Gençliğin Eğitim Hakkı Mücadelesi

 

Son iki yüz yıllık işçi sınıfı mücadelesinin en önemli ve en evrensel kazanımlarından birisi de (buna biricisi demekte de bir sakınca yok); ilk öğretimden başlayarak, eğitimin* “parasız ve bütün vatandaşlara açık” hale getirilmesidir. En azından başlıca kapitalist ülkelerde, bu talep, anayasalara ve yasalara böyle geçirilmiştir.

Elbette ki, sosyalist ülkeler dışındaki uygulamada her zaman sapmalar olmuş, bu hak çoğu zaman kağıt üstünde kalmış, işçi sınıfı ve öteki emekçi sınıfların bu haktan gereği gibi yararlanamaması için egemenler kendi anayasa ve yasalarını bile uygulamaktan kaçınmışlar, çeşitli bahanelerle eğitimdeki adaletsizlik ve seçmeciliği sürdürmüşlerdir. Ama, parasız eğitim hakkı, en azından yasalar ve anayasalar bakımından tartışılmaz kabul edilmiştir.

Son çeyrek yüzyıl içinde ise, bu temel kazanım; uluslararası sermayenin işçi sınıfına ve emekçilerin temel haklarına yönettiği saldırının hedeflerinin ön sıralarına konmuştur.

Uluslararası planda ve birer birer ülkelerde giderek şiddetlenen bir biçimde süren eğitim hakkına yönelik saldırının iki yanı olmuştur. Bunlardan birincisi; eğitimin kapitalist firmalar ve tekeller için bir kâr ve rant alanı olarak yeniden düzenlenmesidir. Bu; bir yandan özel okulların açılması ve sayılarının artmasının teşvik edilmesi biçiminde olurken, öte yandan da, devlet okullarında eğitimin kalitesinin düşürülmesi ve bu okulların dolaylı yollardan (kayıt harcı, katkı payı, temizlik, aydınlanma masrafları, … gibi adlar altında) paralı hale getirilmesi biçiminde olmuştur.

Emekçilerin eğitim hakkına yönelik saldırının ikinci yanını ise, “eğitim müfredatının çağ dışı bir niteliğe büründürülmesi” girişimleri oluşturmaktadır. Çünkü, tıpkı burjuva devlete “parasız eğitimin tüm vatandaşların hakkı olduğu” talebinin kabul ettirilmesinde olduğu gibi, eğitim müfredatının içeriğini belirleyen de, ilerici ve gerici sınıfların mücadelesi olmuş; önce Aydınlanma’nın ve burjuva devrimlerinin, sonra da işçi sınıfı mücadelelerinin ve sosyalizmin yarattığı baskıyla, kapitalist devletlerde de resmi eğitim müfredatı, tedricen  bilimsel, laik, az çok demokratik bir karakter kazanmıştı.

Bugün egemen sınıflar resmi eğitimi yeniden düzenlerken, saldırılarının sivri uçlarından birisini de buraya, eğitimin laik, bilimsel temeline yöneltmiş bulunmaktadırlar.

Bu saldırı ülkeden ülkeye, zamana ve konusuna göre değişse de; temel olarak, eğitimin laik, bilimsel temeline yönelik olarak gelişmektedir. Modern fizikle Newton fiziği arasındaki fark, İzafiyet Kuramı ile Kuantum Kuramı arasındaki “boşluk”, genetikteki keşifler çarpıtılıp bozuşturularak, bilimin 500 yıl önce reddettiği safsatalar yeniden resmi eğitime sokulmaya çalışılmaktadır.  Bilimin, bilimsel bilginin kuşkulu hale getirilmesi, “gerçeğin bilinemeyeceği” fikrinin savunulmasının yanı sıra, “dinin gerçeği ile bilimin gerçeğinin aynı değerde” olduğu gibi görüşlerin eğitime sokulması çabaları giderek yoğunlaşmaktadır.

Biliyoruz ki; Ortaçağ’ın sonlarında başlayan bilim ve din çatışmasında, burjuvazi, bilimin din karşısında başarı sağlaması, dini dogmanın bilimin alanından sürülüp atılmasını destekledi. Bu, feodal aristokrasinin ve Kilise’nin otoritesinin yıkılması ve burjuvazinin egemenliği için zorunluydu. Böylece, yeni nesilleri kendi iktidarının meşruiyetine inandırma temelinde eğitmek isteyen burjuvazinin bu yönelimi, eğitimin laik ve bilimsel bir temele sahip olmasının yolunu da açtı. Ama uzunca bir zamandan beri burjuvazi, gerçeklerin bilinmesinin kendi iktidarının devamına değil yıkılmasına hizmet ettiğinin farkındadır. Ve burjuvazi bu gerçeği fark etmesinden beri, eğitim sistemini de gerçeğin değil, gerçek dışılığın üstüne kurmaya yönelmiştir. Bu yöneliş, aslında 19. yüzyılın ikinci yarısına kadar gider. Ama, tam burjuvazi geriye yönelir ve kendi devrimci temelini reddetmeye girişirken, işçi sınıfının toplumun kaderine el atan bir güç olarak tarih sahnesine çıktığı çağ başlamıştır. İşçiler; 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren burjuvaziyle hayatın her alanında giriştikleri mücadelede, resmi eğitimin içeriğinden eğitim hakkının giderek yaygın bir biçimde kullanılmasına kadar parasız, demokratik, bilimsel, laik eğitim hakkını da savunmuş, bu doğrultuda mücadelelerini bilinçle sürdürmüşlerdir. Ekim Devrimi’yle birlikte ise, burjuvazi eğitimi istediği yöne çekemediği gibi, eğitimin (ilk öğretimin mecburileştirilmesi, orta ve üniversite öğretimin kitleselleşmesi) daha da kitleselleşmesini de kabul etmek zorunda kalmıştır.

Ancak işçi hareketi ve sosyalizmin uğradığı yenilgi üzerinden, burjuvazi, aradığı fırsatı artık yakaladığını düşündüğü için, son çeyrek yüzyılda, resmi eğitimi; dinin, bilinemezciliğin kıskacına alarak, bilim dışı bir temel üstünde yeniden biçimlendirmeye girişmiştir.

Başka bir söyleyişle, eğitimin emekçilerin hakkı olarak anayasalara ve yasalara girmesi; egemen burjuvazinin ihtiyaçların değil emekçilerin mücadelesinin ve sosyalizmin baskısıyla olmuştur. Bu yüzden de, bu mücadele irtifa kaybettiği ve baskısının kalktığı koşullarda, bu hakların da hak olmaktan çıkması, eğitimin, bir yandan dini ve bilinemezci bir temele kaydırılırken, aynı zamanda da sadece parasını ödeyenler için bir olanak olmaya devam edebileceği açıktır.

Bir yandan sınıflar mücadelesi tarihi, öte yandan Türkiye’de bu alanda son yıllarda olup bitenler göstermektedir ki; “eğitim hakkını savunmak”, burjuvazinin eğitimin temeline yönelik saldırısını püskürtmek, her kademede eğitim hakkından emekçi sınıflardan gelen gençlerin de yararlanmasının sağlanması, ancak ciddi bir mücadele yürütüldüğü ölçüde mümkün olabilecektir. Bu mücadele, elbette en başta işçi sınıfı örgütlerinin; sendikalar ve öteki emekçi sınıf örgütlerinin sorunudur. Bunun farkında olunduğu için de, az çok emek mücadelesi yürüten, böyle bir kaygı duyan örgütler, “parasız, bilimsel, demokratik, laik bir eğitim” talebini de dile getirmektedirler. Ancak saldırının boyutları göz önüne alındığında; bu talebin savunulması; sermaye güçlerinin saldırılarının püskürtülmesi çok daha kapsamlı bir mücadeleyi öne çıkarmayı zorunlu kılmaktadır.

Türkiye’nin koşulları eğitimin bilimsel temeline yönelen dinsel dogma ve milliyetçi ön yargılar üstünden gelen saldırıya karşı mücadeleyi zorunlu kıldığı gibi, mücadelenin, “ana dilde eğitim hakkı” mücadelesini de kapsayan bir mücadele olması ihtiyacı, “eğitim hakkı mücadelesi”nin göz ardı edemeyeceği gerçeklerdendir. Hem bilimsel hem de ana dilde eğitim talepleri, yalnızca eğitimin değil ülkenin demokratikleştirilmesi mücadelesinin önemli dayanaklarındandır.

Yukarıda değinildiği gibi bilimsel eğitimin önemi ortadadır. Öte yandan, özellikle Kürt sorununun bunca çözümsüzlüğe itildiği koşullarda önemi daha da büyümektedir. Yalnızca tüm diller ve kültürlerin eşitliği ve gelişmesinin önündeki engellerin kaldırılmasının tamamen demokratik içeriği bakımından değil, algılama ve kavrama yanında bir dönüştürme etkinliği olan eğitim ve öğretimin başarısı bakımından da ana dilde eğitim hakkının savunulmasından vazgeçilemez ve bu hak, sadece bir demokratik hak olmakla kalmaz, aynı zamanda insani bir haktır da. Üstelik, ana dilde eğitim hakkının savunulmasıyla birleştirilmediğinde, parasız, bilimsel, laik, demokratik eğitim hakkı talebinin yarımlaşacağı ve bütün milliyetlerden gençliği ve halkı etrafında birleştirme yeteneğinin kendisini yeterince güçlü ortaya koyamayacağı bilinerek, demokratik eğitim hakkı tüm yönleriyle savunulmak durumundadır.

 

EĞİTİM HAKKI MÜCADELESİNİ ÜÇ BİLEŞENİ

Türkiye’deki mevcut durum göz önüne alındığında, bu mücadelenin üç önemli ve somut bileşeni olduğu görülmektedir. Bunlar; öğrenciler, eğitimciler ve velilerdir.

Burada iki alışkanlığa dikkat çekmek gerekir. Bunlardan birincisi; “eğitim hakkı mücadelesi” dendiğinde, akla hemen, üniversite öğrencilerinin yaklaşık kırk yıldır sürdürdüğü “demokratik üniversite mücadelesi”nden esinlenilerek olsa gerek, öğrencilerin yürüteceği bir mücadele gelmesidir. İkincisi ise; Türkiye’nin eğitimcilerinin geleneksel ve eğitimin sorunlarını sahiplenen tutumlarından gelen, “eğitim sorunlarını idealist öğretmenlerin çözeceği” fikridir.

Kuşkusuz ki; bunlar önemlidir, ama bugün “eğitim hakkı mücadelesi”, onu, ne sadece öğrencilerin ne sadece eğitimcilerin üstlenip yürütmesiyle başarılacak türden değildir. Tam tersine, bu mücadelede elbette öğrenciler olacaktır, elbette eğitimciler de yer alacaktır, ama bugüne kadar, bu alanda bir mücadele bileşeni olarak görülmeyen öğrenci velileri de* bu mücadeleye katılmak zorundadırlar.

Oysa şu ortadadır ki, devlet, halkın, gençliğin eğitim hakkı konusunda kendisine düşen tüm yükümlülerden sıyrılmaya yönelmiştir. Bunu yaparken de; dalga geçer gibi, “çocukların önemi”ne, “gençlerin eğitiminin ülke ve gelecekleri için hayatiyetine” aşırı bir vurgu yapmaya özel bir önem vermiştir, vermeye de devam etmektedir. Öte yandan, hükümetler ve resmi eğitimi planlayanlar; eğitimin en temeline rekabeti koyup, bunu, daha ilkokuldan, hatta anaokullarından başlatmışlardır. Bu durumun kaçınılmaz sonucu olarak da, öğrenciler ve velilerin bir birine karşı rekabete girdiği** bir sistem devreye sokulmuş; böylece veliler ellerinde avuçlarında ne varsa bu yarışa harcamaya teşvik ve mahkum edilmiştir. Elinde avucunda bir şey olmayan emekçi kesimlerin çocukları ise, “zorunlu eğitim” dışında devre dışı kalırken, “zorunlu eğitimin de öğretmen maaşları dışındaki tüm masrafları yoksulluğun ve sefaletin batağına itilen velilere yüklenmiştir. Dolayısıyla, son çeyrek yüzyılda, tekelci burjuvazi ve sermayenin eğitimle dolaysız ve dolaylı olarak ilgili güçleri, eğitimin yükünü tedricen velilere yıkarak, velileri, sadece eğitimin içeriği konusunda değil, eğitim maddi yükü bakımından da sorumlu duruma getirmişlerdir. Bu sorumluluk; velileri, “eğitim hakkı mücadelesi”nin doğrudan tarafı haline getirmiştir.

 

OKUL AİLE BİRLİKLERİ MÜCADELE PLATFORMU OLABİLİR Mİ?

Öte yandan bu durum; Okul Aile Birliği’nin seçimlerinin ve çeşitli türden toplantılarının önemini artırmıştır. Çünkü; Okul Aile Birlikleri, eğitimin içeriğinden okulun bütçesine kadar her sorunun tartışıldığı birer toplantıya dönüşmüş olup; bu toplantılara katılan velilerin, –sırasıyla ve birbirine bağlı olarak– okul idarelerinin, Bakanlığın ve sermayenin yedeği olmaktan çıkarılıp mücadele fikrine kazanılması için de son derece uygun birer zemin haline gelmişlerdir. Bu birlikler, eğitimcilerin, velilerin ve öğrenci temsilcilerinin fikirlerini savunmalarının, eğitimin içeriğine karşı ve okullardaki çeteleşme ve öteki lumpen eğilimleri kışkırtan çevrelerle mücadelenin, okulun disiplin yönetmeliğine ve idarecilerin bilinen despotik tutum ve alışkanlıklarına karşı mücadelenin alanı olarak rol oynayacak bir konuma gelmişlerdir. Bunun değerlendirilmesi son derece önemlidir.

Son 15-20 yıldır, hükümetler ve kendilerini devletin uzantısı olarak gören çeşitli görüşten idareciler, Okul Aile Birlikleri’ni kendi suç ortakları olarak kullanmıştır. Buna bir son verilmek durumundadır ve bunun yapılabilirliği de ortadadır.

Öte yandan eğitimciler, özellikle idealist eğitimciler, böylece demokratik, laik, bilimsel bir eğitim mücadelesinde kendilerine son derece önemli bir dayanak edineceklerdir ve bu nedenle, kuşkusuz ki, idarenin, hükümetin keyfi uygulamalarını püskürtmek için velilerle ilişkilerini geliştirmede, velilerin örgütlenmesinde kendi rollerini oynamalıdırlar. Ancak böylelikle, içine itilmeye çalışıldıkları yalnızlık ve kuşatılmışlıktan kurtulabilirler. Burada, elbette, eğitimci sendikalarının ve onların her kademedeki örgütlerinin*** “eğitim hakkı mücadelesi”nde tutum alması belirleyici bir öneme sahiptir.

Bu, öğrenciler için de çok önemlidir. Çünkü resim eğitimde geleneksel olan, öğretmen ve idarenin, bütün sorunları, öğrencilerin yeterice çalışmadıkları, haytalık, serserilik yaptıklarıyla açıklayarak, velilerin çocuklarını terbiye etmesi için daha çok baskı yapmasını istemeleri; öğrencinin veliye şikayet edilmesidir. Bu yaklaşımla ve Okul Aile Birlikleri aracılığıyla, disiplin kuruları devreye sokularak “hayta öğrenciyi terbiye etmeleri için” velilerin seferber edilmesinin yanı sıra, okula “katkı payı” toplanmasında da öğrenciler velilerin üstüne salınarak, velilerle çocukları karşı karşıya getirilmekteydi. Ancak sorunlar öylesine büyümüştür ki, idareler, veliyle öğrenciyi karşı karşıya getirerek, sorunları aşamamaktadırlar. Bu nedenle, onları bir araya getirerek yedeklemek ihtiyacındadırlar. Bu yüzden de, şimdi, veliler ve öğrencilerin (liselerde öğrenci temsilcilerinin) bir araya gelerek okulların sorunlarını tartışmaları, ortak çözümler bulmaları için bir zemin ortaya çıkmıştır. Burada da öğretmenlere ve eğitimci sendikalarına son derece önemli bir rol düşmektedir.

 

EĞİTİM HAKKI MÜCADELESİNİN DİĞER İKİ ÖNEMLİ ALANI

Elbette ki, “resmi eğitim-öğretim”le sınırlasak bile, “eğitim hakkı” sorunu, sadece ilk ve orta öğretim sorunu değildir. Tersine, eğitim sorunu denilince, bir yandan üniversite öğretimi, öte yandan da “zorunlu eğitim” dışında okuması engellenen milyonlarca işçi ve emekçi gencin meslek edinme eğitimi ve kültürel ve ahlaki yozlaşmalara karşı korunması da, “eğitim hakkı mücadelesi”nin doğrudan konusu olmak durumundadır.

Bir yandan üniversiteler her gün daha büyük ölçüde emekçi sınıfların gençliğine kapatılarak, öte yandan paralı vakıf üniversiteleri aracılığı ile parası olanlara özel ayrıcalıklar sunularak, gençliğin “üniversite eğitimi alma hakkı” darbelenirken, bunlarla da kalınmamakta, üniversitelerin araştırmaları sponsor firmaların çıkarlarına ve insafına teslim edilerek, üniversite eğitimi her bakımdan tahrip edilmekte; dinin, hurafenin, milliyetçiliğin-şovenizmin, bilinemezciliğin, irrasyonel ve idealist dünya görüşünün üniversite üstündeki gölgesi giderek büyümektedir. Bu yüzden, üniversite, düne göre bile, ülke ve halkın sorunlarına çözümler aranan kurumlar olmaktan çok, kapitalist firmaların arka bahçesine dönüştürülmektedir. Dolayısıyla “eğitim hakkı mücadelesi”nin bir yanı da; “demokratik, bilimsel, parasız, herkese açık, patronların kârlarını artıran değil halkın sorunlarını tartışan ve çözümler getiren bir üniversite” mücadelesidir. Ve bu mücadele, sadece üniversite öğrencilerinin ve ailelerinin, sadece üniversitenin öğretim üyelerinin değil, tüm Türkiye halkının mücadelesi olmak, demokrasi mücadelesinin bir parçası ve Türkiye’nin entelektüel geleceğinin belirlenmesi mücadelesi olarak, üniversitede okuyan/okumayan her gencin, her kesimden halkın mücadelesi olmak durumundadır.

“Zorunlu eğitim” okulları (ilkokul ya da bugün ilköğretim okulları) dışında eğitim almamış (ya da hiç okula gitmemiş) gençlik kesimleri yönünden eğitim hakkı mücadelesi ise, bir yandan üniversite eğitimi dahil, tüm eğitim sisteminin parasız olması ve her gelir kesiminden gençliğin eğitim hakkını kullanabilmesi mücadelesi olmanın yanı sıra, kapitalist toplumda varlığı her zaman kaçınılmaz olan ve gençliğin en büyük kesimini oluşturan işçi ve emekçi gençlik yığınlarının (ve taleplerinin karşılanması) mücadelesidir. Bu talepler; meslek edinme ve iş bulma, kültürel, sanatsal eğilimlerinin teşvik edilmesi için uygun kültür evleri ve merkezlerinin yerel yönetimler tarafından karşılanması, gençlerin yoz-lumpen kültürden ve yaşam alanlarından korunması için önlemler, askerlik koşullarına ilişkin talepler, “varoş” yaşamının getirdiği güçlüklerle,… ilgili talepleri kapsamak durumundadır.

 

*                      *                      *

Birer birer alanlarda yürütülecek mücadele alanlarından kalkarak, “tikelden tümele giden” bir yöntemle bakıldığında; “eğitim hakkı için mücadele; bir yandan okullar, öte yandan da semtlerde sürdürülmesi gereken bir mücadeledir. Çünkü sonuçta, eğitimciler, öğrenciler ve veliler emekçi semtlerinde oturmakta; aynı apartmanı, aynı kahvehaneyi, aynı ortak mekanları paylaşmaktadırlar. Dolayısıyla da, sınıf partisi, bu mücadelenin, ancak okuldaki çalışmayı semtteki çalışmayla birleştirerek gelişmesine katkıda bulunmayı üstlendiğinde, kendi üstüne düşeni rolü oynayabilir. “Eğitim hakkı” talebinin içeriği göz önüne alındığında, bu talep, Türkiye’nin demokratikleşmesi mücadelesiyle de yakından ilgili (onun doğrudan parçası) olup, her kesimden halkın en önemli talepleri arasındadır. Bu yüzden de, “gençliğin eğitim hakkı” mücadelesi, sadece gençliğin mücadelesinden ibaret görülemeyeceği gibi, sadece gençlik örgütünün değil, doğrudan partinin her kademedeki örgütlerinin birinci dereceden önemli görevleri içinde görülmesi gereken bir mücadele alanıdır. Çünkü bu alanda yapılacak müdahaleyle, hem her kesimden gençlik yığınlarının hem de emekçi halk yığınlarının örgütlenmesi için önemli bir dayanak sağlanmış olmaktadır.

* “Eğitim” sözcüğü kuşkusuz ki; çok geneldir ve beşikten başlayarak insanın yaşamı boyunca süren, kişinin toplumla çok yönlü ilişkilerini kapsar. Kısaca eğitim; “eski kuşakların deneyimlerinin yeni kuşaklara aktarılması” olarak da tarif edilebilir. Ama, bu deneyim sınıfsaldır ve bu deneyimin nasıl aktarıldığı da egemen sınıfın çıkarı tarafından belirlenir. Eğitim sürecinde, egemen sınıf, bu bilgi aktarımını, çok çeşitli yollarla (aile, okul, dini kurumlar, askerlik, gazete, TV, radyo gibi iletişim aygıtları, gelenek, görenek,…) yapar. Ama, bu yazıda eğitim denince; resmi eğitimi, daha ağırlıklı olarak da ilk ve ortaöğretim kurumlarındaki eğitim-öğretimi ve yeri geldiğinde de yüksek öğretim kurumlarında sürdürülen eğitimi kast edeceğiz.

* Elbette bu konuda bazı girişimler olmuş, veli dernekleri, yer yer, bir taraf olarak müdahaleler yapmışlardır. Ama genel olarak ve mücadele anlayışı açısından bakıldığında, velilerin bu mücadelenin ana bileşenlerinden birisi olarak düşünüldüğü söylenemez.

** Veliler, bir yandan çocuklarının yarışında, aralarında, özel okul, özel ders, dershane gibi ek masraflarla rekabete sokulup yeniden soyulurken, aynı zamanda, Okul Aile Birlikleri’nde görev alan aklı karıştırılmış ya da “tuzu kuru” veliler aracılığı ile bir kez daha bölünüp, birleşip mücadele etmeleri baştan engellenmeye çalışılmaktadır.

*** Eğitim Sen’in geçtiğimiz Eylül ayında açtığı “Okuluma Bütçe İstiyorum” kampanyası, bu bakımdan örnek bir girişimdir. Ama sadece 15 günle sınırlı kalmaz ve bu kampanyanın dikkat çektiği sorunların çözümü için öğrenciler, veliler ve eğitimcilerin birleştirilmesi için adımlar adımlar atılırsa; talep de, kampanya da yerli yerine oturacaktır. Aksi halde, bu girişim sadece 15 günlük bir “sorunlara dikkat çekme” olarak kalırsa, dikkat çekilen sorunlar, idarelerin elinde, eğitimin yükünün halka yıkılmasının dayanağına dönüşür.

Demokratik Eğitim: Birleşik Bir Mücadele Alanı

GİRİŞ

 

İnsan ve eğitim, kopmaz bağlarla birbirlerine bağlı kavramlardır. Çünkü eğitim, insanın tarihiyle başlar. Eğitimin ilkel dönemi, sözel ve davranış ilişkilerinin yaşam içindeki örgütsüz halidir. Sınıflı toplumların başlangıcı ile eğitim, bir üstyapı kurumu olarak şekillenmiş ve devlet örgütlenmesinin en temel organlarından birisi olmuştur. Eğitimin tarih boyunca devlet örgütlenmesi altındaki temel işlevi, egemen sınıfın iktisadi egemenliğini ve devlet yönetimindeki devamlılığını güçlendirmek olmuştur. Eğitim, okul içi ve okul dışı faaliyetlerini egemen sınıfın ihtiyaçlarına göre planlar, uygular ve kurumsallaşmasını bu ihtiyaca bağlı olarak tamamlar. Şekillenmesi ise, sosyo-ekonomik yapıya göredir.

