Taşerona Karşı Birleşik Sınıf Mücadelesi!

13 Mayıs’ta Soma’da gerçekleştirilen işçi katliamı, geniş kesimler için kapitalist üretim koşullarının ve özel olarak taşeronlaştırmanın ulaştığı boyutları görünür kıldı. Tekelci sermayenin AKP koalisyonu ile giriştiği kâr ortaklığı da bu katliam sırasında –bir kez daha– ortaya saçıldı.

Aslında yaşananların tamamı toplumun ileri kesimleri, devrimciler, bazı sendikalar, demokratik kitle örgütleri, meslek odaları tarafından biliniyor ve halka da anlatılmaya çalışılıyordu.

Ama muhtemelen Soma katliamından bir hafta önce taşeronlaştırma ve kölelik düzeni hakkında bir anket yapılsa, halkın önemli bir kesiminin konu ile ilgili habersizlikleri ve duyarsızlıkları gözlenirdi.

Demek ki, onca yıldır tekrarlanan “basın açıklamaları” ve mesai saati dışına denk getirilen “vizite eylemleri”, genel kurullarda sandalye kapma “başarısına” indirgenmiş Toplumsal Hareket Sendikacılığı ve türevleri yeterli olmamış, tüm yaşananları –kölelik düzeninde yaşayanların kendilerine bile– anlatmaya!

Katliamı ve katliamı “kader”e dönüştüren kapitalist kölelik düzenini topluma işçilerin kendileri anlattı. Katliamdan kurtulan ya da bölgedeki farklı maden ocaklarında çalışan işçiler, –başta işçi basını olmak üzere– çeşitli basın-yayın organlarına, yaşadıklarını, tek tek, anlaşılır biçimde ve en yalın haliyle anlattılar.

Halkın geneli, bugün, AKP koalisyonu ve onun sözcülerinin her ağızlarını açtıklarında dillendirdikleri; ekonomik büyüme, ihracat düzeyi, kapasite artışı gibi kavramların nasıl bir eşitsizlik yarattığını daha açık haliyle görmektedir.

Bu görünüm, ne kendisini sınıfın önüne koyan sol ve sağ iradeci yaklaşımların ne de sendikacılık adı altında işçinin alın terine çöreklenen bir avuç düzenbazın eseridir.

Durum nettir. Halkın geneli tarafından anlaşılmıştır. Şimdi sorun, taşeronluk sisteminin nasıl ortadan kaldırılacağıdır.

Bunun yegâne koşulu birleşik sınıf mücadelesidir. Çünkü, ancak birleşik sınıf mücadelesi, işçi sınıfı ve emekçilerin üretimden gelen güçlerini bu pespaye üretim cehennemini ortadan kaldırmak için kullanmalarına olanak sağlar.

Birleşik sınıf mücadelesini sürekli tekrarlanan ve tekrarlandıkça esas anlamı “unutulan” bir kavram olmaktan çıkartmak için olanaklar bugün –düne göre daha yoğun biçimde– mevcuttur.

Öncelikle, Soma katliamı özelinde katilin doğru tahlil edilmesi gerekir. Yaşananların “kader” olmaktan çıkartılabileceği, tek sorumlunun işçinin birebir muhatap bırakıldığı “dayı başları” ya da şirket olmadığı, resmin –tabii ki şirketi de kapsayacak biçimde– daha geniş olduğu anlatılabilmelidir.

Enerji Bakanlığı ve TKİ’nin, kendi iş yasalarını bile hiçe sayacak biçimde, bir sözleşmeyle, asıl işi “hizmet alımı” adı altında şirkete taşeron biçiminde havale ettiği gerçeği, esas sorumlunun da doğrudan Enerji Bakanlığı ve TKİ olduğunu göstermektedir.

Katliam sonrasından başlayarak, Enerji Bakanı ve Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı arasında yaşanan dil dalaşı da, ortadaki büyük paylaşım sorununu görünür kılmıştır. Her iki bakanın –örtük biçimde de olsa– suçu birbirlerinin üzerine atması, ortadaki “suçu” neredeyse kesinleştirmektedir. Bunu iyi anlamak/anlatmak gerekir.

Sadece konfederasyon düzeyinde değil, sendikal düzeyde de gerici iktidarın ve onun tekelci burjuvaziden işbirlikçilerinin yılmaz savunuculuğuna soyunanlar da bu süreç içerisinde teşhir olmuştur.

Bugün, sınıf ve onun ileri unsurları açısından daha fazla inisiyatif alarak, taşeron sistemi özelinde tekelci burjuvazinin ve onun iktidarının egemenliğini sarsacak adımları atacak olanaklar mevcuttur.

Soma’da, ülkedeki diğer maden ocaklarında, tekstil atölyelerinde, kamu kurumlarında, üniversitelerde, sağlık kuruluşlarında, metal ve beyaz eşya sanayilerinde, tüm hizmet alanlarında, merdiven altı atölyelerde, tersanelerde ve halka “kader” diye yutturulmaya çalışılan tüm taşeron bataklıklarında bıkmadan usanmadan anlatmak, bıkmadan usanmadan örgütlenmek gerekmektedir.

Soma katliamı toplumun entelektüel kesimlerine de çok önemli bir görev yüklemiştir. Bundan sonra ya halkın yanında olunacaktır ya da tekelci burjuvazinin ve onun iktidarının. Ayırım bu kadar nettir. Hekimlerden halk için sağlık, mühendislerden toplum için mühendislik, bilim insanlarından halk için bilim, aydın ve sanatçılardan işçi sınıfı ve emekçiler için sanat talep edilmelidir.

Taşeron sistemine karşı mücadele ancak bu şekilde bir kapsayıcılıkla birleşik bir sınıf mücadelesine dönüşebilir…dönüşmelidir.

Bilim ve Teknoloji Politikaları

1. GİRİŞ
Dünya ölçeğinde kapitalist ülke devletlerinin 70’li yıllarla birlikte uygulamaya başladığı “neo-liberal” politikaların kuramsal ve kavramsal dayanağını oluşturma görevini organik biçimde üstlenmiş olan Anaakım iktisadın “pratik” yönü kendisine “politik” bir karakter kazandırmaktadır. Her ne kadar söz konusu politika önermelerinin temelini oluşturan kuramsal ve kavramsal biçimlendirme arayışları “ideoloji dışı” olarak betimlenmiş olsa da, mevcut baskın iktisat, –tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar– politiktir.
Anaakım iktisadın kavramlar dünyasındaki ayak izlerini başkalaşım geçiren birçok kavram üzerinden okumak mümkündür: İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği yerine İş Sağlığı ve Güvenliği, Esneklik ve Güvence yerine Esnek Güvence, Yoksulluğun Giderilmesi yerine Yoksulluğun Yönetilmesi, Sosyal Devlet ve Piyasa Ekonomisi yerine Sosyal Piyasa gibi. Bu deformasyonla ve dahası yeni bir görünüme kavuşan kavramlardan günlük üretim ve bölüşüm ilişkileri ile bilimsel üretim alanlarını en çok etkileyen ise, Bilim ve Teknoloji kavramlarının bir arada “Bilim ve Teknoloji Politikası” olarak kullanımıdır. Diğerlerinde olduğu gibi, bu kavramın da ardındaki ideolojik ve politik örüntü kapitalist üretim ilişkilerinin ulaştığı yıkıcı boyutu göstermektedir.

2. BİLİM, TEKNOLOJİ VE TEKNO-BİLİM
Gerek günlük literatürde gerekse resmi metinlerde, “Bilim ve Teknoloji Politikası” olarak ifade edilen paradigma, kendi içerisinde yapısal birçok sorun barındırmaktadır. Artık neredeyse bir dil alışkanlığına dönüşen “bilim” ve “teknolojinin” bir arada kullanılışı, gerçekten öylesine bir kullanış mıdır? Ya da aynı soruyu şöyle soralım: Bilim ve teknoloji birbirinden ayrılmaz biçimde var olmuş ve olan alanlar mıdır? Bu sorudan da hareketle, son olarak şunu soralım: Bir ülkenin bilim politikası ile teknoloji politikası bir potada eritilebilir mi?
1993 yılında düzenlenen Bilim ve Teknoloji Yüksek Kurulu (BTYK) toplantısında ortaya çıkan raporda (TÜBİTAK, 1993: 8), Bilim ile Teknoloji arasındaki kaynaştırma çabasının öne çıktığını görürüz:
“Günümüzde bilim ve teknolojiyi (BT) birbirinden bağımsız iki farklı olgu olarak algılamak imkânsızdır. Bilim ve teknoloji arasındaki sınır günümüzde bu yüzyılın başına göre çok daha az belirgindir. Bilimin içinde belli bir ihtisaslaşma sonucu bir dallanma gözlenirken, bilim ve teknoloji arasında giderek artan bir bütünleşme söz konusudur. Bilimin soyut alanlarından biri olan Matematik bugün yüksek teknolojinin temeli olarak nitelendirilmektedir. Dolayısıyla bilim ve teknoloji politikaları belirlenirken, bu iki öge arasında giderek artan kaynaşma ve bütünleşme göz önünde bulundurulmalıdır.”
Kapitalizmi eleştiren yaklaşımlar açısından bile bilimsel araştırma ve onun üretim sürecine uygulanması olarak tarif edilen teknoloji, özerk kuvvetler olarak ele alınıp, ilişki tek yönlü kurulmaktadır. Üretim, sanayi talep eder, bilimsel buluşlar, üretime uygulanır. Yani ilişkinin yönü hep, bilimin üretime uygulanması olmuştur. Bir toplumsal üretim ilişkisinin bilimi özerk bırakacağı, bilimciyi derin düşünceleri içinde arada bir yönelttiği talepler dışında rahat bırakacağı varsayılmıştır (Narin, 2008: 155-6). Örneğin, Nathan Rosenberg, bilimin rolünü talep yönelimli olarak açıklar. Ona göre, bilimin yönelimindeki değişme sanayinin değişen ihtiyaçları temelinde anlaşılmalıdır (Rosenberg, 1976: 129). Ancak 1976’da yazdığı makaledeki bu doğru önerme, makine üretiminin doğuşuyla başlayan aşamayı açıklamasına karşın bugünkü durumu açıklamak konusunda yetersizdir. Kapitalist üretim, uluslararası şirketlerin yoğunlaşan rekabeti, üretken sermayenin uluslararasılaşmasının bugünkü durumu gözetilmemektedir. Düşen kâr oranları karşısında teknolojik yenilik, yeni ürünler üretme ihtiyacı bu bilimsel üretimin üretim sürecine de el atmıştır. Burada da, talep yönlü bir açıklamadan daha çok, “arz yönlü” bir açıklamaya gerek vardır. Çünkü talep de “arz edilmekte”, yani yeni ihtiyaçlar, yeni ürünler üretilmektedir. Artık, tek yönlü ele alınan ilişkinin diğer yönü irdelenmeli, daha doğrusu bilim üretim süreci ile kapitalist üretim sürecinin özdeşleşme ve ayrılma geriliminin niteliği incelenmelidir.
Bilimsel üretim süreci kapitalist gelişme içinde giderek sermayeleşmekte, sermayenin gerçek boyunduruğu altına girmektedir.  Bilim üretimi, bu boyunduruk ile birlikte giderek teknoloji üretimi ile iç içe girmekte ve özdeşleşmektedir. İşte bilim ile teknolojinin bu iç içe geçme süreci, bilim üretimi ile teknoloji üretimini bilimsel üretim potasında birleştirmekte, sermaye birikim süreci ile de dolaysızca bağlamaktadır. Bu bilim alanının doğrudan boyunduruk altına alınması anlamına gelmektedir (Alçın, 2010).
Bilimsel üretim ile teknoloji üretimini kaynaştırmada en temel rolü, temel bilimsel araştırmalar ile bunların ticarileştirilmesi arasındaki ilişkinin çok daha iç içe geçmesi oluşturmaktadır. Bugün özellikle ABD gibi erken kapitalist ülkelerin birçoğunda büyük sermaye grupları üniversiteler üzerinde bilimsel üretimin seyri konusunda baskı ve yönlendirmede bulunmaktadır. Türkiye’de de, “danışma kurulları” tasarısı ile, üniversitelerin bilimsel ihtiyaçlar doğrultusunda özerk olarak şekillenmesi gereken politikaların, bölgesel sermaye gruplarının ve yerel yöneticilerin üniversitelerdeki etkenliğinin ticarete girdi sağlayacak bilgi ve araştırmaların artırılmasını sağlayacak biçimde yerleştirilmesi hedeflenmektedir.
Teknoloji, bir yandan bilimin uygulama alanı gibi gözükürken, bir yandan da “uygulamalı bilim” olarak kabul ediliyor. Ancak bilim-teknoloji işbirliği son yüzyılların eseridir. Daha önceki zamanlarda (antik Yunan ve Roma dönemlerinde) bilim ve teknoloji ayrı ayrı gelişen iki alan olarak görünüyordu (Ergün, erişim: 3 Aralık 2009: 12). Dolayısıyla, bilim alanı ile tekniklerin sistematik bütünü (teknoloji) arasında organik bir bağ kurmak mümkün gözükmemektedir.
Eskiçağ, Yunan ve Roma dünyaları modern bilimin, bunlara bağlı olarak teknolojinin kaynağını ve temelini oluşturur. Aslında Demokritos, Aristotales, Pythagoras, Ptolemaios, Arkhimedes, Lucretius, Vitravis gibi düşünürler olmasaydı; Newton, Kepler, Galileo ve Einstein da olmazdı denilebilir. 17. yüzyıla gelindiğinde, bilimin yükselişinin temelinde yatan düşünceler, Roma İmparatorluğunun çöküşünden sonra Bizans’ta ve Arap dünyasında serpilmekteydi. Bilimin ve matematiğin 17. yüzyılda sergilediği gelişme, önceki yüzyıllardan daha hızlıydı (Mayor ve Forti, 2004: 13-24).
Geçmişte bilim ve üretim arasındaki ilişki dolaylı olmuştu. Bugün ise bilimsel araştırma, mal üretimi sahasının ayrılmaz bir parçası olmuştur (Gauzner, 1977: 10). Sürecin bu şekilde gelişmesinin temelinde bilimsel bilginin “işe yarar” kılınması çabası yatmaktadır. Söz konusu çaba, gündelik hayatta “projecilik” ve “sonuç odaklı faaliyet” kavramlarını bilimsel üretim alanlarına sokmuştur. Bu kavramlar setini herhangi bir yerinden kabullenmek, bir adım sonrasında karşımıza çıkacak her türlü yapısal değişimi de kabulleneceğimiz anlamına geliyor. Bugün, bilimsel üretim ile kapital (sermaye) için üretim arasındaki ayırım giderek silikleşmekte ve silikleştikçe de tüm yaşam alanlarını (fiziki ve zihinsel) ele geçirmektedir.
Bir zamanlar teori, öğrenim yoluyla pratik güç haline gelebilirdi; bugün pratik olmadan, yani birlikte yaşayan insanların kendi aralarındaki davranışlarında açıkça içerilmeden, teknik güce açınabilen teorilerle karşı karşıyayız.
Bilim ve teknoloji, kurumsal olarak öylesine bütünleşmiştir ki, Bell’in “araştırma ve geliştirme” terimiyle tanımladığı ve daha yakın zamanlarda “tekno-bilim” terimiyle ifade edilen bir tek işlemde kaynaşmıştır. Sonuç, “hem gücün hem de servetin bilgiye bağımlı hale geldiği”, Alvin Toffler’in deyişiyle “gücün el değiştirmesi” ya da Drucker’in kullandığı terimle bir “bilgi toplumu”dur (Dyer-Whiteford, 2004: 36). Ancak bu kadar hızlı ve bütünlüklü bir kabullenişten önce bu iki varlık alanının tekil özelliklerini hatırlamak gerekir. Ancak böylesi bir hatırlama günlük dilde ezbere dönen ifadeleri de daha dikkatli kullanmamızı sağlayabilir.
Bilim, sosyal amaçlar için teknik yatırımdır. Teknoloji, bilimsel ve sistematik bilgilerin pratik amaçlar ve işler için geliştirilmesi ve uygulanmasıdır. Teknoloji, belirli hedeflere ulaşmak için, tarih içinde geliştirilen bilgi birikiminin üretim sürecine uygulanmasıdır. Bilim, nesnel dünyaya ve bu dünyada yer alan olgulara ilişkin “tarafsız” gözlem ve sistematik deneye dayalı zihinsel etkinliklerin ortak adıdır. Teknoloji ise, bilimin, pratik hayatın gereksinimlerinin karşılanmasına ya da insanın çevresini denetleme, biçimlendirme ve değiştirme çabalarına yönelik uygulamalardır.
Bilimde veri olan “gerçeklik” araştırılır, buna karşılık teknolojide kendi tasarımımıza (design) göre biz bir gerçeklik yaratıyoruz. Diğer bir anlatımla, bilimde “orada olan” araştırılırken, teknolojide biz yapıntılar (artifacts) üretiriz. Kısaca söylenmek istenildiğinde bilim, olan ile (what is) ilişkiliyken, teknoloji olması gereken, olabilecek olan (what is to be) ile ilişkilidir (Skolimowski, 1966’dan aktaran Üşür, 2001: 24). Dolayısıyla, teknoloji, bir yöneliş sonucu ortaya çıkarak, “var olan”ın değiştirilmesi için kullanılmaktadır. Elbette burada bilimi salt “var olan”ı tanıma ve tanımlama (açıklama) işlevlerinden ibaret bir faaliyet olarak görmekte mümkün değildir. Bilim, özellikle de toplumsal bilimler, mevcut gerçeği toplum yararı doğrultusunda değiştirme çabasını da içerir. Bu çaba, pozitif bilim metodolojisinde daha gizli kapaklı iken normatif metodolojide daha açıktır. Toplum bilimcinin görevini salt anlama ve açıklama, dolayısıyla “söyleme” olarak görmek ve ya böyle tanımlamak gerçekçi değildir. Toplum bilimci söylemenin yanında “eylemek” durumundadır da. Bu eyleme çabası içerisinde, elbette, bilim ile teknikler bütünü işlevsel düzeyde birleşirler. Hatta bu bileşim kendi içerisinde ayrı bir bilim alanı da yaratır: mühendislik.
Feibleman, bilim ile mühendislik (engineering) arasındaki ilişkiyi kavramak için saf bilim (pure science), uygulamalı bilim arasında ayrım yapılması gerekliliğini öne sürerek çözümlemesine başlamaktadır. Ona göre, saf bilimin amacı, doğayı deneysel yöntemlerle inceleyerek bilmek (to know) ihtiyacını tatmin etme çabasıdır. Buna karşılık uygulamalı bilim, bazı pratik beşeri amaçları için bilimin kullanılması anlamına gelir. Böylece bilim, esas olarak, iki beşeri amaca hizmet etmektedir; bilmek (to know) ve yapmak (to do). Biri (bilim) anlamaya yönelikken, diğeri (teknoloji) yapmaya/eylemeye yöneliktir. Dolayısıyla teknoloji, yapmanın modus operandi düzeyidir; ya da yapma/eyleme becerisidir (Üşür, 2001: 24).
Veblen’e göre teknoloji, doğanın tarihsel olarak yaratılmış insan ihtiyaçlarını tatmin edecek nesnelere dönüştürülmesi amacıyla kullanılan üretim sürecinden fazla bir şeydir. Teknoloji, öncelikle bir bilgi ve inanç sistemidir; ve “modern bakış açısının” ayırt edici niteliğini tanımlamaktadır (Veblen 1964: 2-3). Veblen’in kavrayışında modern teknoloji, birbiriyle çelişkili iki eğilimi içerdiği izlenimi vermektedir. Bunlardan birincisi, mevcut bilgiler ışığında herhangi bir sorunun çözümüne yönelik olarak önerilebilecek yanıtlar arasından zorunlu bir seçim yaparak, çözüm tartışmalarını sonlama arayışıdır. İkincisi ise, mevcut yanıtın doğruluğunu temellendiren bilgiyi sorgulayıp onu aşarak, yeni bir yanıt oluşturabilmeyi mümkün kılacak yeni bilgiyi üretme eğilimidir (Veblen, 1964: 11).
Doğayı ve insanı “anlama” çabasından, süreç içerisinde, hayatı kolaylaştıracak teknik, yöntem ve yaşam biçimlerini geliştiren bilime doğru hareket edildiğinde, bilimsel çabanın, çıktısı olan teknikler bütününün bilime yönelişini de determinist biçimde etkilediğini görürüz. Bu etkileşim ve değişim, esas olarak Rönesans dönemiyle başlamıştır. Fakat Rönesans dönemi biliminin temel dönüşüm dinamikleri ise, daha önceki aşamalarda atılan adımlarda saklıdır.
Rönesans döneminin bilimi; Arkhimedes, Heron ve Pappus’un mekanik üzerine yazılarına ve Aristotelesçi “Mekanik Problemleri” adlı kitaba yeniden canlılık kazandırdı. 16. yüzyılın ikinci yarısında, Galilei’nin birbirinden bağımsız öncüleri olarak, her şeyden önce Geronimo Cardano (1501-1576), Frederigo Commandino (1509-1575), Guidobaldo del Monte (1545-1607) ve Tartaglia’nın bir öğrencisi olan Giovanni Battista Benedetti (1530-1590) gibi İtalyanlar ve Simon Stevin (1548-1620) gibi Hollandalılar, aynı zamanda hem matematikçi, hem fizikçi, hem de mühendis gibi uğraşarak, statik bilimini daha da geliştirmenin yolunu aradılar (Tez, 2005: 138).
Francis Bacon (1561-1626), Gelilei’den farklı bir deney kavramı geliştirmiştir. Gelilei’de deney, Aristoteles ve Skolastiklerin bireşimci (sentezci) yöntemine dayanarak akıl yoluyla önceden kazanılmış sonuçları doğrulama (ya da yanlışlama) karakterine sahipken, Francis Bacon’da deney, buluşsal karakterdedir; yani deneyin yürütülmesinden önce doğaya ait görüşler, ne bilinmekte, ne de kestirilebilmektedir. Böylece insan, doğayı aktif bir şekilde inceliyor ve olası her koşulu deneyerek, doğa konusunda yeni bilgilere erişiyordu. Bacon, deneme-yanılma yöntemlerine dayanmayan varsayım türlerini eleştirerek reddetmiştir. Deney kavramı onda, kendi büyüsel kılıflarından soyutlanmıştır. Bacon’a göre doğa bilimi, bilginlerin tartışmalarından değil, belirli bir amaca yönelik olarak yürütülen planlı çalışmalardan oluşmuştur (Tez, 2005: 139-140).
Barok dönemi, tekniğin tarihinde pek çok yeni gelişmelerin yaşandığı bir dönemdir. Fiziksel bilimler alanında bu dönemde olgunlaşan bilgi birikimlerinin meyveleri, özellikle 18. yüzyılın ikinci yarısında büyük bir verimle toplanmaya başlandı. Galilei fiziğinin kusursuz bir kavrayışa dayanan büyük başarısı; Kepler’in fiziksel ve astronomik olgulara ilişkin derin saptamaları; Leibniz, Huygens ve Newton’un matematiksel ve fiziksel çalışmalarının kuramsal ve deneysel sonuçları, evreni tanımanın önde gelen bir aracı olarak matematiksel yöntemleri ön plana çıkardı. Bu dönemin Descartes, Spinoza ve Leibniz gibi büyük filozofları, gerçekliğin açık seçik bir görünümünü elde etmek üzere çalıştılar. 17. yüzyıl, matematikle belirlenmiş büyük bir akılcı sistem çağıydı. Buna karşılık 18. yüzyıl, en azından bu yüzyılın ortalarından itibaren, büyük akılcı sistemden uzaklaşılarak, ayrı gerçekleri ele alan ampirik akılcılığa (rasyonalizme) yöneldi (Tez, 2005: 148).
Deneysel doğa araştırmalarının yoğunlaşmasında, teknik etkinlikler yoluyla doğa üzerinde egemenlik kurma çabalarının artması ve böylece ekonomik güçlerin etkin bir duruma gelmesinde, özellikle 17. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Kalvinist  düşünce ve görüşlerin etkisi olmuştur (Tez, 2005: 149).
İlk buharlı makineler, yaklaşık olarak 1720’de kullanılmaya başlanmıştır. Bu makinelerin demiryolu sistemine uyarlanabilmesi için bir başka yüzyılın geçmesi gerekmiştir. Elektrik enerjisi üretiminin esasları 1831’de biliniyordu. Bir topluluğun yararlanması amacıyla enerji üretimi için yaklaşık olarak 50 yılın geçmesi gerekmiştir. İçten yanmalı motorun gerçekten yaygın hale gelmesi, aşağı yukarı 30 yılda mümkün olmuştur. İlk uçak 1904’te uçmuş, 12 yıl sonra askeri alanda, bir 10 yıl sonra da sivil alanda kullanılmaya başlanmıştır. Bir ampfilikatör olarak termonik valf 1905’te icat edilmiştir. Yaklaşık 10 yıl sonra bu cihaz ilkel bir haberleşme aracı olarak kullanım alanına girmiş ve yirmi yıldan az bir zamanda ticari alanda kullanılmaya başlanmıştır. Nükleer parçalanmayı (fission) ispat eden ilk deney 1938’de yapılmıştır. İlk basit reaktör 1941’de kurulmuştur ki, bu üç yıl sonra gerçekleşen bir gelişme demektir. İlk bomba ise, 1945’de atılmıştır. Bu da, yedi yıllık bir gecikmeyle ortaya çıkmış olmaktadır. Transistor 1948’de icat edilmiştir. Yaklaşık olarak altı yıl içinde transistör üretimine geçilmiştir. İlk suni peyk 1957’de, içinde insan bulunan ilk suni peyk de 1961’de yörüngesine oturtulmuştur. Bundan sekiz yıl sonra insanoğlu aya ayak basmıştır. Bu rakamları kendi sıraları içinde tekrarlarsak, yani icat safhasından üretim safhasına kadar olan zaman parçalarını dikkate alırsak, 100 yıl, 50 yıl, 20 yıl, 7 yıl ve 6 yıl gibi devreler elde edilebilir (Boltz, 1970: 17).
Teknikteki gelişme ivmesinin artışı, Schumpeter’in “yaratıcı yıkım”  tespitini doğrular biçimde bir yapı meydana getirmektedir. Yeni olan her şey, giderek kısalan zamanlarda eskiye dönüşmektedir. Ancak yine de burada, süreci, salt teknik gelişme boyutuyla ve kaçınılmaz bir dönüşüm olarak kabul etmek yanlış olacaktır. Zira özellikle son yüzyıl içerisindeki birçok teknik yenilik savaş sanayinde ortaya çıkarılmıştır. Bu haliyle konuya tekrar baktığımızda, yenilenme hızındaki artışın iki temel dayanağından bahsedebiliriz: Bunlardan ilki, söz konusu teknik yeniliklerin savaş amaçlı geliştirilmesi ve diğeri de, yıkıcı kapitalist rekabet nedeniyle, güçlü olanların yeni ürün ortaya çıkarma ve böylelikle piyasada rakiplerini “alt etme” çabasıdır.
Günümüz kapitalist toplum yaşamı, bugüne dek görülmemiş ölçüde doğa bilimi ve teknik ile etkileşim halindedir. Sınai üretkenlik, iletişim yöntemleri, devlet yönetimi, sağlık ve eğitim alanları, sürekli olarak, yeni geliştirilecek teknikleri kendi etkinlikleri alanına sokma eğilimine girmişlerdir. Bu öylesine bir yarıştır ki, mevcut olanın biçim değiştirdiği ve biçim değiştiremeyenin de kaybolduğu bir ortam yaratmaktadır. Nasıl ki, –her ne kadar ölümle burun buruna gelse de– yarış içerisinde tek hedefi bitiş çizgisini görmek olan bir uzun mesafe koşucusu, durup mevcut risklerini düşünmezse, teknolojik yeniliklerin ortaya çıkarılması ve içerilmesi konusunda da kurumsal yapılar için benzer bir durum söz konusudur.
2. Dünya Savaşı sonrası dönemde, ekonomik çıkar yönelişli bir bilim politikası, önce kalkınma çabasına destek verme işleviyle kalkınma politikalarıyla birleşmiş, sonra da, başlı başına bir politikalar grubu olarak, “bilim ve teknoloji politikaları” adı altında, sanayileşmenin yeni bir tanımı haline gelmiştir.
Alexander King, savaş sonrası dönemde, teknoloji-bilim ve sosyo-ekonomik durum arasındaki ilişkiler açısından dört evrenin varlığını ifade etmiştir. King’e göre (1997: 69-76), 1960’lı yılların sonuna kadar süren birinci evrenin özelliği, kamuoyunun, bilimin, ortaya çıkmakta olduğuna inanılan yeni bir barışçı dünyanın inşasında etkin bir rol oynayacağı beklentisine girmesidir. Nitekim, bu dönemde birçok ülkede Ar-Ge’ye ayrılan kaynaklarda önemli oranlarda artış görülmüştür.
Soğuk Savaş’ın ortaya çıkışı ile birlikte, araştırma ve geliştirme çabalarının büyük bölümü askeri alana kaydırılmıştır. Savaş sonrası yeniden inşanın tamamlanması ile 1967 yılına kadar süren ikinci evre başlamıştır. King’e göre bu dönemin temel özelliği; bilimin uygulanışına ve kaynak dağıtımına rasyonel bir yaklaşım getirmeye girişilmesidir. Bu dönemde, Batı ülkeleri ve Japonya daha önce görülmeyen boyutlarda ekonomik büyüme yaşamış ve bu büyümede Ar-Ge’nin etkisi fark edilerek, bilim-teknoloji-üretim ilişkisinin ortaya çıkarılmasına yönelik çabalar artırılmıştır.
Üçüncü evrede ise, bilimin amaçları, yönelimi ve yöntemleri genel olarak sorgulanmaya başlamış, Soğuk Savaş nedeniyle iki blok arasındaki rekabet, bilimsel araştırmaların savaşla yakından ilişkili olduğu izlenimini uyandırmıştır. King, son evrenin 1970’lerdeki petrol kriziyle başlayarak, günümüze kadar sürdüğü görüşündedir. Bu dönemi betimleyen, yavaş bir ekonomik büyüme ve belirsizliklerdir. Şirketler ve ülkeler arasındaki rekabet kızışmış, şirketler pazar paylarını artırmak, en azından korumak için birleşmeye gitmişlerdir. Bu dönemde yeni teknolojiler hızla gelişmekte, otomasyon ve robotlaşma, endüstri ve hizmet sektörünü dönüştürmektedir.

