Gençliğin Eğitim Hakkı Mücadelesi

 

Son iki yüz yıllık işçi sınıfı mücadelesinin en önemli ve en evrensel kazanımlarından birisi de (buna biricisi demekte de bir sakınca yok); ilk öğretimden başlayarak, eğitimin* “parasız ve bütün vatandaşlara açık” hale getirilmesidir. En azından başlıca kapitalist ülkelerde, bu talep, anayasalara ve yasalara böyle geçirilmiştir.

Elbette ki, sosyalist ülkeler dışındaki uygulamada her zaman sapmalar olmuş, bu hak çoğu zaman kağıt üstünde kalmış, işçi sınıfı ve öteki emekçi sınıfların bu haktan gereği gibi yararlanamaması için egemenler kendi anayasa ve yasalarını bile uygulamaktan kaçınmışlar, çeşitli bahanelerle eğitimdeki adaletsizlik ve seçmeciliği sürdürmüşlerdir. Ama, parasız eğitim hakkı, en azından yasalar ve anayasalar bakımından tartışılmaz kabul edilmiştir.

Son çeyrek yüzyıl içinde ise, bu temel kazanım; uluslararası sermayenin işçi sınıfına ve emekçilerin temel haklarına yönettiği saldırının hedeflerinin ön sıralarına konmuştur.

Uluslararası planda ve birer birer ülkelerde giderek şiddetlenen bir biçimde süren eğitim hakkına yönelik saldırının iki yanı olmuştur. Bunlardan birincisi; eğitimin kapitalist firmalar ve tekeller için bir kâr ve rant alanı olarak yeniden düzenlenmesidir. Bu; bir yandan özel okulların açılması ve sayılarının artmasının teşvik edilmesi biçiminde olurken, öte yandan da, devlet okullarında eğitimin kalitesinin düşürülmesi ve bu okulların dolaylı yollardan (kayıt harcı, katkı payı, temizlik, aydınlanma masrafları, … gibi adlar altında) paralı hale getirilmesi biçiminde olmuştur.

Emekçilerin eğitim hakkına yönelik saldırının ikinci yanını ise, “eğitim müfredatının çağ dışı bir niteliğe büründürülmesi” girişimleri oluşturmaktadır. Çünkü, tıpkı burjuva devlete “parasız eğitimin tüm vatandaşların hakkı olduğu” talebinin kabul ettirilmesinde olduğu gibi, eğitim müfredatının içeriğini belirleyen de, ilerici ve gerici sınıfların mücadelesi olmuş; önce Aydınlanma’nın ve burjuva devrimlerinin, sonra da işçi sınıfı mücadelelerinin ve sosyalizmin yarattığı baskıyla, kapitalist devletlerde de resmi eğitim müfredatı, tedricen  bilimsel, laik, az çok demokratik bir karakter kazanmıştı.

Bugün egemen sınıflar resmi eğitimi yeniden düzenlerken, saldırılarının sivri uçlarından birisini de buraya, eğitimin laik, bilimsel temeline yöneltmiş bulunmaktadırlar.

Bu saldırı ülkeden ülkeye, zamana ve konusuna göre değişse de; temel olarak, eğitimin laik, bilimsel temeline yönelik olarak gelişmektedir. Modern fizikle Newton fiziği arasındaki fark, İzafiyet Kuramı ile Kuantum Kuramı arasındaki “boşluk”, genetikteki keşifler çarpıtılıp bozuşturularak, bilimin 500 yıl önce reddettiği safsatalar yeniden resmi eğitime sokulmaya çalışılmaktadır.  Bilimin, bilimsel bilginin kuşkulu hale getirilmesi, “gerçeğin bilinemeyeceği” fikrinin savunulmasının yanı sıra, “dinin gerçeği ile bilimin gerçeğinin aynı değerde” olduğu gibi görüşlerin eğitime sokulması çabaları giderek yoğunlaşmaktadır.