Sanayi Devrimi öncesinde seçkin azınlığın kullandığı bir “lüks” olan eğitim, devrim sonrasında, üretimin ihtiyaçları çerçevesinde kitleselleşmiştir. Kitleselleşen eğitimin bir hak olarak kabul edilmesi Fransız Devrimi’nin ertesinde, bu hakkın fiilen yaşam bulması ise Ekim Devrimi’nin yarattığı koşullarda gerçekleşmiştir.

Yirminci yüzyılın ikinci yarısından itibaren, bilimsel sıçramalar ile birlikte eğitim, tarih boyunca hiç olmadığı kadar önemli bir konuma yükselmiştir. Günümüzde de eğitimin bu önemi artarak devam etmektedir.

 

DEMOKRASİ VE EĞİTİM

Demokrasi, başta tanımlayanın sınıfsal konumu ve siyasi anlayışı olmak üzere, zamana, mekâna ve koşullara göre farklı biçimlerde algılanan bir kavramdır[1]. Bu, aynı zamanda, demokrasinin, hem kendisine çok fazla işlev yüklenen ve çeşitli biçimlerde yüceltilen hem de en fazla çekiştirilen kavramlardan olduğu anlamındadır.

Oysa tüm kavram ve ifadelendirdiği olgu ya da şeyler gibi, demokrasi de, tarihseldir ve belirli bir sınıf içeriğine sahiptir. Tarih, sınıflar ve devletin ilk oluşma dönemlerinde, henüz ilkel komünal toplum tamamıyla çözülmemişken askeri demokrasiye ve ardından, köleci eski Yunan ve Roma’da köle sahiplerinin demokrasisine tanıklık etmiş, sonra feodal toplumun aristokratik demokrasisi de görünmüştür. Komünal toplumun tüm üyelerini kapsayan demokrasisi bir yana bırakılırsa, diğerleri, köle sahipleri ve feodal egemenler için demokrasi olmuş ve kölelerle serfler için zorbalıktan başka bir anlam taşımamıştır.

Demokrasi üzerine çok konuşulmasıysa kapitalizmle birlikte olmuştur. Kapitalizmin doğup gelişmesiyle birlikte feodal ayrıcalıklar ve zorbalığa karşı oluşan tepki, bir yandan rasyonalizmin yükselişiyle Aydınlanmaya, diğer yanıyla ise eşitlikçi, demokratik, özgürlükçü fikirlerin yayılmasına zemin oluşturmuştur. Demokrasi, kuşkusuz burjuva demokrasisi olarak, bu zeminde şekillenmiş ve kapitalizmin gelişmesi için en elverişli koşulları sunmuştur. Eşitlik eşit değerler değişimi, özgürlük de ticaret özgürlüğü içeriğine sahip olmasına, bu nedenle güdüklüğüne ve sömürülen yığınları dışlamasına rağmen, feodal zorbalık karşısında modern demokrasi, tarihsel bakımdan ilerici, devrimci bir rol oynamıştır. Burjuvazinin kendi çıkarlarını bütün halkın çıkarları olarak ileri sürmesi ve kendi sınıf egemenliğini, demokrasiyi tanımlarken kullandığı “halkın egemenliği” olarak göstermesi, sorunun bir yanıdır ve demokrasinin sosyal temelleri ve gerçekleşme olanaklarını kapsayarak derinleştirilmesi ihtiyacına işaret eder. Ancak bu durum, toprağa ve kişiye bağımlılık ilişkileri ve imtiyazlarıyla birlikte feodal zorbalık karşıtlığının salt siyasal (biçimsel) içerik taşısa da eşitlikçilik ve özgürlükçülüğünün, aynı biçimsel içeriğiyle burjuva demokratik hakların ve siyasal demokrasinin tarihsel öneminden kaybettirmez. Hele öncesinde bile feodallerle uzlaşmaya ve gericiliğe eğilim gösteren burjuvazinin tekellerin egemenliği ve emperyalizmle birlikte tamamen gericileşmesi, demokratik hak ve özgürlükleri çiğneme ve demokrasi karşıtlığının asıl gücü haline gelmesi, demokratikleşmesini tamamlamamış emperyalizmin baskısı altındaki ülkeler bakımından özellikle geçerli olmak üzere, burjuva içerikli demokratik hakların ve siyasal demokrasinin değerinden kaybetmek bir yana, bugün hala anahtar rolü oynamak üzere önemini korumasının temel nedeni ve dayanağı durumundadır. Buradan, burjuva içeriğine karşın, demokratik hak ve özgürlükleriyle siyasal demokrasinin savunulmasının artık emekçi halka düştüğü sonucu çıkar. Demokratikleşme sürecini tamamlamamış ülkeler bakımından halkın demokrasi mücadelesi, artık Ortaçağ karanlığını da hizmetine koşan tekelci, yasakçı burjuva gericiliği karşısında burjuva demokratik hak ve özgürlüklerin savunulması mücadelesidir, bütün toplumsal mücadele alanlarını kucaklamaktadır ve toplumsal ilerlemenin zorunlu acil ihtiyacı durumundadır.

Bu, eğitim alanını da kapsamaktadır. Eğitimde demokrasi, günümüzün temel eğitim, bilim ve siyaset sorunları arasında yerini almıştır.

Eğitimde demokrasi iki şekilde ele alınmaktadır. Birincisi, eğitimin amaçlarıyla ve içeriğiyle ilgili olarak “demokratik eğitim”, ikincisi de eğitimin işleyişi açısından ele alınabilen “eğitimde (okulda) demokrasi”dir. Eğitimde demokrasi, demokratik eğitimin hem sonucu hem de ön koşullarından birisidir.

Eğitim, en basit tanımıyla bireyde davranış değiştirme sürecidir. Bireyde davranış değişikliğinin dayanacağı temeller ya da referans noktaları, bireyin içinde yaşadığı toplumun ekonomik, sosyal ve kültürel yapısıdır. Çünkü eğitim, davranış değiştirme süreci sonucunda bireyi toplumun uyumlu bir üyesi haline getirmeyi hedeflemektedir. Böylece, bir yandan birey toplumun değerlerini benimsemek suretiyle toplumda kendine bir yer edinebilmekte, öbür yandan da yetişen her bireyin topluma uyumu sonucunda mevcut toplumsal ilişkilerin devamı garanti altına alınabilmektedir. Bu bağlamda ele alındığında, eğitim, toplumdaki hâkim anlayışa göre şekillenmekte ve işlemektedir.

Bir toplumdaki eğitimin demokratik olup olmaması da o toplumun demokratik bir yönetim altında olup olmamasıyla doğrudan ilgilidir. Her ne kadar demokrasi “halkın egemenliği temeline dayalı bir yönetim biçimi” olarak tanımlansa da, halk egemenliğinin fiilen yaşam bulduğuna ilişkin kabuller açısından, sermaye ve emek kesimlerinin uzlaşması olanaklı değildir. Ve bu nedenle, demokrasiden söz edildiğinde, asgari olarak hukuk karşısında eşitlik ve burjuva içerikli düşünce, ifade, örgütlenme vb. siyasal özgürlükleri belirten demokratik haklar ve geçerlilikleri anlaşılmak gerektir.

Bu koşullar altında demokratik eğitimi, günümüzde Türkiye halklarının ihtiyaç ve talepleri üzerinden tanımlamak, özellikle sermaye kesiminin, emekçilerin kafasını bulandıran yıkıcı propagandalarından korunmak açısından zorunludur.

 

DEMOKRATİK EĞİTİMİN NİTELİKLERİ

Demokratik eğitim, öncelikle demokratik bir toplum yapısının varlığına bağlıdır. Ancak bu koşulun gerçekleşmediği durumlarda da demokratik eğitim, sınıflar arası mücadelenin sürdürüldüğü alanlardan birisi olmaktadır. Bu mücadelenin boyutları ise, “demokratik eğitim nedir? Ya da nasıl olmalıdır?” sorusuna verilecek yanıta göre şekillenmelidir.

Eğitime yön veren temel belge, eğitim programıdır (müfredat). Program, bir eğitim etkinliği sonucunda eğitilenlerde nasıl bir değişim yapılacağını ortaya koyan bir tür plandır. Programda, eğitimin amaçları, bu amaçları gerçekleştirecek içerik, içeriğin hangi araçlarla (ders kitabı vb.) sunulacağı ve içeriğin sunulma yöntemi yer almaktadır. Öncelikle eğitim programının amaçları, demokratiklik konusunda önemli ipuçları vermektedir. Demokratik bir eğitim programının amaçları; insan hak ve özgürlüklerine saygılı, laik, bilimsel, düşünce ve ifade özgürlüğüne dayalı, barışçıl, eşitlikçi, evrensel, ulusal ve toplumsal sorunlara duyarlı, emekten yana, kadın haklarına ve çevre sorunlarına duyarlı, değişime açık ve yerel ihtiyaçlara göre esneyebilen bir nitelikte olmalıdır.

Amaçların demokratik bir nitelikte olması tek başına yeterli değildir. Programın amaçlarına ulaşılabilmesi için, seçilen derslere ilişkin kitaplar ve diğer yardımcı ders araç gereçleri de önemlidir. Ders kitapları, fiziksel olarak (kâğıt kalitesi, resimler, yazı karakteri vb.) sahip olması gereken özelliklerden önce, içerik olarak programın amaçlarında sayılan nitelikleri karşılayabilmelidir.

Program açısından belki de en fazla göz ardı edilen nokta, yöntemdir. Programın amaçlarına ulaşılmasında izlenecek yöntemin demokratik olmasının ön koşullarından bir tanesi, eğitim bilimlerinin ortaya koyduğu bilimsel gerçeklere uygun olmasıdır. Burada esas alınması gereken temel nokta, başarıdır. Başarı, hangi sosyal çevreden gelirse gelsin, tüm öğrenciler açısından, programın amaçlarına ulaşılması anlamına gelmektedir. Bir diğer deyişle, öğrenmenin gerçekleşmesidir. Eğitim bilimlerinin yöntem üzerine yaptığı çalışmalar göstermektedir ki, bir çocuğun kendi dilinde (ana dilinde) eğitim alması, başarılı olma olasılığını oldukça yükseltmektedir. Günümüzde politik bir sorun olarak tartışılan anadilde eğitim, gerçekte bir yöntem sorunudur ve demokratik eğitimin olmazsa olmazlarındandır[2]. Yönteme ilişkin diğer değişkenler ise, eğitim sürecinin planlı olması, öğrenciyi ve ihtiyaçlarını merkeze alması, her türlü şiddet ve ceza uygulamalarından arındırılmış olması şeklinde sıralanabilir.

Özetlenecek olursa, demokratik eğitim; demokratik amaçlara ulaşmak için seçilmiş içeriğin, bu amaçlara uyumlu ders araç gereçlerini kullanarak, amaçlara götüren bir yöntemin varlığı sonucunda oluşmaktadır. Ancak böylesine bir sonucun gerçekleşmesi, öncelikle, “eğitimde demokrasi”nin işletilmesi ile olanaklıdır.

Daha önce de söylendiği gibi, eğitimde demokrasi, demokratik eğitimin hem sonucu, hem de ön koşuludur. Sonucudur, çünkü eğitimde demokrasi olabilmesi için, eğitimin, yukarıda açıklanmaya çalışıldığı şekilde, demokratik bir program çerçevesine oturtulması gerekmektedir. Öte yandan eğitimde demokrasi, demokratik bir programın işlemesini sağlaması açısından, demokratik eğitimin ön koşuludur.

Eğitimde demokrasi, eğitim sisteminin işleyişi ile ilgili boyutları kapsamaktadır. Öğrencilerin okula kayıtlarından mezuniyetlerine kadar geçen süreçte karşılaştıkları her türlü uygulama, eğitim programının hazırlanmasından uygulama sonuçlarının değerlendirilmesine kadar geçen süreçler, yetiştirme ve istihdam süreçlerinde eğitim ve bilim emekçilerinin karşılaştıkları uygulamalar ve daha birçok yönetim süreci, eğitimde demokrasinin işletilebileceği alanlardır. Bu çerçevede eğitimde demokrasinin kapsamı ya da hangi durumlarda eğitimde demokrasiden bahsedilebileceğine ilişkin açıklamalar, bu yazının sınırlarını aşacak bir ayrıntı ve genişliğe sahiptir.

Ancak yine de eğitimde demokrasinin işletilebilmesi açısından gerekli olan birkaç temel nokta olduğu söylenebilir:

Öncelikle eğitim hizmeti herkese açık olmalıdır. Hiç kimse ekonomik, toplumsal, kültürel, siyasi ya da başka bir nedenle eğitim hizmetinden mahrum kalmamalıdır. Bunun için, ülkedeki yasalar herkesin eğitim almasını güvence altına alacak şekilde düzenlenmeli ve devlet, dezavantajlı (yoksul, sokakta yaşayan, engelli, kırsal kesimde yaşayan, gecekonduda yaşayan, kız vb.) çocuklara olumlu ayrımcı uygulamalarla destek olmalıdır. Elbetteki herkes için eğitim olanaklarının oluşturulması, halkın bu konudaki talebini yüksek sesle dile getirmesine ve devletin gerekli olan kaynakları sağlama konusunda zorlanmasına bağlıdır.

İkincisi, eğitim bir kamu görevi olarak, devlet tarafından sunulmalı ve gerekli olan finansman kaynakları devlet bütçesinden karşılanmalıdır. Bir diğer deyişle, eğitim, herkes için parasız olmalıdır. Eğitimin parasız olması, bir yandan okulların öğrenciden kayıt veya başka adlar altında ücret almamasını, öbür yandan bir öğrencinin beslenme ve sağlık giderlerini de kapsayacak şekilde eğitime devam edebilmesi için gerekli giderlerin karşılanmasını, bir diğer yandan da özel sektör tarafından eğitim kurumu işletilmesinin engellenmesini içermektedir. Yani eğitimde demokrasiden bahsedilebilmesi için, eğitimin kamu tarafından finanse edilmesi ve özel sektörün bu alana “girişmesinin” engellenmesi gerekmektedir.

Eğitimde demokrasinin işleyebilmesinin koşullarından birisi de, yönetim süreçlerine ilişkin uygulamalardır. Eğitimde demokrasi, eğitim ile doğrudan ilgili tarafların (öğrenciler, eğitim ve bilim emekçileri, veliler ve onları temsil eden örgütler) yönetime katılabilmelerine, yönetimi denetleyebilmelerini, yöneticileri seçebilmelerine ve gerektiğinde değiştirebilmelerine olanak tanınmasını gereksinir. Başka türlü demokrasi laf düzeyinde kalacak ve ancak dayatmalardan söz edilebilecektir.

 

DEMOKRATİK EĞİTİM ÖNÜNDEKİ ENGELLERİN TEMELİ

Eğitimde demokrasinin koşullarına ilişkin olarak sıralanan bu üç nokta (herkese eğitim, parasız eğitim, yönetime katılma), tersinden bakıldığında, günümüzde demokratik eğitim ya da eğitimde demokrasinin önündeki en önemli engeller olarak görünmektedir. Türkiye’de yüz binlerce çocuk ve genç, en temel haklarından biri olan zorunlu eğitime dahi devam edememektedir. Çeşitli adlar altında devlet okullarında ailelerden yüklü miktarlarda ödeme yapmaları istenmekte, artan devlet teşvikleriyle birlikte her gün yeni bir özel okul ortaya çıkmaktadır. Merkezden en ücra birime kadar yönetim kademeleri, anti demokratik uygulamalarla ön plana çıkmakta ve iktidarın kadrolaşma açgözlülüğü içinde, kamu görevleri, yetersiz ellere teslim edilmektedir.

Gerçekte bu sorunlar, yalnızca Türkiye’ye özgü değildir. Kapitalizmin piyasa ilişkileri içinde, emperyalizmin sömürüsü altında ezilen tüm azgelişmiş ve geri kalmış ülkeler bu sorunlarla karşı karşıyadırlar. Çünkü IMF, DB, DTÖ, BM gibi uluslararası örgütler tarafından dünyaya dayatılan yeni liberal ekonomi politikaları; özelleştirme, yerelleşme, yönetişim, TKY vb. uygulamalarla eğitimin demokratikleşmesi önünde tüm dünyada engeller oluşturmaktadırlar.

İnsanın temel gereksinimlerini karşılamaktan uzak, insan emeği üzerinden verimliliği artırmasına rağmen üretkenlik ve yaratıcılığı kapitalizmin hizmetine sunan bugünün eğitim sisteminde insan kişiliği;

– sisteme hizmet

– çıkar kaygısı güden bireycilik

– yabancılaşma

–          “değişim”e uyum eksenine oturtulmaktadır.

Bir diğer deyişle, eğitimde ayrıcalıklı-eşitsiz yapılanma, sınıflı toplumlar açısından kaçınılmaz bir durumdur. Günümüz kapitalist-emperyalist sistemde idealist felsefi düşünceden beslenen eğitim, eşitsizliği alabildiğine sistemleştirmiş ve bürokratik merkeziyetçi bir yapıya ulaşmıştır. Kapitalist emperyalist sistemde eğitim ayrıcalıklıdır; işçilere, emekçilere, dünya halklarının ihtiyaçlarına, halkların daha mutlu bir yaşam kurmalarına yönelik gelişmelere kapalıdır. Azami kâr yasasına hizmet etmeyen hiçbir eğitim değişikliğine olanak tanımaz. Ancak bu durum, mücadele edilerek bir kısım hak ve özgürlüklerin kazanılması ve kullanılmasının, eğitimde de sağlanamayacağı anlamına gelmez. Ve demokratik eğitim, bu nedenle, -bileşenleri, öğrenciler, eğitimciler ve veliler, yani bütün halk olan- demokrasi mücadelesinin belli başlı taleplerinden biri durumundadır.

 

DEMOKRATİK EĞİTİM TALEBİ BİRLEŞİK BİR MÜCADELE OLANAĞI YARATMAKTADIR

Demokratik eğitim taleplerinin bir hak olarak elde edilmesi, eğitimin doğrudan ilgili tarafları ile eğitim hizmetini sağlamakla görevli olan devlet arasındaki ilişki (işbirliği ya da mücadele) sonucunda şekillenecektir ki, sözü edilen ilişkinin bugünkü somut şekillenişi, ciddi bir mücadeleye işaret etmektedir.

Demokratik eğitimi tanımlayan mükemmel bir nitelik seti sıralamak tek başına bir şey ifade etmemektedir. Ayrıca bu özellikler, zamanla değişebilen, artan ya da azalan bir nitelik taşımaktadır. Eğitimin doğrudan tarafları ve diğer emekçiler tarafından bugün için talep edilen demokratik eğitim, parasız, bilimsel, laik ve herkesin ana dilinde olmalıdır. Böylesi bir eğitim hizmeti, hak mahrumiyeti yaşayanlar başta olmak üzere, tüm topluma açık olmalıdır. Bunun elde edilmesi ise, bu talep etrafında birleşik bir mücadele ile olanaklıdır.

Öğrenciler, eğitim ve bilim emekçileri ve veliler; iş ve toplumsal yaşamlarında sorunların giderilmesine dönük örgütlülükleriyle, bu birleşik mücadelenin doğrudan tarafı olmalıdırlar. Bir avuç azınlık dışında, toplumun tüm kesimleri bu mücadele ekseninde birleştirilebilir, çünkü demokratik eğitim talebi, nesnel olarak, eğitim süreciyle ilgili tüm halk kesimlerinin ortak talebi durumundadır.

Demokratik eğitim talebi, aynı zamanda emekçi sınıfın geniş kesimlerini birleştirme potansiyeline de sahiptir. Çünkü bugün insanca ve onurlu bir yaşam sürmek isteyen tüm kesimlerin (işçilerin, köylülerin, kadınların, yoksulların, Kürtlerin vb.) acilen demokratik eğitime ihtiyacı vardır.

Bir üst yapı kurumu olarak eğitim, iktidardaki sınıfın egemenliğinin dayanağı üretim ilişkilerinden bağımsız değildir. Ancak bu, burjuvazinin iktidarda olduğu kapitalist-emperyalist dönemde ve kapitalist ülkelerde, işçi ve emekçi sınıfların bu hakka ulaşabilmeleri için sosyalizmin kurulmasını beklemeleri anlamına gelmemelidir. Sosyalist bir iktidarın kurulmasına giden yollardan bir tanesi de, demokratik eğitim için verilecek güçlü ve birleşik bir mücadelenin örgütlenmesi ve kesintisiz olarak sürdürülmesidir.

Demokratik eğitim mücadelesinde yer alması gereken kadroların öncelikle bu mücadelenin kitlelerle buluşmak açısından yarattığı olanakları anlaması ve konuya bu çerçevede gereken önemi vermesi gerekmektedir. Bu kadroların dikkat etmesi gereken bir diğer nokta da, demokratik eğitim mücadelesinin eğitim ve bilim emekçileri, öğrenciler ve veliler yanında, diğer emekçiler tarafından da sahiplenilmesi zorunluluğu kadar, bunun tamamen olanaklı da olduğudur.



* Eğitim Sen Merkez Disiplin Kurulu Üyesi

[1] Demokrasi kavramının tanımlanması ya da bunun da ötesinde, ekonomik, toplumsal, kültürel ve siyasal yaşamın her durumunda demokrasinin bir yönetim ya da davranış biçimi olarak uygulanması, tanımlayan ya da uygulama erkini elinde bulunduran sınıfın çıkarları çerçevesinde gerçekleşmektedir. Bu çerçevede “demokrasi” kavramını kullanan herkes, bu kavrama kendi değerlerini yüklemektedir.

[2] Anadilde eğitim sorununun eğitim bilimlerinin bir yöntem sorunu olarak ele alınması, eğitimde anadil kullanımının önemini azaltan değil, aksine artıran bir yaklaşımdır. Türkiye’de, son yirmi yıldır anadilde eğitim konusunun siyasal zeminde tartışılan bir konu olması, eğitim bilimcilerin bu alana ilişkin bilimsel çalışmaları yapma ve yayınlama konusunda ürkek davranmalarına neden olmuştur. Bu konudaki en cesur bilimsel girişimlerden bir tanesi, Eğitim Sen tarafından 1-5 Aralık 2004 tarihinde düzenlenmiş olan Demokratik Eğitim Kurultayı’nda tartışılmış olan rapordur. Daha fazla bilgi için bkz: Eğitim Sen. 4. Demokratik Eğitim Kurultayı ‘Eğitim Hakkı’, Ankara: Mart 2005, s. 171-272.

Pragmatizm, Pozitivizm, Kemalizm ve Eğitim: Bir Eğitim Felsefesinin Türkiye’de İdeolojik Algılanışı ve Uygulaması

 

Türkiye’de Cumhuriyet’in kuruluşuyla birlikte eğitim ve bilim alanlarında değişenlerden biri de eğitim felsefesi olmuştur. Bu değişimin, felsefi planda pozitivist ve pragmatist açılımları neden ve nasıl içerdiğine bakmadan önce, bir önceki aşamayı, yani Osmanlının eğitim ve entelektüel üretim alanında ne tip bir panoramaya sahip olduğunu irdelemek gerekir.

