Dünya bankası eşitlikten ne anlıyor?

Dünya Bankası, 2012 Kalkınma Raporu’nu ağırlıklı olarak ‘Toplumsal Cinsiyet Eşitsizliği ve Kadın- Erkek Eşitliğinin Gerekliliği’ üzerine hazırladı. Eşitliliğin kârlılığı getireceği düşüncesinden yola çıkarak hazırlanmış bu rapor ve alınan bir dizi karar, kadınlar ve kız çocukları için daha iyi fırsatlar ve koşullar yaratan ülkelerin üretkenliklerini arttırabilecekleri ve kalkınma beklentilerini ilerletebileceklerini söylüyor. Raporda ülkelerin kadın-erkek eşitsizliğini ortadan kaldırarak üretimdeki verimi nasıl arttıracakları çeşitli örneklerle sunuluyor. Ancak ilginç olan, Dünya Bankası’nın yüz yıllardır var olan kadın emeği üzerindeki sömürünün, kadın emeğinin ucuz işgücü olarak görülmesinin ortadan kaldırılmasından ziyade –raporda da ifade edildiği gibi– küreselleşen ve gitgide daha rekabetçi bir hale gelen dünyada verimliliği ve kârlılığı arttırmak ile ilgileniyor olması.

Raporun incelemesine başlayacak olursak, ilk olarak, yazılma amacına ilişkin fikir edinebiliyoruz. Kadın-erkek eşitliğini toplumsal bir ihtiyaçtan öte ekonomik kalkınmanın bir aracı olarak gören Dünya Bankası ve uluslararası finans kuruluşları, eşitliliğin kârlılık getireceğini düşünüyor.

Dünya Bankası’na göre kalkınma için toplumsal cinsiyet neden önemlidir?

Dünya Kalkınma Raporu (WDR) bu örüntülerin iki sebepten ötürü önemli olduğunu savunmaktadır. Öncelikle, toplumsal cinsiyet eşitliği kendi içinde önemlidir, çünkü kişinin kendi seçtiği hayatı yaşayabilme ve mutlak mahrumiyete düşmeme yetisi temel bir insan hakkıdır ve kadın veya erkek herkes için eşit olmalıdır. İkinci olarak, toplumsal cinsiyet eşitliği araçsal yönüyle de önemlidir, çünkü daha fazla cinsiyet eşitliği ekonomik verimliliğe ve diğer kilit kalkınma sonuçlarına ulaşılmasına katkıda bulunur.

Raporda özetle denilmek istenen şey, ekonomik yatırımlardan yoksun kalmış, gelir seviyesi düşük ve az gelişmiş ülkelerde kadınlar iş yaşamına katılamıyor, bu sebepten ‘girişimci kadın’ modeli yaratılamıyor. UNDP’nin Cinsiyet Duyarlıklı Beşeri Kalkınma Endeksi ve kadınların çalışma yaşamına katılım oranına baktığımızda, bu durum anlaşılır niteliktedir.

Örneğin Kanada’da kadınlar erkeklere göre hem çalışma yaşamına daha az katılmakta, hem de daha düşük ücret almaktadırlar. Bu yüzden Kanada Beşeri Kalkınma Endeksine göre 1. sırada iken, Cinsiyet Duyarlıklı Beşeri kalkınma Endeksi’nde 8. sıraya gerilemektedir. Endeksin dikkate aldığı kriterler ışığında kadınların toplumsal konumunun en yüksek olduğu yer İsveç olarak önümüzde durmaktadır. Dünya Bankası’nın tezi bu haliyle doğrulanmaktadır, ancak bu tür endekslerde sadece ekonomik katkı kriter olarak alındığı için, kadınların ekonomik terimlerle hesaplanmayan katkıları göz ardı edilmektedir. Burada neyin ‘iş’ ve kimin ‘işçi’ olduğunun belki de yeniden açıklanması gerekmektedir. Kadın-erkek eşitsizliği, kadın emeğini ve emeğinin değerini görmezden gelmenin bir sonucudur. Çünkü fabrikalarda ya da atölyelerde yapılan üretim iş olarak algılanırken, evde kadının yaptığı, yani çocuk büyütmek, yemek yapmak, yaşlılara bakmak gibi işler verim sağlamayan ve “değersiz iş” olarak algılanmaktadır. Bunun en büyük kaynağı ise, egemen üretim ilişkileri ve ataerkil sistemin kadına biçtiği rol olarak açıklanabilir. Emek piyasalarında, kadınlar ve erkekler arasındaki ücret farklılıkları, kadın ve erkek işi olarak ortaya çıkan ayrımcılık, kadınlara karşı ayrımcılık içeren hukuk ve devlet sistemleri, bu farklılıkların nasıl kurumsallaştığına birkaç örnektir. Dünya Bankası toplumsal cinsiyet eşitsizliğini sadece ekonomik katkılar üzerinden ele alarak, ‘kadının görünmeyen emeğini’ bir kat daha görmezden gelmiş, konuyu dar ve gerçekçi olmayan bir yere indirgemiştir.

Toplumsal cinsiyete dayalı işbölümü önemlidir, çünkü devletlerin sosyal politikaları bu sistem üzerinden şekillenmekte ve erkekle kadın arasındaki işbölümünü de doğallaştırmaktadır. Bu işbölümünün temel varsayımları ise; çekirdek bir aile, bu aile içinde görevi çocuklara bakmak ve ev işleri yapmaktan ibaret kadındır. Erkek ise, ailesinin geçimi için para kazanmakla yükümlüdür.

Yine Dünya Bankası’na göre;

Kadın çiftçilerin gübre ve diğer tarımsal girdilere erkeklerle eşit erişime sahip olmasını sağlamak, mısır hasadının Malavi’de % 11 ila 16 ve Gana’da % 17 arttıracaktır.

Burkino Faso’da kadınların mülkiyet haklarını iyileştirmek, hiçbir ek kaynak olmaksızın sadece kaynakları (gübre ve işgücünü) erkeklerden kadınlara kaydırmak yoluyla hanehalkı başına toplam tarımsal üretimde yaklaşık % 6’lık bir artış sağlayacaktır. Toplumsal Cinsiyet eşitsizliği verimi düşürdüğü gibi bir ülkenin uluslararası rekabet piyasasında varolmasını da zorlaştırır.

Küreselleşen dünya ve rekabetçi, serbest piyasacı ekonomiye uyum sağlamak adına, toplumsal cinsiyetin sağlanmasını bir ön koşul olarak gören Dünya Bankası ve bir dizi finans kuruluşu kadınların işgücüne katılmasını istiyor. Ancak şimdi de yedek iş gücü olmanın yanı sıra, yedek sermaye ihtiyacından dolayı istiyor. Bir çeşit krizden çıkış yolu olarak da düşünülebilir aslında.

Dünya Bankası, eşitlilik kârlılığı getirir sloganını, hazırladığı raporda güzel bir şekilde ifade ediyor. Ancak rapor, kadın-erkek eşitliğinin ele alınış biçiminden tutun da, bilimselliğine kadar çarpık ifadelerle dolu bir çalışmadır denebilir.

Gelişmekte olan ülkelerde yaşanan kapitalistleşme süreciyle birlikte kadının üretimdeki emeği marjinalleşmiştir. Eşitsizlikler üzerine kurulu kapitalist düzende emek-sermaye çelişkisi devam ederken, esnek kuralsız çalışma, işçi ve emekçilerin maruz kaldığı sigortasız sendikasız çalıştırma devam ederken, kadın-erkek eşitliğinin nasıl sağlanacağı bir tartışma konusu haline geliyor. Avrupa ve Amerika’da yaşanan kriz göz önünde bulundurulursa ve burjuva ideologlarının krizden çıkış yolları aradığı bir dönemden geçtiğimizi hatırlarsak, elbette Dünya Bankası’nın yayımladığı rapor da, “2012 Yılının Kadın Yılı” sayılmasının altında yatan sebepleri görebiliriz. Türkiye’de de hükümet ve burjuva ekonomistler, Dünya Bankası’nın yayımlamış olduğu bildirgeyi hızla ülkenin dört bir yanında uygulamaya başladı bile. “8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü” yaklaşırken dört bir yanda kadınlara özel seminerler, etkinlikler, sempozyumlar yapıldı. Tüm bu programlarda kadınlara ‘girişimcilik’ve rekabetçilik anlatılıyor.

Nitekim İstanbul ve Batman’lı Hey Tekstil işçileri bu çelişkinin örneklerinden biri olarak gösterilebilir. Bağcılar’daki Hey Tekstil fabrikasında çalışan ve çoğu kadın olan işçiler, üç aylık maaşları verilmeden 10 gün önce işten çıkarılmıştı. Her biri 10-15 yıldır Hey Tekstil’de çalışıyordu. Türkiye’nin en büyük konfeksiyon hazır giyim üreticilerinden biri olduğu belirtilen Hey Tekstil şirketinin sahibi Aynur Bektaş, aynı zamanda Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) Kadın Girişimciler Kurulu Başkanı.

Bektaş, kadınların iş hayatına katılımı için yaptığı çalışmaları nedeniyle 2010 TBMM Üstün Hizmet Ödülüne layık görülmüştü. Fabrikada çalışan işçiler, asgari ücretle 1000 TL arası maaş alıyordu; içlerinde hamile olanlar ve 4 engelli de vardı. Üç aylık maaşlarını ve tazminatlarını isteyen Hey Tekstil işçisi kadınlar 1 aydır fabrika önünde direnişlerini sürdürüyor. Kadın işçiler, kendilerini işten atan Aynur Bektaş’a layık görülen hizmet ödülünün geri alınmasını istiyorlar.

İşçiler Hey Tekstil fabrikasını kendi emekleriyle kurduklarını, ancak patronun onların 15 yıllık emeğini hiçe sayıp 420 işçiyi aynı anda işten attığını söylüyorlar. Bir ayı aşkın bir süredir direnişte olan işçiler, geçtiğimiz günlerde kendi kurultaylarını yaptılar ve direnişlerini büyütmenin yollarını aradılar. Eşitsizlikler üzerine kurulu kapitalist sistemde Dünya Bankası’nın uyguladığı neo-liberal ve cinsiyetçi ekonomi politikaları kadın-erkek eşitliğini sağlayarak kalkınmayı arttırmak bir yana eşitsizliği daha da körüklüyor. Bir tarafta Aynur Bektaş’a verilen Hizmet Ödülü, bir tarafta da işten atılan 420 Hey Tekstil işçisi… Ben sunumumu Hey Tekstil işçisi direnişteki kadınlara armağan ediyorum.

Türkiye Sanayi Strateji Belgesi ile Ulusal İstihdam Strateji Belgesi’nde ortaya konulan ‘Vizyon’

GİRİŞ

Türkiye ekonomisi 2001 krizi sonrasında kapsamlı bir yeniden yapılanma içine girmiştir. Dünya genelindeki olumlu konjonktürün de etkisiyle, özellikle 2002-2007 arası yıllar Türkiye sermayesi için hızlı büyüme yılları olmuştur. Bu dönemde Türkiye’de büyüme yıllık ortalama yüzde 6.8 gibi yüksek bir oranda gerçekleşmiştir. Aynı dönemde Türkiye’nin dünya kapitalist sistemi ile bütünleşmesi gerek mal ticareti gerekse sermaye akımları aracılığıyla hızlanmıştır. Örneğin dış ticaret açısından, 2001 yılında GSYH’nın yüzde 37’si seviyesinde olan toplam dış ticaret hacmi 2008 yılında yüzde 45’e yükselmiştir.

Tablo 1: 2000’li Yıllarda GSYH, Dış Ticaret ve Doğrudan Yabancı Yatırımlar

Yıllar

GSYH Artış Hızı (%)

İhracat (milyar $)

İthalat (milyar $)

Dış Ticaret

GSYH

(%)

DYY Girişi

(milyar $)

DYY Çıkışı (milyar $)

2001

-5.7

31.334

41.399

37.0

3.352

537

2002

6.2

36.059

51.554

38.0

1.082

343

2003

5.3

47.253

69.340

38.2

1.751

499

2004

9.4

63.167

97.540

41.2

2.785

780

2005

8.4

73.476

116.774

39.5

10.031

1.064

2006

6.9

85.535

139.576

42.8

20.185

1.474

2007

4.7

107.272

170.063

42.7

22.047

2.192

2008

0.7

132.027

201.963

45.0

19.504

2.549

2009

-4.8

102.143

140.928

39.4

8.411

2.097

2010

9.0

113.883

185.544

40.7

9.093

1.464

Kaynak: TÜİK; TCMB EVDS.

Bununla birlikte, Türkiye’de özellikle 2007 yılından itibaren belirginlik kazanan durgunluk eğilimi dünya krizi ile çakışmıştır. Genel krizle birlikte birikim süreci sekteye uğramış, sanayi üretimi hızla düşmüş, işsizlik rekor seviyelere yükselmiş, ayrıca dış ticarette ve uluslararası sermaye akımlarında duraklama yaşanmıştır (Tablo 1). Sonuç olarak, sermaye için bir dönem kârlı koşullar oluşturan süreç tıkanmıştır. Belli alanlarda kısmi toparlanmalar gözlense de krizden çıkış ancak dünya genelindeki gelişmelerle birlikte söz konusu olabilecektir.

Yine de dünya krizinin Türkiye’de sermaye birikimi süreci açısından köklü bir kırılma ya da yön değişikliği getirdiğini söylemek şimdilik olanaklı değildir. Daha ziyade, ‘toparlanma’ işaretlerinin görülmesiyle birlikte, kriz öncesi dönemde uygulanan ekonomi politikalarına bir dönüş eğilimi gözlenmektedir: faiz oranlarında artış, döviz kurundaki yükselişin kontrol altına alınması, özelleştirmelerin hızlandırılması, sermaye kesimi için yeni teşviklerin hazırlanması ve en önemlisi, çalışanların yaşam koşullarında daha fazla gerileme yaratacak yeni yasaların gündeme getirilmesi. Türkiye burjuvazisi, kriz öncesi dönemi – şimdi daha da yoğunlaşmış biçimde – yeniden yaşamak niyetindedir. Ancak, aşağıda değineceğimiz gibi bu isteğin hayata geçirilmesinin önünde bazı engeller vardır. Bu nedenle, söz konusu engelleri aşmak üzere çeşitli ‘stratejiler’ de geliştirilmektedir.

Bir dönem boyunca sermaye için kârlı koşullar oluşturan süreç, esas olarak düşük ücretlere ve emekçi kesimin diğer hak kayıplarına dayanmıştır. Türkiye büyürken, çalışanların reel ücretleri gerilemiş, fiili çalışma saatleri uzamış, çalışma koşulları ağırlaşmıştır. İlk bakışta bir çelişki gibi görünebilecek bu olgu sermaye birikiminin temel dinamiğini sergilemektedir: Türkiye’de sermaye birikimi, reel ücretler düşük tutulabildiği için bu denli hızlanabilmiştir. Zira Türkiye sermayesinin uluslararası rekabet gücü, olduğu kadarıyla, ölçek ekonomilerine ya da teknolojik üstünlüklere değil emek yoğun üretime ve düşük ücretlere dayanmaktadır.

Neoliberal dönemde emeğin konumundaki gerilemenin bir sınırı yok gibi görünmektedir. Sermaye kesimleri verili çalışma koşullarının ve istihdam yapısının sermaye üzerinde halen büyük yük oluşturduğunu düşünmekte, bu nedenle emek süreçlerinde esnekliği artıracak ve bu tarz ‘yükleri’ daha da hafifletecek düzenlemelerin hayata geçmesini talep etmektedir. Öte yandan, eğitim, sağlık ve sosyal güvenlik sistemlerinde gerçekleştirilen yeniden yapılanmalar bir yandan sermaye için yeni değerlenme alanları açmakta, bir yandan da emeğin toplumsal konumundaki gerilemeyi hızlandırmaktadır.

Tablo 2: Türkiye’nin İhracatında Mal Grupları

Mal Grupları

2001

2002

2003

2004

2005

2006

2007

2008

2009

2010

2011

YATIRIM (SERMAYE) MALLARI

8.5

7.7

9.2

10.3

10.9

11.0

12.8

12.7

10.9

10.3

10.4

HAMMADDE (ARA MALLAR)

42.7

40.6

39.1

41.1

41.2

44.2

46.1

51.3

48.7

49.5

50.5

DAYANIKLI VE YARI-DAYANIKLI

TÜKETİM MALLARI

29.1

32.7

32.6

31.3

29.4

27.7

26.0

21.9

24.1

23.6

22.3

Binek otomobilleri

3.1

3.6

4.7

6.2

6.0

6.6

6.4

5.7

6.0

5.5

4.8

Dayanıklı tüketim malları

7.0

9.1

9.2

9.5

9.4

8.9

8.0

6.8

7.7

7.8

7.7

Yarı dayanıklı tüketim malları

19.0

20.0

18.7

15.6

14.0

12.3

11.6

9.5

10.4

10.4

9.8

DAYANIKSIZ TÜKETİM MALLARI

19.6

18.5

18.5

17.0

18.0

16.4

14.8

13.7

15.8

16.2

16.4

DİĞERLERİ

0.1

0.4

0.6

0.3

0.5

0.6

0.4

0.4

0.5

0.4

0.4

Kaynak: TÜİK

Not: 2011 yılı Kasım ayı itibariyledir.

Bununla birlikte, ucuz emek gücüne dayalı rekabet Türkiye sermayesini uluslararası alanda ancak belirli bir noktaya ulaştırabilmiştir. Tablo 2’den izlenebileceği gibi, Türkiye sermayesi yüksek katma değerli ürün ihracatı yapamamakta, ağırlıklı olarak hammadde ve ara malı ihraç etmektedir. Buna karşılık yatırım malı ihracatı 2000’li yılların ortalarına dek arttıktan sonra gerileme eğilimine girmiştir. Benzer biçimde, dayanıklı ve yarı dayanıklı tüketim malları da oransal ağırlıkları azalan ihraç kalemleridir.

Türkiye sermayesinin bu tarz yüksek katma değerli ya da teknolojik türde imalat ve ihracat yapamıyor oluşunun önemli nedenlerinden biri, 2000’li yıllarda Çin ve Hindistan gibi (daha da) ucuz emek-gücü temeline dayalı üretim yapan büyük ülkelerin dünya ekonomisi ile artan bütünleşmeleridir.

Böyle bir ortamda, sermaye birikiminin sürdürülebilmesi ve uluslararası rekabet gücünün korunması/artırılması için sermaye kesimleri ve kamu kurumları el ele vererek yeni sanayi ve istihdam stratejileri belirlemiştir. Sanayi stratejisi ve bunun yanı sıra emeğe ilişkin politikalar iki önemli belgede ortaya konulmuştur: TÜSİAD, MÜSİAD, TEPAV, TOBB gibi sermaye örgütlerinin aktif katılımıyla ve Sanayi ve Ticaret Bakanlığı tarafından hazırlanan Türkiye Sanayi Stratejisi Belgesi 2011 yılında halka duyurulmuş; ayrıca Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nca hazırlıklarına 2009 yılında başlanan Ulusal İstihdam Strateji Belgesi’nin taslak metni de basına verilmiştir. Bundan sonra kısaca TSSB ve UİSB olarak anacağımız bu iki belge ‘sorunların’ tespiti ve hedeflerin ve politikaların belirlenmesi bakımından birbirini destekler niteliktedir: Bu belgelerde sermayenin on yıldır dile getirdiği, emek süreçlerinin esnekleştirilmesinden istihdam maliyetlerinin düşürülmesine, bölgesel asgari ücretten özel istihdam bürolarının hareket alanlarının genişletilmesine kadar başlıca talepler yer bulmuştur.

UİSB’de belirtildiği üzere temel amaç, değişen küresel ekonomik-teknolojik koşullara uyum sağlamanın yanı sıra işletmelerin artan küresel rekabet koşullarında iç ve dış rekabet gücünü artırmaktır. Türkiye için öngörülen hedef ise, TSSB’de ifade edildiğine göre “orta ve yüksek teknolojili ürünlerde Avrasya’nın üretim üssü olmaktır”. Bu hedef, Türkiye sermayesinin çeşitli bileşenlerinin üzerinde uzlaştığı temel bir doğrultuya işaret etmektedir.

Kamuoyuna duyurulan strateji belgeleri yeni olsa da belirlenen stratejiler ilk kez ifade edilmiş değildir. Sermaye kesimi son yıllarda yeni bir sanayi stratejisinin oluşturulması ve istihdama yönelik düzenlemelerin hayata geçirilmesi taleplerini çeşitli vesilelerle dile getirmiştir. Yeni strateji belgeleri ile birlikte söz konusu talepler bütünlüklü ve sistematik bir biçim altında ortaya konulmuş olmaktadır.

Bir sanayi stratejisine neden ihtiyaç duyulmaktadır? Bunun nedeni, neoliberal döneme özgü kuralsızlık ve serbest piyasa koşulları altında Türkiye sermayesinin uluslararası sermaye ile bütünleşmesinin şimdiye dek hayli gelişigüzel biçimde gerçekleşmiş olmasıdır. Genellikle ad hoc bir tarzda uygulanan politikalar bir süre sonra tıkanmakta, buna bağlı olarak sermaye kesiminin ileriye dönük projeksiyon yapma kapasitesi azalmaktadır. Planlı ekonomiye dönüş gündemde olmasa da bir plan ihtiyacı kendisini hissettirmektedir. Örneğin TOBB başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu 2006 yılında düzenlenen Sanayi Kongresi’nde “Türk imalat sanayinin” küresel ekonomiye hızla entegre olduğunu belirtmiş, ancak bu entegrasyonun “tamamen stratejiden yoksun bir şekilde” gerçekleşiyor oluşunu da eleştirmiştir (Hisarcıklıoğlu, 2006).

Sermaye kesimi verimlilik, nitelikli işgücü, teşvikler, finansal kaynaklara erişim, altyapı gibi çeşitli temel konularda yasal ve kurumsal düzenleme talep etmiştir. Örneğin 2007 yılında, Uluslararası Uygulamalar Işığında Türkiye İçin Sanayi Stratejisi Arayışları Konferansı’nda öncelikli reformlar Güven Sak tarafından şu şekilde sıralanmıştı: Yargı, vergi, kamu yönetimi gibi ekonominin kurumsal altyapısına yönelik reformlar; Küçük ve Orta Büyüklükteki İşletme (KOBİ) kredileri gibi finansmana erişimi sağlayan düzenlemeler; nitelikli işgücüne yönelik istihdam politikaları; girdi maliyetlerini düşürecek altyapı ve enerji reformları.

Çeşitli alanlara yönelik farklı talepler, emek üzerindeki baskıyı daha dolaysız bir tarzda artırmayı amaçlayan ve UİSB’de düzenlenmesi öngörülen bölgesel asgari ücret ve kıdem tazminatı fonu gibi tasarılarla birlikte anlam kazanmaktadır. Nitekim strateji belgelerinin her ikisinin de oluşturulma sürecinde sermaye örgütlerince dile getirilen beklentilerin dikkate alınmış ve buna karşılık emek örgütlerinin dışlanmış olması dikkat çekicidir.

Türkiye Sanayi Stratejisi Belgesi ile Ulusal İstihdam Strateji Belgesi’nde emek ve çalışma yaşamı konusunda uygulanması planlanan politikalar temel olarak iki başlıkta toplanabilir:

 

1. Emek gücünün vasıflarının artırılması ve eğitim-sermaye ilişkisinin güçlendirilmesi.

2. Emek piyasalarının esnekleştirilmesi.

 

Bu çalışmada bu iki konuda ne tür politikalar ve düzenlemeler öngörüldüğünü ele alacağız. Sermaye kesiminin genel talepleri içinde, verimlilik artışına ve nitelikli işgücü oluşmasına yönelik başlıklar öne çıkmaktadır. Sırasıyla belgelerde ilk olarak eğitim ve sermaye ilişkisine, ardından emek piyasasının esnekleşmesine yönelik düzenlemelere değineceğiz. Her iki bölümde de öngörülen politikaların sermaye kesimleri için hangi amaçlara hizmet ettiğini ve esas olarak işçi sınıfı için ne tür olumsuzluklar barındırdığını ortaya koymaya çalışacağız.

1. SERMAYE İÇİN EĞİTİM – EĞİTİM İÇİN SERMAYE

Özellikle uluslararası rekabette yer alan kapitalist işletmeler açısından emek üretkenliğini sürekli olarak artırma gereği bulunmaktadır. Bununla birlikte, emek üretkenliğindeki artışlar daha yüksek ücretler ya da daha kısa çalışma süreleri anlamına gelmemektedir. Daha ziyade, kârlılıkta artış ve buna bağlı olarak rekabetin sürdürülebilirliği söz konusudur.

Türkiye sermayesi uluslararası rekabete daha fazla girdiği 1980’li yıllardan bu yana emek üretkenliğini artırma ihtiyacı hissetmiştir. Bu ihtiyaç son yıllarda daha da şiddetlenmiştir. Zira Çin ve Hindistan gibi ülkelerle emek maliyeti temelinde bir rekabet sürdürmek giderek daha da zorlaşmıştır. Bu çerçevede TSSB’de inovasyon, Ar-Ge gibi konulara ve üniversite-sanayi işbirliğini artırmaya yönelik strateji ve eylem planlarına yer verilmiş, UİSB’de ise ‘işgücü piyasasının ihtiyaçlarına’ yönelik işgücü yetiştirme projesi geliştirilmiştir. İşgücü piyasasının ihtiyaçlarından kasıt, sanayi üretiminde ihtiyaç duyulan ara ve vasıflı emek gücüdür. Gelişkin bir sanayi için ucuz işgücünün yanı sıra yüksek ‘verimliliğin’ de gerekli olduğu sermaye çevrelerinin ortak görüşüdür.

Strateji belgelerinin her ikisinde de Türkiye’de işgücünün eğitim düzeyinin düşük, bilgi ve donanım düzeyinin yetersiz olduğu tespiti mevcuttur. İşgücünün eğitimi meselesi kuşkusuz ki sermayenin emek üretkenliğini yükseltme ve dolayısıyla sömürü oranını artırma ihtiyacıyla bağlantılıdır. Öte yandan, emek üretkenliği sermaye kesiminin dilinde ‘sanayi üretiminin verimliliği’ halini almıştır. Verimlilik, sanayinin ve dolayısıyla ekonomik gelişmenin başlıca motoru olarak görülmektedir. Türkiye burjuvazisi, küresel entegrasyonu derinleştirmek üzere imalat sanayiinde üretkenliği artırmak istemekte, bunun için ucuz işgücünün yanı sıra nitelikli işgücü de talep etmektedir.

UİSB’de işgücünün eğitim düzeyinin işgücü verimliliği ve buna bağlı olarak ekonomik büyüme olanakları bakımından olumsuz bir tablo çizdiği belirtilmiştir. Buna göre Türkiye’de mesleki eğitime katılım düzeyi AB ve OECD ülke ortalamalarının gerisindedir: 2009 yılı itibariyle Türkiye’de yüzde 36.7 olan bu oran OECD ülkelerinde yüzde 47.8’dir. TSSB’de ise, Dünya Ekonomik Forumu’nun 2009 yılı verilerine göre Türkiye’nin rekabetçilik endeksinde 133 ülke arasında 61’inci sırada yer aldığı belirtilmekte, Türkiye ekonomisinin 2001 krizi sonrasında tempolu bir büyüme sürecine girmiş olmakla birlikte küresel rekabette yeterince ilerleme kaydetmediğine dikkat çekilmektedir.

TSSB’de Türkiye sermayesinin uluslararası rekabet gücünün artabilmesi için “işgücü piyasasında, yükseköğretim ve mesleki eğitimde … ilköğretimde … iyileşmeler sağlanması” gerektiği tespiti yer almaktadır (s. 9). TSSB’ye göre bu bağlamda eğitim sistemi özel sektörün ihtiyaçlarına cevap verecek nitelikte eleman yetiştirecek biçimde yeniden düzenlenmelidir. Bir başka deyişle, eğitim-öğretim sistemindeki iyileşmelerden kasıt, işgücü piyasasının ve eğitim kurumlarının sermaye kesiminin ihtiyaçları doğrultusunda yeniden yapılanmasıdır.

Aynı konu UİSB’de eğitim-istihdam ilişkisinin güçlendirilmesi başlığı altında ve ‘beşeri sermayenin güçlendirilmesi’ ifadesiyle yer almaktadır. UİSB, Türkiye’de eğitim sisteminin en önemli eksikliğini ekonominin ihtiyacına uygun insan gücü sunamaması olarak görmektedir. Bunun temel göstergelerinden biri işgücünün temel bilgi ve beceri düzeyinin zayıf olmasıdır. “Örgün ve yaygın mesleki ve teknik eğitim programlarının iş dünyasının ihtiyaçlarına duyarlı olmaması, vasıflı meslek sahiplerinin yetiştirilmesine engel teşkil etmektedir”. Bu ‘sorunu’ gidermek için belgede getirilen politika önerisi, eğitim sisteminin “işgücü piyasasının ihtiyaçlarına yönelik bilgi ve beceri düzeyini artırmayı” sağlayacak biçimde yeniden düzenlenmesidir.

Benzer biçimde TSSB’ye göre işgücü konusundaki en önemli sorun olan, özel sektörün bazı pozisyonlarda istihdam edeceği uygun niteliklere sahip eleman bulmada yaşadığı güçlükler, mesleki ve teknik eğitim sistemindeki aksaklıklara bağlanmıştır. TSSB’de ‘Eylem Planı’ bu çerçevede tasarlanmıştır. Örneğin, özel sektörün mesleki ve teknik eğitim okul ve kurumları açmasına olanak verecek düzenlemeler yapılması ve bu kurumların desteklenmesi öngörülmektedir. Bu destekler vergi indiriminden arsa teminine kadar uzanmaktadır.[1]

Elbette bu bakış açısı yeni değildir. 2009 yılında yayımlanan Orta Vadeli Mali Plan’da (2010-2012) da sermayenin ihtiyaçlarına göre emek gücü ve beşeri sermayenin dönüşümü öngörülmüştür. Plana göre iş dünyası temsilcilerinin, meslek yüksek okullarının yönetiminde ve programlarının belirlenmesinde aktif rol almaları sağlanacaktır. Bu konudaki idari ve yasal düzenleme Yüksek Öğrenim Kurumu (YÖK) Başkanlığı koordinasyonunda yapılacaktır. Hazırlanmış olan “Hayat Boyu Öğrenme Stratejisi” Milli Eğitim Bakanlığı koordinasyonunda uygulamaya konulacaktır. Mesleki Yeterlik Kurumu koordinasyonunda hazırlanan meslek standartlarının uygulamasına ve belgelendirme sistemine de başlanacaktır (Resmi Gazete, 2009).

Son dönemde öne çıkan “bölgesel kalkınma” vurgusu sanayi stratejisinde de karşılık bulmuştur. KOBİ’lere yönelik olarak bölgesel kalkınma odaklı projelerin desteklenmesi ve kümelenme konusunda yerel ve merkezi düzeyde politika çerçevesini çizecek bir yönetişim modeli oluşturulması planlanmaktadır. İşletmeler ve üniversite işbirliğinin güçlenmesi, müşevvik yapısının bu doğrultuda yeniden yapılandırılması ve ticari nitelikli etkin bir bölgesel altyapı kurulması planlanmaktadır. Bu çerçevede en dikkat çekici noktalardan biri, yüksek öğretim kurumlarının yerel özelliklere uygun şekilde uzmanlaşmasının öngörülmesidir (s. 119).

UİSB’de öngörülen politikaları şöyle sıralayabiliriz:

 

1. Herkese okul öncesinden başlayarak temel beceri ve yetkinlikler kazandırılacak, hayat boyu öğrenme perspektifinde yeni ortamlar oluşturulacaktır.

2. Eğitim-işgücü piyasası arasında uyum sağlanacaktır: Aktif işgücü piyasası politikaları (AİPP) yaygınlaştırılarak etkinliği artırılacak ve eğitim sistemi ve aktif işgücü piyasası politikaları ile proje merkezli inovasyon ve girişimcilik özendirilecek ve desteklenecektir.

 

Genel ve mesleki eğitimin kalitesi ve etkinliği artırmak üzere, kamu kesiminin mesleki eğitimden kademeli olarak çekilerek bu konudaki inisiyatifi yerel aktörlere ve/veya özel sektöre bırakması öngörülmektedir. Bir yandan kamunun mesleki eğitim alanından çekilmesi amaçlanırken, diğer yandan kamusal kaynakların sermayeye sunduğu hizmetlerin artırılması planlanmaktadır: İl Özel İdareleri bütçelerinin yüzde beşinin mesleki eğitime tahsisi, teknik ve endüstri meslek lisesinin atölyelerinin işgücü eğitimlerinin kullanımına açılması, mesleki ve teknik eğitim mezunları ile işgücü yetiştirme kurslarını bitirenlerin eğitim aldıkları alanda istihdam edilmeleri halinde ilk yıl boyunca sosyal güvenlik primi işveren payının devlet tarafından karşılanması, mesleki yeterlilik belgesi sahiplerinin, eğitim aldıkları alanda istihdam edilmeleri halinde, ilk yıl boyunca sosyal güvenlik primi işçi ve işveren paylarının devlet tarafından karşılanması öngörülmektedir.

Eğitim-işgücü piyasası arasında uyum sağlamak üzere, Resmi Gazete’de yayımlanan ulusal meslek standartlarının ortaöğretimde MEB, yükseköğretimde YÖK tarafından bir yıl içinde eğitim programlarına yansıtılıp uygulamaya konması kararlaştırılmıştır. Ayrıca staj sisteminin iyileştirilip etkinleştirilmesi planlanmaktadır: Staj uygulamasının kapsamı genişletilecek ve stajyerlere halen brüt asgari ücretin yüzde 30’u olarak ödenen staj ücreti net asgari ücretin yüzde 30’u olarak düzenlenecektir. Özel İstihdam Bürolarının etkinliği artırılacaktır. Önemli bir vurgu da girişimcilik eğitimlerine yapılmıştır: Orta ve yüksek öğretim müfredatlarında inovasyon ve girişimcilik bölümlerine yer verilecektir. Yükseköğretimdeki tüm bölümlere girişimcilik seçmeli ders olarak konulacaktır. İnovasyon ve girişimcilik Teknoloji Geliştirme Merkezleri (TEKMER) ve İş Geliştirme Merkezleri (İŞGEM) temelinde desteklenecektir. Girişimcilik eğitimi alan girişimciler tarafından yeni kurulacak işletmelerin vergi ve sosyal güvenlik primleri azaltılacaktır.

Görüldüğü üzere ilköğretimden üniversitelere dek bütün bir eğitim sisteminin sermayenin ihtiyaçlarına göre ‘emek-gücü’ yetiştirecek biçimde yeniden düzenlenmesi öngörülmektedir. Üniversite müfredatları buna göre düzenlenecek, hatta üniversiteler sermayenin bölgesel ihtiyaçlarına göre yeniden yapılanacaktır. Eğitim sisteminin içeriği, müfredatı, işleyişi kadar, teknik donanımı da sermayenin ihtiyaçlarına hizmet edecek biçimde bu sürece uyarlanacaktır: Labaratuvarlar, işlikler, teçhizat sermayenin özgürce kullanımına açılacaktır.

Eğitim alanından kamunun çekilmesi, sermayenin çeşitli bileşenlerinin, bölgesel kalkınma ajanslarının, il özel idarelerinin eğitim sistemini düzenlemesi anlamına gelmektedir. Eğitim sermaye için emek gücü yetiştirmek üzere yapılanacağına göre bunu da en iyi yapacak olan elbette ki sermayenin kendisidir. Bununla birlikte, sermaye kesiminin yeni sistemin yüklerini üstlenmeye de hiç niyeti yoktur. O halde, teknik eğitim mezunları ile işgücü yetiştirme kurslarını bitirenlerin eğitim aldıkları alanda istihdam edilmeleri halinde ilk yıl boyunca sosyal güvenlik primi işveren payı devlet tarafından karşılanacaktır; ya da “mesleki yeterlilik belgesi sahiplerinin” ilk yıl boyunca sosyal güvenlik primi işçi ve işveren paylarını devlet karşılayacaktır.

Özetle, yeni sistemde planlanan, sermayenin ihtiyaçları uyarınca, sermayenin denetimi ve koordinasyonunda, kamusal kaynaklar kullanılarak, ilkokuldan itibaren ‘girişimci’ ruhuyla ve bilinciyle yeni nesillerin yetiştirilmesidir. Sözde eğitim sistemi, emekçiyi henüz çocuk yaştan itibaren sermayenin ihtiyaçları uyarınca şekillendirmeye yönelecektir. Elbette her kapitalist toplumda eğitim sistemi özünde bu işlevi üstlenmektedir. Bugün yeni olan, önceleri lafta da olsa korunmaya çalışılan bilimsel eğitim ‘idealinin’ artık tamamen bir yana bırakılmasıdır.

 

2. EMEK SÜREÇLERİNİN ESNEKLEŞMESİ

 

Türkiye’de sermaye kesimleri 1990’lı yıllardan bu yana “esnek üretimi” daha güçlü bir biçimde talep etmekte ve aslında fiilen uygulamaktadır. Buna göre, uluslararası rekabeti sürdürmenin koşulu, üretim süreçlerini esnek hale getirmekten geçer. Emekçi kesimlerin örgütsüz olması ve 1980 sonrasında işçi sınıfının zayıflatılması da sermayenin istediği biçimleri uygulayabilmesine olanak vermiştir.

“Esnekleşme” kısaca, iş gücü maliyetinin düşürülmesi ve rekabet gücünün artırılması anlamına gelmektedir. “Esneklik”, kapitalistin çalışma yeri, çalışma zamanı, çalışma süresi, işgücü miktarı, ücret düzeyi gibi konularda serbestlik kazanması anlamındadır. Yani kapitalistin, ihtiyaç duyduğu zaman, ihtiyaç duyduğu sayıda işçiyle, ihtiyaç duyduğu süre, ihtiyaç duyduğu üretimi yapma esnekliğine sahip olması demektir. İŞKUR’da hazırlanan bir uzmanlık tezi emek süreçlerinin esnekleşmesinin sermaye tarafından neden şiddetli bir biçimde savunulduğunu ortaya koymaktadır: “Esneklik işletme açısından, işgücünün işletme içinde gerekli zamanda ve yeterli sayıda kullanmasıdır” (Karakoyun, 2007 : 3).