Biliyoruz ki; Ortaçağ’ın sonlarında başlayan bilim ve din çatışmasında, burjuvazi, bilimin din karşısında başarı sağlaması, dini dogmanın bilimin alanından sürülüp atılmasını destekledi. Bu, feodal aristokrasinin ve Kilise’nin otoritesinin yıkılması ve burjuvazinin egemenliği için zorunluydu. Böylece, yeni nesilleri kendi iktidarının meşruiyetine inandırma temelinde eğitmek isteyen burjuvazinin bu yönelimi, eğitimin laik ve bilimsel bir temele sahip olmasının yolunu da açtı. Ama uzunca bir zamandan beri burjuvazi, gerçeklerin bilinmesinin kendi iktidarının devamına değil yıkılmasına hizmet ettiğinin farkındadır. Ve burjuvazi bu gerçeği fark etmesinden beri, eğitim sistemini de gerçeğin değil, gerçek dışılığın üstüne kurmaya yönelmiştir. Bu yöneliş, aslında 19. yüzyılın ikinci yarısına kadar gider. Ama, tam burjuvazi geriye yönelir ve kendi devrimci temelini reddetmeye girişirken, işçi sınıfının toplumun kaderine el atan bir güç olarak tarih sahnesine çıktığı çağ başlamıştır. İşçiler; 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren burjuvaziyle hayatın her alanında giriştikleri mücadelede, resmi eğitimin içeriğinden eğitim hakkının giderek yaygın bir biçimde kullanılmasına kadar parasız, demokratik, bilimsel, laik eğitim hakkını da savunmuş, bu doğrultuda mücadelelerini bilinçle sürdürmüşlerdir. Ekim Devrimi’yle birlikte ise, burjuvazi eğitimi istediği yöne çekemediği gibi, eğitimin (ilk öğretimin mecburileştirilmesi, orta ve üniversite öğretimin kitleselleşmesi) daha da kitleselleşmesini de kabul etmek zorunda kalmıştır.

Ancak işçi hareketi ve sosyalizmin uğradığı yenilgi üzerinden, burjuvazi, aradığı fırsatı artık yakaladığını düşündüğü için, son çeyrek yüzyılda, resmi eğitimi; dinin, bilinemezciliğin kıskacına alarak, bilim dışı bir temel üstünde yeniden biçimlendirmeye girişmiştir.

Başka bir söyleyişle, eğitimin emekçilerin hakkı olarak anayasalara ve yasalara girmesi; egemen burjuvazinin ihtiyaçların değil emekçilerin mücadelesinin ve sosyalizmin baskısıyla olmuştur. Bu yüzden de, bu mücadele irtifa kaybettiği ve baskısının kalktığı koşullarda, bu hakların da hak olmaktan çıkması, eğitimin, bir yandan dini ve bilinemezci bir temele kaydırılırken, aynı zamanda da sadece parasını ödeyenler için bir olanak olmaya devam edebileceği açıktır.

Bir yandan sınıflar mücadelesi tarihi, öte yandan Türkiye’de bu alanda son yıllarda olup bitenler göstermektedir ki; “eğitim hakkını savunmak”, burjuvazinin eğitimin temeline yönelik saldırısını püskürtmek, her kademede eğitim hakkından emekçi sınıflardan gelen gençlerin de yararlanmasının sağlanması, ancak ciddi bir mücadele yürütüldüğü ölçüde mümkün olabilecektir. Bu mücadele, elbette en başta işçi sınıfı örgütlerinin; sendikalar ve öteki emekçi sınıf örgütlerinin sorunudur. Bunun farkında olunduğu için de, az çok emek mücadelesi yürüten, böyle bir kaygı duyan örgütler, “parasız, bilimsel, demokratik, laik bir eğitim” talebini de dile getirmektedirler. Ancak saldırının boyutları göz önüne alındığında; bu talebin savunulması; sermaye güçlerinin saldırılarının püskürtülmesi çok daha kapsamlı bir mücadeleyi öne çıkarmayı zorunlu kılmaktadır.

