Newroz kutlamalarına yönelik yasaklama ve saldırılar, Kürt sorununun çözümü adına açıklanan “yeni strateji”, Nisan başında İstanbul’da yapılacak “Suriye’nin Dostları” toplantısı AKP Hükümetinin içeride ve dışarıda gerilim ve çatışmaya dayalı siyaseti sürdürme ısrarını ortaya koymaktadır. Ancak dizginsiz bir devlet terörüne rağmen yüz binlerin gerici ablukayı kırarak Newroz bayramını kutlaması ve Suriye’ye müdahale için dayanak yapılmaya çalışılan güçler arasında baş gösteren çatışma ve ayrılıklar, bu politikada çatlaklar oluşturmuş bulunmaktadır. “Yeni strateji”, bu çatlakları kapatmak üzere savaş ve şiddeti daha fazla tırmandırma hesapları üzerinden oluşturulmaktadır. Bu yönelimin en büyük açmazı, karşıtını da güçlendirmesi; barış ve demokrasi mücadelesi önüne kurulan gericilik duvarını yıkacak bir dalganın oluşmasının olanaklarını büyütmesidir.
AKP’nin bugüne kadar kendi politikalarına geniş kitle desteği sağlamak bakımından en önemli avantajlarından biri de, bu politikaları uygularken halkta beklenti oluşturmayı başarmasıdır. Bu “başarı”da muhafazakârından “solcu”suna liberal çevrelerin önemli bir rol oynadığı bilinmektedir. Daha bir ay önce M. Ali Birand, hükümetin PKK/KCK ile müzakerelere başlayacağını, hatta başlamış olabileceğini söylüyordu. Ama süreç giderek halk kitlelerinde beklenti yaratacak boşluklar bırakmayacak bir şekilde ilerlemekte, Hasan Cemal gibi Kürt meselesinde demokratik bir duruş gösteren liberaller bile Başbakan Erdoğan’ın hedefi olmaktan kurtulamamaktadır. Öte yandan Bölge’nin dört bir tarafına yayılan operasyonlar, Suriye sınırına kurulan yüz binlerce kişilik kamplar, AKP Hükümetinin içeride ve dışarıda mücadele halinde olduğu güçlerle çatışmasının daha da derinleşeceğini göstermektedir. Bu mücadelenin önümüzdeki bahar ve yaz aylarında nasıl bir seyir izleyeceğini/izleyebileceğini anlamak bakımından dönüp yaşanan gelişmelere ve yapılan hesaplara bakmak gerekmektedir.
1. TASFİYE POLİTİKALARINA HALKIN YANITI OLARAK NEWROZ
Newroz, yılardan beri Kürt ulusal hareketi bakımından ulusal uyanışın ve ulusal-demokratik mücadelenin sembolü olarak kutlanıyor. AKP Hükümeti, Kürt ulusal mücadelesinin güç ve etkisini gösteren; halkın ulusal-demokratik talepleri sahiplenme düzeyini ortaya koyan bir mücadele günü olarak anlam taşıyan Newroz’un yasaklanmasını, baskılama ve tasfiye politikalarını bir adım öteye taşımak, Kürt hareketine karşı psikolojik üstünlüğü sağlamak yönünde bir hamle olarak gündeme getirdi. Bu yasaklamanın gerekçesi olarak kutlamaların 21 Mart tarihinin öncesine alınmış olması gösterildi, hatta BDP’nin daha kalabalık kitleler toplamak için kutlamaları hafta sonuna aldığı söylenerek aslında yasaklamanın amacının halkın kutlamalara katılımının engellenmesi olduğu da itiraf edildi. Oysa yıllardan beri 21 Mart tarihinden önce de Newroz kutlamaları yapılıyordu ama AKP Hükümeti ilk kez bu kadar açıktan kutlamalara karşı yasakçı ve saldırgan bir tutum ortaya koydu. Bu tutumun nedeni bilinmez değildir. 2009’dan bu yana KCK adı altında sürdürülen operasyonlarda çoğu BDP yöneticisi 7 bine yakın Kürt siyasetçi tutuklandı. Bu operasyonlarla BDP bir “suç örgütü” gibi gösterilerek baskı altına alınmaya ve halkla bağları kesilerek etkisizleştirilmeye, marjinalize edilmeye çalışıldı. İşte Newroz yasağının arkasında ulusal mücadelenin sembolü olan günde bile Kürtleri alanlara çıkamaz hale getirmek; Kürt hareketinin güç ve etkisini kaybettiği mesajını vererek halkın mücadeleye olan inancını kırmak hesabı yatıyordu.