İşçiler açısından ise esneklik iş güvencesinin olmaması, sosyal güvencenin bulunmaması, düşük ücretlerle uzun çalışma saatlerinde kayıt dışı istihdam demektir. Kapitalist toplumda yığınların tek ayakta kalma şansı ücretli iş edinebilmektir. Ücretli işin tam zamanlı, güvenceli ve kayıtlı istihdam biçiminde olması emekçinin kendisinin ve bakmakla yükümlü olduğu kimselerin ihtiyaçlarını karşılayabilecek gelire ve kamusal sağlık hizmetlerine erişebilmesi, işten kolayca çıkarılamaması ve belirli bir yaşa geldiğinde ya da çalışmasını engelleyecek bir hastalık/kaza durumunda yaşamının güvence altında olması demektir. Esnek istihdam, işçinin bu en temel yaşam koşullarının ortadan kalkmasına yol açar: Bugün çalışmışsa bile ertesi gün çalışacağının garantisi yoktur, düzensiz çalıştığı için geliri düzensizdir, yüksek olasılıkla kayıt dışı istihdam edilmiştir, sosyal güvenlik sistemi altında değildir vs.

2010 yılında Mecils’e gelen Torba Yasa ile esnek çalışmanın norm haline getirilmeye çalışıldığı anlaşılmaktadır. Daha önce İş Yasası’na girmiş olan çağrı üzerine çalışmaya evden çalışma ve uzaktan çalışma uygulamaları ilave edilmiştir.

UİSB’de esnek istihdamın yaygınlaştırılması ve içeriğinin genişletilmesi amaçlanmaktadır. Sosyal güvenlik mevzuatının esnek çalışma biçimlerini teşvik edecek unsurları içermemesi, kıdem tazminatı gibi uygulamaların işgücü piyasalarının katılığını artırması, esnek çalışma biçimlerinden bir kısmının mevzuatta düzenlenmemiş olması, mevzuatta var olan esnek çalışma biçimlerine ilişkin bazı sınırlamaların bulunması zayıf yönler olarak saptanmıştır. Elbette ki sıralanan bu özellikler sermayenin kesintisizce işleyebilmesinin önünde engeller yarattıkları için zayıf bulunmuştur. Belgede esnek istihdamı yaygınlaştırmak üzere yasal düzenlemesi bulunan ancak yeterli uygulama alanı olmayan esnek çalışma biçimlerinin uygulanabilirliğinin artırılması ve emek piyasasının ‘katılığının’ giderilmesi planlanmaktadır. Kıdem tazminatının kaldırılması, bölgesel asgari ücret uygulanması, özel istihdam bürolarının geçici istihdam büroları olarak da faaliyette bulunmalarına yönelik düzenlemeler yapılması öngörülmektedir: “Kıdem tazminatı reformu yapılarak ve bölgesel asgari ücret uygulamasına imkân tanınarak istihdam üzerindeki mali yüklerin öngörülebilir ve rekabet edebilir bir düzeye çekilmesi” amaçlanmaktadır.

Esnek çalışmayı daha fazla talep edebilecek genç ve kadın işgücü potansiyelinin bulunması bir fırsat olarak tespit edilmiştir. Kadınlar esnek çalışma biçimleri için ideal emek gücü profili olarak görülmektedir (bkz. Yaman Öztürk, 2010). Açıkçası daha önce ne bir sermaye örgütü ne de bir hükümet temsilcisi kadınların esnek emek süreçleri için ‘ideal’ olduğunu bu denli açık bir biçimde dile getirmemiştir.

Kadınları esnek istihdama çekmenin altında, biri örtük diğeri belirtik iki temel argüman bulunmaktadır:

1. Kadınların geliri esas olarak hane gelirine bir katkıdır. Düzensiz ya da düşük olması aile için büyük sorun teşkil etmeyecektir. Oysa ki “ailenin ekmek getiren” erkeklerini esnek istihdama çekmek kolay değildir. Ayrıca kadınların işgücüne katılması emek havuzunu ve yedek sanayi ordusunu genişletecektir.

2. Ancak kadınlar için “esnek istihdam” idealdir. Kadınların klasik çalışma biçimlerinde istihdamı erkeklere göre daha zordur. Kadınların tam süreli ve ev dışında çalışmasının başlıca engeli onlardan beklenen ücretsiz bakım işleridir: Çocukların bakımı, yaşlı ve hastaların bakımı, öbür ev işleri. Bu anlayış şu yorumda tam karşılık bulmaktadır: “esnek çalışma biçimleri ile kadınlar iş hayatına daha fazla yönelmekte ve çalışırken eş olma ve/veya annelik görevini de daha iyi yerine getirebilmektedir” (Karakoyun, 2007: 123).

Sonuç olarak diyebiliriz ki iki belgenin de öngördüğü politikalar sermayenin işgücü üzerindeki tahakkümünü güçlendirmeye yöneliktir. Bu politikalar iki farklı hedefe yönelmiştir: Emek piyasasının ‘katılığını’ yumuşatmak ve emek verimliliğini yükseltmek. Bir yandan, ücretler üzerindeki kamusal ‘yüklerin’ özel sektörün rekabet gücünü kısıtladığı ileri sürülerek yeni düzenlemeler öngörülmektedir. Ulusal İstihdam Strateji Belgesi’nin başlıca hedefleri arasında esnek üretimin yaygınlaştırılması ve istihdamda işveren üzerine ek yük getirilmemesi yer almaktadır: “Uygulanacak yeni teşvik politikalarının maliyetleri firmalarca değil genel bütçe ve işsizlik sigortası fon kaynaklarıyla karşılanmalı, böylelikle işletmelerin rekabet gücü gözetilmelidir”. Diğer yandan, işgücünün beceri düzeyindeki yetersizliğin de rekabet gücü önünde en az bu katılıklar kadar önemli bir engel oluşturduğu savunulmaktadır. Bu bakımdan, sermaye örgütlerinin işgücüne dair taleplerinin karşılandığı söylenebilir.

3. DEĞERLENDİRME: STRATEJİ BELGELERİNİN ASIL “VİZYONU”

Küresel kriz, yeni stratejilerin uygulamaya sokulabilmesi için elverişli bir ortam sunmuştur. İşgücü piyasası reformu adı altında işverenlerin ödediği sosyal güvenlik primlerinde indirim yapılmış, İşsizlik Sigortası Fonu sermayenin kullanımına tahsis edilmiş, ayrıca emek sürecini daha da ‘esnek’ hale getirecek kimi tedbirler getirilmiştir. Henüz kıdem tazminatı fonuna veya bölgesel asgari ücrete dair bir yasama edimi gerçekleşmemiş olmakla birlikte, bahsedilen yeni stratejiler çerçevesinde bunların da gündeme geleceği kesindir.

‘Strateji’ belgelerinin sermaye kesimi stratejileri olarak anlaşılması gerekmektedir. Zira bu belgelerde toplumsal refah adına herhangi bir öneri yer almazken, tek ve başlıca mesele özel firmaların kârlılığının artışı olarak sunulmuştur. Bu durum ‘Türkiye’nin uluslararası rekabet gücünün artması’ biçiminde ifade edilmektedir. Oysa bu tür bir gelişmenin çalışan kesimlerin yaşam koşullarında daha fazla bozulmaya yol açacağını tahmin etmek zor değildir. Son on yıl içinde Türkiye’nin ihracatı arttıkça taşeronlaşma, kayıtdışı ve enformel çalışma da hızlanmış, çalışma saatleri artmış, DİSK-AR verilerine göre haftada ortalama 53-54 saate yükselmiştir. Üstelik, tüm bunların yanı sıra, üretimin ithalat bağımlılığı nedeniyle ithalat çok daha hızlı artmaktadır. Kısacası, ‘ihracata yönelik’ kalkınma modelinin cilası uzun zamandır dökülmüş durumdadır. Sermaye kesimi ise bu modeli olabildiğince sürdürmek kararlılığındadır. İşçilere ait örgütlerin genel zayıflığı göz önüne alındığında, Türkiye’de çalışan kitleleri önümüzdeki dönemde daha da zor koşulların beklediği söylenebilir.

KAYNAKÇA

Boratav Korkut (2011) “On İki Yıllık Bir Bölüşüm Bilançosu”, Birgün, 15 Mart 2011.

Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı (2011) Ulusal İstihdam Strateji Belgesi, 04 Şubat 2011, http://www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=35386, erişim tarihi: 20.07.2011.

Hisarcıklıoğlu M. Rifat (2006) 5. Sanayi Kongresi açılış konuşması, http://www.tobb.org.tr/Documents/Konusmalar/5sanayi kongresi_belgesi.doc, erişim tarihi: 01.06.2011.

Karakoyun Y. (2007) Esnek Çalışma Yoluyla Kadınların İşgücüne Katılım Oranının ve İstihdamının Artırılması; İşkur’un Rolü, Yayınlanmamış Uzmanlık Tezi, Türkiye İş Kurumu Genel Müdürlüğü.

Resmi Gazete (2009) “Orta Vadeli Mali Plan (2010-2012)”, 16 Eylül 2009.

Sak Güven (2007) “Türkiye İçin Yeni Bir Sanayi Politikası Çerçevesi”, Uluslararası Uygulamalar Işığında Türkiye için Sanayi Stratejisi Arayışları Konferansı, TÜSİAD/EAF/KoçÜniversitesi, www.ku.edu.tr/ku/images/EAF/g.sak, erişim tarihi: 01.06.2011.

Sanayi ve Ticaret Bakanlığı (2011) Türkiye Sanayi Strateji Belgesi (2011-2014): AB Üyeliğine Doğru.

Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası (2012), Elektronik Veri Dağıtım Sistemi (EVDS), www.tcmb.gov.tr.

TUİK (Türkiye İstatistik Kurumu) (2010) İstatistik Göstergeler 1923-2009, Ankara,.

TUIK (Türkiye İstatistik Kurumu) (2011) Türkiye İstatistik Yıllığı 2010, Ankara.

Yaman Öztürk M. (2010) “Ücretli İş ve Ücretsiz Bakım Hizmeti Ekseninde Kadın Emeği: 1980’lerden 2000’lere”, Kapitalizm, Ataerkillik ve Kadın Emeği: Türkiye Örneği içinde, Saniye Dedeoğlu ve Melda Yaman Öztürk (der.), İstanbul: SAV Yayınları.


[1] Eylem Planı’nda bu destekler şu şekilde tarif edilmiştir: 5580 Sayılı Kanunda özel sektörün mesleki ve teknik eğitim okul ve kurumları açmasına imkan verecek şekilde değişiklik yapılacak, bunlara vergi indirimi, uzun vadeli ve düşük faizli kredi, arsa temini gibi teşvikler sağlanacaktır. Özel sektör, istihdam garantili okul açması halinde, eğitime yüzde 100 destek kapsamında vergi indiriminden yararlandırılacaktır. Organize Sanayi Bölgesi, Turizm Bölgesi, Serbest Ticaret Bölgesi ve Küçük Sanayi Sitesi yönetimlerine, ilk planlama aşamasından itibaren istihdam edilecek nitelikli insan gücünü yetiştirmek, çalışanlarını geliştirmek ve uyum eğitimlerini sağlamak amacıyla yeni kurulacak Organize Sanayi Bölgesi, Turizm Bölgesi ve Serbest Ticaret Bölgesi’nde mesleki ve teknik eğitim okul/kurumu için arsa ayırması ve okul/kurum yapma zorunluluğunun getirilmesi konusunda yasal düzenleme yapılacak, bu konuda ilgili bölge yönetimleri teşvik edilecektir. Ayrıca, özel sektörün mesleki ve teknik eğitim okul ve kurumlarında bulunan bina, tesis, uygulama birimi, atölye ve laboratuarlarından yeterli düzeyde yararlanması sağlanacaktır.

“Temiz” enerji, tarım ve göç

Antik Yunanlılar, sahip oldukları tarım alanlarındaki hasadın mevcut nüfuslarına yetmemesi sonucu yoğun göçler yaşamışlardır.

Değişik bölgelerle ticaret yapabilmek için gemi yapmaya başlamışlar ve bunun için bolca ağaç kesip ormanların azalmasına neden olmuşlardır. Topraklar verimsizleşmiş, ağaç köklerinin olmadığı toprak yağmurlarla akıp gitmiş ve yeni topraklar bulmak amacıyla göçlerden kaçınılamamıştır.

Doğanın yok edilişi süreci M.Ö. 8. yüzyıllarda başlamıştır. Doğayı kontrolsüzce tüketmek ve sınırsızca metalaştırmayla başlayan süreç, günümüzde artık sürdürülemez hale gelmiştir. Dünya üzerinde açlık ve susuzluğun en yoğun yaşandığı ve bu nedenle göçlerin de çok yoğun olduğu bölgeler ise Afrika ve Ortadoğu’dur. Yaşanan yoksulluk ve sefalet nedeniyle göçler en çok bu bölgeden batıya doğru olmaktadır. Göçün en büyük nedenlerinden biri de savaşlardır. Savaşlar da, bilindiği gibi, bölge halklarının yaşadığı topraklardaki doğal zenginliklerin bir avuç tekelci kapitalistin kontrolü altına alınıp sermaye birikmmi ya da yağmanın sürdürülmesi amaç ve politikalarından kaynaklanmaktadır.

Bu yazı, göçe neden olan etkenler bakımından tarım alanlarının yok olması ve var olanların da tarım tekellerinin eline geçmesi süreçleri ile yaşanacak göçleri değerlendirmeye çalışıyor.

Öncelikle alttaki haritaya ve haritadaki kırmızı bölgelere dikkatinizi çekmek istiyorum.

 

Bu bölgeler Türkiye’nin en öjemli tarım alajlarının bulunduğu bölgeler. İşaretlemenin amacının bu olduğunu sakın sanmayın. Geçtiğimiz günlerde, bu bölgelere güneş enerjisi “tarlaları” yapılacağı basına yansıdı. İlk santralin de Ş. Urfa’nın Birecik ilçesinde kurulacağı açıklandı. Bu santrali kuracak şirketin basında yer alan bilgileri şöyle: “Gehrlicher Merk Solar Enerji AŞ adĵyla kurulan yeni bir şirket, Türkiye’nin doğusu ve güneyinde güneş tarlaları kuracak. Almanya merkezli Gehrlicher Solar AG’nin cirosu global olarak 2010 senesinde 343 mmlyon Euro. Merk Solar Enerji ise Akfel Croup bünyesinde 2008 yılından beri Türkiye pazarlarında güneş enerjisi sektöründe fotovoltaik projelerine mühendislik, tedarik ve kurulum (EPC) hizmetleri veriyor. EÜAŞ yatırım için Şanlıurfe Birecik’i üs seçerken, GAP Bölge Kalkınma İdaresi de güneş enerjisi yatırımları için çalışıyor. Yatırımın Türkiye’nmn en büyük güneş santrali olacağını ifada eden yatkililer, ‘Bu Türkiye’nin ilk büyük santrali olacak. Hem teknoloji transferini getirip hem de özel sektöre örnek olmak istiyoru~’ diyorlar.

Türkiye’de gerçekleştirilmek istenen “güneş enerjisi tarlaları”nın büyük çoğunluğu “Güneş Termik Santralleri’ ve seãtikleri bölgeler de su yoğun fölgelevdir. Haritada Ş. Urfa ilinde Birecik dışında başkaca işaretlenmiş önemli bir yer olmadığı herhalde görülüyor. Oysa Ş. Urfa, günaş bakımından yılın en yoğqn güneş alan, yağışın ve bulutlu havaların en az olduğu bir il. Peki neden Birecik? Fırat nehrinin en güzel kıyıları burada ve Fırat nehri, ihtiyaç duyacakları suya ermşimlermni fazlasıyla kolaylaştırıyor. Birecik topraklarının %71,6 sı tarım alanıdır. Tahıl ve en önemlisi de fıstığın en yoğun üretildiği bir cennet köşedir Birecik ve buraya 25 MW’lık bir santral yapılması planlanıyor. Bu da, yaklaşık 500.000 m2 tarım alanının, yapılacak olan santrale kurban edilmesi demek. Şanlıurfa Ticaret ve Sanayi Odası$(ŞUTSO) Başkanı Sabri Ertekin, yapılacak bu santral için “Yeter ki ilimize fayda sağlansın, istihdam artsın” demiş. Başkan böyle bir santralde kaç kişinin çalışacağını$sanıyor acaba!$500.000m2 tarım alanında sağlanan istihdam ile yapılmak istenen santraldeki istihdamın karşılaştırılması bile abesle iştigal. Kuruluş aşaması dışıjda birkaç teknisyenle işletilecek santral için istihdam beklentisinden söz etmenin halkın yanıltılmasından başkaca bir amacı olamaz.

Üstteki fotoğrafta bir “güneş tarlası” görülüyor. Tahıl ya da fıstık yerine enerji! Tercihimiz sizce ne olmalı?

 

BAZI ÖRNEKLER

Hakkâri Bağışlı’da 21 MW’lık santral kurulması için teşvik hazırlanmış. Hakkâri’yi bilen bilir; düzlük alanlarının çok az olduğu, neredeyse her yerin dağlık ve sarp kayalıklardan oluştuğu bir bölgede yaklaşık 400.000m2’lik bir alanın santral için düşünülmesi manidar bir durum. Tarım alanı ile meraların, santralin ihtiyacı olan alanlarla ve su havzaları ile çakışıyor olması bu durumu sorgulamamıza neden oluyor. AB ile yapılan müzakerelerde çevre faslının açılmasına koşul olarak Fırat-Dicle Su Havzası’nın AB ile birlikte yönetilmesi kararını, bölgede yaşanılan her gelişmede hatırlamamız gerekiyor. Dicle’nin en önemli su kaynakları Hakkâri ili sınırlarındaki su havzalarından beslenmektedir. Geçmişten beri sürdürülen ve hepimizi bir dönem etkileyen “küresel ısınma”ya karşı “güneş-rüzgâr bize yeter” söylemleri ve öngördüklerinin kapitalist üretim süreçlerinde bir aldatmaca ve sermayenin yeni bir yağmalama sürecinden gayrı bir şey olmadığını günümüzdeki gelişmelerle daha net görmeye başladık. Atılan her adımın ardında kapitalist-emperyalist sistemin ihtiyaçlarını karşılamaya yarayan ve nihayetinde bizleri açlığa, sefalete ve göçe mahkûm edecek politikalar olduğunu görmek zorundayız.

Antalya Alakır Havzası’nda nehrin beslediği Kumluca ovasında 8000Ha alanda tarım yapılmaktadır. Alakır havzasına yapılmakta olan HES’ler nedeniyle bölgede tarım olanağı tamamen ortadan kalkacağı gibi, çok ciddi göçlere de neden olacağı bilim adamlarının raporlarında yer alıyor. Şimdi de güneş enerjisi için tarlalar yaratılmaya çalışılırken, bu nedenle binlerce hektar alanda tarım faaliyetlerinin son bulması, Akdeniz bölgesinde yaşanılacak doğa tahribatı ve insanların şehirlere göçü sonucunda yaşayacakları sorunlar, bu planları yapanları hiç ilgilendirmiyor. Göç sonucunda şehirlere akın eden insanların kapitalist işletmeler için ucuz yedek iş gücü olması istenilen ve arzu edilen bir şeydir. Tüm bu sorunlar yaşanırken, “rüzgâr-güneş bize yeter” demek mümkün mü? Bu kimin muradı olabilir!

Marmara bölgesinde güneş enerjisi yatırımı düşünmemişler, fakat bölgede yaşanılan tarım alanlarının yok edilmesi sürecine değinmemiz bütünü görmemiz açısından önemli. Tüm bu gelişmelerdeki kapitalist-emperyalist sistemin yönelimini ve bunun sonucunda bizlerin nelerle karşılaşacağını ancak bütünü görerek kavrayabiliriz. Marmara bölgesinin en önemli tarım alanları Trakya ve Bursa’da yer almaktadır. Bursa’da uzun yıllardır uygulanan politikalar sonucunda dünyanın en değerli tarım alanlarından biri yok edilmek üzere. Çok küçülmüş ve sanayi nedeniyle de tarım yapılamaz hale getirilmiş bölgede kalan son tarım alanları da hükümetin uygulamaları nedeniyle yok edilecektir. Bursa’nın şu an nüfusu 2,5 milyon civarında ve TÜİK verileri, kısa vadede Bursa nüfusunun 3,5 milyona, Ankara’nın 5,5 ve İzmir’in de 4,5 milyona ulaşacağını açıklıyor. Bu nüfus, İstanbul hariç, 3 kentte 3 milyon nasıl artabilir? Başbakan’ın “her aile 3 çocuk yapsın” önerisiyle bu sayıya ulaşmakta imkânsız. Bunun bir cevabı olmalı! Yine TÜİK’in nüfuslarının düştüğünü açıkladığı 44 ilin tarım yoğun üretim yapılan iller olması, herhalde bu cevapla doğrudan ilişkilidir.

Bursa Nilüfer Organize sanayi bölgesi…

Trakya şu an tarım-yoğun yaşanılan bir bölge ve son alınan kararlarla Trakya sanayi bölgesi haline getiriliyor. İstanbul için hazırlanmış İMP (İstanbul Metropoliten Planları) Marmara bölgesinin tamamını İstanbul’un arka bahçesi haline getirmeyi amaçlamaktadır. 1999 yılında Trakya Üniversitesi ile Namık Kemal Üniversitesi’nin birlikte başladığı ve 2005 yılında bitirdikleri, mevcut hükümetçe de kabul edilen Trakya bölgesi 1/100.000’lik çevre düzeni planları, Trakya Kalkınma Ajansı tarafından İMP planlarını yapan bir şirkete, 1 yıl gibi komik bir sürede yeniden yaptırılmıştır. Daha önceki tarım alanları ile su havzalarının korunmasını amaçlayan planlar olduğu gibi değiştirilmiş ve sanayi ağırlıklı bir plana dönüştürülmüştür. Bölgede CHP’nin sahip olduğu 3 belediye eli ile 1/25.000 planlar İMP planlarına uygun hale getirilip yürürlüğe girmiştir. Trakya’da birçok termik santral ve çimento fabrikası ile tehlikeli atıklar yakılarak enerji üretim noktaları inşa edilmeye başlandı. Istranca Dağları’nın suları Bulgaristan sınırına kadar döşenen devasa büyüklükteki boru hatları ile İstanbul’a taşınıyor. İSKİ özelleştirme kapsamında ve her an yeni yağmacı kapitalist sahiplerini kucaklamayı bekliyor.

İktidar kapitalist-emperyalist sistemin yapısal taleplerini Türkiye’de şimdilik başarıyla uyguluyor. Pratik adımlarını ise şöyle sıralayabiliriz: İstanbul’u Finans merkezi, çevresini sanayi bölgeleri, Marmara, Ege, iç Anadolu ve Karadeniz bölgesi dağlarını maden bölgeleri, yine aynı bölgeler ve ülkenin bütününde enerji üretim bölgeleri (Termik, doğalgaz, Nükleer, HES vb.) ile kalan kısımlarda da tekelleşmesi hedeflenen tarım faaliyet bölgeleri. Hükümetin yeni aldığı kararla tarım topraklarının bütünleşik hale getirilme çabası yeni bir tekelleşme sürecine işaret ediyor. İzlenen politikalarla, GDO’lu tarım ve etanol üretimi dışında başkaca tarım üretimi amaçlanmadığı, geçimlik tarımın tamamen ortadan kalkacağı açıktan ilan ediliyor ve bu yolla tarım toprakları tekellerin eline teslim edilecek. Aynı SGK’da yaşananlar gibi.. “İstediğin hastaneye git, istediğin doktoru seç” vb. yalanlarla sağlık haklarımız gasp edilip halkın malı olan hastanelerin sermayeye peşkeş çekilip piyasalaştırılması gibi.. Sağlıkta yaşadığımız sürecinin bir benzerini tarım alanında da yoğun olarak yaşayacağız.

Hükümetin en önemli planlarından biri de, Kürt sorununu bölge sermayesi ve toprak sahiplerine sunmaya çalıştığı pasta ile aşmaya ve bölgeye yapılmaya çalışılan, sözünü ettiğimiz yatırımlarla yoğun göç seferlerini başlatmaya yöneliktir. Bursa’nın ve benzer metropollerin nüfus artış nedenlerinin dayatılan göç politikaları sonucu oluşacağı gerçeği açıkça görülüyor.

Kapitalizm, dünya üzerindeki hegemonyasını kurduktan bu yana sermaye birikim süreçlerinde emek sömürüsü ile doğal alanların sömürüsü at başı gitmektedir. Kapitalizm varlığını sürdürebilmek için üretimi en üst düzeyde tutup sürekli büyümeye ihtiyaç duymaktadır. Bu, kapitalizmin yapısal en önemli sorunudur. Ekonomik büyüme masallarının ardında doğanın ve emek sömürüsünün artacağını, asıl büyüyen şeyin doğa ve emek sömürüsü olduğu gerçeğini daha açık ve görünür kılmak zorundayız.

Geçtiğimiz günlerde, hazırlanan 2b yasasında bazı değişiklikler yaptılar ve bu değişiklikle sözü edilen “2b” alanlarının rayiç bedelini %70 ten %50 ye düşürdüklerini ve bunun nedeni olarak da hak sahiplerinin daha fazla mağdur olmamaları için indirim yaptıklarını açıkladılar. Çıkardıkları kanun hükmünde kararnamelerle hangi alanların orman olmaya devam ettiği, hangi alanların orman vasfını yitirdiğini, hangi alanların tarım alanı ya da doğal sit alanı ve hangi alanların koruma bölgeleri olduğunun yeniden belirleneceği bir süreç başlattılar. Söz ettikleri ve gerekçelendirdikleri orman alanlarının konut alanı olarak işgal edilmiş bölümlerinin satılacağı safsatasına inanmamız bekleniyor. Tüm doğal alanlarımızı ve koruma alanlarımızı alelacele sermayenin hizmetine sokma gayreti inanılmaz boyutlara ulaşan bir dönem içindeyiz.

 

SERMAYENİN İHTİYACINA GÖRE DİZAYN

Maden şirketlerinin yok ettikleri ormanlık alanlar için, 1000 ağaç kestik, 10.000’lerce dikiyoruz yaklaşımı tam bir kandırmaca ve katliamdır. Talan edilmiş bir ormanın mono kültürel bir yapıya dönüşmesi, endüstriyel tarım için gerçekleştirilmeye çalışılan toprakların bütünleşik hale getirilme çabasının bir başka versiyonudur. Yok ettikleri ormanların yerine dikilen ağaçların, orman sanayiinin ihtiyacı için kerestelik ormanlık alan dışında herhangi bir işe yaraması gibi bir gayret içinde olmadıklarını anlamak için kâhin olmamız gerekmiyor. Her attıkları adımda sermaye birikimi için en az 3-4 fayda düzeyini tutturma çabası mevcut iktidarın en başarılı olduğu yaklaşımdır. Bankaların bazıları çiftçilere uzun vadeli krediler açıp onları borçlandırarak, topraklarının tekellerin ellerine geçmesini sağlıyorlar. Bunun en açık örneğini, Sakarya’nın Kocaali İlçesi’ne bağlı Açma başı Köyü’nde yaşadık. Çiftçiler kullandıkları krediyi geri ödeyemeyince köyün yüzde 80’i özel bir banka tarafından satışa çıkarıldı. Bölgelere göre değişiklik gösterse de bazı tarım alanları sanayi, konut ya da endüstriyel tekelci tarımın yapılabilmesini sağlamak amacıyla her türlü yol ve yöntemle el değiştirilmesi sağlanmaktadır. Kapitalizmin küreselleşme adı altında başlattığı sermayenin özgürce dolaşımı, her alanda olduğu gibi tarım alanlarında da kapitalizmin egemenliğini mutlaklaştırmak amacıyla sürdürülmektedir. Tarım alanlarında gerçekleştirmeye çalıştıkları her şeyin ardında kapitalizmin gıda egemenliği hedefi vardır. Bunun için DTÖ (Dünya Ticaret Örgütü), IMF (Uluslararası Para Fonu), DB (Dünya Bankası) aracılığı ve yerli işbirlikçi hükümetler eli ile dünya tekellerinin hâkimiyetini kurmaya çalışmaktadırlar. Geçimlik ve geleneksel tarımın son bulması başlıca hedefleridir.

BU GELİŞMELER KADER Mİ?

Brezilya’daki ‘Topraksızlar Hareketi’ bu alanda neler yapılabileceği konusunda önemli bir deneyim sunuyor. Metin Yeğin ve Abdullah Aysu Brezilya’da yaşanılan süreçleri kitap haline getirdiler. Bugün üye sayısı beş milyona ulaşan topraksızlar hareketi devlete ve büyük toprak sahiplerine ait toprakları işgal ediyor ve işliyor. İşgal edilen topraklarda, kooperatifler, okullar, sağlık klinikleri vb. inşa ederek, evet, şüphesiz kapitalizmin sınırları aşılmadan ve henüz kapitalizm çerçevesinde kalınarak, ama dayanışma ve işbirliği içinde yaşamlarını tekel-dışı bir yönelimle sürdürüyorlar. Bir başka örnekse, işçi sınıfı iktidarı koşullarında Sovyetler Birliği’nde hayat bulmuş kooperatifler; kolhoz ve sovhozlardır. AKP hükümetiyse, daha önce yürürlüğe koyduğu 20 dönüm ve altı arazilerin miras yolu ile bölünmesine getirdiği yasak yetmedi ve yeni bir söylemle tarım arazilerinin daha bütünleşik hale getirilmesi çabasına girdi. Tüm kamu kurumları ile tarımsal birliklerin de toplulaştırma yapmasını sağlayacak düzenlemeleri gerçekleştirdi.

Ne var ki bunda!” diyen insanlar olacaktır. Fakat  “ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz” sözü hükümetin bugüne kadarki uygulamaları açısından ve yaptıklarının yapacaklarına gösterge oluşturması bakımından değerlendirmelerde bulunmamız gerekiyor. Kapitalizmin gıda egemenliği hedeflerini gören bir yerden bakınca, söylenenle gerçekleşecek olanın çok farklı olduğunu görebiliriz. Kooperatiflerden söz ediyor bakan, fakat arazi tapularının işin ehli kişilere verilmesi gerektiğini dile getiriyor ve ardından “şirket köyler” oluşacak diyor. Yazının başından bu yana bazı bölgelerde tarım alanlarının hızla yok edilmek istendiği, enerji, maden vb. talanlardan arta kalan alanların da tarım tekellerinin eline teslim edileceği bir süreç içinde olduğumuzdan söz ediyoruz. Tüm gelişmeler ve yaşananlar, farklı türden düşünmemize imkân vermiyor, olup biten her şey çok açık ve yalın. Üretici köylü sendikalarının birleşik mücadele yürütmeleri ve üretici köylünün, kuşkusuz topraksız ve az topraklı yoksul köylü ve kır yarı-proleterlerinin köylü birlik ya da komitelerinde bir araya gelerek kendilerini ve taleplerini sahiplenmeleri herhalde çıkarları gereğidir. Topraksız köylünün topraklandırılması da içinde köylünün üretimden tüketime tüm faaliyetlerini ilk elde kooperatifler çerçevesinde örgütlendirilmesi, bu kooperatifler eli ile tarımsal ürünlerin üretim ve dağıtımını sağlayacak birleşik bir yapının oluşmasını hedeflemek bir gereklilik olarak karşımızda duruyor. Bu yapı, günümüzde TARİŞ vb. örneklerinde olduğu gibi burun kıvrılsa ve yerine tekelci büyük sermayenin dolaysız ya da kredi, tohumluk sağlayıp ürüne ucuza el koyma türü dolayımlı ilişkileri geçirilse bile, kooperatifler de karakteri itibariyle kapitalist nitelikte oldukları ve sonuçta sermaye ilişkileri çerçevesinde olağan koşullarda büyük tekelci sermaye bağlanmaktan kaçınamayacakları için, köylünün tekellere peşkeş çekilmesi önerilmedikçe, sınıf iktidarında bir değişiklik ya da en azından bir “ikili iktidar” durumu veya köylünün birlik ve örgütlülüğüne dayalı olarak yaratılabilecek fiili güç ilişkileriyle karakterize bir ortamın oluşumuyla bağlantılı olarak ve en başta köylülüğün birlik ve örgütlenmesini sağlayıcı ve ilerletici olması bakımından öngörülebilir. HES’lere ve genel olarak köylü başta olmak üzere halkın çıkarlarıyla çatışma içinde düzenlenmekte olan enerji yatırımlarına karşı mücadele de bu perspektifle ve halkın mücadelesinin bir bileşeni olarak anlaşılıp ele alınmalıdır.

Ülkemizde son yıllarda ortaya çıkan HES, termik, nükleer santral vb. enerji yatırımlarına karşı doğal yaşam alanları ile tarım alanlarının yok edilmesine direnen kesimlere baktığımızda, bunların daha çok kırsal kesim insanlarından oluştuğunu görebiliyoruz. Bu saldırılara karşı kazanımlar da bu alanlarda gerçekleşiyor. Bir başka deyişle, yaşam alanlarını savunanlar, canını dişine takıp kadın, erkek ve çocuklarıyla birlikte mücadele yürüten üretici köylülerdir. Rüzgâr tarlalarına karşı Çine ve Samandağ’da direniş başlatan da yine üretici köylüler olmuştur. Çünkü bu tür saldırıların neredeyse tamamına yakın kısmı tarım alanlarının ya da meraların üzerinde gerçekleşiyor. Bu alanları savunanlar değişik bölgelerde direniş platformları kuruyor ve mücadelelerinin birleşme ihtiyacını görüp ülke çapında daha geniş ve birleşik platformlar oluşturarak bu saldırılara karşı top yekûn mücadele içine girmeye yöneliyorlar. Tarım alanlarına yapılan saldırı sadece toplulaştırma, düşük taban fiyatı uygulamaları vb. ile sınırlı değil, aynı zamanda enerji santrallerinin kurulum alanları da tarım alanlarına tekabül ediyor. Buradan bir sonuç çıkarmamız gerekli. Yukarıda sözünü ettiğimiz birleşik köylü ve özel olarak üretici köylü mücadelesi yaşam alanlarının savunulması mücadelesi ile de birleşmek zorundadır. İhtiyaç haline gelmiş birleşik mücadele, sendikalar, kooperatifler, köylü birlikleri gibi köylü örgütlenmeleriyle, bu örgütler içinde birleşerek hayat bulabilir. Sonuç alıcı ve daha mücadeleci bir perspektif yakalanması bu yolla mümkün olabilir.

SONUÇ

En büyük göçler tarım alanlarının ve su havzalarının yok edilmesi veya savaşlar yoluyla işgal edilmesi, el konulması sonucu yaşanmıştır. Egemenler, bugün mazlum halklara binlerce yıllık insanlık tarihinde yaşanmış olanların çok daha vahim boyutta bir tekrarını reva görmektedirler. Yukarıda sözü edilen sorunların sonuçları maalesef göçle de bitmeyecek. İnsanlığın ve doğada yaşayan binlerce türün yaşamsal temel gereksinimi olan su, hava ve toprak kapitalizmin amansız saldırılarıyla hızla yok olmakta ya da kirlenmektedir. İhtiyacımız olan ve gözden hiçbir biçimde kaçırmamamız gereken yegâne şey odur ki, kapitalizme karşı bir duruş ve sosyalizm perspektifi ile mücadele etmek artık yaşamsal bir zorunluluktur.

Kamusal dönüşüm ve TMMOB

Türkiye, sosyo-ekonomik yapı ve devlet yapısı itibarıyla, 24 Ocak 1980 Kararları ve 12 Eylül darbesinden bu yana, neo-liberal temellerde yeniden yapılandırılmaktadır. Kamudan yerel yönetimlere ve toplumsal yaşamın hemen bütün alanlarına yayılan mühendislik, mimarlık hizmetleri de, kamu idari yapısı ve kamusal hizmet boyutlarıyla bu yeniden yapılandırılmanın başlıca alanlarından biri olmaktadır.

İnsanların içinde yaşadıkları mekânların, kullandıkları ürünlerin planlaması, üretimi ve denetlenmesinde bir özne olarak yer alan mühendislik ve mimarlık meslek disiplinlerinin örgütlü gücü olan TMMOB de, son yıllarda, gerek Cumhurbaşkanlığı Devlet Denetleme Kurulu’nun raporu, gerekse seçimlerden önce çıkartılan Kanun Hükmünde Kararnameler’le dönüştürülmeye çalışılıyor. Bu dönüşümü, gelinen bu noktayı, devletin kamu idari yapısının yakın tarihsel sürecine baktığımızda daha iyi anlıyoruz.

1960’lı yıllarda, “ithal ikameci sanayileşme” döneminde bir şekilde planlama ve kalkınma bütünlüğü oluşturulmaya çalışılırken, sanayinin teşviki, korunması, finansmanı, kalkınma hızı ve istihdam parametrelerinden, yani bir merkezi kalkınma planından, tüm toplum kesimlerinin geniş katılımıyla demokratik bir biçimde belirlenmese de, söz etmek mümkündü.[1]

24 Ocak 1980 Kararları’ndan sonra ise, sübvansiyonlar büyük ölçüde kaldırılmış, KİT yatırımları durdurulmuş, sabit sermaye yatırımlarında gerileme yaşanmıştır.[2] 80’li yılların kamu idari yapısı ve kalkınma planına bakış açısını en iyi özetleyecek durum ise, 82 Anayasası’nda kalkınma planlamasının devletin temel görevlerinden çıkartılıp ekonomik hükümler kısmına kaydırılmasıdır.

90’lı yıllara geldiğimizde, 90’ların ilk yarısında ihracata yönelik sanayi modeline gidilerek büyük ihracat teşvikleri uygulanmış, ikinci yarısında ise tüm sektörlerde devlet korumacılığı asgariye inmiş, ülke sanayisi eşitsiz koşullarda küresel rekabete açılmıştır.

2000’li yıllarda ise, Dünya Bankası ve Avrupa Birliği ile işbirliği doğrultusunda bölgesel kalkınma ajansları kurulması öngörülmüş ve Türkiye idari yapısı 26 bölgeye bölünmüştür. Yani Türkiye’de merkezi kalkınma planları somut olarak da ortadan kaldırılmıştır.

Geldiğimiz son süreçte, toplumsal yaşamın hemen bütün alanlarına yayılan mühendislik hizmetleri, gerek kamu idari yapısı, gerek kamusal hizmet boyutuyla neo-liberal dönüşümün başlıca alanlarından olmakta, TMMOB ise yapısal değişiklik yoluyla kuşatılıp tasfiye edilmeye çalışılmaktadır. AKP hükümetinin TMMOB örgütlülüğüne yönelik olarak gerçekleştirdiği en büyük tahribat, geçtiğimiz sene, bir dizi Kanun Hükmünde Kararname (KHK) ile vücut bulmuştur.

2011’deki Milletvekili Seçimleri’nden yaklaşık 2 ay önce, 6223 sayılı Yetki Kanunu, “kamu hizmetlerinin düzenli, süratli, etkin, verimli ve ekonomik bir şekilde yürütülmesi amacıyla” Meclis’ten geçirilmiştir. Bu amaç doğrultusunda, mevcut bakanlıkların ilişkili olduğu meslek örgütleriyle olan hiyerarşik ilişkilerinin yeniden düzenlenmesi ve mevcut meslek örgütlerinin yeniden düzenlenen bakanlıklarda oluşturulacak Mesleki Hizmetler Genel Müdürlüğü’ne bağlanması belirtilmiştir.