Türkiye’nin koşulları eğitimin bilimsel temeline yönelen dinsel dogma ve milliyetçi ön yargılar üstünden gelen saldırıya karşı mücadeleyi zorunlu kıldığı gibi, mücadelenin, “ana dilde eğitim hakkı” mücadelesini de kapsayan bir mücadele olması ihtiyacı, “eğitim hakkı mücadelesi”nin göz ardı edemeyeceği gerçeklerdendir. Hem bilimsel hem de ana dilde eğitim talepleri, yalnızca eğitimin değil ülkenin demokratikleştirilmesi mücadelesinin önemli dayanaklarındandır.

Yukarıda değinildiği gibi bilimsel eğitimin önemi ortadadır. Öte yandan, özellikle Kürt sorununun bunca çözümsüzlüğe itildiği koşullarda önemi daha da büyümektedir. Yalnızca tüm diller ve kültürlerin eşitliği ve gelişmesinin önündeki engellerin kaldırılmasının tamamen demokratik içeriği bakımından değil, algılama ve kavrama yanında bir dönüştürme etkinliği olan eğitim ve öğretimin başarısı bakımından da ana dilde eğitim hakkının savunulmasından vazgeçilemez ve bu hak, sadece bir demokratik hak olmakla kalmaz, aynı zamanda insani bir haktır da. Üstelik, ana dilde eğitim hakkının savunulmasıyla birleştirilmediğinde, parasız, bilimsel, laik, demokratik eğitim hakkı talebinin yarımlaşacağı ve bütün milliyetlerden gençliği ve halkı etrafında birleştirme yeteneğinin kendisini yeterince güçlü ortaya koyamayacağı bilinerek, demokratik eğitim hakkı tüm yönleriyle savunulmak durumundadır.

 

EĞİTİM HAKKI MÜCADELESİNİ ÜÇ BİLEŞENİ

Türkiye’deki mevcut durum göz önüne alındığında, bu mücadelenin üç önemli ve somut bileşeni olduğu görülmektedir. Bunlar; öğrenciler, eğitimciler ve velilerdir.

Burada iki alışkanlığa dikkat çekmek gerekir. Bunlardan birincisi; “eğitim hakkı mücadelesi” dendiğinde, akla hemen, üniversite öğrencilerinin yaklaşık kırk yıldır sürdürdüğü “demokratik üniversite mücadelesi”nden esinlenilerek olsa gerek, öğrencilerin yürüteceği bir mücadele gelmesidir. İkincisi ise; Türkiye’nin eğitimcilerinin geleneksel ve eğitimin sorunlarını sahiplenen tutumlarından gelen, “eğitim sorunlarını idealist öğretmenlerin çözeceği” fikridir.

Kuşkusuz ki; bunlar önemlidir, ama bugün “eğitim hakkı mücadelesi”, onu, ne sadece öğrencilerin ne sadece eğitimcilerin üstlenip yürütmesiyle başarılacak türden değildir. Tam tersine, bu mücadelede elbette öğrenciler olacaktır, elbette eğitimciler de yer alacaktır, ama bugüne kadar, bu alanda bir mücadele bileşeni olarak görülmeyen öğrenci velileri de* bu mücadeleye katılmak zorundadırlar.

Oysa şu ortadadır ki, devlet, halkın, gençliğin eğitim hakkı konusunda kendisine düşen tüm yükümlülerden sıyrılmaya yönelmiştir. Bunu yaparken de; dalga geçer gibi, “çocukların önemi”ne, “gençlerin eğitiminin ülke ve gelecekleri için hayatiyetine” aşırı bir vurgu yapmaya özel bir önem vermiştir, vermeye de devam etmektedir. Öte yandan, hükümetler ve resmi eğitimi planlayanlar; eğitimin en temeline rekabeti koyup, bunu, daha ilkokuldan, hatta anaokullarından başlatmışlardır. Bu durumun kaçınılmaz sonucu olarak da, öğrenciler ve velilerin bir birine karşı rekabete girdiği** bir sistem devreye sokulmuş; böylece veliler ellerinde avuçlarında ne varsa bu yarışa harcamaya teşvik ve mahkum edilmiştir. Elinde avucunda bir şey olmayan emekçi kesimlerin çocukları ise, “zorunlu eğitim” dışında devre dışı kalırken, “zorunlu eğitimin de öğretmen maaşları dışındaki tüm masrafları yoksulluğun ve sefaletin batağına itilen velilere yüklenmiştir. Dolayısıyla, son çeyrek yüzyılda, tekelci burjuvazi ve sermayenin eğitimle dolaysız ve dolaylı olarak ilgili güçleri, eğitimin yükünü tedricen velilere yıkarak, velileri, sadece eğitimin içeriği konusunda değil, eğitim maddi yükü bakımından da sorumlu duruma getirmişlerdir. Bu sorumluluk; velileri, “eğitim hakkı mücadelesi”nin doğrudan tarafı haline getirmiştir.