AKP’nin en büyük açmazı, yapılan hesapta Kürt halkının göz ardı edilmesiydi. AKP de öncelleri gibi sorunu devlet ve “örgüt” arasında bir mücadele olarak değerlendiriyor ve askeri-siyasi operasyonlarla Kürt hareketini baskılayarak kendi “çözüm”ünü dayatmayı amaçlıyordu. Ancak Kürt halkı Newroz’da ortaya koyduğu tutumla, meselenin devletle “örgüt” arasında bir mesele olmadığını; anadilde eğitim, demokratik özerklik, anayasal eşitlik taleplerini ulusal talepler olarak sahiplendiğini ve Öcalan’ı da ulusal mücadelenin önderi olarak gördüğünü bir kez daha gösterdi. AKP’nin moral üstünlüğü ele alma ve halksız çözüm planı, her türlü yasaklamaya, polislerin panzerli, gaz bombalı saldırılarına rağmen alanlara akan yüz binler tarafından boşa çıkarıldı. Kürt halkı, yasağı uygulamak üzere geliştirilen dizginsiz teröre rağmen devletin yasağını değil, ulusal hareketin çağrısını dinlediğini ve bu mücadeleyi sahiplendiğini çarpışa çarpışa Newroz alanlarına girerek dosta düşmana ilan etti. Kürtler, 2012 Newroz’undaki tutumlarıyla öncelikle halksız çözüm planlarına ve halka rağmen “çözüm” arayışlarına ‘dur’ demiştir. Demokratik-barışçıl çözümden yana olduklarını ama baskı ve savaş politikalarına da teslim olmayacaklarını göstermiştir. Bu tutumla askeri ve siyasi operasyonların, Kürt ulusal hareketi ile halk arasındaki duygu ve mücadele birliğinin engellenemeyeceği açığa çıkartılmıştır. Öcalan’ın siyasi irade olarak görüldüğü, dolayısıyla sorunun çözümünde belirleyici bir konumda olan Öcalan’la müzakerelerin yeniden başlatılması gerektiği, Öcalan’sız ve PKK’siz çözüm arayışlarının aslında çözümsüzlük politikalarında ısrar anlamı taşıdığını ortaya konulmuştur.
Newroz kutlamalarının yapıldığı günlerde Sosyal Siyasal Araştırmalar Merkezi (SAMER) tarafından Diyarbakır’da yapılan anket, halkın talep ve beklentilerini bütün açıklığıyla gözler önüne sermiştir. Bu ankete göre halkın yüzde 87’isi Kürtlerin talepleriyle ilgili bir referandum yapılmasını istemektedir. Ankete katılanların yüzde 99,6’sı, bugünkü durumdan farklı bir statü talep etmektedir. Başbakan Yardımcısı Arınç’ın Diyarbakır’da kimseden duymadığını söylediği anadilde eğitim ve Kürtçenin resmi dil olmasını isteyenlerin oranı ise yüzde 83 olmuştur. “Örgüt”ün değil, halkın talep ve beklentilerini dikkate alma iddiasındaki AKP Hükümeti/devletin, Kürt halkının ulusal hareketin çözüm çerçevesiyle uyum içinde olan bu taleplerine yanıtı, aslında seksen küsur yıllık çözümsüzlük politikalarının devamından başka bir şey olmayan ve adına “yeni çözüm stratejisi” adını verdiği politika olmuştur.