Seçimlere 1 hafta kala ise, Hükümet, 3046 sayılı bazı kanun hükmünde kararnamelerde (KHK) değişiklik yapılmasına dair kanun hükmünde kararnameyi yürürlüğe koyup, bu ve bu KHK uyarınca yayınlanan on ayrı KHK ile seçimden sonra kamu idari yapısını yeniden düzenleme yönünde önemli bir adım atmıştır. Kısacası, AKP Hükümeti, 12 Eylül Anayasası’nın Meclis’i teğet geçip, doğrudan Bakanlar Kurulu aracılığıyla memleket yönetme sistemi olan KHK çıkarma yetkisini en etkin biçimde kullanmış ve tüm kamu idari yapısını değiştiren yasa maddelerini Meclis’e dahi tartıştırmadan, Bakanlar Kurulu aracılığıyla yürürlüğe koymuştur.

TMMOB’nin örgütlülük sistemini yapısal değişikliğe uğratan KHK ise, 04.07.2011 tarihinde çıkartılan 644 nolu KHK’dir. Bu KHK’nin 2. maddesinde, yeni oluşturulacak Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, ilgili mesleki hizmetlerin norm ve standartlarını hazırlamakla yetkilendirilmiştir. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın altında oluşturulacak Mesleki Hizmetler Genel Müdürlüğü[3] ise:

· Yerleşme ve yapılaşmaya yönelik mimarlık mühendislik hizmetlerine ilişkin düzenlemeleri yapmak, denetlemek,

· Hizmet alanlarında çalışan gerçek veya tüzel kişilerin görev, yetki ve sorumluluklarına ve kayıtların tutulmasına ilişkin esasları belirlemek,

· Bilirkişilerin yeterliliklerini belirlemek,

· Mimarlık ve Mühendislik Meslek kuruluşlarına ilişkin mevzuatı hazırlamak ve bunları denetlemek gibi yetkilerle donatılmıştır.

Bu KHK’de de açıkça görüldüğü üzere, burada asıl amaçlanan, TMMOB’nin, “Kamu Kurumu Niteliğinde Meslek Kuruluşu” niteliğinden koparılıp, hiçbir yaptırımı olmayan “Sivil Toplum Kuruluşu” boyutuna indirgenmesidir.

Son KHK’lerden önce Bayındırlık ve İskan Bakanlığı’nın TMMOB ile olan vesayet ilişkisi ve son KHK’lerden sonra yürütmeye konulan Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın TMMOB ile olan hiyerarşik ilişkisini incelediğimizde, TMMOB üzerinde yaratılmaya çalışılan tahribatı daha net görüyoruz.

Bayındırlık ve İskan Bakanlığı’nın ağırlıkla kamu yapılarına ilişkin bulunan görevleri, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nda yerleşme, çevre, yapılaşma ve imar gibi alanlarla ilgili ve bu alanlarda faaliyet gösteren meslek odalarının görev yetki ve sorumluluklarını da kapsayacak şekilde genişletilmiştir.

Bayındırlık ve İskan Bakanlığının görevleri[4]:

– Gerçek ve tüzel kişilere yapılan işler dışında, yurt içinde kamu kurum ve kuruluşlarına iş yapan ve belirlenecek gerekli nitelikleri taşıyan müteahhitlere belge vermek ve gizli sicillerini tutmak,

– Yurt dışında iş yapmak isteyen müteahhitlerle ilgili olarak mevzuatın gerektirdiği işlemleri yapmak, sicillerini tutmak olarak belirtilmiştir.

644 sayılı KHK’ye göre Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın görevleriyse[5]:

– Yerleşmeye, çevreye ve yapılaşmaya dair imar, çevre, yapı ve yapım mevzuatını hazırlamak, uygulamaları izlemek ve denetlemek,

– Bakanlığın görev alanı ile ilgili mesleki hizmetlerin norm ve standartlarını hazırlamak, geliştirmek, uygulanmasını sağlamak ve ilgililerin kayıtlarını tutmak,

– Mesleki Hizmetler Genel Müdürlüğü adı altında yeni bir genel müdürlük kurarak, mimarlık, mühendislik müteahhitlik ve müşavirlik hizmetlerine ilişkin düzenlemeleri yapmak ve,

– Mimarlık-mühendislik meslek kuruluşlarına ilişkin mevzuatı hazırlamak olarak tarif edilmiştir.

İki Bakanlık arasındaki yetki farkı yoruma gerek olmayacak kadar açıktır. Ayrıca Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın TMMOB ile kurduğu ilişkinin anayasada belirtilen merkezi ve yerel yönetim ilişkisine de ters düştüğünü belirtmek gerekir.

Anayasanın 123. maddesinde yer alan idarenin kuruluş ve görevlerine ilişkin esaslar çerçevesinde, bakanlıklar merkezden yönetim, meslek kuruluşları ise yerinden yönetim esasına dayalı idari kuruluşlar olarak nitelenmektedir.

İdare hukukunda denetim, hiyerarşik denetim ve vesayet denetimi olarak iki türlüdür. Merkezi idare ile yerinden yönetim kuruluşları arasında denetimsel olarak ne tür bir ilişki olduğu, anayasada, “merkezi yönetimler ve yerel yönetimler arasındaki uyum ve bütünlüğün sağlanmasına yönelik kurallar vesayet denetimi çerçevesinde gerçekleşmektedir” şeklinde tanımlanır.

Vesayet denetimine tabi yerinden yönetim kuruluşları ‘kamu tüzel kişiliği’ ve ‘özerklik’ gibi iki asli unsura sahiptirler ve merkezi yönetimle hiyerarşik bir ast üst ilişkileri yoktur.

Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın, bakanlığın görev alanına giren konularla ilgili olarak mimarlık ve mühendislik meslek kuruluşlarına ilişkin mevzuatı hazırlamak ve bunları denetlemek gibi görevleri, özerklik ilişkisini fazlasıyla aşan bir hiyerarşik ilişkiye tekabül etmektedir.

 

SON SÖZ

1960’larda kalkınmaya yönelik planlamadan 1980’lerden sonra Pazar ekonomisinin çerçevesinin çizildiği, 2000’lerde ise giderek rafa kaldırma eğilimini beraberinde getiren ‘stratejik planlama’ dönemine bir geçiş yapılmıştır. AKP’nin stratejik planlama döneminde merkezi kalkınma planları somut olarak da ortadan kaldırılmış, yerine bölgesel kalkınma ajansları kurulması öngörülmüştür.

Düzenin yeniden yapılandırılması açısından gerekli görülen reformlar için “karar alıcılar”ın toplumdan özerkleşmesi bir zorunluluk olarak görülmüş, devlet, piyasanın kuralsız mutlak egemenliğini sağlayıcı ve uluslararası eklemlenme sürecini tamamlayıcı yasal ve kurumsal düzenlemelerle sınırlı bir düzenleyiciliğe bürünmüştür. Bu doğrultuda devlet, TMMOB gibi kamu tüzel kişiliğine sahip ve özerk yerinden yönetim kuruluşları muhtevasıyla tanımlanan bir kurumla, hiyerarşik bir bağ kurarak toplumun içindeki “karar alıcı”yı kendisine bağlamıştır. Liberalizmin, günümüz dünyasında, özellikle ülkemizde devlet müdahaleciliği ile uyuşmaz olmadığını düşündüğümüzde, AKP Hükümeti’nin bu “karar alıcılar”ın alanlarını hızla serbest piyasa ekonomisine kazandırma yoluna gideceğini tahmin etmek çok zor değildir.

Ayrıca 644 sayılı KHK’nin meslek odalarıyla ilgili düzenlemeleri, kendi koydukları anayasa ve idare hukuku çerçevesinde, yine kendilerinin öngördükleri merkezi idare ve yerinden yönetim kuruluşları arasında olması gereken vesayet denetimini aşmakta, yeni kurulan bir bakanlıkla meslek odaları arasında hiyerarşik bir ilişki yaratmakta ve dayanağı olan Yetki Yasası’na da konu, amaç ve ilkeler yönünden aykırı bulunmaktadır.[6]


[1] Ayrıntılı bilgi için: “Demokrasi Programı ve TMMOB Demokrasi Kurultayı Süreç ve Belgeleri” / TMMOB; 2. Basım, Bölüm 3 (Demokrasinin Ekonomisi), sf. 53

[2] Ayrıntılı bilgi için: “Özelleştirme Gerçekleri ve TMMOB Makine Mühendisleri Odası’nın Özelleştirme Karşıtı Çalışmaları” Yayın No: MMO/2008/480

[3] Ayrıntılı bilgi için: “Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararname Üzerine Oda Görüşü” / TMMOB Makine Mühendisleri Odası

[4] 180 sayılı KHK’nin 2. Maddesi’nin “i” ve “j” bentleri

[5] 644 sayılı KHK’nin 2. Maddesi’nin I. Fıkrası’nın “a” bendi

[6] “Özelleştirme Gerçekleri ve TMMOB Makine Mühendisleri Odası’nın Özelleştirme Karşıtı Çalışmaları” Yayın No: MMO/2008/480 Bölüm: “644 sayılı KHK’nin Anayasaya Uygunluk Bakından Değerlendirilmesi”

Yeni sendikal yasalar

Uzunca bir süredir dünyanın pek çok ülkesinde, şu ya da bu gerekçeyle, işçi sınıfının geçmişte büyük bedeller ödeyerek kazandığı ekonomik ve demokratik haklarına, sendikal hak ve özgürlüklere yönelik saldırılar yoğunlaştı.

Yaşanan kriz sürecinin de etkisiyle, sermaye ve hükümetler ile işçi sınıfı arasındaki mücadelede güç dengesi orantısız bir şekilde işçi sınıfı aleyhine gelişmesini sürdürüyor. Bu durumla doğrudan bağlantılı olarak gündeme getirilen emek düşmanı politikalarla birlikte pek çok kazanılmış hak, işçi sınıfının ekonomik-siyasal örgütlenmelerine resmen meydan okurcasına, fiili saldırılar ve yasal düzenlemeler eşliğinde adım adım geri alınıyor. Burjuvazi, dünyanın çeşitli ülkelerinde ve Türkiye’de işçi sınıfının örgütlü olan kesimlerine ve sendikalara yönelik kapsamlı bir taarruz başlatmış durumda.

Ülkenin içinden geçmekte olduğu ekonomik ve siyasal koşullar, pek çok alanda çok yönlü ve sancılı bir dönüşüm yaşandığının işaretlerini bir süredir belirgin bir şekilde vermeye başladı. Söz konusu dönüşümün sendikal alandaki yansımaları, anayasal haklarını kullanan işçilerin işten atılmasının yoğunlaşması, işçilerin en temel haklarının bile patronlar tarafından yok sayılması şeklinde karşımıza çıkıyor. Bugüne kadar emeğe yönelik kapsamlı saldırılar karşısında sendikaların ve diğer emek örgütlerinin caydırıcı gücünü kullanmaması ya da kullanmak istememesi, sendikal hak ve özgürlüklere yönelik saldırıları gerçekleştirenleri daha da cesaretlendiren bir rol oynamayı sürdürüyor.

SINIF MÜCADELESİ VE YASALAR

Sınıflar arası güç mücadelesinin somutlaşmış bir sonuç belgesi olma özelliği, hemen hemen bütün yasalar için geçerli bir durumdur. Özellikle sendikal örgütlenme, grev ve toplusözleşme gibi emekle sermaye arasındaki ilişkilere ilişkin olan ve temel sendikal faaliyetleri düzenleyen yasalar açısından bu durum çok daha belirgindir. Çünkü sendikalar, kapitalist toplumda iki temel sınıftan birisi olan işçi sınıfının burjuvazi karşısındaki en önemli ekonomik mücadele ve haklarını koruma araçlarından birisi durumundadır.

Tarihsel süreç içinde sınıf mücadelesinin gelişim sürecinde, işçi sınıfının haklarını talep etmesi ve bu hakların yasal güvenceye alınması (sigorta hakkı, çalışma sürelerinin kısaltılması, sendikal örgütlenme özgürlüğünün yasal olarak tanınması vb.) mücadelesi birbiriyle iç içe geçerek ilerlemiştir. Büyük bedeller ödenerek ve zorlu mücadeleler sonucunda kazanılan ve bugün yeniden geri alınmak istenen hak ve özgürlükleri egemenlerin yasal olarak tanımak zorunda kalması, işçi sınıfı mücadelesinin daha sonraki aşamalarında en önemli güvence ve dayanak noktalarından birisini oluşturmuştur.

Sendikaların örgütlenme özgürlüğü, grev ve toplusözleşme hakkını özgürce kullanabilmesi, işçi sınıfının gerçek demokrasi mücadelesinin önemli bir ayağını oluşturur. Ancak söz konusu hakların kazanılması ve korunması mücadelesinin başarısı, aynı zamanda işçi sınıfının örgütlülük düzeyi ve ekonomik-siyasal gücü ile doğru orantılıdır. Bu noktada işçi sınıfının örgütlenmesi ve örgütlenme özgürlüğüne ilişkin düzenlemeler, sanıldığı gibi, sadece işçi sınıfını değil, en az onun kadar burjuvaziyi de yakından ilgilendirmektedir. İşte bu nedenle, kapitalist sistemde sendika yasaları yapılırken, sendikal mücadeleyi güçlendirecek değil, onu zayıflatacak ve burjuva iktidarın denetimi altına sokacak düzenlemeler yapılmaya çalışılır.

Kapitalist sistemde burjuva iktidarları sendikal alan ile ilgili yasal düzenlemeler yaparken, işçi sınıfının sendikal örgütlenmesini kolaylaştırmak, grev ve toplusözleşme hakkını kolaylıkla kullanmasını sağlamak bir tarafa, işçi sınıfının örgütlü mücadelesinin önündeki engelleri büyütmek ve gerçek gücünü göstermesine imkan tanımamak için, ekonomik (sendikal) mücadele ile siyasal mücadelesini birleştirilmesini de engellemeyi hedefler[1]. Hatta her şeyden önce asıl hedefin, işçi sınıfının ekonomik mücadelesi ile siyasal mücadelesini mümkün olduğunca birbirinden uzak tutmak olduğu söylenebilir. Bu nedenle, işçi sınıfının içinde bulunulan dönemdeki bilinç ve mücadele gücüne bağlı olarak, kimi zaman fiili baskı ya da yasaklamalar yoluna gidilirken, kimi zaman da yapılan yasal düzenlemelerle ya da kendi yarattığı sendikal bürokrasi aracılığıyla, sendikaların, sermaye ve onun temsilcisi burjuva hükümetler ile “uzlaşması”nı sağlayacak düzenlemeleri gündeme getirilebilmiştir.

Kapitalizmde hemen her koşulda egemen burjuva sınıfın lehine yapılan yasaların ardındaki temel gerçek göz önüne alındığında, Meclis gündemindeki Toplu İş İlişkileri Yasası’nın, en iyimser tahminleri bile karşılamamış olması, burjuva yasaların, burjuvazinin sömürülen ve ezilen sınıflar üzerindeki egemenliğini sürdürecek biçimde yasakçı ve denetleyici özünü geliştirerek düzenlendiği tespitini yapmamızı mümkün kılmaktadır.

AKP’nin 9 yılı aşan iktidarı döneminde emekçilere ve sendikal haklara yönelik tutumuna baktığımızda, sendikal yasalarla ilgili en küçük bir iyimserliğin bile söz konusu olamayacağı zaten açıktır. AKP hükümeti, her fırsatta darbe dönemi yasaları olarak tanımladığı yasalardaki emekçilere yönelik hak kırıntılarının dahi uygulanmasını engellemiştir.

Sendikal haklarla ilgili 12 Eylül yasalarını bile uygulamaktan geri duran iktidar partisinin “sosyal taraflar” ile yaptığı “uzlaşma”yı bile hiçe sayarak hazırlanan “Toplu İş İlişkileri Yasası”, AKP’nin “sosyal diyalog” mekanizmasını hangi amaçla kullandığını ve ona “sosyal diyalogcu” bazı sendika ve konfederasyonlar kadar bile önem vermediğini göstermektedir.

Sınıflar arasındaki güç mücadelesinin doğrudan etkisiyle biçimlenen ve uygulanan yasaların, en azından sınıf mücadelesine inananlar açısından, tek başına sendikal mücadelenin sınırlarını çizmesi kabul edilemez. Çünkü kendilerini işçi sınıfının kitlesel mücadele örgütü olarak tanımlayan sendikalar, ilk ortaya çıktıkları tarihlerden itibaren, yasalara dayanarak, yasaların izin verdiği sınırlar çerçevesinde kalarak değil, somut hak talepleri üzerinden, işçi sınıfının geniş kesimleri içinde örgütlenmeleri ve yürüttükleri mücadeleyle kazandıkları meşruiyet üzerinden var olmuş ve mücadelelerini bu temelde sürdürebilmişlerdir. Bu durum, işçi sınıfının haklarının yasal güvenceye alınması ve burjuvazi tarafından yasal olarak tanınması talebi ile hiçbir zaman çelişmemiştir.

Hukukta “yasalar lafzı ve ruhi ile meridir” şeklinde, yasaların sözünün, yani maddelerinden anlaşılanın, söz konusu yasayı anlamak için yeterli olmadığını ifade eden temel bir ilke vardır. Başka bir ifadeyle yasalar, özü ve sözü ile birlikte yorumlanıp, o an için geçerli olan ekonomik-toplumsal sistemlerde uygulandığı ya da uygulanmadığı zaman gerçek anlamlarını kazanırlar. Hemen tümü, işe gelecek biçimde yorumlanmak üzere, nereye çekersen oraya uzayacak bir içerikte kaleme alınmış olsa da, herhangi bir yasanın maddeleri, yine de okunduğunda anlaşılabilir gibidir. Ancak yasalar söz konusu olduğunda onları okumak ve anlamak tek başına yeterli değildir. Söz konusu yasa metinlerinin, yapılış amacı, tek tek maddelerinin yasanın bütünü ve sistemin işleyişi açısından ne anlama geldiği, Anayasa ve diğer yasalarla ilişkileri, uygulanacak alan içindeki yeri ve işlevlerinin de göz önünde bulundurulması gerekir.

 

ZARFA DEĞİL, MAZRUFA BAKMAK

12 Eylül 1980 öncesinde sendikaların sınıf hareketi içindeki etkinliğine ve gücüne doğrudan bir tepki olarak düzenlenen 2821 Sayılı Sendikalar Yasası ile 2822 Sayılı Toplu İş Sözleşmesi Grev ve Lokavt Yasası, o dönem, sınırları 24 Ocak 1980 kararları ile çizilen ekonomik politikalara ters düşmeyecek bir içerikte düzenlenmiş ve 1983’ten itibaren uygulanmaya başlanmıştır. 2821 ve 2822 sayılı yasalarla amaçlanan, sendikal faaliyetlerinin sadece çalışma yaşamı ile sınırlı, az sayıda, denetlenebilir ve her yönden zayıf bir sendikal yapı oluşturmak olmuş ve 24 Ocak Kararları’nın sorunsuz ve engelsiz uygulanabilmesi için sendikaların zayıf ve denetlenebilir olmasını hedeflemiştir.

2821 Sayılı Sendikalar Kanunu’nda sadece işkolu sendikaları ve üst kademedeyse sadece konfederasyonların kurulabileceği öngörülmüştür. İşyeri sendikaları ve federasyonlar kurmak, 1980 öncesinin deneyimlerinden hareketle yasaklanmıştır. 12 Eylül öncesinde yürürlükte olan 274 sayılı yasa, işyeri esasına göre örgütlenme konusunda bir sınırlama getirmediği için tek bir işyerindeki işçileri örgütleyen bir sendika, işyerinde yetkili sendika olabilmiş ve toplusözleşme yapabilmiştir. Bu durumun olumsuz yanları ise, tek tek işyerlerinde örgütlü olan yüzlerce küçük sendikanın ortaya çıkması ve mücadeleci sınıf sendikalarını işyerinden uzak tutabilmek için patronlar tarafından kurdurulan işbirlikçi, sarı sendikaların yaratılması olmuştur[2].

1983 yılında yürürlüğe giren 2821 ve 2822 sayılı sendikal yasaların işyeri sendikacılığına izin vermemesi ve ülke çapında yüzde 10 örgütlülük barajı getirmesinin, özellikle patronlar açısından geçmişte yaşanan olumsuzlukları ortadan kaldıracağı, öte yandan da sendikal örgütlülükteki çok parçalılığı gidereceği ve daha güçlü sendikaların oluşmasına olanak tanıyacağı iddia edilmiştir. Bu, şüphesiz ki burjuva gericilerinin iddiası olmuş, ancak işçiler, özellikle sendikacılar ve bir takım solcular üzerinde de etkili olabilmiştir. Ancak gelişmeler beklentilerin tam tersi yönde olmuş, bir taraftan sendikal örgütlülük hızla azalırken, diğer taraftan getirilen sınırlamalar yüzünden çok sayıda mücadeleci sendika yetki alamama tehlikesiyle karşı karşıya kalmıştır. Bütün bunlara ek olarak, birden fazla işyerinden oluşan işletmelerde, yetki alabilmek için sadece işyeri yüzeyinde değil, işletme çapında çoğunluk elde etme zorunluluğunun getirilmesi, sendikal örgütlenmeye büyük darbeler vurmuştur.

12 Eylül referandumu sürecinden bu yana iktidar partisinin temel sloganı olan “12 Eylül ile hesaplaşıyoruz” ifadelerinin gerçeği yansıtmadığı, 12 Eylül zihniyetinin AKP hükümeti ve uygulamaları ile bugün benzer bir içerikle, sadece şekil değiştirerek sürdüğüne ilişkin çok sayıda örnek sıralamak mümkündür. AKP hükümetinin emek düşmanı diğer uygulamaları gibi, sendikal yasalarla ilgili olarak gündeme getirdiği değişikliklerin de sadece zarfı (kılıfı) değiştirilmiş, bazı küçük iyileştirmeler dışında, mazrufu (içeriği) açısından 12 Eylül’ün yasakçı mantığı büyük ölçüde korunmuştur.

Toplu İş İlişkileri Yasasına genel hatları ile baktığımızda, işçilerin sendikal haklarını özgürce kullanabilmesi konusunda 12 Eylül’ün yasakçı zihniyetini aynen sürdürdüğü görülmektedir. Örneğin sendikaların en çok yakındığı yüzde 10 işkolu barajı önce yüzde 3’e sonra komisyon aşamasında yüzde 1’e düşürülerek, kamuoyunda olumlu bir düzenleme yapılmış havası yaratılmak istenmiştir. Ancak düzenlemenin yürürlüğe girdiği tarihten itibaren 5 yıl süreyle Ekonomik ve Sosyal Konseye üye konfederasyonlara bağlı olmayan işçi sendikaları için işkolu barajının yüzde 3 olarak uygulanacak olması, hükümetin dizginleri elinden bırakmak istemediğinin somut kanıtı niteliğindedir. Bakanlar Kurulu, bu oranı yüzde 3 ile binde 5 arasında değiştirmeye yetkili kılınarak, istediği zaman baraj tehdidini kullanma fırsatını elinde tutmuştur.

Çalışma Bakanlığı’nın komisyona yolladığı haliyle yüzde 3 olan işkolu barajı yüzde 1’e indirilirken, komisyon görüşmelerinde toplu iş sözleşmesi imzalamaya bir baraj daha getirilmiştir. Tasarının komisyondan çıkmış haline göre; bir işçi sendikasının işyeri veya işletmede toplu iş sözleşmesi yapması için 2 bin üyesini ve kurulu bulunduğu işkolunda çalışan işçilerin en az yüzde birini örgütlemiş bulunması gerekmektedir. Bu düzenleme, daha önceden tek olan barajın ikiye çıkarılması anlamına geliyor. Bu madde ile hem 2 binin altında üyesi olan sendikalar yetkilerini kaybedecek, hem de sendikalar için yeni bir tehdit unsuru olarak hükümetin elinde önemli bir koz olacak.

Gerek bazı işkollarının birleştirilerek işkolu sayısının 28’den 21’e düşürülmesi[3], gerekse yüzde 50+1 işyeri ve yüzde 40+1 işletme barajının getirilmesi ile birlikte düşünüldüğünde, söz konusu düzenlemelerin pratikte bir anlamının olmadığı açıktır. Sendikalaşma oranlarının barajlar ve yetki sorunları nedeniyle sürekli olarak azaldığı bir ortamda, mevcut yasakçı yapıyı koruyan düzenlemelerle, işkolu barajının altında kalan sendikaların üye sayılarında ciddi bir artış yaşanması mümkün değildir.

İşyeri sendikaları dar bir temel üzerinde örgütlenmeyi ifade ettikleri için kurulmaları görece daha kolaydır. İşyeri sendikalarının ve federasyonların yasaklanması beraberinde sendikalaşma için kaçınılmaz olan bazı ilk adımların atılmasını engellemiştir. Sendikaların her geçen gün hızla üye kaybettiği ve bu nedenle işçiler arasında çok düşük bir sendikalaşma oranının (% 6) bulunduğu Türkiye’de, mevcut olumsuz koşullarda bile mücadeleci işyeri sendikaları ve onların birleşmesiyle oluşturulacak federasyon tipi örgütlenmelerin fiilen kurulması bu süreci tersine çevirebilecek potansiyele sahiptir. Bugün mevcut işkolu sendikalarının hemen hepsi, geçmişte işyeri düzeyinde kurulmuş olan sendikaların federasyonlar çatısı altında birleşerek işkolu sendikası haline gelmesiyle kurulmuştur. Bu açıdan bakıldığında, sendikaların işyeri temelinde kurulmasının yasaklanması, daha güçlü işkolu sendikalarının oluşması ve bu sendikaların büyümesinin engellenmesi anlamına da gelmektedir.

Sendikal örgütlenmede sadece işkolu sendikacılığını benimseyerek, işkolundaysa örgütlenmiş olan sendikalardan sadece yüzde 1 barajını aşanlara toplu pazarlık hakkını tanıyan bu düzenlemeyle AKP hükümeti, 12 Eylül’ün yasalar aracılığı ile az sayıda, merkezi sendikalar yaratma geleneğini sahiplendiğini göstermiştir. Böylece, denetlenemeyen, çalışma hayatında sürekli rekabete ve çatışmalara yol açan, kontrol edilmesi ve merkezi olarak yönlendirilmesi oldukça zor, çok sayıda sendika yerine, daha kolay kontrol edilebilecek az sayıda sendika merkezi ile sendikal hareketin denetim altına alınması amaçlanmıştır.

Sendikaların işyeri temelinde örgütlenmesinin yasaklanması ile birlikte, işkolu düzeyinde örgütlenmiş olan, ancak aynı zamanda bir veya birden fazla işyerinde (işletmede) işçilerin yüzde 40’ından fazlasını üye kaydetmek zorunda olacak olan sendikalar, aksi durumda tek tek işyerlerinde çoğunluğu sağlamış olsalar bile toplu iş sözleşmesi yapma yetkisine sahip olamamakta, dolayısıyla toplu pazarlık hakkından yararlanamamaktadırlar.

12 Eylül referandumunda sıkça propaganda malzemesi yapılan “iki sendikaya üyelik” düzenlemesi, Toplu İş İlişkileri yasası ile geçerlik kazanmıştır. Buna göre, farklı işkollarında ve farklı zamanlarda farklı işverenlere ait işyerlerinde çalışan işçilerin birden çok sendikaya üye olabilmesinin önü açılmıştır. Bu düzenlemenin yasaya girmesi, Türkiye’de esnek çalışmanın, özellikle kısmi süreli (part time) çalışmanın yaygınlaştığının kanıtı niteliğindedir. Düzenlemeye göre, örneğin bir işçi belli günlerde bir hastanede temizlik işini yapıyorsa sağlık işkolundaki bir sendikaya, belli günlerde aynı ya da farklı bir işi eğitim kurumunda yapıyorsa eğitim işkolunda faaliyet gösteren bir sendikaya üye olabilecektir. Bu düzenlemenin getirilmesinin asıl amacı, son yıllarda artan ve çalışma sürelerinde esneklik ile doğrudan ilişkisi olan “mekansal esneklik” uygulamalarının artmış ve önümüzdeki dönemde artacak olmasıdır.

İki sendikaya üyelik, ilk bakışta olumlu gibi gösterilmeye çalışılsa da, işgücünün parçalanması ve işçiler açısından sabit bir işyerinde çalışma olgusunun ortadan kalkması açısından olumsuz sonuçlar doğuracaktır. Bu düzenlemeyle örneğin bir ay içinde 10 gün hastanede, 10 gün okulda çalışan bir işçinin sigortası her iki işyerinde 10’ar gün yatacak ve toplamda 20 gün sigortalı olacağından, sigortasını GSS’nin öngördüğü 30 güne tamamlamak için kalan 10 günü cebinden SGK’ya ödemek zorunda kalacaktır. Bu düzenlemenin ne anlama geldiği, özel istihdam bürolarının kurulması ve işçi kiralama uygulamasının başlatılması ile daha iyi anlaşılacaktır.

Noter şartı kaldırılarak yerine getirilen e-devlet sistemi ise, işçilerin sendika üyeliği konusundaki iradesini koruyucu herhangi bir güvence getirmemektedir. Sendikalara üyelik ve istifalarda noter şartının kaldırıp e-devlet sistemine geçilmesi ile yeni sorunlar yaşanması kaçınılmaz görünmektedir. Örneğin patronların, işçilerin e-devlet şifrelerini alarak onları herhangi bir sendikaya üye yapması ya da istifa ettirmesinin nasıl engelleneceği belli değildir.

Getirilmek istenen yeni düzenlemeye göre, bir işçi, e-devlet şifresiyle internetten e-devlete girecek ve hangi sendikaya üye olmak istiyorsa, elektronik ortamda üye olacak ya da sendikadan istifa edebilecektir. Bu durumda, bir patron işçilere “e-devlet şifrelerinizi verin” dediğinde, işçilerin bu isteği geri çevirme ihtimali hemen hiç yoktur. Mevcut uygulamada, yeni sendikalaşan işyerlerinde, patronlar noter parasını kendisi karşılayarak işçileri nasıl istifa ettiriyorlarsa, getirilen e-devlet şifresi uygulaması ile işçileri kendi iradeleri ile örgütlendikleri sendikadan istifa ettirmek ve başka bir sendikaya üye yapmak çok daha kolay hale getirilmiştir.

Teknoloji kullanılarak, bilgisayar ortamında dışarıdan yüklenebilen virüsler aracılığı ile bilgiler değiştirilebilmekte, yanlış bilgiler yüklenebilmektedir. Güvenli olmayan bir ortamda işçilerin özgürce sendika seçimi yapabilmeleri mümkün değildir. Elektronik ortamda sahte üyeliklerin sisteme yüklenmesi veya gerçek üyeliklerin sistemden silinmesi gibi girişimlerin nasıl önleneceğine ilişkin herhangi bir güvence söz konusu değildir.

Sendikaların toplu iş sözleşmesi yapabilmesi için yetkilendirilmesi sürecinde Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın belirleyici olması, sendika özgürlüğünü en başından olumsuz etkileyen bir durum olmayı sürdürmektedir. Bir taraftan yasa tasarısının ILO normlarına uygun olarak hazırlandığı iddia edilirken, diğer taraftan Türkiye tarafından 1951 yılında onaylanmış 98 sayılı ILO sözleşmesinin 4. maddesinde yer alan toplu iş sözleşmelerinin “işçi sendikası ile işveren arasında yapılacak gönüllü görüşmeler yolu ile bağıtlanması” ilkesi yok sayılmaktadır.

Çalışma Bakanlığı’nın bugüne kadarki pratiği, işçi ve patron sendikalarının yasalar ve bakanlık ile uyum içinde olmasına özen gösterdiğini göstermektedir. Bu durumun en somut kanıtı, hükümetin, AKP’li belediyeler, hava taşımacılığı, gıda, orman işkollarında çalışan işçiler üzerinde uygulanan baskılar sonucunda Türk İş ve DİSK’e bağlı sendikalara üye işçiler ve KESK’e bağlı sendikalara üye kamu emekçilerini, kendi işaret ettiği sendikalara üye olmaya zorlaması ve bunda da başarılı olmasıdır.

Çalışma Bakanlığı, siyaseten iktidar partisinin çizgisine aykırı duruş sergileyen sendikalara, bütün yasal koşulları yerine getirmiş olsa bile yetki vermemek için bin dereden su getirmekte, yetkiyi keyfi olarak hükümete yakın sendikalara vermekte herhangi bir çekince görmemektedir. Çalışma Bakanlığı’nın bu tutumuna en iyi örnek, Çalışma Bakanlığı’nın Çaykur’da Türk İş’e bağlı Tek Gıda İş sendikasına karşı, Hak İş’e bağlı Öz Gıda İş sendikasını açıktan destekleyen tutumu nedeniyle dört yıldır Çaykur’da çalışan işçilerin toplusözleşme imzalayamaması ve büyük bir mağduriyet yaşamış olmalarıdır. Tek Gıda İş Sendikası, Çaykur’da yetkiyi ancak yargı kararı ile kazanabilmiş, sözde tarafsız olması gereken Çalışma Bakanlığı’nın bütün çabaları, en azından şimdilik, boşa çıkarılabilmiştir.

Patronlarla yapılan toplu iş sözleşmelerinde işçiler adına taraf olan örgütler, sendikalardır. Bu nedenle, yasal olarak toplu pazarlığın tarafı olacak sendikanın belirlenmesi süreci, elbette önemlidir. Türkiye gibi ülkelerde, Çalışma Bakanlığı’nın yetki sürecinde işin içinde olması, toplu pazarlığın taraflarını belirlemek açısından önemli sorunlara yol açabilirken (Türkiye’deki sendikaların yetki tespiti sürecinde olduğu gibi), daha merkezileşmiş sendikal yapıların olduğu sistemlerde toplu pazarlığa taraf olacak sendikanın tespiti daha kolaydır ve yetki uyuşmazlıkları, Türkiye’deki uygulamaların aksine bu ülkelerde önemli sorunlar yaratmamaktadır.

Toplu İş İlişkileri Yasa tasarısında yer alan düzenlemeler, kuşkusuz burada belirttiklerimiz ile sınırlı değildir. Ancak gerek genel olarak, gerekse tek tek maddeler halinde bakıldığında, Meclis gündemindeki düzenlemenin “çalışma yasalarının demokratikleştirilmesi” ya da “grev ve toplusözleşmenin önündeki engellerin kaldırılması” gibi iddiaların yanından bile geçmediği açıktır.

Emek ile sermaye arasındaki çıkar çatışması ve mücadelenin en önemli alanlardan birisi olduğu için sendikal örgütlenme, grev ve toplu pazarlık hakkı, piyasanın ve sermayenin tarihsel ve güncel çıkarlarına ters düşmeyecek şekilde düzenlenmek istenmektedir. Toplu İş İlişkileri yasasını bu açıdan değerlendirmek gerekir. AKP Hükümeti, sendikal yasalar üzerinden mümkün olduğunca işbirliğine açık, çatışmadan uzak ve uzlaşmacı sendikaların önünü açmaya, mücadeleci sendikaları saf dışı bırakmaya çalışmaktadır.

Sendikaları sisteme böylesine bağımlı hale getiren ve sistemin olumsuzluklarını meşrulaştırmaya zorlayan bir düzenlemenin sonucunda sendikacılığın sermayenin ve iktidarın çıkarlarına hizmet etmekten başka hiçbir işlevinin kalmayacağı ortadadır. Böyle bir ortamda emekçiler ve toplumun sendikalara yönelik güveninin tamamen ortadan kalkması ve sendikaların iktidarın sözünden çıkmayan birer “devlet kurumu” haline gelmesi kaçınılmazdır.

Burjuvazi, emekçileri, sadece üretim sürecinde değil, işyeri dışında da bölmeye yönelik girişim ve uygulamalarını yoğunlaştırmıştır. Örneğin Kürt sorununa yönelik sendikaların mesafeli yaklaşımı ve tepkiler, bu duruma en iyi, belki de en uygun örnektir. Demokrasi sorunun en önemli ve temel ayaklarından birisi olan Kürt sorunu üzerinden yürütülen tartışmalar, sadece sendikal örgütlenme ve mücadeleye etkileri açısından değil, bu alanda yaşanan çözümsüzlük politikalarının da etkisiyle, bazen her şeyin önüne geçebilmekte, bahsi geçen sendikal yasalardan ve yasaklardan çok daha olumsuz etkileri olabilmektedir.

Egemenlerin, karşılarına çıkan her fırsatta, Kürt sorunu, milliyetçi-şoven propaganda eşliğinde kullanması, sadece sendikalar açısından değil, tüm toplum kesimleri açısından temel sorunların üzerini örten, kitlelerin ortak çıkarları etrafında birleşmesini engelleyen, emekçileri kesin bir şekilde bölen, hatta zaman zaman onları karşı karşıya getiren bir işlev görmektedir.

Kürt sorununda yaşanan çözümsüzlük, nasıl ki demokratikleşmenin önünde büyük bir engel oluşturuyorsa, aynı şekilde sendikaların örgütlenmesi ve mücadelesinin önüne engeller çıkarmakta, işçi sınıfını kendi içinde bölerek, gerçek gücünü kullanmasını zorlaştırmaktadır. Hatta böylesi sorunların, işçi sınıfının sendikalar çatısı altında birleşmesi ve mücadelesi açısından bahsi geçen sendikal yasa maddelerinden çok daha etkili olduğunu belirtmek gerekir.

Sendikal hareketin sorunları ve karşısına çıkartılan yasal engeller tartışılırken, Kürt sorununun çözülmemesinden kaynaklı sorunları geçiştirmeden açıkça tartışmak gerekmektedir. Başka bir ifadeyle, kendileri özünde ekonomik mücadele araçları olan sendikaların, toplumun bütününü ilgilendiren sorunların da öncelikli muhatapları olmaları nedeniyle, burjuvazinin sahte demokratikleşme adımlarını boşa çıkarmak gibi önemli bir görevi de bulunmaktadır.

SONSÖZ

Toplu İş İlişkileri Yasası, 4857 Sayılı İş Kanunu’nun içeriğine ve ruhuna uygun olarak, esneklik uygulamalarını toplu iş hukukuna taşımakta, her iki yasadaki sendikal özgürlüklerle çelişen pek çok maddeyi korumaktadır. Söz konusu düzenleme, emek ile sermaye arasındaki mücadelede emek cephesini daha etkisiz ve güçsüz hale getirirken, sermaye birikimi istikrarını esas alan ve emek sömürüsü önündeki engelleri ortadan kaldırmayı hedefleyen bir içerikte oluşturulmuştur.