 

OSMANLIDA EĞİTİM VE DÜŞÜNCE: KENDİNİ TEKRARLAYAN MİSTİK DÖNGÜ

Osmanlının dine dayalı, aşırı ezberci, kendini tekrarlayan, cemaatçi, içe dönük, mistik ve ilahi bakış açılı eğitim felsefesinin (kabaca Skolastik felsefe) pratikten, daha doğrusu, dünyada 19. yüzyılın sonunda sanayileşme devrimiyle birlikte artık rüştünü ispatlayan kapitalist üretim biçimi ve ilişkilerden fazlaca kopuk olması, imparatorluğun sonunu getiren etmenlerden biriydi. Gerçekten de, medreselerde ilahi düşünce ve pratiklerin tekrarı ya da yeniden üretiminden öte fazlaca bir şey yapılmayan Osmanlıda, müderris ve suhte takımının yüksek öğretim adına topluma verebildiği fazlaca bir şey yoktu. Medreseler, parlak dönemlerini asırlar önce geri bıraktıktan sonra, Osmanlı entelektüel, bilim ve eğitim yaşamının ayak bağı, içi çürümüş bir kurumu ve kendini dev aynasında görmeye devam eden bir megaloman haline gelmişti. Bu değerlendirmeyi doğrulayacak birçok kayıt bulunabilir Osmanlı arşivlerinde. Osmanlının son dönem parlak aydınlarının bolca eleştirilerine uğrayan bu kurumun, bu derece eleştirilerin merkezinde yer almasının nedeni, herhalde kapsayıcı etkisinin genişliğidir. Fakat bu etki Osmanlının son dönemlerinde büyük ölçüde ortadan kalkmış; “beşik uleması”nın kendi içinde fildişinden kuleler ürettiği toplumsal ve iktisadi gerçeklikten kopuk bir kurum haline gelmiştir. Zira, medreseler, aslında despotik imparatorluğun kendini yeniden üretmesinde ideolojik bir meşruiyet sağlamaktan başka bir nitelik taşıyamaz hale gelmiş; Osmanlı topraklarında filizlenen yeni kapitalist ilişkiler için gereken işgücü, pratik bilgi, mesleki formasyon, yeni “çağdaş” değerleri bırakın üretmeyi, bunların gereklerini yerine getirecek yapısal ve kurumsal uyumu bile kendi içinde gerçekleştirememiştir. Nitekim yine imparatorluğun son yüzyılında Darülfünun’un (İstanbul Üniversitesi), askeri okulların, mesleki akademilerin, birtakım yüksek eğitim kurumlarının kuruluşuyla devrini tamamlayan bu kurumların, Kemalist Cumhuriyet’te yaşama şansı pek yoktu; yaşayamadı da zaten.

 

KEMALİST CUMHURİYETİN EĞİTİMDE YENİ FELSEFE ARAYIŞLARI

Cumhuriyetin ilanıyla birlikte kurulan ulusal mecliste eğitimle ilgili yapılan tartışmaların bir kısmı, eski eğitimin yerine neyin konulacağıyla ilgiliydi. Daha Osmanlı kültür, din ve tarih mirasıyla köprülerin atılmadığı 1920’li yılların ilk yarısında, genç devletin bürokratik kadroları için, eskisinin eksiklik ve hatalarından arınmış bir eğitim sistemi hangi felsefe üzerine kurulabilirdi? Bu sorunun yanıtını bulmak fazla zaman almadı. Dönemin ünlü ABD’li eğitim felsefecisi John Dewey Türkiye’ye davet edilerek, kendisinden, Anadolu’da mevcut mirasın ne olduğu ve ülke eğitim sisteminin neyin, hangi temelin üzerine kurulması gerektiği soruldu. Dewey, ülkenin ekonomik ve eğitsel gerçekliğinin mevcut durumunu inceleyerek hazırladığı eğitim raporunda bir kavramı özellikle öne çıkardı: “İş eğitimi”. Yani, öğrencilere okullarda kuru, soyut ve teorik bilgi vermenin fazla bir anlamı yoktu. Önemli olan, pratikti; yani yaparak-yaşayarak öğrenmeydi. Öğrenci ancak yaparak-yaşayarak pratik dünyanın taleplerini karşılayabilir, bir girişimci olmanın gereklerini yerine getirebilirdi. Bunun için okul binası, eğitim donanımı, sağlık koşulları, oyun alanları, öğrenim araç-gereçleri, sanat odası gibi eğitim içi mekân ve aletler, çocuğun girişim yeteneğini artıracak şekilde düzenlenmeliydi. Bu, özellikle köylü çocukları için dikkate alınmalıydı, çünkü kentlerdekine göre köylü çocukları, üretimin doğrudan içinde yaşamak bakımından, eğitimi pratik olarak almalı; onlar için okul, hayatın kendisi olmalıydı. Skolastik eğitim felsefesinin dimağlarda bıraktığı mistik tortular, ancak okul ve eğitimin, iş ve eğitim dünyasının gereklerinin karşılanmasıyla aşılabilirdi. Ticaret, endüstri, beden eğitimi, spor ve sağlık bilimleri, müzik, resim, el işi gibi teknik alanlarda yoğun bir pratik eğitimle şekillenecek dimağlarla ancak ulusal bir eğitim sistemi kurulabilirdi. Ancak, köy çocuklarını çiftçiliğe bağlayacak bir eğitim sistemi de olmalıydı. Çünkü köylünün tarımsal üretimi en verimli şekilde gerçekleştirmesi biraz da buna bağlıydı. Köylü çocukları, kentlere gelerek sınıf atlama çabasının içinde değil, kendi toprağında kalıp tarımsal ağırlıklı eğitim alarak, köyü, böylece ülkeyi kalkındırabilirdi.  “Milletin efendisi olan köylü”nün kentle, orta ve üst sınıflarla yarışma içinde değil, kendi kırsal ekonomisi içinde kalarak üretim yapması gerekirdi. Nitekim 1939’da kurulan Köy Enstitüleri’nin ana felsefelerinden biri bu olmuştur.

Dewey’in pragmatist görüşleri, Cumhuriyet’in eğitim felsefesini iki felsefi doğrultuda biçimlendirmiştir: Pragmatizm ve Pozitivizm.

 

PRAGMATİZM VE POZİTİVİZM: KAPİTALİST BİR EĞİTİM SİSTEMİNİN İNŞASININ YAPI TAŞLARI

Pragmatist Dewey, Türkiye için yeni eğitim felsefesinin doğrultusunu büyük ölçüde tek bir kavrama yöneltmişti: “İş”. Ancak bu “iş”, politeknik eğitimdeki üretim ile aynı anlamda kullanılmıyordu, zira üretim ile eğitim arasında birbirini besleyen ve bilinci sosyalist yönde dönüştüren bir açılım söz konusuydu. Politeknik eğitimden, Marx’ın dediği gibi, bedensel, zihinsel ve estetik eğitimin üretim içinde şekillenmesi ve akabinde eğitimin üretimi daha da üst seviyelere taşıması gibi diyalektik bir ilişki bekleniyordu. Oysa iş ile anlaşılan, öğrenci-çocuğun bir takım pratik mesleki bilgileri kazanarak kapitalist bir iş dünyasının taleplerini karşılayacak temel formasyonu edinmesiydi. Nitekim 1923 İzmir İktisat Kongresi’nde, kapitalist yolla kalkınma kararı ile Dewey’in pratik/pragmatik eğitim nosyonu arasında doğrudan bir örtüşme olmuştu. Türkiye’yi acilen Batılı kapitalist dünyayla bütünleştirme, metropolün uygun bir çeperi haline getirme ihtiyacının damga vurduğu İzmir İktisat Kongresi’nde altı çizilen temel noktalardan biri, hem yerli burjuvazinin rüştünü ispatlayacak bürokratik kararların alınması, hem de emperyalist tekellerle kurulacak ticari, sınaî ve mali ilişkileri çekip çevirecek yeterlikte elemanların “ulusal eğitim” içinde yetiştirilmesiydi. Nitekim bu kararlar alındı. Eğitim örgütünün millileştirilmesi, tevhid-i tedrisat ya da karma eğitim, Latin alfabesinin kabulü, müfredat ve ders kitaplarının yeniden yazılması, öğretmen yetiştirme işinin yeniden düzenlenmesi, öğrencileri milliyetçi ideoloji ile sistemle bütünleştirecek pratiklerin kabulü gibi karar ya da düzenlemelerle, Osmanlıdan miras kalan din temelli eğitim anlayışı büyük ölçüde boşa çıkartıldı, önemsizleştirildi. Böylece, bir şeyin ne derece “doğru” olduğunun tek ölçütünün “pratik yarar” olduğunu öne süren pragmatist anlayış, Türk eğitim sistemine damgasını vurdu. 1920’li yılların sonlarına gelindiğinde, artık piyasada neredeyse hiçbir ekonomik yararı kalmayan dini okullar kapanma noktasına geldi, kapandı da. Bu süreçte, meslek okullarının içinde özellikle ticaret ve tarım ile ilgili olanlar baş tacı edildi. Bu okullardan elde edilen “doğru” bilgi ve deneyimlerin piyasadaki “ekonomik karşılığı”yla atağa geçen yerli burjuvazi, yedeğine aldığı devlet iktidarıyla birlikte “milli ekonomi”nin kuruluşunu gerçekleştirdi!

Osmanlı ve feodal Ortaçağ Avrupa’sının skolastik eğitiminde pratik yarar değil, teorik/soyut ya da mistik yakınlaşma/yaklaşma önemliydi. Bu nedenle, neredeyse bin yıl boyunca Kilise babaları, Osmanlı müderrisleri ve suhteleri, pratik hayatın temel gereği ve kurucusu olan iş ve üretimi küçümsemiş, bunlardan uzak durarak, bu tür aşağı ve bayağı faaliyetlerin, kol/kas gücüyle iş gören alt sınıfların meşgalesi olduğunu düşünmüştür. Ancak, 15. yüzyılla birlikte burjuvazi bu anlayışı değiştirmeye başlamış; pratik hayatın her gereği gibi, maddi iş ve üretimi de göklere çıkarmıştır. Bu nedenle, üniversiteler, “teknik” olarak da örgütlenmeye gitmiş; ticaret ve meslek okulları büyük bir önem kazanmıştır. Alman sosyolog Max Weber’in Kalvenci ahlâkı kapitalizmin ruhu olarak görmesinde, yatırımcı ve tasarrufçu işadamlarının, yani kapitalistlerin günlük hayata, yani öte dünyaya değil de bu dünyaya yönelik çaba ve çalışmalarının önemli bir payı olmuştur. Burjuvazinin, sanayi devrimi sürecinde kendi üretim süreçleri için gereken işgücünü daha sistematik, rasyonel ve ucuz biçimde yetiştirmek ve öte yandan da kentlerdeki proleter kalkışmaları etkisizleştirmek için kitlesel, demokratik ve parasız bir eğitimi gündeme getirmesi, skolastik eğitime son darbeyi vurmuştur. Bu noktada, burjuvazinin mistik, ilahi ve öte dünyasal (metafizik) skolastik eğitime karşı vurgulayacağı iki etmenden biri “iş” olmuşsa, diğeri de “bilim” olmuştur. Nitekim Fransız filozof Descartes ile başlayan rasyonalist akımda vurgulanan ana nokta, aklın önemiydi. Tanrısal aklın soyut hâkimiyetine karşı(n) beşeri aklın somut hâkimiyeti de ancak bilimsel faaliyet ile sağlanabilirdi. Batı, işte bu bilimci bakışı olgusal (pozitivist) düzeyde kurarak, olgusal gerçeklerin (fact) anlaşılmasıyla, insanlığın teleolojik ilerlemesi, yani uygarlığa doğru bilimin sağlayacağı kaçınılmaz evrensel ilerlemesi sağlanacaktı. Bu ilerleme de, öncelikle, ilim-irfan yuvaları olan okullarda, daha ziyade üniversitelerde ve bilim adamlarıyla gerçekleşecekti. İttihat ve terakki, düzen ve ilerleme böyle ortaya çıkacaktı.

Mustafa Kemal’in “muasır medeniyet seviyesi” dediği hedef, tümüyle ideolojik-pozitivist bir dünya öngörüsüne dayanmıştır. Buna göre, tek gerçek yol gösterici, bilim (“hayatta en hakiki mürşit, ilimdir”) olabilirdi. Kemalist ideolojisiyle Cumhuriyet’in Batı eğitim anlayışına bakışının ana ve temel çerçevesi pragmatizm olmuşsa; bilim anlayışı ve dünyasına bakışı da pozitivizm olmuştur. Pragmatist temel ilke (“bir şey doğruysa yararlıdır, yararlıysa doğrudur”) ile pozitivist temel ilke (“tek bilimsel gerçek, olgusal gerçektir”) arasında mutlak, karşılıklı ve yeniden üretici bir ilişki, hep kapitalist iş dünyası ya da piyasanın parametreleri (kâr, kazanç, verimlilik, rekabet, mesleki formasyon, ihracat vb.) çerçevesinde kurulmuştur. Buna göre, hep iktisadi alanla sınırlanan olgusal gerçekliğin yerel ve evrensel talepleriyle eğitimin çakıştırılmaya çalışılan içeriği arasında doğru/yararlı-olgusal/gerçek ilişkisinde belirleyici, her zaman kapitalistler olmuştur. Bu belirleme ilişkisinde, kaba bir pozitivist anlayış, bilimsel alanı kendine göre yorumlamış, toplumun nesnel gerçekliğini yakalamaya çalışan alanları önemsizleştirmeye, marjinalleştirmeye çalışmıştır. Şöyle ki, toplumun soyut ya da somut bilgisine yönelen sosyal bilim ve disiplinler (örneğin, sosyoloji, antropoloji, felsefe, sanat tarihi, estetik vb), burjuvazi tarafından, özellikle son on yıllarda skolastik olmakla eleştirilmiş; “piyasası olmayan” bu bilim alanları ve disiplinlerin pratik hayat tarafından cezalandırıldığı ileri sürülmüştür. Cumhuriyet’in ilk on yıllarında, kapitalizmin ideolojik versiyonlarından olan milliyetçiliği ya da milliyetçi ideolojiyi kitlelere zerk etmede sosyoloji, pedagoji gibi sosyal bilimlerden ziyadesiyle yararlanılmış; ancak, karşı ideolojik yeniden üretim sürecinde bu bilim dalları içinde yer alan akademisyenler (Behice Boran, Niyazi Berkes, Pertev Naili Boratav, Muzaffer Şerif vd.) anti-kapitalist fikirlerden de bahsetmeye başlayınca, önemli sosyal bilim dalları artık “komünist bilinç yayan şer disiplinler” olarak ilan edilmiştir. Nitekim 12 Eylül darbesi sonrasında felsefe, mantık ve sosyolojinin başına gelenler, bu sürecin acı bir göstergesi olmuştur.       

Sonuç olarak, Türkiye’de pragmatizm ve pozitivizm, kapitalizmin eğitim ve bilim alanında yeniden üretilmesinde önemli bir ideolojik rol oynamış; yerli burjuvazinin emperyalist Batı ile ilişkiler kurmasında eğitim felsefesi olarak kullanılmıştır. Son yıllarda ise, neoliberalizmin gelişimiyle birlikte postfordist üretim ilişkilerinin eğitim ve bilim dünyasına damgasını vurmasıyla yeni açılımlar ortaya çıkmaya başlamıştır. Artık küresel şartlar ve ortamda rekabet edebilecek bir formasyona sahip işgücünün üretilmesinde, eğitim ve bilimden beklenen, kaba bir pragmatist ve pozitivist anlayış değil, esnek, her türlü şartlara uyan, aşırı rekabete dayanıklı bir postfordist anlayış gelişmelere damgasını vurmuştur. Nitekim “Türk eğitim ve bilim sistemi”nin son dönemlerde geçirdiği çeşitli dönüşümler (ilköğretim müfredatı ve ders kitaplarının yenilenmesi, teknokentlerle üniversitelerin piyasaya daha fazla bağımlılaştırılmaları, üniversitelerin AB kriterleri uyarınca çeşitli angajmanlara girmesi, akreditasyon vb.), Türkiye’yi kapitalist küreselleşmeye daha fazla bağımlı kılmış; eğitim, sosyal bir hak olmaktan hızla çıkarılarak, değerli bir meta haline getirilmiştir.



* Doç. Dr. AİBÜ Sosyoloji Böl

Türkiye Nereye Sürükleniyor?

Devletlerin yöneticileri, yönettikleri halka, sürekli olarak, “ulusal savunma”dan, “orduyu güçlendirmenin önemi”nden söz ederler ve bu söyledikleri, hem doğrudan egemen sınıfları destekleyen çevrelerce, hem de olup biten konusunda henüz yeterli bilince ulaşmamış halk kitlelerince, genellikle, tartışmasız gerçekler olarak kabul edilir. Türkiye gibi bir ülkede, bu durum daha da belirgindir. Ordu ve ulusal savunma, üzerinde tartışma dahi teklif edilemeyecek bir tabu olarak görünür. Türklerin “ordu millet” olduğu tez ve demagojileri bu tabuyu sürekli besler ve her türlü karşı fikir, tez ve tartışmanın baskısından korur. Örneğin, yıllık bütçe tartışmaları sırasında, Savunma Bakanlığı’nın bütçesi usulden hafifçe tartışılır ve alelacele kabul edilir. Ordunun harcamaları, ülkenin savunma stratejileri, silahlanma giderleri ve bunların niteliği vb. konular, parlamentonun ciddi bir biçimde ele alacağı konuların arasına girmez. Ülkenin belirlenmiş bir savunma stratejisi vardır ve bu strateji, Batı’ya, NATO’ya koşulsuz bağlılık temelinde oluşturulmuştur. Ama bugün, özellikle de Genelkurmay Başkanlığı tarafından, ülkenin ciddi tehlikelerle yüz yüze bulunduğu ve giderek büyüyen ulusal savunma problemlerinin olduğu iddia ediliyor ve çözüm önerilerinde bulunuluyor. Bunlara yakından bakmakta ve irdelemekte kuşkusuz yarar var. Çünkü ülkenin ve halkın geleceği söz konusu ve ülkenin ve halkın geleceğini yeniden kuracak olanlar bu konulara ilgisiz kalamazlar.

Bilindiği gibi, Ağustos ayının sonunda, Genelkurmay Başkanlığı’nda devir teslim töreni yapıldı. Bu törende, hem görevi devreden Orgeneral Özkök, hem de görevi devralan Orgeneral Büyükanıt, Türkiye’nin güvenliği ile ilgili önemli değerlendirmelerde bulundular. Değerlendirmeyi yapanlar Genelkurmay’ın başındaki komutanlar ve konu ulusal güvenlik ve tehditler olunca, bu konuşmalar daha da önem kazandı. Özkök ve Büyükanıt, dünya ve bölgedeki değişimlere değindiler, Türkiye’nin bu değişimdeki yeriyle ilgili saptamalarda ve uyarılarda bulundular. Komutanların konuşmalarında ilk göze çarpan özellik, aralarında bir işbölümü yapmış olduklarıydı. Özkök, konuşmasında alışıldık iç politika sorunlarına da değinmekle birlikte, daha çok Türkiye’nin dış politikasına ve bu politikanın “Batılı müttefiklerin” politikası ile uyumuna vurgu yaptı. Dünya politikası konusunda tahliller yaptı, öngörülerde bulundu.

Orgeneral Özkök, törende yaptığı konuşmada, örneğin şu tür sorunlara değindi, vurgular yaptı, saptamalarda bulundu:

Tahmin edilemezlikler, dondurulmuş çatışmalar, uluslararası güç dengelerindeki bozulmalar bütün ufkumuzu bir karabasan gibi sardı… Kuzey Kore’den başlayıp Ortadoğu’ya uzanan eksen üzerindeki kitle imha silahlarına sahip veya sahip olduğu yönünde şüpheler yaratan ülkelerin varlığı.. Türkiye’nin güvenliği için ciddi bir tehdit oluşturuyor. Bu sorun, uluslararası camianın yoğun diplomatik çabalarına rağmen çözülemezse, ülke olarak yakın gelecekte önemli karar noktalarıyla karşılaşmamız kuvvetle muhtemeldir… Türkiye; Avrupa, Orta Doğu, Afrika ve Orta Asya’yı etkileyen jeopolitik ve jeostratejik konumuyla, çağdaş değerleriyle, demokratik yapısıyla, kültürel değerleriyle, insan potansiyeliyle ve ekonomik gücüyle dünya üzerindeki kilit ülkelerden birisi durumundadır. Bu sebeple, yapacağımız değerlendirmelere öncelikle ‘ülkemizin her bakımdan güçlü bir ülke olduğu’ gerçeğini temel alarak başlamamız ve halkımızı bu yönde bilinçlendirmemiz gerektiğine inanıyorum…” (abç)

Orgeneral Özkök, Türkiye’nin coğrafi büyüklüğünü çeşitli örneklerle anlatıyor ve Türkiye’nin bölgesinde ”muazzam” bir ülke olduğunu söylüyor ve “Bu sebeple, dünyanın herhangi bir bölgesinde yaşayan vatandaşlarımızın ve yatırımcılarımızın güvenliğini tehdit edebilecek bir olay artık bizi de çok yakından ilgilendirmektedir. Nitekim, TSK’nın bugün gelinen noktada, Balkanlardaki, Kafkaslardaki, Afganistan’daki ve Afrika’daki çeşitli barışı destekleme harekatlarına hesaplı riskleri göze alarak birlik göndermesinin sebebi, dünya barışına katkıda bulunmanın yanında, milli menfaatlerimizi korumak ve desteklemektir” diyor.

Özkök’ten sonra yeni komutan Büyükanıt konuştu. Orgeneral Özkök’ün yaptığı konuşmaya dikkat çeken Büyükanıt, Özkök’ün güvenlik konusunda ve bölgesel ve küresel anlamda çok önemli tespit ve analizlerde bulunduğunu ifade etti. “Bunların, objektif ve büyük bir birikime dayalı fevkalade isabetli değerlendirmeler olduğunu” vurgulayan Büyükanıt, bu değerlendirmelerin bundan sonraki çalışmalarına da ışık tutacağını belirtti. Orgeneral Büyükanıt da, ulusal güvenlik ve iç politika ile ilgili önemli tespitler yaptı. Örneğin şunları söyledi: “Bugün özellikle güvenlik kavramları büyük çaplı değişikliklere uğradı… eskiden tüm güvenlik mülahazaları NATO-Varşova Paktı ortamına göre kurulmuştu, ancak bugünkü dünyada her şey değişti… Türkiye’nin güvenliği ve geleceği boyutunda, o tarihlerde, ki 1970’li yıllardır, dengelenmiş iki kutuplu bir dünya vardı. ABD’ye kendi kıtasında tarih boyunca hiçbir saldırı yapılmamıştı. Tarihte, kısa sayılacak bir süre içinde iki kez Irak’ta savaş yaşanmamıştı. Irak’ta ortaya çıkan ve Türkiye’nin geleceği açısından yaşamsal önem taşıyan olaylar gerçekleşmemişti. Orta Doğu, Balkanlar, Kafkasya, İran bağlamında böylesine belirsizlikler ortaya çıkmamıştı. Türkiye açısından hayati önem taşıyan Kıbrıs, 1974 yılı hariç, hiç bu kadar tartışma konusu olmamıştı. Ayrıca cumhuriyetin kurulduğu günden bu güne, Türkiye Cumhuriyeti’nin ülkesi ve ulusu ile bölünmez bütünlüğü ve cumhuriyetin temel ilkeleri hiçbir zaman bu boyutlarda tartışma konusu olmamıştı. Bu söylediklerimi üzüntü ile ifade ediyor ve bir gerçeği vurgulamak istiyorum. Türkiye Cumhuriyeti kurulduğu günden bugüne kadar hiçbir zaman, bu kadar tehditle aynı anda karşı karşıya gelmemiştir. Türkiye’nin çevresinde oluşan bu belirsizlikler ve risklere ilave olarak, silahlı bölücü terörün dışında, silahsız terör diyebileceğim iç ve dış oluşum ve girişimlerle Türkiye Cumhuriyeti’nin üniter yapısına hiç bu kadar saldırılmamıştır.” (abç)

Bu konuşma ve saptamalardan Türkiye’nin geçmiş “savunma” politikalarına yönelik temel bir sonuç çıkarmak olanaklı olduğu gibi, yakın gelecekte izleyeceği çizgi konusunda da güçlü ipuçları bulmak olanaklıdır. Geçmişe yönelik çıkarılacak temel sonuç şudur ki; Türkiye’nin ABD, NATO ve Batı’nın çıkarlarına bağlanarak uyguladığı “ulusal savunma politikalarının” yanlışlığı açıkça ortaya çıkmış, Türkiye bu politikalar nedeniyle bugün Büyükanıtın ifadesiyle “bu kadar tehditle” karşı karşıya kalmıştır. Türkiye egemen sınıfları, ABD’nin ve Batı’nın çıkarlarının savunulmasını halk nezdinde hep “Türkiye’nin ulusal çıkarlarının savunulması ve korunması” olarak göstermişler, ülkenin “güvenliğinin ve esenliğinin” bu politikalara bağlı kalınarak korunabileceğini iddia etmişlerdir. Ama bugün gelinen noktada, yeni Genelkurmay Başkanı Büyükanıt’ın saptamasıyla, ”Türkiye Cumhuriyeti kurulduğu günden bugüne kadar hiçbir zaman, bu kadar tehditle aynı anda karşı karşıya gelmemiştir.” Demek ki, ülkeyi yönetenler, ABD ve Batı yanlısı politikalara bağlı kalarak ülkenin bugün bunca tehditle karşı karşıya gelmesinin yolunu açmışlar, sadece Türkiye’nin değil, bulunduğu bölgenin ve dünyanın kaosa ve kargaşaya sürüklenmesine katkıda bulunmuşlardır. Tehdidin Türkiye’nin komşularından ya da “Kürt sorunu veya PKK tehlikesinden” kaynaklandığını ileri sürenlerin bu iddialarının ise, tutarlı hiçbir tarafının olmadığını yazının ilerleyen bölümlerinde göstermeye çalışacağız.

