmanlı’nın

bekası” ve “yeryüzündeki gölgesi” Sultan olan “İslam’ın yüceliği” uğrunadır!

Antikapitalist Müslümanların önde gelen isimlerinden İhsan Eliaçık, Evrensel’deki

röportajında bu tabloyu bugün İslamcı teröre “meşruiyet” kazandırmak isteyenlere yanıt vererek

şöyle çiziyor: “Evet, ‘Batılılar geldi bizi işgal etti, onlar da Irak’ta 1 milyon kişiyi öldürdü,

öfke dolu bir kuşak doğdu, Batı İslam dünyasının örgütlerini terörize etti, onların şiddete baş

vurmasına yol açtı, bu örgütleri onlar yarattı’ deniyor. Ama bana göre bunun ortaya çıkan

tabloya etkisi yüzde 1 bile değildir. Yüzde 99’u içeridedir. Bu görüşlere sığınanların şuna cevap

vermesi gerek; İslam’ın ilk 3 halifesini kim öldürdü? Batılılar mı yaptı bunu? Kerbela’yı kim

yaptı? Batılılar mı? Mekke’yi, Medine’yi basıp kim ateşe verdi?… Sulh yoluyla el değiştiren

bir tane iktidar yok İslam tarihinde. Hep kanlı darbe, kılıç. İslam tarihi bu açıdan kendisiyle

yüzleşmesi gereken kanlı bir tarihtir.”

Eski Diyanet İşleri Başkanı Ali Bardakoğlu da Hürriyet’teki söyleşisinde Erdoğan-
Davutoğlu ve yandaş basın aracılığı ile sürdürülen “İslamofobi Batılıların eseri” ve “İslam’da

olmayan terör olaylarını kullanarak Batılılar oluşturuyor” tezine karşı “içeriden” yanıt veriyor:

“İslamofobinin Müslümanlar aleyhine gelmesinde İslam adına fotoğraf verenlerin çok büyük

rolü var. Sorumluluğu var. Ama asıl sorun İslam entelektüellerinde… İki nedenden dolayı böyle;

Bir, bir kısım İslam etelektüeli böyle sorunlu bir kitle yetiştirdiği için,… İki; bir kısmı da sustuğu

için.”

Çünkü diyor Profesör Bardakoğlu; “Din ideolojik oldu. Din ideolojilerle yer değiştirdi.

Kavgalar din üzerinden verildi. Herkes dinde kendini meşrulaştıracak veya ötekini dışlayacak

argümanlar seçme yarışına girdi. Bireye özgürlük tanımak şöyle dursun kimi sevip kime karşı

olunacağına kadar inen prototip Müslüman modeli sunuldu.”

El Kaide, IŞİD, El Nursa, Boko Haram gibi örgütlerin, kestikleri kafaları videoya alıp

internetten yayımlamaları, kaçırdıkları ya da ele geçirdikleri bölgelerde kendileriyle aynı

inançtan olmayan kadınları, kızları Müslüman erkeklerle evlenmeye ve din değiştirmeye

zorlamaları ya da köle olarak satmaları gibi uygulamaların ortaya çıkmasıyla, dini daha ılımlı

siyasetin aleti olarak kullananlar ya da İslamcı teröre karşı çıkanların önemli bir bölümü;

“Gerçek İslam bu değil”, “İslam barış dinidir”, “İslam başka inançlara saygı gösteren bir

dinidir”,…diyerek İslam adına terörü kullananları eleştirirken, İslam’ı ılımlı siyasetin dayanağı

olarak kullanmaya da devam etmektedirler ya da kullanılmasını meşru görmektedirler.

Oysa ortada bin 500 yıllık bir din kültürü vardır ve bugün bu kültür üstünden hareket

edenlerin, dini siyasetlerinin vurucu gücü haline getirenlerin kendilerini “terörle”

ayıramayacakları da ortadadır. Nitekim örneğin Türkiye’yi yöneten parti ve hükümetinin

sözcüleri ile El Kaide ve IŞİD sözcülerinin mantığı ve amaçları arasında bir fark yoktur. Sadece

“üslup farkı” vardır.

Eliaçık, yukarıda sözü edilen röportajda buna “gömlek farkı” diyor: “Türkiye’de hükümetin

de desteklediği din algısı, bu tür saldırıları bizim ülkemizde de kendisine hak gören insanları

açığa çıkarır. Bugün Türkiye’deki ortalama bir cemaatte mevcut din anlayışıyla eğitilen bir

genç 3 gömlek sonra IŞİD’cidir.” “İslam’ın adaletli, eşitlikçi, barışçı mesajı Kerbela’da toprağa

gömülmüştür. Ebuzer’in ölümüyle, üç halifenin katledilmesiyle, Mekke, Medine’nin basılmasıyla,

Kerbela’da Peygamberin torunlarının toprağın altına gömülmesi, Hüseyin’in kafasının kesilip

saraya gönderilmesiylebu iş bitti. Ondan sonrası nedir; kanlı imparatorluklar tarihidir.”

Peki bırakalım İslam’ı, daha genel soralım: “Gerçek din ve gerçek olmayan din” diye bir

ayrım yapılabilir mi?

Yukarda çok kısaca özetlediğimiz haliyle Hıristiyanlık ve İslam’ın gelişimine şöyle bir

bakmak bile, dinlerin her dönemde o dönemin siyasetine göre içerik değiştirdiğini göstereceği

gibi; her dönemde egemen sınıfın çıkarına göre yenilenen içeriğe de, kutsal kitaplarda,

hadislerde ya da din ulularının yorumlarında dayanak bulunduğunu görürüz.

Çünkü din bilim değildir. Bu yüzden de, “Şu din bu dinden daha iyidir”, “Şu din yanlış bu

din doğrudur”, “Şu din gerçek bu din gerçek değildir”,… denemeyeceği gibi, “Müslümanlık bu

değildir” de denemez. Çünkü din; inançtır, nasıl inanılıyorsa öyle olan bir şeydir ve bu yüzden

eğer gerçek aranıyorsa, “Bir dine ne kadar inanan varsa o kadar ayrı din anlayışı vardır” demek

gerçeğe en yakın olandır. Haydi biraz daha yakından bakalım, en fazla belirli bir din otoritesi kişi

ya da ulema grubu etrafında bir araya gelen “topluluklar”, çeşitli örgütler vardır. Ama her biri

ötekine göre “daha gerçek İslam”dır. Ama sadece o anlayışla birleşenler için.

Eğer din bilim olsaydı, “doğru din”in kanıtları gösterilir, yanlış olanlar dışlanır, “bilim

dışı” ilan edilir, sorun da ortadan kalkardı! Az çok dinlerin ne olup olmadığı tartışmasının

başlamasından beri, gerek dinin içindeki “din büyükleri”, gerekse teologlar, “gerçek İslam

şudur”, “gerçek Hıristiyanlık budur” (bu diğer dinler için de geçerli) denilebilecek bir “gerçek

din” tanımı yapamamışlardır. Tersine her “gerçek din” tanımlama girişimi, yeni dini yorumlar,

yeni mezhepler, yeni tarikatlar, yeni cemaat oluşumlarıyla, dinin kendi içinde parçalanmalarla

sonuçlanmıştır. Gerek Hıristiyanlık, gerek Müslümanlık (Yahudilik ve diğer bütün dinlerde de

geçerli bu) sayısız mezhep, tarikat, cemaat buradan çıkmıştır.

Nitekim bugün; Müslüman Kardeşçi ulema ya da siyaset erbabı; vahşi katliamlar, Şii camileri

ve diğer dinler ve mezheplerden kişilerin ibadethanelerinin bombalanmaları karşısında, “gerçek

İslam bu değil” dediğinde, IŞİD’ci, El Kaideci, Boko Haramcı, ulama “hayır, gerçek İslam

bizim değimizdir, bizim uyguladığımızdır” diyerek daha çok kanıt ileri sümektedir. Nitekim

İslamcı terörist gurupların “ruhani liderleri” de tanınmış “din adamları” olduğu gibi, pek çok dini

çevre de IŞİD’e, El Kaide’ye “dini kaynaklara” dayanarak ciddi bir itirazda bulunamamaktadır.

Bugüne kadar da hiçbir ciddi Sünni ulama topluluğu ya da dini otorite sayılan kişi ya da

kurumun İŞİD’i, El Kaide’yi ,… “İslam dışı” ilan ettiği duyulmadı.

Örneğin ülkede İslam ve terör ilişkisi konusunda Hükümet cenahı ve yandaş basın “bu

Müslümanlık değil” diye ortalığı toza dumana katarken, yolsuzluk, rüşvet ve özgürlükleri

gasp etme gibi konularda yandaş basını bile geride bırakarak Hükümete hınk deyicilik yapan

Yeni Akit gazetesinin yazarı Faruk Köse, İslam’da barışın olmadığını öne sürüyor ve ekliyor

“İslam savaş dinidir de!” “Kur’an’da savaş anlamına gelen kıtâl kelimesi 13 yerde… mukatele

ve türevleri 57 yerde.. katl kelimesi ve türevleri 170 yerde, harb..,11, cihad ve türevleri 41

yerde geçiyor. Barışsa sadece 6 yerde. Pratik de savaşa dairdir. … Ben rahmet ve savaş

peygamberiyim’ buyuran Rasullullah (sav)in, 10 yıllık Medine hayatında 25 kez bizzat savaşa

iştirak ettiği, 50 de seriyye gönderdiği biliniyor.” Diyerek, teröre, barış düşmanlığına ayet ve

hadisler üstünden kanıtlar da gösteriyor.

Bundan da anlıyoruz ki, “İslam bu değil” diyenlerin de yine İslam’ın içinden “Hayır İslam

budur” diyenlerin de ciddi kanıtları vardır.

Daha üç yıl önce Diyanet İşleri Başkanı olan Ali Bardakoğlu; bu durumu kabul ediyor.

14 Ocak 2015’te Hürriyet’e konuşan Bardakoğlu; “İslam dünyasında mezhep çatışmalarında

kan akıyor, birbirinin camilerini bombalıyorlar. Sünni ve Şii ulema bir araya gelip tavır

alamıyor. Aksine kendi mezhep mensuplarını haklı çıkaran karşıt fetvalar yayımlıyorlar. Çeşitli

alimler sürekli cihat, tekfir ve canlı bomba fetvaları veriyorlar. Bütün bunlar sorun büyütüyor.”

diyerek, bugünün İslamcı örgütlerinin terörüyle “dini otoriteler” arasındaki bağlantıyı ortaya

koyuyor.

İSLAM İÇİNDEN ÇIKAN TERÖRE KARŞI MÜCADELE

Mantık çerçevesinde kalırsak; elbette ki “İslam bu değil” diyenler de, en az budur diyenler

kadar haklıdırlar. Ancak İslam içindeki terörist odaklara karşı mücadelenin, “İslam bu değil”

denerek, bu terörist odaklar “İslam dışı” görülerek, yapılan terör eylemleri “provokasyon”

olarak açıklanarak yapılamayacağı da açıktır. Tersine bunların İslam içindeki akımlar oldukları,

gıdalarını İslam’dan aldıkları ve ona göre mücadele edilmesi gerektiği benimsendiği ölçüde bu

mücadele anlamlı olacaktır.

Hürriyet yazarı Taha Akyol; yaşananları “İslam’ın Ortaçağından kurtulamamış olması”na

bağlıyor ve Taraf gazetesine verdiği röportajda şunları söylüyor: “Cihatçılara ‘bizim yaramaz

çocuklar’, ümmet anlayışına da kabile zihniyeti gözüyle bakmak yanlış, İslamcılar şiddete

başvurduğunda bunu önce ağırbaşlı Müslümanların eleştirmeleri gerekiyor!” Akyol; Hükümetin

Charlie Hebdo cinayeti karşısındaki tutumunu da eleştiriyor: “Müslümanların İslamofobiyi

eleştirdikleri kadar İslam’ın içindeki mütaassıp, dar kafalı eylemci grupların inanç sistemlerini

de eleştirmeleri gerekir. Paris’teki katliamı kınanmanın yolu ‘Biz her türlü teröre karşıyız’

demek değildir. ‘Biz terörün temelindeki şu İslam anlayışına da karşıyız’ diye konuşmak lazım”

diyor.

DİNİN SİYASALLAŞMASININ ÖNÜNÜ LAİSİZM KESER

Başka bir biçimde söylersek; din kaynaklı teröre karşı mücadele de, “daha iyi bir İslam”

fikriyle değil, dinin siyasetin, devletin dışına çıkarılması ve devletin dine karışmadığı bir

mevziye çekilmesiyle mümkündür. Çünkü bugün örgütlenip eline silah almış oldukça geniş

bir desteğe de sahip bir güç olarak, IŞİD, El Kaide,… gibi örgütler, ”gerçek İslam budur”

demektedir ve oların “gerçek İslam’ı” tüm dünyanın İslam değerlerin egemen olduğu bir dünya

olması için savaşmaktır. Bunu gerçekleştirmek üzere katliam, yağma, kadıların ve erkeklerin

köle pazarlarında satılması, halkların yerinden yurdundan sürülmesi,…türünden her yolun

“İslam’ın emri” olduğun savunmaktadırlar. Ki, “gerçek İslam mı değil mi” tartışması da,

siyasetin dini kullanmak, onu siyasetin aleti yapmak üzere başlattığı bir tartışmadır.

Elbette kimi İslami çevreler de İslamcı terörist örgütlerin vahşi eylemlerinin İslam’la ilgisi

olmadığını söylemekte, dolayısıyla İslami alanda böyle bir polemiğin sürüp gideceği açıkça

görülmektedir.

Ama şu da bir gerçek ki, konuları değişik olsa da, “ne İslam ne değil”, “hangi İslam gerçek

İslam” tartışması bin 500 yıldır bir adım ileri gitmeden sürmektedir ve bugün de bu tartışmada

bir adım ileri gitmenin imkanı yoktur. Sonuçta her zaman olduğu gibi, “doğru İslam galip

gelenin İslam anlayışı” olmaktadır! Ta ki bir başka güç tarafından o anlayış alt edilene kadar.

Şimdiye kadar da hep, galip gelenin İslam anlayışı egemen olmuş, “galipler mağluplerin ak

libaslarına silmiştir kılıçlarının kanlarını!”

İnsanlığın, bugüne kadar başlıca dinler içindeki ve arasındaki kavgayı sona erdirmesinin

yolu, sorunu, din ve “gerçek din” tartışmasından çıkarmak, dini devletin, siyasetin alanı dışına

çıkarmak, bunun öteki yüzü olarak da, aynı zamanda devleti de dinin alanından çıkarmaktır.

Böylece siyasetin dışına çıkmasıyla, din, kişiyle inandığı tanrı arasında kişisel bir ilişkiye

dönüşmekte ve bir tartışma konusu olmaktan çıkmaktadır. Laisizm de aslında budur.

Avrupa, bin yıl süren din ve mezhep savaşlarına, laisismi benimseyerek son vermeyi

başarmıştır.

Elbette sınıfların olduğu bir toplumda egemenler dini kullanmak için her fırsatı

değerlendirmektedirler. Bu yanıyla da laisizm en gelişkin burjuva demokrasilerinde bile

kör topal işlemektedir. Ama laisizmin sınırlı bir biçimde bile toplumsal kabul görmesi, din

konusundaki tartışmaların mezhep ve din savaşlarına yol açacak düzeyde büyümesini önlemiştir,

önlemektedir.

Hele de Ortadoğu gibi, bu tür İslamcı terör organizasyonlarının, mezhepçi gerici siyasi

güçlerin fink attığı, dahası bunların ülke yönetimlerinde etkin biçimde yer aldığı bir bölgede

laisizm mücadelesi bugün çok daha önem kazanmıştır.

Bugün bölgede sadece IŞİD’in “İslam devleti” yoktur; aynı zamanda İran, Irak, Türkiye,

Körfez Emirlikleri, Suudi Arabistan, Yemen, İsrail,… (Mısır, Libya gibi Afrıka-İslam

ülkelerini saymıyoruz bile) nispeten de Suriye’de din ve mezhep yönetimleri bölgeyi bir

din ve mezhep çatışmaları bölgesine dönüştürmüş bulunmaktadır. Ve bu gelişmeler, bölge

ülkelerine emperyalist müdahalenin boyutları ve derinliği ile birlikte ele alındığında, mezhep

yönetimlerinin, bölgedeki gerilimin büyümesinde en az IŞİD ve EL Kaide kadar rol oynadıkları

açıkça görülecektir. Hatta bu ülkelerin dinci, mezhepçi yönetimleri, bölgedeki gerilim

bakımından terörist örgütlerden daha da büyük tehdit oluşturmaktadırlar. Ki, IŞİD, El Kaide,

Boko Haram gibi örgütler de hem bu mezhepçi yönetimler ve güç odakları arasındaki rekabetten

hem de onlar arasındaki çatışmaların yarattığı boşluklardan yararlanarak güçlenip etkinlik

kazanmaktadırlar.

Gerek bölgedeki ilerici demokratik güçler gerekse bölge halkları, artık laisizm konusunda

daha duyarlıdırlar ve bölgede artık giderek daha fazla, laisizm doğrudan bir yaşam tarzı,

toplumun birliğinin ve bir arada yaşamasının harcı olarak anlaşılmaya başlanmıştır.

IŞİD’in ortaya çıkması ve tüm halklar için bir tehdit oluşturması, aynı zamanda bölgedeki

mezhepçi yönetimlerin ne olduğunun anlaşılmasını da kolaylaştırmıştır. Bu yüzden de, düne göre

bugün, laik ve demokartik bir Ortadoğu için mücadele daha güçlü dayanaklara sahiptir.

Elbette bugün İslami terörizmi lanetlemek onun vahşi yöntemlerini teşhir etmek, onların din

ve mezhepler üstünden yaptıkları kışkırtmaları boşa çıkarmak, onlara dayanak olan mezhepçi,

“ılımlı” görünümlü dinci siyasi odakları teşhir etmek önemlidir. Ama aynı zamanda ondan

da önemli olan, bölgede emperyalist müdahalelere karşı ve onların işbirlikçisi her renkten

mezhepçi, dinci akım ve hareketlere ve ülke yöntemlerine karşı mücadeledir.