 

OKUL AİLE BİRLİKLERİ MÜCADELE PLATFORMU OLABİLİR Mİ?

Öte yandan bu durum; Okul Aile Birliği’nin seçimlerinin ve çeşitli türden toplantılarının önemini artırmıştır. Çünkü; Okul Aile Birlikleri, eğitimin içeriğinden okulun bütçesine kadar her sorunun tartışıldığı birer toplantıya dönüşmüş olup; bu toplantılara katılan velilerin, –sırasıyla ve birbirine bağlı olarak– okul idarelerinin, Bakanlığın ve sermayenin yedeği olmaktan çıkarılıp mücadele fikrine kazanılması için de son derece uygun birer zemin haline gelmişlerdir. Bu birlikler, eğitimcilerin, velilerin ve öğrenci temsilcilerinin fikirlerini savunmalarının, eğitimin içeriğine karşı ve okullardaki çeteleşme ve öteki lumpen eğilimleri kışkırtan çevrelerle mücadelenin, okulun disiplin yönetmeliğine ve idarecilerin bilinen despotik tutum ve alışkanlıklarına karşı mücadelenin alanı olarak rol oynayacak bir konuma gelmişlerdir. Bunun değerlendirilmesi son derece önemlidir.

Son 15-20 yıldır, hükümetler ve kendilerini devletin uzantısı olarak gören çeşitli görüşten idareciler, Okul Aile Birlikleri’ni kendi suç ortakları olarak kullanmıştır. Buna bir son verilmek durumundadır ve bunun yapılabilirliği de ortadadır.

Öte yandan eğitimciler, özellikle idealist eğitimciler, böylece demokratik, laik, bilimsel bir eğitim mücadelesinde kendilerine son derece önemli bir dayanak edineceklerdir ve bu nedenle, kuşkusuz ki, idarenin, hükümetin keyfi uygulamalarını püskürtmek için velilerle ilişkilerini geliştirmede, velilerin örgütlenmesinde kendi rollerini oynamalıdırlar. Ancak böylelikle, içine itilmeye çalışıldıkları yalnızlık ve kuşatılmışlıktan kurtulabilirler. Burada, elbette, eğitimci sendikalarının ve onların her kademedeki örgütlerinin*** “eğitim hakkı mücadelesi”nde tutum alması belirleyici bir öneme sahiptir.

Bu, öğrenciler için de çok önemlidir. Çünkü resim eğitimde geleneksel olan, öğretmen ve idarenin, bütün sorunları, öğrencilerin yeterice çalışmadıkları, haytalık, serserilik yaptıklarıyla açıklayarak, velilerin çocuklarını terbiye etmesi için daha çok baskı yapmasını istemeleri; öğrencinin veliye şikayet edilmesidir. Bu yaklaşımla ve Okul Aile Birlikleri aracılığıyla, disiplin kuruları devreye sokularak “hayta öğrenciyi terbiye etmeleri için” velilerin seferber edilmesinin yanı sıra, okula “katkı payı” toplanmasında da öğrenciler velilerin üstüne salınarak, velilerle çocukları karşı karşıya getirilmekteydi. Ancak sorunlar öylesine büyümüştür ki, idareler, veliyle öğrenciyi karşı karşıya getirerek, sorunları aşamamaktadırlar. Bu nedenle, onları bir araya getirerek yedeklemek ihtiyacındadırlar. Bu yüzden de, şimdi, veliler ve öğrencilerin (liselerde öğrenci temsilcilerinin) bir araya gelerek okulların sorunlarını tartışmaları, ortak çözümler bulmaları için bir zemin ortaya çıkmıştır. Burada da öğretmenlere ve eğitimci sendikalarına son derece önemli bir rol düşmektedir.