 

TEHDİT NEREDEN GELİYOR?

Görevi devreden eski Genelkurmay Başkanı Özkök, “Tahmin edilemezlikler, dondurulmuş çatışmalar, uluslararası güç dengelerindeki bozulmalar bütün ufkumuzu bir karabasan gibi sardı… Kuzey Kore’den başlayıp Ortadoğu’ya uzanan eksen üzerindeki kitle imha silahlarına sahip veya sahip olduğu yönünde şüpheler yaratan ülkelerin varlığı.. Türkiye’nin güvenliği için ciddi bir tehdit oluşturuyor…” demektedir. Bu tespitler doğru mudur? İki bloğun varlığı, NATO gibi askeri kuruluşların örgütlendiği ve devreye sokulduğu ABD emperyalizminin önderlik ettiği Batı Blok’unun üstünlüğü ile noktalandı. ’50’li yılların ortalarından itibaren sosyalizmle ilişkisini adım adım kesmiş olan ve adından başka sosyalizmle bir ilişkisi kallmayan Doğu Bloğu dağıldı ve parçalandı. Doğu Bloku’nun bazı ülkeleri şimdi NATO üyesidir. Yani NATO, eskisine oranla, görünüşte güçlendi ve büyüdü. Türkiye Batı Bloku’nun “komünizme karşı” sadık bir bekçisi, ileri karakoluydu. Doğu Bloku’nun yıkılmasında Türkiye egemen sınıflarının da katkısı oldu; ’50’li yıllardan beri NATO üyesi olan Türkiye, ABD’den sonraki en büyük orduyu kurdu ve besledi. Anti-komünist histeri sürekli canlı tutuldu ve ülkedeki özgürlük ve demokrasi mücadelesi kan ve terörle bastırıldı.

ABD’nin önderlik ettiği kapitalist-emperyalist sistem zaferini ilan ettiğinde, ABD dünyanın tek süper gücü olarak öne çıktı. Türkiye’nin “40 yıllık müttefiki”, dünyanın en büyük efendisi olmuştu. ABD’nin prestiji doruktaydı. Beklenen, Türkiye’nin rahatlaması, kazanılan zaferden küçük de olsa bir kırıntı almasıydı. Bu arada ABD zaferinin tadını çıkarıyor, kazancını realize etmenin adımlarını atıyordu. ABD emperyalizmi elini çabuk tutmak zorundayd,ı çünkü keskin çıkar çelişkileri ile bölünmüş olan emperyalizmin dünyasında sert bir rekabet hüküm sürüyordu ve eski güç dengelerine göre oluşturulmuş uluslararası kurumların –BM, NATO, AB vb.– çatlaması, işlevsizleşmesi, giderek yeni bloklaşmaların oluşmaya başlaması kaçınılmazdı. ABD’nin ilk hedefi, petrol zengini Ortadoğu idi. ABD bu bölgede tartışmasız ve kesin bir egemenlik kurmak istiyor, böylece olası rakiplerinin gırtlağına basma imkanına sahip olup, dünyanın efendisi olarak kalma stratejisini sağlama almak istiyordu. Kitle imha silahları, terör vb.. bahaneler ileri sürülerek, Afganistan ve Irak saldırıları bu koşullarda gündeme geldi. ABD, koruduğu sistemin ve kendisinin doğurduğu ve tetiklediği terör olaylarını bahane olarak kullandı, saldırılarına, BOP’u (Büyük ya da geniş Ortadoğu Projesi) kurma kılıfını geçirdi. Ortadoğu’ya “demokrasi ve özgürlük” getirecek, bölgede barış egemen olacaktı!

Bugün Ortadoğu’da yaşananlardan uzun uzun söz etmek gerekmiyor. Bölge ABD ve dayanağı İsrail tarafından bir kan ve ateş denizine çevrilmiştir. ABD, Irak’ta Türkiye’nin komşusu olmuş, ABD’nin “40 yıllık dostu, sadık müttefiki Türkiye’nin payına ise, “Türkiye Cumhuriyeti (nin) kurulduğu günden bugüne kadar hiçbir zaman, bu kadar tehditle aynı anda karşı karşıya gelmemiş” olmak düşmüştür. Tehdidin ABD’den geldiğinin bir başka biçimde itirafıdır bu. ABD bölgedeki tüm taşları yerinden oynatmış, ulusları ve halkları birbirine karşı kışkırtıp kırdırarak, hepsinin üzerinde tekelci bir hakimiyet kurmayı amaçlamıştır. İşbirlikçi Türkiye egemen sınıfları ABD’ye dünya egemenliği yöneliminde uşaklık yapmış, karşılığını, aşağılanarak almıştır. ABD, bugün, Türkiye egemen sınıflarını teslim almış, boyun eğdirerek bölge politikalarının hizmetine koşmuştur. PKK Koordinatörlüğü –özünde, koz olarak kullanmak üzere, ABD’nin Kürt sorununu üstlenmesidir bu– kurulması, ABD’nin bu sorunda da inisiyatifi ele almasını kabul etme anlamına gelmektedir. Diğer taraftan, gerek “ılımlı İslam”, gerekse “modern, laik Türkiye” söylemleri, her iki durumda da, Türkiye’yi, bölgenin “radikal İslam” diye adlandırılan ülkelerinin –İran vb.– üzerine sürmenin araçları olarak, ABD tarafından kullanılmaktadır.

Gerçek bu olmasına karşın, “Kuzey Kore’den başlayıp Ortadoğu’ya uzanan eksen üzerindeki kitle imha silahlarına sahip veya sahip olduğu yönünde şüpheler yaratan ülkelerin varlığı.. Türkiye’nin güvenliği için ciddi bir tehdit oluşturuyor. Bu sorun, uluslararası camianın yoğun diplomatik çabalarına rağmen çözülemezse, ülke olarak yakın gelecekte önemli karar noktalarıyla karşılaşmamız kuvvetle muhtemeldir” tespitleri, ABD politikasına yamanmanın argümanları olarak kullanılmaya başlanmıştır.

Yakın gelecekte “önemli karar noktaları ile karşılaşmak”, Türkiye’nin, İran’a karşı ABD politikalarının yanında yer alacağının açıkça ilan edilmesidir. Türkiye egemen sınıfları ülkenin önüne çok tehlikeli bir yol ayrımı getirmekte, ülkeyi bölgede çıkacak yangının tam ortasına sürmeye hazırlanmaktadırlar. İran’ın nükleer bir güç olma, atom bombası yapma isteği (İran bomba yapmak gibi bir niyetinin olmadığını söylemektedir), Türkiye’nin ABD politikasına yedeklenmesinin gerekçesi olarak öne sürülmektedir. İran’ın nükleer bomba yapmamasını istemek, elbette ki, bölge ülkelerinin hakkıdır. Ancak İsrail’in elinde, hem bölgeyi, hem de dünyayı birkaç kez havaya uçuracak kadar nükleer bomba bulunmaktadır. Buna karşı çıkmadan İran’a karşı çıkılmasının bir anlamı ve inandırıcılığı bulunmamaktadır. Üstelik İsrail devleti, Filistin’de sürdürdüğü işgalle, Suriye topraklarının bir bölümünü –Golan tepeleri– işgal altında tutmakla, Lübnan’a saldırmakla bölgeyi sürekli ateş altında tutmakta, sadece bölgenin diğer halkları için tehlike oluşturmamakta, ama Yahudi halkın bölgede bir devlet olarak yaşama ve var olma hakkını ve geleceğini de tehlikeye atmaktadır. Çözüm, en azından bölgenin nükleer silahlardan arındırılmasındadır ve çifte standartlar terk edilmek zorundadır.

Öyle anlaşılıyor ki, Türkiye egemen sınıfları tarihten ders almamışlardır ve bu ilişkiler ve ABD’ye bağımlılık koşullarında alma şansları da bulunmamaktadır. Ülkeyi peşkeş çekme, ülkenin halkına karşı dolap çevirme, gizli pazarlıklar yürütme, işbirlikçi karakterlerini sürekli olarak açığa vurmaktadır. Onlar, egemenliklerinin ve ülkenin bütünlüğünün anahtarını ABD ile işbirliğinde aramakta, kendilerini buna mahkum etmektedirler. Ama bu politika, ülkeyi, ABD’nin ve diğer büyük emperyalist ülkelerin şantajına sürekli olarak açık hale getirmekte, onur kırıcı politikalara mahkum etmektedir. Artık bu politikanın sembolü “çuval”dır ve işbirlikçi egemen sınıflar sürekli olarak çuvallamaya ve çuvallanmaya mahkumdurlar.

 

KÜRT SORUNU VE İRTİCA ULUSAL BÜTÜNLÜĞE TEHDİT Mİ?

Türkiye egemen sınıflarının Kürt sorunu konusunda ileri sürdükleri temel argüman, bu sorunun “dış güçlerce sürekli olarak kaşındığı ve kullanıldığı”dır. Irak’ta olup bitenler, egemen sınıfların bu argümanı, hiç hakları olmamasına rağmen, daha yüksek sesle ileri sürmelerine neden olmaktadır. Böyle olunca, bu sorunda bazı dönüm noktalarını hatırlatmakta yarar bulunmaktadır.

ABD’nin ilk Irak saldırısının ardından gündeme gelen “Çekiç Güç” Türkiye egemen sınıflarının istek ve iradeleriyle ülke topraklarına konuşlanmış, komşu ülke ve halklara saldırının aracı olarak kullanılmıştır. İkinci Irak saldırısı ve işgaline egemen sınıflar onay vermiş, özünde Türkiye Kürdistanı’na fiilen yerleşmeyi de içeren ABD planlarını gündeme getiren 1 Mart Tezkeresi, işbirlikçi egemen sınıflar içindeki çelişki ve cesaretsizliklerin yanında asıl olarak halkın güçlü muhalefeti ile reddedilmiştir.

Bütün bu gelişmelerde Türkiye ile doğrudan ilişkide olan güç, “Türkiye’nin kırk yıllık müttefiki ABD”dir. Yani “karşı taraf”ta ABD bulunmaktadır. Bugün şu gerçek açıkça teslim edilmek zorundadır; Türkiye egemen sınıfları ikide bir “Sevr korkusu”nu halkın üzerinde salıyorlarsa, bunun baş sorumlusu Kürt halkı değil, ABD’dir. Şimdi de Kürt sorununda “koordinatör” dönemine girilmiş, bu sorunda iyice ABD’ye teslim olunmuştur. Ancak bu yol, çözüm değil, bölge halklarının sürekli olarak karşı karşıya gelmesi, ABD’nin bu sorunu dilediği gibi kullanması anlamına gelmektedir. ABD, bugün ulusal sorunlarda “halkların özgürlüğü ve demokrasi” bayrağını sallamakta, bu slogan, tüm sahteliğine karşın, halkları etkilemektedir. Türkiye egemen sınıflarıysa, Kürt sorununu eşitlik ve özgürlük temelinde çözme iradesinden yoksundurlar ve açıkça görülmektedir ki, iradelerini ABD’ye bağlamışlardır. Gidişat, ABD’nin Ortadoğu ve İran politikasına tam teslimiyetin karşılığı olarak, Kürt sorununu çözümsüz bırakma ve şiddet politikasında ısrar etme yönündedir. Bu yol, çıkmaz sokaktır, sürekli ABD ve diğer büyük emperyalistlerin politikalarına, şantajlarına boyun eğmenin yoludur ve sonunda düşmanlıklar ve çatışmalar bulunmaktadır. Sonuç, bölge halklarının birbirinden kopmaları ve uzaklaşmalarıdır.

Kürt sorununda düğüm noktası, bölge halklarının tutumundadır. Başta Türk halkı olmak üzere, Arap, Acem ve Kürt halkıyla diğer halklar birbirlerinin eşitlik ve özgürlüğünü savunmak zorundadırlar. Özgürlük ve tam hak eşitliğinin bu halklar tarafından savunulması, bölge halklarının arasındaki güven ve dayanışmayı güçlü bir temelde kuracak, bir arada yaşamak isteyen halklar için yeni bir gelecek başlatacak, ayrı yaşamak, kendi devletlerine sahip olmak isteyenlerle –Irak Kürtleri gibi– güven ve dayanışmayı tesis edecektir. Halkların bu tutumu, bölgeye dışarıdan yapılacak emperyalist müdahalelerin püskürtülmesini sağlayacak tek yol durumundadır. Bu ileri tutumu alan halklarla, bölgeye dışarıdan sürekli müdahale eden hiçbir emperyalist güç oynayamaz ve baş edemez.

İrtica tehlikesi ise, laikçi cephe tarafından şişirilmiş bir sorundur. Ancak bu sorun tehlikeli bir noktaya doğru gelişmektedir. İrtica ya da laiklik sorunu, daha önceden, sadece ülkenin bir iç sorunu –İran ve mollalar meselesi, sadece motif olarak kullanıldı ve etkili değildi– ve halkı mezheplere bölerek yönetmenin bir aracı olarak kullanılırken, bugün, Ortadoğu ve İran sorununa bağlı olarak gündeme getirilmekte, ABD’nin dünya çapında açtığı cepheye yedeklenme amacıyla alevlendirilmektedir. Şu dikkat çekicidir ki; ABD, Türkiye’ye ilişkin politikalarında, bir dönem önce “ılımlı İslam” motifini öne çıkarırken, bugün Müslüman bir ülke olarak “modern, çağdaş ve laik Türkiye” imajını ileri sürmekte, halk arasında irtica tehlikesini yayarak, Türkiye’yi İran politikasına yedeklemenin adımlarını atmaktadır. Bu, Kemalistlerin de kafasını bulandırma ve bu politikaya yedeklenmelerini sağlama politikasıdır ve “paşalar”la, hükümeti de aynı bayrak altında birleştirmektedir. Hükümet, bugün, dinciliği ile değil, Amerikancılığı ve Batı’ya uşaklığı ile öne çıkmakta, İslamcı motifleri de bu amaçla kullanmaktadır.

Türkiye’de şeriat özlemi duyan, ülkeyi Ortaçağ karanlığına mahkum etmek isteyen güçler kuşkusuz vardır ve muhtemelen toplumsal bir alt-üst olmadığı koşullarda da her zaman olacaktır. Ancak bunlar, hem yansıtılmak istendiği kadar güçlü değildir, hem de örneğin 12 Eylül ve “1000 operasyon” döneminde olduğu gibi, devlet tarafından açıkça desteklenmedikleri dönemler dışında, öne çıkamamaktadırlar. Bugün belli bir tabanları bulunuyorsa, bunun temel nedeni, şeriat istemi değil –kuşkusuz bu istekte bulunan bir kesim de vardır– işsizlik, yoksulluk ve ülkenin canavarca politikalarla yönetilmesine tepki ve bu tepkiyi kullanmaya yönelmeleridir. Din ve vicdan özgürlüğü temelinde gerçek bir laikliğin savunulması, ülkeyi ABD’ye ve Batı’ya bağlama, Batılı tekellerin kölesi yapma politikalarına son verilmesi, halkın ülkenin potansiyelinden ve zenginliklerinden yararlanmasının sağlanması; dinsel kökenli gericiliğin etkisizleşmesinin, onun toplumsal temelinin zayıflamasının temel koşulu durumundadır. Parlamento içindeki ve dışındaki laikçi muhalefetse, halkın sorunlarını öne çıkarmamakla hem dinci gericiliğin ekmeğine yağ sürmekte, hem de ülkenin Amerikancı politikaların peşine takılmasına yolu açmaktadır.

 

SONUÇ OLARAK

Devir teslim töreninde eski ve yeni Genelkurmay Başkanlarının bugün ve yakın gelecekte ülkenin ününe koydukları, uygulanmasının zorunlu olduğunu ilan ettikleri politikalar, ülkenin geçmiş bağımlılıklarını bugüne taşıyan, ülkenin geleceğini tehlikeli bir biçimde ipotek altına alan ve tehlikeye atan politikalardır. İşbirlikçi egemen sınıflar geçmiş bağımlılık ve kölelik politikalarından hiç ders almamışlar, bu gerici politikaları ABD’nin istekleri temelinde güncelleştirmişlerdir. Ülkenin sürüklenmek istendiği yer kan ve ateş denizinin tam ortasıdır. Ülkenin geleceği tehlikededir ve halkın aşağıdan gelecek yaratıcılığının dışında bir kurtuluş yolu gözükmemektedir. Ülkenin geleceği her kritik dönemde olduğu gibi bugün de yine halkın ellerindedir.

Ekim Devrimi ve Devlet

GİRİŞ

1905 DEVRİMİ VE DEVLET
1917 ŞUBAT DEMOKRATİK DEVRİMİ VE DEVLET
ŞUBAT’TAN EKİM’E KADARKİ DÖNEMDE DEVLET
BÜYÜK EKİM SOSYALİST DEVRİMİ VE DEVLET
PROLETARYA DİKTATÖRLÜĞÜ
SONUÇ

İçinde bulunduğumuz Ekim ayı, Büyük Ekim Sosyalist Devrimi’nin 89. yıldönümü. Devrim, büyük deneyimlerden geçmiş ve bu deneyimler partisinin ideolojik politik platformunu oluşturmak için kullanılmış milyonlarca işçinin, partisi önderliğinde dünyanın ilk proletarya diktatörlüğünü, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’ni kurmasıyla sonuçlandı. Başta Rus proletaryası olmak üzere, Çarlık hapishanesinde tutsak olan tüm ezilen halkların, mücadeleleri ile kazandıkları bu deneyimler, yalnızca ‘kendi’ monarşileri ve burjuvazilerini yıktıkları için değerli değildi, bütün ülkelerin işçileri ve ezilen halklarının sosyalizmle sonuçlanacak olan kavgalarında yollarına ışık tuttu ve bugün de tutmaya devam ediyor.

Marx, Engels ve Lenin, anlaşılamadığı takdirde sosyalizmin inşasının olanaksız olacağı, devlet meselesi üzerine Marksist teoriyi, bu tarihsel mücadelelerin sonuçlarını soyutlayarak ve genelleştirerek inşa ettiler. Öyle ki, Paris Komünü ile birlikte düşünüldüğünde, gerek 1905 Devrimi, gerekse Şubat ve Ekim Devrimleri, burjuva ve proleter devlet aygıtları karşısında, işçi sınıfının ve onun devrimci partisinin sıkıca sarılması gereken ilkeler ve izlemesi gereken taktikler konusunda tam bir laboratuar zenginliğine sahiptir.

Devlet, özel mülkiyetin ortaya çıkışı ve toplumda uzlaşmaz sınıf karşıtlıklarının oluşmasına bağlı olarak, bir sınıfın diğer bir sınıf üzerindeki baskı aracı olarak doğmuştur. Köleci toplumun devleti köle sahiplerinin, feodal toplumun devleti feodal toprak beylerinin devleti idi. Ardından, kapitalist topluma özgü burjuva devlet onları takip etti. Paris Komünü’ne kadarki her devrimse, eski devlet aygıtını yeni sınıfın devralması, ve onu, ezilen sınıfı daha iyi ezecek şekilde yetkinleştirmesi sonucunu doğurdu. İlk defa Paris Komünü, ezilen sınıfın, proletaryanın, burjuva devlet aygıtını parçalayarak yerine kendi devlet mekanizmasını koymasının gerekli olduğunu ortaya koymuştur.

Bu yazıda, Ekim Devrimi’nin devlet aygıtında yol açtığı değişiklikleri ve bugün de değerini koruyan sonuçlarını incelemeye çalışacağız. Öncesi, devrim anı ve sonrası ile incelenmeye muhtaç olan meseleyi ele almaya 1905 devrimi ile başlayacağız.

 

1903’ten başlayarak, devrimin bütün meseleleri, üç büyük eğilim tarafından yoğun biçimde tartışılmaya başlanmıştı. Bunlar, aynı zamanda kendi sınıf karakterleri ile mücadeleye katılan üç sınıfı da temsil eder durumdaydı: Liberal-burjuva akım, küçük-burjuva demokrat akım ve devrimci proleter akım. Tüm bu siyasal akımların program ve taktik görüşleri, olağan ve devrimci bunalım döneminin şartları içinde yığınların kendi eyleminde sınavdan geçti. Grevin bir mücadele silahı olarak kullanılması dünyada görülmedik bir genişliğe ulaştı. İşçi sınıfı, mücadele içinde iktisadi grevi siyasal greve, onu da çarlığa karşı ayaklanmaya çevirdi.

Devrimci bunalım ve sömürülen yığınların talepleri uğruna mücadeleye atıldığı koşullarda Çarın parlamento toplama çağrısı, Bolşevikler tarafından parlamentoyu boykot taktiği ile karşılandı. Monarşinin baskısından bıkmış milyonlarca emekçi bu boykot çağrısına cevap verdi ve ayaklanmanın da yarattığı basınçla parlamento toplanamadı. Bolşeviklerin boykot taktiğinin doğruluğu, kuşkusuz koşullarının uygunluğuna bağlı olarak ispatlanmış oldu.

Tüm bu toplumsal alt-üst oluş, Çarlık topraklarında yeni mücadele biçimlerinin yanı sıra örgüt biçimlerinin de ortaya çıkıp gelişmesine yol açtı. İşçi sınıfının kendiliğinden mücadelesi sırasında sovyet örgüt biçimi doğdu ve gelişti. Başlangıçta yalnızca ekonomik ve siyasal grevleri yönetmek için kuruldukları halde, başlarında Bolşeviklerin bulunduğu sovyetler silahlı ayaklanmanın yönetici organları ve devrimci iktidarın çekirdeği haline geldiler. Sovyetler, devrimin yenilgiyle sonuçlanmasıyla birlikte 1907 sonrasında kayboldu ve 1917 Şubat Devrimi sırasında yeniden ortaya çıktı.

Rusya işçi sınıfı, Lenin’in “Her bir ayı ‘barışçı’ ‘anayasal’ gelişme koşulları altında bir yıla bedeldi” dediği bir dönemden geçerek, kendi deneyimlerini biriktirerek ilerledi. Devrim, yenilgi ile sonuçlanmış da olsa, Çarlık otokrasisini tavizler vermeye, örneğin bir parlamento toplamaya zorladı. Denebilir ki, 1905’in genel provası olmasaydı 1917’nin zaferi gelemezdi. 1905’in önemi, proletaryanın tüm gücünü devlet aygıtını parçalamak üzere yoğunlaştırmasındadır. Rus proletaryası, burjuva devletini parçalamadan özgürlüğüne kavuşamayacağını daha 1905 yenilgisinde tecrübe etmiştir.

 

1905 Devrimi’nin yenilgisi, tüm devrimci ve muhalif partilerinin ezilmeleri sonucunu da beraberinde getirdi. Kapitalizm hızla gelişti. Bu gelişme yalnızca sınaî üretimin, gelişmiş meta üretiminin hızlı genişlemesinde değil, ama aynı zamanda, köylerde ve tarımsal üretimde de feodal üretim ilişkilerinin yerini burjuva üretim ilişkilerinin almasında yansıdı. İşçi sınıfı yenilmiş, dünyanın en keskin mücadele örneklerinin sergilendiği yılların yerini durgunluk ve yılgınlık yılları almıştı. Devrimci partiler, eğitimlerini tamamlamak zorundaydılar: Nasıl saldırılacağını, ayaklanmanın hangi koşullar altında gelişebileceğini, zaferin nasıl mümkün olabileceğini öğrenmişlerdi. Ancak şimdi, en az kaybı vererek, yönetici çekirdeğine en az darbeyi alarak, en az moral kayıpla ve en enerjik atılımı yapabilecek bir biçimde geri çekilmeyi de öğrenmeleri gerekiyordu. Bunu en iyi başarabilenler Bolşevikler oldu.