Sendikaların faaliyetlerini serbestçe düzenlemesi, burjuva yasaları tarafından da tanınmak zorunda kalınan sendika özgürlüğünün ayrılmaz bir parçasıdır. Sendikaların çalışma yaşamında olduğu kadar, ekonomik kararların alınmasında da önemli işlevleri söz konusudur. Bu yönüyle sendikalar, sadece ekonomik mücadele araçları olarak değil, toplumla iç içe olmalarından kaynaklı olarak tüm toplumu ilgilendiren demokratik, siyasal haklar ve özgürlükleri savunmaları gereken örgütlerdir.

Bugün sermayenin içinde bulunduğu ve önümüzdeki aylarda derinleşmesi beklenen kriz koşullarında, emek kitlelerinin küçümsenemeyecek bir ayağa kalkışı olmadığı durumda, bu hükümet tarafından işçi sınıfının hak ve özgürlüklerini gerçek anlamda genişletecek yasal düzenlemelerin hayata geçirilmesi mümkün olamadığı gibi, kıdem tazminatı gibi önemli bir hakkın nasıl ve hangi yöntemlerle geri alınacağı tartışılmaktadır.

İşçi sınıfının başta kıdem tazminatı olmak üzere, mevcut kazanılmış haklarını da tasfiyeye yönelik olarak hazırlanan “istihdam paketi” ve sendikalarla ilgili yasa tasarıları, 2003’te yarım kalan ve hayata geçirilemeyen saldırıların devamı olması nedeniyle, işçi hareketinin geleceği için önemli tehditler içermektedir. Bu nedenle sadece bu yasalara ya da yasa değişikliklerine karşı değil, başta kıdem tazminatı olmak üzere, birçok kazanılmış hakkı gasp etmeyi amaçlayan saldırıların tümüne karşı mücadele etmek, tüm işçi ve emekçiler için, bu değişikliklerden doğrudan etkilenecek sendikalar için bir zorunluluktur.

Sendikalar, son yıllarda örnekleriyle fazlaca karşılaştığımız gibi, sadece yasaları ya da uluslararası sözleşmeleri kendisine dayanak yapmak yerine, öncelikle kendi öz güçlerine ve temsil ettikleri sınıfa güvenerek hareket etmek zorundadır. Sendikalar, çıkarlarını temsil ettikleri sınıfın beklentilerine uygun, her adımda emekçilere güven ve cesaret veren bir örgütlenme ve mücadele çizgisi izlerlerse, çoğu zaman bahane olarak ileri sürülen çok sayıda yasal engelin pratikte hiçbir anlamı kalmayacaktır.

Sendikal mücadele, hiçbir koşulda, elbette kendi başına özel bir amaç olarak kabul edilemez. Bu nedenle, sendikal mücadelenin, sermaye ve hükümetin saldırılarına karşı ekonomik ve demokratik mücadelenin ortaklaştırılması, sınıfın birleşik hareketinin yaratılması için önemli bir araç olarak görülmesi gerekmektedir. Emek hareketinin sınıf mücadelesi geliştikçe genişlemesi ve güçlenmesi gerçeği göz önüne alındığında, sendikal mücadelenin yasaların getirdiği sınırlara bağlı kalmadan yürütülmesi durumunda, işçi sınıfının sendikaları aracılığıyla yürüttüğü ekonomik mücadelenin demokratikleşme mücadelesini ve işçi sınıfının siyasal mücadelesini besleyip güçlendirmesi kaçınılmaz olacaktır.


[1] Burjuvazinin iktidarının sınıfsal kaynağı, ekonomik ve siyasal yapının bütünlüğünde gizlidir. Kapitalizmde ekonomik alan ile siyasal alan -iddia edilenin aksine- bir karşıtlık içinde bulunmaz, tersine birbirini tamamlar. Ancak kapitalizm, bu iki alan arasındaki iç içe geçmişliği gizlemeye ve bu iki alanın birbiriyle olan bağını görünürde de olsa ortadan kaldırmaya çalışır. Bu nedenle ilk işçi örgütleri ortaya çıktığı andan itibaren burjuvazi, işçi sınıfının ekonomik mücadelesi ile siyasal mücadelesinin birleşmemesi için bütün olanaklarını seferber etmiş, işçi aristokrasisi ve sendikal bürokrasi aracılığıyla sendikaların sadece ekonomik mücadele araçları olarak kalmasını sağlamaya çalışmıştır.

[2] Sendikal örgütlenme alanında her örgütlenme biçiminin olumlu ve olumsuz yanları olabilir. Sendikal örgütlenme alanında hangi örgütlenme biçiminin benimseneceğinde, avantajlar kadar, o ülkedeki mevcut somut toplumsal, siyasal ve tarihsel koşulların yarattığı olanakların da dikkate alınması gerekir. Sendikaların sadece işkolu temelinde örgütlenmesinin olumsuzlukları, sendikaların tek bir işyerinde bile örgütlenmesinin önünü açan mücadeleci işyeri sendikalarının kurulmasının işçi sınıfının örgütlenmesi açısından ne kadar önemli olduğunun bugün daha iyi anlaşılmasını sağlamıştır.

[3] Dünyadaki genel eğilim işkolları sayısının azaltılması ve giderek sanayi ve hizmetler olmak üzere iki ana kategoride toplamak yönündedir. Toplu İş İlişkileri Yasasında işkolu sayısı 21 olarak öngörülmüştür. Daha önceki taslaklarda işkolu sayısı 18 iken yeniden 21’e çıkarılmıştır. Yeni işkolları şu şekilde belirlenmiştir; 1- Avcılık, Balıkçılık, Tarım ve Ormancılık, 2- Gıda Sanayi, 3- Madencilik ve Taş Ocakları, 4- Petrol, Kimya, Lastik, Plastik ve İlaç, 5- Dokuma, Hazır Giyim ve Deri, 6- Ağaç ve Kağıt, 7- İletişim, 8- Basın-Yayın ve Gazetecilik, 9- Banka, Finans ve Sigorta, 10- Ticaret, Büro, Eğitim ve Güzel Sanatlar, 11- Çimento, Toprak ve Cam, 12- Metal, 13- İnşaat, 14- Enerji, 15- Taşımacılık, 16-Gemi Yapımı ve Deniz Taşımacılığı, 17- Liman, Ardiye ve Antrepoculuk, 18- Sağlık, Sosyal Hizmetler, 19- Konaklama ve Eğlence İşleri, 20- Savunma ve Güvenlik, 21- Genel İşler.

Gericilik.. Darbeler ve darbecilik…

Şubat’ın ikinci yarısından itibaren başladı ve neredeyse Mart boyunca sürdü. 28 Şubat ve ardından 12 Mart üzerinden yürütülen bir darbe ve darbecilik “tartışması” hemen tüm gazete ve özellikle TV kanallarının belli başlı tartışma programlarının konusuydu.

Fazlasıyla amiyane ele alınmış, ciddiye alınabilir bir argümana dayandırılmadan, salt ideolojik “ben dedim, oldu” içerikli atıp tutmalarla dayatmaların yanı sıra pohpohlanmış yine salt ideolojik karakterli önyargılarla beslenip popüler kılınmış bir zemine oturtulmuştu.

Aslında ortada “tartışma” da yoktu.. Ya da tek taraflı bir tartışma yaşanmaktaydı. “Dişe dokunur” söz söyleyeceklerin sesinin duyulmaz kılınması hemen neredeyse başarılmış; yakın zamanda “kürsüleri”nden edilen az-çok demokrat liberal “dengeleyici” pozisyonlarda duranların da, zaten öteden beri seslerine ilgi gösterilmeyenlerin yanına itilip seslerinin kısılmasıyla “ana akım medya” denen gürültü çıkaran aygıt çoktan tek yanlılaştırılmıştı. “Büyük” ve “ulusal” kanallarla yine yüksek tirajlı “büyük” ve “ulusal” yazılı basın, “muhalif” diye, “majestelerinin muhalefeti” türünden olanlar dışında kimseye tahammül göstermiyor.. Liberal içeriğiyle bile olsa az-çok muhalefet eden/edebilecek olanların bile kalem ve mikrofonları ellerinden alınıyor.. Eskiden 28 Şubatçıları desteklemiş olan anlı-şanlı medya ünlüleri, yaptıklarından nadim olmuş halde başları önde sessizliği tercih ediyor, ağızlarını açtıklarındaysa spordan, şaraptan falan söz ediyor, zülfüyara dokunmaktan kaçınıp, tartışmalara katiyen katılmıyorlardı. Hoş, zaten katılsalar, söyleyecekleri laf da yoktu.

En azından birkaç yıllık uğraşın ürünü olarak hegemonik bir üstünlük çoktan sağlanmıştı. Hegemonya, “ortalama bilinç”ten hiç değilse hareket ediyor görünmeyi başardığı için yeterince güçlüydü: Hele “darbe karşıtlığı”nın bunca pirim yaptığı ortamda, zilli darbeciler bir yana bırakılırsa, “darbe kötüdür” postulatını benimsemeyip reddedecek kişiye rastlamanın kolay olmadığı/olmayacağı tahmin edilebilir şeydir.

*

Evet, Türkiye’de darbe ve darbecilik, hele her yenilik ve yenilenme, ilerleme girişiminin de “üstten” geldiği göz önünde bulundurulduğunda üstelik neredeyse “ilericilik”, “ilerlemecilik” bile izafe edilerek, uzun yıllar övgüyle baş tacı edilmiştir. “Atatürkçü düşünce sistemi” olarak formüle edilen, örneğin Evren’in 12 Eylül faşist darbesiyle “demokrasiyi rayına oturtma”ya girişirken, “zamane Kemalizmi” ya da “çağdaş Kemalizm” olarak, Anayasasında anti-komünizm ve “ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlük”çülük vurgusuyla tanımladığı yücelti, evet, çok az kişinin tepkisini çekmiş ve genel bir kabul görmüştür.

Ve evet, Türkiye Cumhuriyeti, Kemalist “üsttenci”, kitlelerden kopuk, halka rağmen/halk adına ilericilik/devrimcilik içerikli bir girişkenliğin ürünüdür. Ve yine evet, zincirlerinden boşanmış tüm gericilik, süreç içinde tüm ilerici devrimci yönlerini yitirerek emperyalizmle birleşen ve gericileşip karşı devrimin başlıca dayanağı ve yönetici gücüne dönüşen Kemalizmden feyz almış, ona bağlanmış ya da takiyyeci siyasal İslami akım örneğinde olduğu gibi hiç değilse bağlanmış görünmüştür.

Ve tartışmasızdır ki, başlangıcı üst tabaka devrimciliği ve vardığı yer ya da güncelliği tekelci burjuva gericiliği olan Kemalizm, tüm gelişme süreci boyunca “üsttenci”, “yukarıdancı” olmuş, her halükarda “yukarıdan” darbesini vurarak yolunu açmış, ilerlemiştir. Politik yöntemi, devrimci olduğunda bile “üst tabaka devrimciliği”nde yansıyan sınıf karakterinin doğrudan bir sonucu olarak, hiçbir zaman “aşağıdan”, halkı kazanarak, halkla birlikte yürümek olmamış; şekillenme koşullarını veren Halife-Padişah’ın işgalci emperyalistlerle işbirliği ve ona karşı mücadele zorunluluğu, konjonktürel açıdan, halkla en çok içli-dışlı olduğu ve yoksul halk yığınlarını savaşa sürmek için örgütlemek durumunda bulunduğu şartlarda bile “halkın arkasından iş çevirme” ve yedekleyerek peşinden sürüklemeyi içeren bu üst sınıf tutumunu beslemiştir. Örgütleriyle katmak yerine, –“aşağı” sınıflardan, emek yığınlarından duyduğu ölesiye korkuyla ellerinde güç ve yetki birikimini önlemek üzere– halkı tüm siyasal süreçlerden dışlayarak, üstelik halk üzerinde geleneksel önyargılarla beslenen dinsel bir etkiye sahip olan Halife-Padişahın emperyalizm işbirlikçiliğine dayalı egemenliğinin üstesinden gelmek –bu, demokratik bir yöne sahip olmayan Kemalist anti-emperyalizmi tanımlayan başlıca şeydi. Ama işte bu karakteri, zaten “üst tabakaların” olan Kemalizmi, hep “üste”, daha çok “üste” çekti. Halksız ya da halka –vergi verme ya da genellenirse ağır sömürü koşullarında çalışıp üretme dışında– yalnızca asker olma ve ölmenin düştüğü milli devrimcilik de süreç içinde –emperyalizmle birleşmeye bağlı olarak– ömrünü tamamladığında, genel bir gericileşmenin yanı sıra, geriye, sadece “yukarıdancı” yöntem olarak, darbecilik kaldı.

Ve yöntem, hemen her on yılda bir kullanılarak ilerlenildi. Öyle ki, darbe ve darbecilik, sadece bir yöntemden ibaret kalmadı; burjuva gelişme koşulları “yukarıdan” bürokratik dayatıcılığın zeminini aşındırdıkça, kendi maddi ve manevi dayanaklarını tahkim ederek kurumsallaştı. Örnekse, darbe dışında Anayasa yapılamaz, böyle bir şey tahayyül bile edilemez oldu. Orduya Cumhuriyeti koruyup kollama görevi çıkaran İç Hizmetler Yasası’nın 35.’inci maddesi yüceltilerek neredeyse anayasalardan önce geldi. Milli Güvenlik Kurulu, Bakanlar Kurulu ya da TBMM’nin de önüne geçirilerek, ülkeyi yöneten asli fiili güç ve orada kaleme alınıp “gizli Anayasa” da denilen kırmızı kitapçık ülkenin gidişatını belirleyen temel belge kılındı.

Öte yandan başlıca dayanak, ülkenin en mutena yerlerinde kurulu kışlaları, eğitim ve dinlenme kampları, hava ve deniz üsleri, cephanelikleri türünden maddi eklentileriyle birlikte halktan kopuk organize özel silahlı birlikler toplamı olan, elinde silah sürekli ordu, Amerikan eğitiminden geçirilmesinin sistemleştirilmiş oluşu, askeri-sınai yatırımlar, yatırımcı sermaye şirketi OYAK tarafından sağlananlar türü ayrıcalıklarla kastlaştırıcı bir kategori olarak Orduevleri ve lojman vb. olanaklarından yararlanan subay(özellikle general)-kapitalistleriyle militarizm, öncelikli olarak, maddi toplumsal bir olgudur. Sözde darbe karşıtlığıyla demokrasi sahtekarlığı yapmakta olan kimsenin üzerine tek bir olumsuz söz söylemediği gibi, “kahraman ordumuz” söylemiyle “kahraman polisimiz”le birlikte övgüler dizdiği bu elle tutulur ürküntü yayıcı devasa maddi güç, şüphesiz ki manevi güçlerle de donatılıp tahkim edilmiştir. Doğrudan maddi gücünden türeyen bir korku salıcılık ve özenti teşvik ediciliğin yanında, bu manevi güç, tarihsel toplumsal koşullardan da süzülüp birikerek gelmekte; (yanlarına başka etkenlerin de eklenebileceği) dini etkilerle güçlendirilmiş güce tapmacılığın biat kültüründen, “ordu-millet” inanışı ve yol vericisi olan –barbarlıktan gelme olduğu kadar, okulda, kışlada, camide, aile içindeki pratik ve eğitimle beslenen– şiddete yatkın oluştan, yakın tarihi damgalayan Kemalizmin doğuşundan itibaren orduya dayalı ve bürokratik niteliğinden, Kurtuluş Savaşı’ndan başarıyla çıkarak sağladığı moral üstünlük ve “kurtarıcı” misyonunun kitlelerde yarattığı genel hayranlık ve bunun bilinçli olarak pompalanmasından beslenmiştir. Ve üstelik maddi ve manevi var edici ve geliştirici koşul, dayanak ve dinamikleri kesinlikle askeri alanla, militarizmle sınırlı olmamış, her daim “sivil” alandan, yalnızca militarizmle etle tırnak gibi ayrılmaz olan bürokrasiden de değil, ama, öncesi bir yana bırakılırsa, Cumhuriyet’le birlikte burjuva ilişkilerinin bütününden, güçsüzlüğü ve dayanağını ve palazlanması için ihtiyaç duyduğu olanakları devlette aramasıyla (kuşkusuz aradığını hep bulmuştur) burjuvazi ve kapitalist ekonomiden, sadece kopuk olmakla kalmayıp çıkar ve talepleriyle bütünüyle karşısında konumlandığı halk ve çeşitli kesimleri karşısındaki “süngüsü”ne hep ihtiyaç duyduğu devlet ve başlıca kurumu olarak ordunun yücelticisi/övgücüsü olagelmiş burjuvazinin istisnasız hemen tüm temsilci ve sözcülerinin bu zayıflığından, “kurtarıcılığı”nın yanında Kürt düşmanlığına ram olmuş milliyetçi, Hıristiyan Ermeni, Rum vb. azınlıklar karşısında Müslüman Türkün önünü açmasıyla biat etmesini sağladığı dinci akımlarından… hasılı –işçi ve emekçilerle sık sık isyan eden Kürtler bir yana bırakılırsa– tümüyle “sivil toplum”un yaltakçılığından beslenmiştir. “Şimdiye kadar işçiler güldü, bundan sonra biz güleceğiz” diyen TİSK Başkanı Halit Narin’in 12 Eylül karşısındaki aşağılık tutumuyla kaç kez “şapkasını alıp gidip gelen” Demirel’in ibretlik 28 Şubatçılığı ve ardından “ordu göreve” sloganıyla “Cumhuriyet Mitingleri”nin darbe çağrıcılığı farklı dönemlerden sadece üç örnektir, ama “sivil”in asker karşısındaki tutumu açısından kararlaştırıcı ve öğreticidirler.

Özetle, Türkiye’de bürokratizm ve militarizm gibi belli başlı dayanaklarıyla darbe ve darbecilik küçümsenmeyecek bir güce sahip olagelmiştir. Tartışılır yanı yoktur.

 

*

Ancak, yine tartışılır yanı olmayan bir diğer gerçek, “Kemalist bürokratik diktatörlüğün yıkılması”, “askeri vesayet rejiminin tasfiyesi” iddialarıyla “derin demokrasi”ye ulaşıldığı ileri sürülerek, artık darbelerin önünün alındığı ve modern ya da post-modern darbeciliğin sonunun geldiği/getirildiğinin ilan edilmesinin propaganda ve spekülasyondan ibaret olduğudur. Herhangi bir “diktatörlük”ün yıkıldığı yoktur. Sınıfsızlaştırılmış bir bürokrasiye izafe edilen “bürokrasinin diktatörlüğü olarak Kemalist diktatörlük” kavrayış ve formülasyonu kuşkusuz doğru değildir. Burjuvazinin olmadığı koşullarda bürokrasinin egemenliği olarak varolduğu ve bir de üstelik “burjuva yaratma”ya giriştiği ileri sürülen “Kemalist diktatörlük” algısı gerçeğe uymamakta; iktisatla siyaset, ekonomik alt yapı ile siyasal üstyapı arasındaki ilişkiyi tepetakla ederek “baş aşağı” kurmaktadır. Kemalist diktatörlük, bir burjuva diktatörlüğü olarak, Cumhuriyetin başlangıç dönemlerinde biçimlenip gelişen sınıf diktatörlüğünden başka bir şey değildir. Bu baş aşağı algıyla karakterize “bürokratik diktatörlük”e gönderme yapan “askeri vesayet” ve “askeri vesayet rejimi” tanımları da, bu nedenle problemlidir.

Askerlerin, doğru deyimiyle militarizmin, temsilci ve sözcüleri olarak ordu şeflerinin, generallerin Türkiye’de, yalnızca Cumhuriyet’ten bu yana değil, ama konumuzu sınırlayacak olursak bütün Cumhuriyet dönemi boyunca, kuruluştan günümüze devlet işleriyle dolaylı-dolaysız ilgilendikleri, yürütmesinde işlevsel oldukları, ötesine geçerek, devlet yönetiminde ciddi bir ağırlığa sahip oldukları bilinen şeydir. Askerlerin bu ağırlığı, sadece rejim bakımından da değil ama devletin bütün örgütlenmesi ve işlerinin yürütülmesi bakımından da geçerlidir ve “askerler” yalnızca rejimin değil ama devletin de karalaştırıcı yönlerinden birini oluşturmuş, devlet yapılanmasında küçümsenmeyecek bir ağırlığa sahip olagelmişlerdir. Militarizmin, bürokrasiyle birlikte, burjuva devletlerin iki temel kurumundan biri oluşu hatırlandığında, bunda şaşılacak şey olmayacaktır. Hele emperyalizm dönemiyle birlikte, mali sermaye ve tekellerin egemenliği koşullarında her burjuva devletin oligarşik bir karakter kazandığı ve burjuva egemenliğinin ekonomik, siyasal ve askeri tüm belirgin yönlerinin güç sahibi en irilerinin kişisel bakımdan da birbirleriyle kaynaşma ve hemhal oluş içinde, oligarklar olarak, bu egemenliğin dizginlerini ellerine almış oldukları akla getirildiğinde, şüphesiz tekellerle bağlantısı içinde, militarizmin kapitalist ülkelerde öne çıkıp ağırlık kazanmış olmasına hiç hayret edilmeyecektir. Üstüne bir de dünyanın paylaşılması için rekabeti, sadece tekellerin değil, ama küçük ve orta boy işbirlikçi müttefikleriyle birlikte büyük emperyalist devletlerin birbirlerinin boğazına sarılmaya hazır oluşlarını, buradan kaynaklanan yayılmacılığı ve ordulara ve silahlanmaya olan ihtiyacın büyümesiyle birlikte ekonominin askerileştirilmesini eklersek, devlet yönetiminde militarizmin ya da askeri şeflerin, generallerin ağırlık kazanmalarının tamamen doğal olduğunu düşünebiliriz. Türkiye’de bu ağırlık, tarihsel geleneksel nedenlerle de perçinlenmiştir.

Ama geriye yine de “doğal” olmayan bir şey kalmaktadır: O halde devlet yönetimine ilişkin her şey tamamen yerli yerinde midir, askerlerle siviller arasındaki ilişki olağan burjuva devletlerdeki gibi midir, eğer öyleyse son yılların darbe ve darbecilik tartışmaları niçin ve nereden çıkmaktadır?

Türkiye’de darbe ve darbecilik tartışmaları kapsamında son yıllarda yaşananların devletin sınıf niteliği ve özüyle bir ilgisi olmadığı kadar biçimiyle de bir ilgisi bulunmamaktadır. Eskiden de, “askeri vesayet rejiminin tasfiye edildiği” iddiası ileri sürüldükten bu yana da, devlet, niteliği itibariyle sömürülen sınıflar üzerinde baskı aracından başka şey olmayan bir burjuva diktatörlüğüdür, özü şiddettir ve demokratik bir biçime sahip olmamıştır, bugün de sahip değildir. Ne eskiden “Kemalist bürokratik diktatörlük”tü, ne de bugün “bürokratik” biçiminden kurtulup “diktatörlük” de olmaktan çıkarak, ne demekse “demokrasi”ye, hatta “derin demokrasi”ye evrilmiştir!

Türk devletinin bir bürokratik yönü ve karakteri hep olageldi; çünkü içinden geldiği Osmanlı merkezi feodal ve askeri niteliği belirgin bir diktatörlüktü. Üstelik parçalanmış Osmanlı ordusunun kalıntılarının yeniden organizasyonu ve inisiyatif almasının ciddi etkide bulunması ve önderliğin buradan gerçekleşmesiyle başarıya ulaşan Kurtuluş Savaşı’yla gelenek eksilmedi, ama çoğaldı; yeni Türkiye’nin kuruluşu da bu inisiyatifin damgasını taşıyarak gerçekleşti ve Türkiye kapitalizmi bürokratik bir kapitalizm olarak gelişti. Neoliberal politika ve uygulamalarla özelleştirmeler ve sair teşvik ve kolaylıklarla devletin küçültülmesi ve kapitalizmin devletçi karakterinin törpülenmesi, her şeyi devlet kademelerinin çarklarına sıkıştırarak ömür törpüsü bir hiyerarşi ve kırtasiyecilikle yürütmeye alışmış askeri ve sivil bürokrasi etkinlik alanını daraltıcı bir etkide bulundu kuşkusuz. Buradan “asker ağırlığı” olarak sözü edilen şey de nasibini aldı. Ancak bu “bürokratik diktatörlüğün yıkılması” ve “demokratikleşme” ya da “demokrasiye geçiş” olarak tanımlanan propagandif tanımlamayı doğrulamadı. Bürokrasi de yerli yerinde kaldı, militarizm de. Değişen, asıl olarak kişiler oldu; generaller birbirleriyle yer değiştirdiler.

“Ağırlık kaybı”, şüphesiz askerin “safra atması”ndan fazla şey olarak gerçekleşti. “Doğal olmayan” askeri şeflerin abartılı ağırlıklarıydı ki, tarihi köklere sahip geleneksel tutumlarıyla misyonları olandan fazlasını istiyor ve hemen daima alıyorlar; kendilerini devletin asli sahibi sayıyorlardı. Devlet demek ordu demek, ordu demek onlar demekti! Devlet örgütlenmesinde tuttukları yer ve yönetiminde sahip oldukları ağırlıktan yansıyan bu tutum, aslına bakılırsa, tamamen doğaldı. Devlet tarihsel olarak biçimlenmiş ve doğallıkla eldeki malzemenin şekillenmesiyle oluşmuştu. Bu şekillenme, üstelik tekeller ve emperyalizm koşullarında bir yandan toplumsal yaşama da yansıyan ekonominin askerileştirilmesiyle perçinlenmişti de. Hele NATO’ya giriş ve “hür dünyanın bir parçası ve kanat savunmacısı” olarak anti-komünist pozisyon alış tuzu-biberi olmuştu.

Sonra? Sonra ne bürokrasi ne de militarizme olan ihtiyaç azalmamıştı. Hem emperyalist efendilerin, hem de işbirlikçi tekelci burjuvazinin bu ihtiyaçları bakiydi. Ne denli “devletin küçültülmesi”nden söz ederlerse etsinler, bu sadece ve sadece kâr içindi. Kamu malları olan yatırımların, madenler ve sair yerüstü ve yeraltı kaynaklarının talanına yönelik özelleştirmeler vb. üzerinden tatlı kâr olanaklarının çoğaltılmasına ilişkindi. Ama emperyalistler ya da işbirlikçilerinin, devletin – başta finansmanını sağlamak üzere vergi toplama gelmek üzere– olmazsa olmaz işlevleri ve günlük işlerinin yürütücüsü “atanmışlar” aygıtı olan bürokrasiyle en başta halk karşısında “güvenlik” sağlayıcı atanmışlar aygıtı olan sürekli ordu ve başlıca bu ikisinden oluşan devlet makinesine artık ihtiyaç duymaz olabileceklerini ileri sürebilmek için hiçbir şey bilmemek gerektir.

Ama dünya değişmiş, koşullar farklılaşmıştı. Konumuz değil, ama kısaca belirtelim ki, Sovyetler Birliği çöküp dağılmış, emek ve sosyalist harekete verilen tavizler toplamından başka bir şey olmayan “sosyal devlet” gereksizleşmiş, devlette “küçülmeler” olarak önceden yapılmaktan başka çare bulunamayan fazladan harcamalar kısılmaya, bir kısmı tümden kaldırılmaya başlanmış; emekçi kitleleri yatıştırmak için zorunlu görülerek “kamusal” ilan edilmiş bir dizi alanın yeniden “özel” olduğu ilan edilerek, kazanılmış haklarının ellerinden alınmasına girişilen sömürülenlerin işsizlik ve yoksullaşmasındaki artış rağmına eğitim, sağlık, hatta su kaynakları kapitalistlerin tatlı kâr alanlarına dönüştürülmekteydi. Farklılaşma, sadece iktisadi ve sosyal alanla sınırlı kalmamakta, ama buradan yansıyarak siyasal stratejik alan da değişikliklerden nasibini almaktaydı. Örnekse artık “yeşil kuşak”a ihtiyaç kalmamıştı; yeşille kuşatılacak Sovyetler artık yoktu çünkü…

“Yeşil kuşak” ihtiyaç olmaktan çıkmıştı, ama “yeşil”e olan ilgi azalmak bir yana artmıştı. Kapitalist emperyalizm karşısında revizyonizme batsa ve “sosyalizmi” ancak biçimsel kalıntılarında varlığını sürdürüyor olsa da Sovyetler Birliği’nin durduğu, Baas örneğinde olduğu gibi milliyetçiliğin bile Sovyetler’le müttefiklik ilişkisiyle bağlantısı içinde “sosyalizm”e bulanarak şekillendiği uluslararası koşullarda, sosyalizme ilgi duyan ezilen ulusların kurtuluş hareketlerinin anti-emperyalizminin yerini, üzerinden “Medeniyetler Çatışması” içerikli teoriler de uydurulan ve tek kutuplu olmaktan çok kutuplu olmaya bir gelişme içinde olan emperyalist dünyada mayalanmakta olan yeniden paylaşım kavgasının başlıca alanı durumundaki Avrasya’da yaygın İslam’ın radikalleşmesi ve anti-emperyalizmin ideolojik gericilikten gelen bütün zaaf ve karmaşası içinde buradan biçimlenmesi almaktaydı. Başta ABD, Batılı emperyalistlerin stratejik değer yüklediği bir yönelim, İslam’ı “radikal” ve “ılımlı” olarak bölüp, ikincisini birincisine karşı yedekleme tutumu oldu. İşbirliğine hazır olmakla kalmayan, büyük ölçüde kendi kucağında gelişmiş/geliştirilmiş “ılımlı İslam”a olan Amerikan emperyalizminin ihtiyacı, konumuz açısından, Türkiye’nin NATO’ya kabulünün ardından on yıllar boyunca süregelen olağanlaşmış siyasal ilişkilerde oynamalara kaynaklık etti.

Uzun yıllar generallerle, askeri ağırlıkları ve yöntemleriyle hiçbir alıp-veremediği olmayan, tersine West Point türü akademileriyle Panama’daki “eğitim ve tatbikat sahası”nda, NATO karargahlarında onlarla eğitim ve sınavlara tabi tutulmuş sağlam ve kalıcı ilişkiler geliştiren Amerikalı efendiler, farklılaşan koşulların gereği olan yeni politik çıkarlarıyla, buradan farklılaşan stratejik taktik pozisyonlarına, eski her halükarda gözde oldukları ve el üstünde tutularak “birinci keman”, hatta “orkestra şefi” olarak muamele görmeye alıştıkları işbirlikçi askeri şefleri ikna edip kazanmakta zorlandılar. Çıkar farklılığından değil, alışkanlığın gücünden ve algılama ve ayak uydurma yeteneksizliğinden, asıl zorlananlar, kuşkusuz eski “vur patlasın çal oynasın” rahatlığına ve kimseye hesap vermez-burnundan kıl aldırmaz havalarının sihrine kapılmış askeri şefler oldular. Bir eski MGK Sekreteri, örneğin, çıkıp havalı havalı sahte dolar bastırıp ABD’yi zora sokmaktan, Rusya ile “ilişkileri geliştirmek”ten söz edebildi ve tabii ekip değişikliği kaçınılmaz hale geldi.

Amerikalı efendiler, “ılımlı İslam”a olan ihtiyaçları çerçevesinde, çoktan bir yandan Fethullah Gülen Cemaati, bir yandan da AKP ile ilişkilenmişler; hatta Bekaroğlu’nun belki de doğru olabilecek, ama bizce kanıtlanmaya muhtaç iddiasına göre, –darbeciler farkında olsun ya da olmasınlar önemli olmadan– son başarılı darbe olan 28 Şubat’ı bile bu ikisinin önünü açmak üzere bizzat düzenletmişlerdi. Askeri şefler, şüphesiz yeteneksizliklerinin yanı sıra güncel olanlarla birlikte bir dizi tarihsel/geleneksel nedenlerle de AKP ile anlaşma içinde davranmaya yatkın durmayıp uyum sağlayamayınca on yılların ilişkileri sorunlu hale geldi. “Statükocu-değişimci” ya da “ulusalcı-neoliberal” vb. biçiminde tanımlanmış olan AKP-Fethullah bloğuyla askeri şefler arasındaki kavgada, militarizmle hiçbir sorunu olmamasına, tersine buna ve özellikle bölgede Türk Ordusu’na en çok kendisi ihtiyaç duymasına karşın, Amerikalı emperyalistler, “çuval geçirerek”, her dediklerine “tamam” diyen Erdoğan’ı şaşalı biçimde ağırlayıp, Fethullah’ı uzun süreli “misafir” ederek vb. tutumlarını ortaya koydular. Olmayınca, sadece kendilerinin sahip olabilecekleri dosya vb. belgeleri, hatta bilgisayar oyunlarıyla yapılmış eklerle yeniden düzenleyerek, “Balyoz”, “AKP’yi Bitirme Planı”, “İnternet Andıcı” vb. adlarla piyasaya çıkarıp, “baştan çıkmış” ve toparlama şansı kalmadığı görülen bir ekibi harcayarak, AKP’nin arkasında tavır aldılar.

Koşullardaki farklılaşma, “yeşil kuşak”ın yerini “ılımlı İslam”ın alması bağlamında değişikliğe götürmesinin yanında bir ikinci değişikliğin daha nedeni oldu ki, bu da konumuzla doğrudan bağlantılıdır. Sovyetler Birliği’nin yıkılması, neoliberalizm ve “devletin küçültülmesi” yöneliminin eşliğinde bir yandan gereksiz hale gelen masrafların kısılması, bir yandan da devletin, amaca ulaşmak üzere her yol ve yöntemin meşru ve makbul görülmesinin sağladığı rahatlıkla baştan çıkmış ve “devletin çıkarları” yanında, “kirli işleri”ni finanse etme amacı çerçevesinde ona bağlanmışlığı iddiasıyla yeraltı”nın MAFYA vb. ilişkilerinin kullanılmasında “kendi çıkarlarını” da gözetir olmuş “derin” örgütlenmelerinin gözden geçirilip yeni koşullara uygun olarak yeniden yapılandırılması kapsamıyla bir değişikliği daha koşullamıştı. Hem masraflı oluşu, hem devlet adına, ama kendi çıkarlarını (da) gözetmek üzere hesap vermeksizin her istediğini yapabilme üstünlüğü, Sovyetlerle kavga döneminden miras, doğrudan NATO tarafından ve ona bağlı olarak gerçekleştirilmiş böyle bir örgütlenmenin, Gladio-Kontrgerillanın yeniden düzenlenmesinin gündeme gelmesi, bu örgütlenme, problem yaşanmakta olan eski askeri şeflerle dolaysız bağlı ve onların emirlerinde olması nedeniyle, kendiliğinden birinci değişiklik ihtiyacıyla ilişkiliydi ve ekip değişikliği, hatta buradan tutularak başlatıldı. Bu değişiklik sürecinde, daha duruşmaları başlarken, Türkiye’nin, yeni komutanları ve Avrasya’daki yeni kapışmaya yönelik yeni taşeron zihniyet ve politikasıyla yenilenmiş “Kontrgerillası”na kavuşacağı, Ergenekon Davaları, “demokrasi” ve “derinleştirilmesi”nin unsuru olarak değil, ama buradan gündeme getirildi.

Eskiden de, “komünizm karşısında” “hür dünya”dan söz açılır ve NATO ve Kore Savaşı’na katılmak gibi “demokrasi”yle ilgisi olmayan ne varsa “demokrasi” yüceltisinin konusu edilirdi. Şimdi de ediliyor. Koşullar değişse de bunda bir değişiklik yok. Koşullardaki değişiklik, hatta artık “sosyal devlet” türü “demokrasinin katlanılması gerekli gülleri”ne katlanmaya ihtiyaç kalmadığından, masrafsız ya da masrafları fevkalade kısılmış “demokrasi” yüceltisinin sürdürülmesini sadece kolaylaştırdı. Irak işgalinin bile “demokrasi” adına gerçekleştirildiği iddia edilebildi ve örneğin Amerikan ve İngiliz emekçi yığınları uzun süre bu masala inandırılabildi.

Türkiye’de de Ergenekon Davaları ve komuta kademesindeki yer değişikliklerinin ardından “demokrasi”den, hem de “derin demokrasi”den söz açılırken, masala devam edildi, demokrasi üzerine spekülasyon sürdürülmekten başka şey yapılmadı.

Hayal alemine ilişkin olarak “bürokratik diktatörlük”ün tasfiyesi ve “demokrasinin derinleştirilmesi” iddiası ileri sürülmesinin öncesinde ve sonrasında demokratik normlar ve bu açıdan Türkiye’nin “karnesi”ne şöyle bir göz atılması açıklayıcı olacaktır. Eskiden işçiler sendikal örgütlenme girişimleri nedeniyle askerlerin ağırlıkta olduğu yönetsel koşullarda işten atılır ve devlet katından olumlu bir müdahale gelmezdi; şimdi “derin demokrasi” iddiası koşularında atılmaktalar ve yine “derin demokrasi” hükümeti olumlu yönde parmağını kımıldatmamaktadır. Eskiden grevler “milli güvenlik” vb. gerekçe gösterilerek ertelenip yasaklanırdı; şimdi işçi örgütleri dağıtılıp etkisi kırılarak büyük grevler düzenlenmesi bile –şimdilik kaydıyla olsa da– önlenmiş bulunulmaktadır. İşçiler demokraside zaten sömürülüp ezileceklerdir denebilir. Peki demokraside örgütlenme özgürlüğü de olmayacak mıdır?

Ya da basın özgürlüğü, “derin demokrasi” öncesine göre farklı durumda mıdır? Neden gazetecilerin tutukluluğu tartışması gündemin önde gelen maddelerinden biri durumundadır? Neden –başka hiçbir nedenle değil, ama– iç ve dış tepkiler karşısında savunulamaz duruma düşüldüğü için, Ahmet ve Nedim’in tahliyesi yoluna gidilerek idare edilmeye çalışılmıştır? Ve neden 12 Eylül döneminden bile daha fazlasıyla hapishanelere doldurulan yüz gazeteci için, tıpkı Ahmet’le Nedim’le ilgili ileri sürülmüş ama yalanmış olan “gazeteci değiller” gerekçesine sığınılmak zorunda kalınmaktadır? Ya yazılı ve görsel basının işten atmalar ve keyfi vergi cezalarıyla hizaya sokulmasına ve Cumhuriyet tarihinde hiç olmadık ölçüde yandaşlaştırılıp tekelde toplanmalarına ne denmelidir? Daha 25 Mart’ta Özgür Gündem gazetesine bir ay kapatma cezası verilen bir ülkede, basın özgürlüğü ve demokratik norm tartışması yapmanın caiz olduğunu kim ileri sürebilir?