3. SONUÇ
Bugün gelinen aşamada, bilimsel üretim alanları olan üniversitelerde üretilen “bilimsel” nitelikli bilgilerin sermaye ihtiyaçları doğrultusunda kullanıldığı ve belki de daha vahim olarak, üniversitelerin doğrudan sermayenin ihtiyacı olan “pratik” bilgileri üretmek için örgütlendiği bir yapının oluşturulduğu durum ile karşı karşıyayız. Ulusal İnovasyon Sistemi, Bölgesel İnovasyon Sistemi, Teknokent/Teknopark Projeleri, sermaye gruplarının anabilim dalı sponsorlukları ve üniversite-sanayi işbirliği yaklaşımıyla bilim ve teknoloji arasındaki ontolojik farklılık silikleşerek, tekno-bilim veya kalıp olarak “bilim ve teknoloji politikaları” kavramı öne çıkmaktadır.
Bilim ile teknolojinin aynı düzlemde ele alınışı bilim alanının boyunduruğuyla sonuçlanmaktadır. Yakın dönemde Türkiye Bilimler Akademisi’nin yapısına yönelik müdahaleler ve Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı’nın oluşturulmuş olması da, bilimsel üretim alanlarının koşulsuz biçimde sermaye birikimi için “girdi” üreten araştırma merkezlerine dönüştürülmesi tehlikesini içinde barındırmaktadır.

Kaynakça
Alçın, S. (2010). Teknolojik Determinist Kalkınma Aracı Olarak Teknoekonomi Politikaları. İstanbul: Tarem Yayınları.
Boltz, C.L. (1970). “Teknoloji ve İktisadi Gelişme”, çev. T. Dereli, Teknoloji ve İktisadi Gelişme, Seminerler Dizisi. İstanbul: İktisadi Kalkınma Vakfı.
Ergün, M. “Felsefeye Giriş (Bilim Felsefesi)”, Ders Notu, URL: http://www.egitim.aku.edu.tr/bilimfelsefesi.pdf, erişim: 03 Aralık 2009.
Dyer-Whiteford, N. (2004). Siber Marx-Yüksek Teknoloji Çağında Sınıf Mücadelesi. çev. A. Çakıroğlu. İstanbul: Aykırı Yayınları.
Gauzner, N. (1977). Kapitalizmde Bilimsel ve Teknolojik Devrimin Çelişkileri. Çev. S. Dengiz. İstanbul: Ana Yayınları.
Justman, M., ve Teubal, M. (1991). “A Structuralist Perspective on the Role of Technology in Economic Growth and Development”, World Development, Vol.19, No.9.
King, K. (1997).  “II. Dünya Savası’nın Sonundan Bu Yana Bilim ve Teknoloji”, Bilim İktidar içinde ss. 69-76. ed. F. Mayor ve A. Forti, Ankara: TÜBİTAK Yayınları.
Mayor,  F. ve Forti,  A. (2004). Bilim ve İktidar. Ankara: TÜBİTAK Popüler Bilim Kitapları.
Narin, Ö. (2008). “Teknolojik Değişim: Türkiye’de Üretim Araçları Üretimi (1996-2005)”, Basılmamış Doktora Tezi, Marmara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü.
Rosenberg, N. (1976). Perspectives on Technology. Londra: Cambridge University Press.
Skolimowski, H. (1966).  “The Structure of Thinking in Technology”. Technology and Culture, Vol. 7, No. 3, ss.371-383. USA: The Johns Hopskins University Press.
Tez, Z. (2005). Tekniğin Evrimi. Ankara: Paragraf Yayınevi.
TÜBİTAK. (1993a). “Türk Bilim Teknoloji Politikası 1993-2003”. Ankara: TÜBİTAK Yayınları.
Üşür, İ. (2001). “Teknoloji felsefesi Üzerine Ya Da Tarihin Tanrısı Teknoloji midir?”. Mülkiye Dergisi, Cilt. XXV, sayı. 230, ss. 7-26.
Veblen, T. (1964). The Vested Interests and the Common Man. New York: Augustus M. Kelley, Bookseller.

Son on yılın resmi: Eşitsiz gelişim

Son on yılın resmi: Eşitsiz gelişim

 

Sinan Alçın

 

 

AKP’nin on yıllık iktidar döneminde, belki de tek ve en önemli gücü olarak, ekonomi alanında gösterdiği “başarılar” öne sürülmektedir. AKP iktidarının ekonomi alanında bir şeyleri başardığı kesin ve ancak, başarılanların ülkenin işçi ve emekçileri üzerindeki etkileri yıkıcı özelliktedir.

 

Son on yılın ekonomiye dair resmi göstermektedir ki, bir yandan sermeye sınıfı içinde, öte yandan da işçi sınıfı ve sermaye sınıfı arasındaki eşitsizlik beslenmiş ve böylelikle ülkede yeni bir sosyo-ekonomik ilişki bütünü meydana getirilmiştir.

 

On yıllık süreç, geniş emekçi yığınlar için hak olanın hak olmaktan çıktığı ve Anadolu Kaplanları (yeşil sermaye) içinde belli grupların kamu kaynaklarının devri, harcama politikaları ve teşvik programları ile palazlandığı; geri kalan sermaye gruplarının çeşitli “önlemlerle” önlerinin kesildiği ve görece cılızlaştırıldığı bir görünüm sunmaktadır.

 

Bir taraftan üstyapı kurumları (ordu, yargı gibi) “yeni sisteme” adapte olurken, diğer taraftan da alt yapı önemli ölçüde biçim değiştirerek mevcut üretim sisteminin devamlılığını sağlayacak biçimde örgütlenmiştir.

 

Makro ölçekte ele alındığında, ekonomi “besleme” özellikler göstermektedir. Bir yandan kayıt-dışı Arap sermayesi, öte yandan 2002 yılından itibaren tüketici kredilerinin teşviki ve devletin müteahhitliğe soyunması ile sözde bir canlılık ortaya çıkmıştır. Bu sözde canlılığın bedeli ise, ağırlaşan borç yükü ve sürekli yeni rekor denemeleri yapan cari açık olmuştur.

 

Bu yazıda, bir yandan AKP’nin on yıllık iktidar döneminde makroekonomik alanda ortaya çıkan gelişmeler ve diğer yandan da işçi ve emekçileri ilgilendiren sosyal ve ekonomik düzenlemeler üzerinde durmaktayız.

 

Öncelikle temel sorun alanlarına göz atalım. Ardından temel sorunu ayırt etmeye çalışalım.

 

 

 

BORÇLULUK DURUMU

 

Toplam borç stoku, ülkede, “kamu kesimi”, “Merkez Bankası” ve “özel kesim sermaye”nin yabancı ülkelere olan borçlarınının toplamını ifade etmektedir. AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılında 129.559 milyar dolar olan toplam borç stoku, 2011 yılında 309.636 milyar dolara çıkarak, tarihi bir rekora ulaşmıştır.

 

AKP kurmaylarının özellikle övündükleri konulardan biri, kamu kesimi borçlanma gereğindeki azalıştır. Doğrudur, son on yılda kamu kesiminde borçlanma gereği azalmıştır. Çünkü, sosyal güvenlik sisteminin tasfiyesine yönelik uygulanan politikalar, sağlık hizmetlerinin kamusal nitelikten uzaklaştırılması gibi adımlarla harcamalarda şiddetli kısıntılar ortaya çıkmış; öte yandan da, özelleştirme adı altında doğrudan KİT’lerin tasfiyesi ve kamuya ait taşınmazlarının satışı yoluyla devlet gelirleri artırılmıştır.

 

Söz konusu dönemde kamu borçlanma gereği azalmakla birlikte, “özel kesim sermaye”nin yabancı borçları çok hızlı biçimde artmıştır. 2002 yılında 13.854 milyar dolar olan özel kesim sermaye borçları, 2011’in ikinci çeyreği itibarıyla, 77.543 milyar dolar düzeyine yükselmiştir. Ülkenin toplam borçları içerisinde en riskli olan kalem, “özel kesim borçları”dır. “Özel kesim borçları” arttıkça, bir yandan cari açık hızlanarak artar, öte yandan da ekonomik yapıdaki kırılganlık artar. İşte borçlanma meselesinde son on yılın çizdiği yapı budur.

 

 

 

CARİ AÇIK

 

2001 yılında 3 milyar 760 milyon dolar fazla veren cari işlemler hesabı, 2011 yılı sonu itibarıyla, 77 milyar dolar açığa dönüştü. Bir yandan değerli tutulan TL kuru, öte yandan sanayinin yabancı girdiye bağımlı yapısı ve petrol bağımlılığı, ülkeyi, Cumhuriyet tarihinin en yüksek cari açığıyla karşı karşıya bırakmıştır. Uluslararası kriterlere göre, bir ülkenin cari açığı, “Gayri Safi Milli Hasıla”sının yüzde 7’sine ulaştığında, ödemeler dengesi krizinin başladığı kabul edilmektedir. Türkiye’de, mevcut cari açığın GSYİH’a oranı yüzde 11’i aşmıştır. Bu kadar büyük bir açık, izlenen ekonomi politikalarının ülkeyi tamamen dışa bağımlı hale getirdiğini göstermektedir. Cari açığın yarattığı temel problem, söz konusu açığın finansmanı açısından büyük sorunlar yaratmaktadır. Cari açığın finansmanı için bir yandan kamu harcamaları kısılırken, öte yandan da daha fazla üretim için sermayeye çeşitli teşvik programları peşi sıra açıklanmaktadır. Bu durum, eşitsiz gelişimi besleyen ve sınıflararası gelir kutuplaşmasını artıran bir yapı oluşturmaktadır. İşte bu nedenle, bir yanda AKP iktidarı döneminde hızla zenginleşen bir zümre, diğer yanda ise gittikçe yoksulluğa itilen geniş halk kesimleri ortaya çıkmaktadır.

 

 

 

İŞSİZLİK

 

Her ne kadar AKP, iktidar olmadan önce, işsizlik sorununu çözeceğini iddia etmiş olsa da, on yıllık iktidarı döneminde katlayarak büyüttüğü sorunların ilk sırasında işsizlik gelmektedir. İşsizlik sorununun temel önemi, işsiz kalanların giderek yoksullaşması ve halihazırda bir işte çalışanların da, ‘yedek işçi ordusu’ ile korkutularak, daha düşük ücret ve daha ağır koşullarda çalıştırılmaya razı bırakılmalarıdır. GEGP ile birlikte stratejik hedef haline getirilen ‘verimliliğe dayalı büyüme’ için olmazsa olmaz koşul, geniş halk yığınlarının daha düşük ücretle, daha uzun süreler çalışmayı kabul etmeleridir. İşsizlik ile başarılan budur. Ulusal istihdam stratejisinde ve diğer politika metinlerinde işsizlik “sorun” olarak tanımlanmakla birlikte, somut çözüm için uygulanacak politikalar belirlenmemektedir. Amaçlanan, işsizliğin toplumun genelinde tehdit unsuru olarak kabul edilmesinin sağlanması ve bunun üzerinden ‘bölgesel asgari ücret’, ‘atipik’ çalışma biçimleri (yarı zamanlı, evden çağırma, taşeron çalışma gibi) gibi mevcut güvenceleri de ortadan kaldıracak uygulamaların kabul edilmesinin sağlanması olmaktadır. Örneğin orta vadeli planda işsizlik sorunun, yatırım ortamının iyileşmesi ve buna bağlı olarak “özel kesim sermaye”nin daha fazla istihdam yaratmasıyla çözülebileceği temennisine yer vermektedir.

 

 

 

ÖZELLEŞTİRME

 

24 Ocak 1980 kararları ile birlikte hedef olarak belirlenen kamunun ekonomi içersindeki ağırlığının azaltılması; AKP iktidarında, KİT’lerin ve kamu taşınmazlarının doğrudan satış ve tasfiyesine dönüşmüştür. Böylelikle, ’89 Bahar Eylemleri ile durağanlaştırılan süreç, AKP iktidarıyla hızlanmıştır. 1986 – 2002 döneminde 8 milyar dolarlık özelleştirme yapılırken, 2002 – 2012 yılları arasında 40 milyar dolarlık satış gerçekleştirilmiştir. Yoğun borçluluk durumu ve sermaye birikimi için kaynakların tahsisi aşamasında ihtiyaç duyulan finansman, topluma ait işletmelerin satış ve tasfiyesi ile elde edilmiştir. Bu durum, bir yandan uzun dönemli ekonomik gelişim açısından risk oluştururken, öte yandan da kamu kesiminde çalışanların işsizlik veya güvencesiz kadrolarda çalışma riskiyle karşı karşıya kalmalarına yol açmıştır. Özelleştirme kapsamında elde edilen gelirlerin büyük kısmı ise, satılan işletmelerin rehabilitasyonu ve benzeri işlemlere harcanmıştır.

 

 

 

GASP EDİLEN ÇALIŞMA HAKLARI

 

AKP Dönemi’nde yeni çıkarılan İş Yasası ile esnek çalışma biçimleri hayata geçirilmiş ve  “kiralık işçilik” uygulaması getirilmiştir. Emeklilik yaşı kademeli olarak 65’e çıkarılmış, prim ödeme gün süresi yükseltilmiş, emekli aylığı bağlama oranları düşürülmüş, sağlıkta katkı payı artırılmıştır. “Torba Yasa” ile güvencesiz istihdam yaygınlaştırılmış, memurlara ve 52 bin belediye işçisine sürgün yolu açılmış, stajyer sömürüsü genişletilmiştir.

 

Taşeron uygulaması ve ölümlü iş kazaları ciddi boyutlara ulaşmış, sendikasızlaşma yaygınlaşmış, işten çıkarmalar artmıştır.

 

2003 yılında iş kanununda gerçekleştirilen değişiklikler ile iş hukukunun temel prensibi olan “işçiyi koruma” ilkesinden uzaklaşılarak, “işletmenin korunması” ilkesi benimsenmiştir. Bu “korumacılığı”, “işçi sağlığı ve iş güvenliği” kavramındaki değişiklikte de görmekteyiz: Kanunun adı “İş Sağlığı ve Güvenliği”ne dönüştürülmüştür.

 

10 Haziran 2003 tarihinde yürürlüğe giren 4857 sayılı İş Kanunu ile esnek çalışma biçimleri yasallık kazanmıştır. Böylelikle part – time (kısmi süreli) çalışma, çağrı üzerine çalışma, evde çalışma, ödünç iş ilişkisi (kiralık işçilik) gibi esnek çalışma modelleri gündeme gelmiştir.

 

4857 sayılı yasayla “asıl işveren” – “alt işveren” ilişkisi yeniden tanımlanmış, işverenin asıl nitelikteki bir takım işlerini “alt işveren”e (taşerona) vermesine olanak sağlanmıştır. Böylece sendikal örgütlenmenin önündeki en önemli engellerden biri olan taşeron uygulaması yaygınlaştırılmıştır. Hükümet yetkilileri her fırsatta kayıt dışıyla mücadele ettiklerini ve edeceklerini iddia etseler de, gerçekte, yasal ve fiili uygulamalarla üretim ilişkileri topyekûn kayıt dışına itilmiştir.

 

Deneme süresi bir aydan iki aya çıkarılmış, özel istihdam bürolarının kurulmasına izin verilmiştir. Yine aynı yasada, iki aylık süre içinde, haftalık ortalama 45 saat olmak koşuluyla, günde 11 saatten, haftada 66 saat çalışılmasına olanak sağlanmış ve bu yolla “işveren”in fazla mesai ücreti ödememesine imkan tanınmıştır.

 

4857 sayılı yasanın geçici 6. maddesinde “Kıdem Tazminatı Fonu”nun kurulacağı belirtilerek, yakın gelecekte kıdem tazminatının ortadan kaldırılacağının sinyali verilmiştir. Halihazırda konu Çalışma Bakanlığı’nın gündemindedir.

 

2002’de Ecevit Hükümeti döneminde çıkarılan 4773 sayılı kanunla, 10 ve daha fazla işçi çalıştıran işyerlerinde işçilere iş güvencesi hakkı sağlanıyordu. AKP döneminde çıkarılan 4857 sayılı yasayla iş güvencesi hakkından yararlanma 30 ve daha fazla işçi çalıştıran işyerlerinde geçerli oldu. Bu durumda, iş güvencesinden yararlanan işyeri sayısı, toplam işyerlerinin ancak yüzde 10’una denk geliyor. Ayrıca, işyerinde altı aydan az kıdemi olanlar da iş güvencesinden yararlanamıyor.

 

 

 

SOSYAL GÜVENLİK HAKLARINA DARBE

 

Yakın dönemde sosyal güvenlik haklarına ilk darbe 1999 yılındaki 4447 sayılı yasayla yapıldı, ikinci darbe ise, 5510 sayılı yasayla AKP iktidarı döneminde gerçekleştirildi. Önce SSK hastaneleri Sağlık Bakanlığı’na devredildi. Ardından 2008 yılında 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu yasalaştı. 5510 sayılı yasanın başlıca özellikleri şöyle:

 

a)        Yeni işe girecek olan kadınlar 58, erkek sigortalılar ise 60 yaşında emekli olacak. Emeklilik yaşı 1 Ocak 2036 ve 31 Aralık 2037 tarihleri arasında kadınlarda 59, erkeklerde 61 olacak. Bu tarihten sonra emeklilik yaşı kademeli olarak artacak ve 2048 yılında kadın ve erkekler için 65’te eşitlenecek.

 

b)       Prim ödeme gün süresi 7 binden 7 bin 200 güne çıkarıldı.

 

c)        Gazeteci, postacı, gemi adamı, infaz memuru, uçuş personeli, tren makinistleri gibi meslek sahiplerine tanınan yıpranma hakkı kaldırıldı.

 

d)       Emekli aylığı bağlama oranı, yeni işe girenler açısından her yıl için yüzde 2 oranında uygulanacak. Eskiden bu oran, Emekli Sandığı’nda yüzde 3, SSK ve Bağ-Kur’da ise yüzde 2.5 idi. Yasa öncesinde SSK ve Bağ-Kur’da emekli aylığı bağlama oranı yüzde 65 iken, bu yasa sonrasında yüzde 50’ye kadar düşecek.

 

e)        Emekli aylığının hesaplanmasında kullanılan güncelleme katsayında, GSMH’nin, yani refah payındaki artışın yüzde 100’ü değil, yüzde 30’u dikkate alınacak.

 

f)          30 Nisan 2008’den sonra ilk defa sigortalı olanlar, emekli iken prim ödeyip emekli aylıklarını alamayacaklar, emekli olup çalıştıkları takdirde emekli aylıkları kesilecek.