Bolşevikler 1912 yılında yapılan Devlet Duması seçimlerine katıldılar ve Duma’ya 6 işçi göndermeyi başardılar. Legal olanakları sonuna kadar zorlamanın ve olanaklı her aracı devrim davasına uygun olarak kullanmanın öneminin Lenin ve partisi tarafından ne denli anlaşıldığı ortaya çıkıyordu. Lenin 1918’de, parlamentoyu boykot taktiğiyle parlamento seçimlerine katılma taktiğini ‘Sol’ Komünizm Bir Çocukluk Hastalığı adlı eserinde değerlendirir. Lenin, her ikisinin de, sınıflar mücadelesinin somut şartlarından soyutlanarak değerlendirilmesini, birine ya da ötekine kayıtsız şartsız karşı çıkılmasını sınıflar mücadelesini anlamamanın işareti olarak saymaktadır.

Çarlık zorbalığının yanı sıra Birinci emperyalist paylaşım savaşının tahribatı ve tekellerin ülkeyi yağma politikaları yığınların yeniden mücadeleye atılmasına sebep oldu. Bu mücadele içinde sovyetler yeniden doğdu. 1917 Şubatında işçi ve köylülerin ayaklanması ile monarşi yıkıldı, sovyetler iktidarı ele geçirdi. Birkaç hafta içinde Rusya, savaş koşulları altındaki ülkelerin en demokratik ve özgür olanı haline gelmişti. Çarlık tarafından hapislere doldurulmuş binlerce devrimci serbest bırakıldı, sürgündekiler geri geldi. Lenin yurt dışından döndü ve parti açık alana çıktı.

Ancak sovyetler, kendisini bir devrim organı olarak tanıtan Geçici Hükümet’in kurulmasına, iktidara ortak olmasına ve fiilen kullanmasına izin verdiler. Geçici hükümet küçük burjuva demokrat temsilciler tarafından kuruldu. İkili bir iktidar ortaya çıktı. Bir yanda Geçici Hükümet ve diğer yanda sovyetler. İktidarı işçi, köylü ve asker yığınların temsilcilerinden oluşan sovyetler almış, ama gönüllü olarak burjuva hükümete bırakmaktaydı.

Bolşevik partisi, işçi sınıfı ve özellikle yoksul köylülük içinde yeteri kadar etkili değildi. Sovyetlerin büyük bir çoğunluğu Menşevikler tarafından yönetiliyordu. Bolşevik Partisi’nin Nisan Konferansı sırasında üye sayısı 80 bin kadardı. Menşeviklerse, işçi sınıfının devleti yönetemeyeceğini ve devleti yönetmek için burjuvalara da ihtiyaçları olduğunu propaganda ediyorlardı. Küçük burjuva karakterleri, iktidarı almadaki cesaretsizliklerinden, henüz devam etmekte olan savaştan çekilme konusunda tutukluklarına kadar her ciddi meselede kendini ele veriyordu.

 

Bu dönemin (Temmuz günlerine kadar) en önemli özelliği, iktidarı kendi ellerine alan proletarya ve sömürülen yığınların, onu, kendi rızası ile burjuva ve küçük burjuva sınıflara bırakmasıdır. Devrim, işçilerin devlet aygıtını tahrip etmesi ile gerçekleşmişti. Artık silah zoru olmadan da, bir proleter devlet kurulabilirdi. Parti, bu dönemle tam bir uygunluk içinde, ‘Bütün iktidar Sovyetlere’ sloganını öne sürdü. Ancak Menşeviklerin güçlü etkisi yüzünden işçiler iktidarı tamamen ellerine alma eğilimi göstermiyorlardı. Lenin, devrim sonrasında, partinin görevlerini tarif ettiği Bolşevik Partisi Nisan Konferansı’nda, partinin o andaki görevinin sosyalist devrimi ‘başlatmak’ değil, tersine, proletaryaya, iktidarı kime teslim ettiğini bıkmadan usanmadan anlatmak olduğunu vurgulamaktaydı.

Devrimin seyri, burjuvazi iktidarda iken en geniş özgürlüklere sahip en demokratik cumhuriyetin bile tutarsız bir karaktere sahip olduğunu işçi ve köylülere ispatladı. Şubat’tan Temmuz’a kadar geçen süre içinde, devrimin acil taleplerinden bir teki bile Geçici Hükümet tarafından yerine getirilmedi. Temmuz’da, huzursuzluğu artan ve Geçici Hükümet’in burjuva karşı-devrimci karakterini anlamaya başlayan işçilerin büyük eylemleri Geçici Hükümet tarafından provoke edilerek, vaktinden erken bir ayaklanmaya çevrilmeye ve böylece dağınık ve plansız işçi birlikleri hükümet tarafından ezilmeye çalışıldı. Bolşevik Partisi, hazırlıksız bir ayaklanmanın bir cinayet olacağını ve bundan uzak durulması gerektiğini işçilere anlatmaya çalıştı. Sonuçta Bolşevikler, eylemin başında yer almaya, fakat asla eylemin bir ayaklanma düzeyine ulaşmasına izin vermemeye karar verdiler. Bunda başarılı da oldular.

Ancak Geçici Hükümet Bolşeviklere ve ileri işçilere karşı tam bir terör kampanyası başlattı. Parti yeniden yeraltına çekilmek durumunda kaldı. Lenin saklanmak zorunda idi ve parti büyük bir dikkatle önderini burjuva cellatlarından saklıyordu.

Ağustos’ta monarşistler, burjuvazi ve küçük burjuvazi, ortak düşmanları saydıkları Bolşevikleri ve devrimi bastırmak üzere General Kornilov’u göreve çağırdı. Cephelerden ve kışlalardan toplanan birlikler, Kornilov önderliğinde, devrimci Petrograd’a karşı yürüyüşe geçti. Devrimin başkentini korumak işçi sınıfına düşmüştü ve Bolşevikler önderliğinde onlar bu sorumluluğun altından kalktılar. Petrograd çevresinde siperler kazılmış, Kornilov’un birliklerinden bir kısmı devrimci işçilerin yanına kazanılmış ve geri kalanı da bozguna uğratılmıştı. Artık işçi sınıfını Bolşevikler yönetiyordu. İşçiler de, Temmuz ve Ağustos günlerinde, kimin, Menşeviklerin mi yoksa Bolşeviklerin mi gerçek dostları olduğunu kavramışlardı. Temmuz-Ağustos’ta, Bolşevik Partisi’nin Altıncı Kongresi’nde, parti üye sayısı 240 bine ulaşmış, yani partinin gücü 4–5 ay içinde üçe katlanmıştı.

Devlet, bu tarihsel anda istisnai bir nitelik göstermiştir. Bonopart ve Bismark döneminde Fransa ve Almanya’da olduğu gibi, bu dönemde de, devlet, sınıflar arasındaki güç dengesinden dolayı, her iki temel sınıfa karşı da belirli bir özerklik ve mesafe kazandı. Ancak Rusya’da, kendisinden öncekilerden farklı olarak, devlet, feodal aristokrasi ile burjuvazi arasında değil, burjuvazi ile proletarya arsında, her ikisine karşı da özerk bir nitelik kazanıyordu. Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni adlı eserinde Engels’in, Devlet ve İhtilal adlı eserinde de Lenin’in belirttikleri gibi, bu, geçici ve istisnai bir durumdu ve güç dengesinin herhangi bir sınıftan yana bozulması ile sona erecekti, öyle de oldu.

 

Temmuz ve Ağustos günleriyle birlikte, artık, iktidar barışçı yollardan sovyetlere geçemezdi. Menşevikler de artık tamamen burjuvazinin yanında saf tutmuştu. Dolayısıyla ‘Bütün İktidar Sovyetlere’ sloganı gündemden düştü. Lenin ve Bolşevik Partisi bu sloganı Eylül’e kadar geri çektiler. Eylül’de, başta iki başkent olmak üzere, Sovyetlerin büyük bir çoğunluğunda Bolşevikler ağırlık kazandığında, işçi ve köylülerin büyük bir çoğunluğu Geçici Hükümetin gerçek yüzünü anladığında, artık Bolşevik Partisi’nin önünde Geçici Hükümet’in teşhirinden farklı bir görev duruyordu: İşçileri silahlı bir ayaklanmaya ve iktidarı tamamen kendi ellerine almaya hazırlama görevi. Bu nedenle parti, ‘Bütün İktidar Sovyetlere’ sloganını yeniden ileri sürdü. Ancak bir farkla: Artık bütün iktidarın Bolşeviklerin ağırlıklı olduğu Sovyetlere geçmesi için silahlı ayaklanmanın zorunlu olduğunu işçi, köylü ve askerlere açıklayarak. Eylül ve Ekim dönemi, silahlı ayaklanmanın uygulanması zorunlu bir taktik olduğunu yığınlara kendi deneyimleri ile de öğretiyordu. Şurada ya da burada hiçbir grev silahlı grev komitelerinin fabrikaya el koyması önlemi olmaksızın başarılı olamıyordu. Patronlar çok sıkıştıkları anlarda fabrikayı kapatıp işçileri işten atıyor, ama borsa spekülasyonlarıyla kârlı kalmaya devam ediyorlardı. Grev bile, işçiler silaha başvurmaksızın etkili bir araç olmaktan çıkmıştı. Durum köylülük açısından da aynıydı. Eylül-Ekim dönemi, silahlı işçi ve köylülerin, fabrikalara, toprak ve malikânelere el koyma eylemlerinde olağanüstü artışın görüldüğü bir dönem oldu. Egemen sınıf yönetmeyi beceremez ve yönetilenler de eskisi gibi yönetilmek istemez olmuşlardı.

Ayaklanma, Petrograd’da, 24 Ekimi 25 Ekime bağlayan gece başladı ve birkaç hafta içinde, tüm Rusya’da iktidar, Bolşevikler tarafından yönetilen sovyetlerin eline geçti. Devrim, tüm eski devlet organlarının parçalanıp dağıtılması, karşı-devrimin tüm eski merkezlerinin etkisiz hale getirilmesi ve devrimci işçilerin, kendilerine devrimi ilerletecek, sömürücü sınıfı ve onun siyasal temsilcilerini baskı altında tutacak ve giderek yok edilmelerini sağlayacak yeni bir devlet aygıtı inşa etmelerinden ibaretti.

Şubat Devrimi’nden beri Geçici Hükümetin işçileri oyalamak için kullandığı Kurucu Meclis seçimleri, 5 Ocak 1918’de, proletarya kendisini iktidar olarak örgütlediği bir dönemde yapıldı. Ama bileşimi, burjuvazinin devlet iktidarını elinde tuttuğu bir andaki kuvvetler ilişkisini yansıtıyordu. Çoğunluğu sosyalist-devrimci, menşevik ve kadetlerden meydana geldi. Kurucu Meclis, İşçi ve Sömürülen Halkın Hakları Bildirisini tartışmayı ve Sovyetlerin İkinci Kongresi’nin Barış, Toprak ve İktidarın Sovyetlere Devredilmesi Kararlarını onaylamayı reddedince 6 (19) Ocak’ta Bütün Rusya Merkez Yürütme Komitesi’nin bir kararı ile dağıtıldı. Sovyetler iktidardayken bile, Bolşevik Partisi Kurucu Meclis seçimlerinin yapılmasına izin vermiş, böylece hâla buradan beklentisi olan proleterlerin gözünde Kurucu Meclis’in burjuva karakterinin iyice anlaşılmasına hizmet etmişti.

Eski çarlık ordusu dağıtıldı. Geçici Hükümet dağıtıldı. Çarlık polisi ve gizli servisi dağıtıldı. Tüm gizli anlaşmalar dünya halklarına açıklandı ve feshedildi. Sömürücü azınlığın emekçi halkı ezmek için kullandığı bütün araçlar parçalanıp atıldı. Yerine halkın çoğunluğunun, sömürücü azınlığı ezmek ve giderek yok etmek için ihtiyaç duyacağı yeni bir iktidar aygıtının, eski anlamda devlet olmayan yeni bir devlet mekanizmasının inşasına başlandı.

 

İnşa edilen yeni devlet, eski anlamda bir devlet değildi. Bu, yalnızca emekçi halkın, yani toplumun çoğunluğunun devleti olmasından değil, ama inşa edilmeye başlandığı andan itibaren kendi sonunu bilinçli olarak kendisi hazırlayan bir devlet olmasındandır da. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği, eski burjuva diktatörlük yerine, onu dağıtarak, parçalayarak kurulmuş yeni proleter diktatörlüktür. Tıpkı eski devlette olduğu gibi proletarya diktatörlüğü devleti de baskı, şiddet, terör aletidir. Ancak eski devletten özü itibari ile ayrılır; Sovyet devleti bir avuç sermayedarın yığınları ezmesinin aracı değil, milyonlarca işçi ve emekçinin sömürücüler karşısındaki baskı aracıdır.

Yeni devlet hiçbir ulusu ezmekten çıkarı olmayan bir sınıfın devleti olarak şekillendi. 30 Aralık 1922’deki Sovyetler’in Birlik Kongresi’nde, Sovyet halkları, federe devlet temeli üzerinde birleştiler. Her birlik cumhuriyeti, birlik ve diğer cumhuriyetler karşısında eşit haklara sahipti. İsteyen her cumhuriyet, birlikten özgürce ayrılma hakkını kullanabilirdi.

Parlamentarizm ortadan kaldırıldı. Parlamentolarda halka hiçbir faydası olmayan gevezelerin beslendiği günler geride kalmıştı. Onun yerine, kent ve bölge sovyetleri üzerinde yükselen Bütün Rusya Merkez Yürütme Komitesi ve Halk Komiserleri Konseyi kuruldu. Yasama ve yürütme Sovyetlerin şahsında birleşti. Şüphesiz parlamentarizmin kaldırılması, genel oy hakkının, aday olabilmenin vb… değil, halkın sırtındaki bir urun kaldırılmasıydı. Seçildikten sonra dokunulmazlık adlı bir güvence altında, hiçbir kararından sorumlu olmayan, halka hesap vermekle yükümlendirilmemiş ve görevden alınmak gibi bir cezaya çarptırılamayacak olan bir urun kaldırılması… Yeni organlar, yani sovyetler, tıpkı komün örneğinde olduğu gibi, kadın ve erkek tüm emekçilerin genel oyu ile seçilen, üyelerine ortalama bir işçi ücretinden daha fazla ödenemeyen, halk karşısında, aldığı ve uyguladığı kararlardan doğrudan sorumlu olan ve her an halk tarafından görevden geri çağrılabilen, aynı anda hem yasama hem de yürütme işini yüklenmiş kamu organları idi.

Halkın refahı ve özgürlüğü uğrunda bir baskı aracından başka bir şey olmayan proleter diktatörlüğün, şüphesiz bir ordusu da vardı: Kızıl Ordu. Çevresi emperyalist bir abluka ile çevrili olan tarihin ilk işçi diktatörlüğü, sosyalizmin inşasını engellemeye ve kapitalizmi geri getirmeye çalışan içerideki burjuva ajanlarına ve dışarıdaki saldırgan haydutlara karşı kendisini savunmak ve sosyalizmin inşasına ara vermeksizin devam etmek zorundaydı. Anarşist lafazanların ‘Devleti ortadan kaldırın’ çağrılarına, Sovyet emekçileri, devleti ‘ortadan kaldırmak’ yerine güçlendirerek ve böylece kendilerini faşistlerden korumayı başararak cevap veriyorlardı. Bu cevap, yalnızca savaş ve iç savaş yıllarında değil, diktatörlüğün üretimi planladığı, meta üretimine bütünüyle son vermek üzere adımlar attığı, burjuva ajanlarına göz açtırmamak ve yok etmek için çalıştığı her gün yeniden verilmiştir. Eğer köylüler kendilerinden çalınan toprakları geri alabilmişlerse, bu, toprak ağalarının direncini kırmayı başarabilmiş bir savaş aracının sayesinde olmuştur. Eğer işçiler tüm dünya halklarının gıpta ettiği bir ülkede sömürülmeden kendileri için çalıştılarsa, bu, kendilerini iktidar sınıfı olarak örgütlemeyi başarabilmiş olmalarındandır.

Marksizm, kapitalizmden sosyalizme geçişte bir ara dönemin ve bu ara döneme denk düşün bir siyasal biçimin varlığını tanıtlar. Komünizmin üst aşamasına, sınıfların ve devletin olmadığı ikinci aşamasına, yalnızca burjuva devlet aygıtını parçalayarak, bugünden yarına bir çırpıda varılamaz. Bunu iddia etmek saf ütopyacılık olurdu. Marksizm ise, masa başında oturularak biçimlendirilen sosyalizm projelerini değersiz sayar.

Sosyalist devrim bir kez gerçekleştikten sonra, proletarya, hızla, sömürücü sınıfları baskı altında tutacak bir zor aygıtı inşa eder. Bu ihtiyaç, Marx ve Engels’in keyfiyetinden değil, devrimden hemen sonra sınıfların hâla varlığını sürdürüyor olmasından doğar. Komünizmin birinci aşamasında, henüz sınıflar varlıklarını korurken, üstelik kendisini iktidar olarak örgütlemiş proletarya iktisadi hayatı yeni yeni kontrol etmeye başlamışken, örneğin ‘devleti ortadan kaldırmaya’ çalışmak, proletaryanın elindeki silahı alarak onu savunmasız bırakmaktan başka bir şey değildir. Proleter diktatörlük, tüm üretim araçlarını toplumun tamamının ortak mülkiyeti ilan ettikten sonra, bir sınıf olarak burjuvazinin varlığına son verdikten sonra, hatta önemli sayıda başka ülke sosyalizmin inşasına başlamışken bile varlığını devam ettirir. Peki devlet nasıl ‘ortadan kalkacaktır’?

Komünizmin birinci aşamasında toplumun temel ekonomik prensibi, herkesin yeteneği doğrultusunda üretime katılması ve harcadığı emeğe göre üretimden pay almasıdır. Tüm emekçilerin eşitliği anlamına gelmek üzere demokrasi sınırsızca gelişmiştir. Herkes üretimden eşit pay alır, tabii ki eşit işe eşit pay. Bu durum da keyfi bir nedenden kaynaklanmaz. Çalışmak birinci hayati koşul olmaya başlamıştır, ama hâla toplumda komşusundan yarım saat az çalışıp üç kuruş daha fazla ücret almayı düşünebilecek kapitalizmden miras zihniyetler, özel mülkiyet özlem ve alışkanlıkları vardır. Ama en önemlisi, sosyalist inşanın başarıyla ilerlemesine bağlı olarak, yeni üretim ilişkileri tarafından önü açılan üretici güçler kapitalist toplumda olduğundan kat be kat hızlı gelişerek ilerlese de, henüz görece geri ve dağıtılabilecek kaynaklar görece kıttır. Herkesin neye ne kadar ihtiyacı varsa onu o kadar almasına yetecek düzeyde bir üretim yoktur. Bu nedenle demokrasi, yani herkesin üretimden emeği kadar pay alması, eşit miktarda emeğin eşit ücretlendirilmesi ilkesi titizlikle uygulanır. Ancak hemen görülebileceği gibi, bu, ancak burjuva hukuku anlamında bir eşitlik olabilir. İhtiyaçları eşit olmayan insanlara eşit davranmak bir eşitsizlik yaratmaktadır. Devlet diğer tüm şeyler dışında tutulduğunda bile, son noktada, bu eşitsizliği kontrol etmek üzere vardır. Bir devlet biçimi olan demokrasinin gereği olarak, burjuva eşitlik ilkesinin uygulanmasına devam edilmek zorunludur.

Daha önce burjuva devlet aygıtının parçalanmasında, dağıtılmasında zorun rolüne değinmiştik. Tam da burada, toplumsal üretime katkıda bulunmayanların üretimden pay alamamasında zorun rolüne değinmek gerekir. Kapitalizmden kalıntı olarak devralınan boşta gezenlerin, asilzadelerin, yine kapitalizme özgü rüşvet, zimmet vb. yolları denemeye yönelenlerin, dolandırıcıların ve tüm asalakların denetimi halk tarafından yapılmaya başlandığında, bu denetimden kaçmak çok zorlaşır ve bunlar muhtemelen çok büyük bir istisna oluşturacaklardır. “Çünkü” diye yazıyor Lenin Devlet ve İhtilal’de, “silahlı işçiler duygusal entelektüeller değil, pratik yaşamın insanlarıdır ve asla şakaya gelmezler.

Ancak komünizmin ikinci aşamasında çalışmak tüm toplum için birinci hayati koşul haline gelir. Üretici güçler sınırsız bir biçimde gelişir ve eski kapitalist toplumda en verimli fabrikanın patronunun bile hayal edemeyeceği bir üretim düzeyi sağlanır. Artık toplumun her ferdi, üretimden istediği kadar pay alabilecektir. Bu, bugünün burjuva hukukunun dar ufkuna sığmaz. Burjuva hukukçularının aklı, günde eşit miktarda çalışmış iki insandan birinin, toplumsal üretimden diğerinden daha fazla pay alabilmesini almaz. Oysa ki, ihtiyaçları farklı olan insanların, üretimden, kendi ihtiyaçlarını tam olarak karşılayacak farklı miktarlarda pay alabilmeleri gerçek bir eşitlik sağlar. Mülkiyet ilişkisine göre düzenlenmiş burjuva hukuku bu noktada iflas eder. Bu nedenle komünizmin ikinci aşaması burjuva hukukun dar ufkunun aşılmasıdır. Hemen anlaşılacağı gibi, komünizme demokrasinin sınırsız bir gelişimi ile ulaşılamaz. Bundan öte bir anlama gelmek üzere, komünizm, demokrasinin de aşılmasıdır. Kabaca düşünüldüğünde halk iktidarı anlamına gelen demokrasi, halk iktidar edecek, dolayısıyla üzerinde baskı uygulayacak kimse bulamadığında kendiliğinden kaybolur gider. Ezecek, üzerinde baskı kuracak sınıflar kalıntılarıyla birlikte giderildiğinde, toplumun yönetimi her işçinin rahatlıkla yapabileceği bir kayıt ve denetim işleri halinde basitleştirildiğinde ve her işçi de bu işi yapabilecek düzeye ulaştığında, özetle üretici güçlerin ileri düzeyde gelişmesiyle işbölümüne kölece bağımlılıkla birlikte kafa ve kol emeği arasındaki ayrım ortadan kalktığında, devletin, önce biri daha sonra diğeri, zamanla tüm fonksiyonları her emekçi tarafından rahatlıkla yerine getirilmeye başlandığında, artık bir devlet mekanizmasına ihtiyaç kalmaz. Halkın kendisi tarafından yerine getirilmeye başlanan her fonksiyonla beraber, devlet kendiliğinden sönüp gider. Bunun ne zaman olacağı ise bugünden bilinemez ve toplumsal gelişmenin saydığımız koşullarına bağlı olarak gerçekleşir.