Düşünce ve ifade özgürlüğü bakımından durum farklı değildir. A. Şık, örneğin, henüz basılmamış kitabı nedeniyle suçlanmış, kitabı daha basılmadan bilgisayarlardaki izlerinin peşine düşülerek toplatılmıştır! KTÜ’den bir genç kız, Evrensel’in gençlik eki olan Genç Hayat’a yazı yazarak harçları eleştirdiği için cezalandırılmaya kalkışılmış, İstanbul’da bir genç web sitesinde rektör seçimini eleştirdiği için okuldan uzaklaştırılmıştır! Örnekler çoğaltılabilir, ancak ifade özgürlüğü bakımından eski “vesayet” dönemiyle günümüz “derin demokrasi”sinin farkını bulup çıkarmak zordur.

Ya Kürt sorunu bakımından “askeri vesayet rejimi” dönemi ve sonrası “derin demokrasi”de farklılaşan nedir? Belki bir farklılığın sözü edilebilir ki, o da görüntüseldir; eskiden operasyon ve saldırıp vurma-kırma kararlarını genelkurmay vermekteydi, şimdiyse hükümet, özellikle Erdoğan vermektedir. Örneğin 12 Haziran Genel Seçimleriyle birlikte düğmesine basılan son saldırı kampanyası tamamen “sivil otorite”nin stratejik yönetimi ve kararıyla ilgilidir. Şüphesiz planlama ve hazırlığın yanı sıra askeri stratejik ve taktik uygulama askeri çalışmanın ürünüdür, böyle olması tabiidir de, her işin bir uzmanlığa dair bir yönü vardır ve zaten ordu bu işleri kotarmak üzere donatılıp beslenir. Harekete geçme ve nasıl ve ne zaman geçileceğine dair karar, “terörle mücadele” karar ve uygulamasının tamamen askeri şeflerin uhdesine bırakıldığı eskiden farklı olarak, “sivil” Erdoğan’ın hükümeti tarafından alınmıştır. “Açılım” üzerinden spekülasyonu yapılan demokratizmin şiddet ve ezilen ulusun hak eşitliğinin inkarı, ulusun özgürlüğün hiçe sayılıp kanla ezilmesinden ibaret olan özü kısa sürede bütün netliğiyle açığa çıkmış; demokrasinin bırakalım “derini”ni, Kürtlere reva görülen hak tanımama ve Türk-İslam sentezi zorbalığın en “sığ” olanına bile sığdırılamayacağı ırkçı ve şoven olmayan herkesçe teslim edilir olmuştur.

Üstelik kentlerde ve kırlarda birer-ikişer ve gruplarla öldürmenin ötesinde zehirli gazdan tazyikli suya, copa silah kullanımı, poşu bağlama, saç kesme, yumurta atma türü güdükleştirilmiş burjuva demokrasilerinde bile protesto biçimleri olarak hak kabul edilen olur-olmaz bahanelerle tutuklama ve hapislere doldurma, ağır cezalarla yargılama olarak zor ve baskı sadece Kürtlere yöneltilmiş değildir. Evet, B. Ersanlı ve R. Zarakolu gibi aydınlar, yazı yazmak ve ders vermek türü tamamen olağan ve her demokraside yeri olan davranışları bahane edilerek Kürt sorunuyla bağlantılı olarak ve KCK davaları kapsamında tutuklanmışlardır. Binlerce Kürt, sadece hak aradıkları için KCK davalarında tutukludurlar. Ama küçük bir protestoda bulunarak demokratik hakkını kullanmak çabası gösteren gençlerin de tümü tutuklanmakta ve haklarında ağır cezalar istenerek yargılanmaktadır. Eleştiri yapmayı göze alan gazeteci de tutuklanmaktan kurtulamamaktadır. Memur ve işçi hak arayışıyla direniş tutumuna girdiğinde, TEKEL işçileri örneği hatırlansın, öğrenci gençlerle aynı muameleye uğramaktadır. “Derin demokrasi”, işi Meclis’te vekilleri konuşturmamaya, ısrar edenlere saldırmaya kadar varmıştır. Üstelik halktan yana vekillerin, Meclis’te konuşturulmamaları için içtüzük vb. düzenlemeleri ile yetinilmemektedir. Hasip Kaplan, daha yeni, kendisine yönelik olarak bağırıp çağıran bir polisin, milletvekili olduğunu belirtmesine karşın hakaretlerine uğramıştır.

Uzatmak gerekmemektedir; “derin demokrasi” iddialı dönemle öncesi arasında demokratik normlar ve hak ve özgürlükler bakımından fark olmadığı söylendiğinde, eksiği ileri sürülebilir ama fazlası bulunamayacaktır.

 

*

Peki, “askeri vesayet rejimi” olarak Kemalist “bürokratik diktatörlük” yıkılarak “derini” ya da “sığı”yla demokrasiye geçilmemiştir, ama darbeler ve darbecilikle de mücadele edilmemiş midir? Darbeler ve darbeciler karşısında “derin demokrasi” iddiasında bulunan ve iddianın ötesinde, buradan üstelik genel olarak solcuların darbecilik ya da en azından darbe destekçiliğiyle suçlanmalarını, solcular ileri sürülerek sosyalistlerin, Türkiye devrimci hareketinin darbecilikle malul olduğunu apriori olarak ve tartışılmaz bir gerçekmişcesine, hegemon bir edayla ileri sürenlerin pozisyonları nedir, ne olmuştur?

Öncelikle belirtilmelidir ki, demokratik bir yönelimle ya da değil, darbeler ve darbeciliğin bunca gündeme gelişi ve soruşturma ve yargılama konusu oluşu, kuşkusuz iyi ve halkın ve demokrasi mücadelesinin “işi”nin kolaylaştırıcısıdır. Demokratik bir muhtevaya sahip olsun ya da olmasın, bizatihi darbe ve darbecilerin olumsuzluklarıyla tartışılır olması ve yargı konusu edilmeleri, eskinin hesap vermez-burnundan kıl aldırmaz askeri şeflerinin –akıllarının ucundan bile geçirmedikleri başlarına gelerek– hapse atılmalarında, “demokrasinin derinleştirilmesi” iddiasının yaygınlaşması bir yana bırakılarak ihmal edilirse, hiçbir kötülük ve sakınca yoktur. Ancak demokrasi, normları ve demokratik hak ve özgürlükler bakımından, gördüğümüz gibi, yeni ve eski dönem arasında az-çok bir farklılığın bile göze çarpmadığı koşulları göz önüne alarak, hiç yanılma payı olmadan, emperyalist efendileri, –devlet olanaklarından yararlandırılarak bir dizi palazlanmanın ürünü olarak yeni katılımlarla genişleme hesaba katılmak şartıyla– kapitalist tekelci dayanakları yerli yerinde durur, yenilerinin eskilerine karşı kullandıkları “belden aşağı” yöntemler bile eskilerin kullandıklarının aynısı olmaya devam ederken, bir ekip değişikliği olarak gerçekleşen değişikliğin gericilik içindeki çatışmaya bağlı bir değişiklik olduğunu söyleyebiliriz.

Bundan, yüzeysel bakışla bile çıkarılabilecek iki sonucu belirtmek gerekirse; birincisi, dayanakları ve destekçileri olduğu gibi kaldığı için yeni darbeler olanaklıdır; –ve hele kendileri darbe yiyip neredeyse tüm komuta kademesi olarak hapislerde süründürülmenin hıncıyla–ulusal ve uluslararası koşulları elverişli hale gelip fırsatını bulduklarında, bu toprakların daha nice darbeci görecek olmasında şaşılacak şey olmayacaktır. Özetle, tersi yönde ekip değişikliklerinin de olanaklı olduğu söylenmelidir; bu yöndeki dalgalanmalar, en başta emperyalistlerin siyasal stratejik çıkarlarındaki oynamalara (politika, taktik ve tutum değişikliklerine) bağlı olarak gerçekleşebilir. Ve kesindir ki, toplumsal ilerleme ve iyileşmenin bu içerikli değişiklikler aracılığıyla, devlet kademelerindeki ekiplerden birinin gelip diğerinin gitmesiyle sağlanması olanaksızdır; gericilik arasındaki çelişme ve çekişmeler ancak gerçek gelişme dinamiklerinin (işçi ve emekçilerin demokrasi ve sosyalizm mücadelesiyle, ezilen halkların ulusal kurtuluş ve barış mücadelesi) “yedek gücü” olabilir ve gelişmesi için uygun koşulları sağlayabilir.

Ve ikincisi, –hele devlet ve temel kurumu olarak ordunun hiyerarşik yapısının bozulmasının burjuva devlet mekanizmasının sömürülen alttaki sınıfları ezici ve mücadelelerini bastırıcı temel işlevini zaafa uğratarak az-çok demokratik bir ortam oluşmasına neden olarak aşağıdan ve devrimci mücadelenin gelişmesinin önünü açtığı 27 Mayıs deneyinin ardından– gericilik, 12 Mart, 12 Eylül ve 28 Şubat darbelerinde olduğu gibi, AKP’nin askeri şefler karşısında galibiyet aldığı rövanş nitelikli son “kapışma”da, mahkemelerle cezaevlerini kullansa bile, nerede duracağını bilmekte ve devletin yeniden zaafa uğraması ve alt sınıfların mücadelesinin önünün açılmasından kaçınmaktadır. Ergenekon Davaları çoktan tuluata dönmüştür, özellikle devlet ve ordunun hiyerarşik yapısının zarar görmemesi gözetilerek suçlamalar sınırlanmış, ekipler arası tepişme, suç, birkaç “günah keçisi”nin sırtına yıkılarak, olabildiğince tatlıya bağlanmaya yönelinmektedir. 12 Eylül ve son olarak 28 Şubat soruşturmalarının açılması ve yargılamalarının başlayacak olması, sadece iki darbenin kapsamı dikkate alındığında değil, ama yönlendirici, katılımcı ve destekçileri göz önünde bulundurulduğunda, teslim edilecektir ki, sadece propagandif nitelik taşımaktadır.

Neden? Ve neden “derin demokrasi” iddiasında bulunanlar da dahil, günümüzün sözde darbe karşıtları ya da tarafsız görüntü verenler, tümü bir arada darbeye bulaşmışlardır, hatta tümü darbe ürünleridirler?

Darbe ve darbecilerle, sözde “sivil” “derin demokrasi” ve yandaşları, AKP ve Gülen Cemaatiyle onlar adına konuşan sağlı sollu liberaller tümü aynı zeminden, emperyalist kapitalist dünya ekonomisine bağlanmış, aynı zincirinin halkasından başka bir şey olmayan Türkiye kapitalist ekonomisi, onun egemen oligarşik iktidarının sahipleri işbirlikçi tekelci burjuvazi ve büyük toprak sahiplerinin düzeninden beslenmekte ve bu düzenin savunucusu ve kollayıcısı burjuva devlet makinesinden güç almaktadır. Bu açıdan aralarında farklılık yoktur. Eğitim sisteminin kesintili hale getirilmesi tartışmaları kapsamında görüş bildiren TÜSİAD’ı hedef alarak, Başbakan Erdoğan’ın “AKP sermayenin partisi değildir” demesi salt propagandif amaçlı bir demagojidir ve emekçi halkın büyük sermayeden nefretini yedeklemeye matuftur. Bizatihi eğitim sisteminin, kesinti ve elemelerle teknik eğitimin önünü açarak, buradan sermayenin eğitilmiş genç vasıflı işçi ihtiyacını karşılamaya yönelik olarak değiştirilmesinin gündeme getirilmiş olması da dahil, “derin demokrasi” yandaşı AKP ve hempaları, tüm uygulamalarında tekellerin ve en seçkinlerinin örgütü durumundaki TÜSİAD’ın programını uygulamaktadır. “Ulusal istihdam stratejisi”nde böyledir.. Sendikalar ve toplu iş sözleşmesi yasalarının sermaye lehine değiştirilmesinde böyledir.. Esnek çalışma biçimlerinin “istihdam büroları”yla geliştirilmiş olmasında böyledir.. IMF ve Dünya Bankası’nın paralı adamı Kemal Derviş tarafından büyük sermayeyi ihya etmek üzere uygulamaya konulan ve kapitalist ekonomiyi toparlamanın tüm yükünü halkın sırtına yıkmayı amaçlayan “Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı”nın AKP tarafından sürdürülmesinde durum farklı değildir.

Ama büyük burjuvazi, günümüze gelinceye kadar –Batı ve özellikle Amerikan emperyalizmiyle birlikte– bütün darbeleri desteklemekle kalmayıp, öngörüp ihtiyacı olarak dayatan ve yönlendiren başlıca güçtür. Bilinir ki, 12 Eylül, olağan koşullarda uygulanamayan, ama Teacher ve Reagan’ın uygulamalarıyla birlikte neoliberalizmin dünyadaki öncü atılımlarından olan, MESS’in patronu Özal patentli 24 Ocak Kararları’nı uygulamak üzere gerçekleştirilmiştir. Ve yine bilinir ki tüm büyük sermaye tarafından övgüyle karşılanmış ve baş tacı edilmiştir. Bakmayın şimdi yargılanmak istenmesine.. İki faşist goygoycu suçlanmaktadır sadece.. Ama ne Koç, ne Sabancı, ne bir başka tekelci patronu suçlamak savcının aklından bile geçmemektedir.

Sadece tekelci burjuvazi değil, ama tüm siyasal egemenlik çarkları, Meclis ve siyasal partiler kapatılmış olsa bile, 12 Eylülcü kesilmekten geri durmamış, “aman bir an önce demokrasiye geçilsin” deyip faşist darbe ve darbeciler önünde yaltaklanmadan edememişlerdir. Askeri ve sivil bürokrasi baştan ayağı darbeci pozisyon almış, darbecilerin tüm emirleri sektirilmeden hayata geçirilmiştir. Ardından Danışma Meclisi, zaten darbe örgütü olarak kurulmuş Meclis’e onun üzerinden geçilmiştir. 82 Anayasası, bütün “derin demokrasi” yandaşları da içinde tüm gericiliğin başının tacı olmuştur ve hala uygulanmaktadır. Bu Anayasa’yla yaşama geçirilen ve darbe ürünü olan MGK ve YÖK gibi bütün kurumlar, 12 Eylülcülerin ardından gelen tüm hükümetler ve günümüzün “derin demokrasi” propagandacısı AKP hükümeti tarafından kullanılagelmiştir. Özel mahkemeleri vb. ile hala yargıya yön veren 12 Eylül hukuku ya da hukuksuzluğudur. Uzatmak gerekmiyor!

28 Şubat darbesi ve sözde demokrasi yandaşlarının dayanakları ve demokrasi yandaşlarının 28 Şubat karşısındaki pozisyonları bakımından durum daha vahim, ama eğiticidir.

28 Şubatı desteklemeyen hemen yalnızca iki güç vardı ve birisi sınıf partisiyken diğeri Kürt ulusal hareketiydi. Geri kalan hemen her siyasal örgüt kadar sosyal dayanakları da 28 Şubat’ı ya açıktan ya üstü örtülü olarak destekledi ya “ne şeriat ne darbe” türü 28 Şubat’a eğilimli hayırhah bir tarafsızlık tutumu izledi ya da boyun eğip onay vererek darbeden yararlanıp güç toplamaya yöneldi.

“AKP demokratizmi” yandaşı sağ ve sol liberal şaşkınlar, kendilerini ve hadlerini bilmeden “sol” genellemesi ardında Türkiye devrimci hareketi ve içinden gelişen devrimci sınıf hareketini utanmazlıkla darbe destekçiliğiyle suçlamaktan kaçınmıyor ve Kemalizm’le devrimci hareketin çocukluk döneminde bir süreliğine ve anti-emperyalizm ekseninde yollarının kesişmiş olmasını dayanak olarak kullanmaya çalışıyorlar.

1970 öncesi Mihri Belli ve Hikmet Kıvılcımlı’nın önderlik ettiği darbecilerle güç birliği yapmaya yönelmiş MDD savunucuları, evet devrimci gençliği de etkileyerek, bir dönem devrimci harekete damgalarını vurmayı başardılar. Ama bu kadardır. Türkiye devrimci hareketi, bu etkiden kurtulup Kemalizm’le bağlarını koparmaya giriştiğinde “kendi göbeğini kesmiş”, belirli bir dönem “sol” çocukluk hastalığına kapılsa bile kendisini toparlamış; ama kendisi oldu olalı, darbecilikle bir bağ ve destek ilişkisi içinde olmamıştır. Deniz Gezmiş’in M. Belli’nin darbecilerle işbirliği ve sol bir darbeyi çare sayma eğiliminden etkilenmiş arkadaşlarından kopması 1969 yaz başıdır. Sonra devrimci gençlik hareketinin ileri kadrolarının işçi, ama daha çok ve özellikle köylü yığınlarına yönelik köylük alanlarda yoğunlaşan çalışmaları, Filistin Devrimi’ne katılım ve silahlanmanın öne konmasıyla Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu’nun kuruluşuna giden süreç gelmiştir. THKO, ideolojik-politik içeriğiyle doğru ya da yanlış, ama adı üstünde bir başka “ordu” kurulması girişimi olarak, bizatihi devletin temel kurumu olarak sürekli ordudan herhangi bir beklentinin olmayışı ve devlet kademeleri çerçevesinde değişiklikler öngörmekten ibaret darbecilikle uzak-yakın ilişkilerin kesilmesinin varsayılmasıdır. İdeolojik alanda Kemalizmi aşmak bir çırpıda başarılamayıp belirli bir zaman alsa bile, pratik politika alanında THKO kendi yolunu tutmuş ve Kemalist darbecilerden kopuşmuştur.

THKO’nun darbecilerle uzak-yakın bir ilişkisine işaret edebilecek tek bir subay ya da benzerinin THKO soruşturma ve davalarında izine rastlanmaması tarafından da kanıtlanan tarihsel gerçeğe karşın, 9 Mart darbecilerinin önde gelenlerinden Orhan Kabibay’la Erol Bilbilik arasında geçtiği iddia edilen ya da geçen “Denizlere mısır patlatır gibi bomba patlattık” türünden sözler, paralel ve ama rakip darbeci gruplar karşısında, Deniz’in şahsında devrimci gençlerin kendi kontrollerinde olduğu ileri sürülerek güçlü görünme kaygısıyla söylenmiş olabilir ve açıkça yalandır! Bu yalan kadar, bugün bu yalanın tarihsel gerçeğin yerine geçirilerek tekrarlanması da ancak yalandan medet umulduğunu gösterir. Zaten bombalama türü eylemlere hemen hiç itibar etmeyen THKO, darbeci ekiplerle herhangi bir ilişkiye sahip olmadığı gibi, hiçbir zaman onların lehine parmağını kımıldatmamıştır.

9 Mart’ta sol darbe beklentisi vardı” şeklinde ileri sürülen argüman da en azından THKO açısından geçerli değildir. On yılların ardından şimdi 9 ve 12 Martlar kolaylıkla ayrıştırılabilse bile, yaşanan anın sıcaklığı içinde darbeciler dışında bu ayrımın yapılabilmesi, hele “sol darbe”nin başını çektikleri ileri sürülen Hava ve Kara Kuvvetleri Komutanları M. Batur ve F. Gürler 12 Mart Muhtırası’nı imzalamışken, olanaklı değildi. 12 Mart tek bir darbe gibi göründü ve öncesinde tek bir destek sözü olmayan, darbenin hazırlığı içinde kesinlikle ve hiçbir şekilde yer almayan THKO, 13 Mart’ta halkı “faşist darbeye karşı mücadeleye” çağıran bildirisini yayınladı. Üstelik THKO, darbeye karşı çıkan tek sol örgüt durumunda da değildi. Zamanında parlamentoya 15 milletvekili sokmuş TİP (Türkiye İşçi Partisi) de, THKO ile aynı gün yayınladığı bildirisiyle darbeye karşısında pozisyon aldı.

THKO geleneği sınıf partisi tarafından 28 Şubat’ta da sürdürülür ve açık olarak darbe karşısında ve dayatmaları karşısında pozisyon alınırken, sözde “derin demokrasi” yandaşları darbe karşısında sefilleri oynadılar. MGK’da başbakana ve MGK üyesi bakanlara imzalatılan 28 Şubat kararları, ardından Hükümet’in kararı haline getirildi. Kim ne iddiada bulunursa bulunsun, hangi demokratlık payesini takınırsa takınsın, gerçeğin üzeri laf salatasıyla örtülemez. Herhalde “derin demokrasi”nin avangartlarından olması gereken bugünkü cumhurbaşkanı A. Gül’ün 28 Şubat Kararları’nın altında imzası bulunmaktadır. Ve AKP, bu Kararlar ve ardından Refah Partisi’nin kapatılmasıyla önü açılarak, önce “yeni” parti Fazilet içinde partiyi ele geçirme yarışına, sonra da “gömlek değiştirdik” söylemiyle, 28 Şubat’ın önünü kestiği “adil düzen” ve “milli görüş” gemisi terk edilerek, kurulmuştur.

“Solcular, devrimciler darbe destekçisidir” iddiası havada kalmaktadır; ama sadece Kemalistler değil, faşistler ve muhafazakarların milliyetçi ve dinci kesimleri dahil, halk düşmanlığıyla başlıca yalan propaganda ve spekülasyon ürettikleri TV tartışma programlarını kimselere bırakmayan aşağılık sağ ve sol liberal yaltakçılarıyla birlikte, tüm demokrasi düşmanı gericilik (bütün bir sağ) ve sosyal dayanakları olarak tekeller ve büyük toprak sahipleri darbeci olagelmiş ve 27 Mayıs bir yana bırakılırsa, bütün darbeleri desteklemiş, tümünden yararlanmaya soyunmuş; darbe karşıtlığında fayda gördükleri ve sahtekarlıkla “demokrasi” şarlatanlığı yaptıkları durumlardaysa, en az darbe dönemlerinde olduğu kadar gericiliğe batmış, A. Şık’la N. Şener’in suçlanması örneğinde görüldüğü üzere, sureti haktan görünmek üzere bile demokratik hak ve özgürlükleri savunmaya yanaşmamışlardır.

İşçi hareketi, görev ve sorumluluklarımız*

1. KRİZİN ETKİLERİ VE İŞÇİLERİN, GENÇLERİN VE HALKIN TEPKİLERİ

Kapitalizmin genel krizi, kapitalist emperyalist sistemin üst ve altyapısını sarsmaya devam etmektedir.

Kapitalizmin ürettiği en ciddi krizlerden birisi olarak tanımlanan 2008 Krizi, belli başlı büyük emperyalist güçlerin mali ve ekonomik yapılarını, siyasal ve sosyal burjuva-kapitalist mekanizmalarını yerinden oynatmış, ve domino etkisi göstererek, tüm kapitalist dünyayı sarmıştır.

Bu süreç, toplumsal sınıfların tavırlarında, burjuva kurumların rollerinde ve güçler arası ilişkilerde durum değişikliklerine yol açan etkilerde bulundu.

Özellikle ABD ve Avrupa Birliği’nde emperyalist burjuvazi, krizin etkilerini, iflasın eşiğindeki bankalara, bazı büyük sanayi korporasyonlarına, yani en başta spekülatif alana milyarlarca fon aktararak, bunların çökmesine engel olmaya, uluslararası bankaların ve tekellerın kârlarını artırarak aşmaya çalıştı.

Ancak krize sözde “alternatif” olarak öne sürülen bu tedbirler hiç bir işe yaramadığı gibi, başka ters etkilere yol açtı. Bir fasit daire yaratarak, krizden en çok etkilenenleri iflasın ve çöküşün eşiğine getirdi.

Portekiz, İrlanda, İspanya ve Yunanistan’da yaşananlar, belki de krizin şiddetinin ve derinliğinin, kapitalist ekonomiyi tehdit eden ekonomik çöküntünün en belirgin örneğidir.

1. A. Krizin esas yükü emekçilerin sırtına yıkılıyor

Son krizde emperyalist burjuvazinin saldırdığı üretici güçlerin ana bileşeni emek gücüdür.

Üretici güçlerin aşırı tahtibatı büyük oranlara ulaştı ve beklenmeyen etkilere yol açtı. Başta ABD ve AB olmak üzere emperyalist güçlerin çoğunda sanayinin önemli kesimleri tahribata uğramıştır.

Resmi raporlara göre, 2007 – 2010 yılları arasında sadece sanayi sektöründe 9,5 milyon işyeri kaybı yaşanmıştır. Sadece 2009 yılında genel olarak 22 milyon kişi işini kaybetmiş, 2010’da 27,6 milyon işsiz daha, 2007’deki işsiz sayısına eklenmiştir. Böylece dünyada toplam 205 milyon kişi işsizdir.[1] (Tablo 1’e bakınız)

Tablo 1 : Sektörel istihdam (toplamın yüzdesi olarak), 1999-2009

 

Belli başlı emperyalist ülkelerde krizin derinliğinin bir göstergesi de, toplam global işsizlik artışının yüzde 55’inin bu dönemde gelişmiş ekonomilerde (emperyalist ülkeler) gerçekleşmiş olmasıdır. Bununla birlikte bu ülkeler dünyadaki iş gücünün yüzde 15’ini temsil ediyorlar.

Veriler, en çok etkilenen kesimin gençlik olduğunu gösteriyor. 2010’da dünyadaki genç işsizler oranı yüzde 12,6 iken, gelişmiş ekonomilerde bu oran, 2007’deki yüzde 12,4 rakamını aşarak, yüzde 18,2’ye yükselmiştir.

Raporlarda ayrıca şuna işaret edilmektedir: “Genel olarak işten atılan işçilerin yeni bir iş bulma şansları giderek azalıyor…” Aynı şekilde istihdam durumu kritik olan (işini kaybetme tehlikesi bulunan) kişi sayısının da, 1999’daki seviyesinden 146 milyon artış göstererek, 2009’da 1,530 milyona ulaştığı tahmin edilmektedir. Bu da, toplam işgücünün yüzde 50,1’ini oluşturmaktadır.

İşsizlik sorunu öyle bir düzeye ulaşmıştır ki, kapitalist sistemin kendisine dönmüş ve ters etkide bulunmaktadır. Sundukları alternatifler ve ekonomik iyileşme tedbirleri, bu ciddi soruna alternatif çözümler üretmekten oldukça uzaktır. 2010’da kaydedilen bazı makroekonomik “iyileşme” belirtileri (Tablo 2’ye bakınız) kesinlikle istihdamı artırma olanaklarını ifade etmemektedir.

 

Tablo 2 : Dünyadaki resesyon ve iyileşme, 1995-2010

 

Ücret sorunu da krizin işçilerin sırtına yıkıldığının bir başka kanıtıdır. IMF paketlerinin doğrudan ücretlerde kesintileri empoze ettiği durumlar yanında genel olarak ücretler üzerinde negatif etkiler gözlenmiştir. İleri ekonomiler olarak adlandırılan ülkelerde ortalama ücretler 2008’de yüzde 0,5 düşmüş, 2009’da yüzde 0,6 iyileşme göstermiştir. Latin Amerika’da 2008’de yüzde 1,9, 2009’da yüzde 2,2; Orta ve Doğu Avrupa’da (AB dışı) 2008’de yüzde 4,6, 2009’da yüzde -0,1; Doğu Avrupa ve Orta Asya’da 2008’de yüzde 10,6, 2009’da yüzde 2,2; Asya’da yüzde 7,1 ve yüzde 8; Afrika’da yüzde 0,5 ve yüzde 2,4 seviyelerinde seyretmiştir.

Bu ortalamaları ele alırken (ki bunlar bölgeden bölgeye ve ülkeden ülkeye büyük farklılık göstermektedir), başta ABD ve AB olmak üzere emperyalist ülkelerde işçilerin reel ücretlerinde düşüş ya da en iyi ihtimalle donma durumu gözlenmektedir.

Kriz döneminde hedeflenen alanlardan biri de sosyal haklar ve sosyal güvenliktir.

Dünya işçilerinin sadece yüzde 20’sinin tam sosyal güvenlik kapsamında olduğu tahmin edilmekte ve bunların var olduğu yerlerde gündeme getirilen yıkım amaçlı karşı reformlar sosyal güvenliğin önemli kazanımlarını etkilemektedir.

Piyasaya dayalı sosyal güvenlik mantığını onaylamak için emperyalist burjuvazi, iflasın eşiğindeki bankalara ve tekellere verilen milyarlarca sübvansiyonun yol açtığı mali dengesizlikleri birçok sosyal hakkı keserek gidermeye çalıştı. Emeklilik hakkını edinmek için ödenmesi gereken katkı payı ve bunu ödeme süresi arttırılmış, emeklilik yaşı 67’ye çıkarılarak standardize edilmeye çalışılmış, sağlık sigortasının kapsamı daraltılmıştır.

Avrupa’da uygulamada olan tipik neoliberal tedbirler de öncelikle sağlık ve eğitim gibi sosyal alanlara saldırıyı içermekte, kamu emekçilerinin sayısını azaltmayı hedeflemektedir. İşlerini koruyan işçiler ise, birçok hakkından vazgeçmeye ve ücretlerinde kesintiyi kabullenmeye zorlanmıştır.

Elbette bu durumdan etkilenen sadece işçiler değil, bu hizmetlerden yararlanan büyük bir kesim olmuştur. Özellikle öğrencilerin eğitime erişme hakkı kısıtlanmış, kamu eğitiminin büyük bir bölümünün özelleştirilmesi sonucu eğitimin maliyeti artmıştır.

Son olarak da, aşırı yoksulluk içinde yaşayan işçi sayısının dünya çapında yüksek oranlara ulaşması, krizin yükünü kimlerin çektiğinin bir kanıtı durumundadır. ILO’nun verilerine göre, dünyada her 5 işçiden biri ailesiyle birlikte günde 1,25 doların altında, aşırı yoksulluk koşullarında yaşamakta, 1,2 milyar kişi de 2 dolara geçinmeye çalışmakta ve bunlar yoksul statüsünde yer almaktadır.

Büyük kamu işletmelerinin ve hizmetlerin özelleştirilmesi süreci de, beraberinde, özel sektörü teşvik etmek ve çalışanları mağdur etmek gibi sonuçlar yaratarak devam ediyor.

1.B. İşçilerin tepkisi krizin yükünü omuzlamayı reddettiklerinin göstergesidir

Son aylarda Yunanistan’da birçok genel grev, İngiltere’de büyük bir kamu emekçileri

grevi, Polonya’da büyük bir grev hareketi, Şili’de büyük öğrenci, gençlik ve öğretmenler hareketi ve Venezulea’da doktorlar ve sağlık çalışanlarının eylemleri gerçekleşti. 11 Temmuz’da Dominik Cumhuriyeti’nde sendikalar ve kitle örgütleri vergi paketlerine karşı genel grev ilan ettiler. Eylem neoliberalizme karşı güçlü bir mücadele gününe dönüştü. İtalya’da genel grev yapıldı. Çin’de, Hindistan’da sayısız grevler yaşandı. 15 Ekim’de 86 ülkede düzenlenen koordineli eylemlere iki milyondan fazla insan katıldı.

Bu, sınıf mücadelesinin uluslararası alanda ulaştığı ve milyonları harekete geçiren dinamiğin bir göstergesidir. ML partilerin bu sürece katılması ve etkilemesi gerekir.

Tabanda haklar için mücadele eğiliminin gelişmesi, işçi aristokrasisi ve sendika bürokrasisinin işbirlikçi çizgisine de darbe vurmakta ve geriletmektedir. Gençlik, bu mücadelelere daha aktif olarak katılmaktadır.

2010 sonlarında ve 2011’de halen devam ettiği şekliyle Kuzey Afrika’nın Arap halkları, özgürlük ve demokrasi talepleriyle ve olağanüstü bir canlılıkla mücadele sahnesine çıkmışlar, Tunus ve Mısır’da, kendi halkını on yıllarca baskı ve sömürü altında tutan ve emperyalizmin işbirlikçileri olan diktatörleri yenilgiye uğratmışlardır. Bu olaylar, Arap halklarının demokrasi ve özgürlük mücadelesinde yeni bir sayfa açmış, Yemen, Bahreyn, Ürdün, Fas, Cezayir ve diğer ülkelere de sıçramış ve tüm kıtalarda yankı yaratmıştır.

Libya’da ise halkın özgürlük ve demokrasi özlemi Fransa, İngiltere, ABD ve Nato tarafından manipüle edilerek, bu ülkenin işgal edilmesi, bombalanması ve sivil halktan 5 bini aşkın kişinin öldürülmesiyle sonuçlanmıştır. Büyük güçler gerçekte bu ülkenin petrol ve gaz kaynaklarına göz koymuş ve halkı bölmüşlerdir. Sonuçta, eski mütteffikleri Kaddafi’yi iktidardan düşürüp, yerine bir başka gerici ve işbirlikçi yönetimi yerleştirmişlerdir. Emperyalistler bir muharebeyi kazandılar, ama Libya’da mücadele devam ediyor.

Emperyalist güçler Suriye’de de benzer bir senaryoyu hayata geçirmek arzusundalar. Esad yönetimini düşürmek, yerine ise kendilerinin isteklerini yerine getirecek, halkı ezip, petrol ve gaz yollarını açacak, İran etrafındaki askeri kuşatmaya dahil olacak bir yönetim tesis etmek istiyorlar. Bu amaçlarına ulaşmak için de, Suriye halkının ve gençliğinin meşru demokrasi ve özgürlük istemlerini kullanmaktan geri durmuyorlar. Biz, halkların kendi kaderlerini tayin etme hakkını savunan Marksist Leninistler olarak, emperyalist müdahaleleri mahkum ediyor ve ülkenin kaderini belirleyecek olanın, Suriye’nin işçileri ve halkı olduğunu ifade ediyoruz.

AB ülkelerinde ise son on yıllarda görülmemiş büyüklükte işçi ve gençlik mücadeleleri yaşandı.

Geçen yıl Avrupa’da biraraya gelen Avrupa ülkeleri ML partilerinin işaret ettiği gibi: “Sermayenin saldırılarına karşı işçi sınıfının ve halkların direnişi her yerde büyümektedir. Değişik ülkelerde birçok genel grev ve eylem günleri gerçekleşmiştir. Ne sistemin krizinin ne de oligarşinin borçlarının ve kemer sıkma politikalarının yükünü üstlenmemek için mücadele azmi ve öfke artmaktadır.

Bu öfke, burjuvazi ve kemer sıkma politikalarının uygulanmasını kabul eden reformist partiler için ciddi bir kaygı nedenidir. Bunlar ‘ortak fedakarlık’tan söz etmekte ama bu politikaları sadece işçilere ve halka uygulamaktadırlar.[2]

Yunanistan işçi sınıfının, gençliğinin, halkının ülkenin sözde iflasını engelleme amaçlı empoze edilen aşırı kemer sıkma politikalarına karşı olağanüstü cesaretle direnmeleri de, burada, özellikle söz etmeye değer hareketlerden biridir.

Mücadeleye katılan geniş işçi kitleleri açısından kapitalizmin krizine tek gerçek alternatifin devrim ve sosyalizm olduğu gerçeği netlik kazanmış olmasa da, bu kitlelerin giderek artan bir kesimi tutumlarını radikalleştirecek ve alternatif bulmak için tartışmalar yürütecek, kötülüklerin nedeni olarak kapitalizmi görmeye başlayacaktır.

ABD’de ise, işçi sınıfı ve gençlik hareketinin büyük bir kesimi krize karşı, saldırgan emperyalist politikaları teşhir eden ve karşı duran bir eyleme başvurmuştur. Wisconsin eyaletindeki binlerce kamu emekçisi ve öğrencinin mücadelesi, belki de ABD’de sosyal mücadelenin son yıllardaki en önemli göstergesi olmuş, bunun yanında yabancı düşmanı göçmenlik yasalarına karşı göçmen işçilerin sayısız eylemi de gerçekleşmiştir.

İspanya’da, yüz binlerce genç kapitalizme ve saldırılarına karşı meydanlara çıktılar. Bunların oluşturduğu hareket kendine “indignados” adını verdi ve kısa sürede başka Avrupa ülkelerine de yayıldı. Ve 15 Ekim günü dünya çapında milyonlarca kişi aynı adla ve sloganlarla sokağa çıktı.  Bunlardan bir bölümü açıktan tekelleri hedefliyorlar ve bir süredir tekellerin merkezi olan Wall Street’i işgal ediyorlar. Özellikle gençlerin ve kadınların kitlesel olarak katıldıkları bu hareket, kriz karşısında kapitalist önlemlere, işsizliğe, sosyal sigorta, eğitim ve sağlık alanındaki kısıtlamalara karşı çıkıyor, burjuva demokrasisini ve yolsuzlukları mahkum ediyor. Açık ve belirgin bir ufka sahip olmamakla birlikte, sorgulayıcı bir karaktere sahip ve değişim talep eden bu hareket, kapitalizme ve emperyalizme karşı mücadele potansiyeli taşımaktadır.

Latin Amerika örneğinde ise özgül bir senaryo sözkonusudur. Oligarşik sağcı partilerin yoz hükümetlerinin neoliberalizmine, baskı ve emperyalist yağmaya karşı büyük işçi, gençlik ve halk mücadelelerinden ortaya çıkan ilerici, demokratik, yurtsever değişim eğilimi güç kazanarak, Orta ve Güney Amerika’da yayıldı. Bu değişim alternatiflerinin seçimlerdeki başarısı, bölgedeki siyasi haritayı değiştirdi. Şu anda, Şili ve Kolombiya dışında, Güney Amerika’daki bütün ülkelerde farklı derecelerde olmak üzere neoliberalizm karşıtı, hatta kendilerini devrimci olarak adlandıran hükümetler vardır.

Özgürlük mücadelesinin gelişimindeki bu olumlu adım, sınıf mücadelesinin yeni bir aşaması olmuştur. Kapitalizmin dinamikleri, krizin içeriğinin tanımlanmasına dair kaçınılmaz süreç, bu ülkelerde, bu akım içerisindeki çelişkileri keskinleştirmektedir. Sosyal demokrat güçler kaçınılmaz bir biçimde sağa doğru kayıyor, iktidarlarını uzatma arayışıyla emperyalizme bağımlılıklarını yeniliyor; işçi, sosyal ve halk hareketini kontrol altında tutmaya ve evcilleştirmeye, devrimci sol güçleri karalamaya çalışıyor ve onlara karşı mücadele ediyorlar. Bunu yaparken, çoğu zaman da revizyonizmin ve oportünizmin desteğine dayanıyorlar.

Bu durum, Ekvador’da işçiler, yerliler, öğrenciler, öğretmenler ve diğer kesimlerin Correa hükümetinin sosyal mücadeleleri kriminalize eden gerici içerikli tedbirlerine ve yasalarına karşı giriştikleri mücadeleleri açıklamaktadır. Rafael Correa yönetiminin değişim projesini terkederek otoriter ve baskıcı bir hükümeti dayatması, onu kesin olarak değişim akımından ayırmış ve uzaklaştırmıştır. Bolivya’da da benzer bir durum yaşanmış, güçlü bir genel grev “gasolinazo”da Evo Morales hükümetine geri adım attırmıştır. Benzer olaylar Arjantin, Uruguay, Paraguay ve hatta Venezuela’da görülmektedir. Bugün bölgedeki sosyal huzursuzluk diğer zamanlardaki boyutlarına ulaşmış olmasa da, sınıf mücadelesinin yüksek bir ifadesi olarak ideolojik ve politik tartışmayı şekillendirmiştir. Bu ortamda geleneksel sağcı politik güçler, en gerici görüşlere dayalı bir muhalefet yürüterek kendi pozisyonlarını korumaya çalışmaktadır.

