Başbakan Tayip Erdoğan son günlerde –seçim yılına girilmesinin de etkisiyle– AKP iktidarı döneminde uygulanan ekonomi politikalarının başarıları(?) hakkında propaganda yapmaktadır. Yapılan açıklamalar neresinden tutarsanız elinizde kalacak cinsten. Gerçek durumu görebilmek için, ekonomik veriler ve uygulanan ekonomi politikalarına dikkatlice bakmak gerekmektedir.
AKP hükümetinin iktidara geldiği 2002 yılında cari açık 1,5 milyar dolarken, 2006 sonu itibariyle 31 milyar 316 milyon dolara çıkmıştır. 2005 yılında 22,8 milyar dolar olan cari açık, 2006 yılı sonu itibariyle, yıllık yüzde 37,2 artış göstermiştir.
Cari işlemler hesabı, reel sektörün dış dünya ile döviz işlemlerinin dengesini vermektedir. Kabaca, mal ve hizmet ticareti ile işçi dövizleri, dış borç faiz ödemeleri gibi faktör gelir-gider kalemlerinden oluşmaktadır. Bu dönemde cari işlemler hesabında ortaya çıkan açık büyük ölçüde finansal sermaye girişi ile karşılanmıştır. Finansal sermaye girişlerinin önemli bölümünü yabancıların menkul kıymet alımları oluşturmaktadır
Merkezi Kayıt Kuruluşu’nun (MKK), BDDK ve Hazine Müsteşarlığı verilerinden yaptığı hesap, Ocak 2007 sonu itibariyle sıcak para stokunun 71 milyar 616 milyon dolar seviyesine ulaştığını göstermektedir. Yabancı kaynaklı sıcak para olarak, ülkedeki yüksek reel faiz ve ucuz döviz kuruna dayalı finansal arbitraj[1] olanaklarından yararlanmak için gelen sıcak para (finansal sermaye) akımları ithalat talebini artırırken, cari açık sorununu ve bağımlılığı kronikleştirmektedir. Cari açığı finanse etmek için reel faiz oranları yüksek seviyede tutulmakta, diğer yandan da düşük döviz kuru politikası uygulanmaktadır. Bu, ekonomideki reel büyümeyi ve dolayısıyla açığın gerçek finansman olanağını da engellemektedir. Yüksek reel faiz, yatırımcıların borçlanarak yatırımda bulunma kararlarından vazgeçmeleri anlamına gelmektedir. Yatırımın pahalandığı bir ortamda bir yandan da YTL’nin aşırı değerli tutulması, para sermaye sahiplerini finansal araçlardan faydalanmaya veyahut ithalata yönelmeye teşvik etmektedir. Böylelikle de söz konusu açık yıldan yıla katlanarak artmakta, açık arttıkça, söz konusu yüksek reel faiz ve ucuz döviz kuru politikası sürekli hale gelmektedir. AKP hükümeti, ülke ekonomisini bu şekilde tam bir kısır döngü içerisine sokmuştur. Elbette bu noktada, iktidar veya iktidara yakın çevrelerin mevcut rant ekonomisinden ne ölçüde yararlandığının da araştırılması gerekmektedir.