 

g)        Çalışarak ücret alan ya da Sosyal Güvenlik Kurumu’ndan aylık alan çocuksuz dul eşe bağlanacak olan ölüm aylığı oranı yüzde 75’ten yüzde 50’ye düşürüldü.

 

h)       Sağlıktaki muayene ücretleri, devlet hastanelerinde 8 TL, özel hastanelerde ise 15 TL olarak belirlendi.

 

i)          İşsiz kalanların 6 ay süreyle sağlık hizmetlerinden yararlanma süresi, 3 aya indi.

 

j)          Brüt asgari ücretin üçte birinden fazla geliri olanlar, zorunlu olarak Genel Sağlık Sigortası primi ödeyecek. Prim ödeyemeyen sağlık hizmeti alamayacak.

 

 

 

İSTİHDAM PAKETİ’NDEKİ HAK KAYIPLARI

 

15 Mayıs 2008 tarihinde kabul edilen 5763 sayılı kanunla, istihdam ve işsizlik sigortası ile ilgili bazı değişiklikler yapıldı. Kamuoyunda “İstihdam Paketi” olarak bilinen yasada, özürlü ve eski hükümlü çalıştırma zorunluluğu azaltıldı.

 

“İşverenler”in 50 ve daha fazla işçi çalışan işyerlerinde işyeri hekimi çalıştırma yükümlülüğü kaldırılarak, yerine hizmet satın alınması hükmü getirildi. Böylece “işverenler” doktor çalıştırma yükümlülüğünden kurtulup, gerekirse dışardan anlaşmalı olarak işyeri hekimi çalıştırabilecekler. İş güvenliği uzmanı çalıştırma yükümlülüğü de kaldırılarak, dışardan hizmet satın alınması yoluna gidildi.

 

İşsizlik Sigortası Fonu’ndan sermaye gruplarına, teşvik adı altında, ve Güneydoğu Anadolu Projesi’ne (GAP) 2008 yılında 1.3 milyar TL, 2009 – 2012 döneminde de fondaki nema gelirlerinin dörtte biri aktarılmıştır. Böylelikle, çalışanların primlerinden oluşan ve işsizler için kullanılması gereken fon, politik çıkar sağlayacak alanlara ve sermaye gruplarına dağıtılmıştır.

 

18 – 29 yaş arasındaki gençlerle 18 yaşından büyük kadınların istihdamındaki “işverenler”in sigorta payı, 5 yıl boyunca, kademeli olarak İşsizlik Sigortası Fonu’ndan karşılanacak. Böylece, eski işçilerin işten çıkarılarak, yerlerine daha düşük ücretle, örgütsüz genç işçi ve kadın istihdamının artırılması hedeflenmektedir. Böylelikle daha düşük ücret ve ağır çalışma koşulları, genel standart haline gelebilecektir.

 

Öte yandan, tüm sigortalılar için “işveren”in sigorta priminden yapılacak 5 puanlık                         indirim, Hazine tarafından karşılanacak. Böyle bir indirimle, 8.5 milyon sigortalı için yılda yaklaşık 4 milyar TL’lik bir kaynağın sermayeye aktarılması mümkün olmaktadır. Hazine’nin yapacağı aktarmalar sonucunda ise, bütçe gelirleri azalacak, sosyal devlet harcamaları kısılacaktır.

 

150’den fazla kadın işçinin çalıştığı işyerlerinde “işveren”in kreş açma yükümlülüğü kaldırılarak, dışardan hizmet satın alınması hükmü getirildi. Uygulamada, “işveren” maliyetler arttığı için hizmet satın almayacak ve böylelikle kadın çalışanlar da kreş bulunmadığı için işten ayrılabilecektir.

 

 

 

TORBA YASADAKİ HAK KAYIPLARI

 

25 Şubat 2011 tarihli Resmi Gazete’de yayınlanan 6111 sayılı “Torba Yasa”, “işverenler”in vergi ve sigorta prim borçlarına af getirirken, aynı zamanda, çalışanlarla ilgili dört temel yasada yeni hak kayıplarına yol açan düzenlemeler yaptı. Torba Kanunu’ndaki hak kayıpları şöyledir:

 

1. Stajyer sömürüsü artıyor:

 

Artık 5 işçinin çalıştığı işyerlerinde de stajyer çalıştırılabilecek. Eskiden bu sınır, 20 işçi idi. Ayrıca stajyerlerin ücreti 239 TL’den 189 TL’ye düşürülüyor. 20’den az işçinin çalıştığı işyerinde bu miktar 100 TL’nin bile altına iniyor.

 

2. Kısa çalışma ödeneği fona yıkılıyor:

 

Genel ekonomik krizin yanı sıra sektörel ve bölgesel krizlerde de kısa çalışma ödeneği verilecek. Böylece “işveren”in ücret ödeme yükümlülüğü fona devrediliyor.

 

3. Kısa süreli çalışmada GSS primini işçi ödeyecek:

 

1 Ocak 2012’den itibaren, özel sektörde kısa süreli çalışanların boşta geçen günlere ait Genel Sağlık Sigortası primini artık kendisi ödeyecek. Kamuda devlet ödüyor.

 

4. Kadrolu işçiye sürgün:

 

Belediyelerde kadrolu çalışan işçiler, rızası dışında MEB ve Emniyet Genel Müdürlüğü’nün taşra teşkilatlarına gönderilecek. 5 gün içinde işe başlamayan işten çıkarılacak.

 

5. Sözleşmeli personele grev yasağı:

 

Sözleşmeli personelin sendikaya üye olması serbest, ancak greve katılması, grevi desteklemesi, propaganda yapması yasak.

 

6.Özel sektörden bürokrat:

 

Özel sektörde 10 yıl çalışan bir yönetici kamuda görevlendirilebilecek. Yani kamu, özel sektör zihniyetiyle yönetilecek.

 

7. İşsizlik Fonu amaç dışı kullanılacak:

 

a)                                Hükümet, fon gelirlerinin yüzde 50’sine el koyabilecek,

 

b)                               31 Aralık 2015’e kadar yeni işçiler için “işveren primi” fondan ödenecek,

 

c)                                Mart 2002’den 31 Aralık 2010’a kadar fonda 61.5 milyar TL birikti, Bunun 3.8 milyar TL’si, yani ancak yüzde 6’sı işsizlere verildi,

 

d)                               Halen 184 bin kişi işsizlik ödeneğinden yararlanıyor. Yani her 100 işsizden ancak 6’sı işsizlik parası alabiliyor,

 

e)                               Fondan GAP’a ve işverenlere prim desteği olarak 11 milyar TL. kaynak aktarıldı. Bu, fonun yüzde 18’ini oluşturuyor.

 

8. Kamu çalışanının iş güvencesi riske giriyor:

 

a)                               Kademe ilerlemesi için disiplin cezası almama şartı getirildi.

 

b)                               8 saatlik günlük çalışma süresi artırılabilecek.

 

c)                                Performans uygulaması getiriliyor.

 

d)                               Memur rızası dışında 6 aya kadar başka yere gönderilebilecek.

 

e)                               Tüm uzman personel, sözleşmeli statüye geçiriliyor.

 

f)                                 Uzmanlık isteyen denetim yetkisi, düz memurlara veriliyor. Yolsuzluğa ve iş kazalarına olanak sağlanıyor.

 

g)                               İş yavaşlatan memur ile disiplin cezası alan aday memurun işine son veriliyor.

 

 

 

“BÜYÜME” ÜZERİNE…

 

AKP iktidarı, her ne kadar kendisini “hak”çı olarak tanımlayarak yönetime geçtiyse de, on yıllık uygulamaları, bu parti ve temsil ettiği anlayışın tamamen kapitalist eklemlenmeci ruhunu ele vermektedir.

 

Bir yanda hızla zenginleştirilen küçük bir grup, öte yanda ise, her türlü engelle açlık ve yoksulluğa itilen milyonlar. Bu eşitsiz gelişim süreci, biraz da nereden baktığınıza bağlı olarak, farklı yorumlara gebedir. Örneğin –her ne kadar ortalamada yüzde 4,5 gibi Cumhuriyet tarihinin en düşük düzeyi olsa da– belli dönemlerde hızlı büyüme gerçekleşmiştir. Büyüme üzerinden kurulan dile baktığımızda, iktidar ve yanlıları, bu durumu müjde olarak sunmaktadırlar. Ancak bu büyüme (verimliliğe dayalı büyüme), ülkede güvencesizliği ve yoksulluğu artırmıştır. Muhalefet tarafından ekonomi konusunda getirilen eleştiriler, temelde, sözkonusu büyümenin “sanal” olduğu iddiasına dayalıdır. Bu, özellikle kısa dönemli yabancı sermaye (sıcak para) girişinin, aslında büyüme yokken varmış gibi gösterdiği yönünde bir “inanışa” dayanmaktadır. Her ne kadar bu eleştiri tarzı, büyümenin kaynaklarına yönelik açıklama yapma gayreti içinde olsa da, esas yapısal çarpıklığı gizleyici bir söylemle hareket etmektedir. Bu “büyümeci” yaklaşım taraftarları (CHP, MHP, Ulusalcılar, Sol içinde bazı gruplar gibi), sürekli olarak, aslında büyüme olmadığını anlatmak için çaba içine girmektedirler. Diyelim ki büyümenin kaynakları değişti; yabancı sermaye girişi önemini yitirdi, sorun çözülecek midir? Elbette, işçi sınıfı ve emekçiler açısından problem, büyümenin hızlanması veya yavaşlaması değil, doğrudan üretim ilişkilerinin kendisidir. Bunu da, en damıtılmış haliyle bölüşüm üzerinden okumak mümkündür. Kuşkusuz üretim araçları mülkiyetinin kimin elinde olduğuna bağlı ve onun ürünü olan bölüşüm problemini temele almayan eleştiri odakları, bir yerden mevcut sisteme bağlanmak durumundadırlar.

 

Ülkede, şu veya bu ölçüde, şu veya bu kaynakla büyüme olmuştur. Büyüme olmuştur, ancak, bu büyümeden toplumun sadece küçük bir zümresi nemalanmıştır. Halkın genel kitlesi ise, açlık ve yoksulluğa terkedilmiş, sosyal hakları elinden alınmış ve tam anlamıyla boyunduruk altına alınmıştır.

 

Şimdi böyle bir gerçeklik var iken, sınıfsal bir analize girmeden “kriz var” ya da “kriz yok” demek, yani daha açık haliyle, “ekonomi iyi” demek ya da “ekonomi kötü” demek, hemen hemen hiçbir anlam ifade etmiyor. 2008 küresel kapitalist krizi sonrasında, ülkedeki birçok büyük sermaye grubu, kendi deyişleriyle, durumu “fırsata” çevirmiş ve çevre ülkelere yatırımlara girişmişlerdir. Kriz, gerçekten de, sermaye açısından bir fırsata, emekçiler için ise cendereye dönüştürülmüştür.

 

Netice itibarıyla, on yıllık AKP iktidarında, kamusal kaynaklar talan edilmiş, sömürü oranı sistematik araçlarla artırılmış, sosyal haklar neredeyse yok edilmiş, yeni sermaye grupları palazlandırılıp geliştirilmiş, uluslararası kapitalist yağmacılığa sınırsız biat sağlanmıştır. Mevcut sistemin eşitsizliği besleyen gelişimi, kendi içerisinde, özellikle cari açık ve finansman sorunları nedeniyle tehlikededir. Yaygın deyişiyle, ekonomik yapı “sürdürülebilir” değildir. Ancak, buna ağıt yakacak olan, ne işçi sınıfı ve emekçiler ne de onların örgütlü kesimleri olmalıdır. Bugün sınıf açısından kritik olan nokta şudur ki; faiz inse de, çıksa da, döviz kuru yükselse de, düşse de, petrol pahalansa da, ucuzlasa da, kaybeden kendisidir.

 

Bu noktada, ekonomi konusunda muhalefet edilecek temel nokta; faiz, büyüme, enflasyon oranı gibi makroekonomik değişkenlerden ziyade, geniş halk yığınlarını doğrudan etkileyen gıda ve diğer tüketim maddelerine uygulanan zam oranları, ücretleri baskılayıcı politikalar, sosyal güvenlik sisteminde gerçekleştirilen hak gaspları, iş cinayetleri ve güvencesiz çalıştırma dayatmaları olmalıdır. Ekonominin eşitsizliği besleyen sınıfsal yönü, ancak, gündelik hayatta an be an karşılaşılan somut durumlara bakılarak anlaşılabilir.

 

 

 

 

 

Yararlanılan Kaynaklar

 

Atilla Özsever, Sosyal Haklara Tırpan, Cumhuriyet Gazetesi, 12 Mayıs 2011.

 

Basın – İş Sendikası’nın “AKP Döneminde Çalışma Yaşamına Dair Düzenlemeler ve Hak Kayıpları (2003 – 2011) isimli Raporu,

 

Yıldırım Koç: AKP İşçilere Nasıl Zarar Veriyor, Kaynak Yay., İstanbul, 2006.

Ekonomi Tıkırında(!)

Başbakan Tayip Erdoğan son günlerde –seçim yılına girilmesinin de etkisiyle– AKP iktidarı döneminde uygulanan ekonomi politikalarının başarıları(?) hakkında propaganda yapmaktadır. Yapılan açıklamalar neresinden tutarsanız elinizde kalacak cinsten. Gerçek durumu görebilmek için, ekonomik veriler ve uygulanan ekonomi politikalarına dikkatlice bakmak gerekmektedir.

AKP hükümetinin iktidara geldiği 2002 yılında cari açık 1,5 milyar dolarken, 2006 sonu itibariyle 31 milyar 316 milyon dolara çıkmıştır. 2005 yılında 22,8 milyar dolar olan cari açık, 2006 yılı sonu itibariyle, yıllık yüzde 37,2 artış göstermiştir.

Cari işlemler hesabı, reel sektörün dış dünya ile döviz işlemlerinin dengesini vermektedir. Kabaca, mal ve hizmet ticareti ile işçi dövizleri, dış borç faiz ödemeleri gibi faktör gelir-gider kalemlerinden oluşmaktadır. Bu dönemde cari işlemler hesabında ortaya çıkan açık büyük ölçüde finansal sermaye girişi ile karşılanmıştır. Finansal sermaye girişlerinin önemli bölümünü yabancıların menkul kıymet alımları oluşturmaktadır

Merkezi Kayıt Kuruluşu’nun (MKK), BDDK ve Hazine Müsteşarlığı verilerinden yaptığı hesap, Ocak 2007 sonu itibariyle sıcak para stokunun 71 milyar 616 milyon dolar seviyesine ulaştığını göstermektedir. Yabancı kaynaklı sıcak para olarak, ülkedeki yüksek reel faiz ve ucuz döviz kuruna dayalı finansal arbitraj[1] olanaklarından yararlanmak için gelen sıcak para (finansal sermaye) akımları ithalat talebini artırırken, cari açık sorununu ve bağımlılığı kronikleştirmektedir. Cari açığı finanse etmek için reel faiz oranları yüksek seviyede tutulmakta, diğer yandan da düşük döviz kuru politikası uygulanmaktadır. Bu, ekonomideki reel büyümeyi ve dolayısıyla açığın gerçek finansman olanağını da engellemektedir. Yüksek reel faiz, yatırımcıların borçlanarak yatırımda bulunma kararlarından vazgeçmeleri anlamına gelmektedir. Yatırımın pahalandığı bir ortamda bir yandan da YTL’nin aşırı değerli tutulması, para sermaye sahiplerini finansal araçlardan faydalanmaya veyahut ithalata yönelmeye teşvik etmektedir. Böylelikle de söz konusu açık yıldan yıla katlanarak artmakta, açık arttıkça, söz konusu yüksek reel faiz ve ucuz döviz kuru politikası sürekli hale gelmektedir. AKP hükümeti, ülke ekonomisini bu şekilde tam bir kısır döngü içerisine sokmuştur. Elbette bu noktada, iktidar veya iktidara yakın çevrelerin mevcut rant ekonomisinden ne ölçüde yararlandığının da araştırılması gerekmektedir.

2002 yılında 130 milyar dolar düzeyindeki dış borç stoku, 2006 Haziran ayı itibariyle 194 milyar dolara dayanmıştır. Bunun yaklaşık 50 milyar dolarlık kısmı da kısa vadeli borçlardan oluşmaktadır. Kısa vadeli borçların en önemli bölümü ticari bankalar ve özel kesime aittir. Dış borçların GSMH’ya (Gayri Safi Milli Hasıla) oranı yüzde 50’yi aşmıştır. Maliye Bakanlığı’nın “Ekonomik Durum Raporu”na göre, toplam borç stoku ise (iç ve dış), 2002’de 280 milyar dolarken, 2006 sonunda 445 milyar dolara çıkmıştır. Bu, ülkede işçi ve emekçilerin emeğiyle yaratılan pastanın yarısından fazlasının, sofraya gelmeden kesilip borç verenlere gönderildiği anlamına gelmektedir. Sözde büyüyen ekonominin işçi ve emekçilerin gelirine neden yansımadığı ve dahası gün geçtikçe yoksulluğun neden arttığının cevabıdır,  borçlar. Borçlanma gelirin yeniden ve daha eşitsiz dağıtılması anlamına gelmektedir. Devlet borçlanmak için menkul kıymet (hazine bonosu, devlet tahvili gibi) çıkardığında, bu menkul kıymeti alabilen göreli zenginliği elinde bulunduran ticari bankalar ve sermaye gruplarıdır. Dolayısıyla bu borçlanma kağıtlarının faizinden nemalanıp gelir dağılımını kendi lehine değiştiren de bu gruplardır. Böylelikle aslında “fakirden alıp zengine ver” ilkesi çalışmaktadır. Çünkü devletin hazine bonosu, devlet tahvili gibi borçlanma senetlerine ödediği faiz de işçi ve emekçilerin vergilerinden finanse edilmektedir. Başbakan, kamu kesiminin borçlanma gereğini azalttıklarını söylemektedir. Öncelikle borçlanma gereğinde azalış yoktur, borçlanma gereği artış hızında azalış vardır. Kaldı ki, halkı için harcama yapmayan hükümetin borçlanma gereği azalacaktır. Ancak, başbakan, özel kesimin ve ticari bankaların borçlanma gereğinin gün geçtikçe arttığını ve ülkenin adeta uçuruma yuvarlandığını gizlemektedir. Bu, düpedüz illüzyondur. Sermayenin organik iktisatçıları da bu illüzyona ortak olmakta, ortak olmakla da kalmayıp, her gün halkın karşısına yeni yalanlarla çıkmaktadırlar. Bilim ahlakı açısından da akademik unvanlarını tartışılır kılmaktadırlar. Krallık dönemlerindeki soytarılık kurumu ne ise, bunların yaptığı da odur.

Başbakan geçtiğimiz günlerde Aliağa’da yaptığı konuşmada, “Bizim dönemimizde Fona devredilen bir banka var mı?” diye sormaktadır. Başbakanın iktidarı süresince fona devredilen banka yoktur, evet. Çünkü, yerli bankalar içerisinde yabancı sermaye oranı hızla büyümektedir. AKP iktidarı döneminde, Türk bankacılık sisteminin yaklaşık yüzde 45’i yabancıların eline geçmiştir. Sayın başbakan bir dönem daha iktidar olursa, muhtemelen fona devredilebilecek bir tane bile banka kalmayacaktır. Bu durum, yerli fonların tamamen yabancı tekellerin kontrolüne geçmesidir ve yeni bir “Duyun-u Umumiye” uygulamasıdır.

AKP hükümetinin ekonomide “gurur duyduğu” bir diğer konu da büyümedir. AKP hükümeti, Derviş programı olarak bilinen, GEGP (Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı) çerçevesinde, düşük yatırım artışı ve hızlı verimlilik artışına dayalı bir büyüme stratejisi izlemiştir. Kapasite kullanım oranlarındaki artışla işgücü verimliliğindeki (sömürüsündeki) artışa dayalı büyüme stratejisi, büyük emekçi yığınlarını gün geçtikçe açlık ve yoksulluğa itmektedir.

İmalât sanayiinde kapasite kullanım oranı yüzde 81’e dayanmıştır. Bunun anlamı; yeni yatırım olmaksızın mevcut işlerde üretimin artırılmasıdır. Yeni işçi alınmasını bir yana bırakalım. İşsizliğin hızla arttığı bir ekonomide daha fazla üretim, mevcut işçilerin daha uzun süre çalıştırılmaları veya aynı sürede daha çok iş yapmaya zorlanmalarıyla mümkündür ve böyle olmaktadır Aşağıdaki tabloda bu durumu daha net biçimde görmekteyiz. Sadece son bir yılda imalât sanayiinde verimlilikte ortaya çıkan değişim bile, aslında nasıl bir büyümeden bahsedildiğini göstermektedir.

2006 Yılı İmalât Sanayiinde Verimlilik Endeksi

(Bir Önceki Yıla Göre Değişim)

Çalışanlar Endeksi

– 1,2

Çalışılan Saat Endeksi

– 1,5

Kişi Başına Kısmi Verimlilik

7,6

Çalışılan Saat Başına Kısmi Verimlilik

7,9

Kaynak: TÜİK

Çalışanlar endeksindeki değerlere bakınca, ikinci yolun, yani aynı sürede daha çok iş yaptırılmasının seçildiğini görmekteyiz. Bir yandan çalıştırılan sayısı azalırken, diğer yandan önceki yıla göre halihazırda çalışanların verimliliğinin (birim başına üretim hızları) artışı yüzde 8’e yaklaşmaktadır. Bu durum, işçilerin, aynı işyerinde, aynı ücretle, aynı sürede daha fazla üretmeye zorlanmasıdır. Bu, bize, göreli artı-değer kavramını hatırlatmaktadır. İş gününün uzatılmasıyla elde edilen artı-değer, mutlak artı-değerdir. İş için gerekli emek zamanının kısaltılmasıyla elde edilen artı-değer ise, göreli artı-değerdir. Göreli artı-değer yaratabilmek için, yani aynı işi daha kısa emek-zamanında gerçekleştirebilmek için, kapitalistler sürekli yeni üretim teknikleri ( yalın üretim[2], kalite kontrol çemberleri, toplam kalite yönetimi gibi) ve yeni teknolojileri üretim alanına dahil etmektedirler. Bu durum, bir yandan iş içerisinde işçiyi adeta robotlaştıran bir çalışma temposunu getirirken, diğer yandan da işsizlik korkusu yaratmaktadır. Bugün işini kaybetmemek veya iş bulabilmek için, milyonlarca emekçi düşük ücret ve ağır çalışma koşullarını kabul etmek zorunda kalmaktadır. Bu, tam anlamıyla kölelik sistemidir.

Birleşik Metal-İş Sendikası’nın gerçekleştirdiği araştırmaya göre; Türkiye, birim işgücü maliyetlerinin en fazla gerilediği ülke olmuştur. Araştırmada, Türkiye’nin, 2000 yılından bu yana işgücü maliyetlerindeki yüzde 12,6’lık azalma ile işçilerin en fazla yoksullaştığı ülke olduğu gözler önüne seriliyor.

TÜİK verilerine göre, 2005 yılında, açlık sınırının altında yaşayanların sayısı 623 bin, yoksulluk sınırının altındaki nüfus ise 14 milyon 681 bin kişidir.

Yine TÜİK verilerinin işaret ettiği tablo şudur:

– Günde (satın alma paritesiyle) kişi başına 1 doların altında harcama yapabilenler 10 bin kişi.

– Günde 2.15 doların altında harcama yapabilenlerin sayısı 11 milyon 109 bin kişi.

– Günde 4.30 doların altında harcama yapabilenlerin sayısı 11 milyon 712 bin kişi.

TÜİK’e göre, 4 kişilik bir ailenin aylık açlık sınırı 190 YTL, yoksulluk sınırı ise 487 YTL’dir. Bunu söylemek tam anlamıyla komedidir. Bu rakamlara inanmak ise, iyi niyetli olunduğu varsayılırsa, ahmaklıktır. 190 YTL ile bırakın bir ailenin, 2 çocuğun doyması bile imkânsızdır. Anlaşılan TÜİK, başbakanın “simit hesabı”na göre standartlar belirlemektedir. Türk-İş, TÜİK’in yayımladığı sınırlara karşı çıkarak, 4 kişilik bir ailenin açlık sınırının 2006 Aralık ayı itibariyle 615 YTL’ye, yoksulluk sınırının ise 2 bin 4 YTL’ye çıktığını açıkladı. Asgari ücretin 403 YTL olduğu düşünüldüğünde, 3 buçuk milyon emekçinin açlık sınırının altında yaşadığı görülecektir.