Brezilya, Meksika, Kolombiya ve Latin Amerika’nın birçok ülkesinde, işçi sınıfının patronlara, işçi karşıtı politikalara, baskıcı burjuva hükümetlerine karşı mücadelesi; resmi çevrelerden beslenen sendikacıları, devrimci örgütleri ve siyasi liderleri işbirliğine itmek isteyen oportünizm ve reformizm ile arasına ayrım çizgisi koymak için yürütülen ideolojik ve politik mücadele ile iç içe geçmiştir. Bölgenin tüm ülkelerinde, ama özellikle de “ilerici hükümetler”in işbaşında olduğu ülkelerde, reformizm ile devrim arasındaki çelişki derinleşiyor ve kendini her alanda hisettiriyor.

Genel olarak şunu diyebiliriz ki, dünyada son yıllarda işçilerin ve gençliğin genel ve kısmi eylemlerine sahne olmamış hiçbir ülke yoktur.

Sonuç olarak, günümüzün sıkıntılı emperyalist kapitalist dünyasında sınıf mücadelesinin geliştiği özgül bir anda yaşamaktayız. Burada işçi sınıfı, kapitalizmin krizine karşı direnişin ana aktörü konumundadır ve bu durum, Marksist-Leninistlerin işçiler arasındaki çalışmasına oldukça uygun koşullar sunmaktadır.

2. İŞÇİ SINIFI VE GÜNCEL GÖREVLERİMİZ

2. A. Emekçilerin hakları için mücadelelerini ilerletmek, devrim ve sosyalizm fikrini geliştirmek için koşulları değerlendirmek

Kapitalist dünyanın krizinin sonucu olarak gelişen olaylar, emperyalist burjuvazinin aldığı tedbirler, işçilerin, gençliğin ve halkın tepkisi, aynı zamanda ona karşı alınan “tedbirler”in sonucu olarak ortaya çıkan krizin yeni görünümleri, farklı ve yeni koşullar yaratmaktadır.

Bunun en önemli unsurlarından biri, uluslararası ve yerel çapta burjuva-emperyalist kurumların yaşadığı büyük erozyondur. Uluslararası siyasal ve finansal kurumların prestij kaybı artmış ve büyük sermayenin araçları olduğu gerçeği gün yüzüne çıkmıştır.

BM, NATO, IMF, DB, Avrupa Merkez Bankası vb., halkları kendi plan ve politikalarına hazırlayan ve tabi kılan saldırgan ve doğrudan müdahaleci bir rol üstlenmişlerdir. Bu kurumlar, gerici emperyalist burjuvazinin krizin yükünü işçilerin ve halkların sırtına yıkma planlarını uygulamışlardır.

Buna yakından bağlı olarak, burjuva demokrasisinin kurumları, hükümetler ve parlamentolar, bakanlıklar ve mahkemeler vb. belirgin ve derin bir yozlaşma ve itibar kaybına uğramıştır.

Başta hükümettekiler olmak üzere geleneksel burjuva siyasi partiler, seçmenlerle aralarındaki mesafeyi giderek açmış ve seçimlerde de cezalandırılmışlardır.

İşçilerin anti-kriz paketlere karşı direnişleri ve burjuva kurumlarının yaşadığı çözülmenin sonucu olarak, kapitalist devletler tarafından korporatizme itilen eski sendikal yapılar da, krizin etkilerine maruz kalarak, içten büyük çatlaklar yaşamışlardır. Bununla bağlantılı biçimde ve “sosyal devlet”in dağılmasının sonucu olarak, sendika bürokrasisinin ve işçi aristokrasisinin işbirliğiyle, burjuvazinin işçileri demobilize etmek için onyıllarca kullandığı bildik “sosyal pakt” kaynağı yıpranmış ve itibardan düşmüştür.

İşçi ve sendikal hareket, hesaba katılması zorunlu olan bir dizi önemli sorunla karşı karşıyadır:

I- Sendikalaşma oranı oldukça düşüktür. Yaklaşık yüzde 5-6 civarında işçi sendikalıdır ve bu, işçilerin ezici çoğunluğunun örgütlü olmadıkları ve kendi sınıf çıkarlarını savunabilecek bir yapılanmadan yoksun oldukları anlamına gelir.

II- İşçi aristokrasisinin ve sendika bürokrasisinin etkisi dolayısıyla sendikaların çoğunluğu salt dayanışma kurumlarına dönüşmüş, sermaye ile uzlaşma politikasının ve hatta bazı durumlarda direkt patron politikalarının sözcüsü konumuna düşerek, işçilerden uzaklaşmışlardır.

III- Sendika bürokratları aldıkları yüksek maaşlar ve sahip oldukları ayrıcalıklarla da sınıfın ana kitlesinden kopmuşlardır.

IV- Revizyonizm ve değişik oportünist akımlar, sendikaların bu halde kalmalarına destek olmuşlardır.

V- Sendikalar, mevcut yapılarıyla, kapitalist cins ayırımcılığının devam ettiği, kadın emekçilerin ikinci plana itildikleri örgütler durumundalar.

VI- Sendikal örgütlerin bir başka sorunu ise, göçmen işçilere karşı ayırımcılıktır.

VII- Düşey örgütlenme, yönetici kliğin ayrıcalıkları, sendika bürokrasisinin manevra ve dayatmaları, iç demokrasi yoksunluğu, işçilerin kararlara katılma imkanlarının sınırlılığı vb. durumlar, sendikaları işçilere yabancı kılmakta ve onların mücadele ve özlemlerinden uzaklaştırmaktadır.

Yani sendikalar mevcut konumlarıyla, işçi sınıfının çıkarlarını savunmaktan uzaklaşmış, işçi aristokrasisi ile sendika bürokrasisinin ve dolayısıyla da patronların çıkarlarına hizmet eden yapılara dönüştürülmüşlerdir.

Uluslararası federasyonlar bakımından ise, “hür” Amerikan sendikalarıyla bağlantılı olan ve Kasım 2006’da Uluslararası Hür Sendikalar Konfederasyonu (ICFTU) ile Hıristiyan Demokrat kökenli Dünya İşçi Konfederasyonu’nun (WLC)  birleşmesi sonucu kurulan Uluslararası Sendikalar Konfederasyonu (ITUC), eski Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa’da revizyonizmin çökmesi sonucu sarsılan Dünya Sendikalar Federasyonu (WFTU)’nun karşı karşıya olduğu krizden faydalanmıştır. ITUC 151 ülkede 175 milyon üyesi olduğunu iddia etmektedir.

Dünya Sendikalar Federasyonu ise, son yıllarda, Güney Afrika ve Latin Amerika ülkelerinden gelen destekle belli bir canlanma yaşadı. 120 ülkede 80 milyon üyesi olduğunu iddia ederek, ILO yönetiminde sandalye talebinde bulunuyor ve ITUC’u bu tür kurumları tekeli altında almakla suçluyor. Sendika, federasyon ve konfederasyonları çekmek için yoğun bir kampanya yürütüyor. Burası da uluslararası bir merkez olup, kendilerine sınıfsal, solcu, hatta komünist diyen sendika ve işçi örgütlerinin entegre olduğu, fakat revizyonizmin ve oportunizmin denetiminde olan ve kullanılan bir alandır.

Sendikal hareketin bir kesiminin ise her iki sendika örgütüyle de bağlantısı bulunmamaktadır.

Avrupa ve Latin Amerika’da yapılan Sendikacılar Toplantısı’nı yeniden canlandırmak, istikrarlı kılmak ve genişletmek acil bir görevdir ve diğer sendikal güçleri ve devrimci sınıf sendikacılarını katmak, işçi sınıfı mücadelesini ve örgütlemesini ilerleten somut kararlar almak ve görevler belirlemek gerekir. Bu faaliyetleri işçi sınıfının ve sendikacıların diğer kesimleri için de bir referans haline dönüştürmek gerekir.

İşçi, gençlik ve halk kesimlerinin krize ve onun sonuçlarına karşı gösterdiği tepkiler, büyük gösteriler, genel ve tek tek grevler ve son dönemlerde yapılan her türlü eylem bir tarafa, yeni bir mücadele eğilimi ve mevcut rejim karşısında alternatif arayışlarının birçok ifadesini görmekteyiz.

Bütün bunlar devrimci hedefler lehine işleyen ve daha hızlı ilerlememizi sağlayacak olan yeni bir durumla karşı karşıya olduğumuzu göstermektedir.

Bu durum, ayrıca krize ve kapitalizmin iflasına karşı alternatif olarak devrim ve sosyalizm fikrini yaymak için de uygun koşullar yaratmaktadır.

“Kriz karşıtı tedbirler”in, uygulanan neoliberal politikaların, özelleştirmelerin, işçi haklarında ve sosyal güvenlikteki kesintilerin deşifre olması; krizin sorumlularını ve nedenlerini teşhir için, halkın talepleri ve ihtiyaçları kaşısında kapitalizmin tarihsel iflasını ilan etmek için, tarihte yeri doldurulamaz aktörler olarak işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin rolünü doğrulamak için büyük fırsat yaratmıştır.

2.B. Devrimci bir sendikal alternatif ileri sürerek işçi sınıfı içerisinde çalışma zorunluluğu

Burjuvazi sadece krizin yükünü işçilerin sırtına yıkmakla kalmıyor, aynı zamanda sömürüyü yoğunlaştırıp artı değer çıkarımını yükselterek düze çıkmaya çalışıyor. Kriz ve sonrasındaki gelişmeler derin izler bıraktı ve işgücünün istihdam koşullarını değiştirdi. Fakat bir şey kesindir: burjuvazi, işçi sınıfı olmadan yapamaz, değer yaratamaz. Bu sınıfa mensup milyonlar üretimde bulunmakta, üretim araçlarının sahipleri için çalışmakta ve her biri kapitalist birikim mekanizmasında bir rol oynamaktadır.

Şu ya da bu faaliyet ile bağlantılı işçi oranları bakımından farklılıklar olsa da, sanayi ve tarım proletaryası üretimin temelinde yer almaya devam etmektedir. Devrimciler açısından bunlar öncelikli kesimleri oluşturur. Bununla birlikte, artan sayısı ve burjuva kapitalist mekanizmada teşkil ettiği önem bakımından hizmet sektöründe çalışanlara da büyük önem vermekteyiz.

Son zamanlarda, özellikle son krizin patlak vermesiyle birlikte, işçi sınıfı, gençlik ve halkların bütün mücadelelerinde Marksist-Leninist parti ve örgütler, şu veya bu şekilde yer almışlardır.

Bu eylemlere katılım derecesi ve etkileriyse, ilişki düzeyine, sendikal örgütlenmeye, işçi sınıf ve emek hareketi içerisindeki siyasal-sendikal ve partinin gösterdiği varlık derecesine bağlı olmuştur.

Ancak şu açıktır ki, hareketlerin karakteri, doğası ve yönünü tayin etme yeteneği bakımından gücümüz hala sınırlıdır.

Tarihsel deneyim, esas olarak da yakın zamandaki deneyimler Lenin’in tezini doğrulamaktadır: “Ama biz mücadeleyi, “işçi aristokrasisi”ne karşı mücadeleyi, işçi yığınları adına, bu yığınları kendi tarafımıza kazanmak için yaparız: İşçi sınıfını kendi yanımıza çekmek için oportünist ve sosyal şoven liderlerle savaşırız. Bu kadar açık ve belli bir ilkel gerçeği görmemek saçmalık olur.” (Lenin)

Aynı eserde Lenin şunları da belirtir:

“Politika sanatı (ve bir komünistin görevlerini doğru olarak anlaması) proletaryanın öncüsünün iktidarı ele geçirebileceği koşulların ve anın, iktidarı alırken ve aldıktan sonra işçi sınıfının ve proleter olmayan emekçi yığınların yeteri kadar geniş tabakalarının yeterli desteğinden yararlanabileceği ve iktidara geçince gittikçe daha geniş emekçi yığınlarını eğiterek ve kendine çekerek egemenliğini genişletebileceği koşulların ve anın tam ve doğru olarak değerlendirilmesini gerektirir.” (ibid.)

 

2.B.1. Nasıl sendikalar istiyoruz?

İşçi sınıfının ve onunla birlikte tüm emekçi sınıfların çıkarları, üretim sürecinde işgal ettiği yer ve toplumsal politik bakımdan oynadığı merkezi role uygun bir sendikal örgütlenme tipi talep etmektedir. Bu, sınıfın kısa ve orta vadeli hedeflerine ulaşmasını amaçlayan, onun özlem ve taleplerini temsil eden bir sendikadır:

1- Programı ve örgütüyle sınıfın çıkarlarını ifade etmeli, işçi sınıfının bir parçası olmalı, haklarını savunmalıdır. Sınıf sendikası olmalıdır.

2- Kararların alınmasına işçilerin katılımını mümkün kılan demokratik işleyişe sahip bir örgüt olmalıdır. Kurul ve komisyonlarda üyelerinin oyu ve sesine kulak veren, buradan güç alan bir yapı olmalıdır. Demokratik bir sendika olmalıdır.

3- Üyelerinin hakları için mücadele eden bir örgüt olmalıdır. Sınıfın tümünün taleplerine sahip çıkmalı, patronların işçi düşmanı politikalarına karşı mücadele etmeli, tüm emekçi sınıfların, halkın ve gençliğin demokratik hakları ve politik özgürlükleri için bir cephe örmelidir. Bir mücadele örgütü olmalıdır.

4- Sendikalar işçilerin politik ve sendikal eğitimlerine katkıda bulunmalı, topluma dair fikirlerin, ülke sorunlarının, işçi hareketinin uluslararası durumunun, halkların özgürlük mücadelelerinin tartışıldığı birer alan olmalıdır. İşçi sınıfının politik eğitiminin gerçekleştiği bir okul olmalıdır.

5- Sendikalar işçi sınıfının, işçilerle ve öteki emekçilerle dayanışmasının gerçekleştiği bir yer olmalıdır. İşçilerin davası ve bizzat kapitalist sömürü ve baskıdan kurtuluşları, işçi sınıfı ve halkın tüm kesimlerinin, kendileri de mağdur durumdaki kesimlerin her alandaki desteğine ihtiyaç duyar. Sendika, dayanışmacı bir örgüt olmalıdır.

6- İşçi sınıfı, her memlekette zenginlikleri yaratan, ama patronların sömürüsüne ve kapitalist devletlerin baskısına maruz kalan, uluslararası karaktere sahip bir sınıftır. Her sendika, dünyanın tüm emekçilerinin ve halklarının davasını kendi davası olarak gören bir tutum içinde olmalı ve bunun eğitimini yapmalıdır. Enternasyonalist bir örgüt olmalıdır.

7- Sendikalar, bürokrasinin ayrıcalıklarına son veren, yöneticilerle taban arasındaki ücret farklılıklarını ortadan kaldıran örgütlere dönüşmelidir. Saflarından, görevlerini yerine getiren ve hesap veren bilinçli yöneticiler çıkaran bir örgüt olmalıdır.

8- Sendikaların gelirleri ve üye aidatlarının kullanımı, tabanın denetimine açık olmalıdır. Sendika aidatı mücadele için, sendikal eğitim ve örgütün sağlamlaştırılması için bir silah olarak değerlendirilmelidir.

9- Sendikal yaşam, işçinin karşılaştığı sorunları ele alan, çözmek için mücadele eden, işçi sınıfının kültürel düzeyinin yükseltilmesine hizmet eden, sanat ve eğlenceye olanak yaratan bir yaşamdır. Sendika işçiler için bir kültür evi olmalıdır.

İşçi sınıfının kendisini gösterdiği her yer ve durumda, sınıf sendikalarında olduğu kadar sarı sendikalarda da, her türlü araçla işçiler üzerindeki etkilere karşı mücadele ve onların  mücadelesine önderlik devrimciler için bir zorunluluktur ve M-L parti ve örgütler buna uygun davranmış ve davranmaktadır ve bunlar farklı biçim ve alternatifler halinde gelişir.

Bununla birlikte, devrimci güçlerin ve M-L partilerin, işçilerin belli bir kesiminde, sendikada yönetimi ele geçirdiği durumlar olmuş, önemli mücadeleler örgütlemiş, prestij kazanmış, sendikal ve halk hareketinde referenas kazanmış ve böylece bütün harekete kolaylık sağlayan, emekçi kitlelerin daha geniş kesimlerinde etki yaratan bir durum oluşmuştur. Bu mevziler korunmalı, savunulmalı ve genişletilmeli, işçi sınıfını devrim ve sosyalizme kazanma sürecinin bir parçası olarak düşünülmelidir.

ML partilerin işçi sınıfının bütününe yönelik ajitasyon-propaganda çalışmasının yanı sıra, sendikal hareket içerisinde sınıfsal alternatifler inşa etmesinin büyük yararı vardır. Bu durum, sınıfsal ve devrimci ilkelerin, yönlendirmenin, önermelerin uygulanması ve geliştirilmesini kolaylaştırıp yaygınlaştıracaktır.

Sözkonusu olan işçi hareketinin bir kesiminin, ana gövdeden ayırmaksızın, ML rehberliğinde eğitilmesidir. Devrimci önderlikle hareket etmek, işçi sınıfının diğer kesimlerinin de kararlı, sınıf tutumuyla devrimci bayrağı dalgalandırmasını etkileyecektir.

Koşullara bağlı olarak bu kesim farklı örgütsel biçimler ve özellikler kazanabilir: akım, cephe, sendika ya da sendika merkezi, hatta sendikal hareket içerisindeki diğer sınıfsal ve devrimci güçlerle ortak bir tutum olabilir. (Burada en önemli mesele, işçi sınıfının en geniş birliğini sağlama perspektifinden asla taviz vermemektir.)

Son zamanlarda birçok ülkede sendikal bürokrasiye, oportunizme ve ihanete karşı mücadele eden sendikal ve siyasal güçler bulunmakta ve işçi örgütlerinin yönünü tartışmak üzere bunların sendikal temelde biraraya gelmesi gerekmektedir. İşçilerin mücadelesi, politik eğitimi ve sendikal birliği amacıyla devrimci proletaryanın bu süreçte aktif yer alması gerekir.

Bahsedilen ihtimallerin hiçbirisi, sekter ve kendini izole edici, hareketin dışında ve reformist revizyonist sapmalardan uzakta, pürüpak durma şeklinde anlaşılmamalıdır. Hayır, böylesi bir tutum, işçi hareketinin en bilinçli ve ileri kesimi olma iddiasına uygun düşmez. Oysa hedef, kendi eylemini yapma becerisi gösterecek, fakat aynı zamanda işçi sınıfının bütününe ve kapitalizme karşı olan diğer sosyal güçlere karşı görev ve sorumluluklarını yerine getirecek bir gücü harekete geçirmek, örgütlemek ve yönlendirmektir.

Genel işçi kitlesindeki bu devrimci karakterdeki güçlerin oynayacağı rol, sınıfın bütününün çıkarlarını gözeten bir tarzda istikrarlı bir çalışma eşliğinde partiyi güçlendiren iyi bir politikanın uygulanmasına bağlıdır.

İşçileri ilgilendiren ve etkileyen özgül sorunlardan bağımsız hiçbir devrimci bilinç sağlanamaz. Emekçi kitlelerin haklı talepleri için mücadeleye önderlik etmek sınıf sendikacıları ve devrimci sendikacıların kaçınılmaz görevidir. Bu tecrübeye dayanmak, sınıfı bilinçlendirmek, politize etmek ve devrimin gerekliliği, onların rolü ve bu hedefe varma olanakları konusunda onları tartışmaya katmak Marksist-Leninistler açısından zorunlu bir görevdir.

2.C. Sendikalı olmayanlar ve güvencesiz emekçiler içerisinde çalışma

Kapitalizm kendi dinamiğiyle, özellikle kriz dönemlerinde geniş oranda işsizlik yaratır. Dahası, uluslararası finans kurumlarının krizden en çok etkilenen ülkelere kestiği reçete, işsizlik oranlarında kaçınılmaz yükselmeye, iş koşullarında kötüleşmeye ve dolayısıyla da esnek çalışma koşullarına yol açar.

ILO tahminlerine göre, dünya çapında 1 milyar 530 milyon emekçi, 2009’da korunmasız işçi konumunda çalışmaktaydı. Bu bütün dünya işçilerinin % 50,1’ine tekabül etmektedir ve 1999’a göre 146 milyon daha fazladır.

Sürekli işi ya da iş güvenliği olmayan, geçici kontratla, yarı zamanlı veya taşeron olarak çalışan bütün işçi kesimleri belirsiz ve korunmasız iş koşullarında çalışmaktadır. Genellikle temel işçi hakları tanınmamakta, sendikal örgütlenmelerine engel olunmakta ve emeklerinin aşırı sömürüsü yükselmektedir. Bu sektörlerin önemli bir parçası, genellikle oturumsuz, en zor sosyal ve ekonomik koşullarda çalışmaya zorlanan göçmen işçilerdir. Bu sektörlerin örgütlenmeleri, yapıları dolayısıyla çok zor olsa da, imkansız değildir. Çünkü içerisinde bulundukları çalışma koşulları nedeniyle, bunlar, hakları için mücadele ve bazı koşullarda da sosyal patlamalara yatkındır. Marksist-Leninistler, bu kesimlerin haklı talep ve mücadelelerini mümkün kılacak değişik yöntem ve örgütlenme çeşitleri üretmelidirler.

Aynı şekilde işsiz emekçilere yönelik politik ve örgütsel bir çalışmanın organize edilmesi zorunludur. Bu sektörün ulaştığı sayı, bulundukları kötü durum ve çoğunlukla gençlerden oluşması, mücadele için büyük bir potansiyeli olduğu anlamına gelir. Son dönemlerde İspanya, diğer Avrupa ülkeleri ve ABD tecrübeleri bunu göstermiştir.

Bir başka ilginç deneyim, Arjantin’de konvertibilite krizi döneminde kapanan bazı fabrikaların işçilerinin fabrikaları tekrar çalıştırmaya başlayarak, devletten kredi ve garantörlük talep etmiş olmaları örneğidir.

Krizin bu aşamasında büyük genişleme gösteren bir alan da bağımsız çalışmadır. (Çoğunluğunu seyyar satıcıların oluşturduğu güvencesiz emekçiler.- Ç.N) Çoğu zaman bu girişimler, vazgeçilmez ihtiyaçlara çözüm sağlamaktan ziyade, yetersiz istihdam nedeniyle bir nevi kaçış yolu olmuş oluyor. Genellikle sokak satıcıları ve evde değişik hizmet verenlerden oluşmaktadırlar. Çalışmalarını geliştirme koşullarının zorluğu ve çoğu zaman gelirlerinin neredeyse asgari ücrete bile ulaşamaması bir yana, maruz kaldıkları regülasyon ve uygulamalar onları her gün şehirlerde baskı güçleriyle karşı karşıya getirmektedir.

Kendilerine dayatılan çalışma koşulları, engeller ve baskıcı uygulamalar, örgütlenme ve mücadele için uygun koşullar yaratmaktadır. Marksist-Leninist parti veya devrimci güçlerin örgütlenmelerine katkıda bulunduğu ve sürekli eğitim çalışması yaptıkları ortamlarda, bu sektörler ekonomik mücadele sınırlarını aşarak örgütlü politik bir güç haline gelebilirler.

Bizzat kapitalistlerin kendileri ve hükümetleri, kredi ve borçlandırmalar yoluyla geniş bir ‘otonom çalışanlar’ kesiminin ortaya çıkmasını besliyorlar. Ücretli emek sömürüsü sayesinde orta sınıf ve tabaka haline gelen bunlardan bazıları ile, büyük sermayeye, emperyalizme ve bağlı hükümetlerin politikalarına karşı birlikte hareket edilebilir.

2.D. Sendikal ve halk hareketinin birliği için çalışma

Marksist-Leninist partilerin sorumluluğu işçi hareketi içerisinde bir fraksiyona karşı değil, tüm işçi ve sendikal harekete karşıdır. Kendi güçlerimizi sağlamlaştırmanın, hareketin tümünün birliği doğrultusunda sistematik bir çalışma için kalkış noktası teşkil ettiğinin ise, altını tekrar çiziyoruz.

Birincisi, sendikal hareketin birliğinin, emekçi haklarını savunmanın temel koşulu olduğunun farkındayız. Devrimci sendikal güçlerin -tüm emekçi hareketle işbirliği içerisinde-, işçilerin mücadele ve protestolarını yükseltmek, birleştirmek ve koordinasyonunu sağlamak ve güçlü temel birlik hissini artırmak için, etkinliklerin en geniş çapta gerçekleştirmesi gereklidir. Genelde birliğin, öncelikli olarak durumun gerektirdiği şekilde, kapitalizme karşı işçi sınıfı taktiklerini kullanmasını içerir. Bu aşamada birlik, diğer güçlerle farklarını, çekingen liderlik, fırsatçı hainler ve gericilerin davranışlarını göz ardı etmemeli, tam aksine birleşik emekçi yığınları eylemlerini delil olarak kullanıp, bu davranışları ve diğer ögelerini yargılayan ve ortadan kaldıran bir rol oynamalıdır.

İkinci olarak, sınıf sendikacı ve devrimci güçlerin birlik sürecini, diğer bütün kapitalizm karşıtı toplumsal ve halkçı kesimlerle birlikte yükseltmesi şarttır. Kayda değer bütün işçi mücadeleleri, genç ve öğrenci sektörleri katabildiği oranda ve baskı altındaki halkların, yerlilerin, emeklilerin, şehirli halkın, sanatçı ve entelektüellerin sosyal davaya bağlı kaldığı ülkelerde yüksek seviyelere ulaşmışlardır. Bazen, belirli sosyal, demokratik ve anti-emperyalist bayrağın dalgalandığı, kentsel sol ve demokratik güçlerce yönetilen birliklerde kayda değer tecrübeler edinilmiştir.

En geniş birliğin sağlanması, işçi kitlelerinin sınıf bilinci ve devrimci ruhunu yükseltmek için zorunludur. Özellikle ulaşılamaz kurum veya sendika görüşünün ortadan kaldırılması, “bazı gerici ögeler, daralmış bir birlik, apolitik eğilimler ve ruhani yaklaşımların” (Lenin, age.) üstesinden gelme olanağını artıracaktır. Lenin’in belirttiği gibi, sendikaların gelişmesi ve gerçek sınıf bilincini teyit edecek daha geniş bir ufuk, sadece işçi sınıfının kendisine bakmayı bırakıp, toplumun bütün diğer sınıflarının yaptığı ya da yapmadıklarını görüp, tavır alıp, harekete geçmesiyle mümkün olacaktır.

Üçüncü olarak, devrimci sendikacılar ve örgütleri, emekçi yığınları politik mücadele için birlik pratiğine katmalı ve eğitmelidirler. Demokratik ve devrimci politik bayrak altında –Marksist-Leninist partinin kılavuzluğu ve denetiminde– politik faaliyete katılmadığı sürece, emekçi sınıfının bir devrimci bilinç geliştirmesi mümkün değildir.

Bayraklar, önermeler ve alternatif siyasetler konularında birlik, emekçi sınıfı içerisinde devrimci çalışma kanallarının en önemlilerinden birisidir. Bu emekçilerin iktidar mücadelesinde politik aktivitelere katılması ve katkısı anlamına gelir. Bu seviyede bir birlik, işçilerin, yasal ya da değil, barışçıl ya da şiddetli, seçimle ya da gizliden, bütün mücadele şekillerini kullanması ve birleştirmesini gerektirir. Bu, işçiler arasında siyasi, taktiksel ve stratejik tartışmaların artırılması anlamına gelir ve bu birlik programını yükseltecek sosyal ve politik güçler yaratarak, detaylarını ve fedakarlık gerektirecek eylemlerini belirlemeyi sağlar.

Dördüncü olarak, emekçi sınıfının gerçek bir uluslararası birliği, proleter enternasyonalizminin pratiğe geçmesi için çalışıyoruz.

Emperyalist globalleşme ve onun krizi, her seferinde daha genel bir çözüme elverişli, önemli ögeler yaratmaktadır. Her ülkenin emekçi sınıfı ve halklarının yerel mücadeleleriyle uluslararası bir dayanışma seviyesine duyulan ihtiyaç giderek acilleşmektedir. Krizlere yazılan emperyalist reçetelerin farksızlığı, ifade edilen sorunların ortaklaşmasına sebep olmuştur. Bu, dinamik ve çok yanlı proleter enternasyonalizm ögelerinin geliştirilmesini vazgeçilmez kılmaktadır.

Her ülkede sendikalılığın örgütlü gelişmesi açısından, enternasyonal destek mutlaka gereklidir.

Kapitalizm ve emperyalizmle mücadeleyle birleşmeleri açısından, sendikal hareketi güçlendirmek amacıyla, enternasyonal birliği sağlayacak kanalları belirlemek şarttır.

2.E. Sendika tabanının sistematik eğitimi ve devrimci sendikal kadroların yetiştirilmesi

Devrimci sendikal pratik, sistematik politik-sendikal eğitimi gerektirir. Marksizm-Leninizmin teorik temellerini, devrimci ve sınıf sendikacılığının ilkelerini, iş yasası ve işçi haklarını, mücadele biçim ve taktiklerini, işçi sınıfının tarihsel misyonunu, ülkenin ve dünyanın ekonomik, sosyal ve politik gerçekliğini vb. işçilere açıklamak, bilinçlerini yükseltmeleri açısından vazgeçilmezdir.

Bu gereksinimi varsayarsak, sendikal örgütlerin tecrübelerini aktarmada kullanılacak birçok yöntem mevcuttur.

Kısa kurslar, seminerler, atölyeler, tartışma forumları vb.’nin yanı sıra kalıcı sendikal eğitim merkezlerinin, işçileri sendikal eğitime çekmek yönünde, sendika eğitiminin sendika örgütünün devrimci etkinliğinin bir parçası olduğu göz önüne alınarak, örgütlenmesi önemlidir.

Gazeteler ve sendikal veya politik-sendikal örgüt yayınlarının, politik materyallerin, klasik Marksist-Leninist materyallerin, diğer komünist literatür ve devrimci Enternasyonal Marksist-Leninist Parti ve Örgütler Konferansı materyallerinin, Birlik ve Mücadele vb. basımı ve dağıtımı çalışmanın önemli bir parçasıdır.

İşçi sınıfının politik ve sendikal eğitiminin en önemli yanlarından birisi kadroların yetişmesidir. Sendikal ve politik kadrolar, bir teorik laboratuardan değil, sınıf mücadelesinin yaşam tecrübeleri içerisinden çıkarlar. Önderlik eğiliminin, mücadelenin her safha ve seviyesinde emekçi yığınların tavrının tam devrimci perspektife ulaşması, sadece kadrolar pratiklerini devrimci temel ve teoriye dayandırdığı zaman mümkün olacaktır.

Bu nedenle, geniş politik ve sendikal kadroların yetiştirilmesi için planlı ve sistematik bir çalışmanın yapılması önemlidir. Bu kadrolar bütün sınıfa ya da kendi dar çevresinden daha geniş kesimlere önder, yönelten ve örnek olma görevini üstlenecektir.

2. F. İlerlemenin garantisi, partinin işçi sınıfı içerisinde kurulmasıdır

Tarihsel tecrübe ve somut gerçekler, bize, işçi hareketi içerisinde devrimci bir etki ve egemenliğin ancak, işçi sınıfı ile kurulacak sıkı ve yakın ideolojik, politik –ve her şeyden de önemlisi– organik bağlar sayesinde mümkün olabildiğini göstermiştir.

İşçi ve sendikal hareket, eğer sınıfın bağımsız politik partisi yani Marksist Leninist partiyle derin bağlar içindeyse, devrimci mücadelenin bir tarafı, yöneticisi ve örgütleyicisi olabilir. İşçi ve sendikal hareket toplumsal devrimin öznesi haline geldikçe, proletaryanın devrimci partisi de büyüyüp gelişebilir. İşçi sınıfı ve halk, kurtuluşu için devrimci teorinin rolüne ihtiyaç duyar. Bu, Marksist Leninist partinin, saflarını ileri işçilerle besledikçe görevini yerine getirebileceği manasına gelir.

Partiyi işçi sınıfının bağrında inşa etme çalışması, devrim için güç biriktirme görevinde ilerlemek için vazgeçilmezdir.

İlişkileri geliştirmek, Marksist Leninist partiyi emekçilerin sosyal ve politik hayatına katmak, örgütlü politik partiye ilgilerini canlandırmak ve destekçileriyle örgütsel bağlarını sağlamak bu çok yanlı çalışmanın parçasıdır.

Militan işçileri, fabrika, şirket ve hizmet alanlarındaki hücre ve komiteleri saflarına katarak, parti yapısının köklerini ve inşasını işçi sınıfına dayandırmak için emekçilerin sistematik ve çok yanlı komünist eğitimi gereklidir. Bu parti kurma girişimini, emekçi sınıfı saflarından gelen geniş komünist parti kadroları teşvik etmeli ve her düzeyde parti yönetimine gelmelerini sağlayabilmelidir.

Bu çalışma partilerin organik yapısını geliştirmeyi, saflarındaki işçi militanların oranlarını artırmayı amaçlamalıdır.

Sonuç olarak, Marx’ı bir kez daha hatırlatarak, devrimci kararlılığımızı bir kez daha teyit ediyoruz: “İşçi sınıfı zaferin ögesine sahiptir: sayı üstünlüğü. Fakat sayı, eğer bilginin kılavuzluğunda birlik ruhu ile birleşmemişse, herhangi bir ağırlığı söz konusu olamaz.” (Karl Marx, Uluslararası İşçi Derneği açılışındaki konuşma).

 

 


[1] İstihdam verileri ILO’nun “Dünya İstihdam Eğilimleri” raporundan alınmıştır.

[2] Avrupa ML Parti ve Örgütler toplantısı raporu, Haziran 2010.

Newroz ve “yeni” strateji: halkın ve AKP’nin çözümü!

Newroz kutlamalarına yönelik yasaklama ve saldırılar, Kürt sorununun çözümü adına açıklanan “yeni strateji”, Nisan başında İstanbul’da yapılacak “Suriye’nin Dostları” toplantısı AKP Hükümetinin içeride ve dışarıda gerilim ve çatışmaya dayalı siyaseti sürdürme ısrarını ortaya koymaktadır. Ancak dizginsiz bir devlet terörüne rağmen yüz binlerin gerici ablukayı kırarak Newroz bayramını kutlaması ve Suriye’ye müdahale için dayanak yapılmaya çalışılan güçler arasında baş gösteren çatışma ve ayrılıklar, bu politikada çatlaklar oluşturmuş bulunmaktadır. “Yeni strateji”, bu çatlakları kapatmak üzere savaş ve şiddeti daha fazla tırmandırma hesapları üzerinden oluşturulmaktadır. Bu yönelimin en büyük açmazı, karşıtını da güçlendirmesi; barış ve demokrasi mücadelesi önüne kurulan gericilik duvarını yıkacak bir dalganın oluşmasının olanaklarını büyütmesidir.

AKP’nin bugüne kadar kendi politikalarına geniş kitle desteği sağlamak bakımından en önemli avantajlarından biri de, bu politikaları uygularken halkta beklenti oluşturmayı başarmasıdır. Bu “başarı”da muhafazakârından “solcu”suna liberal çevrelerin önemli bir rol oynadığı bilinmektedir. Daha bir ay önce M. Ali Birand, hükümetin PKK/KCK ile müzakerelere başlayacağını, hatta başlamış olabileceğini söylüyordu. Ama süreç giderek halk kitlelerinde beklenti yaratacak boşluklar bırakmayacak bir şekilde ilerlemekte, Hasan Cemal gibi Kürt meselesinde demokratik bir duruş gösteren liberaller bile Başbakan Erdoğan’ın hedefi olmaktan kurtulamamaktadır. Öte yandan Bölge’nin dört bir tarafına yayılan operasyonlar, Suriye sınırına kurulan yüz binlerce kişilik kamplar, AKP Hükümetinin içeride ve dışarıda mücadele halinde olduğu güçlerle çatışmasının daha da derinleşeceğini göstermektedir. Bu mücadelenin önümüzdeki bahar ve yaz aylarında nasıl bir seyir izleyeceğini/izleyebileceğini anlamak bakımından dönüp yaşanan gelişmelere ve yapılan hesaplara bakmak gerekmektedir.

 

1. TASFİYE POLİTİKALARINA HALKIN YANITI OLARAK NEWROZ

Newroz, yılardan beri Kürt ulusal hareketi bakımından ulusal uyanışın ve ulusal-demokratik mücadelenin sembolü olarak kutlanıyor. AKP Hükümeti, Kürt ulusal mücadelesinin güç ve etkisini gösteren; halkın ulusal-demokratik talepleri sahiplenme düzeyini ortaya koyan bir mücadele günü olarak anlam taşıyan Newroz’un yasaklanmasını, baskılama ve tasfiye politikalarını bir adım öteye taşımak, Kürt hareketine karşı psikolojik üstünlüğü sağlamak yönünde bir hamle olarak gündeme getirdi. Bu yasaklamanın gerekçesi olarak kutlamaların 21 Mart tarihinin öncesine alınmış olması gösterildi, hatta BDP’nin daha kalabalık kitleler toplamak için kutlamaları hafta sonuna aldığı söylenerek aslında yasaklamanın amacının halkın kutlamalara katılımının engellenmesi olduğu da itiraf edildi. Oysa yıllardan beri 21 Mart tarihinden önce de Newroz kutlamaları yapılıyordu ama AKP Hükümeti ilk kez bu kadar açıktan kutlamalara karşı yasakçı ve saldırgan bir tutum ortaya koydu. Bu tutumun nedeni bilinmez değildir. 2009’dan bu yana KCK adı altında sürdürülen operasyonlarda çoğu BDP yöneticisi 7 bine yakın Kürt siyasetçi tutuklandı. Bu operasyonlarla BDP bir “suç örgütü” gibi gösterilerek baskı altına alınmaya ve halkla bağları kesilerek etkisizleştirilmeye, marjinalize edilmeye çalışıldı. İşte Newroz yasağının arkasında ulusal mücadelenin sembolü olan günde bile Kürtleri alanlara çıkamaz hale getirmek; Kürt hareketinin güç ve etkisini kaybettiği mesajını vererek halkın mücadeleye olan inancını kırmak hesabı yatıyordu.