Sovyetler Birliği’nde, sosyalizm hızla inşa edildiği, bununla birlikte dünya ölçeğinde emperyalist zincirin halkaları birbiri ardına kopmaya başladığı bir anda kapitalizmin restorasyonuna başlandı. Kapitalizmden komünizme geçişle karakterize olan geçiş döneminden başka bir şey olmayan ve dolayısıyla sürekli kılınması zorunlu olan kapitalizmin kalıntılarının giderilmesinde önce tutukluklara, ardından durgunluğa tanık olundu. Ancak yukarıdan aşağıya inşa edilebilen sosyalist ilişkilerin sağlamlaştırılması ve aynı anlama gelmek üzere kapitalizmin –yalnızca sömürücü sınıfların varlığını varsaymakla kalmayan, ama– mülkiyet alışkanlıklarından, geçiş döneminde kaçınılmaz bir ihtiyaç olarak ortaya çıkan farklı kolektif mülkiyet biçimlerinin varlığına, denetim altında alınsa bile emek-değer ilkesi ve piyasanın sürekli kısıtlanmak zorunda olan ama bir çırpıda geçersizleştirilemeyen etkileri, sınırlansa bile bütünüyle yok edilemeyen bürokrasi vb.’ye kadar kalıntılarının kesintisiz kılınmak durumunda olan tasfiyesi komünizme doğru yürüyüşün tek olanaklı yoluyken; bunda tutukluk ve durgunluk iki anlama geldi: Tasfiyelerine yönelik önlemler durdurulduğunda, aşağıdan, kendiliğinden gelişecek olan kapitalist kalıntıların yeniden önünün açılması ve bu kalıntıların, sosyalist ilişkilerin ürünü ve yönlendiricisi olan, fabrikaların, kolhozların, devletin, partinin vb. eski özlem ve alışkanlıkları depreşen, komünizme doğru kararlı yürüyüşte sebat etmeyen yozlaşma halindeki yönetici unsurlarına, yeni bir burjuva sınıf olma eğilimindeki teknokrat ve bürokrat unsurlarına dayanaklık etmesi ve bu amaçla, kendiliğindenliğinin yanında ve ötesinde bu kalıntıların önünün özellikle ve bilinçli olarak da açılması. Proleter diktatörlük, Stalin’in ölümünden sonra uygulanan revizyonist politikalarla önce zayıflatıldı ve daha sonra yıkıldı. Aynı politikalar dünyanın diğer ezilen halklarının bilincini bulandırmaktan başka bir işlev görmedi ve yeni proleter devrimlerin önünde engel oluşturdu.

Bugün halkların büyük öğretmeni ve önderi Stalin’e diktatör diyenler bir konuda yanılmaktadırlar. Evet, ortada bir diktatörlük durumu vardır, fakat o Stalin’in değil, tüm Sovyet emekçilerinin sermaye üzerindeki diktatörlüğüdür. Ve eğer Sovyet emekçileri ve Bolşevik Partisi, Stalin’in ölümünden sonra da bu diktatörlüğü güçlendirmeye devam etmiş ve başlıca dayanağı olarak sosyalizmin inşasından geri adım atmaya başlamamış olsalardı, büyük ve tarihsel bir geri sıçrama yaşanmayacaktı. Tüm proleter devletler gibi, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği devleti de, elbette bir gün sönüp gidecekti. Ancak bu, tüm dünya halklarının sömürücü sınıflardan kurtulduğu ve özgür halklar için hiçbir tehlike kalmadığı bir anda gerçekleşecekti. Bunu gerçekleştirmek içinse, proletarya diktatörlüğünü demokrasicilik adına zayıflatmak ve yıkmak değil, tam tersine güçlendirmek ve sınıfların ortadan kalktığı, üretimin, herkesin ihtiyacı kadar olanı almasına yetecek kadar arttığı, dolayısıyla da devlete ihtiyacın kalmadığı bir tarihte devletin sönüp gitmesini beklemek gerekecekti.

 

Dünyanın ilk proletarya diktatörlüğünün kurulması da tasfiye edilmesi de, dünya halkları açısından büyük öğretici dersler içermektedir. Bu tarihsel deney, işçi sınıfı ve partisi tarafından izlenmesi gereken taktik hattı önümüze serecek teorik ve pratik zenginliğe sahiptir. Komünist partisinin ve onun değerli önderlerinin belirledikleri taktiklerin ve Marksist devlet öğretisinin önemi bugün çok daha iyi anlaşılabilmektedir. Uluslararası proletaryanın kazandığı bu deneyimler, gerçekleşmesi tarihsel ve nesnel bakımdan kaçınılmaz olan yeni proleter devrimlerin, yeniden burjuva diktatörlükleri ve kapitalizme geri dönmesini engelleyecek ve insanlığın komünizme yürümesini garanti edecek önemdedir.

10. Uluslararası Latin Amerika Devriminin Sorunları Semineri Bildirgesi Sosyalizmin Amacı, Dünya İşçileri ve Halklarının Devrimci Mücadelesine Yol Göstermektir

Emperyalizm ve uluslararası burjuvazinin halkların özgürlük umutlarını ezme çabalarına girişmesinin üstünden onbeş yıldan fazla zaman geçti. Berlin Duvarı’nın yıkılışı ile birlikte, “yeni dünya düzeni”nin doğuşu ilan edilip, insanlığın ulaşabileceği en üst ve nihai ekonomik-sosyal kalkınma seviyesi olarak kapitalizm kutsandı. Bu, sosyalizmin değil, kendisini sosyalist olarak adlandıran ülkelerde restore edilen kapitalizmin yenilgisi anlamına geliyordu. Bu yozlaşmanın tekrar yaşanmaması için devrimci hareketin bu süreçten ders çıkarması gerekir.

İddiaya göre, halkların kalkınma ve refahını, yalnızca emeğin örgütlenmesinde değil, daha da önemlisi üretimin sosyal karakterinde değişikliklere yol açacak olan bilimsel-teknolojik devrim garanti ediyordu. Ne var ki, dünya ekonomisinin, yıllar boyunca süregelen büyük sorunları aşamayacağı açıktır; dahası, kapitalist-emperyalist sistemin krizi yoğunlaşıyor ve toplumun bütün alanlarını etkiliyor. İzlenmesi gereken örnekler olarak sunulan kalkınma modelleri, çözülmez çelişkiler karşısında, burjuvazinin ekonomik programını yırtıp atan işçilerin ve halkların eylemi karşısında dağılıyor.

Dünya, yayılma ve hegemonya ihtiyacı nereyi gerektiriyorsa oraya işgal kuvvetleri gönderen emperyalizmin savaş politikasına karşı yükselen büyük halk hareketlerine sahne oluyor. Avrupa’da işçi grevleri, Fransa’da yoksul mahallelerde ve öğrenciler arasında görülen ayaklanmalar, George Bush’un yabancı düşmanı politikalarına karşı ABD’deki göçmenlerin eşsiz mücadelesi, emperyalist canavarın yüreğini titreten işçi ve gençlik eylemlerine örneklerdir. Irak’ta, Irak halkının ulusal özgürlük mücadelesi güçlenerek işgal güçlerine yenilgiyi tattırırken, Filistin halkı Siyonist militarizme karşı direniyor.

Neoliberal politikaların ağır darbeler vurduğu, bölgesel ekonomik blok oluşturma yönlü ABD planlarının rafa kaldırıldığı Latin Amerika, kaynayan bir kazan durumunda. Bütün bu eylemlerde işçi sınıfı, devrimci sürecin temel gücü olarak yerini tekrar ele geçiriyor; köylülük, yerliler, siyahlar ve gençlik, mücadelecilikleri ve mücadeleye katılımları bakımından büyük rol oynuyor ve eylemleriyle, işçi sınıfının eylemini “yeni sosyal aktörler”in yükselişine tabi kılmaya çalışan iddiaları yalanlıyorlar. Tarihsel ve stratejik olarak proletarya, devrimci sürecin temel gücü olarak rolünü hiçbir zaman yitirmemiştir.

Latin Amerika halklarının mücadelesi, genişlik, yoğunluk ve taleplerinin keskinliği bakımından büyüyor; özgül taleplerinin yanında anti-emperyalist bayrağı yükselmekte ve toplumsal dönüşüm özlemi ile içiçe geçmektedir. Emperyalizmin silahlı mücadeleye son verme çabaları başarıya ulaşamamıştır; Kolombiya’daki ayaklanma direnmekte ve iktidarı ele geçirme yolunda ilerlemektedir. Değişim özlemi sokaklarda, kırda ve seçim sürecinde görülmekte ve bölgedeki karşılıklı politik ilişkilerde değişime yol açmaktadır. İşçiler ve halklar, yalnızca neoliberalizme karşı oy kullanmakla kalmadığı gibi, bu sömürü düzenini geride bırakmayı da ümit etmekte ve sosyalizmi alternatif olarak gören kesimlerin sayısı artmaktadır. Bu politik atmosferde, Venezuela’da Hugo Chavez ve Bolivya’da Evo Morales gibi demokratik ve ilerici hükümetler, yeni zaferler kazanma ve bu kötü sistemi geride bırakma olanağı konusunda halkların özgüvenini geliştirmektedir. Sosyalizme giden yol, kapitalizme son vermeksizin sosyalizmi inşa etme olanağını ileri süren sosyal demokrat, reformist ve oportunist öneriler ile araya ayrım çizgisi çekilmesini gerektirmektedir.

İşçilerin ve halkların büyük bölümü içerisinde sosyalizm fikri hala belirsiz olsa da, önemli olan, devrimcilere; sosyal mücadelenin yükselişi içerisinde, bilimsel sosyalizme, devrimci sosyalizme yol gösteren temel ilkeleri açıklama ve doğrulama olanağı ve sorumluluğu veren bu fikrin varlığıdır.

Ekonomik, sosyal bir hükümet biçimi olarak kapitalizmden üstün olan sosyalizm, kapitalizmin inkarıdır ve dünya nüfusunun üçte birini içine alıp onların temel ihtiyaçlarını tatmin ettiğinde bu gerçeği göstermiştir. Bu yeni tür toplumun inşası evrensel yasalara cevap verir ve toplumun sürekli devrimcileştirilmesi sürecini içerir. Bu, esas olarak, üretim araçlarının toplumsallaştırılması ve insanın insan tarafından sömürüsünün ortadan kaldırılması temelinde yükselen bir işçi toplumudur ve bu toplumda iş; sömürü ve sermaye birikiminin değil, işçilerin gelişimi ve refahının kaynağı olacaktır.

Tekellerin rekabeti tarafından yön verilen anarşik üretime kıyasla sosyalizm, planlı bir ekonomi inşa eder ve bu ekonomi, toplumsal dönüşümün temel unsuru olarak katılım gösteren işçilerin desteğine sahip devrimci bir hükümet tarafından, tam ve gerçek demokrasi ortamında, işçilerin iktidarının sürekliliğini güvenceye alan ve eski sömürücü sınıflara ve eski ya da yeni bir burjuvazinin kapitalizmi yeniden inşa etmek için iktidarı ele geçirmesi tehlikesine karşı mücadele eden proletarya diktatörlüğü ortamında yönetilir.

Sınıf çelişkileri, kafa ve kol emeği arasındaki çelişkiler, kır ve şehir arasındaki çelişkiler, cinsiyetler, halklar, uluslar ve milliyetler arasındaki çelişkiler gibi sömürü rejimlerinin yarattığı çelişkileri süreç içerisinde yalnızca sosyalizm çözebilir.

Toplumsal ve ulusal özgürlüğün kazanılmasını kesin bir şekilde garanti eden, kitlelerin yaşamını ve iş sağlığını savunan, halklara tam özgürlük, ülkelere egemenlik ve bağımsızlık tanıyan yalnızca sosyalizmdir.

Her türlü mücadele biçimine dayanarak, işçi sınıfı ve halklar, sosyalist inşaya önderlik edecek devrimci hükümeti kurmak için iktidarı ele geçirmeyi talep etmelidir. Ancak, sümürücü sınıfların iktidarının alaşağı edilmesi, yalnızca kitelelerin devrimci şiddetinin kullanılmasıyla mümkündür.

Toplumsal kurtuluşun temel gücü işçi sınıfıdır. Onun doğal müttefikleri; kır ve şehrin emekçi sınıfları, asi ve mücadeleci gençliktir. Devrim için güç toplayan çeşitli cephe ve örgütte onlarla birlikte çalışırız. Reformist ve anti-komünist söylemin ötesinde, tarih göstermiştir ki, kendi örgütünü politik seviyeye yükseltmeksizin, devrimci partiye dayanmaksızın proletarya bu sürece önderlik edemez.

Şu bir geçek ki, tek tek ülkelerimizde devrimci süreçler, devrimci güçlerin toplanması ve sosyalizmin inşası konusunda kendi özgünlüklerine sahip olacaktır; fakat devrimin ve sosyalizmin temel ilkeleri ve genel kuralları her ülke açısından değişmez ve vazgeçilmezdir.

Proletaryanın toplumsal devrimi, özünde enternasyonalisttir ve her ülkenin koşullarının gerektirdiği biçimi alır. Eylemimizi ülkelerimizin sınırlarına indirgeyemeyiz; enternasyonalist ruhumuz yalnızca yerel seviyede değil, uluslararası alanda da devrimci güçleri birleştirmek için çalışmamızı gerektirir. Emperyalizme ve uluslararası burjuvaziye karşı yürüttüğümüz her mücadelede biçim alan büyük bir anti-emperyalist halk cephesi kurma göreviyle karşı karşıyayız.

Latin Amerika Devriminin Sorunları konulu 10. uluslararası seminer, bugün halklar için büyük önem taşıyan bir konuda tartışmak için önemli bir forum teşkil etmiştir. Bu tartışmayı, günümüzde biz devrimci güçlerin yürütmüş olduğu pratik eylemleri toparlama ve yanlış yapmamızı önlemek için geçmişin deneyimlerini inceleme yoluyla yaptık.

Bu seminerde yer alan parti ve örgütler olarak, Latin Amerika’da ve dünyada işçilerin mücadelesine sosyalizmin ideallerinin yol göstermesi ve tarihin önümüze koyduğu görevleri yerine getirebilmek için tüm çabamızı ortaya koyma taahhüdünde bulunuyoruz.

 

Quito, 14 Temmuz 2006

 

Arjantin Komünist Partisi

Brezilya Devrimci Komünist Partisi

Şili Komünist Partisi – Proleter Eylem

Kolombiya Komünist Partisi (M-L)

Kolombiya Halk Kurtuluş Ordusu

Kolombiya Ulusal Kurtuluş Ordusu – Enternasyonal Önderlik Cephesi

Kolombiya Devrimci Silahlı Güçler – Halk Ordusu

Dominik Cumhuriyeti Komünist Emek Partisi

Dominik Cumhuriyeti Bağımsız Birlik ve Değişim Hareketi

Almanya Marksist-Leninist Partisi

Peru Ulusal Onur Demokratik Hareketi

Türkiye Devrimci Komünist Partisi

ABD Özgürlük Yolu Sosyalist Örgütü

Venezuela Proleterya Sesi – Gayones

Venezuela Devrimci Ütopya Örgütü

Ekvador Marksist-Leninist Komünist Partisi

Demokratik Halk Hareketi

Ekvador Devrimci Gençliği

Ekvador Genel İşçiler Sendikası

Köylü Sosyal Sigortalar Birlik Federasyonu

Ekvador Halk Cephesi

Ekvador Üniversite Öğrenciler Federasyonu

Değişim İçin Kadınlar Konfederasyonu

Üniversite Solu Devrimci Cephesi

Ekvador Öğretmenler Öncü Kolu Cephesi

21. Yüzyıl Sosyalizmi ya da 21. Yüzyılda Sosyalizm

 

Bu başlığın amacı, anlambilimsel bir tartışma kışkırtmak değildir. Amacımız, “21 Yüzyıl Sosyalizmi” olarak adlandırılan çerçevede sunulan bazı reformist tezlerde yer alan sosyalizmin klasik içeriğine ilişkin temel çelişkileri ortaya koymaktır. Yazı, şamatalı bir şekilde sosyalizme bağlılık ilanlarına rağmen, Venezuela’daki Bolivarcı Devrim çerçevesinde veya ona ilişkin olarak, reformist tezlerin nasıl bazen örtülü bazen de açıktan önerildiğini ortaya koymayı hedefliyor. Bu amaçla, devrimci bir partinin inşası zorunluluğuna karşı “çokluk” ya da “yurttaşlık”, “proletarya diktatörlüğü”ne karşı “demokrasi” fikrini; mülkiyet biçimlerinin değişmesine ilişkin olarak “yeni üretim ilişkileri” arayışını; ve silahlı kuvvetlerin rolü konusunda birbiriyle alakasız tutumları savunanlar arasındaki temel farklılıkları ortaya koyacağız.

(…)



DEVRİM PARTİSİ

Tarih göstermiştir ki, devrimci süreçlerin, devrimci bir teoriye ve bu teoriyi gerektiği gibi yorumlayacak ve farklı ezilen sınıflar ve katmanlar arasında ideolojik ve politik birliği sağlama yeteneğine sahip ve aynı zamanda, daha önceki bölümde açıklandığı gibi, şiddet yoluyla ya da barışçıl bir şekilde iktidarı ele alma yolunda belirleyici mücadeleler için yeterli güçlerin toplanmasını mümkün kılacak bir dizi politik örgütleri olan devrimci bir önderliğe sahip olması gerekir.[1]

Post-modernizm, sosyal hareketler ve yurttaş söylevi teorisinin gelişiminden bu yana, kapitalizmin bekasının savunulması amacıyla post-modernistler, sınıf tahlilinin yerine “farklılıklar” analizini geçirmeye çalıştılar ve başka şeylerin yanı sıra etniklik, cinsiyet, cinsel tercihler vs. üzerine vurgu yaptılar. Ayrıca, stratejik hedeflerin geçerliliğini inkar yoluyla ütopyalar konseptini ortadan kaldırmaya kalkıştılar. Bununla boş yere devrimci hareketi kendi ütopyasından, sosyalizmin inşasından ayırmaya çalıştılar.

Hareketin övgücüleri ise, hareketin, dolayısıyla da sosyal aktörlerin geçici özelliğini, sosyal hareketi var eden nedenin varlığı ya da onun ortadan kalkması ile sınırlama yoluyla, kapitalizmin destekçileri haline gelme konusunda post-modernistlerle buluşur. Hareketler formasyonu etkilemediği sürece geçerlidir bu; çünkü onlar, bir bütün olarak ekonomik formasyonu hesaba katmayan sınırlı bir sorun ile sınırlamışlardır kendilerini. Başka bir deyişle, iktidar sorununu bırakmışlardır; tıpkı Üçüncü Dünya Borçlarının Kaldırılması İçin Komite (CADTM)’nin direktörü Eric Toussaint’in dediği gibi: “Sosyal hareketin talepleri, sol partiler ile aynı değildir. Herşeyden önce, iktidar sorununa yaklaşımları farklıdır. Siyasi bir parti, iktidara ilişkin ya da iktidarı almak için bir stratejiye sahiptir. Sosyal hareketler için ise nihai amaç bu değildir.” Ekliyoruz: Sosyal hareketler, sınırlı, geçici bir sorun ile sınırlamışlardır kendilerini.

José Welmovick’in belirttiği gibi, yurttaş söylevi, “yurttaşların asgari medeni ve sosyal hakları ele geçirmesi demektir. Aynı zamanda yurttaş konsepti, hak sahibi olmanın yanında zorunlulukları yerine getirme anlamına da gelir. Yurttaşlık, bu hakların yasal düzende içerilmesi karşılığında yurttaşların var olan yasalara bağlılığı demektir. Bu durum, bu hakların, henüz kapsanmamış olan hakları da içerecek şekilde genişletilmesi adına, bu yurttaşların kapsanmasını garanti eden düzenin savunusunu gerektirir.” Ayrıca şunları ekler: “Toplum, üyelerinin çoğunluğuna yurttaşlık haklarını garanti edecek bir taahhütte bulunmak zorundadır ve bu haklar için mücadele etmek de sosyal hareketlere düşer. Tam yurttaşlık örneğine en yakın toplumlar gelişmiş kapitalist ülkelerdir; ve Alman Jüergen Habermas gibi bazı teorisyenler, bütün dünyaya örnek teşkil etmek üzere, stratejik bir hedef olarak sosyal devletin tüm Avrupa Birliği’ne genişletilmesini önermektedir.

Welmovick sorar: “Ama tam yurttaşlık statüsüne nasıl ulaşılır?” Ve yanıtını verir: “Farklı sosyal kesimler arasında işbirliği, müzakere ve diyalog yoluyla ve toplumsal eşitisizliğin azaltılmasına yönelik kamu politikalarının teşviki vesilesiyle. Sihirli sözcük ‘toplum’dur. Bağımlı ülkelerde, merkez kapitalist ülkelerdeki demokrasi ve sözde tam yurttaşlığı referans alarak bu yurttaşlık haklarını kazanmak için mücadele etmek sosyal hareketlerin işi olacaktır.[2] Yurttaş söylevinin, tarihin motor gücü olan sınıf mücadelesini ortadan kaldırma mekanizmaları olarak, kapitalist sistemin devamını ve sınıf uzlaşmacılığını savunduğu araçları açıklayan çok etkili alıntılar bunlar.

Teorik temeli post-modernizmde ve yurttaş söylevinde olan reformizm, sosyal hareketler temelinde, sınıf -yani ezilen sınıflar- ya da halk konseptini atarak, Tony Negri’nin ortaya attığı eski “çokluk” konseptini[3] geçici bir hevese dönüştürdü. İşsizlik, kitlesel göç, suçta artış vb. neoliberal politikaların global çapta kamçıladığı inkar edilemez kriz temelinde bu söylevi gerekçelendirmeye çalışıyorlar. Bunun kanıtı şu ifadelerdir: “Krizin derinliği ve etkilenen kesimlerin büyüklüğü ve çeşitliliği, […] potansiyel üyeler alayını dikkate alarak, geniş bir sosyal bileşime ve muazzam bir güce sahip alternatif bir sosyal blokun  kurulmasını zorlamak açısından oldukça olumlu bir ortam sunmaktadır”.[4] Bu alıntı, sınıf tutumuna bakılmaksızın herkesin toplamı olan “çokluk” konseptinin ne şekilde kullanıldığını ve ayrıca post-modernistler ve “yurttaş söylevi”ni varsayanlar gibi, onların da, başka şeylerin yanı sıra, sömürü ilişkilerini tanımamızı sağlayan tahlillerden vazgeçtiklerini gösterir. Bunun sonucu olarak, Martha Harnecker’in “sosyal blok”, “öncü özneler”, “alternatif toplum”dan söz etmesi bizi şaşırtmamalıdır. Venezuela’daki sürece ilişkin söylenenler bunu kanıtlar: “… Devrimi, öncelikle siyasi iktidarın bir sosyal bloktan bir başkasına devredilmesini, sonra da toplumun her alanında derin dönüşümler yapılmasını öneren bir projeyi gerçekleştiren bir süreç olarak algılar ve bu sürecin en temel yönünün, kurmaya çalıştığı alternatif toplumun öncü öznesini yaratmak olduğunu düşünürsek, evet, o zaman, Bolivarcı sürecin devrimci bir süreç olduğunu söyleyebiliriz.[5]

Yukarıdaki gibi kavramların kullanımının epistemolojik bir birliğe tekabül etmediği, çünkü aynı hedefi, yani sosyalizmin inşası hedefini taşımadığı konusunda ısrarlı olmalıyız. Aslında “alternatif toplum” sosyalizm ile aynı şey değildir; “sosyal blok” kavramı Gramsci’nin sözünü ettiği sınıfların “tarihsel bloku” ile aynı olmadığı gibi, “sosyal hareketler” ve “sosyal aktörler” de devrim partisi ile aynı hedeflere sahip değildir; çünkü birinciler tamamiyle kapitalizmin devamını öngörürken, ikinciler iktidarın ele geçirilmesini önerir. “Soldan söz ettiğimde, kapitalist sisteme ve onun kâr mantığına karşı olan ve emekçi sınıfların çıkarları üzerine kurulu, maddi yoksulluktan ve kapitalizmin yarattığı manevi sorunlardan arınmış hümanist ve dayanışmacı alternatif bir toplum için mücadele eden güçlerin toplamını kastediyorum. Bu nedenle de sol, sol siyasi parti ve örgütlerde yer alan sol ile sınırlı olmayıp, sosyal aktörleri ve hareketleri de kapsar.[6] Bunları söylerken Martha Harnecker’in önerdiği şey, farklı politik hedeflere sahip her çeşit parti ve hareketin katıldığı, tek ortak noktaları neoliberalizme karşı mücadele olan çok sınıflı bir ittifaktır. Bu, ekonomik ve sosyal bir formasyon olarak kapitalizme karşı olmayan bir ekonomi politikasıdır.