Peki nereden geliyor bu 1 dolarlık açlık sınırı? Dünya Bankası’nın 1993 sabit fiyatlarıyla hesapladığı bir rakamdır bu. Aynı süreçte, Dünya Bankası (IBRD) raporlarında, “yoksulluğun giderilmesi” yerine “yoksulluğun yönetilmesi” kavramının kullanılmaya başladığını görüyoruz. Peki, ne demek “yoksulluğun yönetilmesi”? “Yoksulluğun yönetilmesi”, artık hükümetlerin, yoksulluğu ortadan kaldıracak sosyal harcamalar yerine yoksulluğu metalaştırıp piyasa aracına dönüştürecek politikalar uygulamasıdır.

“Yoksulluğun yönetilmesi”ne en iyi örnek “mikro kredi” uygulamasıdır. Bangladeşli Muhammed Yunus’un geliştirdiği yöntem ile kadınlara “piyasaya dönük” iş yapmaları karşılığında kredi sağlanıyor ve bu kredi ilişkisiyle bağımlılık sürekli hale getiriliyor. Geliştirdiği yöntemle Nobel ödülüne layık görülen Yunus’un “mikro kredi”si, Türkiye’de de, pilot bölge olarak seçilen Diyarbakır’da uygulanmaktadır. “Mikro kredi” mağdurları, artık aile ve komşuluk ilişkilerinin bozulduğunu ve eskiden yoksul ama paylaşımcı iken, şimdi haciz korkusuyla yaşadıklarını söylemekteler. Türkiye’deki bu uygulamanın en önemli foncularından biri meşhur George Soros, diğeri de AKP Milletvekili Nevzat Yalçıntaş’tır.

Aslında yoksulluğun birinci derecede sorumlusu işsizliktir. Bir yandan yeni üretim yöntemi ve teknikleri nedeniyle işsizlikle burun buruna kalan emekçi yığınlar, işsizliklerinden de sorumlu tutulmaktadır. Sermaye gruplarının yaygın söylemiyle: “İşsiz kalıyorsan bunun sebebi kendini yeterince eğitmediğindir”; haydi öyleyse, meslek liselerini sermayeye açalım! Bu, düpedüz işsizliğin de metalaştırılmasından başka bir şey değildir. Yeni üretim yöntem ve teknikleri, işgücünün niteliğine duyulan ihtiyacı en düşük seviyeye indirmektedir. Dolayısıyla çalışan bir işçiye, gün boyu aynı “basit” işi tekrarlamak kalmaktadır. Robotlaştıran bu çalışma temposu, işçinin kendisine, “acaba yeterince nitelikli değil miyim?” sorusunu sormasına yol açmaktadır. Tam da bu noktada, sermaye grupları, “evet, niteliğin yetersiz, yaşam boyu eğitime tabi olmalısın” diyerek, kendi yarattıkları işsizlik ve yoksulluğu, kâr yaratacakları bir piyasa alanına dönüştürmektedirler. Geçmişten beri kol emeğine dayalı ağır işlerde ise, artan biçimde zorluklar, işçilerin sakatlanması pahasına sürdürülmektedir.

AKP hükümeti, “işsizliği çözeceğiz” vaadine karşın, işsizler ordusunu artıran politikalara imza atmıştır. Resmi işsiz ve “işgücüne dahil olmayan ama işbaşı yapmaya hazır” nüfus hızla artarak, 2002 yılında 3 milyon 607 bin kişiden, 2006 yılında 4 milyon 500 bine dayanmıştır. Bu rakamların üzerine kayıt dışı ve parça başı işlerde çalışanları eklediğimizde, milyonlarca emekçinin ya işsizlik yaşadığı ya da sosyal haklardan yoksun ve düşük ücretlerle çalışmak zorunda kaldığını görüyoruz. Yani milyonlar –bir üretim ve istihdam politikası olarak– açlık ve yoksulluğa itilmektedir. Gelişmiş kapitalist ülkelerde de durum bundan farklı değildir. AB komisyonunun son yaptığı araştırmaya göre, AB ülkelerinde yaşayan her 6 kişiden biri açlık ve yoksulluk ile karşı karşıyadır. Dolayısıyla bu durum, kapitalizmin gelişim dinamiklerini anlamamıza yardımcı olmaktadır. Merkez kapitalist ülkelerde de sermaye grupları, kendi emekçilerini fakirleştirerek zenginliklerini artırmaktadırlar. Günümüzde, ABD’de, “homeless” (evsizler) olarak adlandırılan ve sokakta yaşamını sürdürmek durumunda kalanların sayısı 30 milyona yaklaşmıştır.

Başbakanın anlattığı Türkiye ile işçi ve emekçilerin yaşadığı Türkiye kesinlikle aynı yer değil. Ya başbakanın hayal gücü çok geniş ya da gün geçtikçe açlığa mahkûm edilen geniş halk yığınlarını “acı yok, acı yok” diyerek, içinde yaşadıkları açlık ve yoksulluk yerine refah içinde olduklarına inandıracağını düşünüyor. Öyle ya, başbakan geçtiğimiz haftalarda yaptığı bir konuşmada, “..insanımız, dün, akşamdan sabaha yatarken ‘yarın ne olacak’ ve ‘cebimden ne kadar eksilecek’ diyordu. Bugün ise ‘cebime ne kadar girecek’ diye düşünüyor” diyordu. Emekçiler, başbakanın dediği gibi, “cebime ne kadar girecek”mi diyor, yoksa başka bir şey mi? Bunu tahmin etmek için kâhin olmaya gerek yok. Asgari ücreti simit hesabıyla savunan başbakanın son dönemde ekonomik gelişmelerle ilgili yaptığı açıklamalara karşı gerçekleri dillendirmeyen ve olmayan bir ekonomik örüntünün hayali resmini köşelerinde çizen sermayenin organik iktisatçıları da bu totolojinin ortağıdır.



[1] En yüksek getiriyi elde etmek amacıyla, kısa dönemli fonların, yatırıldığı alandan alınıp başka bir alana kaydırılmasıdır. Yabancı finansal sermaye (sıcak para,) reel faiz oranı  yüksek olan ülkeye doğru hareket eder. Amaç yüksek getiridir. Ama faiz dışında, dönemsel istikrar ve o ülkenin sağladığı vergi kolaylık ve istisnaları da önemlidir. Özellikle gelişmekte olan ülkeler cari açıklarını “yamayabilmek” için sıcak paraya ihtiyaç duyarlar ve birçok taviz verirler. Finansal sermaye/sıcak para, kurşun gibidir; ülkeden çıkarken yaratacağı tahribat, girerken yarattığı etkiden çok daha büyüktür. Özellikle neoliberal politikaların yoğun biçimde uygulanmaya başladığı ve “finansal serbestlik” adımlarının atıldığı dönemlerden itibaren ekonomik krizlerin karakteri de finansal niteliğe bürünmüştür. 1994, 2000 ve 2001 krizleri bu durumun en çarpıcı örnekleridir. Ayrıca Mayıs-Haziran 2006’daki dalgalanma da finansal niteliklidir.

[2] Post-Fordist esnek üretim sistemlerinden biri, Japon üretim tekniği olarak da bilinen “yalın üretim” sistemidir. Kitle üretimine dayanan ve üretim sürecinde hantallık yaratan gereksiz tüm ögelerden kurtulma anlamında yalın üretim, esnek üretimin büyük firma versiyonunu oluşturmaktadır. Büyük firmaların üretimde desantralizasyona (merkez kaç) giderek, ana firma içinde “toplam kalite”, “tam zamanında üretim” ve “kalite çemberleri” gibi hem kaliteyi, hem de verimliliği artıran bazı üretim ve yönetim tekniklerini içeren bir organizasyon modelidir. Yalın üretim sistemini oluşturan üretim/imalat teknikleri, 1940’lı ve 50’li yıllarda Eiji Toyoda ve Taiichi Ohno tarafından Toyota Motor Fabrikasında geliştirilmiştir.

Sermayenin Krizi

Son dönemde en çok tartışılan konulardan birisi, ABD Merkez Bankası Federal Reserve’in –özellikle aylardır ABD kredi ve konut piyasalarında yaşanan çalkantılar sonucu– yükselen baskılar karşısında direnemeyerek, faizlerde önemli düzeyde indirime gitmiş olmasıdır. Uzun süre devam eden tartışmalar ve beklentilerin ardından, FED, bankalararası gecelik faiz oranını, piyasaların beklentilerinin de üzerinde, 5,25 den 4,75 seviyesine indirmiştir. Bu gelişme, sermaye gruplarının değişik kesimlerinden farklı tepkiler ve yorumların ortaya çıkmasına yol açmıştır. Ancak eleştiriler, faiz indirimi meselesini oldukça dar ve piyasa odaklı bir yaklaşımla ortaya koymakta, daha da ötesi, mevcut kapitalist işleyiş ve yapıdan koparmaktadır. FED’in söz konusu faiz hamlesini sadece para politikası perspektifinden ele almak, arkasında yer alan ve sermaye cephesinin çıkarlarını yansıtan önemli gerçeklerin göz ardı edilmesine ve emekçi sınıflar açısından sonuçlarının yanlış değerlendirilmesine yol açacaktır. Bu nedenle, özellikle 2000’li yıllarda dünya ekonomisinde yaşanan yapısal gelişmeleri bütüncül bir yaklaşımla anlamak, birikim ve büyüme süreçlerini, yapılarını, dinamikleri ve aktörleri ile birlikte incelemek, faiz indiriminin nedenlerini ve gerek dünya ekonomisi için, gerekse de Türkiye için olası sonuçlarını bu bütüncül perspektiften okuyarak yorumlamak gereklidir. O halde, öncelikle, dünya ekonomisinde meydana gelen değişimlere bakmak gerekir.

DEĞİŞEN DÜNYA EKONOMİSİ

1970’li yıllarda Bretton Woods[1] para sisteminin yıkılmasıyla birlikte, finans sermayesinin sınırlararası hareketliliğini kolaylaştıracak teori ve politikaların gittikçe dünyayı kuşattığı ve artık yeni bir birikim sürecinin[2] dinamiklerinin ortaya çıktığı gözlenmektedir. Bretton Woods sistemi altında, belirli bir süre üretken sermayenin verimlilik artışları ile büyüdüğü birikim süreci, 1960’lı yıllardan itibaren krize girmiş ve bunun sonucunda merkez kapitalist ülkelerde sermayenin kâr oranlarında hızlı düşüşler ve realizasyon[3] kriziyle karşı karşıya kalınmıştır. Bu sonuç, sermayenin daha çok kâr hırsı ile üretimde emeğin yerine makineleri geçirme ve verimliliği artırarak gerekli emek zamanını azaltma çabasından kaynaklanmıştır. Marx’ın da, Kapital I de, söz konusu krizden yaklaşık 100 yıl öncesinde öngördüğü gibi, değişmeyen sermaye oranındaki artış sermayenin organik bileşimini[4] artırmış ve bu da kâr oranlarında azalışa, diğer yandan da emekçi kesimlerin gelirlerinin erimesine ve buna bağlı realizasyon krizine yol açmıştır.

Sermayenin yaşadığı kriz süreci, diğer yandan para sermayenin de çok hızlı bir biçimde büyümesine; üretken sermayeden, reel sektörden uzaklaşmasına yol açmıştır. Yeni kapitalist dinamiğin en önemli özelliklerinden birisi, üretim ve yatırımlardan kopma eğilimindeki finansal faaliyetlerin büyümesi, sanal bir ekonomi oluşması eğiliminin gelişmesi ve mali sermayenin rantiye niteliğinin herkes tarafından görülür hale gelmesi, ama tüm dünyaya hükmetmeyi sürdürmesidir. Bunun en çarpıcı göstergelerinden biri “sıcak para” vurgunculuğundaki artış, bir diğeri de Euro piyasalar ve Eurodolardır. Eurodolar piyasası, Batı Avrupa bankalarına yatırılan dolar fonları ile oluşmuştur. Eurodolarlar, ilk kez 1950’lerde, dolarlarını Amerikan hükümetinin dondurmasından tedirgin olan SSCB’nin dolar birikimlerini Avrupa bankalarına yatırmalarıyla oluşmuştur (Chacholiades, 1990, s. 275). Bu fonlar, 1950’lerden sonra, Almanya ve Japonya’nın artan ihracat gelirleri karşılığı ve ABD’nin Batı Avrupa’da doğrudan yatırım yapması ile sürekli artmıştır. Bu fonlar, 1958’de 1 milyar dolar iken, 1973’te 132 milyar dolara çıkmıştır (Şişman, 2003, s. 47). Euro döviz piyasalarının hızla gelişmesinin ABD’nin katkılarıyla gerçekleştiği söylenebilir. ABD’nin artan cari işlemler açığı ve ABD’nin piyasa mekanizmasının serbestçe işlemesini engelleyici düzenlemeleri, ABD toprakları dışında bir serbest piyasanın oluşmasını ve gelişmesini desteklemiştir. 1963’te yürürlüğe giren Faiz Eşitleme Vergisi (Interest Equalization Taxes)[5], bu düzenlemelerin en önemlisidir (Sönmez, 1998, s. 196-200).

Para sermayenin devletçe konulan kısıtlamalardan kurtulması, 1973’te büyük sanayi ülkeleri arasındaki sabit kurların kaldırılmasıyla başlamıştır. O zamana dek, döviz ticareti de devlet gözetimindeydi; büyük tutarlarda transfer ve değişim birçok ülkede izne bağlıydı. ABD, Federal Almanya, Kanada ve İsviçre, 1970’den başlayarak, sermaye akımlarının denetimine son verdiler. 1979’da İngiltere, son kısıtlamaları da kaldırdı. Bir yıl sonra, İngiltere’yi Japonya izledi. Fransa ve İtalya, 1990’da para ve sermaye akımlarını serbest bıraktılar. İspanya ve Polonya ise, 1992’ye kadar dayandılar (Martin ve Schumann, 1997, s. 57-58).

PLANLAMADAN YAPISAL UYUMA..

Finansal liberalizasyon[6] olarak isimlendirilen ve her türlü parasal hareketlerin yanı sıra mali akımların da hiçbir kısıta tabi olmadan özgürce hareketini koşut kılan olgu, 1980’li yıllardan itibaren, çevre ülkelerine, nam-ı diğer emerging markets’a (yükselen piyasalar) dayatılmaya başlamıştır. Bu dönemde, yükselen piyasalarda yaşanan dış borç krizleri de, liberalizasyon politikalarının uygulanmasına elverişli bir ortam hazırlamıştır. Sözü edilen dış borç krizlerinin aşılması amacıyla IMF kaynaklı ödünçler veriliyor, ancak buna karşılık, “yapısal uyum programları” ismi ile bilinen bir dizi liberalizasyon politikası dayatılıyordu. Uluslararası kuruluşlar tarafından belirlenip devletlere empoze edilen bu politikalar, John Williamson’un 1990 yılında yazdığı makaleden yola çıkılarak, standart hale getirilmişti. Buna göre, herhangi bir ülke IMF’den ödünç para almak istediğinde, Washington konsensusu olarak bilinen kuralları uygulamak zorundaydı. Bu kurallar özetle şöyledir:

* Mali disiplin,

* Devlet harcamalarında sağlık, eğitim, altyapı yatırımlarına öncelik verilmesi,

* Vergi reformu (düşük oranlı geniş vergi tabanı),

* Faiz oranlarının piyasa güçlerince belirlenmesi,

* Rekabetçi kur politikası,

* Serbest ticaret rejimi; gümrük vergilerinin en aza indirilmesi,

* Doğrudan yabancı sermayenin serbestleşmesi ve teşvik edilmesi,

* Özelleştirme,

* Deregülasyon,

* Özel mülkiyet haklarının güvence altına alınması.

Kısacası, “Yapısal Uyum” politikalarının ve Washington konsensusu kurallarının hayata geçirilmesi ile birlikte, çevre ülkeler, devlet yönelimli kalkınma sürecinden kopmuştur. Tamamen IMF ve Dünya Bankası denetiminde uygulanan bu politikalar, ÇUŞ’lerin (Çok Uluslu Şirketler) önlerindeki tüm engellerin kaldırıldığı serbest dolanımına ve her türlü finansal faaliyetin tam serbestiyle gelişimine olanak sağlayacak finansal piyasaların gelişimine yol açmıştır. Bu dönemde finansal piyasalar da içinde sermaye piyasalarının alabildiğine ve engelsizce büyüyüp geliştiği, –gümrük duvarları hemen neredeyse sıfırlanarak, ulusal paraların dövize çevrilebilirliği gerçekleştirilerek, “üst kurullar” aracılığıyla uluslararası mali denetim sağlanarak vb.– tüm ülke ekonomilerinin uluslararası kapitalist ekonomiye entegrasyonunun sağlandığı, dolayısıyla mali sermayenin, üretim ve finans süreçlerinin uluslararasılaşmasının devasa adımlarla ilerlediği gözlenmektedir. Böylelikle 1980’li yıllarda, yükselen piyasalar, sermayenin serbestçe dolanımını ve kârlılığını sağlayabilecek yapıya kavuşturulmuştur. 1987 yılında yaşanan borsa krizi sonrası, uluslararası –özellikle kısa vadeli (sıcak para)– sermayenin hareketliliği ivme kazanmıştır.

Uluslararası finansal piyasaların liberalizasyonu, sermayenin kârlılığı için tek başına yeterli değildi. Finansal liberalizasyon; özelleştirme, emek piyasalarının ve sosyal güvenlik sisteminin esnekleştirilmesi gibi politikalarla da desteklenmeliydi. Neo-liberal politikalar olarak isimlendirilen bu politikalar, aynı zamanda, yeni birikim sürecinin de temel yapısını oluşturuyordu. Böylelikle uluslararası sermaye, küresel ekonomiyi kendi çıkarları doğrultusunda artık çıplak gözle görülebilecek biçimde örgütleyebiliyor (IMF ve Dünya Bankası aracılığıyla), uluslararası finansal sermayeyi ilah konumuna getiriyor, özelikle çevre ülkeler için kalkınmanın amentüsü ilan ediyordu. Yeni birikim modelinin ortaya çıkardığı en önemli unsur, “sıcak para” olarak bilinen kısa vadeli sermaye hareketleridir. Yüksek faiz – düşük kur karakterine sahip piyasalara girme eğiliminde olan sıcak para, en ufak bir riski bile kaldıramayacak kadar hassas ve bu bağlamda ülke politikaları üzerinde baskı yaratacak bir bünyeye sahiptir. Nitekim ’90’ların sonunda, finansal piyasalarda yarattığı aşırı şişkinlik daha fazla sürdürülemez hale gelince, sıcak para daha fazla risk almayıp bulunduğu ülkeleri tek tek terk etmeye başladı. Bunun sonucunda Asya krizi meydana gelmiş ve tüm dünyaya yayılan kriz, en çok ekonomileri daha savunmasız olan “yükselen piyasalar”ı etkilemiştir. Yaşanan sürecin faturası ülke yönetimlerine çıkarılmış ve IMF programları dikte edilerek, küresel krizden, merkez ülkelerine çevre ülkelerden kaynak transferi yoluyla çıkılması planlanmıştır.

YENİ WASHİNGTON KONSENSUSU..

Dünya ekonomisinde yaşanan Asya krizi ile başlayan ve neredeyse tüm çevre ülkelerini önemli ölçüde etkileyen olumsuzluklar sonrası, Washington Konsensusu altında dayatılan politikalar gözden geçirilmiş ve uluslararası finansal sistemin yönetişimi masalı altında, çevre ülkelerine krizden çıkma iddiasıyla yeni politikalar dayatılmıştır. Yeni politikaların en önemli özelliği, yine çevre ülkelerin dış borçlarının sürdürülebilirliğini sağlamak için aşırı faiz dışı fazlalar ve cari fazlalar yaratmalarını sağlamaktır. Krizden çıkış yolu olarak önerilen bu politikaların, aslında ABD’nin uzun yıllardır kronik hastalığı ve büyümesinin de en önemli kaynağı olan şiddetli cari işlem açıklarını kapatmak üzere dizayn edildiği ve uygulatıldığı hasır altındaki gerçektir.

 

Tablo1: Dünya Ekonomisinin Cari İşlem Dengeleri (Milyar Dolar)

 

1996

2003

2006

ABD

– 118

– 527

-857

Japonya

66

136

170

Diğer Batı

88

89

36

Çevre

– 85

228

631

Petrol İhracatçıları

39

109

396

Çin

7

46

239

Kaynak: IMF, World Economic Outlook’dan aktaran Korkut Boratav, “Dünya Ekonomisinde değişimler ve Türkiye’ye yansımaları”dan değiştirilerek alınmıştır. http://www.bagimsizsosyalbilimciler.org/Yazilar_Uye/Boratav_Mayis07. pdf, Erişim: 20/10/2007

 

Tablo 1’den de anlaşılacağı gibi, ABD ekonomisi gittikçe artan biçimde cari işlem açıkları vermektedir. ABD’nin mevcut büyümesinin cari açıklarının fütursuzca genişlemesinin başlıca dayanağı, Amerikan dolarının küresel ekonomide hegemon bir güce sahip olmasının verdiği güvenin yanında[7], çevre ve petrol ihracatçısı ülkelerde gerçekleşen cari işlem fazlalarıdır. Dünya cari işlemler hesabının sıfır toplamlı bakiye vermesi gerekliliği de hesaba katılırsa, ABD’nin cari açıklarının, çok net bir biçimde, büyük ölçüde çevre ve petrol ihracatçısı ülkeler, kısmen de Çin tarafından karşılanmakta olduğu gözükecektir.

Ancak yine de özellikle ABD’de büyümenin % 3 seviyesine indiği 2005 sonrası, bu durumun artık sürdürülemeyeceğine olan inancın artmaya başlaması, ABD’nin rekor düzeylere yükselen cari açıklarını önleyebilmek adına, Çin, Japonya gibi ülkelerle pazarlıklara girişmesi, uluslararası finansal sermayenin mevcut gelişmelerden oldukça tedirgin olduğunu ve kırılgan hale geldiğini ortaya koymaktadır. Küresel bir aktör olarak ortaya çıkan Çin’in özellikle mal piyasalarındaki üstünlüğü, başta ABD olmak üzere, birçok merkez kapitalist ülkeyi dış ticaretlerini Çin’e karşı koruyucu/engelleyici bir dizi önlemler almaya, hatta yaptırımlarda bulunmaya yöneltmiştir. Çin’in, bu hamleler karşısında, yaz başında, dolar rezervlerini elden çıkartmaya yönelik ve Çin Yeni’nin değerlenmesi esasına dayalı bir dizi ekonomi politikalarını hayata geçirmek için adım atmış olması, cari açıklarını dolar basarak ve bunu başta Çin olmak üzere diğer çevre ülkelere satma yoluyla finanse eden ABD’de ciddi kırılganlığa ve endişeye yol açmıştır.

FAİZ PARADOKSU

Çin ve petrol ihracatçısı ülkeler başta olmak üzere çevre ülkelerin fonlarıyla ayakta duran ABD iç talebinin, kredi ve konut piyasalarında 2006 yılından beri süregelen spekülasyonlara karşı artık direnemeyecek noktaya gelmiş olması, FED’i, iç talebe yönelik bir hamle yapmaya zorlamıştır. Üstelik fiyat düzeyinin orta ve uzun vadede artışlar gösterebileceği beklentisinin çok kuvvetli olduğu bir dönemde, FED’in böyle bir riski göze alarak faiz indirimine gitmesi, oldukça paradoksal bir durumdur. Merkez Bankalarının yegane görevinin fiyat istikrarını temin etmek olduğu retoriğini çevre ülkelere yutturmaya çalışan neo liberal ideolojinin hegemon gücü ABD’nin, fiyat istikrarı ilkesini görmezden gelerek, faiz indirimine gitmesi, oldukça anlamlıdır.

Dünya ekonomisinde Asya krizi sonrası yaşanan ve yukarıda özetlenen birikim sürecinin de sonuna gelinmiştir. FED’in faiz indirimi sonrası, çevre ülkelerde –Türkiye de dahil– sevinç nidaları yükselmiştir. Risk algılamaları bir yana, faizin nispeten yüksek olduğu ülkelere hareket ettiği bilinen spekülatif finansal sermayenin, yeni durumda çevre ülkelere akacağı tahmin edilmiştir.

Ancak ortada şöyle bir tehlike vardır. Birincisi, söz konusu gelişme, çevre ülke paralarının daha da değerli hale gelmesine ve cari işlemler açıklarının artışına yol açacaktır. Bunun yanında, daha çok sıcak para, daha çok borç anlamına gelmektedir. Bu durumda, ABD cari açıklarının karşılanabilmesi, yine petrol ülkeleri ve Çin üzerine havale edilmektedir. Bu da, ABD ve diğer ülkeler arasında yaşanan gerilimlerin artması anlamına gelmektedir.