AKP’nin en büyük açmazı, yapılan hesapta Kürt halkının göz ardı edilmesiydi. AKP de öncelleri gibi sorunu devlet ve “örgüt” arasında bir mücadele olarak değerlendiriyor ve askeri-siyasi operasyonlarla Kürt hareketini baskılayarak kendi “çözüm”ünü dayatmayı amaçlıyordu. Ancak Kürt halkı Newroz’da ortaya koyduğu tutumla, meselenin devletle “örgüt” arasında bir mesele olmadığını; anadilde eğitim, demokratik özerklik, anayasal eşitlik taleplerini ulusal talepler olarak sahiplendiğini ve Öcalan’ı da ulusal mücadelenin önderi olarak gördüğünü bir kez daha gösterdi. AKP’nin moral üstünlüğü ele alma ve halksız çözüm planı, her türlü yasaklamaya, polislerin panzerli, gaz bombalı saldırılarına rağmen alanlara akan yüz binler tarafından boşa çıkarıldı. Kürt halkı, yasağı uygulamak üzere geliştirilen dizginsiz teröre rağmen devletin yasağını değil, ulusal hareketin çağrısını dinlediğini ve bu mücadeleyi sahiplendiğini çarpışa çarpışa Newroz alanlarına girerek dosta düşmana ilan etti. Kürtler, 2012 Newroz’undaki tutumlarıyla öncelikle halksız çözüm planlarına ve halka rağmen “çözüm” arayışlarına ‘dur’ demiştir. Demokratik-barışçıl çözümden yana olduklarını ama baskı ve savaş politikalarına da teslim olmayacaklarını göstermiştir. Bu tutumla askeri ve siyasi operasyonların, Kürt ulusal hareketi ile halk arasındaki duygu ve mücadele birliğinin engellenemeyeceği açığa çıkartılmıştır. Öcalan’ın siyasi irade olarak görüldüğü, dolayısıyla sorunun çözümünde belirleyici bir konumda olan Öcalan’la müzakerelerin yeniden başlatılması gerektiği, Öcalan’sız ve PKK’siz çözüm arayışlarının aslında çözümsüzlük politikalarında ısrar anlamı taşıdığını ortaya konulmuştur.

Newroz kutlamalarının yapıldığı günlerde Sosyal Siyasal Araştırmalar Merkezi (SAMER) tarafından Diyarbakır’da yapılan anket, halkın talep ve beklentilerini bütün açıklığıyla gözler önüne sermiştir. Bu ankete göre halkın yüzde 87’isi Kürtlerin talepleriyle ilgili bir referandum yapılmasını istemektedir. Ankete katılanların yüzde 99,6’sı, bugünkü durumdan farklı bir statü talep etmektedir. Başbakan Yardımcısı Arınç’ın Diyarbakır’da kimseden duymadığını söylediği anadilde eğitim ve Kürtçenin resmi dil olmasını isteyenlerin oranı ise yüzde 83 olmuştur. “Örgüt”ün değil, halkın talep ve beklentilerini dikkate alma iddiasındaki AKP Hükümeti/devletin, Kürt halkının ulusal hareketin çözüm çerçevesiyle uyum içinde olan bu taleplerine yanıtı, aslında seksen küsur yıllık çözümsüzlük politikalarının devamından başka bir şey olmayan ve adına “yeni çözüm stratejisi” adını verdiği politika olmuştur.

2. “YENİ ÇÖZÜM STRATEJİSİ”: MALUMUN İLANI!

Diyarbakır ve İstanbul başta olmak üzere, ülkenin ve Bölge’nin birçok kentinde Newroz’a yönelik yasaklama girişimlerinin boşa çıkartılmasının hemen ardından Milliyet’in ve Taraf’ın Ankara temsilcileri üzerinden AKP Hükümeti’nin Kürt sorununda “Yeni Çözüm Stratejisi” kamuoyuna duyuruldu. Milliyet’ten Fikret Bila’nın 10 madde halinde açıkladığı bu “yeni strateji”, aslında AKP Hükümeti’nin geçen yılın mayısından bu yana uyguladığı politikanın ilanından başka bir şey değildi. Hatırlanırsa devlet adına Oslo ve İmralı’da görüşmeler yapan heyetlerin Öcalan ve KCK yetkilileri ile yaptıkları müzakereler sonucu Kürt sorununun çözüm çerçevesini belirleyen 3 protokol hazırlanmış ve bu protokoller Mayıs ayında Başbakan Erdoğan’a sunulmuştu. Ancak Öcalan’ın kısa bir süre içinde ‘Barış Konseyi’ kurulmasını beklediğini söylediği günlerde Erdoğan bu protokolleri yok sayarak MHP lideri Bahçeli ile “Öcalan’ı asma” polemiğine girmişti. AKP, Kürt hareketini oyalama ve beklentiye sokmanın ötesinde hiçbir somut adım atmamış, aksine askeri ve siyasi operasyonlara hız verilmiş; bizzat Erdoğan’ın kendisi operasyonların aralıksız devam edeceğini açıklamıştı. Öcalan’a yönelik 8 aydır süren tecrit, aydın-akademisyenlerin KCK kapsamında tutuklanması, Uludere Katliamı, kış aylarında da sürdürülen ABD destekli askeri operasyonlar, Newroz’u yasaklama çabaları ve en son Gündem Gazetesinin 1 ay kapatılması aynı politik tutum ve yönelimin halkaları olarak gündeme getirildi. “Yeni Strateji”nin “yeni”liği, çözümsüzlük politikalarını bir çözüm gibi sunması ve AKP’nin geçmiş süreçte çözümü engelleyenin Kürt hareketi olduğu algısı yaratarak, manevra kabiliyetini giderek kaybetmeye başladığı bir dönemde yeniden inisiyatifi eline almaya çalışmasından başka bir şey değildi.

“Yeni Strateji”yi “Ankara’nın açılım, Habur ve Oslo süreçleri gibi yollarla gösterdiği iyi niyetin karşılık bulması bir tarafa, istismar edilmesi. Bu girişimlerin, PKK tarafından devletin bir zaafı ve zayıflığı olarak okunması” gerekçesine dayandıran Bila, bu stratejinin ana başlıklarını “Kürt sorununun çözümünde sivil siyaset kanalı dışında hiçbir kanala itibar edilmemesi”, “İmralı ve Kandil’in muhatap alınmaması”, “Kürt vatandaşların PKK ve KCK baskısından kurtarılması”, “sorunun çözümünde parlamento dışında hiçbir zeminin kabul edilmemesi”, “yeni anayasada Kürt kimliği ve özerklikle ilgili düzenlemelerin yer almaması” ve “yerel yönetimlerin güçlendirilmesi” biçiminde açıklıyor. Bu “yeni strateji”nin gerekçesi bile niyetleri açığa çıkarmakta; yapılan görüşmeler sonucu hazırlanan protokolleri uygulamayarak çözümsüzlük politikalarında ısrar edenin devlet/AKP olduğu gerçeğinin üstü örtülmeye çalışılmaktadır. Başbakan Erdoğan, BDP’nin PKK ile arasına mesafe koyarsa muhatap alınabileceğini söylemektedir. Binlerce silahlı militanı olan PKK’yi ve BDP’nin aldığı oydan bile fazla insanın siyasi irade olarak gördüğü Öcalan’ı devre dışı bırakarak BDP ile görüşmeler yapılabileceğini söylemenin, BDP’yi baskılamaktan ve çözümsüzlüğü ona fatura etmeye çalışmaktan başka bir anlamı yoktur. Zaten BDP ve DTK eşbaşkanları da Öcalan ve PKK’nin muhatap kabul edilmemesinin kendilerinin de sorunun çözümünde rol oynamasını engelleyeceğini, dolayısıyla böylesi bir dayatmayı kabul etmeyeceklerini açıkladılar. Aslında “yeni strateji”de çözümün çerçevesi de belirlenmiş bulunmaktadır. Geriye kalan meclis çatısı altında BDP’ye bu çerçeveyi kabul ettirmektir. Yeni anayasada “Kürt kimliği” ve “özerklik” yer almayacağına göre, Kürt halkının kolektif hakları ve statü talebi reddedilmektedir. “Çözüm” “bireysel-kültürel haklar” çerçevesi içinde tarif edilmekte ve M. Eğitim Bakanı Ömer Dinçer’in söylediği “Kürtçenin seçmeli ders olarak okutulması” ve “yerel yönetimlerin güçlendirilmesi” bu çerçevenin köşebaşları olarak belirlenmektedir.

Bu stratejinin hedefleri arasında belirtilen “Kürt vatandaşların PKK/KCK’nin baskısından kurtarılması”, Newroz’da yüz binlerce Kürdün “örgüt”ün baskısıyla (!) polisle çatışıp kutlamalara katıldığını söylemekle eşanlamlıdır. Ve aslında söz konusu gerekçeyle söylenmek istenenin KCK adı altında yürütülen operasyonların devam edeceği olduğu açıktır. Kürt halkına “bireysel-kültürel haklar” çerçevesinin dayatılması ve Kürt ulusal hareketine yönelik askeri ve siyasi operasyonların sürdürülmesinin yeni bir tarafının olmadığı da ortadadır. Hatta bu çözüm çerçevesi, AKP’den önceki hükümetler tarafından AB’yle üyelik müzakereleri sürecinde belirlenmişti. Dolayısıyla “yeni” diye sunulan “strateji”, AKP’nin öncellerinin politikalarına rücu etmesinden başka bir şey değildir.

Özetle bu “yeni strateji” devletin çözümsüzlükten başka anlama gelmeyen geleneksel “muhatapsız çözüm” politikasının yeni sürece uyarlanmış biçimi olarak karşımıza çıkmaktadır. Başbakan Erdoğan’ın Newroz’da yaşanan olaylarla ilgili olarak BDP’yi suçlarken “Şu an Cudi’de çatışma var. Bu sonuna kadar böyle gidecek bilsinler” açıklamasını yapması, bu stratejinin hedefleri hakkında yeterince fikir vericidir. Hem askeri operasyonlar, hem de büyük oranda BDP’nin yöneticini hedef alan siyasi operasyonlar devam edecek ama sadece meclis içine sıkıştırılmış bir BDP’ye çağrılar yaparak, BDP’nin yeni anayasa yapım sürecinde AKP’nin kapsamı bireysel-kültürel haklar tarafından belirlenmiş “çözüm”üne yedeklenmesi sağlanmaya çalışılacaktır. Öte yandan BDP’nin dayatılan çözüm çerçevesini reddetmesi halinde, çözümü Kürt tarafının istemediği propagandası eşliğinde saldırı politikaları sürdürülmesi amaçlanmaktadır.

3. BARZANİ’YE BİÇİLEN ROL, SURİYE HESAPLARI VE KÜRT SORUNU

AKP’nin “yeni” çözüm stratejisinin dikkat çekici yönlerinden biri de geçmiş süreçte denenen PKK’yi ‘üçlü mekanizma’ (Türkiye- Irak Kürt Bölgesel Yönetimi ve ABD) üzerinden etkisizleştirmek arayışı ve bu temelde Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi Başkanı Mesut Barzani’ye yüklenen misyondur. Barzani’nin, özellikle ABD’nin çekilmesinden sonra Irak’ın Şii, Sünni ve Kürt bölgeleri arasında fiili ayrışma/bölünmenin yaşandığı bir süreçte Türkiye ile iyi ilişkiler geliştirmek, en azından ilişkilerini bozmamak istemesi, Türkiye egemenleri/AKP Hükümeti tarafından PKK’ye karşı kullanılmaya çalışılmaktadır. Haziran ayında yapılması hedeflenen ‘Kürt Ulusal Konferansı’na ABD ve Türkiye’nin gözlemci olarak katılmayı ve bu konferanstan “Kürtlerin silahları bırakarak, demokratik mücadeleyi esas alması” kararının alınmasını istedikleri bilinmektedir. Böylece PKK, ‘Ulusal Konferans’ın alacağı kararla karşı karşıya bırakılacak ve silahları bırakması yönünde üzerindeki baskı arttırılacaktır. Bugün Barzani’nin olası bir bağımsızlık ilanı için ABD ve Türkiye’nin desteğine ya da en azından onlar tarafından tanınmaya ihtiyaç duyduğu ama öte yandan da böylesi bir kararın alınabilmesi için en azından Türkiye ve ABD bakımından PKK’nin Bölgesel çıkar ve politikalarıyla çelişen askeri bir güç olarak varlığının ortadan kaldırılmasının/sınırlandırılmasının istenir olduğu ortadadır. Taraflar hesaplarını buna göre yapmaktadır. Ancak ‘Ulusal Konferans’ta PKK’nin razı olmayacağı bir karara dört parçadan gelen Kürtlerin önemli bir bölümünün de itiraz edeceği gerçeği, Barzani’yi iki uçlu bir ‘denge’ politikasına zorlamaktadır. En azından ABD ve Türkiye’nin hassasiyetlerini gözetse de Barzani’nin Kürtlerin ulusal önderliğine soyunduğu bir süreçte, Kürtlerin önemli bir kesiminin desteğini arkasına almış bir hareketle çatışma noktasına girmek istemeyeceği de açıktır.

Başbakan Erdoğan Seul’de Obama ile yaptığı görüşmede ‘üçlü mekanizma’nın egemen gücü olan ABD ile ilişkileri “model ortaklık” biçiminde tarif ederken, ABD’nin PKK’ye karşı desteğinin de artarak devam ettiğinin/edeceğinin altını çizmektedir. PKK’ye karşı istihbarat desteği sağlamak amacıyla kullanılan Predatörler konusunda “önce bir taneydi, sonra iki oldu. Şimdi ellerindekinin hepsini kullanacaklar” diyen Erdoğan, bu “desteğin” arkasında ABD’nin Bölge stratejisine bağlanmış bir “ortaklık” olduğunu da itiraf etmiş olmaktadır. Erdoğan’ın Obama’yı Suriye’ye yönelik askeri bir müdahaleye ikna etmeye çalışması, AKP Hükümetinin gelecek hesaplarını Bölge’de üstlendiği aktif müdahaleye dayalı rolün başarısı üzerine kurduğunu göstermektedir. Komşumuz Suriye, hem muhalefetin doğrudan AKP eliyle yönlendirilmekte oluşu, hem de başta Kürt sorunu olmak üzere ülkedeki gelişmelerin Türkiye’ye dolaysızca etki edecek olması nedeniyle AKP’nin aktif müdahaleye dayalı rolü/politikası bakımından öncelikli bir konumda yer almaktadır. Başbakan Erdoğan, Suriye konusunda adeta silahlı muhalefetin başkumandanı gibi konuşmaktadır: “Özgür Suriye Ordusu konusuna gelince şu anda 10 general 19 albay var. Peyder pey görevden kaçış söz konusu. Geçici Suriye Ulusal Konseyi İstanbul’da ofis açacak. Esed er ya da geç gidici, bunun dönüşü yok. 1 Nisan’da İstanbul’da Suriye’nin dostları zirvesi var. Ban Ki Moon ve Kofi Annan’ı da bekliyorum. İstanbul sonuç bildirgesi önemli olacak. Çünkü bundan sonraki sürecin yol haritası belirlenecek.” ABD (Obama) bile Suriye’ye silahlı bir müdahaleye sıcak bakmadığını açıklamışken, AKP Hükümeti/Erdoğan, silahlı bir müdahaleye zemin hazırlamaya yönelik hamleler yapmaktadır. Muhalefetin elindeki kentler bile Esad rejimi tarafından tekrar geri alındığı halde Türkiye’ye kaçanların sayısı 20 bini bulmamışken Suriye sınırında yüz binlerce kişilik kamplar kurulmasıyla amaçlanan bellidir: İç çatışmayı derinleştirerek ve kaçışları teşvik ederek Suriye’ye askeri bir müdahaleye ortam sağlamak! Geçtiğimiz aylarda Şii Başbakan Maliki’nin “içişlerimize karışmayın” uyarısıyla karşılaştığı Irak’ı da “Esad’a destek veren unsurlar” arasında sayan Erdoğan, “Mezhepsel gerilim bizi de üzecek sonuçlar doğurabilir. Buna seyirci kalamayız” diyerek aslında gerilim ve müdahaleye yönelik siyaseti Irak’a da taşıdığının/taşıyacaklarının işaretlerini vermektedir.

Suriye’de yaşayan iki milyondan fazla Kürdün ülkedeki çatışma sürecinde geliştirdikleri tutum, AKP Hükümeti’nin Suriye hesapları içinde Kürt sorununun öncelikli bir yer tutmasına neden olmaktadır. Kürtler Suriye’de hem Esad rejimine, hem de Türkiye-Katar (ABD) destekli muhalefete mesafeli durarak oluşan koşulları kendi statülerini belirlemeye yönelik fiili adımlar atmak yönünde değerlendirmişlerdir. Suriye Kürtleri PYD (Partîya Yekîtîya Demokratîk-Demokratik Birlik Partisi) öncülüğünde fiili bir özerkliği inşa etmek üzere Suriye Kürdistanı’nın bütün kentlerinde yerel meclisler oluşturmuş bulunmaktadır. Özellikle PYD’nin PKK ile aynı politik çizgide olduğu hesaba katıldığında Suriye’de Kürtlerin statü kazanmasının, AKP Hükümeti’nin ülkede Kürt sorununda izlediği politikanın uygulanma koşullarını ortadan kaldıracağı aşikârdır. İşte bu nedenle AKP Hükümeti, hesaplarını Irak Kürdistanı’nda yaşadığına benzer bir sonucun ortaya çıkmasını engellemek üzerine yapmaktadır. İşbirlikçisi muhalefetle Kürtlerin statüsüzlüğü üzerine anlaşmış bulunan AKP Hükümeti, Suriye’de olası bir rejim değişikliği ile hem Suriye’deki Kürt hareketini etkisizleştirmek, hem de başta Türkiye olmak üzere diğer ülkelerdeki Kürtleri buradan kuşatacak bir mevzi elde etmek istemektedir. Bugün bunun olmazlığı görüldüğü için Başbakan Erdoğan 1 Nisan’da İstanbul’da yapılacak “Suriye’nin Dostları” toplantısından en azından bir “tampon bölge” oluşturulması kararını çıkartmak ve Suriye içlerine müdahale ederek Kürtlerin statü yönünde attığı adımları engellemek peşinde koşmaktadır.

 

4. TOPLUMSAL ÇÖZÜLME İLE DEMOKRATİK ÇÖZÜM ARASINDA

Açıktır ki, AKP Hükümeti tarafından Newroz’da geliştirilen yasakçı ve saldırgan tutum, Kürt sorununun çözümü adına gündeme getirilen “yeni strateji” ve dışarıda sürdürülen müdahale arayışı ülke içinde de kamplaşma ve çatışmayı derinleştirici bir rol oynayacaktır. Uludere katliamının ve Pozantı Cezaevi’nde Kürt çocuklarına yönelik taciz ve tecavüzün Kürt halkında yarattığı duygusal kırılma, yeniden başlayan çatışma ve ölümler, Hocalı katliamı protestosunda hortlatılan ve Başbakan Erdoğan tarafından sahiplenen ırkçılık, Emet’te Kürt işçilere yönelik linç girişi, Ahmet Türk’e atılan polis yumruğu, özellikle Suriye’deki Nusayrilikle bağlantısı kurularak Alevi vatandaşların yaşadığı kentlerde yaratılmaya çalışılan provokasyonlar uygulanan politikaların milliyet-mezhep çatışması üzerinden bir toplumsal çözülmeye yol açabileceğinin işaretleri olarak görülmelidir. KONDA’nın yaptığı “Kürt Meselesinde Algı ve Beklentiler” başlıklı araştırmaya göre, Türklerin yüzde 47’si Kürt komşu istemediğini söylemektedir. Özellikle sürdürülen operasyonlar nedeniyle çatışma ve ölümlerin artmasının Türklerde gelişen bu dışlayıcı milliyetçiliği daha da kışkırtacağı ve Emet’tekine benzer saldırıları arttıracağı, dolayısıyla giderek birlikte yaşama zeminini baltalayacağı öngörülemez değildir. Öte yandan bu sürecin özellikle Kürtlerin yeni kuşaklarında duygusal kopuşu derinleştirerek demokratik özerklik statüsü üzerinden ortak vatanda birlikte yaşama dayalı çözümden uzaklaşmalarına yol açması da kaçınılmaz olacaktır.

Bugün AKP’nin giderek baskı ve şiddet politikalarını tırmandırması, “90’lı yıllara geri mi dönülüyor?” sorusunu sordurmakta ama yaşanan gelişmeler, 90’lardan farklı olarak toplumu çatışma ve kamplaşmaya sürükleyecek bir seyre doğru ilerlemektedir. AKP’nin içeride ve dışarıda çatışma ve gerilime dayalı yöneliminin toplumsal alana yayılarak toplumsal çözülme/ayrışmaya yol açmasının karşısında yapılması gereken bu politikalarla ayrıştırılmak/ karşı karşıya getirilmek istenen bütün halk ve demokrasi güçlerinin Kürt sorununun demokratik çözümü ve Bölge’de komşularla barış içinde kardeşçe yaşam mücadelesinde birleştirilmesidir. Özellikle 1 Mayıs’ta emeğe yönelik sömürü ve saldırı politikalarıyla birlikte geniş işçi-emekçi kitlelerin AKP’nin çözümsüzlüğü dayatan “yeni strateji”sine karşı Kürt sorunun eşit haklar temelinde demokratik çözümüne ve Bölge’de emperyalist savaş ve müdahalelere karşı barış mücadelesine kazanılması, işçi sınıfı ve ezilen Kürt halkının mücadele birlikteliğinin örülmesinin önünü açacaktır. Geniş işçi-emekçi kitlelerin barış ve demokrasi mücadelesinde birleştirilmesi hem toplumsal çözülme/ayrışmanın panzehiri olacak, hem de her milliyetten işçi-emekçilerin baskı ve sömürüye karşı sınıf kardeşliği temelinde mücadele birlikteliğinin önüne kurulan gerici duvarların yıkılmasını sağlayacaktır. Newroz’da Kürt halkının geliştirdiği tutumun 1 Mayıs’ta işçi-emekçilerin mücadelesiyle büyütülmesi, işçi sınıfı ve ezilen halkların mücadele birlikteliği üzerinden kendi geleceklerini belirlemelerinin; halkların eşitliği ve kardeşliğine dayanan savaşsız, baskısız, sömürüsüz bir geleceği kurmalarının da önünü açacaktır.

İş barış, özgürlük için 1 Mayıs’a

Türk, Kürt ve her milliyetten Türkiye işçi sınıfı ve emekçiler anti demokratik uygulamaların hız kazandığı, baskı ve yasaklamaların arttığı, ekonomik ve sosyal saldırı ve hak gasplarının yoğunlaştığı bir dönemde –işçi sınıfının, uluslararası birlik, mücadele ve dayanışma günü olan– 1 Mayıs’a hazırlanıyor. İçeride emek ve demokrasi güçleri üzerindeki baskılar artarken, dışarıda izlenen “bölgesel güç” olma “hayalleri” söylemiyle örtülenen ve fakat gerçekte emperyalistlerin bölgesel taşeronluğundan başkaca bir anlam taşımayan saldırgan dış politika Türkiye’yi geleceği belirsiz maceralara doğru sürüklemektedir. Mevcut iç ve dış siyasal koşullarda egemen sınıfların AKP hükümeti eliyle izlediği politika siyasi gericiliğe kaynaklık etmekte, bu boğucu iklimde en küçük bir hak talebi dahi baskıyla karşılanmaktadır.

Diğer yandan, kapitalist sistemin 2008 yılında içine düştüğü ekonomik krizin yüklerini işçi sınıfına ve bağımlı halklara yıkmaya yönelik olarak gündeme getirilen ve bugün de aralıksız olarak sürdürülen politikalar kalıcılaşarak, adeta bir döngüye dönüşmüştür. Ama öbür yandan, ezilen ve sömürülen kitleler üzerindeki sosyal yıkım ve çöküntüyü de kalıcılaştırmak anlamına gelen bu durum işçi ve emekçileri mücadele yönünde tahrik etmekte, emek ve sermaye (ve karşı karşıya gelen güçleri) arasındaki çelişki ve çatışmaları daha da derinleştirmektedir. Vurgulamak gerekir ki, bu tablo yalnızca ülkemize özgü olmayıp, ülkelere göre farklılıklar gösterse de, dünya ölçeğinde işçi ve emekçiler bakımından genel olanı ifade etmektedir. Bu nedenledir ki, Yunanistan, İtalya, İspanya, Almanya, İngiltere, Fransa gibi ülkelerde, gün yoktur ki bir genel grev ya da direniş yaşanmasın.

İşte 2012 1 Mayıs’ını hem ülkemizde, hem de dünyada emek güçleri bakımından bir dönemeç noktası haline getiren kısaca altı çizilmeye çalışılan bu gelişmelerdir.

 

İŞÇİ HAREKETİ VE SENDİKAL HAREKETİN DURUMU

Anlaşılacağı gibi, yaşanan bu süreç, işçi hareketi ve sendikal hareket bakımından da geçmişten farklı etkilenmelere yol açacaktı, nitekim öyle de olmuştur. Ancak, bunların neler olduğuna geçmeden önce, işçiler ve emekçilerin karşı karşıya oldukları sorunlara kısaca da olsa değinmekte fayda var. Bilindiği gibi, hem ülkemizde, hem de dünyada sermaye cephesi ve burjuvazi, hükümetler eliyle devreye sokulan uygulamalar neticesinde 2008 krizinin yüklerini işçilerin, emekçilerin ve yoksul halk kitlelerinin sırtına yıkmayı başardı. Bu uygulamalar günümüzde de tüm yıkıcılığıyla sürdürülüyor. Bu çerçevede gündeme getirilen “Yeni İstihdam Stratejisi”yle (bölgesel asgari ücret, esnek çalışma, vergi indirimleri vb.) patronlara yeni sömürü imkanları yaratılırken, işçilerin denebilirse ellerindeki son büyük tarihsel kazanımları olan kıdem tazminatı da gaspedilme tehlikesiyle yüz yüze bulunuyor. AKP hükümetinin işbaşına geldiği 2002 yılından beri sürekli biçimde değişeceği söylenen ve fakat 10 yıldır el sürülmeyen 12 Eylül’ün ucube yasalarından biri olan 2821 ve 2822 sayılı Sendikalar, Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Kanunu da, “Yeni İstihdam Strateji”siyle eş zamanlı olarak değiştirilmeye çalışılıyor. Bu durumu, hükümetin ülkeyi patronlar için “dikensiz bir gül bahçesi” haline getirmek amacıyla bütünlüklü, komple bir hazırlığı/saldırısı olarak görmek gerekir. Hükümet tarafından hazırlanan yasa taslağının adı bile bu yasanın kimin için ve kimden yana çıkarıldığının en somut göstergesidir.

“Toplusözleşme” ve “grev” gibi kavramlar dışlanarak adına Toplu İş İlişkiler Kanunu denen ve 2821 Sayılı Sendikalar Yasası ve 2822 Sayılı Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Kanunu birleştirilerek hazırlanan yasa tasarısında, yine sermayenin, patronların çıkarlarının ön planda tutulduğu açıkça görülüyor. İş kollarının birleştirilerek 28 iş kolundan 21 düşürülmesi, sendikaların üyelerinin SSK verilerine göre değerlendirilmesi (eskiden sendika üyeleri ile işverenlerin bakanlığa bildirdikleri işçi sayılarına göre değerlendirilirdi. Buna göre sendikaların bildiriminde 5,5 milyon işçi, SSK verilerinde 11,5 milyon işçi vardı), birleştirilen iş kolları ve sendikaların TİS yapacakları üyelerinin dışında kalanların emeklilik, işten ayrılma gibi nedenlerle kayıtlarının silinmesi, çifte baraj gibi uygulamalar neticesinde sendikaların önemli bir bölümü TİS yapamaz duruma gelecektir. Keza özel istihdam büroları sermayenin dört gözle beklediği ve hükümetin çıkarmak üzere yeniden meclisin gündemine getirmeye çalıştığı saldırı yasalarından biridir.

Öte yandan kamu emekçilerinin de bu dalgadan paylarına düşeni fazlasıyla aldıkları görülmektedir. Kamu emekçileri aylardır enflasyona endeksli ücret zammını alamadı. 657 Sayılı Yasa’da yapılması düşünülen değişikliklerle kamu emekçilerinin iş güvencesi ortadan kaldırılmaya çalışılırken; 4688 Sayılı Yasa’da yapılamak istenen değişikliklerle de kamu emekçilerine tek tip sendika dayatması ve grev yasakları getiriliyor.

Eğitim sisteminde yapılmak istenen (4+4+4 biçiminde kademeli eğitim!) değişiklik, bilimsellikten zaten uzak olan eğitim sistemini tümden piyasaya açarken, işçi ve emekçilerin çocuklarının küçük yaşta işçileşmesi ve kız çocuklarının eve kapatılmasını beraberinde getirecektir. Değişiklikle güdülen amaçların başında ise, meslek okullarının yaygınlaştırılarak, işçi ve emekçi çocuklarının buralara yönlendirilmesi ve bu suretle sermayeye ihtiyaç duyduğu nitelikli ara elamanı yetiştirmektir. Dershane tedrisatından geçmeyenlerin üniversite kazanmaları ihtimalinin düşüklüğü göz önüne alındığında, bu değişiklikle üniversitelerin emekçi çocuklarına fiilen kapatıldığı ortadadır.

AKP hükümeti, sınırsız bir emek sömürüsünün önünü açacak olan bu yasal değişiklikleri gerçekleştirmek için deyim yerindeyse cansiperane çalışırken, patronlar ve para babaları da boş durmuyor: işçi ücretleri ödenmiyor, düşük ücretle her türlü kuralsız çalışma at başı gidiyor, işçi kıyımı sürüyor, istedikleri gibi işçileri kapının önüne koyuyorlar vb vb.

İşçi sınıfı uğradığı bu çok yönlü saldırılara karşı topyekûn birleşik bir mücadele hattı örebilmiş değil. Mücadele daha çok lokal, fabrikalar düzeyinde, hak kayıplarını engelleme ve sendikal örgütlenme merkezli seyrediyor. Ancak, mevzi mücadelelerin geçmişteki benzerlerine göre günümüzdeki farkı, birinci olarak, işçilerin daha uzun soluklu bir mücadele yürütmeleri; ve ikinci olarak belirli düzeyde kazanımla sonlanmalarıdır. Savranoğlu Deri, Hey Tekstil vb. birincinin ilk akla gelen örneklerini oluştururken, Adana saya ve Gerede ayakkabı işçilerinin mücadeleleri ikinciye örnek teşkil etmektedir. Diğer bir dikkat çekici nokta ise, örgütsüz ve hiçbir sendikal deneyim yaşamamış genç işçi kuşakları saflarındaki mücadeleyle haklarını kazanmaya yönelen tutumdur. Sendikal örgütlenme girişimleri de en çok bu genç kuşaklar tarafından gündeme getirilmektedir. Gelgelelim, genç işçi kuşağının bu çabaları, sınıfın örgütlü kesimleri, daha doğru bir ifadeyle sendika yönetimleri tarafından gerektiği biçimde desteklenmemektedir. Sendika yönetimleri, örgütsüz işçileri örgütlemek yerine, birbirlerinin üyelerine göz dikmiş bulunuyorlar. İşçi kitleleri arasında büyük tepki çeken bu yaklaşıma karşı mücadele ve genç işçi kuşağının sendikal örgütlenme çabalarının her yolla desteklenmesi, işçi hareketi ve sendikal hareketin gündeminin ilk sıralarında yer almak durumundadır.

Sermaye cephesinin, krizin yüklerini ciddi bir engelle karşılaşmadan işçi ve emekçilere fatura etmesinde, sendika bürokrasisinin işbirlikçi tutumunun önemli bir payının olduğunu işçiler bugün daha iyi görüyorlar. Sendika bürokrasisinin içinde bulunduğu çürüme ve yozlaşmanın gizlenemez boyutlara geldiği bir dönemi yaşıyoruz. Bu yüzdendir ki, uzunca bir süredir ileri işçiler ve mücadeleci sendikacılar, sendikaların mücadeleci temelde dönüşümünü sağlamak ve sendikal mücadeleyi aşağıdan başlayarak örgütlemek üzere hareket geçmiş bulunuyorlar. Bu çerçevede, pek çok yerde “İşçi Kurultayları” ve sendikaların dönüşümünü konu alan “Sendikal Konferanslar” düzenlendi. Bu toplantılarda en çok öne çıkan sendikal demokrasi konusu oldu. Tabandaki bu dinamizm yerellerle sınırlı kalmadı, sendika merkezleri ve konfederasyonlar düzeyinde de gelişmelere yol açtı. Türk-İş’e bağlı 11 sendika merkezi Sendikal Güçbirliği Platformu (SGB) adı altında bir araya gelerek, daha mücadeleci bir sendikal çizgi izleyeceklerini ilan ettiler.

Bursa’da kurulu Bosch fabrikası işçileri, kısa bir süre önce Türk-İş’e bağlı Türk-Metal Sendikası’ndan istifa ederek, DİSK’e bağlı Birleşik Metal-İş Sendikası (BMS)’na üye oldular. Günlük Evrensel gazetesinde konuyla ilgili haberde neden sendika değiştirdiklerine ilişkin soruya işçilerin yanıtı, “hakkımızda alınan kararlarda söz sahibi olmak istiyoruz. Türk-Metal bizi hiçe sayarak, sonradan haberimizin olduğu kararlar alıyordu” mealindeydi. Benzer biçimde işçiler “eğer sendika yönetimi bizi satmak niyetindeyse, onu bile önce bize sormalı” biçiminde oldukça ironik sözler sarfediyorlar. Bu durum, sendikal demokrasi talebinin en az ücret artışı, çalışma koşullarının iyileştirilmesi gibi sosyal hak talepleri kadar işçilerin gündeminde olduğunu gösteriyor. Önümüzdeki aylarda, metal sektöründe TİS görüşmelerinin başlayacağı dikkate alındığında, Bosch işçilerinin söylediklerinin önemi bir kez daha artıyor. Sendika bürokrasisinin önceki dönemlerde olduğu gibi TİS’leri kolayca peşkeş çekemeyeceklerinin ipuçları Bosch işçilerinin sözlerinde yatıyor.

 

DEMOKRASİ SORUNU VE İŞÇİ SINIFI

İşçi sınıfı ve sendikal hareketin ileri ve mücadeleci unsurlarının işçi tabanının dinamizmiyle birleşerek başlatıp, sendikal hareketin mücadeleci temelde dönüşümü çerçevesinde gerçekleştirdiği toplantılar, oluşturduğu platformlar, şüphesiz ki, uzun ve zorlu bir yürüyüşün ilk adımlarını oluşturmaktadır. Bu çalışmaların kapsamının henüz sınıfın ileri unsurlarıyla sınırlı olduğunun farkında olarak, çalışmayı sınıfın ana gövdesine mal etmek görevi yerine getirilmek üzere önümüzde durmaktadır. Ancak, bu ilk adımda bile en çok öne çıkan tabanın iradesi ve sendikal demokrasi sorunu olmaktadır. Sendikal demokrasi sorunu, genel olarak demokrasi sorununun (mücadelesinin) bir parçası ve bileşenidir. Dolayısıyla sendikalarda demokrasi talep eden işçi sınıfı ve emekçiler ülkedeki demokrasi yoksunluğuna kayıtsız kalamaz/kalmamalıdır. Hele ki, en antidemokratik uygulamaları dahi “ileri demokrasi”nin bir gereği olarak sunan AKP hükümeti gibi bir hükümet işbaşındayken.

Ülkemizde, sendikal örgütlenme hakkı bin bir yolla engellenen, hak arama yolları (grev yasakları vb.) kapatılmış, işçiler, emekçiler, kimliği, anadili, kültürü yok sayılan Kürt halkı, bilimsel üretim yapma hakkı elinden alınan akademi dünyası, özgürce düşüncesini söylemek, kültürel yaratıları özgürce gerçekleştirmek isteyen aydınlar, düşün insanları, inancı horlanan Aleviler, uluslararası tekellere karşı yaşam alanlarını savunan köylüler, kredi borçlarını ödeyebilmek için banka ve tefecilerin ağına düşen esnaf ve küçük dükkan sahipleri; velhasıl bir avuç tuzu kuru para babası, patron takımı dışta tutulduğunda, geriye kalan milyonlar demokrasiye ihtiyaç duyuyor. Ancak, bu sınıf ve kesimler arasında kendisiyle birlikte herkes için demokrasi isteyen, dolayısıyla demokrasi mücadelesini en tutarlı biçimde verebilecek olan, işçi sınıfıdır. Çünkü, işçi sınıfının her türlü sömürü ve ezme ilişkisine son vermeden kendisini de ezilmekten kurtaramayacağı tarihsel bir gerçekliktir.

AKP hükümeti dışarıda “küresel düzeyde siyaset” ve “bölgesel güç olma” söylemleri ile emperyalizmin bölge taşeronluğunu örtülerken, içeride de emek ve demokrasi güçlerine yönelik baskı politikalarını “ileri demokrasi” söylemi ile örtülüyor.

Kürt sorununun çözümü adına hak arayan örgütlü Kürdü tasfiyeden ibaret bir manevra olarak gündeme getirilen “demokratik açılım”ı, söylem düzeyinde bile “milli birlik ve beraberlik projesi”ne dönüştüren hükümet, genel seçimler döneminden başlayarak askeri ve siyasi operasyonlara hız verdi. KCK operasyonları adı altında aralarında seçilmiş belediye başkanları, belediye ve il genel meclisi üyelerinin de bulunduğu 7000 civarında Kürt siyasetçiyi tutuklayarak cezaevlerine tıktı. Tutuklama furyası, hukukçulara ve Büşra Ersanlı ve Ragıp Zarakolu, Müge Tuzcuoğlu örneğinde olduğu gibi gazeteci aydın ve akademisyenlere dek genişletildi. En son Kürt halkının ulusal bayramı olan Newroz kutlamalarına keyfi biçimde izin verilmeyerek, toplumsal gerginlik bizzat hükümet eliyle tırmandırıldı. Daha önce defalarca denenmiş askeri operasyonlar ve şiddete dayalı “çözüm yöntemi”ni, bu sefer de AKP hükümeti yeni bir “çözüm” yöntemi olarak devreye sokmuş bulunuyor. Uludere’de çocuk yaştaki Kürt vatandaşların katledilmesinin sorumluları hala açığa çıkartılmış değil. 30 yıllık deneyimin gösterdiği şudur: Kürt sorununun çözümsüz kalması on binlerce cana malolmuş, milyarlarca dolar savaşa harcanmış, kısacası ülkenin gelişme dinamikleri kötürümleşmiştir. “Terörle mücadele” konsepti, işçi sınıfı başta olmak üzere emek ve demokrasi güçlerinin en küçük talebinin dahi kriminalize edilerek baskılanmasına yol açmıştır. Bu durum, Kürt sorununu Kürtlerden daha fazla Türk işçi ve emekçilerinin, demokrasi güçlerinin bir sorunu haline getirmiş; ne var ki, işçi hareketi ve sendikal harekette bunun pratik bir karşılığı olmamış, işçi hareketi ve sendikal hareket Kürt sorununu kendi mücadele gündeminin ve taleplerinin vazgeçilmez bir maddesi haline getirememiştir. Bu eksikliğin, işçi sınıfını, sermayeye karşı verdiği mücadelede Kürt halk hareketi gibi dinamik bir güçle bağlaşmasından mahrum kılan en önemli unsur olduğu gerçeğinin iyi anlaşılması gerekir. Görüleceği üzere, işçi sınıfı demokrasi yoksunluğundan en çok zarar görenlerin başında gelmektedir. Bu nedenle, 1 Mayıs sürecini, aynı zamanda işçi sınıfının demokrasi mücadelesini yükselttiği ve demokrasi mücadelesinin merkezinde yer alan sorunlardan biri olan Kürt sorununun çözümü için Kürt halkının barış ve eşitlik talebini savunup sahip çıktığı bir süreç olarak ele almak vazgeçilmez önemdedir. Bu layıkıyla yapıldığı oranda, Newroz kutlamalarında milyonların yaşadığı coşku, ortaya çıkardığı güç 1 Mayıs alanlarına taşınabilecektir.