2015: özgürlükler ve sömürüsüz, savaşsız bir dünyanın yolunu açmak için daha çok ter dökmeye çağrı

2014’ü bitirdik. 2014’ün çözümsüz bıraktığı pek çok sorun için kritik bir yıl olması beklenen 2015’in ilk günlerindeyiz.
Bugün, 2015 için pek çok dilek, temenni ve tahminlerin yapıldığı şu günlerde, 2015 ve sonrasını önemli ölçüde belirleyecek olan şu gelişmeyi bu “yeni yıl” yazısının en temel saptaması olarak yapmak pek çok konuya açıklık getirecektir.
Bu saptama, “2014’in en önemli gelişmesi; dünyanın bir kutupta Rusya öteki kutupta ABD’nin odak olduğu ‘iki kutuplu bir dünya’ fotoğrafının önemli ölçüde ‘netleşmesi’dir” biçiminde ifade edilebilir.
Bu, bütün bir 90’lı yılları kaplayan “kutupsuz, savaşsız bir dünya”, “ebedi barış içinde bir kapitalist dünya”, “emperyalizmin dünyayı çelişkisiz bir küreselleşme aşamasına getirdiği”ne dair emperyalist propagandanın bütün argümanlarının çöktüğünün çıplak gözle görülür hale gelmesidir.
Bunun diğer bir anlamı da, bundan böyle dünyadaki belli başlı her gelişmenin bu iki emperyalist güç odağı arasındaki çatışmayla bağlantılı olarak gelişmekle karşı karşıya olduğudur. En azından her önemli gelişmenin eninde sonunda bu iki emperyalist güç arasındaki çatışmaya bağlanacağıdır.
Elbette, bu iki güce karşı savaşan antiemperyalist mücadeleler dışında. Ki, onlar da, bu iki güç arasındaki çatışmadan yararlanma anlamında da olsa, bu çatışmayla doğrudan ya da dolaylı ilişki içinde olacaklardır. Hele de çatışmanın artık yüz yıl öncesinden çizilmiş haritaların değiştirilmesini dayattığı koşullarda.
Çünkü “haritaların değişmeye zorlanması” demek; 20. yüzyıl içinde iki dünya savaşı ve SB’nin çöküşü üstünden yenilenen emperyalist dünya düzeninin istikrarının artık geriye dönülmez biçimde bozulmuş olması, emperyalistlerin, “dünyanın yeniden paylaşımı” için kolları sıvamayı da aşarak, henüz iç çatışmalar ve bölgesel savaşları kullanarak da olsa, haritaları fiilen çizmeye başlama aşamasına gelmiş olmaları demektir.

2015’İ BELİRLEYEN 2014’TE ORTAYA ÇIKAN OLGULAR NELERDİR?
Peki, 2013, 2012, 2011,… yıllarında yapmadığımız yukarıdaki değerlendirmeleri yapmamıza neden olan ve 2014’te ortaya çıkan olgular nelerdir?
2014’ü önceki yıllardan ayıran en önemli iki gelişme;
1-) Ukrayna’da neo faşistlerin başını çektiği bir darbe ile Rusya’yla yakınlıktan yana olan Viktor Yanukoviç Hükümeti’nin devrilmesi Batı yanlısı bir hükümet kurulması,
2-) IŞİD’in Suriye ve Irak’ta Musul merkezli geniş bir toprak parçasını kontrol etmesi ve bu topraklar üstünde “İslam Devleti” kurduğunu ilan etmesidir.

Rusya’nın yumuşak karnı Ukrayna çatışma odağı
Elbette ne Ukrayna’daki “faşizan darbe” ve Rusya’nın karşı hamlesi olarak Kırım’ın Rusya’ya bağlanması ne de IŞİD’in “İslam Devleti” ilan etmesine gelen emperyalistlerin Ortadoğu’ya müdahaleleri 2014 yılı içinde bir anda ortaya çıkmadı.
Tersine, her iki gelişme de, 1990’ların ortasında Rusya’nın çöken SB topraklarının en önemli bölümü üstünde yeniden toparlanmaya yönelmesiyle, onu yakın geleceğin bir tehdidi olarak gören Batılı emperyalistlerin daha baştan Rusya’yı kuşatma ve kontrol atında tutma planının bir devamı olarak ortaya çıkmıştı. Çünkü Batılı emperyalistler, Rusya’nın ekonomik, askeri bakımdan stratejik (silah gücü, iki okyanusa sınır ve geniş toprakları), teknolojik (uzay ve silah üretimi) ve yeraltı kaynakları bakımından sınırsız imkanlarını biliyorlardı. Ve kısa süre sonra rakip bir emperyalist güç olarak tarih sahnesine çıkacağından şüphe etmiyorlardı. Bu yüzden de, AB ve ABD, bir yandan enerji başta olmak üzere Rusya’nın yeraltı kaynaklarından yararlanırken, öte yandan da onu büyük bir pazar olarak da “uluslararası piyasa”ya bağlamayı amaçlıyorlardı.
Burada Batılıların iki önemli aracı vardı: AB’nin genişletilmesi ve Doğu Avrupa ülkelerinin NATO’ya alınması!
Böylece AB’nin ve NATO’nun sınırı Rusya’ya dayanacaktı. Nitekim, geçen süre içinde hem AB’nin hem de NATO’nun sınırı Ukrayna’ya dayanmıştı. Ama burada tek sorun, Viktor Yanukoviç yönetimindeki Ukrayna yönetiminin AB ile değil Rusya ile yakınlaşan politika izlemesiydi. Batılılar, neredeyse 20 yıldır sürdürdükleri Ukrayna’ya müdahale üstünden edindikleri imkanları da kullanarak, Ukraynalı neo faşistlerin başını çektiği ülkede siyasi istikrarsızlık yaratma amaçlı eylemler başlattılar ve hükümeti düşürme amaçlı olarak Kiev’i merkez alan bir isyan organize ettiler.
2014 Şubat’ı sonunda Viktor Yanukoviç istifa ederek Rusya’ya sığındı.
Batılılar amaçlarına varmışlardı. Ama Rusya’nın karşı hamlesi beklenenden çok daha sert oldu. 18 Mart’ta Kırım Parlamentosu Rusya’ya bağlanma kararı aldı. Putin Batıların itirazları arasında bu kararı 21 Mart 2013’te onayladı.
Rusya’nın karşı hamlesi Kırım’dan ibaret kalmadı. Doğu Ukrayna’daki Rus nüfus çoğunluğunun Ukrayna Hükümeti’ni tanımama ve bazı kentlerde “halk cumhuriyetleri kurma”ya varan girişimlerine de destek veren Rusya, Ukrayna Hükümeti’nin elini kolunu büyük ölçüde bağladı.
Rusya’nın Ukrayna müdahalesine Batılıların yanıtı; Rusya’ya yönelik olarak bankacılık, gıda, ileri teknoloji ürünleri ve enerji üstünden ambargo koymak oldu. Rusya da Ukrayna üstünden Avrupa’ya doğalgaz taşıyan boru hattındaki akımı durdurarak, hem Ukrayna Hükümeti’ne hem de Avrupa’nın enerji talebine darbe vurmayı amaçladı.
Ve nihayet ABD’nin de teşviki ve Almanya’nın ABD baskısına boyun eğmesiyle “petrol fiyatları düşürülerek” Rusya’nın (elbette İran ve Venezüella gibi ABD’ye kafa tutan ülkelere boyun eğdirilmesi de bu işin “bonusu” olacak diye hesaplanmış olmalı) diz çöktürülmesi için harekete geçildi.
Ancak Rusya’nın Batılıların bu kuşatma girişimleri karşısında boyun eğmesi beklenmiyor. Tersine, Rusya’nın Batının bu saldırısını yeni bir “Demir Perde” olarak gördüğü Putin’in son çıkışlarıyla açıkça da ifade edilmiş olmaktadır. Rusya’nın Doğu Avrupa’da şimdiden girişimler yaptığı, bu girişimlerin AB’nin patronu Almanya’yı rahatsız etmeye başladığı da artık diplomasinin gündemindedir. Ve Rusya’nın, Batılı emperyalistleri, bundan böyle elinin uzandığı her yerde rahatsız edecek girişimler yapmasını beklemek de abartı olmaz.
Kısacası Ukrayna; Batı emperyalizminin Rusya ile en sıcak iki çatışma alanından birisi ve yeni patlama unsurlarını da biriktirerek kaynamaya devam eden bir bölge olarak 2015’e giriyor.

Rusya-ABD arasında ikinci çatışma alanı: Suriye
Rusya’nın Batılı emperyalistlere karşı ikinci direnç noktası Suriye’dir.
Batılı emperyalistler Arap isyanlarına Libya ve Mısır’da müdahale ederken bir direnç gösteremeyen Rusya, bölgedeki “kadim dostu” Suriye’ye yapılan ve Suriye rejimini değiştirerek Batı yanlısı bir yönetim oluşturmayı amaçlayan Batı müdahalesine karşı çıktı.
Rusya, son dört yıl boyunca Suriye’ye yönelik olarak BM Güvenlik Konseyi’nde, Cenevre – 1 ve Cenevre – 2 Konferansları’nda ve diğer uluslararası platformlarda Suriye rejimine, daha doğrusu doğu Akdeniz’de Batıya karşı bir “direnme üssü” olarak gördüğü Suriye’ye destek verdi.
Arap isyanlarının uyandırdığı hareketlenme üstünden bölgeyi yeniden biçimlendirme amaçlı Batılı emperyalistlerin bölgeye müdahaleleri, Libya ve Irak’ta kurdukları düzenin çöküşü, Suriye ve Irak’ta IŞİD’in “İslam Devleti” ilan etmesi ve radikal İslamcı odakların güç kazanması; kısacası Batılı emperyalistlerin “Genişletilmiş Ortadoğu Projesi”nin akamete uğramasının ardından gelmişti. Ki, burada Rusya’nın en azından Batılı emperyalistlerin bölgeye müdahalelerinin önünü kesme amaçlı ve Suriye üstünde çok daha açıkça görülen girişimlerinin önemli bir rol oynadığını kabul etmek gerekir.

IŞİD’in orta çıkması bölgedeki çelişkileri keskinleştirdi
Kuşkusuz 2014’ün Ortadoğu’daki en önemli gelişmesi olarak IŞİD’in Suriye ve Irak’ta “İslam Devleti” ilan etmesi, ne Rusya’nın teşvik ettiği ya da istediği, ne de Batılı emperyalistlerin organize ettiği bir gelişmeydi.
Ancak IŞİD’in ortaya çıkması emperyalistlerin bölgeye müdahalesinden de bağımsız da değildi. Tersine, IŞİD’in ortaya çıkması ve güç ve itibar kazanarak bir devlet ilan edecek güce ulaşması, bölgeye yapılan emperyalist müdahaleler ve bölge gericiliklerinin hesaplaşmalarında IŞİD ve bölgedeki diğer Cihadcı odakları kullanma amaçlı politikalarıyla da doğrudan bağlantılıydı. Irak’ın işgaliyle İslam dünyasında had safhaya çıkan Amerikan karşıtlığı ve en başta Amerikalıların kışkırtıp kullandığı bölgedeki mezhep çatışmaları El Kaide, El Nursa, IŞİD,… sayısız Cihadcı örgüt için mümbit bir toprak teşkil etti. Irak’ta işgale karşı savaş içinde örgütlenen IŞİD, Batılı emperyalistlerin yanı sıra, onlardan da çok Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar tarafından desteklenip büyütüldü.
Nihayet 2014’ün 10 Haziran’ında IŞİD’in Musul’u ele geçirmesiyle bölgede ve İslam dünyasında son derece önemli gelişmelerin önü açılmış oldu.
Kürtler son çeyrek yüz yıldan beri kendi kaderlerini tayin etmek için mücadele ederken, Sykes Picot anlaşmasıyla yüz yıl önce çizilen Ortadoğu’da, Türkiye, İran, Irak ve Suriye’de “sınırları”ları zorlayan bir mücadele yürütüyorlardı. IŞİD’in sahneye çıkmasıyla, Suriye ve Irak’tan da öte, Lübnan, Ürdün, Körfez ülkeleri, Suudi Arabistan, Yemen ve Kuzey Afrika’ya da uzanan “sınırların yeniden çizilmesi” eğilimi ve mücadelesi gündemin ön sıralarına doğru tırmandı.
Böylece emperyalist müdahale mezhep çatışmaları IŞİD üstünden şekillenir ve bu, aynı zamanda, bölgedeki ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı ve bölge halklarının özgürlük, laiklik ve demokrasi taleplerinin öne çıkmasının da zemini genişletirken laik ve demokratik bir Ortadoğu mücadelesinin güçlerini de biçimlendirmeye başladı.
Kürtler, bu mücadelenin ön cephesini oluşturan bir halk olarak, Kerkük’ten, Telafer’den Kobanê’ye kadar IŞİD’e, dolaylı olarak da bölge gericiliklerine karşı savaşmaya başlamış bulunmaktadırlar.

ABD dışında durgunluk ve küçülme eğilimi güçlendi
Çatışmanın sıcak noktalarından Ukrayna ve Ortadoğu’da haritaları zorlayan girişimler olurken, ekonomide de kriz etkenlerinin yükseldiğine, ekonomik gücün hegemonya ve diplomasinin bir aleti olarak kullanılmasıyla “dünya barışı”nın sınırlarını zorlayan gelişmelerin de gerçekleştiğine tanık olduk.
Her şeyden önce, ABD dışındaki dünyada ekonomilerin büyük zorluklarla karşı karşıya oldukları bir döneme girildiği, 2014’te açıkça ortaya çıktı.
Avrupa’nın lokomotifi Almanya’da bile ekonomik büyüme hızı düşerken, Avro Bölgesi’nde büyüme sıfır dolayında seyretti. Gelişmeler, Avrupa’nın bir resesyona doğru ilerlediğine işaret etmektedir.
Japonya’nın ise resesyona girdiği resmen ilan edildi.
Son yıllarda dünya ekonomisinin taşıyıcısı Çin ekonomisinin de büyüme hızı iyice yavaşladı ve “Çin ekonomisi nereye gidiyor?” paniği giderek büyüyor.
Son beş yılın en önemli yükselen ekonomik güçleri arasında görülen Rusya’da ise son bir yıl içinde ruble yüzde 30 değer kaybına uğradı. Petrol fiyatının 60 doların da altına inmesiyle (önümüzdeki yıl bu fiyatın 45 dolara kadar ineceği iddiaları var) Rusya’nın ekonomik bakımdan zor döneminin hayli uzun süreceği tahminleri yapılmaktadır.
Batının Ukrayna sorunu üstünden devreye soktuğu ekonomik ambargo da dikkate alındığında, Rusya’nın daha zor bir döneme girdiğini söylemek için çok derin analizler yapmaya gerek yok.
Bütün bu dünyanın büyük ekonomik güçlerinin resesyona doğru evrildiği bir dönemde, ABD ekonomisinin büyüme, istihdam, işsizlik gibi temel göstergeler açısından 2008 Krizi’nden beri en iyi düzeye ulaşmış olduğunda tüm ekonomi çevreleri hemfikirdir. Bu da ABD’ye ekonomik gücünü kullanarak dünya hegemonyasını yenileme ve sağlamlaştırma imkanı sağlamış görünmektedir, ki ABD’nin bu fırsatı kaçırması beklenemez.
Nitekim ABD, en önemli ve tehlikeli rakibi Rusya’yı, Ukrayna krizinden de yararlanarak, AB ile ortak hayata geçirdiği ambargo ile köşeye sıkıştırırken, aynı zamanda zaten durgunluğa sürüklenmiş AB’yi daha da zor koşullara itmiş bulunmaktadır. ABD bu ekonomik üstünlüğünü, siyasi olarak boyun eğdirmenin aracı olarak kullanmaktır ki, bunu, hedef ülke dostça olmayan, hatta düşmanca bir tutum olarak algılayacaktır.
Ukrayna’da bu tutum, ateşli silah kullanma dışında her yolla Rusya’ya düşmanlık gösteren bir çizgi olarak biçimlenmiştir. Nitekim 5-8 Eylül 2014 Cardiff Zirvesi’nde, NATO, çeyrek yüz yıllık “kimseye karşı bir askeri pakt olmama” tutumun geride bırakarak, “NATO’nun Rusya’ya karşı bir askeri pakt olduğunu” açıkça ilan etmiştir.
ABD’nin bu girişimleri karşısında Rusya da boş durmamaktadır. Çin başta olmak üzere Şanghay Beşlisi’yle ilişkilerini sıkılaştıran Rusya, 2014 yılında Çin’le büyük bir enerji anlaşması yaparak ABD ve Batı baskısını azaltmaya çalışırken, Suriye ve İran’la hatta Türkiye ile yakınlaşmasını artırarak, Ortadoğu’da Batı emperyalizminin manevra alanını daraltan girişimler yapmıştır. Dahası, Doğu Avrupa’da da eski ilişkilerini canlandıran girişimlerle AB içinde sorun yaratacak hamleler yapmaya girişmiştir.
ABD’yse, yakaladığı tartışılmaz üstünlüğünü sadece Rusya’ya karşı değil; Brezilya, Türkiye, Hindistan, Arjantin, Güney Afrika, Hindistan, Endonezya gibi “orta boy ekonomileri” dolar üstünden hizaya getirmeyi (FED tahvil alımlarının durdurulması ve faizi yükseltme tehdidiyle) amaçlayan tutumuyla, son beş yılın yıldızları olan bu ülkeleri, FED’in gözüne bakan ikinci sınıf ekonomiler durumuna doğru ötelemeyi istemektedir.
İran, Venezüella gibi ülkelere de, Rusya gibi, petrol fiyatları üstünden diz çöktürülmek istendiği tartışılmazdır.
İşçilerin sistemden hoşnutsuzluğunun ifadesi olan grev ve direnişlere 2014 yılı boyunca Latin Amerika, Türkiye, Hindistan, Pakistan, Almanya, Fransa,… gibi ülkelerde tanık olduk. Ancak bu grev ve direnişler, hem iş kolları olarak, hem de talepleri itibariyle lokal karakterdeydi. Ancak, yılın sonunda, Belçikalı işçilerin yüz bini aşkın bir kitleyle Brüksel meydanlarından ifade ettikleri taleplerle “sistemin ayakta kalması için artık fedakarlık yapmak istemediklerini” ilan etmeleri, 2015’in işçi sınıfı ve emek mücadelesinin nasıl bir temelde yükseleceğinin de habercisi oldu. Çünkü sermaye güçleri her zaman olduğu gibi ekonomik durgunluk ya da krizlerin faturasını işçi sınıfına yıkmayı başlıca ilke edinmiştir. Bu taktiğin 2015’te daha da acıtacak biçimde hayata geçirileceğinin belirtileri fazlasıyla vardır. Elbette sınıf güçleri için, bu, mücadelenin derinleşerek sürme zemininin genişlemesi anlamına da gelmektedir.