2002 yılında 130 milyar dolar düzeyindeki dış borç stoku, 2006 Haziran ayı itibariyle 194 milyar dolara dayanmıştır. Bunun yaklaşık 50 milyar dolarlık kısmı da kısa vadeli borçlardan oluşmaktadır. Kısa vadeli borçların en önemli bölümü ticari bankalar ve özel kesime aittir. Dış borçların GSMH’ya (Gayri Safi Milli Hasıla) oranı yüzde 50’yi aşmıştır. Maliye Bakanlığı’nın “Ekonomik Durum Raporu”na göre, toplam borç stoku ise (iç ve dış), 2002’de 280 milyar dolarken, 2006 sonunda 445 milyar dolara çıkmıştır. Bu, ülkede işçi ve emekçilerin emeğiyle yaratılan pastanın yarısından fazlasının, sofraya gelmeden kesilip borç verenlere gönderildiği anlamına gelmektedir. Sözde büyüyen ekonominin işçi ve emekçilerin gelirine neden yansımadığı ve dahası gün geçtikçe yoksulluğun neden arttığının cevabıdır, borçlar. Borçlanma gelirin yeniden ve daha eşitsiz dağıtılması anlamına gelmektedir. Devlet borçlanmak için menkul kıymet (hazine bonosu, devlet tahvili gibi) çıkardığında, bu menkul kıymeti alabilen göreli zenginliği elinde bulunduran ticari bankalar ve sermaye gruplarıdır. Dolayısıyla bu borçlanma kağıtlarının faizinden nemalanıp gelir dağılımını kendi lehine değiştiren de bu gruplardır. Böylelikle aslında “fakirden alıp zengine ver” ilkesi çalışmaktadır. Çünkü devletin hazine bonosu, devlet tahvili gibi borçlanma senetlerine ödediği faiz de işçi ve emekçilerin vergilerinden finanse edilmektedir. Başbakan, kamu kesiminin borçlanma gereğini azalttıklarını söylemektedir. Öncelikle borçlanma gereğinde azalış yoktur, borçlanma gereği artış hızında azalış vardır. Kaldı ki, halkı için harcama yapmayan hükümetin borçlanma gereği azalacaktır. Ancak, başbakan, özel kesimin ve ticari bankaların borçlanma gereğinin gün geçtikçe arttığını ve ülkenin adeta uçuruma yuvarlandığını gizlemektedir. Bu, düpedüz illüzyondur. Sermayenin organik iktisatçıları da bu illüzyona ortak olmakta, ortak olmakla da kalmayıp, her gün halkın karşısına yeni yalanlarla çıkmaktadırlar. Bilim ahlakı açısından da akademik unvanlarını tartışılır kılmaktadırlar. Krallık dönemlerindeki soytarılık kurumu ne ise, bunların yaptığı da odur.
Başbakan geçtiğimiz günlerde Aliağa’da yaptığı konuşmada, “Bizim dönemimizde Fona devredilen bir banka var mı?” diye sormaktadır. Başbakanın iktidarı süresince fona devredilen banka yoktur, evet. Çünkü, yerli bankalar içerisinde yabancı sermaye oranı hızla büyümektedir. AKP iktidarı döneminde, Türk bankacılık sisteminin yaklaşık yüzde 45’i yabancıların eline geçmiştir. Sayın başbakan bir dönem daha iktidar olursa, muhtemelen fona devredilebilecek bir tane bile banka kalmayacaktır. Bu durum, yerli fonların tamamen yabancı tekellerin kontrolüne geçmesidir ve yeni bir “Duyun-u Umumiye” uygulamasıdır.
AKP hükümetinin ekonomide “gurur duyduğu” bir diğer konu da büyümedir. AKP hükümeti, Derviş programı olarak bilinen, GEGP (Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı) çerçevesinde, düşük yatırım artışı ve hızlı verimlilik artışına dayalı bir büyüme stratejisi izlemiştir. Kapasite kullanım oranlarındaki artışla işgücü verimliliğindeki (sömürüsündeki) artışa dayalı büyüme stratejisi, büyük emekçi yığınlarını gün geçtikçe açlık ve yoksulluğa itmektedir.
İmalât sanayiinde kapasite kullanım oranı yüzde 81’e dayanmıştır. Bunun anlamı; yeni yatırım olmaksızın mevcut işlerde üretimin artırılmasıdır. Yeni işçi alınmasını bir yana bırakalım. İşsizliğin hızla arttığı bir ekonomide daha fazla üretim, mevcut işçilerin daha uzun süre çalıştırılmaları veya aynı sürede daha çok iş yapmaya zorlanmalarıyla mümkündür ve böyle olmaktadır Aşağıdaki tabloda bu durumu daha net biçimde görmekteyiz. Sadece son bir yılda imalât sanayiinde verimlilikte ortaya çıkan değişim bile, aslında nasıl bir büyümeden bahsedildiğini göstermektedir.