2. “YENİ ÇÖZÜM STRATEJİSİ”: MALUMUN İLANI!
Diyarbakır ve İstanbul başta olmak üzere, ülkenin ve Bölge’nin birçok kentinde Newroz’a yönelik yasaklama girişimlerinin boşa çıkartılmasının hemen ardından Milliyet’in ve Taraf’ın Ankara temsilcileri üzerinden AKP Hükümeti’nin Kürt sorununda “Yeni Çözüm Stratejisi” kamuoyuna duyuruldu. Milliyet’ten Fikret Bila’nın 10 madde halinde açıkladığı bu “yeni strateji”, aslında AKP Hükümeti’nin geçen yılın mayısından bu yana uyguladığı politikanın ilanından başka bir şey değildi. Hatırlanırsa devlet adına Oslo ve İmralı’da görüşmeler yapan heyetlerin Öcalan ve KCK yetkilileri ile yaptıkları müzakereler sonucu Kürt sorununun çözüm çerçevesini belirleyen 3 protokol hazırlanmış ve bu protokoller Mayıs ayında Başbakan Erdoğan’a sunulmuştu. Ancak Öcalan’ın kısa bir süre içinde ‘Barış Konseyi’ kurulmasını beklediğini söylediği günlerde Erdoğan bu protokolleri yok sayarak MHP lideri Bahçeli ile “Öcalan’ı asma” polemiğine girmişti. AKP, Kürt hareketini oyalama ve beklentiye sokmanın ötesinde hiçbir somut adım atmamış, aksine askeri ve siyasi operasyonlara hız verilmiş; bizzat Erdoğan’ın kendisi operasyonların aralıksız devam edeceğini açıklamıştı. Öcalan’a yönelik 8 aydır süren tecrit, aydın-akademisyenlerin KCK kapsamında tutuklanması, Uludere Katliamı, kış aylarında da sürdürülen ABD destekli askeri operasyonlar, Newroz’u yasaklama çabaları ve en son Gündem Gazetesinin 1 ay kapatılması aynı politik tutum ve yönelimin halkaları olarak gündeme getirildi. “Yeni Strateji”nin “yeni”liği, çözümsüzlük politikalarını bir çözüm gibi sunması ve AKP’nin geçmiş süreçte çözümü engelleyenin Kürt hareketi olduğu algısı yaratarak, manevra kabiliyetini giderek kaybetmeye başladığı bir dönemde yeniden inisiyatifi eline almaya çalışmasından başka bir şey değildi.
“Yeni Strateji”yi “Ankara’nın açılım, Habur ve Oslo süreçleri gibi yollarla gösterdiği iyi niyetin karşılık bulması bir tarafa, istismar edilmesi. Bu girişimlerin, PKK tarafından devletin bir zaafı ve zayıflığı olarak okunması” gerekçesine dayandıran Bila, bu stratejinin ana başlıklarını “Kürt sorununun çözümünde sivil siyaset kanalı dışında hiçbir kanala itibar edilmemesi”, “İmralı ve Kandil’in muhatap alınmaması”, “Kürt vatandaşların PKK ve KCK baskısından kurtarılması”, “sorunun çözümünde parlamento dışında hiçbir zeminin kabul edilmemesi”, “yeni anayasada Kürt kimliği ve özerklikle ilgili düzenlemelerin yer almaması” ve “yerel yönetimlerin güçlendirilmesi” biçiminde açıklıyor. Bu “yeni strateji”nin gerekçesi bile niyetleri açığa çıkarmakta; yapılan görüşmeler sonucu hazırlanan protokolleri uygulamayarak çözümsüzlük politikalarında ısrar edenin devlet/AKP olduğu gerçeğinin üstü örtülmeye çalışılmaktadır. Başbakan Erdoğan, BDP’nin PKK ile