2014’TEN 2015’E TÜRKİYE’NİN HALİ
Türkiye; coğrafi olarak bile, kuzeyinde Ukrayna, güneyinde Suriye ve Irak olan, yani dünyayı yöneten güçlerin en sıcak çatışma bölgesinin (bu çatışmanın mahiyeti yukarıda belirtilmişti) ortasında bir ülke.
Bu coğrafya bile, kendi başına, Türkiye’yi bölgedeki çatışmalardan en sert biçimde etkilenecek ülke konumuna getirmeye yetebilirdi. Ama, coğrafi etkenden de öte, Türkiye, Ukrayna’ya müdahale eden ABD ve Batı emperyalizmi ile “stratejik müttefik” olan, Suriye ve Irak’taysa Sünni Cihadcı örgüt IŞİD ve öteki Cihadcı örgütlerle el altından işbirliği yapmakla kalmayıp onlarla açıkça amaç birliği içinde de bulunan bir yönetime sahip bir ülke. Ve dahası Türkiye’nin Türk-İslam sentezci Sünni yönetimi, Irak ve Suriye yönetimiyle mezhep kavgası yapan, bu kavgada Cihadcı terörist örgütleri kullanmak ve bölgedeki en gerici yönetimlerle işbirliği yapmaktan çekinmeyen yayılmacı bir bölge stratejisine de sahip bir yönetim. Bunlara ek olarak, enerji başta olmak üzere ekonomik bakımdan Rusya’ya bağımlılık derecesinde bağlı, ama Ukrayna’da olduğu gibi, Suriye’de de Rusya ile karşı cephede yer tutan, ama aynı zamanda “Avrasyacılık flörtü” de yapan bir ülke, Türkiye.
Peki, bu kadar mı, Türkiye’yi gerilimler ülkesi yapan ilişkiler?
Elbette hayır!
Türkiye, başlıca çelişmelerinin derinleşip şiddetlendiği, hükümetin açık hedefleri ve gizli ajandası doğrultusundaki girişimleriyle de sorunların kuşattığı bir ülke durumunda.
Bu çelişkilerin kışkırttığı, 2014’te iyice sivrilen ve 2015’e devrolan iç ve dış sorunları şöyle sıralayabiliriz:

1-) İçerde gericileşme ve diktatörleşme hamleleri: AKP Hükümeti’nin 12 yıllık yönetimi sonunda geldiği yer, Türkiye’nin ve halklarının son 200 yıllık “modernleşme”, laisizm ve demokratikleşme adına elde ettiği kazanımlar olarak ne varsa onları da yok etmeyi amaçlayan ve “muhafazakar toplum” planını adım adım hayata geçirmek için devletin ve siyasetin tüm imkanlarını seferber etmektir. Toplumsal yaşamı dini referanslara göre yeniden biçimlendirme hamleleri, devlet yönetiminde otoriterleşme, hatta “tek adam diktatörlüğü”ne yönelme olarak ortaya çıkmıştır.
Nitekim 2014 yılı boyunca art arda çıkarılan yargı paketleri ve yılın sonunda gündeme gelen “güvenlik paketi”yle, bir yandan AKP kadrolaşması öte yandan da halkın özgürlüklerinin kısıtlanmasıyla “muhafazakar toplum” inşasına dair girişimler at başı yürümektedir. Bu yöneliş, kendisini bir yandan dini eğitimin her alana sokuşturulması ve toplumsal yaşamın özgürlük alanını daraltmasında gösterirken, öte yandan kadın cinayetlerinin önlenemez yükselişi ile toplum yaşamında infial uyandıracak mahiyette gelişmeleri de tetiklemektedir.
2014 sonunda (Aralık ayı başında) gerçekleştirilen “Milli Eğitim Şurası”, eğitimin içeriğinden müfredatın dinselleştirilmesi ve karma eğitimin kaldırılmasına varıncaya kadar laik eğitime açıkça darbe mahiyetindeki karar ve amaçların ilan edildiği bir “Dini Eğitim Şurası” olarak sona ermiştir. “Milli Eğitim Şurası”ndan bir hafta sonra toplanan “5. Din Şurası”nda ise, Cumhurbaşkanı, Diyaneti, din görevlilerini ve ulemayı, “laik eğitim” ve “laik bilime” bunları savunanlara karşı topyekûn seferberliğe çağırarak, hedefini açıkça ilan etmiştir.
Sünni İslam’ı “tek ve meşru İslam inancı” sayan bu tutum, çeşitli azınlıkların da hoşnutsuzluğu artırsa da, asıl olarak milyonlarca Alevi’yi inanç özgürlüğü mücadelesine çekmenin zeminini genişletti; Alevilerin “Diyanetin kaldırılması”, “İmam Hatiplerin kaldırılması”, “Din derslerinin zorunlu ders olarak okutulmasına son verilmesi” gibi talepler etrafındaki mücadelesinin daha ileri mevziye gelmesinin yolunu açtı. Laisizm, inanç özgürlüğü davasının bir ihtiyacı olarak gündeme geldi.
Dolayısıyla “laik ve demokratik Türkiye” mücadelesinin toplumsal temeli genişlerken, bu gelişme Kürtlerin, Alevilerin, dini referanslara göre şekillenmiş bir toplumsal yaşama karşı olan ve modern yaşamı benimseyen geniş toplum kesimlerinin hedeflerini ortaklaşması için ortamı son derece elverişli hale getirdi. Böylece laisizm, aynı zamanda ulusalcılıkla hesaplaşmanın bir dayanağı olarak gündemdeki yerini aldı.
2014’ün diğer bir ayırt edeci özelliği ise, bu yılın, biri yerel öteki Cumhurbaşkanlığı seçimi olan iki seçimin yaşandığı bir yıl olmasıdır. Dahası, bu iki seçimin “rövanşı olması muhtemel” olan 2105 Haziran’ında yapılacak genel seçimin de mayalandığı bir yıl olması da 2014’ü ayrıca önemli kılmıştır.
AKP Hükümeti her iki seçimde de “zafer” kazanmış görünmektedir. Ama bu zaferleri kazanan Hükümet, artık siyasi ömrünü tamamlamış, ağır bir yolsuzluk, rüşvet ve kara para skandalının kuvvetli şaibesi altında dört bakanı istifa etmek zorunda kalmış, “Gezi Direnişi”yle de ağır biçimde yaralanmış bir hükümettir. Ve bu şaibe ve bu yara, zaman ilerledikçe “işleyecek” öldürücü bir yaradır.
Kısacası, 2014, iç politika bakımından Hükümetin “muhafazakar toplum” planını devreye sokmak için hamleler yaptığı, ama aynı zamanda toplumun laik, demokratik güçlerinin birleşme ve mücadele zemininin son derece genişlediği bir yıl olarak, 2015’e son derece geniş mücadele imkanları devreden bir yıl olmuştur.

2-) Kürt sorununun demokratik çözümü: Hiç kuşkusuz 2014’ün en önemli süreci olan “Çözüm Süreci” etrafındaki gelişmeler, Türkiye’nin iç politika alanındaki gelişmelerin bir parçası olarak ele alınmaya sığmayacak kadar önemlidirler. Tersine “Çözüm Süreci” etrafındaki gelişmeler ve Kürt sorununun çözümü sorunu, sadece stratejik değil pratik olarak da artık Ortadoğu’nun haritasının yeniden çizilmesine bağlanmıştır. Kürtlerin IŞİD’e karşı mücadelede “laik bir Ortadoğu” için bölge halklarının “kurtarıcısı” konumuna gelmesi ve Kürt halkının Ortaçağ karanlığına karşı direnişin ön cephesinde yer almasının sembolü olarak Kobanê Direnişi, onu desteklemek için hareket geçen Kürt halk yığınlarının 6-7 Ekim Direnişi bunu açıkça göstermiştir.
Öte yandan, İmralı-Kandil-HDP ile Hükümet arasındaki görüşmeler de artık “vaat”le, “genel sözler”le gidemeyecek bir aşamaya gelmiş bulunuyor. Hükümetin, “Çözüm süreci”ni bir yandan Kürt siyasi güçlerinin tasfiyesi, öte yandan da sorunun çözümünün tek seçeneği olma üstünden tüm barışçı çözüm yanlısı güçlere karşı şantaj olarak kullanan bir hat izliyor olması, müzakereyi giderek büyüyen handikaplarla karşı karşıya bırakmaktadır.
Hükümetin bu oyalama ve Kürt güçlerini tasfiye tutumunun Kürt halk yığınları tarafından kabul edilmediği, 6-7 Ekim 2014 Kobanê’ye destek eylemlerinin yanı sıra bölgede ve yer yer de büyük kentlerde süren direnişlerle açıkça görülmektedir. Dahası, son bir yıl içinde bölgedeki gelişmeler, IŞİD’in hem Irak’ta hem de Suriye’de Kürtlere saldırması, Kürt direnişinin ulusal sınırları aşan bir dayanışma içine girmesiyle, Kürt sorununun demokratik çözümü sorununun, Türkiye’nin Suriye ve Irak başta olmak üzere Ortadoğu’daki dış politikasının da çok önemli bir unsuru haline geldiğini göstermektedir.
Hükümet, ayak sürüyerek, vaatler yaparak, hem nalına hem mıhına vuran açıklama ve tutumlarla, Kürt sorununun çözümüne dair Kürt siyasi güçlerinin netleştirdiği taleplerine yanıt vermeyi 2015 genel seçiminden sonraya atmaya yönelik manevralar yapmaktadır. Ama, sürecin artık ertelemelere, ayak sürümelere tahammülü olmadığına dair Kandil’den ve İmralı’dan yapılan açıklamalar da giderek daha ciddi gelişmelere yol açacak mahiyettedir.
Ve “Çözüm Süreci” üstünden süren girişimler, bir yanıyla görüşmelerden somut sonuçlar alacak adımlar olarak biçimlenirken, öte yandan da HDK’nin bir ittifak merkezi olarak zemininin genişletilmesi çabalarını da 2015’e devretmektedir.
2015 seçimini yüzde 10 barajını aşacak bir birliğin (ittifakın) oluşmasının vesilesi olarak değerlendirmek son derece önemli olacaktır.

3-) Duvara çarpan yeni Osmanlıcılık: AKP Hükümeti’nin siyasi ömrünü doldurduğunun en açıkça göründüğü alan Ortadoğu’ya yönelik politikası oldu. Eski Osmanlı egemenliğindeki topraklar üstünde bir tür hegemonya kurma iddiasıyla ortaya atılan “yeni Osmanlıcılık”, Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemindeki “Osmanlıcılar” gibi, AKP Hükümeti’nin dış politikasının üstünde yenileyeceği bir yönelişti. Ama bu yöneliş, daha ilik adımda, İran, Suriye, Irak, Mısır, İsrail gibi Ortadoğu’nun en belli başlı ülkeleriyle diplomatik ilişkilerin tahrip olduğu, karşılıklı elçilerin çekildiği bir badireye sürüklendi.
AKP Hükümeti’nin devletler düzeyinde böyle bir “yalnızlık”a sürüklenmesinin yarattığı sendromu aşmak için, dış politikada MİT’i kullandığı, MİT üstünden Cihadcı terörist örgütlerle diplomasi yürütme çizgisine yöneldiği, 2014 yılı içinde iyice görünür oldu. “MİT TIR’ları” denen TIR’larının IŞİD’e, El Nusra’ya ve Suriye yönetimine karşı savaştığını söyleyen öteki terörist örgütlere mühimmat, gıda vb. taşıdığı, Türkiye topraklarının bu silahlı gruplara geçiş yolu olarak kullandırıldığına dair sayısız bilgi, belge ortaya çıktı.
IŞİD’in Musul’u ele geçirmesi ve “İslam Devleti” ilan etmesiyle birlikte; bölgedeki mezhep savaşı bütün öteki çelişki ve çatışma türlerinin önüne çıktı. Tunus seçimlerinde “Müslüman Kardeş” En Nahda’nın halkın oylarıyla iktidardan düşürülmesinden sonra “Müslüman Kardeşler” çizgisinin savunucusu tek Hükümet olarak kalan AKP Hükümeti Batılılar tarafından Cihadacı örgütlerle ilişkisi konusunda “gözlem altına” alınırken, bu örgütlerin hedefi olma ihtimaliyle de sıkışmaktadır. Süreç ilerledikçe, Türkiye’nin, bölgeye müdahale eden emperyalistlerin olduğu kadar, bölge gericiliklerinin çıkar çatışmalarının, bölgedeki din, mezhep, aşiret çekişmelerinin girdabına çekilmesi kaçınılmaz görünmektedir. Tabii ki, bu yoldan dönülecek açık bir manevra yapılmadıkça.
Ne var ki; Türkiye Ortadoğu’nun girdabına çekilmiştir ve buradan çıkacağını gösteren alametler olmadığı gibi, AKP Hükümeti, mezhep çatışmasını ilerleterek, Suriye, İran ve Irak hükümetlerini daha da sıkıştırarak, bulunduğu köşeden çıkmayı hesaplayan bir çizgide yürümektedir.
Bu “yeni Osmanlıcı” fiyasko, Türkiye’nin Batı ülkeleriyle olağan olması gereken ilişkilerini de sorun haline getirmiş, Hükümetin Müslüman Kardeşçi söylemi ve eylemi, bırakalım hükümetlerle ilişkisini, Batı kamuoyundaki İslamofobinin artmasını kışkırtan bir etken de olmuştur.
Kısacası AKP Hükümeti, yeni Osmanlıcı politikadan beklediğinin tam karşıtı sonuçlarla yüz yüze gelirken, Batılı emperyalistlerle ilişkilerinde de köşeye sıkışmış, onların gözünde de Batı ittifakının bir üyesinden çok hızla Müslüman Kardeşçiliğe doğru kayan bir hükümet konumuna sürüklenmiştir.
Bütün bunlara, 2014 sonunda Doğu Akdeniz’de petrol-doğal gaz arama “krizi” eklenmiştir.
İsrail, Mısır, Kıbrıs, Yunanistan hükümetlerinin Doğu Akdeniz’de Kıbrıs’ın güneyinde uzunca bir zamandan beri sürdürdükleri doğalgaz ve petrol çıkarma girişimleri karşısında, bir ay kadar önce, Türkiye’nin bölgeye “araştırma gemisi” ve savaş gemileri göndermesiyle Doğu Akdeniz yeni bir kriz ve muhtemel çatışma merkezine dönüşme aşamasına geldi.
2015’te bütün bu gelişmelerin faturasının ne olacağını göreceğiz.

4-) Ekonomide ayaklar suya erdi: AKP Hükümeti’nin en iddialı olduğu alan ekonomi politikaları alanıydı. Ama 2014 yılında, özellikle yılın ikinci yarısında tüm ekonomik göstergeler hükümetin propagandasının aksini göstermeye başladı. Nitekim, yılın üçüncü çeyreğinde büyüme 2.7 beklenirken, 1.7’de kaldı; işsizlik de, Kasım ayında gençlerde 20’lere tırmanırken, yetişkin işsizliğinde yüzde 10.5’le son yılların rekor seviyesine ulaştı.
Şimdi yıllık büyümenin tutturulması için dördüncü çeyrekte 4.8 büyüme olması gerekiyor. Ancak dördüncü çeyrekteki büyümenin üçüncü çeyreğin bile çok altında kalacağı herkesin kabul ettiği bir gerçek. 2015 için ise şimdiden iyimser konuşan yok zaten. Nitekim hükümet, asgari ücret, emekli maaşları ve kamuda çalışanların ücret ve maaşlarına sadece yüzde 3+3 zam yapmayı planlıyor.
Sermaye iktisatçıları ve ekonomi bürokrasisi Rusya’ya yönelik Batı ambargosu ve petrol fiyatlarındaki hızlı düşüşü büyük bir coşkuyla karşılamışken, bu ambargonun geri tepip sadece Rusya’yı değil tüm finans sistemini çökertebileceği ve zaten durgunluk içindeki dünya ekonomisinin sorunlarını daha da büyüteceğinin ortaya çıkmasıyla birlikte, şimdi bu zil takıp oynama hali yerini paniğe bırakmaya başlamıştır. Başlangıçtaki büyük beklentilerden geriye “cari açığımız düşer”, “enflasyon düşer” umudu kalmıştır.
2014 yılının herkesin çıplak gözle gördüğü bir diğer gerçeği; piyasaların ve ekonominin ne yana gideceğini belirleyenin ne her vesileyle kürsüleri yumruklayarak “faiziler insin” diye bağırıp çağıran Cumhurbaşkanı, ne Hükümet, ne Türkiye’nin Merkez Bankası ve ne de büyük kapitalistler olmadığıdır. Tersine, direksiyon başında Amerikan Merkez Bankası FED vardır. Ve patronların da, ekonomi bürokrasinin de, piyasa oyuncuları takımının da bir değil, iki gözü birden FED’dedir. FED’in söylediklerinden de öte kaş göz hareketleri bile piyasaları ayağa fırlatmaktadır.
Evet, FED uzun zamandan beri dünya ekonomisinin direksiyonundadır, ama 2014 yılında bu çok açık biçimde görüldü. Hele de FED’in en başta Türkiye, Brezilya, Arjantin, Güney Afrika, Hindistan,…gibi orta boy ekonomiler için bu ölçüde belirleyici hale gelmesi, bu gücün Ukrayna sorununda olduğu gibi siyasi müdahalelere yol açacağı endişelerini de büyütmektedir ki, Türkiye’nin 2015’te bu tür müdahalelerle karşılaşması da sürpriz olmayacaktır.