Mevcut durumun sürdürülemezliğine olan inancın gittikçe artması, uluslararası finansal sermayenin risk beklentisini yükseltecektir. Bu durumda, çevre ülkelerini tehdit eden bir başka olgu söz konusudur. Sıcak para, küresel ekonomide riskin yükseldiği zamanlarda, çevre değil, daha güvenli bulduğu merkez ülkelerine hareket etmektedir. Bu da, sıcak paranın Türkiye gibi ülkelerden ani ve sert bir biçimde –geçmişte olduğu gibi– kaçması demektir. Dünya ekonomisinde yaşanacak krizden elbette merkez ülkeler en az zararla çıkacaklardır.

TÜRKİYE’YE YANSIMALARI..

Yüksek reel faiz avantajı (?) ile ABD’de yaşanan kırılma sonucu sıcak para girişi beklentisi içerisine giren Türkiye, yukarıda açıkladığımız sebeplerle, bu beklentisine karşılık bulamamıştır. Gerek enflasyon hedeflenmesinden yaşanan sapma ve gerekse de “güvenli piyasa” imajını sürdürmek maksadıyla, Türkiye Merkez Bankası, FED’in faiz indirimini takiben, ilki çeyrek, ikincisi yarım puanlık faiz indirimlerine gitmiştir. Uzun zamandır ulusal üretken sermayenin özellikle kısa vadeli faizlerin düşürülmesi yönündeki taleplerine kulak tıkayan MB’nin, FED’in faiz indirimi hamlesinden sonra sadece yarım puanlık göstermelik bir indirime gitmiş olması, Türkiye’nin, sıcak paraya dayalı büyüme dışında hiçbir ulusal kalkınma perspektifinin ya da gücünün olmadığını kanıtlamaktadır.

SONUÇ

Enerji fiyatlarında yaşanan artışlar, kredi ve konut piyasasında yaşanan durgunluk, ABD ekonomisini ciddi biçimde sarsmaya devam etmektedir. Bu gelişmelerin yanında ABD cari açıklarının da çok hızlı büyüdüğü, doların diğer rezerv paralar karşısında ciddi değerler kaybı yaşadığı son dönemde, ABD’de yaşanan bu olumsuzlukların dünya ekonomisine yayılmasından endişe edilmektedir. Öyle ki, ABD Merkez Bankası FED, gittikçe yükselen enflasyon baskısını hiçe sayarak faiz indirimine gitmiş, biraz olsun tüketim talebini yükseltmek ve cari açıkları küçültmeyi amaçlamıştır. Kısa vadeli bir önlem olduğu çok açık olan bu hamle, mevcut kapitalist işleyişe nefes aldırabilecek gibi algılansa da, IMF’nin 2008 yılı büyüme tahminleri sermaye çevrelerince tatmin edici kabul edilse de, yakın gelecekte özellikle çevre ekonomileri için ciddi tehlikeler mevcuttur. Çünkü spekülatif mali sermaye –sıcak para– hareketlerine dayalı emekçi kesimlerin aleyhine büyüme süreci tıkanmış görünmektedir. Yaşanan bu tıkanıklığın aşılması adına atılacak adımlar, Türkiye gibi ülkelerin ve emekçi kesimlerin iyice yoksullaşmasına yol açacaktır.

 

Yararlanılan Kaynaklar

Boratav, Korkut (2007). “Dünya Ekonomisinde Değişimler ve Türkiye’ye Yansımaları”. http://www.bagimsizsosyalbilimciler.org/Yazilar_Uye/Boratav_Mayis07.pdf, Erişim: 20 /10/2007

Chacholiades, M. (1990). International Economics, McGraw-Hill International Editions, Literatür Yayınevi

Marx, K. (1997). Kapital, Alaattin Bilgi (çev.), Cilt 1, Ankara: Sol Yayınları

Mandel, E. (1998). Marksist Ekonomi Kuramına Giriş, çev. Ali Ünlü, İstanbul: Toplumsal Dönüşüm Yayınları

Martin, H. P. ve H. Schumann. (1997). Globalleşme Tuzağı, (çev). Ö. S. Karadana, M. Kahraman, Ankara: Ümit Yayıncılık

Sönmez, S. (1998). Dünya Ekonomisinde Dönüşüm, Ankara: İmge Yayınları

Şişman, M. (2003). Mali Sermayenin Küreselleşmesi, İstanbul: Set Yayınları

Williamson, J ve M. Mahar. (2002). Finansal Liberalizasyon Üzerine Bir İnceleme, (çev). Güven Delice, Ankara: Liberte Yayınları



[1] Bretton Woods sistemi, 1944‘te Bretton Woods‘da toplanan Birleşmiş Milletler Para ve Finans Konferansı’nda ortaya çıkan iktisadi bir yaklaşımdır. Bretton Woods uluslararası para sistemi, dünyanın önde gelen devletleri arasındaki ticari ve finansal işlemlerde dayatılacak kuralları belirlemiştir. Uluslararası para sisteminin kurallarını belirleyen bu anlaşma ile, Dünya Bankası ve Uluslararası Para Fonu’nun (IMF) kurulmasına karar verilmiştir. Dolara anahtar para rolü biçilen yeni para sisteminde, altına dönüştürülebilen tek para biriminin dolar olmasına, diğer para birimlerinin değerlerinin de dolara göre ayarlanmasına karar verilmiştir. Tüm para birimleri, çeşitli kurlardan, IMF gözetiminde dolara endekslenmiştir. Zamanla, dolara ve dolayısıyla altına endeksli sabit kur sistemi, altın-dolar paritesinin sürdürülemeyeceğinin anlaşılması ve 1971‘de ABD’nin doları altına endekslemekten vazgeçtiğini açıklamasıyla çökmüştür.

[2] Savaş ertesinden altmışlı yılların sonlarında belirmeye başlayan krize kadar, sermaye birikiminin altın çağını yaşadığı dönemde, yoğun ve Fordist birikim modeli ile tekelci düzenleme tarzı geçerlidir. (Sönmez, 1998,89). Üretimin ve parasal dolanımın başta devletçe ve de dolaylı olarak kapitalizmin uluslararası kurumlarınca düzenlendiği bu birikim modeli, yerini, üretim ve para dolanımının düzensiz ve kuralsız hale getirildiği ve faiz, kur farklılıkları, bilanço oyunları, spekülasyon, geleceğin satıldığı kredili pazarlama, spekülasyon ve düpedüz vurgunculuğun önem kazandığı finansal faaliyetlerin öne çıktığı ve mali sermayenin rantiye niteliğinin daha belirgin hale geldiği bir “model”e bırakmıştır. Bu sürecin en temel özelliği, mali sermaye birikiminin “reel ekonomi” ve üretimden kopuşu zorlaması ve karşılıksız finansal işlemlerin çoğalması olmuştur. Bir kısmı tamamen sanal mali araç ve piyasalardaki büyüme ve “sermaye fazlası”nın artık “sıcak para” biçimiyle kap-kaça, tutsata vb. yönelmesi ve bu sürecin devamının IMF türü aygıtlarla özellikle “yükselen piyasalar”a dayatılması ve salt mali yönden de uluslararasılaşmanın olağanüstü gelişmesi, “modelin tanımlayıcıları arasındadır. Karşılıksız finansal faaliyetlerin yükleri ve sermayenin karşılaştığı/karşılaşacağı risklerin üretken kesimleriyle topluma –özellikle de emekçi kesimlere– mal edilmesinden başka yol olmadığı ve sürecin böyle ilerlediği ise kuşkusuzdur.

[3] Üretimde sermaye mallarının kullanımının artırılması sonucunda aşırı üretim sorunu ortaya çıkmıştır. Bir yandan üretim aşırı düzeyde artarken, diğer yandan üretim için gerekli emek-zamanı azaltıldığı için emek gelirlerinde de azalma ortaya çıkmıştır. Bu azalışa paralel olarak, üretilen mallar piyasada “efektif” taleple karşılanamamıştır. Bu durum, realizasyon krizini, tüketimin üretimi karşılayamaz olmasını, yani üretimin realize olamayışını (gerçekleşememesini), “aşırı üretim krizi” olarak da nitelenen kapitalizmin krizini işaret etmektedir.

[4] Kâr oranının kendisi, artı değer oranı (s/v) ile sermayenin organik bileşimine (c+v) bağlıdır. Artı değer oranının (s/v) sabit olduğu varsayıldığından, zaman içinde teknolojik yenilikler nedeniyle sermayenin organik bileşimi (c+v) artacak ve bu durum kâr oranının düşmesine neden olacaktır. Diğer bir deyişle, zaman içinde, rekabet nedeniyle değişmeyen sermaye yatırımları (c ) artacak ve sömürü oranı (s/v) sabit olduğundan kâr oranı düşme trendine girecektir. Kâr oranı sıfır olduğu zaman ise, artık yeni yatırımlar olmayacak, dolayısıyla toplam talep azalacağından, buhran kaçınılmaz olacaktır (Marx, 1997).

[5] Faiz Eşitleme Vergisi, 1963’te ABD’de yürürlüğe giren, yerleşiklerin yabancılar tarafından ihraç edilen tahvil ve hisse senedi yatırımlarının vergileme kanalıyla engellenmesi ve sermaye çıkışlarının denetlenmesine yönelik bir uygulamadır.

[6] Finansal baskı politikalarına karşı McKinnon ve Shaw tarafından geliştirilen finansal liberalizasyon, dar anlamda mevduat ve kredi faiz oranları üzerindeki faiz oranlarının kaldırılması, geniş anlamda farklı nitelikli kurumların faaliyetlerini ayıran sınırlamaların ve döviz kontrollerinin kaldırılması, yerleşiklerin yabancı finansal piyasalara girmelerine olanak tanınması ve finansal kazançlar üzerindeki yüksek oranlı vergilerin azaltılması olarak tanımlanabilir (Williamson ve Mahar, 2002, s. 9). Finansal liberalizasyonun en önemli marifetlerinden biri, kısa vadeli spekülatif sermayeyi yaratmasıdır. Bir ülkeden bir başka ülkeye yalnızca arbitraj gözeterek hareket eden bu spekülatif fonlar, sıcak para olarak adlandırılmaktadır. Giriş yaptıkları piyasaları geçici bir süre rahatlattıktan sonra, kârlılık koşullarının kaybolma yönünde bir işaret bulduklarında ülkeyi terk etme eğiliminde olan bu fonlar, çıkış yaptıklarında mevcut ekonomik koşulları daha da kötüleştirirler.

 

[7] Amerikan doları hegemon bir güce sahiptir. Dünya üzerinde geçerli en önemli rezerv para konumuna sahip olmasından ötürü, ABD, dilediği kadar borçlanma ve tüm borcunu dolar basarak kapatma şansına sahiptir.

keynes ve keynescilik nedir?

Hatırlanacağı gibi, 1990’lı yılların başında “küreseleşmeci” burjuva düşünürlerin ağızlarından düşürmedikleri savların başında, “küresel refah” veya “adaletin” var olabilmesi için neo-liberal ekonomi politikaların kayıtsız ve şartsız tüm kapitalist ülkelerde uygulanması gereğini belirten savı geliyordu. Burjuvazi ve sermayenin önündeki tüm sınır ve kısıtların ortadan kalkması kaçınılmaz görülüyordu. Bunu başarmanın formülü, “küçük ve pasif devletler” ve “büyük ve aktif piyasalar” yaratmaktı. Başka bir deyişle, piyasaların “sihirli eli”nin her şeyi düzene sokacağı savunuluyordu!

Batı Avrupa ve ABD’de konut kredisi (mortgage) krizinin tetiklediği mali krizler veya durgunluk, bu argümanın cilasını döktü. Serbest piyasa ekonomisinin temelleri ve içeriği tekrar masaya yatırıldı. Daha düne kadar ekonomiye devlet müdahalesini horlayan ve her derde deva neo-liberalizmi göklere çıkartan burjuva düşünürleri, bugün devleti imdada çağırmaktadır. Dolayısıyla, serbest piyasa ekonomisi yerine “Keynesci ekonomi politikaların uygulanması” veya “Keynesci önlemlerin alınması” gerektiği sıkça dile getiriliyor.

Burada orijinal veya yeni bir durum söz konusu değil. Her emperyalist kapitalist kriz döneminde, burjuva iktisatçı ve siyasetçileri, Keynesciliği öne sürerek, krizlerin kapitalist ekonomi politikaların kaçınılmaz bir sonucu olmadığını; bir planlama ve “onarma” sorunu olduğunu dile getirmeye çalışır. Zaten İngiliz iktisatçı John Maynard Keynes’in ekonomi politikası, tarih sahnesine 1929 yılında, iktisadi krizle boğuşan kapitalist ekonomileri “onarma” göreviyle çıkmıştı. Başka bir deyişle, Keynesciliğin sosyal temeli, tekelci kapitalizmin çürümüşlüğünde yatıyor. Bugün dünyayı saran iktisadi krizle de görüldüğü gibi, tekelci kapitalizmin başı dara girdiğinde, serbest piyasa karşıtlığıyla Marksizm karşıtlığının sentezi olan Keynesciliğe sarılır. Dolayısıyla, bugün Keynesciliği anlamak ve irdelemek akademik, güncel ve siyasal bir ihtiyaç haline gelmiştir. Keynesciliğe giriş işlevi taşıyan bu makaleye bundan dolayı yer vermekteyiz.

keynes ve keynescilik nedir?

SİNAN ALÇİN

GİRİŞ

Bir tarafta tarihe 1929 Ekonomik Buhranı olarak geçen ve kapitalizmin en büyük ve uzun süreli krizi ve diğer tarafta Sovyetler Birliği’nin plânlı ekonomi deneyi sayesinde Sovyet halklarının bu kapitalist bunalımdan etkilenmemesi, kapitalist ekonominin sürdürülebilirliğini imkansız hale getirmiştir. Bu durumu aşmak için sermayenin organik iktisatçıları hummalı bir araştırma ve çalışma içerisine girerler. Bunlardan biri ve en önemlisi de İngiliz iktisatçı John Maynard Keynes’tir. Klasik liberal görüşe bir karşı çıkış gibi gösterilmek istenen Keynes’in görüşleri, aslında kapitalist sistemin devamı için yeniden teorize edilmesinden başka bir şey değildir. Bu noktada, John Maynard Keynes, 1936 yılında yayımladığı “İstihdam, Faiz ve Paranın Genel Teorisi” isimli eserinde, talep yanlı politikalarla kapitalist işleyişin devamı için çıkış yolları önermiştir. Devletin toplam talebi arttırıcı yönde para ve maliye politikası uygulaması gerektiğini ifade eden Keynes, bu şekilde kapitalist sistemin aksayan yanlarının onarılabileceğini öngörmüştür. Ekonomik buhranın 2. paylaşım savaşıyla beraber kronikleşmesi sonucu, başta ABD ve İngiltere olmak üzere, hemen hemen bütün kapitalist ülkelerde Keynesçi sosyo-liberal(!) politikalar uygulamaya konulmuştur. Bu süreç, aynı zamanda, –Sovyetler Birliği’ne yakınlaşmayı engellemek için– işçi sınıfına bazı sosyal ve ekonomik hakların verildiği bir dönem olmuştur.

KEYNES KİMDİR?

1883’te doğan Keynes, Cambridge Üniversitesi ekonomistlerinden bir baba ile başbakan kızı bir annenin çocuğuydu. 10 yaşına geldiğinde, cebir ve geometri dalında ustalaştı, 14 yaşındayken Eton’da burs kazandı. 1902’de Cambridge King’s College’ta matematik eğitimi yapması için açık burs kazandı. Aynı zamanda gizli bir topluluk olan Apostles’in de üyesiydi. Bu grup içinde Bertrand Russel ve E. M. Forster gibi öğrenciler de bulunuyordu.

O yıllarda, Cambridge’te profesörlük yapan Alfred Marshall, Keynes’le özel olarak ilgileniyordu. Marshall, 1903 yılında İngiltere’deki akademik ekonomi kürsüsünün kuruculuğunu üstlendi. Bu kürsü, iktisadi konularda çeşitli seminerler veriyor, yeni çalışmalar yürütüyordu.

Keynes doktorasını iktisat üzerine yapmaya karar verdi ve ekonomi teorisinin temellerini oluşturmaya başladı. Ancak, Marshall’dan aldığı dersler, iktisat dalındaki tek eğitimdi. Asistanlık sınavında başarısız olunca, devlet memurluğuna başladı. O dönemde İngiliz Krallığının sömürgelerinden biri olan Hindistan’da, “Hindistan Bürosu”nda geçen 2 yılın ardından tekrar sınavına girdiği Cambridge’e geri döndü. I. Paylaşım Savaşı sırasında Hazine’ye çağrıldı.

1919 yılının Aralık ayında “Barışın İktisadi Sonuçları” adlı kitabını yayımladı. Kitap, Keynes’in radikal bir iktisatçı olarak tanınmasına yol açtı. Bu arada borsa simsarlığı ve spekülatörlük de yapan Keynes, kısa sürede önemli bir servet birikimine kavuştu. Liberal Parti’nin üyesi olan Keynes, savaş, kıtlık ve yoksulluk yıllarında ekonomik konulardaki bilgisini bireysel zenginleşmesi ve liberalizmin yayılması için kullandı.

Keynes, 1936’da krizin nedenlerini ve liberalizmin devamı için çözüm önerilerini sunduğu ünlü kitabını, “İstihdam, Faiz ve Paranın Genel Teorisi”ni yazdı. Keynes, piyasaların dokunulmazlığı ilkesinin kriz dönemlerinde işlemeyeceği savunuyordu. Çünkü gelir ve istihdam bir kere düşmeye başlayınca, insanlar paralarını kurtarmanın yollarını arayacaklar, bunu durdurmak için de bankalar faiz oranlarını yükseltecekti. Sonuç olarak, işini genişletmek isteyen yatırımcının ihtiyacı olan kredi artacak, bu da iş hacmini düşürecekti. Bu, gelir artışının ve istihdam düzeyinin sıkıntıya girmesi anlamına geliyordu.

Bu kilit, sadece doğrudan hükümet müdahalesiyle kırılabilirdi. Ona göre, iş dünyasını yeniden hareketlendirmek için vergi ve faiz oranlarında indirimler yapılmalıydı ve istihdamı teşvik eden maliye politikaları benimsenmeliydi. Keynes’in yaklaşımları, yeni seçilen ABD başkanı Franklin Roosevelt’ten büyük destek aldı. Roosevelt, ABD’nin krizden çıkabilmesi için, müdahaleci politikanın benimsenmesi gerektiğini ilan etti.

Temmuz 1944’te, ABD’de, New Hampshire’da uluslararası mali konuları liberalize etmek için gerçekleştirilen tarihi Bretton Woods Konferansı’na İngiliz delegasyonunun başkanı olarak katıldı. Bu konferansta, IMF (Dünya Para Fonu) ve Dünya Bankası’nın kurulmasına öncülük etti.

Keynes, 62 yaşında, kalp krizi geçirerek hayatını kaybetti. Ancak, Keynes’in ekonomik görüşleri esas olarak ölümünden sonra tanındı ve birçok ülke tarafından 1970’lerin ortasına kadar uygulandı. Keynes kadar Keynes sonrası Keynesçilerin görüşleri de hala rağbet görmektedir.

II. Dünya Savaşı sonrasında, Keynes’in ekonomi felsefesi, kapitalist devlet hükümetleri için çok daha önemli bir hal aldı. Kapitalist ülkeler, ekonomilerini güçlendirmek için piyasaya müdahaleci/düzenleyici politikaları benimsediler. Ancak, 1970’li yıllarla birlikte, Keynesçi ekonomi politikaları gözden düşmeye başladı. Sağ kanat politikacıları ile eleştirmenler, bu yöntemin Marksizm’in bir uzantısı olduğunu ve özgür girişimi engellediğini ileri sürdüler. Ama bu eleştiriler, Keynes’in devlet müdahalesini kabul ederek, kapitalizmin yaşayabileceğini savunan yeni bir liberalizm modeli kurduğunu gözden kaçırıyorlardı.

Bu eleştirilerden daha da önemlisi, 1970’lerde Keynesçi ekonomi politikalarının yaygınlaştığı dönemde “stagflasyon” yaşanmaya başladı. Stagflasyon, büyüme hızının düşmesine ve önemli düzeydeki işsizliğe karşın, fiyat ve ücretlerin arttığı bir ülkenin durumunu tanımlıyordu. İşsizlik sorununu düzeltmek ve iktisadi talebi canlandırmak için, hükümetler Keynesçi ekonomiyi kullanmayı denediler. Ancak, bu enflasyonun daha da kötüye gitmesine yol açtı.

1970’lerle birlikte, para politikası teorisyenleri, paranın kontrolünün piyasanın düzelmesi için kilit kavram olduğu fikrini terk etmeye başladılar. 1980’lerin ortalarına doğru da, paraya dayalı politikalar yok olmaya başladı.

KEYNES’İN TEORİSİ

Yirminci yüzyılın iki paylaşım savaşı arasında kalan dönemi, hem Avrupa hem de Amerika için bir buhran dönemi olmuştur. 1921’de İngiltere’de başlayan kriz, 1930’lu yıllardan itibaren bütün dünyayı sarmıştır. İşsizlik ve durgunluk gibi iki büyük meseleyle karşı karşıya kalmış olan piyasa ekonomilerinin önü tıkanmıştır.

Neoklasik teori etrafında dolanan çeşitli fikir akımları tartışılırken, 1930’lu yıllarda, “Keynesyen Devrim” adı verilen teorik gelişme ile tartışmalar yeni bir boyut kazandı. John Maynard Keynes’in 1936 yılında yayınladığı “İstihdam, Para ve Faizin Genel Teorisi (The General Theory of Employment, Money and Interest) adlı kitabı, iktisatçıların dikkatini Neoklasik iktisadın dışında makro ekonomiye ağırlık veren bir yöne kaydırmıştır. Aslında makro teoriye duyulan ilgi 1920’li yıllarda başlamış, Keynes bu akımın bir devamı olarak ortaya çıkmıştır. Özellikle İsveçli iktisatçı Knut Wikscell’in ekonomik dalgalanmalarla ilgili görüşleri, 1920’li yıllarda birçok iktisatçının dikkatini çekmiş ve ekonomik dalgalanmaların nedenleri ve bu dalgalanmaların kontrolünde para ve kredi politikalarının etkin olup olamayacağı konularında yoğun bir tartışma alanı oluşmuştu. Ancak bu iktisatçılar, Neoklasik teorinin genel yapısı içinde kalarak, ekonomide kendi kendini düzenleyen bir mekanizmanın olduğuna ve ekonominin, bir durgunluk (depression) döneminden sonra, yeniden tam istihdam dengesine döneceğine inanmışlardır. Ancak bu dönemde meydana gelen ve “Büyük Dünya Bunalımı” adı verilen durgunluk dönemi yaşanmış ve ABD, İngiltere ve Batı Avrupa ülkelerinde yaygın ve devamlı bir işsizlik ortaya çıkmıştır. Bu durum, ekonominin kendi kendine düzeleceğini öne süren görüşlere güveni zayıflatmıştır. Keynes, işte böyle bir ekonomik bunalım döneminde ortaya çıkmış ve ücretlerle fiyatların esnek olduğu bir ekonomide tam istihdamın kendiliğinden sağlanacağını öne süren Neoklasik teoriyi reddetmiştir. Keynes’e göre, toplam talebin ana unsuru yatırım harcamaları idi ve belirsizliklerle dolu bir dünyada, düşük faiz uygulamak suretiyle tam istihdama ulaşmayı amaçlayan bir politikaya güvenilemezdi. Keynes’in bu görüşleri iktisatçıları derinden etkilemiş ve bu teorinin Neoklasik teoriden tümüyle ayrı bir teori olduğu ve yeni bir entelektüel devrimi başlattığı düşünülmüştür.

Ekonominin talep yönüne ağırlık veren politikaların düzenlenmesindeki amaç, ekonomik gelişmede kısa dönemli istikrarsızlıkların giderilerek doğrudan doğruya kamu harcamaları ve vergiler yoluyla istihdam ve üretim seviyesinin temel belirleyicisi olan efektif toplam talebin, tam istihdam üretim seviyesine uygun olarak etkilenmesidir.