arasına mesafe koyarsa muhatap alınabileceğini söylemektedir. Binlerce silahlı militanı olan PKK’yi ve BDP’nin aldığı oydan bile fazla insanın siyasi irade olarak gördüğü Öcalan’ı devre dışı bırakarak BDP ile görüşmeler yapılabileceğini söylemenin, BDP’yi baskılamaktan ve çözümsüzlüğü ona fatura etmeye çalışmaktan başka bir anlamı yoktur. Zaten BDP ve DTK eşbaşkanları da Öcalan ve PKK’nin muhatap kabul edilmemesinin kendilerinin de sorunun çözümünde rol oynamasını engelleyeceğini, dolayısıyla böylesi bir dayatmayı kabul etmeyeceklerini açıkladılar. Aslında “yeni strateji”de çözümün çerçevesi de belirlenmiş bulunmaktadır. Geriye kalan meclis çatısı altında BDP’ye bu çerçeveyi kabul ettirmektir. Yeni anayasada “Kürt kimliği” ve “özerklik” yer almayacağına göre, Kürt halkının kolektif hakları ve statü talebi reddedilmektedir. “Çözüm” “bireysel-kültürel haklar” çerçevesi içinde tarif edilmekte ve M. Eğitim Bakanı Ömer Dinçer’in söylediği “Kürtçenin seçmeli ders olarak okutulması” ve “yerel yönetimlerin güçlendirilmesi” bu çerçevenin köşebaşları olarak belirlenmektedir.
Bu stratejinin hedefleri arasında belirtilen “Kürt vatandaşların PKK/KCK’nin baskısından kurtarılması”, Newroz’da yüz binlerce Kürdün “örgüt”ün baskısıyla (!) polisle çatışıp kutlamalara katıldığını söylemekle eşanlamlıdır. Ve aslında söz konusu gerekçeyle söylenmek istenenin KCK adı altında yürütülen operasyonların devam edeceği olduğu açıktır. Kürt halkına “bireysel-kültürel haklar” çerçevesinin dayatılması ve Kürt ulusal hareketine yönelik askeri ve siyasi operasyonların sürdürülmesinin yeni bir tarafının olmadığı da ortadadır. Hatta bu çözüm çerçevesi, AKP’den önceki hükümetler tarafından AB’yle üyelik müzakereleri sürecinde belirlenmişti. Dolayısıyla “yeni” diye sunulan “strateji”, AKP’nin öncellerinin politikalarına rücu etmesinden başka bir şey değildir.
Özetle bu “yeni strateji” devletin çözümsüzlükten başka anlama gelmeyen geleneksel “muhatapsız çözüm” politikasının yeni sürece uyarlanmış biçimi olarak karşımıza çıkmaktadır. Başbakan Erdoğan’ın Newroz’da yaşanan olaylarla ilgili olarak BDP’yi suçlarken “Şu an Cudi’de çatışma var. Bu sonuna kadar böyle gidecek bilsinler” açıklamasını yapması, bu stratejinin hedefleri hakkında yeterince fikir vericidir. Hem askeri operasyonlar, hem de büyük oranda BDP’nin yöneticini hedef alan siyasi operasyonlar devam edecek ama sadece meclis içine sıkıştırılmış bir BDP’ye çağrılar yaparak, BDP’nin yeni anayasa yapım sürecinde AKP’nin kapsamı bireysel-kültürel haklar tarafından belirlenmiş “çözüm”üne yedeklenmesi sağlanmaya çalışılacaktır. Öte yandan BDP’nin dayatılan çözüm çerçevesini reddetmesi halinde, çözümü Kürt tarafının istemediği propagandası eşliğinde saldırı politikaları sürdürülmesi amaçlanmaktadır.