2006 Yılı İmalât Sanayiinde Verimlilik Endeksi
(Bir Önceki Yıla Göre Değişim)
Çalışanlar Endeksi |
– 1,2 |
Çalışılan Saat Endeksi |
– 1,5 |
Kişi Başına Kısmi Verimlilik |
7,6 |
Çalışılan Saat Başına Kısmi Verimlilik |
7,9 |
Kaynak: TÜİK
Çalışanlar endeksindeki değerlere bakınca, ikinci yolun, yani aynı sürede daha çok iş yaptırılmasının seçildiğini görmekteyiz. Bir yandan çalıştırılan sayısı azalırken, diğer yandan önceki yıla göre halihazırda çalışanların verimliliğinin (birim başına üretim hızları) artışı yüzde 8’e yaklaşmaktadır. Bu durum, işçilerin, aynı işyerinde, aynı ücretle, aynı sürede daha fazla üretmeye zorlanmasıdır. Bu, bize, göreli artı-değer kavramını hatırlatmaktadır. İş gününün uzatılmasıyla elde edilen artı-değer, mutlak artı-değerdir. İş için gerekli emek zamanının kısaltılmasıyla elde edilen artı-değer ise, göreli artı-değerdir. Göreli artı-değer yaratabilmek için, yani aynı işi daha kısa emek-zamanında gerçekleştirebilmek için, kapitalistler sürekli yeni üretim teknikleri ( yalın üretim[2], kalite kontrol çemberleri, toplam kalite yönetimi gibi) ve yeni teknolojileri üretim alanına dahil etmektedirler. Bu durum, bir yandan iş içerisinde işçiyi adeta robotlaştıran bir çalışma temposunu getirirken, diğer yandan da işsizlik korkusu yaratmaktadır. Bugün işini kaybetmemek veya iş bulabilmek için, milyonlarca emekçi düşük ücret ve ağır çalışma koşullarını kabul etmek zorunda kalmaktadır. Bu, tam anlamıyla kölelik sistemidir.
Birleşik Metal-İş Sendikası’nın gerçekleştirdiği araştırmaya göre; Türkiye, birim işgücü maliyetlerinin en fazla gerilediği ülke olmuştur. Araştırmada, Türkiye’nin, 2000 yılından bu yana işgücü maliyetlerindeki yüzde 12,6’lık azalma ile işçilerin en fazla yoksullaştığı ülke olduğu gözler önüne seriliyor.
TÜİK verilerine göre, 2005 yılında, açlık sınırının altında yaşayanların sayısı 623 bin, yoksulluk sınırının altındaki nüfus ise 14 milyon 681 bin kişidir.
Yine TÜİK verilerinin işaret ettiği tablo şudur:
– Günde (satın alma paritesiyle) kişi başına 1 doların altında harcama yapabilenler 10 bin kişi.
– Günde 2.15 doların altında harcama yapabilenlerin sayısı 11 milyon 109 bin kişi.
– Günde 4.30 doların altında harcama yapabilenlerin sayısı 11 milyon 712 bin kişi.
TÜİK’e göre, 4 kişilik bir ailenin aylık açlık sınırı 190 YTL, yoksulluk sınırı ise 487 YTL’dir. Bunu söylemek tam anlamıyla komedidir. Bu rakamlara inanmak ise, iyi niyetli olunduğu varsayılırsa, ahmaklıktır. 190 YTL ile bırakın bir ailenin, 2 çocuğun doyması bile imkânsızdır. Anlaşılan TÜİK, başbakanın “simit hesabı”na göre standartlar belirlemektedir. Türk-İş, TÜİK’in yayımladığı sınırlara karşı çıkarak, 4 kişilik bir ailenin açlık sınırının 2006 Aralık ayı itibariyle 615 YTL’ye, yoksulluk sınırının ise 2 bin 4 YTL’ye çıktığını açıkladı. Asgari ücretin 403 YTL olduğu düşünüldüğünde, 3 buçuk milyon emekçinin açlık sınırının altında yaşadığı görülecektir.