5-) Emek mücadelesi kan ter içinde ilerliyor ama…: 2014 yılı, son çeyrek yüzyıl boyunca işçi sınıfının en temel haklarına yönelik saldırıların işçilerin toplu halde katledilmelerine vardığı bir yıl olmasıyla, önceki yıllardan bir farklılık gösterdi.
Soma’da, 13 Mayıs’ta 301 maden işçisi göçük altında kalarak hayatını kaybetti. 21. yüzyılda Türkiye’nin işçilerinin 18. yüzyıl koşullarında çalışmak zorunda kaldığını herkese gösterdi bu facia.
Arkasından, 28 Ekim’de, Ermenek’te 18 işçi çalıştıkları ocağı su basınca hayatını kaybetti. Ve 30 Ekim’de, Isparta’da, 17 tarım işçisi trafik kazası görünümü altında bir toplu iş cinayetine kurban gitti.
Bu faciadan bir hafta sonra, 7 Eylül’de, İstanbul’da Torunlar İnşaat’ın Mecidiyeköy’deki şantiyesinde 10 işçinin bir asansör faciası sonunda hayatını kaybetmesiyle, işçi sağlı ve iş güvenliği yönetmeliğinin maden ocaklarından inşaatlara, metal sanayiinden tarıma hiçbir alanda umursanmadığı tartılmaz biçimde ortaya çıktı.
Bütün bu toplu katliamlardan sonra, “işçi sağlı ve iş güvenliği”ne ilişkin yapılan düzenlemelerde fatura işçinin sırtına yıkıldı; maden ocaklarının kapatılarak işçilerin sokağa atılmasından işçilerin eğitim masraflarının sahte belgelerle yapılmış gösterilmesine kadar bu yöndeki uygulamaların sürdüğü ortaya çıktı.
Bu facialarla ortaya çıkan gerçekleri, metal, kimya, taşımacılık başta olmak üzere diğer işkollarında meslek hastalıklarının alıp başını gitmesini ise, ne sendikalar ne de Çalışma Bakanlığı umursuyor.
12 yıllık AKP Hükümeti döneminde yıllık ortalama iş cinayeti sayısı bin 150’ydi. Ama bu yıl bu sayının 1700 dolayında olacağı belirtiliyor.
Öte yandan, 2014 yılı, sendikal bürokrasinin yönetimindeki sendikaların önceki yıllara göre bile bir aktivite içinde olmadıklarını, Soma katliamı gibi tüm dünyada infial uyandıran facianın bile sendikacıları kıpırdatmaya yetmediğini gördük.
Öte yandan ağır çalışma koşulları ve işsizlik baskısı ve sendikal bürokrasinin hainane gayretlerine karşın, her sektörden genç işçilerin ücretten çalışma koşullarının iyileştirilmesine, sendikalaşma girişimlerinden taşeronlaştırmaya karşı mücadeleye, yasal grevlerden dayanışma grevlerine,… pek çok taleple mücadeleye girdiklerine, bu mücadelelerin pek büyük bir çoğunluğunu “kaybetmelerine” karşın yeniden yeniden mücadeleye atılmaktan geri durmadıklarına, 2014’de, önceki yıllara göre daha çok tanık olduk.
Bu mücadeleci işçilerin işçi kurultaylarında işçilerin birlik ve mücadelesi konusunda gayret ve umutlarını ifade ettiklerine, çalışmanın ilerlediği sanayi havzalarında “işçinin işçiyi örgütlediği”ne (sendikalaşan işçilerin yakındaki fabrikaların da sendikalaşması için çalışmaya başladıklarına), işyeri ve sanayi havzaları düzeyinde sanayi ya da “işyeri” komiteleri kurmaya başladıklarına ve bir sendikal mücadele merkezi olarak hareket etmeye yöneldiklerine 2014’te daha çok tanık olmaya başladık.
2014 için;
1-) İşçi sağlığı ve iş güvenliği ve taşeron uygulamasının kaldırılmasına ilişkin taleplerle mücadelenin, genelleşen ve tüm sektörlerle ülke sathına yayılma eğilimi taşıyan bir mücadele olduğu, 2014’te “iş kazaları”nın büyük işçi katliamları olduğunun herkesin gözüne sokulacak kadar büyümesiyle daha bir görünürlük kazandı.
2-) İşçilerin sendikal bürokrasinin engellemeleri ya da taleplerini umursamamaları karşısında fiili sendikal mücadele çizgisine yönelmekten çekinmediğini, bunun özellikle işçi kurultaylarının etkin olduğu alanlarda kendisini gösterdiğini gördük.
3-) Suriye ve Irak’taki iç savaş ve mezhep kavgasının sonucu olan ve bir buçuk milyon kişinin Türkiye’ye sığınmak zorunda kalması sonucu olarak Antep, Hatay, İstanbul başta olmak üzere çeşitli merkezlerde yeni bir mülteci işçiler kitlesinin oluşması, bu kitlenin artık Türkiye işçi sınıfının bir tabakasını teşkil edeceği ortaya çıktı. Bu da, işçi sınıfı birliği için enternasyonalizm ilkesinin ne kadar önemli olduğunu bir kez daha gösterdi.
Türkiye’de işçi sınıfı mücadelesinin kan-ter içinde ilerlediği, 2014’te, bu ifadenin mecazi anlamıyla değil, geçek anlamıyla yaşananları yansıttığı çıplak gözle görülecek biçimde ortaya çıktı.

2015, GERÇEKTEN YENİ BİR DÜNYA İÇİN FIRSATLAR YILI
2014’ün 2015’e devrettiği dünya, emperyalistler arasındaki çelişkilerin halkların birbirini boğazlamaya kışkırtıldığı, iç savaşların ülkeler arası savaşlara evrilmesinin an meselesi olduğu, bu kargaşa ve savaşların faturasının halklara yıkılmasının,… haritaların yeniden çizilmesinin gündeme geldiği bir dünyadır.
“Haritaların yeniden çizilmesi” demek, büyük emperyalistlerin sisteminin çözülmeye başlaması demektir; bu, artık onların dünyayı eskisi gibi yönetemeyecekleri ve halkların da artık eskisi gibi yönetilmek istemediklerinin ifadesidir. Ve tabii ki bu, emperyalistlerin hegemonyası altındaki halkların kendi kaderlerine sahip çıkma ve gerici diktatörlüklere karşı özgürlük ve demokrasi talebiyle ayağa kalkmalarının imkanlarının eskisine göre çok daha fazla olduğu bir dünya demektir. Böyle bir dünyada, elbette işçi sınıfı ve halklar, bir yandan emperyalistlerin egemenlik sistemlerini yeniden kurmalarına, insanlığı bir emperyalist savaşa sürükleme girişimlerine karşı, öte yandan da kendi egemen gericiliklerine karşı özgürlük ve demokrasi talepleri etrafındaki mücadele ile sistemin üstüne oturtulduğu gerici, sözde demokratik diktatörlükleri yıkarak ilerleyeceklerdir.

AB, emperyalist kapitalist sistemin içine sürüklendiği kargaşadan yaralanıp ekonomik ve askeri gücünü kullanarak sistemi kendi çıkarları doğrultusunda yeniden düzenlemek istemektedir.
Rusya’nın ise buna izin vermemek için düne göre daha direngen bir mücadele vereceğini artık herkes biliyor. Putin yılın sonunda bunu açıkça ilan etti. Bunun girişimlerini 2014’te Ukrayna’da, Ortadoğu’da açıkça, Afrika ve Asya’da daha üstü örtülü biçimlerle gördük. 2015’te de bu girişimlerin sonuçlarını göreceğiz ki, bunun şimdiden görünen yanı, 2015’in, önceki yıllara göre daha gerilimli, daha çatışmalı, daha kanlı bir yılı olacağıdır.
Elbette ABD bugün askeri ve ekonomik bakımdan büyük avantajlara sahiptir. Ama yine de amaçlarına varması kolay gözükmemektedir. Çünkü ABD’nin avantajı olan dünya ekonomisinin içine girdiği durgunluk eğilimi ve bunun mümkün kıldığı rakiplerine ekonomik güçle boyun eğdirme girişimleri orta ve uzun vadede tersine dönen bir silah özelliğine de sahiptir. Bugünkü gibi, ülke ekonomilerin birbirine bu ölçüde yüksek düzeyde bağlandığı bir dünyada, büyük çoğunluğun krize sürüklendiği bir dönemde, birkaç ülkenin büyümesini sürdürmesi ve diğer ülkeleri uzun süre kontrol etmesinin imkanı yoktur. Bu yüzden de, dünya ekonomisindeki daralma eğilimi sürdüğü takdirde, ABD’nin de uzun süre ekonomik rahatlığını sürdürmesi beklenemez.
Ancak bunlara bakıp, ABD’nin düşmanlarına (Rusya, İran, Venezüella vb.) boyun eğdirme ve “dostları”nın (Çin, AB, Japonya) burnunu sürtmekten vazgeçeceğini ya da sıcak paraya (dolara) bağımlı hale gelmiş orta boy ekonomileri bir dönem daha rahatlatmak için kesenin ağzını açacağını beklemek, aşırı iyimserlik ve emperyalizmi hiç anlamamak olur.
Bu yüzden de, 2015’te ülkeden ülkeye gelişmeler farklılıklar gösterse de, 2015 dünyasının ekonomik ve siyasi kriz ve çatışma etkenlerinin yükseldiği bir dünya olacağını söylemek için çok güçlü belirtiler vardır.
2015 açısından bakıldığında, Ortadoğu’da IŞİD, Boko Haram, El Nusra gibi Cihadcı örgütlerin güç toplamaya devam edeceğini ve Libya, Nijer, Yemen başta olmak üzere iç çatışma ve savaşların yaygınlaşmasının süreceğini söylemek yanlış olmaz. Bu, aynı zamanda, bu ülkelerde de laik ve demokratik bir Ortadoğu talebi etrafında mücadelenin zemininin genişlemesi anlamına gelecektir. Ki, bu gelişmelerin seyrinde Kürtlerin özgürlüklerini kazanma mücadelesinin, hem Kürtlerin mücadelesi hem de tüm bölge halklarının laiklik ve demokrasi mücadelesi açısından giderek daha önem kazanacağını söylememiz gerekir.
Öte yandan sistemin içine girdiği ekonomik durgunluğun 2015’te derinleşeceğinin işaretleri çok güçlüdür. Sermaye ve hükümetlerinin kriz bahanesiyle işçi sınıfı ve halklara yeni faturalar çıkarmasıysa kaçınılmazdır. Bu yüzden, işçi sınıfı ve halkların sisteme karşı öfke ve tepkilerinin artacağını söylemek yanlış olmaz. 2014 sonunda, AB’nin başkenti Brüksel’de işçilerin sokaklara dökülmesinde de somutlanan “sistemin ayakta kalması için işçilerin fedakarlık yapmak istemediklerini” ilan etmelerine benzer, hatta daha ileri mücadelelerin Avrupa başta olmak üzere dünya ölçüsünde yaygınlaşması, en azından geçmiş yıllara göre daha yoğun bir işçi-emekçi mücadelesi dalgasının sınıfın gündemine girmesi sürpriz olmayacaktır. Sendikal bürokrasinin hain rolü dikkate alındığında, işçi sınıfı mücadelesinin patlamalı ve giderek artan biçimde işçi inisiyatifiyle gelişmesini de beklemeliyiz. Özellikle işçi sınıfı partileri, emekten yana mücadeleci sendikacılar için dönemin düne göre daha geniş fırsatlar sunacağını söylemek yanlış olmaz.

2015: MÜCADELEDE DÖNÜŞÜM YILI
Türkiye 2015’te br yandan Hükümetin durgunluğa sürüklenen ekonomiyle imtihanı olurken siyasette de 2014’teki iki seçim üstünden başlayan siyasetsin yeniden yapılanmasında ortaya çıkan çelişkilerin yeni bir safhaya evrileceği bir yıl olacak. Burada; 2015’e dair şu iki saptamayı hemen yapabiliriz:

1-) Ermeni soykırımının 100. yılında Türkiye, kendi kanlı geçmişiyle bu sefer daha da fazla yüzleşmek zorunda kalacak. Ve Yüzüncü Yıl baskısı, pek çok bakımdan Türkiye’nin dış politikasını, hatta sıkışmış ekonomisini daha da sıkıştıracak girişimlere de sahne olacak. Bu baskıların sadece dilekler ya da “sert eleştirel” söylemle kalmayan, kimi diplomatik, siyasi ve ekonomik baskıların da nedeni (bazen de bahanesi) olabileceğini gösteren belirtiler bugünden vardır. Bu “dış” tepkiler, baskıları Hükümetin ve ulusalcı odakların “içeride” milliyetçilik ve dinci-mezhepçi kışkırtmalarla karşılamaya yönelmesi, bu konuda aydın çevrelerden, demokratik güçlerden gerçekleri söyleyen kurum ve kişilerin baskı altına alınması girişimleri yapılması, özgürlüklerin daha ileriden sınırlandırılmasına girişilmesi, girilen dinci-milliyetçi yolda daha da hızlı ilerlenmesi kuvvetle muhtemeldir.
2-) 2015 Haziran Genel Seçimi; “Çözüm Süreci”yle birleşen yüzde 10 barajını aşma mücadelesi yılın ilk yarısını kapsayacak en önemli gündem olurken, siyasetin bundan sonraki saflaşmasının nasıl bir saflaşma olacağını da büyük ölçüde gösterecek. Bu yüzden de 2015 Seçim süreci, kimin ne kadar oy alıp ne kadar vekil çıkardığından öte, hangi güçlerin hangi güçlerle, nasıl bir demokrasi ve nasıl bir Türkiye için saf tutacağı süreci olarak işleyecektir. Elbette seçim olması yanıyla da, genel seçim, AKP’nin seçimde hükümet kuramayacak biçimde yenilgiye uğratılacağı, en azından seçimden elini kolunu bağlayacak bir sonuçla çıkılarak demokratik Türkiye mücadelesinin kendi gerçek zeminine oturmasının önemli bir adımının atılacağı bir seçim olacaktır.
3-) 2015, halk güçlerinin birleşmesinin ilerletilmesinin yılı olmaya da adaydır. Çözüm Süreci’nin geldiği aşama, inanç özgürlüğünün kazandığı önem, genel seçimle bağlantılı gelişmelerle de birleştiğinde, 2015; HDK faaliyetinin zemininin genişletilmesi, halk güçlerinin birleşmesi, demokrasi cephesinin daha geniş bir zeminde inşasının mücadele gündemin ön sırasına çıkmasının yılı olacak demek bir abartı olmaz.
2015’in bu üç önemli gündeminin etkisinde iç ve dış politikadaki gelişmelerin arka planında şu gelişmeler de sürecektir.
–    2015’te Hükümetin “muhafazakar toplum inşası” doğrultusundaki adımlarının hızlanması şaşırtıcı olmayacaktır. Eğer seçimle AKP Hükümeti alaşağı edilememiş, en azından onun elini kolunu bağlayacak bir sonuç elde edilememişse, Hükümet; çözüm sürecindeki açmazlarını, ekonomideki ve siyasetteki çözümsüzlüklerini toplumu daha çok dini referanslara göre örgütlenmeye teşvik eden önlemleri ön çıkararak, yerine göre milliyetçiliği kışkırtarak, hatta mezhep ve milliyet çatışmasını göze alarak örtmeye çalışacaktır.
–    Bu açıdan bakıldığında, 2014’ün sonunda yapılan “Mili Eğitim Şurası”nda (buna “Dini Eğitim Şurası” da diyebiliriz) ve “Din Şurası”nda tartışılan ve karar haline gelip gelmeyen tüm önerilerin uygulamaya ve yasal düzenlemeye geçirilmesi için Hükümetin gayretlerini artıracağını beklemek gerekir. Dolayısıyla, 2015’te, laik eğitim, laik bilim, inanç özgürlüğü, laisizm ve demokrasi mücadelesinin daha da sertleşeceğini söylemek için çok fazla neden vardır. Ki, muhafazakarlaşma ve muhafazakarlaşmayı teşvik eden önlemlerin artmasına paralel olarak kadına yönelik şiddetin 2015’te de artmaya ve kadın cinayetlerinin önlenemez yükselişini sürdürmeye devam edecek olmasında az çok olup biteni bilen herkes hem fikirdir. Bu, aynı zamanda, 2015’in, gerek seçim gerekse öteki gelişmeler içinde kadınların eşitlik mücadelesinin ilerletilmesi ve Türkiye’nin demokratikleşme mücadelesiyle bağının güçlendirilmesi bakımından da bir fırsat yılı olması demektir.
–    Yine, AKP Hükümeti’ni sarıp sarmalayan yolsuzluk, rüşvet, kara para,… gibi hiç bir düzenin, hiçbir dini ya da siyasi odağın kabul edemeyeceği suçlamaların bu yıl da siyasetin sürekli biçimde arka fonunu oluşturacağını söylemek kehanet olmaz. Hiç kuşkusuz 2015, 17-25 Aralık yolsuzluk ve rüşvet skandalının daha da dallanıp budaklanacağı bir yıl olacak. Bu, Mecliste “fezlekesi” olan bakanların Yüce Divan’a gönderilip gönderilmemesinden bağımsız olarak, böyle olacak. Çünkü, yolsuzluk ve rüşvet skandalıyla sokağa saçılan kirli çamaşırlarla ilgili soruşturmayı savcılar kapatsa bile, bu soruşturma toplum vicdanında kapanmamıştır. Hele de 2015 ortasında yapılacak bir genel seçim olduğuna göre, bu skandalın devamı olacak yeni yolsuzlukların da sokağa dökülebileceği düşünüldüğünde, yolsuzluk ve rüşvet tartışmaların daha da alevlenmesi sürpriz olmayacaktır. Rüşvet ve yolsuzluğun merkezi ve yerel ekonomi politikalarına önemli bir “teşvik” unsuru olarak girdiği dikkate alındığında, daralan ekonominin aynı zamanda siyasi sonuçlara yol açması, geniş rüşvet-yolsuzluk ağının eskisi gibi beslenememesinin yeni sorunlar yaratması, karşılıklı suçlamalarla yeni skandalların patlak vermesi sürpriz olmaz. Bu yüzden yolsuzluk, rüşvet, torpil, kara para,… AKP’nin “işleyen” yarası, sancılı yumuşak karnı olmaya devam edecektir.

AKP’nin derinleşen çukuru: Dış politika
AKP’nin en iddialı olduğu alan olan kendi orijinalitesi “yeni Osmanlıcılık” ideolojik temelli dış politikası, aynı zamanda en çok zorlandığı alandır da. Öyle ki, bu politika onu, son 6-7 yıl içinde bütün komşularıyla kavgalı hale getirirken, Batıyla stratejik ilişkilerini de hayli netameli hale sokmuştur.
Denebilir ki, Hükümetin “yeni Osmanlıcılık”ta ısrarı, onu, kendi kazdığı ve sürekli derinleşen bir kuyuya itmiştir. Hele de IŞİD’in ortaya çıkması, Kürt sorununun bölge sorunu haline gelmesinde vardığı aşama ve bölgede mezhep çatışmalarında bir taraf haline gelmesiyle bu çukur daha da derinleşmiştir.
2015’te bu çukurun daha derinleşeceğinden kuşku duymak için bir neden yoktur. Çünkü bütün belirtiler, Hükümetin girdiği bu yoldan dönmek bir yana, daha da uçlara savrulacağı doğrultusundadır.
Ancak Tunus’taki Cumhurbaşkanlığı seçimini de “laik cephe” adayının kazanmasıyla, AKP ve Hükümeti, Müslüman Kardeşlerin son sığınağı, Sünni mezhepçiliğin en güçlü mihrakı ve “Sünni Cihadın geri cephesinin sağlam kalesi” gibi bir role soyunmuş duruma sürüklenmiştir.
Doğu Akdeniz gerginliği ile Mısır, İsrail, Kıbrıs ve Yunanistan’la da giderek sertleşen gerilimlere eklenecek Ermeni soykırım suçlamaları karşısında girdiği “savunma mevzisi”nin yükleriyle de ağırlaşacak dış politika, AKP Hükümeti’ni 2015’te daha da zorlayacak görünmektedir. Hele de Suriye rejimi 2015’te çökmezse, Suriye’nin Hükümeti’nin Batıyla şöyle ya da böyle bir düzen tutturacak ilişkileri de, AKP Hükümeti’ni, dış politikasını tümüyle ve en baştan yeniden gözden geçirmek zorunda kalacağı bir badireye sürükleyecektir. Ki, Hükümet için buradan bir dönüş, sadece siyasi bir manevrayı değil, ideolojik bir savrulmayı da zorlayacaktır.
Bu dış politikanın içeriye yansımasının, Kürt sorununun çözümünün Türkiye’nin bölge politikasıyla birleşmesi, mezhepçiliğin içeride Aleviliğe karşı kışkırtmalar ve bu kışkırtmalara karşı Alevi yığınların laisizm ve inanç özgürlüğünü savunması, Kürtlerle ve genel olarak demokrasi güçleriyle yakınlaşması olarak biçimleneceğini söylemek yanlış olmaz.