“Genel Teori”nin ortaya çıkmasıyla birlikte, Neoklasik teorinin unutturduğu makro analiz, yeniden iktisatçıların gündemine geldi. Böylelikle, ilgilenilen temel konu, kaynakların alternatif kullanımlar arasında nasıl dağıtılacağı konusu değil, kaynakların tümünün kullanımının mümkün olup olmadığı konusu olmuştur. “Genel Teori”nin temel amacı, Keynes’in kitabın ön sözünde belirttiği gibi, “bir bütün olarak üretim ve istihdam düzeyinde meydana gelen değişmeleri belirleyen güçlerin incelenmesidir”.

Keynesyen İktisadın varsayımlarını aşağıdaki gibi sıralayabiliriz:

– Keynesyen Makro Teori, ekonomik yaşamda meydana gelecek dengesizliklerin (enflasyon, işsizlik, deflasyon, durgunluk gibi) toplam talep ayarlamaları ile giderilebileceğini savunur. Bu görüşü ileri sürerken Keynesyen makro teori, arz koşullarının kısa dönemde sabit olduğunu ve uzun dönemde de iktisat politikalarına karşı duyarsız olduğunu varsayar. Bir başka deyişle, Keynesyen teori, arz koşullarının önemini ret veya ihmal etmez, fakat bu koşulların iktisat politikalarının etki alanının dışında kaldığını kabul eder.

– Keynesyen ekonomi, ilke olarak özel sektörün dengesiz olduğunu kabul eder. Bu dengesizliği ortadan kaldırmak amacıyla ekonomiye devlet müdahalesinin gerekli olduğunu öngörür. Para ve maliye politikalarıyla toplam talebin bileşimini ve miktarını değiştirmek suretiyle ekonomideki dengelerin arzulanan yönde gerçekleşmesi sağlanacaktır. Keynes’e göre, maliye politikası[1] araçları olan harcama ve vergi politikası, toplam talebi etkileme açısından, para politikasına[2] göre daha etkilidir.

– Keynesyen iktisatta, üretimde kullanılan sabit sermaye [değişmeyen sermaye] miktarı ile üretim tekniğinin değişmediği düşünülmektedir. Yani ekonomik olaylar kısa dönemli olarak gerçekleşir. Keynes “uzun dönemde hepimiz ölmüş olacağız” diyerek bu varsayımı özetlemiştir.

– Keynes, “Genel Teori”de, baştan sona kadar tam rekabetin geçerli olduğu yolunda bir varsayımda bulunmuştur. Bu nedenle, değişen derecelerde tekel veya ücret-fiyat politikası tamamen ihmal edilmiştir. “Genel Teori”de dış ekonomiye ilişkin sorunlar üzerinde fazla durulmayarak, kapalı bir ekonomi varsayımından hareket edilmiştir. “Genel Teori” “statik” bir karakter taşımakta olup, zaman unsurunu dikkate almamıştır. Bu nedenle de dinamik sayılabilecek analizlerden yoksun kalmıştır.

“Genel Teori”de sadece talep yetersizliğinden ortaya çıkan işsizlik üzerinde durulmuş, sermaye kapasitesi yetersizliği, döviz dar boğazı gibi ekonominin toplam arz cephesindeki yetersizliklerden doğan işsizlik üzerinde durulmamıştır.

– Keynes, geliştirdiği teoride, fiyatlar genel seviyesini[3] veri (sabit) olarak almıştır.

– Klasik teori belirlilik içinde bulunan bir ekonomiyle ilgilendiği halde, “Genel Teori”de Keynes, belirsizlik ve ileriye dönük bekleyişleri önemli bir nokta olarak göz önüne almıştır. Keynes’in teorisinin önemli bir parçasını oluşturan özel yatırım harcamaları, belirsizlik ve bekleyişlerden önemli ölçüde etkilenmektedir.

– Keynes’in istihdam teorisinin hareket noktası, efektif taleptir. Keynes, efektif talebi, “toplam talebin toplam arz ile kesiştiğin noktadaki değeri” olarak tanımlamaktadır. Bir başka tanımlama ile efektif talep, kullanılabilecek bir satın alma gücüyle desteklenmiş taleptir ve belirli bir dönemdeki tüm harcamalara eşdeğerdir.

– Keynes’e göre, bir ekonomide, üretim faktörlerinin kullanıldığı sınıra kadar toplam arz elastikiyeti[4] sonsuz var sayılabilir. Bir başka deyişle, tam istihdam denge düzeyine kadar toplam talepteki her artış arzı da peşinde sürükler. Bu bakımdan, denge, gelir düzeyini belirleyen efektif taleptir. Keynes, efektif talebi, bir toplumda müteşebbislerin mevcut istihdam seviyesinde sahip oldukları üretim faktörlerinden elde etmeyi umdukları gelirlerin toplamı olarak ele almaktadır.

– Keynes, makro dengenin, toplam arz ile toplam talebin veya toplam tasarruflarla toplam yatırımların eşitlendiği noktada sağlandığını belirtmektedir. Bu denge sağlanamadığında, ekonomide “enflasyonist açık”ya da “deflasyonist açık” ortaya çıkar. Keynes’e göre, bu istikrarsızlıkların giderilmesi için, devletin efektif talebi yönlendirmesi gereklidir.

Keynes’in en büyük mirası, kapitalist ülkelerde ekonomi yönetiminin hükümetin zorunlu ve doğal bir faaliyet alanı olduğu anlayışını yerleştirmesidir. Bu, devleti, ekonomik sistemin içerisinde hareket edeceği genel ilkeler ve kuralları düzenleme biçimindeki eski rolünün oldukça ilerisine taşır. Bu fonksiyona, ekonomi içi güçlerin kapitalist kurallar içindeki hareketinden olumsuz yönde etkilenenlerin veya ekonomik aktiviteye katılamayacak derecede güçsüz olanların korunması ve destek verilmesi de dahildir. Bütün bunlar, kapitalist ekonomik düzenin sürdürülebilmesi içindir.

Keynesyen iktisatçılar, ekonomik istikrarın sağlanabilmesi için devletin ekonomideki rolü ve fonksiyonlarının genişletilmesini savunmuşlardır. Keynesyen iktisatçılar, “Fonksiyonel Devlet Teorisi” çerçevesinde, kaynak kullanımında ve kaynak dağılımında etkinlik sağlanması, adil gelir ve servet dağılımının sağlanması, iktisadi istikrarın sağlanması, iktisadi büyüme ve kalkınmanın sağlanması, ödemeler bilançosunda denklik sağlanması gibi devletin bazı fonksiyonları sağlamak üzere ekonomiye aktif olarak müdahale etmesi gerektiği görüşünü savunmuşlardır.

Keynesyen iktisatçılar, denk bütçe[5] yerine “telafi edici bütçe”[6] prensibini kabul ederek, politikacılara, “vergilemeden harcama yapma” imkanı sağlamıştır. Kamu harcamalarının vergileme ile birlikte emisyon ve borçlanma ile finansmanı, Keynesyen iktisadın bıraktığı bir mirastır.

Keynes’in önerileri, İkinci Paylaşım Savaşı sonrasından başlayarak, kapitalist aşırı üretim krizinin yaşandığı 1960’lı yılların sonlarına kadar hem erken kapitalistleşen ülkelerde hem de geç kapitalistleşen ekonomilerde uygulanmıştır. Ancak kapitalizmin içine girdiği krizi aşacak politika önermeleri Keynes’te mevcut olmadığından ve dahası bu krizin sorumlusu Keynesyen makroekonomi politikaları olarak görüldüğünden, arz yönlü yaklaşımlar tekrar güçlenmiştir.

Arz yönlü iktisatçılar, Keynesyen maliye politikasını şiddetle eleştirmiştir. Onlara göre, Keynezyen iktisadi düşünce, ekonominin arz cephesini ihmal etmektedir. Keynezyen maliye politikasını, nisbi fiyat değişmelerinin verimlilik üzerinde meydana getirdiği etkileri göz önüne almaması nedeniyle, yetersiz bulmaktadırlar. Çünkü Keynes, nisbi fiyat değişmelerinin fazla önem taşımadığı kısa dönemdeki gelişmelere dikkatleri yoğunlaştırmıştır.

KEYNES SONRASI KEYNESYENLER

1960’lara kadar Keynesciliği “Neoklasik Sentez” temsil ederken, 1960’lardan itibaren, Neoklasik iktisatla Keynesci iktisadı bağdaştırmaya çalışan Neoklasik senteze alternatif sayılan “Post-Keynesci” akım güçlenmiştir. Fakat post-Keynesci akım da kendi başına bir bütün değildir, farklı ekolleri vardır.

Keynesyen doktrin içindeki akım ve ekollerin ortak özellikleri vardır; bu da, piyasa aksaklığında devlet müdahalesinin gerekliliğine ve ekonominin talep yönünün belirleyiciliğine inanmalarıdır. Onlara göre, piyasa mekanizmasının ve özel mülkiyetin hâkim olduğu ekonomilerde, devletin ekonomiye müdahalesi yoluyla iktisadi ve toplumsal sorunların üstesinden gelinebilir, ekonominin büyümesi ve istikrarı sağlanabilir. Neoklasik doktrinden farklı olarak, iktisadi sistemin denge durumuna oldukça hızlı ve otomatik olarak ulaşma eğiliminin güçlü olduğuna inanmazlar.

Çok sayıda ve gittikçe birbirinden farklılaşan Keynesyen akımlar ve bu akımlara bağlı farklı ekoller olmakla birlikte, bu yazıda, Keynesyen akımlardan belli başlı dördünün temel amaçlarına değineceğiz.

1- NEOKLASİK KEYNESYENLER

Neoklasik Keynescilik, İkinci Paylaşım Savaşı’ndan 1970’lere kadar ders kitaplarına ve gelişmiş kapitalist ülkelerdeki politika uygulamalarına hâkim olan Keynesyen akımdır.

Neoklasik Keynesyenler, Keynes’in üretim ve istihdam düzeyinin ve dalgalanmalarının toplam talep tarafından belirlendiğini, dolayısıyla tam istihdamın, gerçek ücretlerin düzeyinden çok, toplam talep düzeyine bağlı olduğu görüşünü kabul ederler.

Bu yaklaşımın kabul ettiği genel görüşe göre, işsizlik sorunu makro düzeyde ortaya çıkar ve kaynakların dağılımı sorunundan farklıdır, nispi fiyatlardan, talebin ya da üretimin bileşiminden, yani mikroekonomik işleyişten bağımsızdır, dolayısıyla “makro müdahale” yeterlidir.

Öte yandan, bu akım içerisinde de en az iki ekolün varlığından söz edilebilir. Bunlardan biri “Devrimci tutuculuk”, diğeri “Neoklasik başkaldırı” adlarıyla anılmıştır. Her iki ekol de, standart Neoklasik sentez modelini uygulamakla birlikte, sistemin çeşitli esneklikleri ve uyarlama hızları bakımından farklı bakışa sahip olmuşlardır.

Bu gruba dahil iktisatçılara göre, piyasa mekanizmasının işleyişine saygı gösterilmeden, nispi fiyatların kaynak dağıtıcı ve gelir dağıtıcı işlevini gerçekleştirmesi mümkün değildir. Diğer yandan, özellikle sendikaların ve tekellerin varlığının yarattığı piyasa aksaklıkları ve rijitlikleri (katılıkları) nedeniyle, ekonominin kendi kendine dengeye gelmesi siyasi bakımdan kabul edilebileceğinden çok daha uzun zaman alabilir ve denge, geçici bir süre için, eksik istihdam düzeyinde kurulabilir.

Neoklasik Keynesyenler, 1970’lerde yaşanan stagflasyon krizinde politika başarısızlıklarının nedenini, politikaların kötü uygulanmasında, yeteri kadar “ince ayar” tutturulamamasında bulurlar. Yani uygulanan politikalarda enflasyon sınırına dikkat edilmemiştir. Onlara göre, ekonomiler, Keynesyen genişlemeci politikalar sayesinde tam istihdama yaklaşırken, işgücü rezervleri azalmaya başlamış, bir yandan da temel hammadde ve girdilerde “arz şokları”[7] ortaya çıkmıştır. Arz şokları fiyatları artırırken, sendikal mücadelenin yarattığı ücret artışları, bu fiyat artışlarını benimsemiştir. Bu yaklaşıma göre, ücret artışları maliyetleri, maliyetler fiyatları, fiyatlar ücret artışlarını beslemiş ve bir fiyat-ücret sarmalı başlamıştır.

Yukarıdaki çözümleme, Neoklasik Keynesyenleri, Keynesyen canlandırma politikalarının enflasyonist olmaması için “gelirler politikası”[8] uygulanması gerektiği görüşüne götürür.

2. DENGESİZLİK KEYNESCİLİĞİ

Dengesizlik ekolü, istihdam ve gelir düzeyindeki dalgalanmaları, “dengesizlik” fiyatlarıyla birbirini izleyerek yapılan mübadelelerin süreci olarak inceler. Buna göre, eğer çeşitli nedenlerle nispi fiyatlar denge fiyatları değilse, yapılan mübadelelerin hacmi de dengede olmayacaktır. Fiyatların dengesizlik fiyatlarına dönüşmesinin nedeni, piyasaların yeteri kadar koordineli çalışamamalarıdır.

Dengesizlik ekolü, Neoklasik sentez akımından farklı olarak, farklı konjonktür dalgalanmalarını[9] içeren daha genel bir çerçeve kurmaya çalışmıştır. Bu çerçeve içinde Neoklasik Keynesyenlerin ağırlık verdiği eksik kapasite işsizlik koşulları, iktisadi dengesizlik konjonktürlerinden sadece bir tanesidir. Bu ekol, farklı konjonktür türlerinde krizlerin ve dengesizliklerin niteliklerine bağlı olarak ayrıntılı politika önerileri geliştirmeye çalışmıştır.

3. YENİ CAMBRİDGE KEYNESCİLİĞİ

Bu ekol, geleneksel Keynesciliğin önermelerini, mali varlıkların kullanılabilir gelir ve harcamalar üzerindeki etkilerini, ücretlerin ve fiyatların oluşumunu ve uluslararası rekabet gücünü çözümlemeye dahil ederek, genişletmeye ve iyileştirmeye çalışmıştır.

4. KEYNESCİ TEMELLER AKIMI

Bu akımın en önemli özelliği, savunucularının, Keynes’i Klasiklerden ve Neoklasiklerden ayıran temelleri araştırmış olmalarıdır. Bu nedenle de, “fundamentalist” olarak isimlendirilirler. Günümüzde bu akım içinde en önemli kol, Post-Keynesyenlerdir.

Bu akımın en önemli ve karakteristik tezlerinden biri, istihdam ve gelirdeki dalgalanmaların, ekonominin gelecekteki durumunun belirsizliği altında oluşmuş “beklentilerin dalgalanması”ndan kaynaklandığıdır. Akımın kuramsal çerçevesi içindeki en önemli tezleri şu konular etrafında toplanır: belirsizlik, piyasa aksaklığı, parasal ve mali istikrarsızlık, gelir bölüşümü. Bütün bu tezlerin asıl hareket noktası, sistemin istikrarı açısından yatırımların en önemli belirleyici olması, fakat yatırım istikrarının da en zor sağlanan iktisadi işleyiş olmasıdır.

SONUÇ

John Maynard Keynes, ünlü eseriyle, iktisadi istikrarsızlığın kapitalizme içkin olduğunu, kapitalizmin kendiliğinden tam istihdam dengesini sağlayamayacağını ortaya koyarken, Klasik ve Neoklasik iktisat okullarının teorik temellerini ve buna paralel olarak bazı temel ilkelerini alt üst etmiş, iktisat teorisinde yeni bir dönemin başlamasına yol açmıştır. Ancak bununla birlikte, ne Keynes, ne de kendisini izleyen iktisatçılar kapitalizme karşıdır. Aksine, tam istihdamı sağlamak konusunda yetersiz kalan kapitalizmin bu aksaklığını gidererek, yaşaması sağlamak amacındadırlar. Keynes’in kendi çağdaşı olan iktisatçılardan en önemli farkı; onun, periyodik olarak ortaya çıkan ekonomik krizlerin, kapitalist sistemin varlığına yönelik büyük bir tehlike oluşturduğunun bilincinde olmasıydı.

Dünya bana göre kapitalist bireyciliğin bir sonucu olarak ortaya çıkan bugünkü işsizliğe daha uzun süre tahammül edemeyecektir” derken, Keynes, bu konudaki kaygısını dile getiriyordu.

İçinde yaşadığı ekonomik sistemin en önemli iki yanlışından birinin, tam istihdamı sağlama konusunda gösterdiği başarısızlık, diğerinin ise gelir ve servet dağılımındaki büyük eşitsizlik olduğunu belirtmekle birlikte, Keynes, bölüşüm sorunlarına çok az değinmiş, ağırlığı içinde yaşadığı çağın ezici işsizlik sorunlarına vermiştir. Keynes, özel girişime dayalı kapitalist sistemin işleyişinden kaynaklanan aksaklıklara, yine kapitalist sistem içinde çözüm aramıştır.

Keynes, “Genel Teori” kitabında pek değinmemekle beraber, başka yayınlarında Marksizm konusundaki görüşlerini ortaya koymuştur: “…kaba saba proletaryayı, bütün hatalarına rağmen, yaşamın değerini oluşturan ve bütün insani başarıların tohumunu taşıyan burjuvazi ve aydınların üzerine çıkartan bir inancı nasıl benimseyebilirim?…”. Başka bir yayında ise, “Eğer bir bölüğün çıkarlarını savunmak durumunda kalırsam, kendiminkini savunurum. Sınıf mücadelesine gelince, benim yerel ve kişisel patriotizmim, bağlılıklarım beni kendi çevreme bağlıyor. Ben, bana göre adalet ve sağduyu olarak görünen olgulardan etkilenebilirim, fakat, sınıf savaşı beni eğitim görmüş burjuvazinin safında bulacaktır” ifadesiyle sınıfsal konumunu tanımlamakta, kendisini işçi ve emekçilerin karşı safında bir savaşçı olarak görmektedir.


[1] Maliye politikası, kamu harcamalarını ve kamu gelirlerini etkileyen devlet faaliyetleridir. Başka bir anlatımla, makroekonomik amaçlara ulaşmak için, devletin vergi ve harcama programlarındaki değişmelerin düzenlenmesidir. Keynes, “duruma göre” maliye politikalarını savunmaktadır. Yani, konjonktüre göre (ekonominin içinde bulunduğu durum) daraltıcı veya genişlemeci maliye politikası uygulanmalıdır. Eğer ekonomide uzun dönem büyüme trendinin üzerinde bir canlılık ve buna bağlı olarak enflasyon var ise, daraltıcı maliye politikası uygulanmalı. Keynes’e göre, eğer konjonktür daralma evresinde ise, yani ortalama büyüme trendinin altında bir yıllık üretim artışı var ve buna bağlı olarak da işsizlik sorunu ortaya çıkmışsa, devlet uygulayacağı genişlemeci maliye politikasıyla bu durumu engelleyebilir. Maliye politikası araçları olarak öngörülen vergi oranları ve kamu harcamalarıdır. Genişlemeci maliye politikasında, devlet vergi oranlarını azaltıp kamu harcamalarını artırır. Daraltıcı maliye politikasında ise, vergi oranlarını artırıp kamu harcamalarını kısar.

[2] Para politikası; belirli makroekonomik amaçlara ulaşılması için, para otoriteleri tarafından para arzının etkilenmesine yönelik uygulanan politikalardır. Zorunlu rezerv oranının belirlenmesi, reeskont oranının belirlenmesi, açık piyasa işlemleri, para arzını etkileyen araçlardır. Merkez Bankası, bu araçlarla, ekonomik konjonktüre uygun olarak, sıkı veya gevşek para politikası izlemektedir.

 

[3] Bir ülkede, belli bir dönemde mal ve hizmet fiyatlarının ağırlıklı fiyat ortalamasıdır. “Fiyatlar Genel Seviyesi”nin (FGS) yükselmesi enflasyon olarak adlandırılırken, FGS’nin düşmesi deflasyon anlamına gelir. Keynes, teorisinde, enflasyon ile işsizlik arasında ters yönlü bir ilişkinin olduğunu iddia eder. Buna göre, enflasyon beraberinde ekonomik canlanmayı getirir. Bu da istihdamın artmasına yol açar. Keynes’in bahsettiği enflasyon, talep çekmeli enflasyondur. Toplam talebin toplam arzı aştığı durumlarda yaşandığı varsayılır. Talep fazlalığı üretimin artmasını teşvik eder ve istihdam artar. Ancak 1974 petrol şoku sonucu maliyet enflasyonu yaşanmıştır. Buna maliyet itmeli enflasyon da denir. Bu durumda girdi maliyetleri arttığı için üretilen emtianın fiyatı artar, ama efektif talep yetersiz kaldığından üretim miktarı da kısılır. Böylece, bir yandan FGS yükselirken, öte yandan durgunluk ve işsizlik artar. Bu durum, iktisat teorisinde “stagflasyon” olarak tanımlanmaktadır. Keynes böyle bir durumu öngörememiş ve 1970’lerden itibaren, teorisine buradan önemli eleştiriler getirilerek, tekrar arz yönlü iktisat, kapitalist dünya genelinde genel kabul görür olmuştur.

[4] Elastikiyet; bağımsız değişkende ortaya çıkan değişimin bağımlı değişken üzerinde neden olacağı değişimin ölçüsüdür. İktisatta değişken, “incelenen şey” anlamında kullanılmaktadır. İki değişkenin birbirleriyle bağımlılık ilişkisi içinde olduğu durumlar, fonksiyonel ilişki olarak tanımlanır. Fonksiyonel ilişkide yer alan değişkenlerden biri bağımsız, diğeri bağımlı değişkendir. Bağımsız değişken, değerini fonksiyonel ilişki dışında alıp, fonksiyonel ilişki içerisinde yer alan bağımlı değişkeni etkileyen değişkendir. Bağımlı değişken ise, değerini fonksiyonel ilişki içerisinde bağımsız değişkene göre alan değişkendir. İkiden çok değişkenin kullanıldığı durumlarda, fonksiyonel ilişki yerine ekonomik model kullanılır. Ekonomik model içerisindeki değişkenler içsel ve dışsal olarak tanımlanır ve içsel değişkenler, değerlerini, ekonomik model içerisindeki dışsal değişkenlere göre alır. Örneğin, Ceteris-Paribus (incelenen şey dışında geri kalan her şey sabittir) varsayımı altında, herhangi bir A malının talep miktarı, yine A malının fiyatına bağlı kabul edilir. Bu örnekte, A malının fiyatı bağımsız değişken, A malının talep miktarı ise bağımlı değişken olarak kabul edilir. Varsayım olarak, Ceteris-Paribus koşulunda, bir malın fiyatı artarsa, talep miktarının düşeceği kabul edilir. A malı fiyatındaki bir birimlik artış sonucunda A malının talep miktarında ne kadar düşüş olacağını gösteren oran, talebin fiyat elastikiyetidir. Yukarıda anlatılan durumda ise, arz elastikiyetinin sonsuz olması, üretilen metaa olan talep arttıkça arz miktarının da sonsuza kadar artırılabileceği (üretim araçları yettiği ölçüde) ifade edilmektedir.

[5] Bir ekonomik yıl içerisinde kamu harcamalarının (cari, yatırım, transfer) kamu gelirlerine (vergi, varlık satışı, ticari faaliyet gelirleri gibi) eşitlenmesidir.

[6] Bu yaklaşım da, devlet bütçesinin ekonomik istikrarı ve belli bir büyüme oranını sürdürecek biçimde açık veya fazla vermesinin savunulmasıdır. Devlet, ortaya çıkan açığı, borçlanarak veya para basarak örter. 1970’lerde yaşanan kapitalist üretim krizinin temel sebebi olarak, ana akım iktisatçılar, Keynes’in duruma göre politikalarını göstermişlerdir.

[7] Girdi fiyatlarında yaşanan ani artışlardır. 1974’teki arz şokları, ham petrol fiyatlarındaki artışla başlamıştır.

[8] Ücret ve fiyat kontrolleridir. Genellikle emekçilerin karşısına sıfır zam olarak çıkar. Bunun yanında, 2000 yılında Danıştay’ın aldığı kararla –daha sonra değişti– yıllık kira artışını yüzde 10 ile sınırlandırması da, gelirler politikasına örnektir.

[9] Başlıca dört tip konjonktür dalgasından bahsedilir. Bunlar; üretimin azaldığı daralma, üretimin durma noktasına geldiği dip, üretimin tekrar yükselişe geçtiği canlanma ve üretimin mümkün olan en yüksek seviyeye ulaştığı tepedir.