 

EĞİTİM HAKKI MÜCADELESİNİN DİĞER İKİ ÖNEMLİ ALANI

Elbette ki, “resmi eğitim-öğretim”le sınırlasak bile, “eğitim hakkı” sorunu, sadece ilk ve orta öğretim sorunu değildir. Tersine, eğitim sorunu denilince, bir yandan üniversite öğretimi, öte yandan da “zorunlu eğitim” dışında okuması engellenen milyonlarca işçi ve emekçi gencin meslek edinme eğitimi ve kültürel ve ahlaki yozlaşmalara karşı korunması da, “eğitim hakkı mücadelesi”nin doğrudan konusu olmak durumundadır.

Bir yandan üniversiteler her gün daha büyük ölçüde emekçi sınıfların gençliğine kapatılarak, öte yandan paralı vakıf üniversiteleri aracılığı ile parası olanlara özel ayrıcalıklar sunularak, gençliğin “üniversite eğitimi alma hakkı” darbelenirken, bunlarla da kalınmamakta, üniversitelerin araştırmaları sponsor firmaların çıkarlarına ve insafına teslim edilerek, üniversite eğitimi her bakımdan tahrip edilmekte; dinin, hurafenin, milliyetçiliğin-şovenizmin, bilinemezciliğin, irrasyonel ve idealist dünya görüşünün üniversite üstündeki gölgesi giderek büyümektedir. Bu yüzden, üniversite, düne göre bile, ülke ve halkın sorunlarına çözümler aranan kurumlar olmaktan çok, kapitalist firmaların arka bahçesine dönüştürülmektedir. Dolayısıyla “eğitim hakkı mücadelesi”nin bir yanı da; “demokratik, bilimsel, parasız, herkese açık, patronların kârlarını artıran değil halkın sorunlarını tartışan ve çözümler getiren bir üniversite” mücadelesidir. Ve bu mücadele, sadece üniversite öğrencilerinin ve ailelerinin, sadece üniversitenin öğretim üyelerinin değil, tüm Türkiye halkının mücadelesi olmak, demokrasi mücadelesinin bir parçası ve Türkiye’nin entelektüel geleceğinin belirlenmesi mücadelesi olarak, üniversitede okuyan/okumayan her gencin, her kesimden halkın mücadelesi olmak durumundadır.

“Zorunlu eğitim” okulları (ilkokul ya da bugün ilköğretim okulları) dışında eğitim almamış (ya da hiç okula gitmemiş) gençlik kesimleri yönünden eğitim hakkı mücadelesi ise, bir yandan üniversite eğitimi dahil, tüm eğitim sisteminin parasız olması ve her gelir kesiminden gençliğin eğitim hakkını kullanabilmesi mücadelesi olmanın yanı sıra, kapitalist toplumda varlığı her zaman kaçınılmaz olan ve gençliğin en büyük kesimini oluşturan işçi ve emekçi gençlik yığınlarının (ve taleplerinin karşılanması) mücadelesidir. Bu talepler; meslek edinme ve iş bulma, kültürel, sanatsal eğilimlerinin teşvik edilmesi için uygun kültür evleri ve merkezlerinin yerel yönetimler tarafından karşılanması, gençlerin yoz-lumpen kültürden ve yaşam alanlarından korunması için önlemler, askerlik koşullarına ilişkin talepler, “varoş” yaşamının getirdiği güçlüklerle,… ilgili talepleri kapsamak durumundadır.