Hükümetin ekonomi politikalarının sorunlarının büyüdüğü bir yıl
Rusya’da derinleşen krizin faturası, AB ve dünya ekonomisindeki daralma eğiliminin 2015’te de sürecek olması, bölgeye emperyalist müdahale ve mezhep temelli iç karışıklıklar ve iç savaşlarla Türkiye’nin komşularıyla arasındaki gerilimin artacak olması, olumsuz etkenler olarak, Türkiye ekonomisi üzerinde 2015’te daha tahrip edici sonuçlara yol açacak görünmektedir.
Ekonomik büyümenin hızla düşme eğilimine girdiği (üçüncü çeyrekte büyüme 1.7’ye geriledi) ve işsizliğin uzun bir aradan sonra yüzde 10.5’e yükseldiği tabloya, sıcak para girişinin azalmasını, FED’in alacağı kararlara bağlı olarak ABD’nin siyasi amaçları için ekonomik gücünü kullanabileceğini de eklersek, 2015’te AKP Hükümeti’nin ekonomi politikalarını yerde süründürecek koşullar hızla olgunlaşacak görünmektedir.
2015 Bütçesi ve ekonomik programa dair (tasarruf, yatırım vb.’ne dair Hükümetin açıkladığı stratejik hedefler) açıklamalar, Hükümetin şimdiden durgunluğa gidişin faturasını halka yıkmak isteğini açıkça göstermektedir.
Yaz ortasında yapılacak milletvekili seçimleri de, ekonomi ve ekonomi bürokrasisi üzerinde “Erdoğan baskısı”nı artıracaktır.
Bütün bunların yanı sıra büyük sermaye ve rantiyenin özelleştirme, doğa, tarih, kültür, kentsel dönüşüm birikimleri dahil ülkenin yeraltı ve yerüstü servetlerinin yağmalaması için, Hükümetin, 2015’te yeni girişimler yapacağı kimsenin inkar edemeyeceği gerçeklerdendir.
Petrol fiyatlarının 60 dolara düşmesi dışında (ki, onun da Rusya ve dünya ekonomisindeki daralma üstünden tersine dönen bir “etken” olması kuvvetle muhtemeldir) bütün işaretler, AKP’nin ekonomi ve dolayısıyla ekonomi politikaları alanında 2015’te çok ciddi handikaplarla karşı karşıya kalacağını göstermektedir. 2015 Bütçe hedefleri, Hükümetin bir kriz olmadan da kriz önlemlerine başvurmak için her bahaneden yararlanacağı; bunun için bahaneler uyduracağı düşünüldüğünde, 2015’in, emekçiler ve işçi sınıfının çalışma ve yaşam koşullarının çok zorlanacağı bir yıl olacağını söyleyebiliriz. Bu yüzden kamu emekçilerinin ve kamuda çalışan işçilerin TİS’leri çok çetin geçmeye adaydır.
Kısacası, “2015, AKP ekonomi politikasının varlık yokluk yılı olacaktır” demek, yalın gerçeği ifade etmek olacaktır.

2015’in emek mücadelesinin birleşme ve atılım yılı olması için daha çok ter dökmek gerekecek
2015 Bütçesi’nde asgari ücret, emekliler ve kamuda çalışanlar için öngördüğü yüzde 3+3 ücret ve maaş artışı, bu yılın emekçiler açısından nasıl bir yıl olacağını çok açık biçimde göstermektedir. Bu da, kamuda TİS yılı da olan 2015’in milyonlarca işçi ve kamu emekçisi ailesi ve milyonlarca emekli ailesi için kabusa dönüşecek olması demektir. Bunu önlemenin tek yolununun yığınların taleplerinde ısrar etmeleri olduğu tartışmasızdır.
Bu 3+3 kriteri, sadece işçiler ve kamu emekçileri için değil, üretici köylülükten şehir ve kırın yoksullarına kadar herkes için yokluk, yoksulluk ve işsizlik anlamına gelmektedir.
Bu yüzden de, 2015’te emek cephesinin makus talihini yenmesi için adım atabilmesinin tek koşulunun, kendi içinde birleşmesi, sendikalar ve emek örgütlerinin üstlerine düşen rolü oynaması, emekçilerin haklarının savunulmasında seçimlerden TİS’lere kadar her platformda sermaye ve partilerine karşı bir tutum benimsemeleri olduğunu söyleyebiliriz.

Buradan bakıldığında, 2015 için şunları söyleyebiliriz:
1-) İşçiler ve kamu emekçileri başta olmak üzere sömürülen yığınların kısmi taleplerle ve yerel olarak çeşitli vesilelerle atıldıkları her mücadeleyi, yerel ve merkezi imkanları sonuna kadar kullanarak ilerletmek bu yıl da çok önemlidir. Ama bunun kadar önemli bir şey de, bu mücadelelerin birleştirilip ilerletilmesi, emekçiler ve mücadelelerinin çeşitli platformlar etrafındaki birliklerinin daha geniş birliklere dönüşmek üzere ilerletilmesidir. Bu amaçla, işçiler, bir yandan içinde örgütlü oldukları sendikalar içinde bürokrat sendikacılara karşı mücadele verirken, aynı zamanda, fiili olarak da inisiyatifi ele aldıkları, hiçbir alışılmış kurala bağlı kalmadan birliklerini ve mücadelelerini ilerletmek için gerekli adımları atmak durumundadır. Bu yıl, bu girişimler için daha çok dayanak sunacak özelliklere sahiptir. Örneğin Birleşik Metal üyesi işçilerin, sendikalarını da zorlayıp ileri iterek, yılın sonunda MESS-Türk Metal dayatması TİS’i kabul etmemek için harekete geçmeleri, daha şimdiden onları tüm sınıf adına hareket eden, dolayısıyla sınıfın tüm ileri güçleriyle birleşmeleri için zemini güçlendiren bir mevziye getirmiştir. Bu da, tüm sınıf ve sınıf güçlerinin bu mevzi etrafında mücadeleye çekilmesi görevini diğer görevlerin önüne çıkarmaktadır.
2-) İş güvenliği, işçi sağlığı ve taşeronlaştırmaya karşı mücadelenin 2014’teki mevzisinden daha ileriye taşınması için adımlar atılmasında 2015 önemli dayanaklar sunacaktır.
3-) Kamu emekçileri ve kamuda çalışan işçiler için bu yıl TİS yılıdır ve bu TİS’lerde işçi ve emekçilerin güçlerni ortaya koydukları bir mücadele olarak ele alınmazsa, varılacak yer, Hükümetin dayatmalarına boyun eğmek olacaktır.
4-) Göçmen işçilerle birlik ve kardeşleşme sorunu, 100. Yıl dolayısıyla Ermeni soykırım tartışmalarıyla birlikte ele alındığında (ki, Kürt sorununun çözümü mücadelesinin geldiği boyutta özerklik, anadilde eğitim vb. üstünden yürüyen eski tartışmalar da yenilenecektir), 2015’te enternasyonalizm ilkesinin öne çıkarılması, propaganda ve ajitasyonun bu ilke dikkate alınarak içeriklendirilmesi son derece önemli olacaktır. Seçimden hemen önce kutlanacak 1 Mayıs bu bakımdan önemli bir fırsat yaratacaktır. Dolayısıyla işçiler, kamu emekçileri ve tüm emekçi kesimler içinde, 2015’te; milliyetçiliğe, dinciliğe ve mezhepçiliğe karşı mücadele için geniş bir zemin doğacağı ortadadır. Bu imkanları iyi kullanma, sınıf partisi ve işçilerin, kamu emekçilerinin ileri kesimleri için pek çok yanıyla hayati derecede önemli olacaktır.
5-) 2015’in, yazı boyunca değinilen muhtemel koşulları, genel seçimi, işçi sınıfı, kamu emekçileri ve tüm emekçi yığınlar için sermaye partilerinin oy deposu olmaktan kopup kendi sınıflarının safında yer almalarının önemli bir imkanı haline getirmektedir. Bu yüzden emekçi yığınların siyasette birleşmeden sendikal mücadelede de fazla bir adım atma şansının kalmadığını görmeleri için bir fırsattır, bu dönem. Bu vesileyle şunu da belirtelim ki, 2015 Genel Seçimi; sınıf içinde Kürt sorununun çözümünden Alevilerin inanç özgürlüğüne, Türkiye’nin demokratikleşmesinin öneminden bunun işçi sınıfı mücadelesinin ilerletilmesiyle ilişkisine,… çok boyutlu bir ajitasyonu son derece önemli hale getirmektedir. Bu, elbette ki, sınıfın bilincinin ilerletilmesi, sınıfın sömürüsüz ve sınıfsız bir toplum idealinin propagandası için de son derece önemli bir fırsat olacaktır.
Evet, 2014 için “Emek mücadelesinin kan ter içinde ilerlediği”ne dikkat çekmiştik.
2015 de zorluklarıyla olduğu kadar, hatta daha da fazla sunduğu imkanlar bakımından, bu yüzden de imkanların hayata geçirilmesi bakımından daha çok ter dökecekleri yıl olarak geliyor. Asıl önemeli yanı da budur.
Eğer işçiler, emekçiler tekeller için, sermaye için kan ve ter dökmekten kurtulmak istiyorlarsa kendi davaları için daha çok ter dökmeyi göze almak zorundadırlar. Bu bize bütün bir sınıflar mücadelesi tarihinin öğretti temel derstir.
2015; demokrasi güçlerini, sınıf partisini, işçileri, emekçileri kendi geleceklerine sahip çıkmaya, özgürlükler için, demokrasi için sömürüsüz savaşsız bir insanlık davasının yolunu açmak için daha çok mücadeleye, daha çok ter dökmeye çağırıyor.
Bu çağrıya uymak hepimizin sorumluluğudur.

Laik ve demokratik bir Ortadoğu ve Türkiye mücadelesinin harcı olarak laisizm

Herhalde içinde geçtiğimiz sürecin bundan sonraki aşamasında, Ortadoğu’nun (Kuzey Afrika ve Ön Asya’yı da kapsayan geniş Ortadoğu) İslam dünyasında özgürlük, demokrasi, halkların kurtuluşları, emperyalizme ve gericiliklere karşı mücadeleden söz edildiğinde, tartışmaların üstünden atlanamayacak başlıca konusu laisizm olacaktır. İslam ülkelerinin halklarının kendi Ortaçağları ile hesaplaşmasında böyle bir aşamaya gelinmiştir.
Petrol, doğal gaz ve enerjinin batıya güvenli nakil yolları, dünya egemenliği, çürümüş Ortaçağ rejimleri, yoksulluk, açlık, işsizlik gibi emperyalist stratejinin üstünde biçimlendiği başlıca “patlayıcı unsurlar”ın tehlikeli bir biçiminde bir araya geldiği Ortadoğu, son çeyrek yüzyılda dünyanın en sıcak çatışmalarının yaşandığı bölgelerinin başında geldi.
“Bütün bu patlayıcı unsurları bağrında toplayan Ortadoğu son yüzyılın en büyük sarsıntısını geçiriyor” dersek yanlış bir şey söylememiş oluruz.
100 yıl önce zamanın dünyayı yöneten büyük emperyalistleri tarafından 1916 yılında Sykes Picot anlaşmasıyla çizilen Ortadoğu haritası şimdi yeniden çizilmeyi dayatmış bulunuyor. Üstelik bu sefer sahneye çıkan yeni güçler, haritanın diplomasinin karanlık koridorlarında değil, doğrudan savaş alanlarında çizilmesini zorluyor.
Arap isyanlarının Arap-İslam dünyasında yarattığı büyük sarsıntı ve bu isyanların yönünü değiştirmek için bölge gericikleriyle batılı emperyalistlerin müdahaleleri, halkların bu müdahalelere tepkileri,… Kürtlerin kendi kaderlerini tayin etmek için giriştikleri son çeyrek yüzyılı aşan mücadeleleri de eklendiğinde, bölgede yeterince gerginleşmiş, aynı anlama gelmek üzere, artık çözümü dayatmış çelişkiler daha da girift hale gelmiş bulunuyor.

LAİK VE DEMOKRATİK BİR ORTADOĞU MÜCADELESİ

Bir yandan emperyalist müdahale ve bölge gericiklerinin ömürlerini uzatmak için giriştiği manevralar öte yandan Ortaçağ cehenneminden fırlamış IŞİD’in bölgenin çelişkilerinden ve dış müdahalelerden yararlanarak Irak ve Suriye’de geniş topraklar üstünde kontrol sağlaması ve Yemen’den Nijerya’ya, Libya’dan Irak’a geniş coğrafyada güç kazanması, Ortadoğu’da tek tek ülkelerin iç düzenlerini olduğu kadar genel olarak bölgenin geleneksel düzenini de zorlamaktadır.
Artık eski sınırların sürdürülemeyeceğinin belli olduğu Ortadoğu’da bugün haritanın yeniden çizilmesini zorlayan iki dinamik odak var. Bunlardan birincisi, çeyrek yüz yıldan fazla bir zamandan beri kendi kaderin tayin etmek için, özgürlük, demokrasi, eşit haklar talebiyle mücadele eden bölgede dört ülke (İran, Irak, Suriye ve Türkiye) arasında bölünmüş Kürdistan’da yaşayan Küt halkıdır. Bölgedeki ikinci dinamik ise, Ortaçağdan kalma çelişkilerle iç içe geçmiş modern dünyanın çelişkileri zemininde patlak veren Arap isyanlarının harekete geçirdiği, emperyalistler ve bölge gericilikleri tarafından bir ölçüde bastırılmış görünen, ama talepleri için mücadele etmekten vazgeçmeyen Arap halklarının mücadelesidir. IŞİD, El Nusra; El Kaide gibi Cihadçı örgütlerin güç kazanması, Arap halklarının özgürlük ve kendi kaderine sahip çıkma tutumuna yönelik emperyalist gerici müdahalenin “kefareti” olarak ortaya çıkmıştır.
Bu yüzden de Ortadoğu haritası yeniden çizilirken, özellikle IŞİD ve onunla hedef birliği içindeki Cihadçı güçlerin kazandığı mevzilerden sonra, artık bölge haritasının yeniden çiziminin kendi lehlerine olması için müdahale etmeyi amaçlayan bütün güçler, “Nasıl bir Ortadoğu ve ülke; kimlerle birlikte ve kimlere karşı bir mücadele?” sorusunu açıklıkla yanıtlamak ve bunun gereği olan bir tutumu almakla karşı karşıyadırlar.
Bu mevzilenmenin ilk adımı, IŞİD’in Irak ve Suriye’de geniş toprakların kontrolünü sağlayarak Selefi radikal İslamcı bir dünya düzeni kurmak için giriştiği Cihad’ın karşısında tutum alınıp alınmayacak olmasıyla belirlenmektedir/belirlenecektir.
Dolayısıyla şunu şimdiden söyleyebiliriz ki, bölgedeki demokrasi ve özgürlük mücadelesinin Bush döneminde geliştirilen ABD stratejisi doğrultusunda “Radikal İslam”a karşı “Ilımlı İslam”la (Müslüman Kardeşler ve ona paralel çeşitli İslamcı akımlar) birleşerek yürütülecek mücadele olarak tanımlanması ve bu mücadelenin ürünü olacağı öngörülen “demokratik bir Ortadoğu” stratejisi tümüyle çökmüştür ve bugün bölgede ve ülkelerde asıl eğilim, henüz çok belirgin olmasa da “laik ve demokratik bir Ortadoğu”dur.

BAŞAŞAĞI DURAN LAİSİZM ŞERİATÇILIĞI BESLEDİ

Kuşkusuz Ortadoğu’nun İslam Dünyası için laisizm çok yeni bir şey değil.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan itibaren laisizm Cumhuriyetin temel bir ilkesi olarak yüksek sesle savunulmuş; yukardan dayatılmış bir hayat tarzı, halkı terbiye ve ıslah ederek devlete biat etmesinin bir kırbacı olarak kullanmıştır.
Bu, 1950 sonrasında Cezayir, Libya, Mısır, Suriye, Irak, Yemen gibi belli başlı Arap ülkelerinde de modernleşmenin, ama devlet tarafından yukarıdan dayatılan bir modernleşmenin “reform”u olarak sunulan “laiklik”, halkın baskı altına alınmasının bir aleti olarak kullanılıp uygulanmıştır. Filistin 20. yüzyılın ikinci yarısında, Arap dünyasında laisizmi yaşam tarzı olarak da benimseyen devrimci bir odak olarak yükselmiş, dünya ölçüsünde bulduğu desteği ve bölgenin devrimci bir dinamiği olmasını da büyük ölçüde lasizmi bir yaşam tarzı olarak benimseyen bir devrim olmasıyla sağlamıştır.  Dolayısıyla Cemal Abdülnasır’la başlayıp askerlerin ve “sivil” aydınların partileri olarak örgütlenen BAAS partileriyle geliştirilen laisizmle, Arap ülkeleri az çok Türkiye’nin yolundan yürümüş, dinin devlet işlerine karışması radikal biçimde önlenirken, dinin kendisi de yeniden tarif edilerek, laiklik bir “rejim dini” olarak dayatılmıştır.
BAAS rejimleri çökerken ise, Mübarek’in Şeriatçı Anayasası ve Saddam’ın Cihat ilan etmesi örneklerinde görüldüğü gibi, bu sözde laisizmle şeriatçılığı iç içe geçirip halkın rejime yönelik tepkilerini şeriatçı uygulamaları benimseyerek yatıştırmayı amaçlayan BAAS kalıntısı son diktatörler, sadece siyasal İslam olarak Şeriatçılığın ve Müslüman Kardeşler başta olmak üzere şeriatçı hareket ve örgütlerin güçlenmesine, halk indinde itibar kazanmasına hizmet etmişlerdir.
Bu nedenledir ki, Arap isyanlarıyla halk BAAS kalıntısı –Mübarek, bin Ali,… gibi– diktatörlüklere karşı ayağa kalktığında, ayaklanan halkı yedekleyen Müslüman Kardeşler olmuştur. Nitekim; son yıllarda neoliberalizme uyum sağlayıp palazlanarak BAAS kalıntısı rejimlerle daha çok uzlaşma içinde olan ve halk ayaklanmalarına da sıcak bakmayan Müslüman Kardeşler’in, önlenemez hale gelerek patlak veren ayaklanmaların bir aşamasında “muhalif” görünen en örgütlü hareket olmanın avantajıyla yedeklediği yığınların başına geçmesi, Tunus ve Mısır’da, devrime katılan demokrat laik kesimler tarafından tepkiyle karşılanmıştır. Bu ülkelerde Müslüman Kardeşler’in laik kesimler tarafından “devrimi çalmak”la suçlamasının nedeni de budur.
Kısacası, Ortadoğu’da son yüzyılın en önemli gelişmelerinden olan Arap isyanlarının, 30-40 yıllık diktatörlüklere karşı ayaklanmalar oldukları kadar, aynı zamanda, çarpık, tabiri caizse baş aşağı duran laiklik anlayışı ve uygulamalarına karşı da ayaklanmalar olduklarını söylemek yanlış olmaz. Özellikle Müslüman Kardeşler bu çarpık laiklik uygulamalarının yarattığı tepkiden yaralanarak halkı yedeklemeyi başarmıştır.