Hem yukarıdaki sol tanımlaması hem de “alternatif sosyal blok”a ilişkin onu takip eden uzun alıntı, daha önce ifade edilenleri doğrulamaktadır. Martha Harnecker bu konuda şunları söylüyor: “Bu blok, nüfusun büyük çoğunluğunu birleştirecektir. Geleneksel şehir ve kır emekçileri kesimleri ve en yoksul ve marjinalize olmuş kesimler yanında şu kesimeleri de kapsayacaktır: yoksullaşan orta tabakalar, küçük ve orta çaplı işveren ve tüccarlar yığını, kayıt dışı kesim, küçük ve orta ölçekli kır üreticileri, profesyonel meslek sahiplerinin çoğunluğu, işsizler yığını, kooperatif üreticileri, emekliler, polis ve ordunun orta kesimleri (orta kademe subaylar ve astları). Ayrıca, iş dünyasındaki koşulları uluslarüstü sermaye ile objektif çelişkiye girmiş olan kapitalist sektörlere de açık olacaktır. Bunlar, kendi ulusal kalkınma projelerini hayata geçirebilecek burjuva kesimler değil, halkçı hükümetten finansal yardım alan ve bu hükümetin sosyal politikalarının ürünü olacak genişletilmiş bir iç piyasa avantajına sahip olan, halkçı bir ulusal projeye dahil edilmekten başka ayakta kalma şansı olmayan kesimlerdir. Öte yandan, yalnızca ekonomik bakımdan etkilenen kesimleri değil, aynı zamanda kadınlar, gençlik, çocuklar, yaşlılar, yerliler, siyahlar, belli dini kategoriler, homoseksüeller vb. gibi sistem tarafından ayrımcılığa ve baskıya maruz kalmış katmanları da gözününde bulundurmamız gerekir.[7] Bunlar cazip, ama devrimci sürece ve birlik sürecine önderlik edecek, onu sosyalizmin inşasına taşıyacak bir devrim partisi ihtiyacını açık bir biçimde dile getirmediği sürece hiçbir yere varmayan ifadelerdir. Aşağıdaki paragrafta da görüleceği gibi, Venezuela’daki Bolivarcı Devrim’in karşı karşıya olduğu temel soruna işaret ederken, Harnecker’in kendisi de, aslında bunu kabul etmektedir.

Bizim sunumumuz açısından şuna işaret etmek önemlidir: Yukarıda kısaca analiz ettiğimiz reformist önermeler, sözü edilen bu rolü yerine getirecek devrimci bir parti yaratılması zorunluluğunu açıktan inkar etmektedir. Bunlar, değişim ve dönüşüm hedefinin gerçekleşmesi için “çokluk”un kendiliğinden ve kendisi için yeterli olduğunu öne sürerler; onu karakterize eden sınırlılıkları, daha da önemlisi, onun, ideolojik ve politik birliği ve iktidarın ele geçirilmesini sağlayacak güçlerin biraraya getirilmesini başarmak açısından sınırlılıklarını görmezler. Ne var ki, Venezuela örneğine ilişkin olarak da şunları açıktan kabul ederler: “Önerdiği deneyüstü görevleri yerine getirecek yeterli politik araçlara sahip olamaması, Venezuela sürecinin zayıf noktasıdır. Dönemin ihtiyaçlarını anlayan ve kendilerini bu süreç ile özdeşleştiren kişilerin bundan sonra atılacak adımlara ilişkin tartışma yürütebileceği bir politik örgüt mevcut değildir. Chavez’in kurduğu Beşinci Cumhuriyet Hareketi (MVR), 1998 seçimlerine katılmak için, sadece seçimler hedef güdülerek kurulmuştur.[8] Ve şöyle devam ederler: “MVR’nin gerekli araca dönüşmesini engelleyen şeylerden biri, bileşimindeki heterojenliktir. Çoğu kişi MVR’ye sadece oportunist nedenlerle katılmış, diğerleri de iktidarın cazibesine kapılmıştır. İç çelişkileri giderek artmaktadır.[9] Bu alıntılar, reformist tutumların getirdiği ek bir soruna da işaret etmektedir: “çokluk” kriterlerine ve sosyal hareketlerin varlığına yanıt veren partilerin çok-sınıflı örgüt karakteristiğinin iğdiş edici özelliği.

Sonuç olarak, parti olmadan devrimci bir sürece önderlik etmek mümkün değildir; bundan daha da kötü olan ise, dünkü devrimcilerin ve günümüz reformistlerinin bilinçsiz ya da önceden planlanmış bir şekilde, Negri’nin “çokluk” kavramı gibi çok-sınıflı örgüt biçimlerini kabul etmeleridir. Buna rağmen, ne sözde “farklılıklar”ıyla kurulmuş olan sosyal örgütlenmelerin, ne de ortaya çıkan ve devrimci özellikler edinen kalıcı nitelikteki sosyal hareketlerin reddedilemeyeceği açıktır. Emek örgütleri gibi, bunlar da, her devrimci süreçte önemli bir rol oynarlar. Fakat sınıfa dayalı cephelerin de içinde yer aldığı geniş bir cephe içerisine onları da dahil etmek, devrimci önderliğin kaybedileceği anlamına gelmez, ki bu önderliği ancak devrimci partiler, sınıf partileri sağlayabilir.

 

PROLETARYA DİKTATÖRLÜĞÜNE KARŞI DEMOKRASİ

Günümüzde reformist tutumlar, proletarya diktatörlüğüne alternatif olarak, tanımını yapmaksızın, demokrasi önerisinde bulunurlar; anlamına bakmaksızın, kelimeler tarafından yönlendirilmelerine izin vererek, diktatörlüğün karşısına demokrasiyi çıkarmaya çalışırlar: “Demokrasi, çeşitli devlet biçimlerinden biridir. Dolayısıyla, her devlet gibi kişilere karşı örgütlü, sistematik şiddet kullanımını temsil eder.[10] Aslında hatalı değerlendirmelerini formüle etmeden önce, “proletarya diktatörlüğü”ne dair mevcut kapsamlı teoriyi derinlemesine incelemiş olsalardı, onun bir yönetim değil, devlet biçimi olduğunu ve “proletarya demokrasisi”nin hakim olduğu bir geçiş süreci olduğunu anlarlardı.

Dolayısıyla, yukarıda belirtilen gerçeği görmezlikten gelmek için, kapitalist toplumlarda hakim olan demokrasinin “burjuva demokrasisi” olduğunu kasıtlı olarak unuturlar; bunun karşıtı ise, “proletarya demokrasisi”, işçilerin, daha önce yönetilen sınıfların demokrasisidir. Aynı şekilde, yalanlarını meşrulaştırmak için “burjuva demokrasisi”ni karakterize eden şeyin azınlığın “demokrasisi” olduğunu, oysa “proletarya demokrasisi”nin çoğunluğun demokrasisi olduğunu unuturlar.

Amaçlarını ilerletmek ve daha yapılandırılmış kavramsal bir oluşum yaratmak için Matelart’ın belirttiği gibi, “sivil toplum” gibi kavramların içini boşaltmaya yönelirler; çünkü o zaman sivil toplumun, reformistlerin iddia ettiği gibi “kamusal olmayan şey” olarak değil, Marx’ın ifade ettiği gibi, yapı ve üstyapı olarak tanımlandığını kabul etmek zorunda kalacaklardır. Aslında bu başvuru, reformistlerin, yurttaşların katılımının genişletilmesini demokratik olarak tanımlamasına izin verir. Bu da, yurttaşın asgari sosyal ve medeni hakları elde etmesini amaç olarak gösteren yurttaş söylevinin sunulması demektir. Oysa asıl amacı, bu hakların yasal düzenlemede yerini almasının karşılığı olarak, zorunlulukların yerine getirilmesini yurttaşların imgelemine yerleştirmeyi başarmak ve onların yürürlükteki yasalara bağlılığını sağlamaktır. Bu hakların, onlardan yoksun kesimleri kapsayacak şekilde genişletilmesini savunma adına, José Welmovick’in açıkça belirttiği gibi, bu yurttaşların kapsanmasını garanti altına almak için düzenin savunusunu gerektirir.[11]

Haklar ve zorunluluklar arasındaki ilişki, tam yurttaşlık denen şeyi başarması için yurttaşın aynı zamanda kurulu düzeni, yani statükoyu, kapitalist sistemi savunması gerektiğini ileri sürer ki, bu, Marksist ütopya olan sosyalizme ulaşma olanağı inkar edilerek, post-modernizm tezleriyle aynı noktada buluşulduğunu gösterir.

Dolayısıyla, yurttaş söylevine bağlılığıyla, soyut bir demokrasiye dayanması ve onu proletarya diktatörlüğünün karşısına koymasıyla, günümüz reformizmi, devrimci güçlerin sosyalizme ilerlemek için uyması gereken üç temel görev içeren geçiş dönemi ihtiyacını açıktan inkar etmeye çalışır. Bu görevler: üretim araçlarının özel mülkiyetten toplumsal mülkiyete geçirilmesi, baskı altındaki sınıfların hakimiyetini sağlamlaştırmak için burjuva baskı aygıtının ortadan kaldırılması ve bürokrasi ve rüşvet ve yolsuzluklara son verilmesidir.

 

MÜLKİYET BİÇİMLERİ

Mülkiyet biçimleri, insanın üretim sürecindeki konumunu belirler ve bu süreçte insanların kendi aralarındaki ilişkileri tanımlar. Üretim ilişkileri, aynı zamanda, farklı üretim tarzlarının özelliklerini belirler. Dolayısıyla, eğer üretim tarzlarının değiştirilmesi sözkonusu ise, mülkiyet ilişkilerinin değiştirilmesi gerekir. Bu olmaksızın üretim ilişkileri de aynı kalır.

Burada dile getirilen şey, stratejik bir ifadeyle, bir üretim tarzından bir başkasına geçmek için, onu belirleyen mülkiyet biçiminin değiştirilmesinin kaçınılmaz bir zorunluluk olduğunu gösterir. Kapitalizmde, hakim olan kapitalist üretim tarzının özelliklerini belirleyen özel mülkiyet olduğu için, özel mülkiyet ortadan kalktığı oranda ve anda bu özellikler de değişecektir. Fakat her sosyal ve ekonomik formasyonda birden fazla tarz varlığını koruduğu için, toplumun bir bütün olarak değişmesi, ancak kapitalizm öncesi üretim tarzlarına uygun özel mülkiyet biçimlerinin tüm kalıntılarının ortadan kaldırılmasıyla mümkün olacaktır.

Ancak şu da bir o kadar doğrudur ki, eğer stratejik hedef bu ise, somut durumun somut tahlili, stratejik hedefi zayıflatmaksızın, özel mülkiyet biçimlerine teşvikler de dahil olmak üzere, daha önce tanımlanan sektör ve katmanlar için taktik hareketler geliştirmeyi de gerektirir. Aşırılar genelde bu tutuma karşı-devrimci suçlaması getirirler; çünkü onları karakterize eden öznellikleridir ve bu da onları, her devrimci sürecin farklı anlarında ortaya çıkan toplumsal güçler arasındaki ilişkilerin gözardı edilerek, nesnel olarak kaçınılamaz aşamaların atlanabileceği inancına götürür. Kısacası, belli anlarda ve geçiş halinde gerektiği için, halihazırda ortadan kalkmış özel mülkiyet biçimlerine bile geri dönmüş olan diğer devrimci süreçlerin deneyimlerini dikkate almazlar.

Politik taktiklere ilişkin yapılan açıklamaya rağmen, devrimci güçlerin somut eylemlerinin, yukarıda anılan unsurlardan türeyen nesnel sınırlılıklarıyla birlikte, özel mülkiyetin ortadan kaldırılması stratejik hedefine katkıda bulunması zorunludur; bu, özel mülkiyet toplumsal mülkiyete dönüştürülerek yapılır, ki devlet iktidarı ele geçirildikten sonra yapılması gereken ilk iş budur. Engels, proletaryanın devlet iktidarını kendi eline aldıktan sonra öncelikle üretim araçlarını devlet mülkiyetine geçirmesi gerektiğini, bir bütün olarak toplum iktidarının temsilcisi olarak, onlar adına ve ilk iş olarak üretim araçlarının mülkiyetini alması gerektiğini belirtir.

Yukarıda belirtilen devrimci tutumun tersine, reformizm uçlara giderek şunu iddia eder: “Sosyal bilimlerde, ekonomik formasyonlar arasında geçiş tümüyle terkedilmiştir.[12] Açıkça ifade edilirse bu, özel mülkiyetin devamını destekleyen bir iddiadır. Ne kavramsal ne de teorik anlamda hiçbir şey ifade etmeyen bu iddianın sahibi Dieterich’e göre, yaşanan ve yaşanmakta olan şey, kapitalist medeniyet, sosyalist medeniyet vb. gibi post-kapitalist medeniyetler içerisinde bir değişimdir. Aslında bu iddia, Amerikan aşırı sağının, George Bush ve onun şahinlerinin ideoloğu olan ve son kitabı Biz Kimiz?’de de ortaya koyduğu gibi, en ırkçı anti-Latin Amerikan gerici tutumların destekçisi olan Samuel Huntington tarafından geliştirilmiştir.[13]

Aslında bu önermeler; sınıflar, üretim tarzı, sosyal ve ekonomik formasyon gibi Marksist kategorilerin rastgele kullanımına başvurmayı reddetmemekte, bunları medeniyetler konseptine uygun kavramlarla karıştırarak kullanmaktadır. Bu karışım uygun değildir; çünkü farklı epistemolojik süreçlerin ürünü olan ve belli politik ve ideolojik içeriğe tekabül eden bilgiyi oluşturur.

Reformizm açısından ve bu yönü gözönünde bulundurulduğunda, Venezuela’nın Bolivarcı Devrimi’nin kendisi ve hükümeti içerisindeki Halkçı Ekonomi Bakanlığı (MINEP) açıktan şunu iddia etmektedir: “Mevcut kapitalist üretim ilişkilerini bastırmak değil, zaman içerisinde güçlendirilebilecek farklı üretim ilişkilerini açmak ve keşfetmek isteyen alternatif bir kalkınma modeli vardır.” (vurgular bize ait) Bu, açıklama gerektiren bir ifadedir.

Teorik açıdan bakıldığında ise, bir yandan “kapitalist üretim ilişkilerini bastırmak istememek”, öte yandan ise “farklı üretim ilişkilerini açmak ve keşfetmek” çelişkili bir durumdur. Eğer kastedilen şu değilse: Ne kadar fazla sosyalizme sahipsek, orijinal bir sosyal ve ekonomik formasyon inşa etmek mümkün olacaktır; ve böylelikle MINEP, bugüne kadarkilerden farklı, hiç duyulmamış bir sosyal ve ekonomik formasyon inşa etme olanağını ortaya çıkararak insanlık tarihini yeniden keşfedecektir.

MINEP’in açıklamaları gözönünde bulundurulduğunda, şu vurgulanmalıdır: İnsanlık tarihi göstermiştir ki, sosyal ve ekonomik formasyonların gelişimi içerisinde, her ülkenin kendi devrimci sürecinin izin verdiği özgün içeriğiyle, kapitalizmden sonra ancak sosyalizmin inşası mümkündür. Şu açıktır ki, bunun gerçekleşmesi için, kapitalist üretim ilişkilerinin yerine sosyalist üretim ilişkilerini geçirmek gerekecektir ve bu da, ancak üretim araçlarının özel mülkiyet biçiminin ortadan kaldırılması ile gerçekleşebilecek bir süreçtir. “Farklı üretim ilişkilerini açmak ve keşfetmek”, Venezuela’nın Bolivarcı Devrimi’nin hedefi olan sosyalist bir toplum inşa etme hedefini gerçekleştiremez ve destekleyemez.

Doktriner görüşlerin kötüye kullanımı sözkonusu değildir ve ideolojik olarak ne istediklerini bilmelerine rağmen, dogmaları yıkıp, geçmişi olmayan bir sosyalizm inşa ediyorlar; ve gerçekten devrimci olan önderlik, oligarşinin siyasi kuralları yoluyla kendisini meşru kılıyor.” Venezuela’nın Bolivarcı Devrimi’ne ilişkin olarak bu argümanı kullanan ve Dieterich’e benzer tutum takınan Kübalı profesör Jorge Gomez Barata, Bolivarcı Devrim sürecinde “fazla kamulaştırma olmaması”nı ya da “oligarşinin parasını, örgütlerini ve partilerini koruması ve seçme ve seçilme hakkı, ifade özgürlüğü ve medyanın denetimi gibi demokratların en çok takdir ettiği hakları kullanıyor olmaları”nı[14] neredeyse bir iyilik eylemi olarak değerlendirmektedir. Bu ancak büyük ve öngörülebilir sınıf çatışmalarının Venezuela’da henüz gerçekleşmediğini anlamayan ya da kabul etmeyen birinden geldiğinde anlaşılabilecek olan saçma bir politik miyopluktur. Üretim araçlarının bir bütün olarak toplum tarafından denetimi konusunda gelişme kaydedildiğinde, bunlar da kaçınılmaz olarak gerçekleşecektir. Toprakta ilk kamulaştırmalar yapılmadan önce ya da Devlet Başkanı Chavez medyanın gücünün denetim altına alınması ihtiyacını açıkladığında ortaya çıkan savaşçı tutumlar ve ciddi çatışmalar şimdiden görülebiliyor.[15]

Salvador Allende yoldaşın kurduğu hükümetin deneyimi temelinde şunu işaret etmek gerekir ki, burjuvazinin iktidarını kırmak ve devrimci süreci tümüyle sağlamlaştırma yönünde ilerlemek için, özel üretim araçlarının önemli bir bölümünü toplumsal mülkiyete geçirmek yeterli değildi. Allende Şili’sinde örneğin şuna işaret etmemiz gerekiyor: Aşağıda Başkan’ın işaret ettiği gelişmelere rağmen, hükümetin birinci yılı sonunda bile devrimci süreç ezildi: “Eski özel bankacılık sektörünün yüzde 90’ının denetimi bizde; aralarında İspanyol, Güney Amerikan, Kredi ve Yatırım ve Merkez Bankası da olmak üzere en güçlü 16 banka bugün Şili’nin ve halkının mirası haline gelmiştir. 70’den fazla tekel ve stratejik işletme kamulaştırıldı, devralındı ya da müdahaleye uğradı. Sahipleri biziz. Kendi bakırımızdan, kömürümüzden, demirimizden, güherçilemizden, çeliğimizden söz edebiliriz. Ağır sanayinin temeli bugün Şili’ye ve Şilililere aittir. Tarım reformu süreci derinleştirildi: 1300 adet büyük toprak mülkiyeti, 2 milyon 400 bin hektar kamulaştırıldı.

Sonuç olarak, reformizm ile devrimci tutum arasındaki fark şu gerçekte yatar: Reformizm farklı argümanlar kullanarak üretim araçlarının özel mülkiyetini, dolayısıyla da kapitalist üretim ilişkilerini devam ettirmeye çalışır; devrimci hareket ise, egemenliğin sacayaklarından biri olan burjuva hakimiyetini kırmak amacıyla, en hızlı biçimde üretim araçlarının mülkiyetinin bir bütün olarak toplumun eline geçmesini kaçınılmaz görür.

 

SİLAHLI HALK

Engels, “silahlı halk”a gönderme yaparken tarihsel bir gerçeğe işaret eder: Devletin ortaya çıkışından önceki aşamaların karakteristiği olan silahlı halkın yerine, “her devlette olan, sadece silahlı kişilerden değil, maddi şeylerden, klan toplumunun bilmediği hapishane ve her tür baskı kurumlarından oluşan…” bir kamu gücü geçer. [Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, Yabancı Diller Yayınevi, Pekin, 1978, İngilizce baskı, s. 207]

Devrimci süreç için bu değerlendirme önemlidir, çünkü silahlı kuvvetlerin baskıcı karakteri bunu gerektirir; özel mülkiyetin toplumsal mülkiyete dönüştürülmesine ek olarak, bu baskıcı güçlerin yerine, devrimci sürece dayanan, onu destekleyen ve onun içerisinde yer alan başka güçler geçirilmesi de gerekir.

Burjuva devletin devamını sağlayan silahlı kuvvetlerin değiştirilmesi, devrimci hareket açısından, özellikle de Şili deneyiminin ardından, oldukça önemlidir. Orada, öznel bir değerlendirme sonucu, silahlı kuvvetlerin anayasal düzene, seçim sonuçlarına ve dolayısıyla liberal demokrasiye uyacağı düşünülmüştü. Bu durum, egemen hale gelinceye ve Başkan Allende’nin öldürülmesiyle sonuçlanan askeri faşist darbe yapılıncaya kadar, gerici güçlerin ordu içerisinde çalışmasına meydan verildi.

Devrimci süreçlerin ikinci hedefinin “eskiden kendisine karşı kullanılan tüm baskı araçlarını ortadan kaldırmak”[16] olduğunu reddeden reformist tutumlar, dün Şili’de yaptıkları gibi, bugün de bir dizi sübjektif önermelere dayanarak, silahlı kuvvetlerin o güne kadar yaptıkları ve eğitildiklerinden farklı roller üstlenebileceği görüşünü devam ettiriyorlar.

Martha Harnecker’in Venezuela silahlı kuvvetlerine ilişkin olarak, Simon Bolivar figürü temel alınarak, söyledikleri iyi bir örnektir: Amerika Okulları’nda (School of Americas) eğitilmemiş olmaları, gerillalara (?) karşı koymak zorunda kalmamaları, Silahlı Kuvvetler’de en üst rütbelere ulaşma konusunda ayrımcılığın olmaması, yoksulluğa ve uç sosyal çatışmalara karşı toplumsal duyarlılık sahibi olmaları, sosyal içerikli programları sunup içlerinde yer almaları, Başkan Chavez’in karizmasına ek olarak, seçmenlerin kararlarına gösterdikleri saygı[17] onları farklı kılmakta, devrimci yapmaktadır. Harnecker, Latin Amerika’da silahlı kuvvetlerin büyük bir bölümünün aynı koşullara sahip olsalar da, mevcut düzeni ve baskı aygıtını aktif bir biçimde savunmakta tereddüt göstermediklerini unutuyor. Venezuela’da Silahlı Kuvvetler’in 2002’de başarısız bir darbe girişiminde bulunduğunu, yoksulluğa karşı genel toplumsal kayıtsızlıkları ve bunun sonucu olarak Caracazo olayına [1992 halk ayaklanması – Ç.N.] karşı gösterdikleri tepki ve gerilla hareketi ve silahlı mücadeleye karşı baskılarını hatırlamak gerekir. Bu değerlendirmeler, üst kademelerde olup da devrimci sürecin içinde yer alan değerli üyelerin varlığını reddetmez. Onların Venezuela silahlı kuvvetlerinin tarihsel olarak oynadığı rolü değiştirmeye yetip yetmeyeceğini tarih gösterecektir. Martha Harnecker’in bu sonuçlara varmak için kullandığı yöntemin yüzeyselliği,[18] komplocu eylemlere katılma ya da yolsuzluk nedeniyle silahlı kuvvetlerde yapılan son ihraçlar gözönünde bulundurulduğunda, gelişmelerin bu yönde olması mümkün değildir. [19]

Yukarıda bahsedilen eylemler, kanaatimizce, Başkan Chavez’in “silahlı halk”ın desteğini ve rezervlerin takviye edilmesini gerektiren devrimci tutumu açıkça anlayıp ona göre önlemler almasına neden oldu. Bu önlemler, özellikle Venezuela Silahlı Kuvvetleri içerisinde, en azından onları tarafsızlaştırmak amacıyla yürütülen politik ve ideolojik çalışmanın devam etmesi durumunda devrimci bir geleceği garantiye almaktadır.

Özetlersek: Bir dizi derin sübjektif ve yüzeysel önermelere dayalı olarak reformizmin silahlı kuvvetlerin tavrını değiştirmek istemesi kadar, devrimci tutum da, devrimci süreci destekleyen bir “silahlı halk” garanti edecek tüm önlemleri alır.

SONUÇ

1. Devlet Başkanı Chavez’in açıktan ilanının gösterdiği gibi, başta Venezuelalılar olmak üzere, devrimci güçlerin, sosyalizmi inşanın gerekliliği olarak yorumladıkları “21. Yüzyıl Sosyalizmi” deklarasyonunun arkasında, açığa çıkarılması ve mücadele edilmesi gereken bir dizi reformist tutum gizlidir.