3. BARZANİ’YE BİÇİLEN ROL, SURİYE HESAPLARI VE KÜRT SORUNU
AKP’nin “yeni” çözüm stratejisinin dikkat çekici yönlerinden biri de geçmiş süreçte denenen PKK’yi ‘üçlü mekanizma’ (Türkiye- Irak Kürt Bölgesel Yönetimi ve ABD) üzerinden etkisizleştirmek arayışı ve bu temelde Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi Başkanı Mesut Barzani’ye yüklenen misyondur. Barzani’nin, özellikle ABD’nin çekilmesinden sonra Irak’ın Şii, Sünni ve Kürt bölgeleri arasında fiili ayrışma/bölünmenin yaşandığı bir süreçte Türkiye ile iyi ilişkiler geliştirmek, en azından ilişkilerini bozmamak istemesi, Türkiye egemenleri/AKP Hükümeti tarafından PKK’ye karşı kullanılmaya çalışılmaktadır. Haziran ayında yapılması hedeflenen ‘Kürt Ulusal Konferansı’na ABD ve Türkiye’nin gözlemci olarak katılmayı ve bu konferanstan “Kürtlerin silahları bırakarak, demokratik mücadeleyi esas alması” kararının alınmasını istedikleri bilinmektedir. Böylece PKK, ‘Ulusal Konferans’ın alacağı kararla karşı karşıya bırakılacak ve silahları bırakması yönünde üzerindeki baskı arttırılacaktır. Bugün Barzani’nin olası bir bağımsızlık ilanı için ABD ve Türkiye’nin desteğine ya da en azından onlar tarafından tanınmaya ihtiyaç duyduğu ama öte yandan da böylesi bir kararın alınabilmesi için en azından Türkiye ve ABD bakımından PKK’nin Bölgesel çıkar ve politikalarıyla çelişen askeri bir güç olarak varlığının ortadan kaldırılmasının/sınırlandırılmasının istenir olduğu ortadadır. Taraflar hesaplarını buna göre yapmaktadır. Ancak ‘Ulusal Konferans’ta PKK’nin razı olmayacağı bir karara dört parçadan gelen Kürtlerin önemli bir bölümünün de itiraz edeceği gerçeği, Barzani’yi iki uçlu bir ‘denge’ politikasına zorlamaktadır. En azından ABD ve Türkiye’nin hassasiyetlerini gözetse de Barzani’nin Kürtlerin ulusal önderliğine soyunduğu bir süreçte, Kürtlerin önemli bir kesiminin desteğini arkasına almış bir hareketle çatışma noktasına girmek istemeyeceği de açıktır.
Başbakan Erdoğan Seul’de Obama ile yaptığı görüşmede ‘üçlü mekanizma’nın egemen gücü olan ABD ile ilişkileri “model ortaklık” biçiminde tarif ederken, ABD’nin PKK’ye karşı desteğinin de artarak devam ettiğinin/edeceğinin altını çizmektedir. PKK’ye karşı istihbarat desteği sağlamak amacıyla kullanılan Predatörler konusunda “önce bir taneydi, sonra iki oldu. Şimdi ellerindekinin hepsini kullanacaklar” diyen Erdoğan, bu “desteğin” arkasında ABD’nin Bölge stratejisine bağlanmış bir “ortaklık” olduğunu da itiraf etmiş olmaktadır. Erdoğan’ın Obama’yı Suriye’ye yönelik askeri bir müdahaleye ikna etmeye çalışması, AKP Hükümetinin gelecek hesaplarını Bölge’de üstlendiği aktif müdahaleye dayalı rolün başarısı üzerine kurduğunu göstermektedir. Komşumuz Suriye, hem muhalefetin doğrudan AKP eliyle yönlendirilmekte oluşu, hem de başta Kürt sorunu olmak üzere ülkedeki gelişmelerin Türkiye’ye dolaysızca etki edecek olması nedeniyle AKP’nin aktif müdahaleye dayalı rolü/politikası bakımından öncelikli