BİR YAŞAM TARZI OLARAK LAİSİZMİN GÜNDEME GELMESİ

Ancak Arap isyanlarının en önemli iki ülkesinden birisi olan Mısır’da “devrimi çalan” Müslüman Kardeşler’in batılı emperyalistler ve bölge gericiliklerinin önemli bir bölümünün desteğini alan –ve halkın taleplerini benimsediğini açıklayan– Sisi darbesiyle devrilmesi Müslüman Kardeşler’in yükselişine darbe vururken, ondan çok daha önemli olarak, Tunus’ta Müslüman Kardeşler iktidarının halkın oylarıyla yıkılması, Müslüman Kardeşler’e halk iradesiyle dur demenin bir biçimi olarak ortaya çıkmıştır.
Tunus’taki son seçimi çoğunluğu “laik ve demokratik bir Tunus”tan yana programlarla halkın karşısına çıkan partilerin kazanması, emperyalizmin “ılımlı İslamcısı” Müslüman Kardeşler için yolun sonunu işaret etmiştir. Ama bundan daha fazlası olarak da, Tunus seçimi, bin Ali ve Mübarek rejimlerinin dayatma sözde laikliğinden farklı olarak, gerçek bir laiklik anlayışının Arap-İslam dünyasında yaşam tarzı olarak benimsenmeye başlandığının işareti ve laikliğin demokrasi mücadelesinin olmazsa olmaz ilkesi olma yolunda atılmış hayli ileri bir adım olduğunu söyleyebiliriz.
Yine bu gelişmeler içinde, Arap isyanlarının harekete geçirdiği Arap dünyasındaki kadınlar arasında laisizm talebinin giderek yaygınlaştığının işaretleri de ortaya çıkmaya başlamıştır. Bu dönemde oluşan çeşitli kadın örgütleri, “laisizm olmadan, kadınların, din dayanak yapılarak dayatılan yaşam tarzına, gelenek ve görenek dayanaklı baskılara karşı mücadelede başarılı olamayacaklarını” uluslararası platformlarda açıkça ve özel vurgu yaparak ifade etmeye başlamışlardır.
Tunus seçiminin önemi; arkasına iktidar olmanın gücünü, Arap ayaklanmalarının perestijini ve Mısır’daki darbenin yarattığı mağduriyetin avantajlarını alan Tunus’un Müslüman Kardeşleri’nin partisi En Nahda Cephesi’nin (deyim yerindeyse Tunus AKP’sinin cephesi) ancak yüzde 31 oy alabildiği seçimi, açıkça laisizmi savunan güçler karşısında kaybetmesinden gelmektedir. Ki, Tunus seçimde, halkın, laiklikle Müslüman Kardeşler’in “ılımlı şeriatçılığı” arasında saflaştığını söylemek yanlış olmaz.

DEMOKRATİK GÜÇLERİN İTTİFAKININ HARCI OLARAK LAİSİZİM
Kısaca laisizm, dinin devletin alanına, devletin de dinin –inancın– alanına karışmamasıdır. Bu “ideal durum”, uygulamada, laik ve dini bir toplum oluşturmayı amaçlayan karşıt güçler arasındaki mücadelenin kazanımlarına göre değişmektedir. Ülkeden ülkeye ve zamana göre uygulamaların farklılaşması da, bu mücadeleye katılan güçlerin kazanımlarıyla ilgilidir. Ama sonuçta laisizm, batıda, bütün bir Ortaçağı kapsayan İslam’la Hıristiyan dünyası ya da Hıristiyanlığın çeşitli mezhepleri arasındaki din ve mezhep savaşlarına son vermek, inançlara özgürlük tanıyarak “toplumsal barışı” sağlamak, bilimi, sanatı dinin etkisinden kurtararak gelişmelerinin önünü açmak,… gibi amaçlarla benimsenmiş, yeni burjuva yaşam tarzının temeli yapılmaya girişilmiştir. Şüphesiz laisizmin bir yaşam tarzı olarak egemen hale gelmesi, elbette savaşlar, iç savaşlar, devrimler ve karşı devrimleri kapsayan büyük toplumsal alt üst oluşlarla iç içe geçen bir mücadele süreci boyunca gerçekleşmiştir.
Böylece, laiklik, dini referanslara dayanan Ortaçağ yaşam tarzına karşı, sivil, din dışı bir yaşam (laiklik elbette dinsizlik değildir, ama dinsizlik de dahil her tür inanç ve inançsızlığın özgürce yaşamasına devletin karışmaması demektir) tarzı olarak da toplumun Kilise karşısında özgürleşmesinin dayanağı olmuştur.
Yukarıda belirtildiği gibi, İslam ülkeleri içinde laisizmi ilk benimseyen Türkiye Cumhuriyeti olmuş; laisizmi devletin toplumu kontrol altına almanın bir dayanağı olarak kullanmayı amaçlayan Cumhuriyet rejimi, dini referansları devletin dışına atarken, Sünniliği bir “devlet dini” olarak düzenleyip, Diyanet İşleri, İmam Hatipler, imamların devlet memuru olmaları ve maaşa bağlanmaları gibi uygulamalarla dini halkı zapturapt altına almanın aracına dönüştürürken, dinin arkadan dolanıp devlet düzeni içine yeniden girmesinin de yolunu açmıştır.
Bugün, hatta çok partili düzene geçilmesinden beri Türkiye’de din istismarcılığı yapan gerici partilerle tarikatlar, bugün “laik devletin uygulamaları” olarak gösterilen Diyanet’i, devletin din adamı yetiştirip memur olarak ataması ve İmam Hatipler açmasıyla okullara zorunlu din dersleri koymasını savunmakta, “böylesine can kurban” diyerek müesses laiklik ve laisizme dört elle sarılmaktadırlar.
BAAS partileri de, Arap ülkelerinde “Kemalist laikliği” nispeten yumuşatarak uygulamışlardır.
Kısacası, bu yukardan ve devleti, düzeni korumayı esas alan laiklik uygulamalarıyla, İslam Dünyası’nda laikliğin bir yaşam tarzı olarak yayılmasının önü kesilirken, tüm inanç kesimlerinin de laisizm karşısında mevzilenmesi için adeta özel çaba sarf edilmiştir ki, bunun sonuçlarını bugün görüyoruz.
Müslüman Kardeşler’in Arap isyanlarını büyük ölçüde yedekleyebilmesinin, Türkiye’de AKP Hükümeti’nin bunca uzun yaşaması ve bugün adım adım Şeriat düzenine gidiş demek olan “muhafazakar toplum planı”nın halktan geniş biçimde destek görüyor olmasının başlıca nedenlerden birisinin de bu tependen getirilen ve inanç özgürlüğü temeline oturmayan laiklik uygulaması olduğunu söylemek hiç de yanlış olmaz.
Tunus seçimleri, İslam Dünyası’nda şeriatçılığa karşı laik bir düzen savunusunun halk iradesiyle desteklenmesinin ilk uygulaması olmaya adaydır. Elbette bunun ne kadar olanaklı olacağını da uygulamada göreceğiz.
Şunu söyleyebiliriz ki, bugün Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkı mücadelesini yürüttüğü bölge haritasının yeniden çizilmesinde birinci dereceden önemli olan dört ülke; Türkiye, İran, Irak, Suriye mezhepçi ve mezhepçilik kışkırtması üstünden toplumu bölen hükümetler tarafından yönetilmektedir.
90 yıldır Ortadoğu’nun “tek laik ülkesi” iddiasını terk etmemiş olsa da, bu ülkelerden Türkiye bile, bir bakıma Ortadoğu’daki “son Müslüman Kardeşler rejimi” sayılacak bir hatta ilerlemektedir. “Muhafazakar Türkiye” planıyla adım adım ilerleyen AKP Hükümeti’nin yönettiği Türkiye, resmen “laik demokratik bir sosyal hukuk devleti” dense de, gerçekte bir “Sünni Türk-İslam” devletidir. Irak Şii-Arap, İran Şii-Fars bir yönetimken, istisna denebilecek Suriye’de Arap milliyetçisi ama fazla mezhepçi olmayan bir yönetim vardır.
Sorunu laisizmle ilgisi bakımından ele aldığımız için burada bu ülkelerde iktidarların ya da egemen siyaset tarzının belirleyici bir unsuru olan egemen ulus milliyetçiliğini tartışma dışı tutuyoruz. Bu yüzden de, Suriye’nin özel durumu bir yana, bu ülkelerdeki yönetimleri “mezhepçi yönetimler” olarak niteleyebiliriz.
Bu durum kendi başına bölgeyi ve bölgedeki pek çok ülkeyi bir mezhep çatışmasının kenarına getirmiş, hatta içine çekmiştir. Irak ve emperyalistlerle bölgenin gerici Sünni devletlerinin mezhepçiliği kışkırtması sonucu Suriye’de bir mezhep çatışması çoktan bir iç savaşa dönüşmüştür. Yemen’de de hemen hemen bir iç savaş vardır. Nitekim ABD’nin bölgeye müdahalesinde “Sünni–Şii çatışması üstünden bölgenin yeniden biçimlendirmesine dair senaryosu da bölgedeki bu hassasiyet dolayısıyla ciddiyet kazanmaktadır. Bunun da ötesinde bölge ülkeleri birbirinin içişlerine bu mezhep ayırımcılığı üstünden müdahalelerde bulunmaktadır.
Ancak IŞİD’in sahneye çıkmasıyla Ortadoğu ülkelerinin diplomasilerinin unsuru ve çeşitli senaryoların dayanağı olan mezhepçilik açıkça bir bölgesel savaşın başlıca unsuru ve bir medeniyetler savaşının haberini de vererek gerçek bir sorun olarak gündeme gelmiştir.
Dolayısıyla bugün gerek bölgeye emperyalist müdahalelere ve gerici ülke yönetimlerine karşı mücadelede, gerekse de IŞİD’e karşı mücadelede birleşecek güçler için ortak cephe ilkesi olarak, bütün din ve mezhepler için inanç özgürlüğü, dolayısıyla bölge ülkelerinde laisizm mücadelesi bir zorunluluk haline gelmiştir.
Kısacası bölgede demokrasi ve özgürlüklerin geliştirilmesi mücadelesi, bugün, dün olmadığı kadar laisizm mücadelesiyle iç içe geçmiştir.
Burada laisizm mücadelesinin önemli bir yanı ortaya çıkmaktadır: Halkların kardeşleşmesi bakımından laisizmin bir yaşam tarzı olarak benimsemesi için mücadelede olduğu gibi, bölgedeki mezhepçi yönetimler ve Şeriatçı hareketlere, IŞİD’e ve Cihadçı örgütlere karşı mücadelede de laisizm, her milliyetten, her din ve mezhepten halkların mücadelelerinin birlik harcı durumundadır.
IŞİD’in ortaya çıkmasıyla birlikte, Cihadçı ve dini siyasete alet etmeyi politika tarzı olarak benimsememiş İslami hareketler için bile, gerçek bir laisizm savunusu, IŞİD’çi şeriat düzeni savunucularına karşı güçlerin birleştirilmesinin zeminini oluşturacak bir ilke olarak öne çıkmaktadır.

LAİSİZİM VE KÜRT HALKININ ÖZGÜRLÜK MÜCADELESİ
Bölge açısından bakıldığında, Kürtler, şeriatçı bir yaşam tarzını benimsememiş, en önemlisi de kendi kaderini tayin hakkı uğruna mücadele içinde demokratikleşen, mezhep ayırımlarını aşan bir ulusal birlik içinde (eğilim olarak) olan da bir halktır. IŞİD’in Musul’u zapt etmesi ve bölge halkları için dolaysız bir tehdide dönüşmesiyle Kürtler ve ulusal demokratik hareketleri, Ezidi, Süryani, Keldani, Şii, Türkmen, Asuri, Arap,… bölgenin bütün halkları için “kurtarıcı” bir güç olarak sahneye çıkmıştır.
Çeyrek yüzyıldan beri, Kürtler Ortadoğu’da statükoya itiraz eden devrimci-demokrat bir güç olarak sahnedeler. Kendi içlerinde Barzanicilik, Talabanicilik ve PKK gibi büyük ve tarihsel ayırımlara karşın, Kürt halkı, Ortadoğu’da az çok laik bir toplum yaşamını, en azından Şeriat dayatmasının dışında bir yaşamı benimsemiş bir halk olarak sahnede. Bu durum, IŞİD’in sahneye çıkmasıyla birlikte ilk saldırdığı ve ilerleyişinde de ilk direnişle karşılaştığı halkın Kürtler olmasının da bir rastlantı olmadığını göstermektedir. Çünkü Ortadoğu’nun bu bölgesinde IŞİD’çi bir İslami yaşam tarzına en çok karşı ve laik bir yaşam tarzını en ileriden benimsemiş olanın Kürtler olmasından dolayı da IŞİD’e karşı direniş Kürtlerden gelmiştir. Bu çerçevede peşmergeler ve nispeten de PKK güçleri IŞİD’e karşı ilk direniş cephesini Kerkük merkezli olarak kurmuşlar; bölgedeki Ezidi, Hıristiyan, Süryani, Asuri, Türkmen… nispeten küçük etnik ve dini çevreleri IŞİD katliamından koruma yükümlülüğünü de Kürtler üstlenmiştir.
IŞİD’e karşı mücadelenin Suriye cephesinde yoğunlaşmasıyla Rojava’da direnişin dünya ölçüsünde sembolik bir anlam da kazandığı Kobanê merkezli tartışmalarda, Kürt liderler her platformda, “Biz laik ve demokratik bir Suriye için mücadele ediyoruz” diye ilan ederek, oluşacak ve oluşması gereken cephenin “laiklik” ve “demokratiklik” ilkesine çok açık bir vurgu yapmışlardır. Kaldı ki, Kürt ulusal mücadelesinin en önemli ayağı olarak PKK laik bir hareket olarak ortaya çıkmış, anlayışı bakımından farklılıklar taşısa da, laisizm, her zaman onun için önemli olmuştur. Özellikle Türkiye’de Alevilerin inanç özgürlüğü talebiyle ortaya çıkmasıyla birlikte, PKK-HDP ekseninde politika yapan Kürtler, devletin din ve mezheplere tümüyle eşit uzaklıkta olacağı ve din ve mezheplerin de devletle ilişkisinin olmadığı gerçek bir laisizmi talep ettiklerini her platformda ifade etmişlerdir, etmektedirler.
Bu, hem Kürtlerin bölgedeki özgürlük mücadelesinin diğer halklarla yakınlaşmasının, hem de Türkiye’de Aleviler ve tüm inanç kesimleri yanında laik yaşam tarzını benimsemiş oldukça geniş bir nüfusa karşılık gelen Türk kökenli halk kesimlerinin yakınlaşmasının gerçek zeminini oluşturmaktadır.

TÜRKİYE’DE LAİSİZM MÜCADELESİ
Türkiye’yi yönetenler, yerli yersiz her fırsatta “bölgenin tek laik ülkesi Türkiye’dir” diyerek övünmüşlerdir.
Keşke doğru olsaydı. Ama değildir.
Daha Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren dinin devlete müdahalesi sınırlanmış, dini referansların devlet yaşamından temizlenmesi için önemli adımlar atılmıştır. Ancak o kadar!
Çünkü din ve inanç alanı devlet işlerinin yürütülmesini kapsayan siyaset alanının dışına çıkarılırken, laiklik uygulamalarında en ileri gidildiğinde bile, devlet, laiklik adına Sünni mezhebini ”devlet dini” olarak biçimlendirerek, Müslüman olmayan azınlıklar dışındaki diğer bütün inanç biçimlerini yasaklamış, böylece inanç özgürlüğünün olmadığı bir “yarım laisizmle” yetinilmiştir.
Bu dönemde ve büyük ölçüde sonraki dönemlerde de, laisizm, dinin, gelenek ve göreneğin pençesindeki geniş halk yığınları tarafından devletin yukarından dayattığı ve halkın geleneksel yaşamına karşı “alafranga yaşam tarzı” dayatması olarak algılanmıştır.
Çok partili döneme geçilmesiyle birlikte, uygulanan laisizmin gücü gibi görünen tek mezhepli “resmi din”sel yaşam hedefe konmuş, din istismarcılığı sermaye partilerinin her türü için başlıca politika tarzı olmuştur. Böylece din, Diyanet İşleri, İmam Hatipler, sıkıyönetimler dönemlerinde Alevi köylerine cami yaptırılması, zorunlu din dersleri, Diyanet’in bir İmam ordusuna sahip olması,… gibi uygulamalar, din istismarcısı partiler ve tarikatlar üstünden “arkadan dolanıp” devletin derin uzuvlarına kadar sızmıştır. AKP Hükümeti’nin “Müslüman Kardeşçi olmaya doğru hızla yol alan” çizgisinin egemen olmasına paralel olaraksa, din, devletin “laik mekanizmalarını” da önemli ölçüde işgal etmiştir.
Bu gelişme içinde laisizmin gerçek temellerine oturtulması ve bir yaşam tarzı olarak benimsenmeye yönelinmesinde 1990’larda Alevilerin “inanç özgürlüğü” ve “Sünnilerle hak eşitliği” talebi etrafında ortaya çıkan mücadelesi, laisizm mücadelesine yeni bir dinamizm kazandırmıştır.
Geçen çeyrek yüzyıldan sonra Alevilerin inanç özgürlüğü talebi etrafındaki mücadelesi, özellikle mücadelenin ön cephesinde yer alan örgütlü Alevi kesimleri içinde, giderek de Alevi kitlesi içinde yayılmaya başlayan gerçek bir demokrasi mücadelesine dönüşmektedir. Bugün Alevilerin inanç özgürlüğü talebinin gerçek içeriği, Hükümet yetkililerinin göstermeye çalıştığı gibi zorunlu din dersi kitaplarında Alevilere ayrılan sayfa sayısının artırılması ve Sünnilerle Diyanet üstünden eşitlenme değil, gerçek bir laisizmin gereği olarak devletin din alanından elini bütünüyle çekmesidir.
AKP Hükümeti ise, tersine, Aleviliği yeniden tarifleyerek ve Alevilerin gerçek Aleviliği bilmediğini, bu yüzden de Sünnilikten farklı bir mezhep olduğunu sandıklarını iddia ederek, Diyanet’te Alevlere koltuk, Dedelere maaş, …gibi Alevileri mevcut mezhepçi iktidarın hamiliğine razı olmuş bir azınlık “kültür çevresi” bir olarak yedeklemeyi istemektedir.
Oysa, yukardan beri belirtilmeye çalışıldığı gibi, Aleviler, “azınlık hakları” istemiyor, tersine;
–    Din derslerinin zorunlu ders olmaktan çıkarılmasını,
–     Cemevlerinin ibadethane olarak kabul edilmesini,
–    Diyanetin kaldırılmasını,
–    İmam Hatiplerin kapatılmasını, devletin imam kadrosunun kaldırılması ve dinin ve din görevlilerinin finansmanına son verilmesini,
–    (…) istiyorlar.
Ancak Alevilerin mücadeleci kesimlerinin taleplerini dikkate aldığımızda, bu kesimin, Hükümetin “Çağdaş Hızır Paşalar” yaratmak için öne sürdüğü rüşveti kabul etmeyeceği, tersine, görünüşte bir “din-mezhep eşitliği” için değil, demokratik bir ülkede gerçek bir laisizm talebi için mücadele ettikleri görülmektedir. En azından bugün yöneliş budur.