İşçi sınıfı demokrasi mücadelesinde taraf olmadığı, bunun sonucu olarak ülkedeki politik gidişata müdahale etmediği sürece, sermaye ve burjuvazi deyim yerindeyse tek kale maç oynamayı sürdürecek, işçi sınıfı ve emekçiler aleyhine en ağır kararları (saldırı yasalarını) zorlanmadan hayata geçirebilecektir. Hepsinden önemlisi, işçi sınıfı demokrasi mücadelesi içinde eğitilip örgütlenmeden kendi iktidarına (sosyalizme) yürüme yeteneği ve kararlılığını kazanamayacaktır.

 

EMPERYALİZME KARŞI MÜCADELE VE İŞÇİ SINIFI

İşçi sınıfının, politik gidişata müdahalesinin temel alanlarından birini de dış politik gelişmeler ve ülkemizin emperyalizmle olan bağımlılık ilişkileri oluşturmaktadır.

2002 yılında tek başına hükümet olan ve son üç dönemdir hükümet olmayı sürdüren AKP, içeride sermayenin en rafine ve saf partisi olarak görev ve sorumluluklarını harfiyen yerine getirirken; uluslararası planda da başta ABD olmak üzere, emperyalistlerin Ortadoğu politikalarıyla uyumlu, üzerine düşen görevleri en ilerden yerine getirmeyi amaçlayan politikalar uyguluyor.

Bunun bir gereği olarak Arap halklarının ayaklanmaları sonucunda yıkılan kırk yıllık diktatörlüklerin yerine yeniden emperyalistlere bağımlı yönetimlerin oluşması için diplomasi yapıyor; emperyalist politikalara bağlanarak asker gönderdiği Somali’den Bosna’ya, Lübnan’dan Afganistan’a, Amerikan taşeronu yayılmacılığı ve bedeli olarak verilen “şehitler”i “butik devlet değiliz” diyerek savunmaktan geri durmuyor.

Suriye meselesinde de aynı yaklaşım sürdürülüyor. Esad muhaliflerine kucak açıp, toplanmaları için mekan, silah ve para vererek, sınır boyunda üs görevi gören kamplar sağlayarak onları örgütleyen AKP yönetimindeki Türkiye, Esad yönetimini devirmeye yönelik bir politika izliyor.

Rusya ve Çin ise, Batı’nın özellikle Türkiye üzerinden izlediği politikaya ve bu yöndeki gelişmelere itiraz ediyor, Akdeniz’e uçak gemileri gönderiyor; İran Hürmüz Boğazı’nı kapatacağını ileri sürüyor ve Suriye’ye yönelik bir askeri operasyonda bölgenin ateş topuna döneceğini söylemekten kaçınmıyor. Yine Malatya Kürecik’e kurulan erken radar uyarı sistemi İran tarafından hoş karşılanmıyor ve İran, kurulan füze kalkanı sisteminin kendilerini hedef aldığını açık biçimde ifade ediyor. Rusya bu konuda Malatya’daki füze kalkanı sistemini vuracak menzile sahip füzeleri olduğunu belirterek, füze kalkanı sisteminin kendileri için de bir tehdit oluşturduğunu diplomatik dilin inceliklerine gerek duymadan açıkça söylemekten kaçınmıyor.

AKP hükümeti, Türkiye’yi Suriye, Rusya ve İran’la çatışmaya sürükleyecek derecede tehlikeli adımları atarken, bu politikaları “bölgesel güç olmanın gereği” olarak savunuyor. Düne kadar, Başbakan Erdoğan’ın “kardeşim Beşar” dediği ve Avrupa Birliği (AB) üyeleri arasındaki Shengen anlaşmasına atıf yaparcasına “Şam’geni kurduk” dediği, ortak bakanlar kurulu toplantılarının yapıldığı Suriye ile ne olmuştur da bugünkü noktaya gelinmiştir? Bölgesel güç olmakla ya da ulusal çıkarlarla son dönem yürütülen dış politikanın ilişkisi nedir? Sorunun yanıtını, Tayyip Erdoğan’ın eş başkanlığını yapmakla övündüğü ABD’nin Genişletilmiş Ortadoğu Planı (GOP)’nda aramak ve bulmak mümkündür. Türkiye egemenleri (işbirlikçi sermaye) ve onların bugünkü politik temsilcisi AKP hükümeti, geleceklerini – vereceği kırıntıları hesaplayarak– ABD’nin bölge politikalarına bağlanmakta gördükleri için, Suriye konusunda bu keskin “politik dönüşüm”ü yapmıştır. Engellenmediği koşullarda egemen sınıflar ve AKP hükümeti Türkiye’yi sonu belirsiz maceralara sürüklemekten kaçınmayacaklardır. Suriye’deki rejimin savunulur bir yanı olmadığı ortadadır, ancak kendi geleceğine Bizzat Suriye halkı karar vermeli, hiçbir biçimde dış müdahale olmamalıdır. Suriye’ye insan hakları ve demokrasi dersi vermeye kalkan Türkiye’ye; Newroz’da yurttaşı olan Kürt halkının üzerine zırhlı panzerlerle, gaz bombalarıyla giderken, Uludere’de katliam yaparken, en küçük muhalefet gösterenleri özel yetkili savcılık ve mahkemeler eliyle cezaevine gönderirken, “ağır ol molla”, “bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu” demezler mi!

İşçi ve emekçilere, “ulusal çıkarlar”, “bölgesel çıkarlar” diye yutturulmak istenen emperyalistlerin işbirlikçilerinin çıkarlarıdır. Türk, Kürt her milliyetten Türkiye halkının ve emekçilerinin Suriye halkı başta olmak üzere dünyanın hiçbir halkıyla bir çıkar çatışması olamaz. Tersine kışkırtılan milliyetçilik bütün halkların, işçi ve emekçilerin aleyhine sonuçlar verirken, ülke egemen sınıflarının para kasaları her geçen gün biraz daha büyür. Nitekim, halkın eğitiminden, sağlığından, diğer sosyal ihtiyaçlarından kısılan paralar uluslararası silah tekellerine ve işbirlikçilerine akıtılmaktadır. Emperyalizmin bölgedeki varlığı son bulmadığı, Türkiye’nin emperyalistlerle yaptığı gizli, açık askeri, siyasi ve ekonomik anlaşmalar iptal edilmediği sürece, barış, demokrasi ve toplumsal refah emekçi sınıflar için hayal olacaktır. Dolayısıyla, 1 Mayıs gibi enternasyonal yönü öne çıkan bir günde (dönemde) işçi sınıfı ve emekçiler emperyalizme karşı, bağımsızlık, demokrasi, barış ve halkların kardeşliği şiarını öne çıkarmalıdırlar. Emperyalistlerin işbirlikçilerini de sürükleyerek giriştikleri dayatmalar ve bölge ülkelerine yönelik yayılmacı müdahaleci tutumlara ve savaş kışkırtıcılığına karşı anti-emperyalist ve barışçıl mücadele ve şiarlar 2012 1 Mayıs’ının temel bir gündem maddesi olmalıdır.

 

1 MAYIS’I FABRİKALAR VE EMEKÇİ SEMTLERİNDE ÖRGÜTLEMEK

Başlarken belirtildiği gibi, Türkiye işçi sınıfı ve emekçiler 2012 1 Mayısı’na ekonomik, sosyal, siyasal her alanda ağır saldırılar altında gidiyorlar. Buna karşın, sendika bürokrasisinin tüm ihanetçi tutumuna rağmen, işçiler hakları için kararlıca mücadele etmekten geri durmuyorlar. İşçi hareketi, ne yazık ki henüz, birinci olarak, sermayeye karşı birleşik bir mücadele hattı oluşturabilmiş ve ikincisi olarak da mücadelesini ekonomik taleplerin yanında siyasal (demokrasi) taleplere doğru genişletebilmiş durumda değil. Ne var ki, bunun ipuçlarını taşıyan bir dinamizme de en azından son dönemde tanıklık ediyoruz. 1 Mayıs çalışmalarının her şeyden önce bu eksikliği giderecek bir perspektifle örgütlenmesi vazgeçilmez önemdedir.

Başta işçi kurultayları olmak üzere, ileri işçiler ve mücadeleci sendikacıların 2012’in 1 Mayıs’ını örgütlerken, yaşanan saldırılar ve buna karşı mücadelenin olanakları üzerinden örgütlemeleri esas olmalıdır. En başta işçi ve emekçilerin birliğini sağlamak olmak üzere, sermayenin saldırılarını püskürtmenin imkanlarının neler olduğunu her alanda işçi hareketi ve sendikal hareket içinde tartışmaya açmak; yerel platformlar üzerinden en geniş –örgütlü, örgütsüz ayrımı yapmadan– işyeri çalışmalarını temel alarak, aşağıda belirtilen talepler etrafında 1 Mayıs’ı örgütlemek gerekir. Başta öncelikli alanlar, fabrikalar ve işletmeler olmak üzere, öncelikli emekçi semtlerinde 1 Mayıs örgütleme komiteleri kurarak ve en geniş işçi ve emekçileri katarak, 1 Mayısı örgütlemeliyiz. Alan kutlamalarından önce özellikle sanayi bölgesi ve sitelerinde olmak üzere, fabrikalar düzeyine kadar inen kutlamalar örgütlemenin, 1 Mayıs’ın “şenlik havası”ndan kurtarılarak bir mücadele gününe dönüşmesinde ve genç işçi kuşağının bilincinde böyle şekillenmesinde kritik bir önem taşıdığı unutulmamalıdır. Çalışma içinde kurulacak her örgüt mücadelenin olanaklarını büyütecek, geliştirecek nitelikte örgütler olmalıdır. Diğer şeylerin yanında, sendikaların mücadeleci bir çizgiye çekilmesinin güvencesi, işyerlerinden başlayan bir çalışmayla olacaktır. AKP hükümetin saldırgan yüzünü açığa çıkarmak, sınıfı kendi talepleri etrafında örgütlemek, demokrasi ve özgürlükler sorununa sahip çıkarak 1 Mayıs’ı mücadele gününe dönüştürmek, sınıf bilinçli her işçi ve mücadeleci sendikacı için ertelenemez bir görevdir.

Başta işçi sınıfı olmak üzere, emekçilerin, kent yoksullarının, ezilen halk kitlelerinin, Kürt halkının en acil ekonomik, sosyal, siyasal talepleri bu çalışma içinde öne çıkacak, önce 2012 1 Mayıs’ına, oradan da anayasa yapılması sürecine taşınacaktır. Tekrarlanması pahasına, Kürt sorununun eşit haklar temelinde demokratik çözümü için mücadele ve Suriye’ye yönelik olası bir askeri müdahalede Türkiye’nin yer almasına karşı mücadele 1 Mayıs çalışmalarında mutlaka ağırlıklı biçimde yer almalıdır.

SONUÇ OLARAK

İşçiler ve emekçiler sermayenin ağır saldırıları altında 1 Mayıs’a hazırlanmaktadır. Kürt halkı imha ve inkar politikalarının kıskacındadır ve 30 yıllık kazanımları yok sayılmaktadır. 2012 Newroz’unun yasaklanması bunun işaretidir. Ekonomik, siyasal, sosyal alandaki saldırıların büyüklüğü kadar, bu saldırıları püskürtmenin imkanları ve olanakları da o ölçüde ortaya çıkmıştır. Bu kapitalist, emperyalist saldırganlığa karşı başta ülkemiz işçi sınıfı olmak üzere, her milliyetten halkların ortak mücadelesi ve direnişi saldırıları geriletecektir. Birleşen işçilerin, emekçilerin ve ezilen halkın neler yapabileceğinin örneklerini geçtiğimiz yılda Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da Arap halklarının ayaklanmalarında görebiliriz. Tunus’ta, Mısır’da demokrasi ve özgürlük arayışları, sömürüye ve baskılara karşı devam etti. Binler ve on binler yeniden meydanlara aktı. Avrupa kıtasında da krizin faturasını işçi ve emekçilere ödettirilmesine karşı grev ve genel grevlerle karşı konulmaya çalışıldı.

İşsizliğe, esnek çalışmaya, taşeronlaştırma, ücretlerin düşürülmesine, bölgesel asgari ücret girişimlerine, kıdem tazminatının kaldırılmasına, özel istihdam bürolarının kurulmasına ve sendikasızlaştırmaya karşı durmak, kriz vurgunculuğuna son vermek için, iş, ekmek, özgürlük şiarıyla 1 Mayıs’a.

1 MAYIS 2012 VE TALEPLER

· Çalışma süreleri düşürülmeli, 6,5 saat iş günü ve haftada beş günlük çalışma uygulanmalıdır.

· Ücretler 4 kişilik bir ailenin geçim ihtiyaçları dikkate alınarak artırılmalı, asgari ücret yoksulluk sınırının üzerine çıkarılmalıdır.

· Taşeron uygulamaları ve esnek çalışma son bulmalı, işten atmaların yasaklanmalıdır.

· İşyerlerinde işçi sağlığı ve iş güvenliği sağlanmalıdır.

· 50 Kadın işçinin çalıştığı her fabrikada kreş açılmalı, 50 kadın işçi çalıştıran iş yerlerinde kreş ücretinin ödenmesi, emzirme ve bakım odaları yapılmalıdır.

· Sendikalar yasası demokratikleşmeli, sendikal örgütlenmenin önündeki engeller (Noter şartı, iş kolu, işyeri barajı vb.) kaldırılmalı, sınırsız grev hakkı tanınmalı, Lokavt yasaklanmalıdır.

· Seçim yasası, Siyasi Partiler yasası demokratikleşmeli, barajlar kaldırılarak işçi ve emekçilere özgürce siyaset yapabilme imkanları sağlanmalıdır.

· Eğitim her kademede anadilde, parasız ve bilimsel, üniversiteler özerk olmalıdır.

· GSS Yasası iptal edilmeli, sağlık hizmeti her yurttaş için parasız, ulaşılabilir olmalıdır.

· Kentsel dönüşüm adı altında kentlerin yağmalanmasına son verilmeli, enerji tekellerinin çıkarına doğanın ve tarımsal alanların talan edilmesine son verilmelidir.

· Kürt sorunu eşit haklar temelinde çözüme kavuşmalı, Kürt kimliği tanınmalı, anadilde eğitim hakkı sağlanmalıdır.

· Askeri ve siyasi operasyonlar durdurulmalı, KCK iddiasıyla tutuklananlar serbest bırakılmalı, barış için diyalog süreci yeniden başlatılmalıdır.

· Özel Yetkili Mahkemeler kaldırılmalı, Terörle Mücadele Yasası iptal edilmeli, Türk Ceza Kanununu baştan aşağı demokratikleştirilmedir.

· Temel hak ve özgürlükleri güvence altına alan demokratik bir anayasa yapılmalıdır.

NATO’dan ve Gümrük Birliği’nden çıkılmalı, AB ile müzakereler kesilmeli, emperyalistlerle yapılan açık, gizli bütün anlaşmalar, içeriği halka açıklanarak iptal edilmelidir.

Eğitimde “4+4+4” ne getiriyor, neleri götürüyor?

AKP hükümeti, toplumsal yaşamı, dayandığı uluslararası ve yerli egemen güçlerin ekonomik, siyasal, kültürel ihtiyaçları doğrultusunda yeniden ve köklü bir değişime tabi tutuyor. Hükümet ülkemizi sömürü ve talanın dikensiz gül bahçesi yapma atılımının son halkası olarak, “eğitimde 4+4+4 modelini” gündeme getirdi.

4+4+4 tartışmasız bir şekilde ideolojiktir. Öngörülen bu düzenlemeyle, başlıca, sermayeye, eğitimi kesintiye uğratılarak yönlendirileceği teknik eğitimden geçirilerek “vasıflı” kılınmış ucuz işgücü sağlanması yanında “dindar gençlik yetiştirme” amacının nesnesi varsayılan yeni kuşaklar, AKP tarafından ideolojik ve siyasal yaklaşım ve çıkarlarına uygun biçimde şekillendirmek istenmektedir. Ayrıca, 4+4+4 düzenlemesinin anaforunda, sendikal hayata müdahalelerin, kıdem tazminatını yok etme hesaplarının, işçi ve kamu emekçileri sendikalarını düzenleyen yasanın mevcut yetersiz halinden daha kötü, emekçi karşıtı, örgütsüzleştirmeyi dayatan bir değişikliğe tabi tutulduğu gözlerden kaçırılmaya çalışılıyor.

AKP hükümeti, “reform”, “yenilik”, “demokratik tartışma” gibi kulağa hoş gelen söylemlerle, TV kanalları, yazılı basında propaganda yapmaları için, bakanları ve üst düzey yöneticilerini seferber ederek, toplumu ikna etmeye çalışıyor. MEB Bakanı kanal kanal dolaşıp, bu yıkım düzenlemesinin “öyle değil, şöyle olduğunu”(!) anlatıyor, oranlar veriyor, düzenlemeye almadığı vaatlerde bulunuyor. Kendisinden önceki bütün burjuva,  liberal, milliyetçi-muhafazakar, hatta sosyal demokrat ortaklı hükümetler gibi, toplumsal gereksinmeleri, geniş emekçi yığınların isteklerini, eğitimin gerek duyulan, halk için değişimi isteklerini takmıyor. Kürtlerin, Alevilerin, gençlerin, kadınların, eğitimcilerin, üniversitelerin talep ve uyarılarını görmezden gelerek, bir dayatmayla, sömürülen ve ezilen kesimlerin ifade, basın, örgütlenme, gösteri vb. demokratik haklarını kullanmalarının önüne kale gibi dikilirken “sandık”tan çıkardığı ve vekil sayısına tahvil ettiği rakama dayanarak uyguladığı “çoğunluk zorbalığı”yla, bütün bir toplumu karşısına alıp, Meclis’te muhalefet milletvekillerini döverek komisyondan geçiriyor 4+4+4 =12 yıllık kesintili eğitim düzenlemesini.

4+4+4 düzenlemesi ile başlatılan süreç, “eğitim nedir?”, “eğitim hangi işlevlere sahiptir?”sorularını, tartışılır kıldı toplumda. Değişik toplum kesimleri, sözcüleri aracılığıyla, sorunu değişik bakış açısı ve sınıf çıkarları düzleminde ortaya koydu.

Üniversiteler, eğitim alanının örgütlü gücü olarak sendikalar (Eğitim-Sen) 4+4+4 düzenlemesinin; bilimsel olmadığını, ideolojik yaklaşımla hazırlandığını, piyasacı bir düzenleme olduğunu, bilimsel dünyevi eğitim aleyhine ve uhrevi (teolojik-dinsel) eğitim lehine atılmakta olan adımların, eğitimin mevcut olumsuz niteliklerini derinleştireceğini, eğitim hakkının yurttaşlık hakkı olmaktan çıkarak, ticari bir emtia, bir “pazar malı” konumuna geleceğini vurguladılar. Başta gelen özelliği olarak sermayeye ucuz vasıflı işçi ve teknik eleman yetiştirmeyi garanti ederek, eğitim alanını “Ulusal İstihdam Stratejisine” uyarlamak isteyen düzenlemenin maddeleri incelendiğinde, itirazların yerinde olduğu anlaşılıyor. Ancak üniversitelerimizin, eğitim sendikalarının böylesi yaşamsal bir saldırıya karşı çıkardıkları ses, bu düzenlemeyi geri püskürtecek bir örgütlülük gücünde değil! Yeni düzenlemenin amacı; mevcut üretimi sürdürecek, üretimi “kalitelendirip” “nitelikli” kılarak azami kârı elde etmeyi sağlayacak kalifiye iş gücünü oluşturmak, bir yurttaşlık hakkı olan eğitimin kamusal niteliğini ticari bir yaklaşımla yeniden biçimlendirmek ve yanı sıra AKP’nin emperyalizm işbirlikçiliği ve tekelci neoliberalizminin fonuna rengini veren siyasal İslam’ı, Yeni Osmanlıcılığın “ümmetçi büyük devlet olma” ideolojisini, İslamcı yanı koyulaşmış Türk–İslam sentezini yeni kuşaklara enjekte etmektir!

Başbakan tam da bu iki işleve işaret ediyor; belki de ilk defa gerçeği eğmeden bükmeden dosdoğru söylüyor: “Sanayi üretiminin ihtiyaç duyduğu kalifiye ara elemanları, bu boyun eymiş, mütevekkil gençlerden karşılayacağız”; ”Dindar ve kindar nesiller yetiştireceğiz”! Halkın indinde parayla oynayan sermayedarların görüntüsünün hoş olmadığını ve haktan, halktan ve milletten yana görünmenin işe yaradığını bilen Başbakanı’nın ağzından “Biz sermayenin değil milletin partisiyiz” diyen AKP TÜSİAD ile bir ağız dalaşı yapıyorken, gerçeğin; yaptığı düzenlemeyle egemen sınıfların iktidarlarını sürdürmeleri ve kârlarına kâr katmaları için, çocuk ve mesleki eğitim sürecindeki gençlerin eğitimden geçirilecek emeklerine dayalı bir işgücü oluşturmak istediği gerçeğinin üstünü kapatıyor. Başbakan’ın İHL aşkının ve TÜSİAD’ın “çağdaş eğitim”den yana kaygılarının bu kayıkçı dövüşü karakteri de gösteriyor ki, “4+4+4 eğitim”, bilimsel bir yaklaşımın ürünü değildir. Bu tasarı, eğitim sisteminin var olan olumsuzluklarını gidererek, eğitimi herkes için, ulaşılabilir, nitelikli, parasız, anadilde edinilebilir kılma kaygısı ile ele alınmış bir düzenleme değil, tersine dinci bir fon rengine sahip gerici burjuva bir ideolojik yaklaşımın, eğitimdeki büyük pastayı, sermaye güçlerine altın tepside sunmanın düzenlemesidir.

TÜSİAD vb. ile çekişmesi aracılığıyla AKP’nin halkın yararına olduğunu ileri sürerek tersyüz edip karartmaya çalıştığı bu gerçeğin geniş işçi-emekçi yoksul halk kitlelerince anlaşılması ve bunun için elden gelenin yapılması zorunludur.

AKP’nin bu düzenlemedeki ısrarlı tutumunu, her şeyi “kaç para eder?” piyasacı tüccar zihniyetiyle ele alış tarzının ulaştığı yağmacı aşama olarak değerlendirmek gerekir. Yapılan düzenleme karşısında, o nedenle; iyileştirilmesini öngörerek, maddelerinin değiştirilip kamu yararına düzeltilmesi yaklaşımı göstererek uzlaşmacı bir pozisyon almak gerçekçi değildir. Bu açıdan, bir yanıyla sınıf niteliğinin ürünü olan, bir yanıyla da AKP karşısındaki ezikliğinden kaynaklanan uzlaşmacı eğilimiyle CHP’nin “elimizi uzattık, gelin beraber yapalım, iyileştirelim” tutumu benimsenebilir değildir. Bu tutum, siyasal İslam’la problemli olsa da kendisi de bir burjuva partisi olan CHP’nin, asıl yönü eğitimin sermaye lehine yeniden düzenlenmesi olan bu eğitimin kesintili kılınması girişiminin özüne karşı olmadığını, bu düzenlemeyle esasta uyuşabileceğini ve AKP’nin, aralarındaki belli başlı uyuşmazlık noktası olan eğitimin dincileştirilmesi ve İHL’ler lehine olan yönlerini geri çekmesi halinde, yasayı birlikte geçirebileceklerini belirtmektedir. Oysa bu yasa eğitimde bir yıkım yasasıdır ve yırtılıp çöpe atılmalıdır.

ZORUNLU EĞİTİM NEDİR? 4+4+4 KESİNTİLİ EĞİTİM NE GETİRİYOR?

Düzenlemenin ayrıntılarına göz atarsak…

* 4+4+4 kesintili eğitim düzenlemesi ile yakından incelenmesi gereken eğitim basamağı, zorunlu eğitimdir. Belirli yaş aralığındaki (6-14) çocuk ve genç yurttaşlara uygulanan temel eğitimdir. Zorunlu olarak yapılması, işçi sınıfının ve bağlaşıklarının tarihsel süreçlerdeki savaşımları sonucu elde edilmiş bir kazanımdır. 12 Eylül Anayasası bile bu kazanılmış hakkı kayda geçirmekten kaçınamamıştır. Ve bu anayasanın 42. maddesine göre, “İlköğretim, kız ve erkek bütün vatandaşlar için zorunludur ve devlet okullarında parasız yapılır.” Kesintili eğitim düzenlemesini gündeme getiren hükümet, yaptığı düzenlemeyle anayasal bir hakkı “zorunlu olmak”tan, “parasız ve devlet okullarında” yapılıyor olmaktan çıkartarak, kazanılmış hakkı, zorunlu eğitim hakkını ortadan kaldırmak istemektedir.* Kesintili eğitim düzenlemesiyle, esasen neoliberal uygulamalarla, paralı, pahalı, özel hale getirilerek kamusal özellikleri büyük ölçüde törpülenmiş olan eğitim sistemi, AKP’nin öngördüğü anayasa değişikliğiyle neleri hedeflediğini de göstererek, tekellerin çıkarlarına uygun olarak tümüyle dönüştürülmektedir. Düzenlemedeki tanımlama şöyledir: “Mecburi ilköğretim çağı 6-13 yaş grubundaki çocukları kapsar. Bu çağ çocuğun 5 yaşını bitirdiği yılın Eylül ayı sonundan başlar,13 yaşını bitirip 14 yaşına girdiği yılın öğretim yılının sonunda biter.” Görüldüğü üzere, ne “parasızdır” ibaresi vardır, ne de “devlet okullarında yapılır” ibaresi! Kesintili eğitim, ilköğretim döneminde de eğitimi yerelleştirip özelleştirmenin güçlü ve temel bir adımıdır.

 

* Kesintili eğitim düzenlemesi, eğitimbilim açısından hiçbir değer taşımıyor. Düzenleme bir toplumsal gereksinimden doğmuyor. Üniversitelerin, eğitim fakültelerinin bir çalışması, eğitimcilerin önerisi değil. Hiçbir ön çalışma ya da planlama yapılmadan gündeme dayatıldı. Düzenleme ile ilgili bir ön uygulama planlanmadı. Pilot okullarda düzenlemenin getireceği değişiklikler hayata geçirilip, bu ön uygulamaların dönütleri alınıp sonuçlar çıkarılmadı. Bu düzenleme, on yıllardır çalışması yapılan, zorunlu eğitim kadar önemli olduğu somutlaşan “okul öncesi eğitim” örgün eğitim kapsamı dışına çıkartılarak, çocukların gelişim sürecine yok edici bir darbe vuruyor. Eğitim bilimsel bir olgudur ve 0-6 yaş, çocukların zihinsel, duygusal, bilişsel gelişimlerini tamamlama sürecidir. Bütün uygulamalar okul öncesi eğitim alan çocukların, bu eğitimi almayanlardan daha başarılı olduğunu kanıtladığı halde, okul öncesi eğitim, örgün eğitimde yok. İlköğretime başlama yaşı bir yaş öne çekilerek, çocukların küçük ve büyük psikomotor becerileri gelişimini tamamlamadan, onlardan okumaları ve yazmaları isteniyor. Eğitim kademelendirilerek, ancak somut olay ve nesnelerle algılayan 10 yaş çocuklarının, ikinci dörtlük basamakta soyutlama yapmaları, soyut kavramları yapılandırmaları isteniyor. Yeni kesintili düzenlemeyle seçmeli derslerle ve branş öğretmenleriyle on yaşında tanışacak çocuklar büyük bir zihinsel, duygusal kaosa sürüklenecek; zaten ezbere, aktarmaya (dikte etmeye) dayalı eğitimle sıkılmış öğrenciler, bunalarak, okuldan uzaklaşacaklar.Türkiye nüfusunun ortalama okula gitme süresinin 3,5 yıl olduğu düşünüldüğünde, kesintili eğitimin genel eğitime katkı sağlamaktan çok zarar vereceği söz götürmez bir gerçektir.

 

* İkinci 4’lük dilimde “mesleğe yönlendirme”, anti demokratik içeriklidir. Ailenin isteklerini, beklentilerini, çocuğun kendine özgü konumunu önemsemeyip dikkate almıyor. Çocuğa, özellikle kız çocuğuna seçimini yap diyor; “İmam hatip mi? Meslek lisesi mi? Çocuk gelinlik mi?” Kademeli eğitim, eğitim piramidinin basamaklarını yukarı geçişlerde, mevcut adaletsizliğini derinleştirerek, “akademik eğitimi” sekteye uğratıyor. Bu bakımından da bilimsel eğitim karşıtı bir özellik taşıyor. Adeta “üniversite eğitimi olsa da olur, olmasa da” denilmiş oluyor!

 

* Bu değişiklik büyük bir emek düşmanlığı taşıyor: Değişiklik yürürlüğe girdikten sonra, 5. sınıf okutan bütün öğretmenler “norm fazlası” haline gelecek ve bakanlık tarafından başka alanlarda görevlendirilebilecektir. Başlangıçta 4. sınıf sonrası için öngörülen “açık öğretim” sistemi, tepkiler üzerine 8. sınıf sonrası için getirildi. “Çocuk gelinler”in ağırlıklı olarak 13, 14, 15 yaşlarında oldukları düşünüldüğünde, yapılan düzenleme ile “çocuk gelinler” uygulamasına resmen onay veriliyor. Görülüyor ki, 8. sınıftan sonra önü açılmakla kalınmayıp amaçlanan “açık öğretim” sistemi ile, zorunlu eğitimin “esnekleştirilmesi” arasında doğrudan bağ kuruluyor. Bu şekilde, eğitim sisteminin piyasa ile ilişkilendirilmesi ve özellikle mesleki eğitim ile sermayeye ucuz işgücü sağlanmak isteniyor. Bu bağlamda patronlar mesleki okullar açabilecekler, meslek okulu açan patronlara kamu kaynaklarından öğrenci başına para ödenecek ve devlet mesleki eğitimden kademeli olarak çekilecek.

* 4+4+4 sisteminde ilk 4 yıldan sonra gelen 4 yıl (10-14 yaş dilimi), “yönlendirme ve ortaöğretime hazırlık” olarak planlanmaktadır. Öğrencilerin ergenlik ve ilk gençlik başında henüz her alanda gelişimini sürdürdüğü, ilgi ve yeteneklerinin belirgin ve tutarlı hale gelmediği bir dönemde meslek seçimine zorlanmaları, bilimsel ilkelere uygun olmadığı gibi, gerçekçi de değildir. Dünyanın belirli bir gelişme düzeyindeki kapitalist ülkelerinde mesleğe yöneltme, gencin ilgi ve yeteneklerinin belirgin ve tutarlı hale geldiği, “kariyer” kararları için gerekli olgunluğa tam anlamıyla olmasa da kısmen ulaştığı dönem olan, 17 -18 yaş döneminde yapılagelmektedir.

* 4+4+4 kesintili eğitim düzenlemesi ile bir taraftan uzun vadede seçme sınavlarının kaldırılacağı iddia edilirken, diğer taraftan bu düzenlemenin, çocukların daha erken yaşta dershane ile tanışmasına neden olacağı ortada. Yıllardır eğitimin bütün kademelerini “sınav odaklı” hale getirenler, dershaneye gitme yaşını 8’e indirerek çocuklara en büyük kötülüğü yapıyorlar.

* Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ve Danıştay’ın zorunlu din derslerinin kaldırılması kararlarına karşın bu konuda her hangi bir düzenleme yapmayanlar, zorunlu din derslerinin yanına bir de seçmeli din derslerini ekleyerek “dindar gençlik” projelerini güçlendirmek istiyorlar. Aslında, suskun, hak, hukuk, adalet, eşitlik, eleştiri kavramlarını bilmeyen, itaatkar, “büyükleri”ne, yani kendilerini sömüren ve yönetenlere sorun olmayan/çıkarmayan kuşaklar yetiştirmek istiyorlar. AKP’nin dayandığı zengin İslamcılar çok dert etmese de, inanan geniş yoksul kesimleri afyonlamak üzere bu düzenleme hayata geçirilerek, politik rant elde edilmek amaçlanmaktadır. Bütün okulların ikinci kademesine seçmeli Arapça, Fıkıh ve Kur’an dersleri konularak, eğitimde fiilen imam hatip modelinin oluşturulması hedeflenmekte; bununla, teknik eğitimden geçirilerek sermayeye sunulacak vasıflı işgücünün aynı zamanda dincileştirilerek, patronu karşısında suskun, itaatkar ve hak aramaz nitelikte olmasının sağlanması istenmektedir. Başbakan’ın 2023 projesinin yaygın kitle tabanı hazırlanmaktadır.

Okulların ikinci kademesinde Kürtçenin de seçmeli ders olacağı söylenmesine karşın, düzenleme metnine bu ifade konmamıştır. Kürtçe konuşmak için yıllardır hapiste yatmayı göze alan, anadilleriyle eğitim yapmak için dilekçe verdiği gerekçesiyle üniversitelerinden atılan, hapis yatan, Kürt siyasetçileriyle gençlerinin üzerine karabasan gibi çullanıp savaşta ısrar edenlerin, milyonlarca insanın konuştuğu Kürtçeyi –zengin bir kültürü, yazarları, edebiyatçıları, sinemacıları, özerk bölgesel hükümeti bulunan Kürt halkının dilini– “kültür dili” saymayanların,  bu düzenleme ile “Kürtçe seçmeli” olacak demeleri, demagojiden başka bir şey olmasa gerektir. TRT Şeş’le kendilerinin ve “devletlularının” bekası için 24 saat yayın yaptıranlar, Kürtçe konuşan 15-16 milyon yurttaşın dilini örgün eğitime almayarak “inkarda” ısrar edenler, yaptıkları ucube düzenlemeye destek bulmak amacıyla yalan-dolana baş vurarak, “Kürtçe eğitim” olanağı sağlanmakta olduğunu ileri sürüp tepkileri yumuşatarak rant elde etmek istiyorlar.

4+4+4 Kesintili Eğitim düzenlemesinin içinden henüz “cin” çıkarılmadı. Aslında düzenleme çok daha büyük yıkımlara gebe. Bizlerse, bu “cin”in şişesinden çıkartılmasını engellemeye mecburuz. Çünkü hedeflenen en az 2-3 kuşağın bu düzenlemenin ideolojik ve politik hedefleri doğrultusunda biçimlendirilmesidir.

Oysa emekçi halkın, gençlerin, eğitimcilerin de talepleri var. Bu taleplerin toplumsal bilince dönüştürülüp maddi bir güç olması, halkın çıkarı gereğidir. Ebette bunun için bu taleplerin doğru kavranması, anlatılması ve en başta eğitim sendikaları ve geniş gençlik yığınları olmak üzere birleşebilecek bütün güçlerin birleştirilerek, yasa Meclis’ten geçse bile bu düzenlemeyi uygulatmamayı ve geri aldırmayı hedefleyen bir mücadele hattına girilmesi zorunludur.

Eğitimle ilgili halkın talepleri nelerdir, eğitim emekçileri, gençler, emekçi halk ne istiyor?

* Eğitim temel bir insan hakkıdır. Eğitim hakkından her yurttaşın eşit, parasız ve kendi anadilinde yararlanmasının sağlanmasını, “okulların ticarethane, öğretmenlerin tahsildar” olma konumuna son verilmelidir.

* Eğitim politikaları iktidarın siyasal hedefleri ve piyasa gereksinmelerine göre değil, bilimsel veriler, toplumsal ihtiyaçlar gözetilerek sunulmalı ve planlanmalıdır.

* Eğitimde müşteri bilinci değil, yurttaşlık bilinci geliştirilmeli, “gemisini kurtaran kaptan”, “devlet kapısı deniz yemeyen domuz”, “önce kendini, sonra başkalarını kurtar” bireyciliği ve çıkarcı yaklaşımı terk edilmelidir.

* Eğitim hizmetlerinin sunumunda proje temelli, piyasacı stratejik planlama değil, eğitimin bütün bileşenlerinin katıldığı demokratik bir planlama yapılmalıdır.

* Zorunlu din dersleri kaldırılmalıdır. Farklılıklara karşı ön yargıları kışkırtan uygulamalara son verilmelidir.

* İHL modeli bir okul, laik demokratik bir toplumda kabul edilemez. Bütün dünyada olduğu gibi, bizde de bu tür okullar özel olmalı; mezunları, kamu alanında görev verilmeden sadece din ile ilgili hizmetlerde çalışmalı, dini eğitim örgün eğitimden tümüyle çıkarılmalıdır. Din işleriyle eğitim ve devlet işleri birbirinden net ve kesin olarak ayrılmalıdır.

* Eğitim, demokratik laik, bilimsel, ana dilinde kamusal ve nitelikli olarak yapılmalıdır.

Parasız nitelikli bilimsel eğitim için 4+4+4 kesintili eğitime karşı mücadeleye!

 

 


* AKP, görünüşte 12 Eylül’ü suçlar ve 12 Eylül Anayasasını “bireye değil devlete öncelik vermesi” ve “devlet karşısında bireyi gözetmemesi” nedeniyle sözde demokratik bir gerekçeye dayanmaya çalışarak değiştireceğini açıklarken, kazanılmış parasız, kesintisiz ve zorunlu ilköğretim hakkını gasp etmek üzere gündeme getirdiği yeni kesintili eğitim düzenlemesiyle 12 Eylül Anayasasına bile rahmet okutmaktadır. Sadece buradan bile, Anayasa değişikliği istemekte olan AKP, bu isteğinin ardında yatan gerici amaçlarını ele vermektedir: AKP, uluslararası ve yerli tekellerin çıkarları doğrultusunda daha da gericileştirilmiş neoliberal bir anayasa istemektedir.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