Peki nereden geliyor bu 1 dolarlık açlık sınırı? Dünya Bankası’nın 1993 sabit fiyatlarıyla hesapladığı bir rakamdır bu. Aynı süreçte, Dünya Bankası (IBRD) raporlarında, “yoksulluğun giderilmesi” yerine “yoksulluğun yönetilmesi” kavramının kullanılmaya başladığını görüyoruz. Peki, ne demek “yoksulluğun yönetilmesi”? “Yoksulluğun yönetilmesi”, artık hükümetlerin, yoksulluğu ortadan kaldıracak sosyal harcamalar yerine yoksulluğu metalaştırıp piyasa aracına dönüştürecek politikalar uygulamasıdır.
“Yoksulluğun yönetilmesi”ne en iyi örnek “mikro kredi” uygulamasıdır. Bangladeşli Muhammed Yunus’un geliştirdiği yöntem ile kadınlara “piyasaya dönük” iş yapmaları karşılığında kredi sağlanıyor ve bu kredi ilişkisiyle bağımlılık sürekli hale getiriliyor. Geliştirdiği yöntemle Nobel ödülüne layık görülen Yunus’un “mikro kredi”si, Türkiye’de de, pilot bölge olarak seçilen Diyarbakır’da uygulanmaktadır. “Mikro kredi” mağdurları, artık aile ve komşuluk ilişkilerinin bozulduğunu ve eskiden yoksul ama paylaşımcı iken, şimdi haciz korkusuyla yaşadıklarını söylemekteler. Türkiye’deki bu uygulamanın en önemli foncularından biri meşhur George Soros, diğeri de AKP Milletvekili Nevzat Yalçıntaş’tır.
Aslında yoksulluğun birinci derecede sorumlusu işsizliktir. Bir yandan yeni üretim yöntemi ve teknikleri nedeniyle işsizlikle burun buruna kalan emekçi yığınlar, işsizliklerinden de sorumlu tutulmaktadır. Sermaye gruplarının yaygın söylemiyle: “İşsiz kalıyorsan bunun sebebi kendini yeterince eğitmediğindir”; haydi öyleyse, meslek liselerini sermayeye açalım! Bu, düpedüz işsizliğin de metalaştırılmasından başka bir şey değildir. Yeni üretim yöntem ve teknikleri, işgücünün niteliğine duyulan ihtiyacı en düşük seviyeye indirmektedir. Dolayısıyla çalışan bir işçiye, gün boyu aynı “basit” işi tekrarlamak kalmaktadır. Robotlaştıran bu çalışma temposu, işçinin kendisine, “acaba yeterince nitelikli değil miyim?” sorusunu sormasına yol açmaktadır. Tam da bu noktada, sermaye grupları, “evet, niteliğin yetersiz, yaşam boyu eğitime tabi olmalısın” diyerek, kendi yarattıkları işsizlik ve yoksulluğu, kâr yaratacakları bir piyasa alanına dönüştürmektedirler. Geçmişten beri kol emeğine dayalı ağır işlerde ise, artan biçimde zorluklar, işçilerin sakatlanması pahasına sürdürülmektedir.
AKP hükümeti, “işsizliği çözeceğiz” vaadine karşın, işsizler ordusunu artıran politikalara imza atmıştır. Resmi işsiz ve “işgücüne dahil olmayan ama işbaşı yapmaya hazır” nüfus hızla artarak, 2002 yılında 3 milyon 607 bin kişiden, 2006 yılında 4 milyon 500 bine dayanmıştır. Bu rakamların üzerine kayıt dışı ve parça başı işlerde çalışanları eklediğimizde, milyonlarca emekçinin ya işsizlik yaşadığı ya da sosyal haklardan yoksun ve düşük ücretlerle çalışmak zorunda kaldığını görüyoruz. Yani milyonlar –bir üretim ve istihdam politikası olarak– açlık ve yoksulluğa itilmektedir. Gelişmiş kapitalist ülkelerde de durum bundan farklı değildir. AB komisyonunun son yaptığı araştırmaya göre, AB ülkelerinde yaşayan her 6 kişiden biri açlık ve yoksulluk ile karşı karşıyadır. Dolayısıyla bu durum, kapitalizmin gelişim dinamiklerini anlamamıza yardımcı olmaktadır. Merkez kapitalist ülkelerde de sermaye grupları, kendi emekçilerini fakirleştirerek zenginliklerini artırmaktadırlar. Günümüzde, ABD’de, “homeless” (evsizler) olarak adlandırılan ve sokakta yaşamını sürdürmek durumunda kalanların sayısı 30 milyona yaklaşmıştır.