LAİK VE DEMOKRATİK BİR TÜRKİYE MÜCADELESİ
Kürt özgürlük mücadelesi ve Alevilerin inanç özgürlüğü mücadelesinin bugün geldikleri yere bakıldığında; Kürtlerin kendi kaderlerini tayin hakkından yola çıkarak, “Türk milliyetiyle eşit statüko” talebini de aşarak; Türkier, Kürtler,… her milliyetten halk için demokrasi ve özgürlük, gerçekten “Laik ve Demokratik Türkiye” mücadelesine gelmeleri gibi, Aleviler de “Sünnilerle eşit haklar ve Alevi inancına özgürlük” talebinden kalkarak “Laik ve Demokratik Türkiye” çizgisine gelmişlerdir.
Hem Kürt siyasi güçleri bu gelişmenin farkındadır, hem de Alevilerin mücadele eden kesimleri bunun farkına varmışlardır.
Onun içindir ki, Kürt siyasi güçleri uzun zamandan beri Alevilere yönelik olarak ortak mücadele çağrısı yapmakta, bunun için somut girişimlerde de bulunmaktadır.
Alevilerin mücadeleci kesimleri de giderek daha çok bu çizgiye gelmişler, Alevi örgütlerinin Ankara’da düzenledikleri son mitingde “Kobanê ile dayanışma” öne çıkarılmıştır. Onun içindir ki, mitingin değerlendirmesini yapan yorumcuların hemen tümü, “Mitinge Kobanê direnişinin damga vurduğu” değerlendirmesini yapmışlar, mitingin mesajı da “Kobanê’ye saldırı Alevilere de saldırıdır” biçiminde ifade edilmiştir.
Nitekim “çözüm süreci”nde Kürtlerin ve demokrasi güçlerinin tarafında laisizm mücadelesi veren Alevilerin de açıkça saf tutması, bu gelinen yerde olması gereken şeydir. Örneğin İmralı’da kurulması tartışılan “çözüm masası”nda, en azından ilerleyen safhalarda, Kürtlerin tarafında Alevi temsilcilerinin de yer alması ve kendi taleplerini masaya getirmeleri, gerçekten “Laik ve Demokratik bir Türkiye” için elzem olmaz mı?
Sadece Kürtler ve Aleviler de değil, Gezi Direnişi’nde açıkça görüldü ki, modern yaşam tarzını benimseyen kesimler açısından da laisizm, genel bir “Cumhuriyet ilkesi” ötesinde artık bir yaşam tarzıdır. Ve giderek daha çok İslami referanslar etrafında toplumu zapturapt altına almaya yönelen AKP Hükümeti’nin uygulamalarına tepki, sadece laik devletle ilişkili kimi ilkelerin ihlali değil, modern yaşam tarzını benimseyen çok geniş kesimler için de yaşam tarzına müdahaleye karşı mücadele biçimine bürünmüştür.
IŞİD’in ortaya çıkmasıyla birlikte, bu kesimlerden de öte, IŞİD’çi bir çizgide İslami hayat tarzını benimsemeyen her çevre ve kişi tehdit altındadır. Ve bugüne kadar AKP’ye oy veren en geniş yığınlar içinde de laiklik artık kendi yaşamları ve inançlarını savunma ilkesidir.
Yine özel olarak Şeriatçı, Cihadçı bir çizgide örgütlenmeyen kadın çevreleri dışındaki tüm kadınlar için IŞİD’in temsil ettiği yaşam tarzı karşısında kendi inançlarının da güvencesi laisizmdir ve bunu giderek kadın çevreleri daha hızlı bir biçimde anlayacaklardır.
Bilim ve sanat çevreleri için bu daha da çok gerçektir ve AKP’nin giderek daralan kıskacı, bilim ve sanat dünyasının üstüne giderek koyulaşan bir gölge olarak çökerken, IŞİD’in sanat eserleri ve bilimin gerçekleri karşısındaki yok edici tutumu, laisizmi savunmayı daha acil ve ertelenemez hale getirmiştir.
Çok milliyetli ve çok din-mezhepli bir ülkenin işçi sınıfı olarak sınıf içinde de laisizm, sınıfın birliğinin önemli bir ilkesi olarak kesinlikle küçümsenebilir değildir. AKP Hükümeti’nin ve çeşitli tarikatların din ve mezhep ayırımlarını ustaca kullandığı da dikkate alındığında, işçi enternasyonalizminin bir ayağının farklı milletleri aşan bir birlik mücadelesi olduğu gibi, diğer ayağının da farklı din-mezhep ayırımlarını aşan laik tutumunun bir birlik ilkesi olarak yaygınlaştırılması son derece önemlidir.
Demek ki; demokrasi isteyen Kürtler, inanç özgürlüğü talebiyle hareket geçen Aleviler, hayat tarzlarını zapturapt altına alınmasına tepki gösteren her inançtan halk kesimleri, dini referanslı hayat tarzının tehdidi altındaki kadın çevreleri,… bilim ve sanat çevrelerine kadar çok geniş bir nüfus kesimi bakımından mücadeleyi ortaklaştırmak için laisizm bir birleştirici harç durumuna gelmiştir.
Burada en önemli sorun; laisizmi yaşam tarzı olarak benimseyen kesimler içinde ulusalcılık Cumhuriyet ve laisizmle bir ve aynı şeymiş gibi gösterilirken, aynı zamanda demokrasi ve özgürlükleri savunmak da bölücülük gibi gösterilmiştir ki, bu, batı illerinde ve özellikle de Türk kökenli Alevi yığınları içinde yaygın ve etkin bir anlayıştır.
Dolayısıyla, laisizm mücadelesi, aynı zamanda ulusalcılığa ve şovenizme karşı bir mücadele olarak da yürütülmek zorunda olan bir mücadele olarak ele alınmak durumundadır.

SINIF PARTİSİ VE LAİSİZM MÜCADELESİ
Yukardan beri laisizmle ve onun demokrasi mücadelesinin birleştirici harcı olarak önemine yapılan vurgu, elbette ki bir eğilim, bir olanakla ilgilidir. Yoksa pratikte bu, ne geniş Kürt ve Alevi yığınları, ne işçi sınıfının ana kitlesi, ne de geriş kadın yığınları, hatta geniş anlamda bilim çevreleri için gerçekleşmiş ya da geniş yığınlar açısından pratik mücadelenin yaygın bir talebi olarak öne çıkmış değildir.
Ortadoğu ülkelerinin halkları açısından ele alındığında, bu, çok daha fazla böyle değildir.
Başka türlüsü de beklenemezdi zaten.
Bu yüzden de toplumun, sınıfın, her mücadele alanının en önde mücadele eden kesimleri açısından laisizmin önemi fark edilmiştir ve bundan sonrası elbette mücadele içinde olacak, geniş kesimler arasında laisizm, mücadele içinde yayılacaktır.
Ancak şu da bir gerçek ki, her mücadele konu ve alanı gibi laisizmin yayılması da bir mücadeleyi gerektirecektir ki, burada sınıf partisinin görevleri belirleyici önemde olacaktır.
Kuşkusuz burada, baş aşağı duran çok köklü ve yaygın laisizm kültürüne karşı her alanda mücadele, gerçek laisizmin demokrasi güçleri içinde yayılması için her platformu kullanma son derece önemli bir görev olarak ortaya çakmıştır. Ve bu görev giderek önem kazanmaktadır.
Yine tartışılmaz bir gerçektir ki, sınıf partisi açısından işçi sınıfı içinde her türden din ve mezhep ayırımını aşan bir mücadele yürütülmesinde de laisizm önemli bir dayanaktır. Ve bu da sendikal ve siyasal mücadelede farklı inançtan işçi çevreleri arasında laik tutumun, inançların kişiselliği düşüncesinin yaygınlaştırılması, açık ki, sınıfın birliğinin başlıca sorunudur. Dolayısıyla sınıf partisinin bu alanda doğru anlayışın yerleşmesi ve mücadelenin örgütlenmesinde din ve mezhep farklılıklarını aşan bir yaklaşımın yerleştirilmesi hayatidir.
Ortadoğu’daki halkların yaşamı, laisizmle ilgili algıları, bu ülkelerdeki demokratik hareketlerin birikimleri dikkate alındığında, sınıf partisinin birikiminin bölge ülkelerindeki işçi sınıfı örgütleri ve demokratik güçlere içinde yayılması için elindeki tüm imkanları kullanması da son derece önemlidir. Bu yüzden sınıf partisinin bölge ülkelerindeki demokratik hareketlerle, en başta da sınıf partileriyle ilişkilerini geliştirme, az çok demokratik çizgide hareket eden çeşitli partiler, kadınlar, bilim ve kültür çevreleriyle ilişkilerini sıkılaştırıp yaygınlaştırması içinden geçilen süreçte ayrıca önem kazanmıştır.
Artık Ortadoğu ve Türkiye gerçeği, “laisizm olmadan demokrasi, demokrasi olmadan laisizm olmaz” önermesinin bir formülasyon olmaktan öte pratik bir gerçek olarak ve mücadelenin yol gösterici ilkesi olarak kavranmasını zorunlu kılmaktadır.
Bu gerçeği doğru anladığımız ölçüde görevlerimizi daha derinlemesine kavrayacağımız da tartışılmazdır.

Röportaj 12 EYLÜL KARSISINDA TÜRKİYE SOL HAREKETİ

Bu röportaj, Özgür Gündem gazetesi tarafından yayınlanmak üzere hazırlanan “Türkiye Solu” adlı dizi için, dergimiz yazarlarından İhsan Çaralan ile yapılmıştı. Ancak, dizi, çeşitli nedenlerle bu gazete tarafından yayınlanmadı. Vehbi Ersan tarafından hazırlanan sorulara İhsan Çaralan’ın verdiği yanıtları yayınlıyoruz.

12 Eylül Cuntası geldiğinde Türkiye Solu hazırlıklı mıydı? Bugünden bakıldığında cunta döneminde neler yapılabilirdi?
Sorularınızın yanıtına geçmeden önce, “sol”un homojen bir kategori olmadığını, tersine, çeşitli toplumsal kategorilerin ideolojik-politik uzantıları olarak, çoğu hallerde birbirine karşıt politik ve ideolojik pozisyonlarda bulunduklarını belirtmek isterim. Bu yüzden; soruları yanıtlarken ‘sol’dan söz ettiğimde; öncelikle işçi sınıfı ve tüm diğer ezilen toplumsal sınıf ve tabakalarıyla düzene muhalif siyasal örgüt ve partileri kastedeceğim.
Birbiriyle ilgili sorulara ayrı ayrı değil, gruplar halinde yanıt vermenin, sorunun ortaya konulması bakımından daha doğru olacağını sanıyorum.

* * *
Şu çok açık: Olmuş bitmiş bir olayın, olup bitmesinden sonra, ‘şöyle yapılsaydı böyle olurdu, şu yanlış yapılmasaydı her şey daha başka türlü gerçekleşirdi’ demenin çok anlamlı olacağını sanmıyorum. Nitekim bir atasözü, “Araba devrildikten sonra yol gösteren çok olur” der. Bu yüzden de sorularınıza “şöyle olsaydı böyle olurdu” gibi teknik bir çerçevede değil, soruna yaklaşım açısından yanıt vermenin doğru olacağı kanısındayım.
“12 Eylül Cuntası geldiğinde Türkiye Solu hazırlıklı mıydı?” diyorsunuz. Elbette ki değildi. Çünkü eğer sorun iktidar sorunuysa, “hazır olmak” iktidara el koymaya hazır olmak demektir. 12 Eylül Darbesi, ortaya çıkan “iktidar boşluğu”nun, yine burjuvazi tarafından bir cunta ile doldurulmasıydı. Dolayısıyla da var olan siyasal iktidar, artık iktidar olamıyorsa; bu boşluk, ya sol ya da cunta tarafından doldurulacaktı. Ne var ki; solu siyasal iktidara taşıyacak olan işçi sınıfı başta olmak üzere emekçi sınıf ve tabakalar, siyasal iktidarı zapt edecek bir siyasal bilinç ve örgütlenme düzeyine sahip değildi. Ve asıl olarak ‘sol’, bu yüzden cuntaya karşı savaşa hazır değildi.
Soruna siyasal örgüt ve partilerin tutumuyla sınırlı olarak yaklaşırsak, komünistler dışında çok sayıda siyasi örgüt, faşist çetelere karşı bütün kahramanca direnişlerine karşın, faşizme karşı mücadeleyi siyasal iktidarı fethetme mücadelesiyle birleştirme perspektifinden uzak oldukları için, cuntaya karşı savaşmanın ideolojik temeline de sahip değillerdi. Bu yüzden 12 Eylül öncesinde hayli bir güce sahip olan bu siyasi hareketler, daha cuntanın ilk günü bütün faaliyetlerine son vererek, “herkes başının çaresine baksın” tavrını benimsediler. Buna bağlı olarak da cunta; devrimci demokrat örgüt ve odakları, kendisinin beklediğinden çok kolay bir biçimde dağıttı. Ancak, komünistler de, gerek bu ‘ihtilalci sol’ gruplardan yansıyan maceracı, gerek TKP geleneğinden gelen legalist, elitçi, Kemalist hastalıklardan bütünüyle arınmış değildi. Bu yüzden de kendilerini diğer küçük burjuva ihtilalci eğilimlerden genelde ayırmış olmalarına karşın, cunta koşulları gibi, en küçük hataların bile can alıcı olduğu koşullarda, yığınların başkaldırısını örgütlemeyi başaramayıp yenildiler.
“12 Eyül’e karşı hazırlıklı olmak”tan söz edildiğinde hemen akla gelen teknik tedbir ve hazırlıklara gelince; bir iktidar mücadelesinde teknik yan, ancak politik ve ideolojik hazırlık tam olduğunda anlamlıdır. Aksi halde teknik hazırlık, belki cuntanın işini biraz güçleştirirdi, ama sonuç çok da değişmezdi.
“Muhasebe” sorununa gelince; kuşkusuz her siyasal örgüt ve parti, olup bitenin bir muhasebesini yapmıştır. Ama herkes, bulunduğu ideolojik platformdan yaptı bunu. Kimisi (örneğin Devrimci Sol) bu muhasebeyi “teknik, lojistik eksiklikler”le sınırlarken; kimisi (örneğin Devrimci Yol) hiç muhasebe yapmamış görünerek, ama bütünüyle eski çizgisini terk ederek yaptı. Kimisi ise (TDKP), sadece 12 Eylül süreciyle de sınırlı kalmadı, kendisinin ve bütün solun geçmişini ideolojik, politik ve pratik bakımdan eleştirdi. Yenilgiyi yengiye çevirecek bir ideolojik-politik platformun temelini oluşturmaya çalıştı. Ve bu tespitleri, kapalı kapılar arkasında yapıp bırakmadı. Tersine, değerlendirmelerini “Konferans Belgeleri” adı altında bir kitapta toplayarak bütün devrimci ve demokratlara, işçi ve emekçi sınıflara sundu. Dahası, Türkiye Solu’nda gelenek olduğu gibi; hata ve yanlışlarını yumuşatmaya çalışma, başka yerlerde gerekçeler arama gibi bir zaafa düşmeden, kendi yanlışlarını daha da acımasızca eleştirdi. Kanımca bu “muhasebe”, dönemin en kapsamlı ve en ciddi eleştirisidir. Ve bildiğim kadarıyla bu eleştiri, Türkiye devrimci hareketinin sorunlarını kapsamlı ve ciddi bir biçimde ele alan tek eleştiridir.
Kuşkusuz; ister geçmişini eleştirdiğini ve değiştiğini açıkça söylesin, ister asla değişmediğini, eskisi gibi, kaya gibi sağlam durduğunu iddia etsin, her şey gibi, sol da değişmektedir. Ne var ki; bu değişim iki doğrultuda olmuştur. Birisi, “dünyadaki hızlı değişim rüzgârları”nın etkisiyle, burjuvazi için kabul edilir bir çizgiye doğru bir değişim olurken, öteki, hata ve zaaflardan her adımda daha çok arınarak Marksizm-Leninizm’i daha iyi özümleme doğrultusunda olmuştur.