 

*                      *                      *

Birer birer alanlarda yürütülecek mücadele alanlarından kalkarak, “tikelden tümele giden” bir yöntemle bakıldığında; “eğitim hakkı için mücadele; bir yandan okullar, öte yandan da semtlerde sürdürülmesi gereken bir mücadeledir. Çünkü sonuçta, eğitimciler, öğrenciler ve veliler emekçi semtlerinde oturmakta; aynı apartmanı, aynı kahvehaneyi, aynı ortak mekanları paylaşmaktadırlar. Dolayısıyla da, sınıf partisi, bu mücadelenin, ancak okuldaki çalışmayı semtteki çalışmayla birleştirerek gelişmesine katkıda bulunmayı üstlendiğinde, kendi üstüne düşeni rolü oynayabilir. “Eğitim hakkı” talebinin içeriği göz önüne alındığında, bu talep, Türkiye’nin demokratikleşmesi mücadelesiyle de yakından ilgili (onun doğrudan parçası) olup, her kesimden halkın en önemli talepleri arasındadır. Bu yüzden de, “gençliğin eğitim hakkı” mücadelesi, sadece gençliğin mücadelesinden ibaret görülemeyeceği gibi, sadece gençlik örgütünün değil, doğrudan partinin her kademedeki örgütlerinin birinci dereceden önemli görevleri içinde görülmesi gereken bir mücadele alanıdır. Çünkü bu alanda yapılacak müdahaleyle, hem her kesimden gençlik yığınlarının hem de emekçi halk yığınlarının örgütlenmesi için önemli bir dayanak sağlanmış olmaktadır.

* “Eğitim” sözcüğü kuşkusuz ki; çok geneldir ve beşikten başlayarak insanın yaşamı boyunca süren, kişinin toplumla çok yönlü ilişkilerini kapsar. Kısaca eğitim; “eski kuşakların deneyimlerinin yeni kuşaklara aktarılması” olarak da tarif edilebilir. Ama, bu deneyim sınıfsaldır ve bu deneyimin nasıl aktarıldığı da egemen sınıfın çıkarı tarafından belirlenir. Eğitim sürecinde, egemen sınıf, bu bilgi aktarımını, çok çeşitli yollarla (aile, okul, dini kurumlar, askerlik, gazete, TV, radyo gibi iletişim aygıtları, gelenek, görenek,…) yapar. Ama, bu yazıda eğitim denince; resmi eğitimi, daha ağırlıklı olarak da ilk ve ortaöğretim kurumlarındaki eğitim-öğretimi ve yeri geldiğinde de yüksek öğretim kurumlarında sürdürülen eğitimi kast edeceğiz.

* Elbette bu konuda bazı girişimler olmuş, veli dernekleri, yer yer, bir taraf olarak müdahaleler yapmışlardır. Ama genel olarak ve mücadele anlayışı açısından bakıldığında, velilerin bu mücadelenin ana bileşenlerinden birisi olarak düşünüldüğü söylenemez.

** Veliler, bir yandan çocuklarının yarışında, aralarında, özel okul, özel ders, dershane gibi ek masraflarla rekabete sokulup yeniden soyulurken, aynı zamanda, Okul Aile Birlikleri’nde görev alan aklı karıştırılmış ya da “tuzu kuru” veliler aracılığı ile bir kez daha bölünüp, birleşip mücadele etmeleri baştan engellenmeye çalışılmaktadır.

*** Eğitim Sen’in geçtiğimiz Eylül ayında açtığı “Okuluma Bütçe İstiyorum” kampanyası, bu bakımdan örnek bir girişimdir. Ama sadece 15 günle sınırlı kalmaz ve bu kampanyanın dikkat çektiği sorunların çözümü için öğrenciler, veliler ve eğitimcilerin birleştirilmesi için adımlar adımlar atılırsa; talep de, kampanya da yerli yerine oturacaktır. Aksi halde, bu girişim sadece 15 günlük bir “sorunlara dikkat çekme” olarak kalırsa, dikkat çekilen sorunlar, idarelerin elinde, eğitimin yükünün halka yıkılmasının dayanağına dönüşür.

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