 

kriz: olanaklar ve olasılıkla

kriz: olanaklar ve olasılıklar

SİNAN ALÇIN

 

Başta erken kapitalistleşmiş ülkeler olmak üzere hızla tüm kapitalist ülkeleri etkisi altına alan buhran, gerek ortaya çıkış biçimi ve gerekse de tesirleri açısından işçi sınıfı ve emekçiler açısından “yeni” birçok tehlike ve olanağı beraberinde gündeme getirmektedir.

2007 yazında ABD’de konut piyasaları kredi sisteminin çöküşüyle başlayan ve giderek tüm kapitalist dünyaya yayılan kriz, gelinen aşamada mali piyasaları aşıp büyüme ve istihdam üzerinde kalıcı yıkımlar yaratacak boyuta ulaşmıştır. Merkez Bankaları aracılığıyla kurtarılan bankaların ve sigorta kurumlarının faturası ise emekçilere kesilecektir. Yavaşlayan büyüme hızı; geniş halk kesimleri açısından, işsizlik, yoksulluk ve daha ağır çalışma koşulları anlamına geliyor. Kapitalist ekonomik sistemin yarattığı krizin faturasını ödememek, ancak birleşik bir mücadele ve o birleşik mücadeleyi olanaklı kılacak politikalarla mümkündür.

 

KRİZ: KİMİN KRİZİ?

İçinden geçilen kriz sermayenin krizidir. Sermaye sahipleri işçi sınıfı üzerinden biriktirdikleri sermayeleri üretim sürecinde yeniden değerlendiremedikleri için yeni yollara başvurmuşlardır. Kapitalizmin en acımasız kurallarından biri, değerlenme koşulları dışında kalan sermayelerin değersizleşmesidir. Sermayedarlar ellerinde muazzam miktarlarda biriken sermayelerini değerlendirmek için değerli kağıtlara yönelmeye başladılar. Kapitalistler, daha önce üretim sürecinde elde ettikleri kârları dolaşım alanında değerli kağıtlar biçimde değerlendirme yollarına gitmeye başladılar. Kapitalizmin her şeyi metalaştırma konusundaki kendisi için rasyonel ama sermaye dışı için irrasyonel olan mekanizma, bu değerli kağıtlar için de işlemeye başladı. Birer meta olarak değerli kağıtlar farklı biçimler alarak sürekli değer kazanmaya başladılar. Reel karşılığından hızla uzaklaşma anlamına gelen bu süreç, aslında balon gibi şişen ve karşılığı olmayan değerlerin piyasada dolaşmasına neden oluyordu. Ama balonun bir gün patlayacağı kesindi. Ve balon patladı. Balonun patlaması, bazı sol-muhalif analizlerde de egemen olan reel-parasal ekonomi ayrımının ne kadar sorunlu olduğunu gösterdi. Sorunlu, çünkü, “finansal piyasaya aktarılan paralar üretimden çekilen paralardan gerçekleştirildi” ifadesi yerine bu paraların üretimden elde edilen paralar olduğu belirtilmeli. İkinci olarak ise, üretimden değerli kağıtlara yönelmenin bir diğer nedeni ise, yine üretimde gözlemlenen bazı problemler olmuştur. Problemlerden en önemlisi, artan rekabetle birlikte, verimlilik adına, üretimde değer yaratan emekçilerin yerini daha çok makineler aldıkça, sermayenin geri getirisi ya da artı-değer yaratma kapasitesinde önemli düşüşler yaşanmasıdır.

Değerli kağıtlardan oluşan değerlerin şişmesi, aslında üretim sürecinde açığa çıkan krizi parasal değişkenlerle öteleme çabası idi. Ama ne kadar ötelenirse ötelensin balon patlayacaktı. Balonun patlaması, reel olandan bağımsız gibi görünen değerlerin hızla gerçek değere ve bazen de daha da aşağılara düşmesine neden oldu. Bu anda patlak veren kriz, tam da bu nedenden dolayı sermayedarların krizidir. Çünkü hayali olarak yaratılan değerler hızla buharlaşıyor.

 

SERMAYENİN KRİZE KARŞI STRATEJİLERİ

Sermayedarlar hayali olarak yaratılan değerleri korumak için iki yola başvuruyorlar.

İlk olarak, yıllardır kötüler göründükleri ve aslında zaman içinde bu hayali değerlerin oluşmasında da uygun ortamı yaratan devlete/hükümete yönelerek, kurtarma planlarının hızla hayata geçirilmesini istiyorlar. Neredeyse 30 yıldır kamu harcamalarının faiz dışında kısılmasını talep eden sermayedarlar ve onların organik aydınları, şimdi yaratılan hayali paraları kurtarmak istiyorlar. Sağlık, eğitim, barınma gibi insanlar için zorunlu olan alanlarda kısıntıya giden hükümetlerin kurtarma ve çeşitli kamu desteklerinden sonra, sermaye dışı kesimlere daha az kamu hizmeti sunacaklarını söylemek abartılı olmaz. Türkiye gerçeğinde sermayedarlar, nasıl 2001 yılında batan gemiden ilk önce sermayedarların şirketlerini kurtarmak için “İstanbul Yaklaşımı” olarak tanımlanan planı hayata geçirdiler ise, bu günlerde de, şirketlerin nakit ihtiyaçları için önleyici fon ve benzeri tedbirleri hayata geçirecekler.

Sermaye örgütleri, –2001 krizinde de gözlemlendiği üzere– uzun süredir çıkmasını istedikleri yasal düzenlemeleri krizle birlikte daha yüksek sesle talep ediyorlar. Böylece kriz gibi konjonktürel bir durumdan yararlanarak sermayenin uzun erimli çıkarları hayata geçirilmiş olacak. Örnek olarak kıdem tazminatına yönelik talepler, işsizlik fonunu kullanma, istihdam vergilerinden kurtulma, bölgesel asgari ücret gibi istek ve beklentilerini hayata geçirmek için ellerinden geleni yapmaktadırlar.

İkinci olarak, bireysel sermayedarlar, diğer yandan uçup-giden hayali sermayelerin ellerindeki reel sermayeye de sirayet etmelerinden korkarak ya da kaybedilen değerleri yerine koymak için, üretim sürecine ve işçi sınıfına yönelmektedirler. Daha az işçi çalıştırarak daha fazla üretim yapmak istiyorlar. Bu iki anlama geliyor; artan işsizlik ve artan iş yoğunluğu. Diğer yandan, toplu sözleşmede daha az zam ya da “sıfır zam” dayatmak.

İşsizlik ve çalışma koşullarının kötüleşmesi, sermayenin reel, yani üretimden birikim yapmalarını hızlandıracaktır. Yani üretim yeniden kutsanacak. Emek-gücü, verimlilik ve üretkenlik adına, sermaye için daha bir uygun hale getirilecek. Sermayedarların hülyalı rüyası olan işçinin emeğini diğer metalara benzetmek, daha hızlı ve açıktan gerçekleşecek. Tüm yollar üretime açılacak. Ama işçilerin işsiz kaldığı, işini koruyanların da yoksullaştırıldığı bir ortam ile birlikte.

 

İŞÇİ VE EMEKÇİLER NE YAPMALI?

Böylesi bir soruya cevap bulabilmek için öncelikle mevcut tartışmalara ve girişimlere bakmak gerekiyor. Özellikle son üç ayda, bazı sendika ve meslek örgütlerinin ardı ardına programlar açıkladığı bir sürece tanıklık ettik ve ediyoruz. Hazırlanan ve açıklanan programların, genel olarak, işçi sınıfı, emekçiler ve yoksul halk kesimleriyle tartışılmadan ve adeta “uzmancılık” oynanarak, ısmarlama olarak hazırlandıklarını söylemek yanlış olmaz. Elbette bu genel hastalık dışında samimi adımlar da olmuştur.

Gerek 2001 yılında ağırlıklı olarak Bağımsız Sosyal Bilimcilere hazırlatılan Emek Platformu Programı, gerekse de Mustafa Sönmez tarafından hazırlanıp KESK-DİSK-TMMOB-TTB ve Çiftçi-Sen tarafından sahiplenilen “Sosyal Dayanışma ve Demokratikleşme Programı Taslağı”, yapısal olarak sınıftan kopuk ancak “sınıf adına” talep ve önermelerden oluşuyor.

Her iki programın da ortak özelliği, emek adına yola çıkarken, –belki de niyetten bağımsız olarak– sermayeye “makro çözümler” önermeleridir. Öyle ki, ne sanayi üretiminin artırılması, ne yerel yönetimlere daha fazla kaynak aktarımı, ne de dış borçlara çözümler üretmenin, işçi sınıfı ve emekçilerin gündelik somut ihtiyaçlarıyla uzaktan bile ilgisi yoktur. Ancak bu şekilde ortaya çıkan programlar, adeta “atı arabanın arkasına bağlamak” anlamına gelmektedir.

Öte yandan, bu iki program da, “kalkınmacı” ve “kapitalist plâncı” karaktere sahiptir. Söylem üzerine gittiğimizde ortaya çıkan “biz” ifadesi, esasen işçi ve emekçileri değil, tam da sermayenin dillendirdiği “aynı gemideyiz” jargonunu hatırlatır biçimde bir yönsüzlüğe dayanmaktadır.

Kaldı ki, bu hazırlanan programlar, bu özellikleri dışında, sınıfsal karaktere sahip bile olsalardı, yine de “doğru” olmazlardı. Çünkü, en geniş işçi ve emekçi tabanında tartışılmayan ve geniş kesimlerin somut ihtiyaçlarına karşılık gelmeyen hiçbir program gerçekçi olamaz, mücadeleye yön çizemez. Olsa olsa bu tip “iyi” bir program, bazı sendika yöneticilerinin ve bazı emekten yana gözüken siyasal grupların vicdan rahatlatma aracına dönüşebilir.

Bugün açısından işçi ve emekçilerin ihtiyacı, günlük olarak karşı karşıya kalınan işsizlik, yoksulluk, daha ağır çalışma koşulları ve sefalet yaşamına karşı en ileri talepler etrafında örgütlenmektir. “Program” veya “programlar” bu somut hareketin itici gücü olamayacağı gibi, böylesi bir program, sınıf partisinin önderliğinde ve onun doğal parçası olan işçi ve emekçilerin daha ileri bir koşulda ve o günün ihtiyaç ve olanakları üzerinden hazırlanabilir.

Bu iki programın temel felsefesini anlamak için biraz daha yakından bakmak gerekir. Bunlar dışında, Birleşik Metal-İş’in oluşturduğu “Talep ve Mücadele Programı”nı ve yeniden bir emek cephesi girişimini de ayrıca incelemek gerekiyor.

 

EMEK PLATFORMU PROGRAMI

Programın geneli, emekçilerin acil taleplerinden çok, sermaye için krizden çıkış yolları önerisinin ötesine geçmiyor.

2001 yılında, yine kriz koşullarında hazırlanan programın ilk alt başlığı, Mali Sisteme ve Sermaye Hareketlerine Yönelik Kısa Vadede Uygulanması Gereken Politikalar” ismini taşıyor. Bu başlıkta yer alan taleplerden bazıları şöyle:

Yaşanılan krizin ana nedenlerinden biri olan kısa vadeli yabancı sermaye girişleri ve çıkışları, vergi ve para politikası araçlarıyla kontrol altına alınmalı ve bu doğrultuda 32 sayılı kararname yeniden düzenlenmelidir.

– Türkiye’nin kısa vadeli dış borçları uzun vadeye yayılmalıdır.

– Merkez Bankası’nın döviz kuru ve faiz hadlerini birbirinden bağımsız iktisat politikası araçları olarak kullanma olanağı yeniden oluşturulmalıdır.

– Yurtiçi borç stokunun mali sisteme ve giderek tüm reel ekonomiye olan yükünü azaltmak için Hazine, Merkez Bankası ve bankacılık kesimi arasında borcun vadesini uzun döneme yayan ve bu borcun reel faiz yükünü düşüren bir düzenleme yapılmalıdır.

Bu taleplerin ortak özelliği, kriz döneminde emekçilerin ortak çıkarlarına yönelik hiçbir içeriğe sahip olmamalarıdır. Bu taleplerle, “kriz” sermayenin krizi olmaktan çıkartılıp “ulusal” bir soruna soyutlanmış ve ekonomik sistemin sınıfsal kökeni görmezden gelinmiştir. Keynesyen para ve vergi politikalarını, ortaklaştırılan krize ilaç olarak sunan program, emekçilerin günlük acil çıkarlarına karşılık gelecek politikalar yerine adeta “sermaye için müdahale” araçları önermektedir. Buraya alıntıladığımız ikinci maddede, borcun uzun vadeye yayılması önerilmektedir. Oysa işçi sınıfı ve emekçiler için önemli olan, yıllar içerisinde halkın geleceğini ipotek altına alan bu borçların nasıl yapılandırılacağı değil, neden ödenmemesi gerektiğinin anlaşılması ve anlatılmasıdır. Öte yandan, Merkez Bankası bağımsızlığı önerisiyle, esasen ekonomik işleyiş ile politik sistemin sanki ayrı var oluşlar olduğu gibi bir görüntü sunulmaktadır. Bu söylemin, “ekonomiye politika karıştırmayın” diyerek devlet ihale sistemi ve diğer araçlarla sermaye birikimine yön verenlerin söyleminden hiçbir farkı yoktur. Bağımsızlaştırılmış Merkez Bankası demek, toplumsal denetim ve toplumsal çıkarlardan kopartılmış ve sermayenin günlük taleplerine uygun adımları hesapsızca atan Merkez Bankası demektir. Günümüzde neo-liberal saldırganlığın en önemli araçlarından biri bağımsız(!) yani denetimsiz ve kuralsız ekonomik kurumlardır.

Emek Platformu Programının ikinci alt başlığı “İktisadi İstikrar ve Sosyal Adaleti Sağlamak İçin Uygulanması Gereken Politikalar adını taşıyor. Bu alt başlık altında sıralanan taleplere geçmeden önce, başlıkta yer alan “İktisadi İstikrar” kavramına daha yakından bakalım. İktisadi veya ekonomik istikrar politikaları, amaç olarak belli makroekonomik değişkenlerde ortaya çıkan sapmaların giderilmesine yönelik uygulanacak politikalardır. Bu makroekonomik değişkenlerin en önemlileri; fiyatlar genel düzeyi, büyüme ve ödemeler bilançosudur. İstikrar politikaları, kendi içinde, ortodoks, heteredoks ve tedrici olarak üçe ayrılır. Bu üç yöntem, kullandığı araçlar açısından farklılık gösterse de, amaç olarak bahsettiğim makroekonomik değişkenlerde ortaya çıkan sapmaları (enflasyon, düşük büyüme hızı ve ödemeler bilançosu açığı gibi) ortadan kaldırmayı hedeflerler. Bu hedefleri gerçekleştirmek için uygulanan politika araçlarının ilk yansımaları; reel ücretlerin düşürülmesi, istihdam olanaklarının azalması, devalüasyon, kamu harcamalarının kısıtlanması ve vergi oranlarının artırılmasıdır. Bunların tamamı, işçi ve emekçilerin daha fazla yoksullaşmasına, işsiz kalmasına ve daha ağır koşullarda çalıştırılmasına yol açar. Aslında, ülkedeki emekçiler, “İstikrar Programı”nın ne anlama geldiğini iyi bilirler. Ne zaman kapitalist ekonomik sistem tıkınmaya başlasa, hükümetler yeni bir İstikrar Programı açıklarlar. Açıklanan programlar, adeta tıkanıklığın faturasını emekçilerin sırtına yıkmak için uygulanacak politikaların ilanıdır. Bu gözle bakıldığında, emekçiler adına hazırlanan bir programda “iktisadi istikrar” sağlanmasının dert edinilmesi anlamsızdır. Ya da anlamı, emekçilerin karşıya alınmasıdır. Başlıkta yer alan “Sosyal Adalet” kavramı ise, işçi sınıfı ve emekçiler için “sadaka ekonomisi” anlamına gelir. Refah devleti ve sosyal adalet kavramları Keynesci yaklaşımın dilidir. Kapitalist artığın yaratıcısı olan emekçiler, hakları olan daha fazla gelir ve onurlu çalışma koşullarını, “sosyal”(!) bir yardıma dönüşmeden, doğrudan talep edebilmelidir.

Alt başlık altındaki taleplere baktığımızda, bir kısmı programın hazırlandığı 2001 yılına özgü çeşitli sosyal ve özlük haklarına yöneliktir. Bunların büyük kısmı güncelliğini yitirmiştir. Ya programın adı “2001 yılına özgü olarak emek platformu programı” olarak tekrar isimlendirilmeli ya da programda yer alan bu talepler değiştirilmelidir. Başlıkta yer alan 13 talep, esas olarak kamu disiplinine odaklanmıştır. Bunun dışında, doğru talepler bulunmakla beraber, –özellikle mi bilmiyorum– edilgen bir üslup tercih edilmiştir. Örneğin “Öncelikle 21 Şubat 2001 tarihli krizin ülke ekonomisi ve çalışanlar üzerindeki tahribatı ve etkileri tespit edilmeli, sorumlularından hesap sorulmalıdır” ifadesi, zihnimde birkaç soruyu ardı ardına sıralamaktadır: “Kim tespit etsin?”, “nasıl hesap sorulsun?”, “neden çalışanlar deniyor da, işçiler, emekçiler, işsizler, yoksullar denmiyor?”, “adı emek programı olan bir program emek kelimesinden mi çekiniyor?” Bu sorular uzar gider, ama uzatmayalım. Bu ifade yerine şöyle desek, “biz işçiler, emekçiler ve yoksul halk yığınları olarak, kapitalist kâr hırsıyla yaratılan krizin faturasını ödemeyi reddediyoruz”, nasıl olur?

Aynı alt başlıkta başka bir ifadeye bakalım: “Kamu kaynaklarının adaletsiz, dengesiz, kamu yararı gözetilmeden kullanılmasına neden olan ve bir toplumsal hastalığa dönüşen yolsuzluk olaylarına karşı yönetsel, yargısal ve toplumsal denetim aracılığıyla mücadele edilmelidir”. Yolsuzluk her şeyden önce yönetsel bir olgudur. Bu olguyu toplumsal bir hastalık olarak görüp, üzerinden de “hep beraber” mücadele çağrısı yapmak, kapitalist ekonominin zaten “yolsuzluk ekonomisi” olduğu gerçeğini görmemek ya da görüntüyü bulanıklaştırmaktan başka bir anlam ifade etmez. Farklı tanımları olsa da, en genel ifadeyle yolsuzluk, yönetenlerin kamu kaynaklarını kamu yararı dışında kullanması olarak kabul edilir. Öyleyse bu talebin, yolsuzluğun nedeni ve çözümü üzerinde daha dolaysız ve cüretkâr bir anlatımla değiştirilmesi gerekir.

Emek Platformu Programının üçüncü alt başlığı, “Kalkınma Politikaları” adını taşıyor. “Kalkınma” kavramının kapitalist ekonomik sistem içerisinde ne anlama geldiğine 6 Eylül tarihli yazımda değinmiştim. Kısaca tekrarlamak gerekirse; kapitalist ekonomik sistemde kalkınma, “kapitalist gelişme” ile aynı anlamdadır. Kapitalist ekonomik sistemde emek-değer teorisi geçerli olduğuna göre, kalkınma yönünde atılacak her adım, ancak işçi ve emekçileri daha fazla sömürerek mümkün olabilir. Dolayısıyla, böylesi bir ekonomik sistem içerisinde “kalkınma” kavramına uhrevi anlamlar yükleyip, sanki toplumsal yarar ortaya çıkıyormuş gibi göstermek, şaşırtmaca olur. Dahası, kendinizi, “iyi sermaye”-“kötü sermaye” ayırımı yaparken bulabilirsiniz.

Bu alt başlıkta yer alan taleplerde; teknolojik determinizm, kalkınmacılık ve kapitalist plâncılığa övgü dolu satırlar buluyoruz. Bazı taleplere bakalım:

Devletin ekonomik ve sosyal fonksiyonlarını yeniden kazanması ve geliştirmesi, Türkiye’nin geleceğini planlama yetilerini yeniden kazanmasıyla mümkündür. Devletin ekonomiye müdahale araçları güçlenmeli, ulusal egemenliğin araçları ulusötesi sermayenin denetimine sokulmamalı, yatırımcı ve üretimci sosyal devlet güçlendirilmelidir. Özel sektör için yönlendirici, kamu sektörü için bağlayıcı plânlama, bölgesel ve sektörel bağlantıları etkin bir şekilde oluşturularak başlatılmalıdır.

Bu satırlar, 1960’lardan itibaren “sol” eğilimli birçok aydının içine düştüğü kapitalist plânlama hastalığının tezahürüdür. Özellikle özel sektör için yönlendirici, kamu sektörü için bağlayıcı plânlama” ifadesi, adeta beşer yıllık kalkınma plânlarından birinin içinden kesilip bu metine yapıştırılmış gibidir. İşçi ve emekçiler açısından önemli olan, sermayenin kamu veya özel kesim elinde birikmesi ya da yabancı veya onun işbirlikçisi olmasından çok; genel olarak sermayenin emek üzerindeki amansız tahakkümüdür. Bu durumun değişmesini talep etmek yerine, sömürenin A yerine B olmasını tartışmak ve talep etmek anlamsızdır. Ya da anlamlıdır, ama anlamı, işçi ve emekçilere, sömürenin A ya da B olmasını dayatmaktır.

Ülkemizin bilim ve teknoloji politikaları temelinde, ulusal stratejik kalkınma programlarını uygulayabilmesi için eğitim sisteminde, tüm çalışanların çalıştıkları alanda her türlü üretim bilgisine sahip, araştırıcı özellikleri gelişmiş, nitelikli insan gücünü yaratmayı hedefleyen, yapısal bir reform gerçekleştirilmelidir.

Erken kapitalist dönemde ortaya çıkan teknolojik yeniliklerin ücretli emek-sermaye ilişkisine ilk yansıması; görece niteliksiz ve ucuz emek-gücü sömürüsünün artırılması olmuştur. Öte yandan üretim süreci içinde, teknolojik yenilikler, nispi artık değer yaratımının aracı olmaktan başka bir işleve sahip değildir. Yeni teknolojiler daha nitelikli emek gücü kullanmayı zorunlu kılmadığı gibi, sermaye için üretimi daha niteliksiz emek gücüyle sürdürme olanağı sunar. Üretim için geliştirilen makinelerin hareketlerinde somutlaşan toplumsal emektir ve sermaye, bu toplumsal emeğin yarattığı bilgiyi, –karşılığını ödemeksizin– makinesinde kullanmaktadır. Hal böyle olunca, yeni üretim teknolojilerini, toplumsal refahı artıran bir güç olarak görüp, bunun üzerinden emek kesimine “nitelikli insan gücü” olmasını tavsiye etmek, olsa olsa, sermayenin öz örgütlerinin işidir. Onlar bunu gayet iyi yapmaktadırlar, hatta zaman zaman bazı işçi sendikaları da düzenledikleri eğitimlerle (toplam kalite vs.) onlara destek olmaktadır. Ayrıca emek programında “emek gücü” yerine “insan gücü” ifadesinin kullanılması da, genel olarak bu programın nasıl bir yabancılaşma içerisinde olduğunun göstergesidir.

“-  Türkiye stratejik öngörüyle insan kaynakları planlamasını da göz önüne alarak ulusal politikalarını belirlemelidir. Bilim ve teknolojide yetkinleşme ve bunu ülkemiz ölçeğinde toplumsal ve ekonomik faydaya dönüştürme isteğiyle; sistemik bütünlülük, siyasi kararlılık, süreklilik içerisinde ulusal bir strateji saptamalıdır.

Bu ifade, günümüzde “ulusal yenilik (inovasyon) sistemi” olarak bilinen teknolojik indirgemeci ve kapitalist kalkınmacı yaklaşımın yansımasıdır. Bu yönde izlenen politikaların en bilinenleri; üniversite-sanayi işbirliği adıyla bilim alanının sermayeye açılması, öte yandan tekno-kent, tekno-park projeleri ve fikri-sınai mülkiyet uygulamaları ile toplumsallaştırılması gereken teknolojilerin belli sermaye gruplarınca ele geçirilmesinin sağlanmasıdır. Emek adına hazırlanan bir programda bu taleplerin olması doğru değildir.

Aynı başlık altında yer alan diğer bazı taleplere de bakalım.

İthal edilen malları ülkemizde üretmeye, ihracatı arttırmaya yönelik yatırım projeleri teşvik edilmelidir.