1987 yılından itibaren sol ve toplumsal muhalefet bir yükseliş gösterdi. Binlerce işçi, memur, öğrenci çok ciddi eylemlilikler gösterdiler. Türkiye Solu da bu arada toparlandı, büyüdü. ’91’den sonra bir düşüş yaşandı. Bu düşüşle birlikte sol da zayıfladı. Gelen insanlar aradıklarını mı bulamadılar, devrimciler bazı yanlışlar mı yaptılar, yoksa bu durum bütün devrimlerde görülen klasik kitle mücadelesinin alçalış, yükselişinden mi kaynaklandı? Bu dönemin yeterince değerlendirildiğini düşünüyor musunuz?
1986-87’den itibaren başta işçi sınıfı olmak üzere, emekçi sınıflar mücadelesinin bir yükseliş dönemine girdiği doğrudur. Ama bu yükselişin kısa bir sürede bittiği ve sonraki yıllarda gerek kitle hareketi, gerekse devrimci siyasal örgütlerin bir gerileyiş dönemine girdiği savı doğru değildir. Tersine, ’87’den ’94’e gelen süreç göz önüne alındığında, emekçi sınıf hareketini az çok yakından izleyen herkes; ’89 Bahar Eylemleri’ni, ’90-91 döneminin büyük grevini ve Zonguldak direnişini, ’92 ve ’93’te sayısı milyonlara ulaşan işçi kitlelerinin gösteri ve direnişlerini, ’91 ve ’93 1 Mayıslarını, ek olarak; ’91’de başlayarak yüz binlerce memurun sık sık başvurduğu ve iş bırakmaya, Başbakanlığa yürüyüşe kadar varan eylemlerini, milyonların sokağa döküldüğü, Türkiye tarihinin en kitlesel antifaşist eylemleri olan, Uğur Mumcu’nun öldürülmesi ve Sivas olayları sonrası gösterileri hemen hatırlayacaktır. Kısaca bu 6-7 yıllık dönem, Türkiye işçi sınıfı ve emekçilerinin, hiçbir dönem olmadığı kadar büyük yığınsal eylemler gerçekleştirdiği bir dönemdir. Kuşkusuz işçi ve emekçi sınıf hareketinin bu, asıl olarak kendiliğinden eyleminin karakteri olarak, dönemsel gerileyişleri söz konusudur. Ama her gerileyiş dönemi, bir önceki dönemi aşan bir kitleselliği ve taleplerde radikalleşmeyi beraberinde getirmiştir. Yani ’87 sonrasıyla karşılaştırıldığında, izleyen yıllarda yığın hareketinde bir düşme değil; tersine, ciddi bir yükseliş görüldüğünü söylemek, gerçeği ifade etmek olur.
Sorunuzdaki “düşüş” sözcüğü daha çok geleneksel olarak sol tabir edilen grupların önemli bir bölümünün “çevre örgütlülüğü” için geçerlidir. Gerçekten de, ’80 öncesinin devrimci, demokrat siyasal grupları ’80’li yılların ikinci yarısında bir canlanma gösterdikten sonra, özellikle ’90’dan itibaren gerçek bir dağılma dönemine girmişlerdir. Ama bunun nedeni kitle hareketinin düşüşü, gerçek devrimci hareketin zayıflığı değil; tersine, bu grupların kitle hareketi içinde kendi yerlerini anlayamamış olmaları, üstelik geçmişteki az çok radikal, devrimci demokrat, muhalif çizgilerini terk ederek, düzen içi bir mevziiye çekilmeleridir. Geçmişlerinde, bir yandan burjuva ideolojisinin çeşitli versiyonlarından, bir yanıyla da Marksizm’den etkilenmekle birlikte, devrimci konumunu koruyan bu gruplar, ’80 sonlarında emperyalist propagandanın anti-sosyalist kampanyasının baskısına dayanamayıp, yığınlar karşısına, liberalizm, Troçkizm, feminizm, çevrecilik, bilinemezcilik karışımı programlarla çıkmış, ünlü “Kuruçeşme” örneğindeki gibi, emperyalist propaganda merkezlerinin 70 yıllık cephaneliğinden aldıkları malzemeyle Stalin, Lenin düşmanlığı çevresinde örülen birlikler, bloklar, partiler oluşturma çabasına girmişlerdir. Ve bu çabalar sonucu bugün, Kurtuluş, Emek gibi hareketlerin SBP’ye iltihakına; SBP, İP, TSİP, SDP partilerinin, birbirlerini sosyalist ilan ederek aralarında bir birliğe doğru yönelmelerine gelinmiştir. Böyle bir sol’un yükselen yığın hareketine vereceği bir şey olmadığı için bunlar, ’80 sonlarındaki güçlerini de yitirerek, giderek tek başlarına ayakta duramaz hale gelmişlerdir. Ama sınıf hareketine yaklaşanlar, devrimin kitlelerin eseri, devrimci komünist hareketin görevinin de sınıfın ilerleyişinin önünü açmak olduğunu fark edenler için durum tam tersidir. Örneğin TDKP, bugün ’80 sonlarıyla kıyaslanamayacak ölçüde sınıf hareketi içinde bir sempati ve otoriteye sahip olmuş; sınıf hareketinin pratiğinden çıkarıp formüle ettiği talepler ile, bütün sınıfa mal olmaya başlamıştır. Bu da açıkça gösteriyor ki; sorun ne yığın hareketinin düşüşü, ne de devrimci grupların şu ya da bu pratik hatalarıdır; sorun ideolojiktir, işçi ve emekçi sınıf hareketine dayanan, siyasal iktidarı fethetmeyi kendisine asli görev edinmiş bir devrimci komünist hareket için elbette, sınıf hareketiyle birleşmede pek çok çözmesi, gereken sorun vardır; ama etkinliğinde düşüş gibi bir sorun görünmüyor.

’87-92 sürecinde Devrimci Sol, gerek kitleselleşme, gerekse de silahlı eylemler yönünden Özellikte büyük şehirlerde diğer soldan ayrı bir özellik gösterdi. Denilebilir ki, sürecin en belirgin gelişen hareketiydi. ’92 sonrası ise Devrimci Sol’da gözle görülür bir düşüş yaşanmaya başladı; bunun nedenleri nedir?
’80 sonrasını kendi içinde bölümlemenin konu açısından bir yararı olduğunu sanmıyorum. Asıl olarak ’80 öncesi ve sonrasının kıyaslanmasının bizi daha doğru sonuçlara götüreceği düşüncesindeyim. Çünkü ’80 öncesinde, çeşitli devrimci hareketler etrafında toplanmış oldukça geniş bir kitle vardı. Bu kitle, kendisini sosyalist de sayıyordu. Ama sınıf temeline bakıldığında bu kitle, küçük burjuvazinin çeşitli katmanlarından gelmiş ve dünyada henüz kesilmemiş olan sosyalizm rüzgârı ile Türkiye’deki anti-faşist mücadelenin sosyalizm saflarına ittiği bir kitleydi. Nitekim karşıdevrimin ilk saldırılarıyla birlikte bu kitle dağılıp, kendi sınıf temeline uygun bir pozisyon aldı. ’80 sonrasında ise durum tamamen farklılık göstermektedir. Özellikle son 7 yıllık süreçte, devrimci mücadele adına ne varsa; giderek işçi ve emekçilerin iş, ekmek ve özgürlük talebi etrafında kristalleşen bir işçi-emekçi hareketi olarak ilerlemektedir. Bu gelişme, devrimcilere, her devrimci hareketin başlıca sorunu olagelmiş, işçi-emekçi hareketiyle sosyalizm düşüncesinin birleştirilmesi için bulunmaz bir fırsat sunmaktadır. Ve bu fırsat gerçekleştiği ölçüde Türkiye devrimci hareketi, tarihinde ilk kez, gerçek anlamda kitleselleşip yeni bir gelenek yaratabilecek, egemen sınıflar karşısında da ciddi bir pozisyona kavuşabilecektir. Bugün bütün ciddi devrimcilerin, gerçek komünistlerin dikkatlerini çevirecekleri asıl olgu budur.
Toparlanmanın ilk yıllarında ‘Devrimci Sol’un (DS) “sürecin en gelişken hareketi” olup olmadığını da bu perspektifle değerlendirirsek anlamlı olur. DS, ’80 sonlarında, ’80 öncesinin normlarıyla bakıldığında bir canlanma göstermiştir. Ama bu, henüz işçi-emekçi hareketinin sürece damgasını basmadığı, ’80 darbesi sonrasının kaosunun aşılmadığı koşullarda, ’80 öncesinde şu ya da bu ölçüde politize olan çevrenin toparlanmasından ibaret bir canlanmadır. Çünkü DS, bu toparlanmasını ne dönemin sorunlarının çözümlenmesi, ne de ürettiği politikalarla değil, doğrudan gündelik ilişkiler içinde geliştirmiştir. Bu yüzden de en iddialı olduğu bir dönemde “iç”ten ve “dış”tan gelen darbeler karşısında dayanamamış, klasik küçük burjuva “anarko-sosyalist” bir örgüt pozisyonuna düşmüştür. Darbe yememiş olsa bile, belki hâlâ, “ses getiren” eylemler yapabilirdi; ama siyasi etkinlik olarak, sınıf karşısındaki konumu olarak çok farklı olamazdı. Çünkü devrimci sınıfların hareketinden beslenmeyen, kendisini sınıf hareketine bağlamamış hiçbir devrimci hareketin gelişmesinin süreklilik göstermesinin söz konusu olamadığını sınıflar mücadelesi tarihi ve Türkiye devrimci hareketinin yakın tarihi çok açık göstermektedir. Kısaca DS’nin sorunu pratik-taktik değil, ideolojik-politik bir sorundur. Dolayısıyla her küçük burjuva hareketi gibi, tam bütün sorunlarını çözdüğünü düşündüğü bir zamanda, üstelik işçi-emekçi hareketi yükselirken çökme noktasına gelmesi bir rastlantı değildir.

SSCB’nin dağılmasını geleceğin devrimi ve sosyalizmi açısından nasıl değerlendiriyorsunuz? Dağılıştan önceki sosyalizm hakkındaki düşüncelerinizle -teorik anlamda değil, pratik ve somut uygulama alanında- bugünkü düşünceleriniz arasında fark bulunuyor mu; bulunuyorsa bunlar nelerdir?
SSCB’nin çökmesi, elbette, emperyalist propaganda merkezlerinin eline sosyalizme, komünizme saldırmak için yeni ve büyük bir dayanak sunması bakımından dünya devrimci hareketine önemli zararlar vermiştir. SSCB’nin sosyalizmi terk edişi, daha ’50’lerin sonunda gerçekleştiği ve sosyalizm-revizyonizm ayrımı, ülkemizde ‘70’li yıllarda esas olarak tamamlandığı için, SSCB’nin yıkılışıyla ülkemizde sosyalizmin yeniden tariflenmesi gibi bir problem yaşanmamıştır. Ancak, SSCB’nin çöküşü, burjuva propaganda merkezleri tarafından kullanılarak yaratılan emperyalist ideolojik baskı, sosyalizme yakınlık duyan küçük burjuva kitleler ve aydınlar üstünde etkili olmuş, geçmişte sosyalizme dönük bu çevreler “yeni arayışlar”a yönelmişlerdir.
SSCB’nin çöküşüyle yaşanan bir diğer olumsuzluk da, “iki kutuplu” bir dünya olan emperyalist dünyanın tek kutba indirgenmesidir. Bu ise, sosyalistlerin, ulusal kurtuluş mücadelesi veren halkların, emperyalistler-arası çelişmeden yararlanması gibi önemli bir olanağı, nispeten kısa bir süre için de olsa, ortadan kaldırmıştır. Arnavutluk’un yıkılışının nedenlerinden (anti-sosyalist kampanyanın hedefi olmasının yanı sıra) birisi de bu olmuştur.
Homojen olmayan “sol”un, bu çöküş karşısında homojen bir değerlendirme yapması elbette beklenemezdi. Öyle oldu. SBKP’nin her ülkedeki uzantısından ibaret olan partiler, bir “U dönüşü” yaparak, SSCB’nin yıkılmasının iyi olduğunu ilan ettiler: Bunlar, ya bir “liberal sosyalizm” tanımı yaparak Yeni Dünya Düzeni’ni savunmaya koyuldular, ya da sosyalizmi lafız olarak bile terk ederek kapitalist partilere iltihak etti. Küçük burjuva sosyalizmi savunucuları yine orta yolu seçtiler; “revizyonizm”in sonu böyle olurdu diyerek, ideolojik bir yenilenme yerine “olgu”ya teslim olmakla yetindiler. Devrimci komünistler ise; ortaya çıkan durumun, somut koşulların somut tahlilini yaparak; “Yeni Dünya Düzeni” olarak nitelenen emperyalist sistemin bugünkü görünüşünün sosyalist bir dünya kurulmasına sağladığı avantaj ve dezavantajları belirleyerek savaşlarını, ideolojik-politik alanda, yenilenmiş bir ideolojik platformda sürdürmek için bütün enerjilerini kullandılar, kullanıyorlar.

Bugün Türkiye solunun yeniden bir geçmiş değerlendirmesine ihtiyacı var mı? Kimlerin vardır, kimler yapmıştır? Varsa, bu özellikle hangi noktada olmalıdır?
Bugün Türkiye Solu’nda yeni bir “geçmiş” değerlendirmesinin yaran olacağını sanmıyorum. Değerlendiren değerlendirmiştir zaten. Sürecin gelişimi de, artık bir saflaşma doğrultusundadır. Birinci saflaşma bugün legal “sosyalist” partilerin etrafında olup, düzen içinde kendilerine meşruiyet arayanların etrafındadır. Ki, bunlar artık merkezi iktidarı zapt etme düşüncesini terk etmiş olup, yerel yönetimler, sendikalar vb. içinde yer alarak bir “baskı grubu” olmayı amaçlayan “sağ” soldur. İkincisi ise; devrim ve sosyalizm kavramlarını birbirinden ayırmadan, kapitalizme devrimci bir tarzda son vermeyi amaçlayan, işçi sınıfı hareketiyle birleşmeyi dikkatinin merkezine koyan ve son hesaplaşmanın işçi-emekçi sınıf hareketiyle egemen sınıflar arasında olacağını göz önüne alan devrimci komünist çizgidir. Üçüncüsü ise; mücadeleyi devrimci siyasi örgütlerle gericilik arasında gören ve enerjisini bireysel ve grupsal eylemlerde harcayan küçük burjuva devrimci harekettir. Hâlâ çok sayıda var olmaya devam eden “sol” gruplar, bu üç çizgi etrafında toparlanacaktır. Ve gelişmeler, bu sürecin önümüzdeki dönemde hızlanacağı işaretini vermektedir.

Kürt ulusal hareketinin bugün ulaştığı düzey Türkiye sosyalistlerine yeni görevler yüklüyor mu? Yüklüyorsa, bu yeni görevler nelerdir; yerine getirilebildi mi? Veya ’84’ten bu yana Kürt sorunu, Türkiye sosyalistlerine ne tür görevler yüklemiştir; bu görevler yerine getirilebilmiş midir?
Emperyalist propaganda merkezleri, sosyalizmin ulusal soruna getirdiği, “her ulusun kendi kaderini tayin hakkının” sorunu çözmediğini propaganda ediyor. Gerekçe olarak da SSCB ve Yugoslavya’daki uluslar çatışmasını gösteriyorlar. Ancak unutturulmak istenen bir şey var burada. O da; SSCB’nin sosyalizmi daha ’50’ler sonunda terk ederek, bir uluslar hapishanesine dönüşmüş bulunması ile Yugoslavya’nın sosyalizme hiç yanaşmamış olması. Dahası, sosyalizmin uygulandığı 40 yıl boyunca SSCB’deki ulusların kazanımları hiç anımsanmak istenmiyor. Bu yüzden de sosyalistlerin, komünistlerin ulusal sorunu yeniden ele alıp çözümlemeleri gerektiği tartışılıyor. Elbette ki; dünyadaki değişiklikler, ulusların içinde bulunduğu sosyoekonomik koşullar, dünyadaki kapitalistlerle sosyalistlerin güç dengeleri, emperyalistler-arası çatışmanın boyutları, bir ulusun kurtuluşa giderken izleyeceği taktiklerde rol oynar; ancak temel bir ilke olarak, UKKTH ve bu hakkın kullanılması konusunda ulusun iradesinin tartışılmazlığı bugün de dün olduğu kadar vazgeçilmezdir. Bu bağlamda, ezilen ulus, onun güçleri ile egemen ulusun devleti arasında bir “ateşkes”, “özerklik” anlaşması vb. bir “uzlaşma”, bu ilkenin gözetilip gözetilmemesi ile anlamlanır. Eğer egemen ulus devleti, ezilen ulusun kendi kaderini tayin hakkını tanıdığını ilan etmiyorsa; yapılacak her anlaşma, ulusal köleliğin sürmesinin koşullarının belirlendiği bir anlaşma olmanın ötesine geçemez.
“Ateşkes”, “özerklik” gibi pratik konulara gelince; eğer “ateşkes” güç toplamak ya da bir nefes almak gibi bir amacı aşarak, karşı tarafla masaya oturmanın bir yöntemi olarak öne sürülüyorsa; mantıksal olarak, karşı tarafa, “ateşi keselim, oturalım, elimizdeki kozları masaya koyalım ve ben elimdekilerin bazılarından vazgeçeyim, bir barış dönemi başlatalım” demektir. Ki bunun için ateşkes çağrısını yapanın elinde başlangıçta amaçladığından fazlası olması gerekir. Ya da, ateşkes isteği, “benim amacım daha fazlasıydı, şu anda elimde çok az şey var, ama bunların bile bir bölümünden vazgeçebilirim” demektir. Ezilen bir ulusun gerçek temsilcilerinin, somut koşullar göz önüne alındığında, “ateşkes”e; bir “nefes alma”, “güç toplama” taktiği ötesinde değerler biçmemesinin, elde edilenin de masada kaybedilmesi anlamına geldiği açıktır.
“Özerklik” ise; son yarım yüzyıldaki ulusal başkaldırıların da açıkça gösterdiği gibi, “Pax Americana” türü bansın, ulusları oyalamak, ulusal başkaldırıların zaferini önlemek için öne sürdüğü bir çözümdür ve “ey ezilen uluslar, çağımızda bağımsız devlet kurmanız benim iznime bağlıdır, ben size özerklik yeterdir diyorsam onunla yetinin” demesidir ve gerçek Marksistlerin, gerçek ulusal kurtuluşçuların, UKKTH ilkesini içermeyen böyle bir çözüme evet demesi beklenemez.

Türkiye solu üzerine başka söylemek istediğiniz şeyler?
Türkiye Solu’nun Kürt ulusal sorununa ilgisinin, henüz Kürt ulusalcılarının bu sözcüğü ağızlarına almaya cesaret edemedikleri ’60’lı yılların sonunda başladığını söylememek, inkârcılık olur. Elbette bu ilgi, dönemin ideolojik belirsizliğinden kaynaklanan Kemalizm’le bulanmış bir ilgidir. Ama ‘70’li yalların ikinci yarısından itibaren bu ilgi UKKTH’nin Marksist anlamda savunulmasıyla pekişmiştir. İdeolojik netleşmeye paralel olarak da değişik sol grupların tutumu değişik olmuştur. Bir bölümü Türk milliyetçiliğinin etkisiyle Kürt mücadelesine sırtını dönerken; diğer bir bölümü de yükselen milliyetçi dalganın baskısıyla sosyalizmi küçümseyen, ulusal sorunu abartan bir çizgiye düşmüşlerdir. Ama devrimci komünizmi savunanlar, bu ilkeyi Türk ve Kürt milliyetçiliğine taviz vermeden savunmaya çalışmışlardır. ’84’ten itibaren Kürt savaşının silahlı yönünün öne çıkması, Türk milliyetçiliğine karşı mücadeleyi daha da öne çıkarmış, devletin Türk şovenizmini kışkırtması önünde barikat oluşturulmasını gündeme getirmiştir. Sadece kışkırtılan şovenizme barikat olmak da değil, ulusal hareketin yanlışlarını göğüslemek de Türkiye solcularına, komünistlere düşmüştür. Ve gösterilen çabalar sonucudur ki; bugüne kadar Kürt ve Türk emekçiler arasında bir çatışma, ulusal boğazlaşmalar önlenebilmiştir. Bu çabaların sonucudur ki; bugün artık işçi ve emekçilerin toplantıları ve gösterilerinde “Türk-Kürt kardeşliği” başlıca sloganlardan birisi haline gelmiştir. Burada, doğrudan silahlı mücadele alanında da Kürt mücadelesine destek verilmiş olmasından, ayrıca söz etmeye gerek olmadığını düşünüyorum.

Ağustos 1994

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