bir konumda yer almaktadır. Başbakan Erdoğan, Suriye konusunda adeta silahlı muhalefetin başkumandanı gibi konuşmaktadır: “Özgür Suriye Ordusu konusuna gelince şu anda 10 general 19 albay var. Peyder pey görevden kaçış söz konusu. Geçici Suriye Ulusal Konseyi İstanbul’da ofis açacak. Esed er ya da geç gidici, bunun dönüşü yok. 1 Nisan’da İstanbul’da Suriye’nin dostları zirvesi var. Ban Ki Moon ve Kofi Annan’ı da bekliyorum. İstanbul sonuç bildirgesi önemli olacak. Çünkü bundan sonraki sürecin yol haritası belirlenecek.” ABD (Obama) bile Suriye’ye silahlı bir müdahaleye sıcak bakmadığını açıklamışken, AKP Hükümeti/Erdoğan, silahlı bir müdahaleye zemin hazırlamaya yönelik hamleler yapmaktadır. Muhalefetin elindeki kentler bile Esad rejimi tarafından tekrar geri alındığı halde Türkiye’ye kaçanların sayısı 20 bini bulmamışken Suriye sınırında yüz binlerce kişilik kamplar kurulmasıyla amaçlanan bellidir: İç çatışmayı derinleştirerek ve kaçışları teşvik ederek Suriye’ye askeri bir müdahaleye ortam sağlamak! Geçtiğimiz aylarda Şii Başbakan Maliki’nin “içişlerimize karışmayın” uyarısıyla karşılaştığı Irak’ı da “Esad’a destek veren unsurlar” arasında sayan Erdoğan, “Mezhepsel gerilim bizi de üzecek sonuçlar doğurabilir. Buna seyirci kalamayız” diyerek aslında gerilim ve müdahaleye yönelik siyaseti Irak’a da taşıdığının/taşıyacaklarının işaretlerini vermektedir.
Suriye’de yaşayan iki milyondan fazla Kürdün ülkedeki çatışma sürecinde geliştirdikleri tutum, AKP Hükümeti’nin Suriye hesapları içinde Kürt sorununun öncelikli bir yer tutmasına neden olmaktadır. Kürtler Suriye’de hem Esad rejimine, hem de Türkiye-Katar (ABD) destekli muhalefete mesafeli durarak oluşan koşulları kendi statülerini belirlemeye yönelik fiili adımlar atmak yönünde değerlendirmişlerdir. Suriye Kürtleri PYD (Partîya Yekîtîya Demokratîk-Demokratik Birlik Partisi) öncülüğünde fiili bir özerkliği inşa etmek üzere Suriye Kürdistanı’nın bütün kentlerinde yerel meclisler oluşturmuş bulunmaktadır. Özellikle PYD’nin PKK ile aynı politik çizgide olduğu hesaba katıldığında Suriye’de Kürtlerin statü kazanmasının, AKP Hükümeti’nin ülkede Kürt sorununda izlediği politikanın uygulanma koşullarını ortadan kaldıracağı aşikârdır. İşte bu nedenle AKP Hükümeti, hesaplarını Irak Kürdistanı’nda yaşadığına benzer bir sonucun ortaya çıkmasını engellemek üzerine yapmaktadır. İşbirlikçisi muhalefetle Kürtlerin statüsüzlüğü üzerine anlaşmış bulunan AKP Hükümeti, Suriye’de olası bir rejim değişikliği ile hem Suriye’deki Kürt hareketini etkisizleştirmek, hem de başta Türkiye olmak üzere diğer ülkelerdeki Kürtleri buradan kuşatacak bir mevzi elde etmek istemektedir. Bugün bunun olmazlığı görüldüğü için Başbakan Erdoğan 1 Nisan’da İstanbul’da yapılacak “Suriye’nin Dostları” toplantısından en azından bir “tampon bölge” oluşturulması kararını çıkartmak ve Suriye içlerine müdahale ederek Kürtlerin statü yönünde attığı adımları engellemek peşinde koşmaktadır.