Başbakanın anlattığı Türkiye ile işçi ve emekçilerin yaşadığı Türkiye kesinlikle aynı yer değil. Ya başbakanın hayal gücü çok geniş ya da gün geçtikçe açlığa mahkûm edilen geniş halk yığınlarını “acı yok, acı yok” diyerek, içinde yaşadıkları açlık ve yoksulluk yerine refah içinde olduklarına inandıracağını düşünüyor. Öyle ya, başbakan geçtiğimiz haftalarda yaptığı bir konuşmada, “..insanımız, dün, akşamdan sabaha yatarken ‘yarın ne olacak’ ve ‘cebimden ne kadar eksilecek’ diyordu. Bugün ise ‘cebime ne kadar girecek’ diye düşünüyor” diyordu. Emekçiler, başbakanın dediği gibi, “cebime ne kadar girecek”mi diyor, yoksa başka bir şey mi? Bunu tahmin etmek için kâhin olmaya gerek yok. Asgari ücreti simit hesabıyla savunan başbakanın son dönemde ekonomik gelişmelerle ilgili yaptığı açıklamalara karşı gerçekleri dillendirmeyen ve olmayan bir ekonomik örüntünün hayali resmini köşelerinde çizen sermayenin organik iktisatçıları da bu totolojinin ortağıdır.
[1] En yüksek getiriyi elde etmek amacıyla, kısa dönemli fonların, yatırıldığı alandan alınıp başka bir alana kaydırılmasıdır. Yabancı finansal sermaye (sıcak para,) reel faiz oranı yüksek olan ülkeye doğru hareket eder. Amaç yüksek getiridir. Ama faiz dışında, dönemsel istikrar ve o ülkenin sağladığı vergi kolaylık ve istisnaları da önemlidir. Özellikle gelişmekte olan ülkeler cari açıklarını “yamayabilmek” için sıcak paraya ihtiyaç duyarlar ve birçok taviz verirler. Finansal sermaye/sıcak para, kurşun gibidir; ülkeden çıkarken yaratacağı tahribat, girerken yarattığı etkiden çok daha büyüktür. Özellikle neoliberal politikaların yoğun biçimde uygulanmaya başladığı ve “finansal serbestlik” adımlarının atıldığı dönemlerden itibaren ekonomik krizlerin karakteri de finansal niteliğe bürünmüştür. 1994, 2000 ve 2001 krizleri bu durumun en çarpıcı örnekleridir. Ayrıca Mayıs-Haziran 2006’daki dalgalanma da finansal niteliklidir.
[2] Post-Fordist esnek üretim sistemlerinden biri, Japon üretim tekniği olarak da bilinen “yalın üretim” sistemidir. Kitle üretimine dayanan ve üretim sürecinde hantallık yaratan gereksiz tüm ögelerden kurtulma anlamında yalın üretim, esnek üretimin büyük firma versiyonunu oluşturmaktadır. Büyük firmaların üretimde desantralizasyona (merkez kaç) giderek, ana firma içinde “toplam kalite”, “tam zamanında üretim” ve “kalite çemberleri” gibi hem kaliteyi, hem de verimliliği artıran bazı üretim ve yönetim tekniklerini içeren bir organizasyon modelidir. Yalın üretim sistemini oluşturan üretim/imalat teknikleri, 1940’lı ve 50’li yıllarda Eiji Toyoda ve Taiichi Ohno tarafından Toyota Motor Fabrikasında geliştirilmiştir.