Bu talep, doğrudan işçi ve emekçilerin günlük çıkarlarıyla bağlantılı olmasa da, ülke ekonomisinin yatırım ve ticaret politikalarıyla ilgilidir. Önerilen, ithal ikâmeci yatırım politikalarıyla, ihracata dönük sanayileşmenin karışımıdır. İlk olarak 1930’larda, ama daha sonra ağırlıklı olarak 1962-1980 arasında uygulanan ithal ikâmeci sanayileşme politikaları, ülkenin ara ve yatırım mallarındaki dış bağımlılığını artırmıştır. Alt yapıdan yoksun şekilde ithal edilene rakip imalât alanları oluşturulduğu için, bu imalât alanları “montaj” hattını geçememiştir. Nihai mal (ikinci kesim meta) bağımlılığı, ara malı (birinci kesim meta) bağımlılığına dönüşmüştür ki, bu durum, ilkinden daha sakıncalıdır. Günümüzde “ihracat şampiyonu” ilan edilen sanayinin ithalat bağımlılığını beraberinde hızla artırmasının önemli bir sebebi bu politikalardır. İşçi ve emekçiler açısından ise, ihracata yönelik alanlardaki istihdam, genellikle –rekabet bahanesiyle– düşük ücretlerle ve güvencesiz olarak gerçekleşmektedir. Her ne kadar 24 Ocak 1980 Kararları ile ihracata yönelik sanayileşme politikalarına geçilmişse de, günümüzde, –tam da Emek Platformu Programı’nda önerildiği gibi– her iki politika bir arada yürütülmektedir. Bu yanıyla bakıldığında, burada bahsi geçen talep, mevcut durumun onaylanmasından başka bir anlam taşımaz.

Aynı başlıkta yer alan bir başka talep de şöyle:

Rekabet Kurulu imalat ve hizmet sektörlerindeki işletmelerin minimum etkin ölçekle çalışmalarını sağlayacak, firma birleşme, yatırım koordinasyonu, yeni firmaların sektöre girişini sağlayacak teşvik veya zorlaştırma gibi uygulamalar yapmalıdır.

Bu talebin de, işçi ve emekçilerin günlük, acil ihtiyaçlarıyla yakından veya uzaktan ilgisi yoktur. Kapitalist rekabet ve kâr alanları olan piyasaların sermaye grupları arasındaki dengeler bağlamında düzenlenmesi talebi, sermayenin öz örgütlerinin talebi olabilir. Onlar, bu taleplerini, en yüksek sesle her yere zaten duyurmaktadırlar. Ayrıca emek cephesinden bir desteğe ihtiyaçları olduğuna inanmıyorum.

Bir başka talepte, “Bölgesel kalkınma politikaları yeniden canlandırılmalı, bölgelerarası dengesizliklerin giderilmesi sağlanmalıdır” ifadesi bulunmaktadır. Bu ifade ile, TÜSİAD’ın geçtiğimiz haftalarda açıkladığı “Türkiye’de Bölgesel Farklar ve Politikalar” isimli rapordaki ifadeler aynı öze sahiptir. Bölgelerarası dengesizliğin giderilmesi için(!) örgütlenen “Bölgesel Kalkınma Ajansları”nın nasıl o bölgelerin emek gücü ve doğal kaynaklarını sömürme araçlarına dönüştüğünü sanırım herkes görmüştür. Ayrıca daha önceki tarihlerde uygulandığı iddia edilen “bölgesel kalkınma politikaları” nelerdir? Bunların Emek Platformu Programı’nı hazırlayan sosyal bilimcilerce cevaplanması gerekir. Yoksa bu da, “kapitalist plâncılık” yıllarına bir özlemin ifadesi midir? “Kalkınma Politikaları” başlığındaki talepleri alt alta sıralayınca, “kapitalist kriz koşullarında ortaya çıkacak faturayı ödememek için neler yapmalı, neleri talep etmeli?” sorusundan ziyade, “sermayenin krizini aşması için emekçilere hangi görevler düşüyor?” sorusuna karşılık gelmektedir.

1999 yılında 17 emek örgütü (ağırlıklı olarak konfederasyonlar) tarafından oluşturulan Emek Platformu, hem Türkiye hem de dünya emekçileri için önemli bir örnektir. Ancak, emek cephesinde birlik fikrinin doğru olması, bu birliğin şeklinin ve programının da a priori (ön kabullü olarak) doğru olacağı ya da günümüz açısından doğruluğunu koruyacağı anlamına gelmez. Nitekim, Platform’un 2001 krizi sonrası bir grup sosyal bilimciye hazırlattığı programı, bugün açısından işçi ve emekçilerin “emek programı” olmaktan çok uzaktır.

 

SOSYAL DAYANIŞMA VE DEMOKRATİKLEŞME PROGRAMI TASLAĞI

KESK-DİSK-TMMOB-TTB ve Çiftçi-Sen tarafından, tabanda tartışılmadan, adeta “iş bitiricilikle” açıklanan ve ardından ortaya çıkan eleştiriler karşısında, “taslaktı daha tartışıyoruz” denilen program, İktisatçı Mustafa Sönmez’e hazırlatıldı. Aslında 2008 bahar aylarında, Mustafa Sönmez, bu programın öncelini kendi adıyla duyurmuştu. “Krize Karşı Sosyal Dayanışma Programı” adını verdiği program önerisi, yukarıda eleştirdiğimiz Emek Platformu programının iyi olmayan bir benzerinden ibaretti.

Öncelikle o programdaki belli başlı talepleri inceleyelim.

Sönmez, öncelikle makroekonomik tahlil yapmaktadır. Bu tahlil içerisinde, 2001 sonrası büyümeyi “hormonal” olarak tanımlamaktadır. Dolayısıyla, büyümenin, gerçek(!) büyüme olmadığını anlatmaktadır. Tahlilin devamında ise, “2001 krizi sonrası girilen büyümenin omurgası, ucuz tutulan dolar kuru ile artan ölçüde Asya’dan ithal girdi sağlayıp, bunu ucuzlatılmış işgücü ile Türkiye’de son ürün haline getirip, AB’ye ihraç etme ekseni üstüne kurulmuştu. ‘Asyalaşma’ da denilen bu yoksullaştırıcı süreç, kâr marjı düşük ve tek kozu düşük reel ücret olduğu için Türkiye kapitalizmine sermaye birikimi sağlayamamaktadır.(Cumhuriyet Gazetesi, 19 Ağustos 2008) demektedir.

Şimdi şöyle bir soru soralım: Türkiye’de büyüme olmadıysa, nasıl büyüme rekorları kırıldığı söylendi? Diyelim ki, kullandıkları veriler yanlıştı. Ama bu yanlış verilerle, örneğin yüzde 6’lık büyümeyi yüzde 7 gösterirsiniz, yüzde 1’i yüzde 7 gösteremezsiniz. Bunu da geçelim, özellikle sanayideki ilk 500 firmanın üretim artışlarına baktığımız zaman, “KOÇlar gibi” büyüdüklerini görüyoruz. Elbette bu büyüme, ağırlıklı olarak, “Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı”nın (GEGP) temel hedefi olan, “verimlilik artışına dayalı büyüme” stratejisiyle uyumlu olmuştur. Yani, sermaye kesimi reel anlamda büyümüştür, ancak bunu, daha fazla işçi çalıştırarak değil, mevcut çalışanları daha fazla sömürerek, nispi artık değer yaratarak sağlamıştır. Bu durum da, –özellikle gençler arasında– işsizliğin kronikleşmesine yol açmıştır. Ancak bu durumlar, bizi, büyümenin aslında olmadığı sonucuna götürmez.

Yukarıda alıntıladığımız ifade içerisinde, Sönmez, mevcut “Asyalaşma” tipi üretim sürecinin Türkiye kapitalizmine sermaye birikimi sağlayamadığından bahsetmektedir. O zaman şu soruyu soralım: Önerdiğiniz program (krize karşı sosyal dayanışma), emekçilerin küresel kapitalist kriz karşısında ne tür talepler etrafında birleşmeleri ile mi ilgili, yoksa kapitalistlerin nasıl daha fazla sermaye birikimi sağlayabilecekleri ile mi?

Tahlilin devamında, –değindiğimiz Emek Platformu Programı’nda olduğu gibi– “ulusal kalkınmacılık” bakış açısıyla kapitalist krizemakro çözümler” sunulmaktadır.

Emekçilerin neler talep etmesi gerektiği konusunda, Sönmez’in programındaki bazı öneriler ile devam edelim.

Öncelikle “Kriz şartlarında istihdam azaltmayı caydırıcı önlemler geliştirilmeli, keyfi tensikatlar sendikalarla işbirliği içinde önlenmelidir” ifadesine bakalım. Tensikat (işten çıkarma), sermayenin kapitalist kriz dönemlerini de bahane ederek başvurduğu bir yoldur. Dolayısıyla hemen hemen her zaman zaten keyfidir. Kesinlikle karşı çıkış gerektirir. Ancak bu ifade, mevcut haliyle cılız ve anlaşılmazdır. Örneğin, caydırıcı önlemleri kimler geliştirmeli? Sendikalarla işbirliği içinde olması gereken kimdir? Bu sorular yanıtlandığında belki bu talep daha anlamlı hale gelebilir.

Bir başka talep ise şöyle: “Turizm başta olmak üzere istihdama olumlu katkıları olacak sektörler desteklenmelidir.” Sönmez, turizme özel bir önem atfetmektedir. Bunu sadece bir cümle üzerinden söylemiyor, bu konuda yazdıklarını da göz önüne alıyoruz. Turizm sektörü; kayıt dışı istihdamın, ağır ve mevsimlik çalışma koşullarının ve en düşük ücret seviyelerinin geçerli olduğu bir sektördür. Bu haliyle bakıldığında, öncelik talep edilmesi gerekecek en son(!) sıradaki sektörlerden biridir. Öte yandan, yeni Orman Yasası ve benzeri düzenlemeler de göz önüne alındığında, ülke kaynakları ve doğal çevre açısından da tahribat alanıdır. Bu talep de, emekçilerden çok sermaye kesiminin dillendirebileceği özelliktedir.

Sönmez, bir başka başlıkta, az gelişmiş bölgeler için “Doğrudan Gelir Desteği” önermektedir. Bu desteğin kadınlara yapılması gerektiğini, çünkü erkeklerin parayı kendileri için harcayabileceklerini söylemektedir. AKP’nin bugün uyguladığı “sadaka ekonomisi” de, bunu öngörmektedir. İnsanlara onurlu bir yaşam sürmeleri için istihdam garantisi vermek yerine devlet veya belli dernekler aracılığıyla parasal veya ayni yardımda bulunmak, yoksulluğun giderilmesine değil, ancak, yoksulluğun yönetilmesine(!) katkı sağlar. Bu durumda, işsizliğin olduğu gibi, yoksulluğun da piyasalaştırılmasını getirir.

Bu programın “geliştirilmiş”(!) hali olan “Sosyal Dayanışma ve Demokratikleşme Programı”nda farklılaşan birkaç talebi inceleyerek devam edelim.

İlk dikkat çeken talep şöyle: “Emek ve Meslek Örgütlerinin katılımıyla yeniden ‘Beş Yıllık’ ve ‘Yıllık Plânlar’ yapılmalıdır.” Programın sahibi konfederasyon ve meslek odalarının yöneticileri, kapitalist plânlama konusunda ne kadar samimi olduklarını göstermektedirler! Tüm ekonomik, sosyal ve siyasal saldırılara karşı, sermayeyle kol kola ülkenin üretim stratejilerine destek olacaklarını ilan etmektedirler. Aslında bu yeni bir durum da değildir.

Günümüzde neredeyse tüm kamu hizmeti alanlarının parçalara ayrılıp yerli ve yabancı sermaye gruplarına ihale edildiği koşulların yasal zeminini oluşturan GATS (Hizmet Ticareti Genel Anlaşması) için, Türkiye hükümeti, imzacı olmadan evvel, birçok meslek örgütünden fikir almıştı. Bunlardan birisi de, TMMOB’dir. TMMOB’nin görüşleri, –çok beğenilmiş olacak ki– “9. Beş Yıllık Kalkınma Planı” kitabında basılmıştır. TMMOB yönetimi, bu basılı görüşte, GATS’ın ülkemiz için ne kadar faydalı olabileceği konusunda dem vurmuştur. Daha sonraki süreçte ortaya çıkan “yetkin mühendislik” tartışmaları temelsiz değildir.

Bir başka talep ise şöyle: “İç ve dış borçlar yeniden yapılandırılmalıdır.” Yukarıda, Emek Platformu Programı için yaptığımız eleştirilerin tamamı bu talep için de geçerlidir. Geleceği ipotek altına alacak, daha fazla faizle devlet ve özel kesim sermaye borçlarının ötelenmesi talebinin, işçi, emekçi ve yoksul halk kesimlerinin acil ihtiyaçlarıyla uzaktan bile ilgisi yoktur.

Bir başka talep ise; İhracatın bileşimi değiştirilerek, yüksek katma değerli ve ileri teknoloji ürünlerin ihracatını olanaklı kılacak plânlama, organizasyon ve finansman sağlanmalıdır” biçiminde. Programı hazırlayanlar ve sahiplenenlerin, işçi ve emekçilerin somut taleplerini göremeyecek kadar kendi kitlelerinden bile kopuk oldukları gerçektir. Ancak bir başka gerçek daha vahimdir; sermayenin taleplerini çok iyi takip etmiş ve görev addedercesine bu talebi olduğu gibi kendi listelerine eklemişlerdir. Emek Platformu programında da yer alan “teknolojik indirgemeci” bu yaklaşım, işçi ve emekçiler üzerinde uygulanan nispi artı-değer sömürüsünü meşrulaştırmaktan başka bir anlam taşımamaktadır. Sönmez’in dem vurduğu “Asyalaşma”nın esasen bu taleple birlikte nasıl savunulduğunu, acı ve tarihi bir not olarak görmekteyiz. “Yüksek katma değer” üretimi, ancak ve ancak, yüksek artı-değer sömürüsüyle olanaklıdır. Bunu sağlayacak “plânlama” ve “organizasyon” ise, esnek çalışma sistemlerinin, kalite kontrol çemberlerinin, yalın üretim sistemlerinin hayata geçirilmesiyle mümkündür. Program hazırlayıcılar ve sahiplenenlerin dünyası, –en sade deyişle– emeğin dünyasıyla hiç benzeşmemektedir, farklıdır.

Başka bir talep şöyle: Emeğin dolaşımını engelleyen her türden anlaşma ve organizasyondan çıkılmalıdır.” Bu talebi, yukarıdakiler gibi, iyi niyetle, “bilmemeye” veya “görmemeye” bağlamak mümkün değil. Bu yaklaşım, neo-liberal politikaların yükseldiği ve sermayenin –daha fazla sömürü için– serbestçe dolaşımının sağlandığı “kapitalist küreselleşme” döneminde, tam da sermayenin “artık tek dünya düzeni var kabul edin” söylemi üzerinden, görev bilirmişçesine, yılgınlığın ve kaçkınlığın teorisini üreten liberal ve “özgürlükçü sol”un programdaki etkisini göstermektedir. Emeğin serbest dolaşımını savunmak demek, Polonya’dan İsveç’e giden işçinin sekizde bir ücretle çalışmasını ve böylece İsveç’li ve Polonya’lı işçilerin sınıf-içi çatışmanın parçası olmasını savunmak demektir. Emeğin serbest dolaşımını savunmak demek, Hindistan’da bilgisayarının başında çizdiği projeyi Türkiye’de 100 dolara satan Hintlinin, Türkiye’deki meslektaşını işsizliğe itmesi demektir. Emeğin serbest dolaşımını savunmak, mevcut sömürü düzenini kabullenip, tüm alternatifleri baştan kaybetmek demektir. Böylesi bir talebi işçi ve emekçilerin karşısına çıkarmak ise, başlı başına “sınıftan kaçış”ın bayrakçılığına soyunmaktır.

Bunların dışındaki taleplerin bir kısmı yukarıda değindiğimiz konularla birebir örtüşmektedir. Bu sebeple ayrıntılandırmayacağız. Öte yandan, bu program içerisinde “demokratikleşme ve insan hakları” başlığı altında yer alan talepler, gerçekçi ve gerekli olmakla birlikte, bunlara, adeta “paket program” hazırlama kaygısıyla yer verildiği belli olmaktadır. İşçi, emekçi ve yoksul hak kesimlerini sermayenin krizinin faturasını ödemekten kurtaracak, kendi örgütlülüğü ve mücadele azmidir.

 

TALEP VE MÜCADELE PROGRAMI

Hazırlanan programlar içerisinde hem yöntem olarak hem de örgütlenme ve mücadele çağrısı açısından en gerçekçi olanı, Birleşik Metal İşçileri Sendikası tarafından, çeşitli sendika temsilcileri ve emekten yana akademisyenler tarafından tartışılarak ortaya çıkartılan, “Talep ve Mücadele Programı”dır. Her ne kadar başlığında “program” ifadesi yer alsa da, aslında hazırlanan metin, sermayenin krizi karşısında birleşik mücadele çağrısı ve mücadelenin eksenine oturan ve yükseltilmesi gereken başlıca taleplerden oluşmaktadır. Bu noktada, mevcut metnin, en geniş kesimlerde tartışılması ve hem yerel/ulusal eylemelerde hem de en küçük birimlerde tartışılarak sahiplenilmesi önemlidir. Bunun yanında, elbette bu metnin de işçi ve emekçilerin somut taleplerine tam olarak karşılık gelmesi için –diğerlerinde olduğu gibi– eleştirilmesi elzemdir.

Metnin geneli şu şekildedir:

 

Kriz sermayenin Krizi, Faturayı Biz Ödemeyeceğiz…

Biz işçiler, emekçiler, kadınlar, işsizler, üretici ve topraksız köylüler ve yoksul halk kesimleri olarak diyoruz ki: Kriz sermayenin krizidir, faturayı biz ödemeyeceğiz.

Emperyalist ülkelerde finans alanında patlak veren, kapitalizmin büyük krizlerinden biriyle karşı karşıyayız. Finans alanına yatırılan değerler, üretim sürecinde artı-değer sömürüsünden elde edilen değerlerdir. İşçi ve emekçilerin yarattığı artı-değeri yeniden üretime yatırmak giderek güçleşmiş ve sermaye finansal alana yönelmiştir. 1970’lerde başlayan bu eğilim son dönemde hızlanmış ve finans balonu giderek şişmiştir. Şişen balonun patlaması kaçınılmazdı ve sermaye kendi doymak bilmez hareketinin sonucunda krizle karşı karşıya kaldı.

Kriz, finans alanının krizi olarak görünmekle birlikte, asıl olarak kapitalist üretimin krizidir. Ve krizin üretim alanındaki sonuçları şimdiden ortaya çıkmaya başladı. Sermaye yasal dayanak ve fiili uygulamalarla, her krizde işten çıkarmalarla, reel ücretleri düşürerek, dolaylı vergileri arttırarak, sosyal hakları gerileterek, batan bankaların zararlarını toplumun sırtına yükleyerek faturayı işçi sınıfı ve yoksul halka çıkarmaya çalışıyor. Bunun can alıcı sonuçlarını en son 2001 krizinde yaşadık. Sermaye, bugün de, işten çıkarmaları, sıfır zammı, ücretsiz izinleri, kazanılmış ekonomik ve sosyal hakların gaspını gündeme getirmeye başlamıştır.

Uyarıyoruz…

Krizin faturasının, işçi ve emekçilere kesilmesine izin vermeyeceğiz.

Çağrımızdır…

Tüm sendikaları, demokratik kitle örgütlerini ve emekten yana güçleri kapitalizmin krizinin sonuçlarına karşı birlik olmaya ve mücadele etmeye çağırıyoruz.

İstiyoruz:

Krizde gasp edilmek istenen çalışma hakkımızı savunacağız:

      İşten çıkarmalar, mevcut haklar korunarak, iş yoğunluğu arttırılmadan, yasaklanmalıdır. Bu süreçte işten çıkarılanlar işlerine iade edilmelidir.

      Çalışma süreleri, ücret kaybı olmadan ve çalışma koşulları ağırlaştırılmadan 40 saate düşürülmelidir.

      Devlet, çalışmak isteyen herkese insan onuruna yakışır bir iş garantisi vermelidir.

            Çalışamayacak durumda olanların temel ihtiyaçlarını karşılayacak bir gelir sağlanmalıdır.

      Taşeron sistemi, güvencesiz çalışma, geçici çalışma sözleşmeleri ve uygulamaları yasaklanmalıdır.

      İş kazaları ve meslek hastalıklarına neden olan ortamlara izin verilmemelidir.

      İşsizlik fonunun sermaye ve devlete aktarılmasına son verilmeli; fondan yararlanma koşulları işçilerin lehine değiştirilerek, işçilerin ihtiyaçlarına aktarılmalıdır.

İnsanca yaşamak istiyoruz.

      Doğal gaz, elektrik, su, gıda, kira, ulaşım, eğitim, sağlık gibi temel ihtiyaçları karşılayan mal ve hizmetlere yapılan zamlar geri çekilmelidir.

      İşçilerin ve emekçilerin kredi kartı borçlarına uygulanan faizler iptal edilmelidir.

      Temel ihtiyaç mallarına konulan dolaylı vergiler tamamen kaldırılmalı; varlıklı kesimler ve büyük şirketlerden alınan vergiler arttırılmalıdır.

      Asgari ücret vergiden muaf tutulmalıdır.

      Kriz dönemlerinde küçük esnaftan vergi alınmamalı, stopaj uygulamasına son verilmelidir.

      Mali disiplin uygulamaları kaldırılmalı, bütçeden sermayeye değil emekçilere kaynak aktarılmalıdır.

      Kriz sürecinin olumsuzluklarını daha fazla yaşayacak olan kadınların özgül talepleri göz önünde bulundurulmalıdır.

            Örgütlenme önündeki her türlü engel kaldırılmalıdır.

Çağrımızdır…

Bugün, açık ki, işçi ve memur sendikaları, meslek birlikleri, emekten yana güçler, bütün örgütsüz kesimler, hepimiz bir araya gelmek, güçlerimizi birleştirmek zorundayız.

2001 krizi sonrasındaki kayıplarımızı unutmadık.

Yeniden yaşamamak için …

İşçi sınıfının örgütlü ve örgütsüz tüm kesimlerini kapsayan, Enternasyonalist dayanışmayı güçlendiren bir mücadeleyi başlatmak üzere ilgili tüm kişi ve kurumları bir arada olmaya çağırıyoruz.

BİRLEŞİK METAL-İŞ SENDİKASI

Genel Yönetim Kurulu

 

 

Bu çağrı metninde, hem somut taleplere yer verilmiş olması ve hem de mücadele çağrısının yükseltilmesi önemlidir. Ancak, bu metnin de, diğerleri gibi sınıftan kopmamasının tek koşulu, eleştirilerek sahiplenilecek yönlerinin sahiplenilmesi ve hem yerel hem de ulusal platformlarda tartışılabilmesidir.

 

SONUÇ

Finansal alanda ortaya çıkan bunalımın gerçek sebebi, kapitalist aşırı birikim sisteminin tıkanmasıdır. Bu süreçte kapitalistler arası yeniden paylaşım çatışması, kapitalistin kapitalisti mülksüzleştirmesine yol açıp sermayenin merkezileşmesi sorununu daha görünür kılacakken, öte yandan da, artı-değer üretiminin sürdürülebilmesi ve dolayısıyla kapitalist üretim biçiminin devamı için işçiler ve diğer emekçi kesimlerin baskılanmasına yönelik uygulamalar artacaktır. Bu baskılama, üretken sermayenin kendi kendine gerçekleştirebileceği sömürünün ötesinde, kapitalist devletler tarafından oluşturulacak yeni yasalar ve fiili müdahalelerle mümkündür.

Müdahalelerin biçimi iki boyutlu olabilir. İlk olarak, erken kapitalistleşen ülke devletleri, geç kapitalistleşen ülke devletlerini, yeni bazı ticaret anlaşmaları ve gerektiğinde askeri müdahalelerle kendi birikim alanlarına katmaya çalışırken; ikinci olarak, ulusal düzeyde de, devletlerin, bunalım öncesine göre çok daha fazla baskıcı yöntemler ve rejimler aracılığıyla sermaye birikimine yön verici adımlar atması beklenebilir.

Bu saldırılar karşısında işçi ve emekçilerin tek kurtuluşu; “program” tartışmalarını artık geride bırakarak, günlük ve ileri mücadele olanaklarını hayata geçirmektir.

Bir yandan yerel “krize karşı dayanışma” platformlarının hızla yaygınlaşması, diğer yandan ise yerel ve ulusal ölçekli “krize karşı” eylemlerin yapılıyor olması ve daha da önemlisi, işçilerin kriz bahanesiyle işten atmalara karşı gösterdikleri direnç, krizin faturasının bu krizin sahibi olanlara ödettirilebileceğini göstermektedir.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