4. TOPLUMSAL ÇÖZÜLME İLE DEMOKRATİK ÇÖZÜM ARASINDA
Açıktır ki, AKP Hükümeti tarafından Newroz’da geliştirilen yasakçı ve saldırgan tutum, Kürt sorununun çözümü adına gündeme getirilen “yeni strateji” ve dışarıda sürdürülen müdahale arayışı ülke içinde de kamplaşma ve çatışmayı derinleştirici bir rol oynayacaktır. Uludere katliamının ve Pozantı Cezaevi’nde Kürt çocuklarına yönelik taciz ve tecavüzün Kürt halkında yarattığı duygusal kırılma, yeniden başlayan çatışma ve ölümler, Hocalı katliamı protestosunda hortlatılan ve Başbakan Erdoğan tarafından sahiplenen ırkçılık, Emet’te Kürt işçilere yönelik linç girişi, Ahmet Türk’e atılan polis yumruğu, özellikle Suriye’deki Nusayrilikle bağlantısı kurularak Alevi vatandaşların yaşadığı kentlerde yaratılmaya çalışılan provokasyonlar uygulanan politikaların milliyet-mezhep çatışması üzerinden bir toplumsal çözülmeye yol açabileceğinin işaretleri olarak görülmelidir. KONDA’nın yaptığı “Kürt Meselesinde Algı ve Beklentiler” başlıklı araştırmaya göre, Türklerin yüzde 47’si Kürt komşu istemediğini söylemektedir. Özellikle sürdürülen operasyonlar nedeniyle çatışma ve ölümlerin artmasının Türklerde gelişen bu dışlayıcı milliyetçiliği daha da kışkırtacağı ve Emet’tekine benzer saldırıları arttıracağı, dolayısıyla giderek birlikte yaşama zeminini baltalayacağı öngörülemez değildir. Öte yandan bu sürecin özellikle Kürtlerin yeni kuşaklarında duygusal kopuşu derinleştirerek demokratik özerklik statüsü üzerinden ortak vatanda birlikte yaşama dayalı çözümden uzaklaşmalarına yol açması da kaçınılmaz olacaktır.
Bugün AKP’nin giderek baskı ve şiddet politikalarını tırmandırması, “90’lı yıllara geri mi dönülüyor?” sorusunu sordurmakta ama yaşanan gelişmeler, 90’lardan farklı olarak toplumu çatışma ve kamplaşmaya sürükleyecek bir seyre doğru ilerlemektedir. AKP’nin içeride ve dışarıda çatışma ve gerilime dayalı yöneliminin toplumsal alana yayılarak toplumsal çözülme/ayrışmaya yol açmasının karşısında yapılması gereken bu politikalarla ayrıştırılmak/ karşı karşıya getirilmek istenen bütün halk ve demokrasi güçlerinin Kürt sorununun demokratik çözümü ve Bölge’de komşularla barış içinde kardeşçe yaşam mücadelesinde birleştirilmesidir. Özellikle 1 Mayıs’ta emeğe yönelik sömürü ve saldırı politikalarıyla birlikte geniş işçi-emekçi kitlelerin AKP’nin çözümsüzlüğü dayatan “yeni strateji”sine karşı Kürt sorunun eşit haklar temelinde demokratik çözümüne ve Bölge’de emperyalist savaş ve müdahalelere karşı barış mücadelesine kazanılması, işçi sınıfı ve ezilen Kürt halkının mücadele birlikteliğinin örülmesinin önünü açacaktır. Geniş işçi-emekçi kitlelerin barış ve demokrasi mücadelesinde birleştirilmesi hem toplumsal çözülme/ayrışmanın panzehiri olacak, hem de her milliyetten işçi-emekçilerin baskı ve sömürüye karşı sınıf kardeşliği temelinde mücadele birlikteliğinin önüne kurulan gerici duvarların yıkılmasını sağlayacaktır. Newroz’da Kürt halkının geliştirdiği tutumun 1 Mayıs’ta işçi-emekçilerin mücadelesiyle büyütülmesi, işçi sınıfı ve ezilen halkların mücadele birlikteliği üzerinden kendi geleceklerini belirlemelerinin; halkların eşitliği ve kardeşliğine dayanan savaşsız, baskısız, sömürüsüz bir geleceği kurmalarının da önünü açacaktır.