2. “Çokluk”un, sözde “sosyal hareketler”in ve yurttaşların söylevine karşılık gelen sosyal ya da askeri[20] “alternatif bloklar” önerisi, sınıf bakışının ve ezilen sınıfları temsil eden ve iktidar mücadelelerinde onlara rehberlik eden partileri oluşturma zorunluluğunun inkarıdır.

3. İktidardaki sınıfların tutumuna uymayan bir “demokrasi”nin varlığı argümanı, kapitalizmden sosyalizme ilerleyişi mümkün kılan kaçınılmaz geçiş süreci olan proletarya diktatörlüğüne saldıran bir argümandan başka bir şey değildir.

4. Sosyalizmin inşası için, “farklı üretim ilişkileri” tanımını yapmanın yeterli olacağını iddia eden reformist önerme, aslında sosyalizmin inşasını reddetmektedir; çünkü üretim ilişkilerinin değiştirilmesini sağlayacak tek şey, mülkiyet biçiminin değiştirilmesidir.

5. Tali nedenlere ve tümüyle sübjektif değerlendirmelere dayanarak, silahlı kuvvetlerin artık burjuva devletin baskı aygıtının bir parçası olmadığını ifade eden iddia, devrimci sürecin herhangi bir darbe girişimine karşı korunmasını sağlayan “silahlı halk”a sahip olmanın önemini reddetmeye götürebilir.

6. Çoğunluğun, yurttaşların ve hareketin söylevi gibi post-modernist bir söyleme dayanarak reformizmin tüm gömme çabalarına rağmen, Marksizm-Leninizmin klasiklerinin formüle ettiği sosyalizmin inşasının ilkeleri tümüyle ve mutlak olarak geçerliliğini korumaktadır.

* Temmuz 2006’da Ekvador’un başkenti Quito’da yapılan “Latin Amerika Devriminin Sorunları” konulu 10. uluslararası seminerde, “Sosyalizm: Kapitalizmin ve Reformizmin Alternatifi” temasına ilişkin Ekvadorlu delege Guillermo Navarro Jimenez’in sunduğu tebliğ. (Kısaltılarak yayımlanmıştır.)

[1] “Kendi çıkarları için mücadelede sınıflar çeşitli örgütlenme ve mücadele biçimleri arayıp bulurlar: ekonomik haklar mücadelesinde sendika, dernek, talepler, imza kampanyaları, mobilizasyonlar, grevler, eylemler vs.; manevi gereksinimler ve eğlence-dinlence için spor kulüpleri, kültür ve sanat dernekleri, sosyal aktiviteler; politik mücadele açısından ise iktidarın ele geçirilmesi ve korunması için en yüksek örgüt biçimi siyasi partidir, ve eylemler, talepler, mobilizasyonlar, seçimler ve silahlı mücadele söz konusudur. Halk sınıfları açısından sendika, dernek, komün, kooperatif; egemen sınıflar açısından ise ticaret odası, kulüp, dernek: bunlar politik mücadelede kısmi geçerliliğe sahip araçlardır ve bir dereceye kadar esas olarak politik örgüt ihtiyacını göstermeye hizmet ederler.” Miranda, Pablo, “Partinin Gerekliliği”, Quito 2002

 

[2] Welmovick, José: “Yurttaş Söylevi ve Sınıf Bağımsızlığı”, Militan Marksizm, Zitra Baskısı, Quito, Ekvador, Mayıs 2002, s. 68

[3] Aşağıdaki alıntının da kanıtladığı gibi, Negri’nin kullandığı bu kavramda, 17. yüzyılda Spinoza ortaya attığından beri yeni olan bir şey yoktur. “Spinoza için çokluk (multitude), tek şey haline gelmeksizin, merkezcil bir harekete  dönüşmeksizin kamu sahnesinde, kolektif eylemde, sıradan olaylara dikkatte ayakta kalan bir çokluğu (plurality) temsil eder. Çokluk, çoğunluğun çoğunluk için politik ve sosyal varlık biçimidir; epizodik ya da kesintili değil, kalıcı bir biçim. Spinoza için çokluk medeni özgürlüklerin kaynağıdır. (Spinoza 1677)”, Virno Paolo: “Çokluğun Dilbilgisi. Çağdaş Yaşam Biçimlerinin Analizi”, Nisan 2002, s. 3

[4] Harnecker, Martha: “Seattle’dan Sonra Sol”, s. 9

[5] Harnecker, Martha: “Kendine Özgü Bir Devrim: Venezuela”, Ulusal Kültür Konseyi, Caracas, Venezuela, 2004, s. 10

[6] a.g.e., s. 2

[7] Harnecker, Martha: “Latin Amerika Solunun Stratejisi Üzerine”, 6 Ekim 2004, s. 6

[8] Harnecker, Martha: a.g.e, s. 10

[9] Harnecker, Martha: a.g.e, s. 11

[10] Lenin, Devlet ve Devrim, Yabancı Diller Yayınevi, Pekin, 1970, İngilizce baskı, s. 119

[11] Welmovick, José: “Yurttaş Söylevi ve Sınıf Bağımsızlığı”, Militan Marksizm, Zitra Baskısı, Quito, Ekvador, 2002, s. 68

[12] Dieterich, Heinz: “Venezuela: Sosyalist Üretim Tarzı ve Geçiş Aşaması”, El Diario VEA baskısı, Caracas, Venezuela, 14 Kasım 2005, s. 10

[13] Samuel Huntington’ın “Medeniyetler Çatışması” kitabına bakınız

[14] Gomez Barata, Jorge: “Venezuela’da Devrim: Tatlı Oyun”, Red Voltaire, 3 Temmuz 2006

[15] Bu yan o kadar önemlidir ki, Allende’nin Şili’si örneğinde, karşı devrimin temel hedeflerinden birinin “iletişim araçları üzerinde denetimin ne pahasına olursa olsun korunması”, yani daha önce muhalefetin elinde olan denetimin mutlaka korunması ihtiyacı düşünülmektedir: “… ülkedeki yazılı basının yüzde 70’i ve 155 radyo istasyonundan 115’i, ki bunlar arasında en güçlü vericilere sahip olanları da vardı.” Martha Harnecker: “Geleceği Kurmak İçin Geçmişe Bakın”, 5 Haziran 2003, s. 8

[16] Marx ve Engels, Fransa’da İç Savaş, Yabancı Diller Yayınevi, Pekin, 1977, İngilizce baskı, s. 15

[17] Harnecker, Martha: “Venezuela: Kendine Özgü Bir Devrim”, s. 23

[18] Bu yöntem, önceden tasarlanmış bir ortamda yapılan röportajlarda, yazarın militan tutumu tarafından ideolojik ve politik olarak yüklenmiş sorulara verilen yanıtların sentezine dayanmaktadır. Bu, soru ve cevapların görüldüğü çeşitli yazılarda bellidir. Örneğin, “Rüya Mümkündü (I), Brezilya İşçi Partisi’nin Kökeni”. Küba’da Popüler Kültür Yayınevi, Havana, 1994; Şili’de LOM Yayınları, Santiago, Mart 1995; Brezilya’da  MEPLA/Casa America Livre, 1994

[19] MERCAL’in en son ve en iyi bilinen olayı olan subayların resminin bürokratik görevlerden kaldırılması bizim iddiamızı doğruluyor.

[20] Heinz Dieterich, Arjantin, Küba, Ekvador, Paraguay, Uruguay ve Venezuela’dan oluşan ve “Bölgesel Güç Blokunun Askeri Entegrasyonu” olarak adlandırdığı bir yapılanmaya gidilmesini öneriyor ve bunu, kendi kişisel değer yargısına dayanarak, bu ülkelerin silahlı kuvvetlerinin nesnel durumlarını, tarihsel ve bugünkü rollerini, ve siyasi iktidarın nesnel koşullarını değerlendirmeksizin yapıyor. Dieterich’in bu önerisi, aslında, objektif bir değerlendirme yaparak, şunları ifade eden Devlet Başkanı Chavez tarafından doğru bir perspektife oturtuluyor: “Sizin gönderme yaptığınız bu aşamanın geçerli olabilmesi, Güney Amerika’nın ya da en azından bazı ülkelerinin Silahlı Kuvvetleri’nin bir projesi ya da somut birleştirici unsuru haline gelebilmesi için, her bir ülkenin, sözünü ettiğimiz o tabulardan kurtulması gerekir. Çünkü, unutmayın ki, Silahlı Kuvvetler siyasi bir araçtır, siyasi iktidarın emri altındadır ve öyle olması gerekir. Eğer bu Güney Amerika ülkelerinde, siyasi iktidar, bu yeni gerçeğin ve Silahlı Kuvvetlerin halk ile bütünleşmesi gereğinin farkında olmaz ise, bu proje hayat bulmaz. Bu nedenle, daha önce size sözünü ettiğim fikirler konusunda büyük bir gelişme göstermemiz gerekir; çünkü, Heinz, Silahlı Kuvvetler’in başlarının bir araya gelip bir basın açıklaması ve döküman çıkarması yeterli olmayacaktır.” Devlet Başkanı Chavez’in öneri ve mantığını görmek için, Heinz Dieterich tarafından yazıldığı iddia edilen ve Venezuela’da basılan “Bölgesel Askeri Güç Blokunun Askeri Entegrasyonu” başlıklı belgenin 13. ve 14. sayfalarına bakınız.

“Terör Konsepti”nde ABD’nin İdeolojik ve Kültürel Hegemonyasının İçeriği

 

1997 yılında kurulan ve kurucularının çoğunluğu Bush yönetiminde etkili mevkilerde bulunan Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi think-tank grubunun yayınladığı ünlü “Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi” başlıklı uzun bildiride, ABD’ye, soğuk savaş sonrasındaki tek kutuplu dünyada üstün bir güç olması için, Amerikan anavatanının güvenlik sınırlarını geliştirmek, bu sınırları koruyabilmek amacıyla birden fazla büyük cephede savaşabilmek ve bu savaşlardan mutlak zaferle çıkmak gibi bir rol tanınıyordu. Altında Elliott Abrams,  William J. Bennett , Jeb Bush, Dick Cheney, Eliot A. Cohen, Francis Fukuyama, Donald Kagan, Zalmay Khalilzad, Donald Rumsfeld, Paul Wolfowitz gibi neo muhafazakar isimlerin imzasının bulunduğu bu metinde, “…Birleşik devletler ile Sovyetler Birliği arasında geçen Soğuk Savaş’ın askeri boyutu yanlış değerlendirilmiştir. Amerika’nın içerme politikası, Soğuk Savaşın sadece ABD ordusu ile Kızıl Ordu arasında geçen askeri bir savaştan ibaret olduğu düşünülerek oluşturulmamıştır; içerme politikası, askeri savaşın yanında Sovyetleri zaman içinde ideolojik ve ekonomik olarak yenilgiye uğratmayı da programında barındırıyordu… Amerika’nın stratejik hedefi Sovyetler Birliği’nin güçlenmesini engellemek olagelmişti, bugünün görevi, Amerikan çıkarlarına ve ideallerine hizmet eden uluslararası bir güvenlik ortamını korumaktır.1 ifadeleri yer almaktaydı.

Şu anda Ortadoğu’ya yönelik acımasızca sürdürülen operasyonun çok açık biçimde ve hiçbir diplomatik ihtiyata yer verilmeksizin önerildiği, ABD’nin, güvenlik sınırlarını geliştirme adı altında, tüm dünyaya engelsiz hakim olmasının gerekçelerinin ve yöntemlerinin sıralandığı bu metin, düşmanın ideolojik olarak da yenilgiye uğratılması gerektiğini kaydediyordu. Düşmanın ideolojik olarak yenilgiye uğratılması ise, kuşkusuz anti-Amerikan eğilimleri yüksek, şimdiki saldırılar nedeniyle de daha da yükselme eğilimi taşıyan Ortadoğu halklarının itaatkar Amerikan köleleri haline getirilmesini; güvenlik sınırlarını Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında genişletmek için yola çıkan ABD’ye karşı anti-emperyalist bir direnişe yeltenmelerinin engellenmesini; Hıristiyan Batılı halkların ise bölgedeki kıyım ve katliamlara tepkilerini durdurmayı içeriyordu. 11 Eylül 2001 yılında New York’ta Dünya Ticaret Merkezi’ne yapılan saldırının üstünden geçen beş yıl içinde, bu doğrultuda ABD tarafından pek çok yöntem denendi. Bunların bir kısmı fiyaskoyla sonuçlansa da, ABD bazı durumlarda oldukça başarılı olmuştur.

ABD emperyalizminin, dünyanın yeniden yapılandırılması ve yeniden paylaşılması sürecindeki ideolojik hegemonyasının pek çok yönü vardır. Bunlar, çok genel olarak iki başlıkta toplanabilir:

Bunlardan birincisi; yeni bir oryantalizm aracılığıyla, Batılıların gözünde çarpık bir Ortadoğulu Müslüman imgesi yaratarak, sözde terörizme karşı sürdürülen savaşa destek sağlamak; Avrupa ülkelerinde de Müslüman göçmenler ile yerli halklar arasında düşmanlıklar yaratarak, bu halkların dayanışma içine girmelerinin önünü kesmek.

İkincisi ise, Batı’da ve ABD’de, ilan edilen terör konseptine uygun toplumsal bir yeniden yapılanmanın gerçekleşebilmesi için, mevcut fikirlerin, yaşam kültürünün değiştirilmesi; halklar üzerinde tam bir ideolojik kontrol sağlayabilmek için neo-liberalizmin gerici fikirlerinin benimsetilmesidir.

Bu yazı, hegemonya sorununun oldukça kapsamlı olabilecek bütün yönlerine değil, terör propagandası sırasında öne çıkan bazı noktalara, bu iki genel başlık altında kısmen değinmeyi amaçlıyor. Aynı zamanda, ABD’nin ideolojik hegemonyasının bu iki ögesinin bazı belirimlerini işlemeye çalışırken, emperyalizm tarafından kullanılan hegemonik araçların özellikleri ve başlıca söylemler üzerinde de kısaca duruyor.

 

YENİ ORYANTALİZM:

DOĞU VE MÜSLÜMAN İMGESİNİN YENİDEN KURULUŞU

Batı ve Doğu sözcüklerinin iki coğrafi yön olmaktan daha fazla anlamı vardır. İlk sermaye birikiminin vatanı olan ve bu birikime bağlı olarak hızla kalkınan, birikimini değerlendirebileceği yeni egemenlik alanları ve pazarlarını ararken büyük fetihlere imza atan Batı, insan aklının ve becerisinin gerçekleştirebileceklerinin en gelişmiş simgesi olarak gördü kendini hep. Ve insanlık tarihinin merkezinde Batı’nın bulunduğu bilgisi, geçmişte büyük uygarlıklara sahne olmuş Doğu’nun parlak geçmişi unutturulmak pahasına genel kabul gördü. Batı, çalışkan, verimli, akıllı, yetenekli, gelişkin, uygar; kendisini Batı’nın tuttuğu aynada görmesi beklenen Doğu ise, uyuşuk, barbar, beceriksiz, geri ve ilkeldi. Batı, çalışıp yükselmenin; Doğu ise, “bin bir gece masalları” ve egzotik harem kültürünün hazcı temsilcisiydi. Doğu, mistisizm, durağanlık, masal, kehanet, raks; Batı, gerçekçilik, disiplin, yenilik, tasarım, öngörü demekti. Kapitalizmin gelişiminde önceliğe sahip Batı kapitalizminin ideologları tarafından, halklar arasında tarif edilen bu medeniyet hiyerarşisi, yüz yıllarca, sömürgeci emperyalist devletlerin kendi hakimiyetlerini ve fikirlerini sömürgelerine dayatmalarının meşru nedenlerinden biri oldu. Doğulu halkların ileri sürebileceği hiçbir fikrin, bunlar, evrensel olduğu ilan edilen Batı merkezci kriterlerle oluşturulmadığı için, kıymeti harbiyesi yoktu. Doğudan gelen herhangi bir şey, Batılı sahiplerin damağında eğer bir baharat tadı bırakmıyorsa, sözü edilmeye değmezdi. Batılı kapitalistlerin Doğuyu kendi medeniyetlerine göre hizalandırması anlamına gelen Oryantalizm, halkları, medeniyetleri ve kültürleri, her birine değer numaraları verip aşamalandırarak sınıflandırmayı benimsemiş kapitalizmin kültürünün başlıca bileşenlerden biridir.

11 Eylül’den itibaren, Müslüman Ortadoğu halklarının çeşitli biçimlerde aşağılanmasında, bu içselleştirilmiş oryantalizm önemli bir zemin oluşturmuştur. Sadece İkiz Kulelere saldırarak aklın almayacağı bir terör eylemini gerçekleştiren radikal İslamcı teröristler değil, Batı merkezci uygarlık tanımlarının dışında kaldıkları için bütün Müslümanlar, sıradan bir Amerikalının kavrayışının, bilgisinin ve algılayışının dışında yer almaktadır.

Dünyanın en güçlü, en müreffeh ve en zengin ülkesinin yurttaşlarının çoğunluğu, bu, kendilerine çağlarca ve kilometrelerce uzak Müslüman kitlelerin Amerikan yaşam tarzını tehdit ettiğine; onların, pek kıymetli, küçük refah alanlarını taciz ettiğine öylesine ikna edilmişlerdir ki, dünyanın en güçlü silahlarına sahip bir ülkede yaşadıkları halde, sürekli bir tehdit altında bulunduklarını düşünmektedirler. George W. Bush, 1 Eylül’den sonra, 20 Eylül 2001’de, Kongre’de şöyle bir konuşma yapmıştır: “Amerikalılar soruyor: Neden bizden nefret ediyorlar? Onlar burada, tam da bu salonda gördükleri şeyden nefret ediyorlar; demokratik yollarla seçilmiş bir hükümetten. Onların yöneticileri kendi kendilerini seçiyorlar. Bizim özgürlüklerimizden nefret ediyorlar; inanç özgürlüğümüzden, ifade özgürlüğümüzden, oy kullanma özgürlüğümüzden, bir araya gelebilme ve aynı fikirleri taşımak zorunda olmama özgürlüğümüzden…2

Bu konuşmanın terör eyleminden hemen sonra yapılmış olması olağan bulunabilir. Ancak Bush’un diğer konuşmaları ve basında çıkan materyaller, bu fikrin farklı dozlarda durmaksızın işlendiğini göstermektedir.

Oysa Ortadoğulu Müslüman halklar, gerçekte Amerika’dan, on yıllarca iliklerine kadar sömürüldükleri, aşağılandıkları, itilip kakıldıkları, bütün maddi kaynakları tüketildiği, petrollerine el konulduğu, Filistin’e eza çektirildiği için nefret etmektedirler. Ama bu durumun Amerikan politikacıları ve ideologları açısından bir anlamı yoktur. Onlar, sömürülenlerin nefretinin, medeniyete duyulan hasetten ve düpedüz barbarların medeniyete tahammülsüzlüğünden kaynaklandığına Amerikan halkını inandırmak istemişlerdir. Fakat pek övündükleri demokrasiye ve anlı şanlı Batı medeniyetine en büyük zararı kendilerinin verdiği, kendilerinin düşmanlık ettiği konusunda yalan söylemeye de devam etmektedirler.

ABD emperyalizminin sözcüleri, kendi halklarını ve Avrupa halklarını Ortadoğu’da süren saldırgan politikalara ikna etmek için, sadece 11 Eylül ile kendisini açıkça gösterdiğini ileri sürdükleri acımasız İslamcı teröristlerin tercüman oldukları medeniyet hasedinden söz etmekle yetinmediler. “Doğudan, İslam dünyasından gelen” tehdit iddiasının, dinler kadar ezeli bir tarihinin olduğunun kanıtlanması da gerekiyordu bunun için. Ortadoğu coğrafyasındaki jeokültürün esaslı bileşenini oluşturan İslam dini ile Batı denilen coğrafyanın evrensel değerlerini ve medeniyetini temsil etmeyi üstlenen ABD’nin temel ideolojik referanslarından olan Hıristiyanlık arasındaki geçmiş haçlı seferlerinden kalmış anılar, bunun için güncellendi. Ve aslında Amerikan emperyalizminin ideologları, bu halklara savaş açmak, saldırmak için neden ve gerekçe bulmak zorunda kalmayacakları ideolojik bağlamı da seçmiş oldular. Çünkü dini söylem, halkta inandırıcılığına dair esaslı kuşkular yoksa, güncel çıkar ilişkilerini açıkça telaffuz etmeksizin dolaylı olarak ima etmenin, ama buna rağmen ikna edici olmanın en iyi yoludur.

Bugün ABD halkının düşmanlık duygularını kışkırtmak için, Hıristiyan dininin en geri söylemleri bizzat Bush tarafından kullanılıyor. ABD’nin açtığı savaş, kutsal kitaplarda geçen “mutlak iyi” ile “mutlak kötü”nün son ve en büyük karşılaşması anlamına gelen Armageddon kapışması benzetmesiyle, bu süreçte sık sık anıldı. “Mutlak iyi” yani Tanrı ile kastedilen, hiç kuşku yok ki, ABD; “mutlak kötü”, yani şeytan olan da, terörist sıfatıyla anılan Müslüman halklardı. Bush, dünyaya, dini bir deyimle “şer ekseni” tarif etmiş ve bu eksendeki ülkelere “haçlı seferi” başlatmıştır.

ABD’nin İslam’a yönelik söylemi bu süreçte çeşitlilikler içerdi. 11 Eylül’ün hemen sonrasında Bush, dünyada bir “medeniyetler çatışması”nın sürdüğünü söyledi. Sonra bunu geri aldı. Daha sonraki adım, eski CIA Ortadoğu uzmanı Graham Fuller’in önerisine uyularak, Ortadoğu ülkelerinin ABD’ye yakın olanlarını ılımlı İslam projesi kapsamında ehlileştirmeye devam etmek, ama ABD’ye itaat etmeyenleri terörist devlet olarak tanımlayarak, şiddet yoluyla ıslah edilecekler listesine almaktı. Geçtiğimiz ay ise, Bush, “İslam faşizmine karşı savaşımız sürecek” buyurdu. Müslüman ülkelere bakış açısındaki bu değişim aşama aşama gelişmiş değildir. Bazen biri bazen bir diğeri öne çıkarılır. Bazen aynı anda hepsinden birden söz edilir.

ABD’nin Ortadoğu ülkeleri hakkındaki toptancı değerlendirmeleri ile bu ülkelerin halklarını çeşitli kriterlerle bölebilme becerisi sınırsızdır. Ülkelere ve zamana göre medeniyetin ölçütleri de değişebilir.

İsrail’in Lübnan’a yönelik saldırısının da, söylenen hedefi, radikal Hizbullah örgütüdür. İsrail’i Ortadoğu’da ileri bir karakol olarak kullanan ABD’nin bu saldırıya ilişkin söylemi de aynı minvaldedir. Afganistan saldırısının hedefinin genel olarak El Kaide, özel olarak Bin Ladin olması gibi, İsrail de, sözde, Lübnan’da Hizbullah’ı dize getirmeyi amaçlamaktadır. Bu savaşın en çok konuşulan yönünün çocuk ve bebek ölümleri olmasının Hizbullah’la savaşıldığı iddialarını kısa sürede yalanlaması bir yanda tutulursa, İsrail ve ABD tarafından Lübnan’da Hizbullah’ın, Filistin’de de HAMAS’ın hedef olarak gösterilmesi, kendi halklarıyla dünya kamuoyunu bu savaşın adil olduğuna inandırmak ve sessiz kalmalarını sağlamak amacını taşır. Genel olarak, İslamcı terörle mücadele edildiği iddiası da aynı sonucu amaçlamaktadır. ABD, terörizm ile savaşının bütün Müslümanlara, bütün Ortadoğu halklarına yönelik olmadığını çeşitli vesilelerle defalarca vurgulamıştır. Ancak Müslüman ve terör sözcüğünü o kadar çok kullanmıştır ki, ABD’nin zihninde, bu ayrımın gerçekten ayırdedici sınırlarının olup olmadığı konusunda kimse emin olamamıştır!

Aslında, gerçekten de, Amerikan emperyalizmi bütün Müslüman ülkelere karşı değildir, onlar arasında ayrım yapar. Hayır, bu ülkelerin terörist yatağı olup olmamasıyla ilgili değildir bu ayrım. ABD’ye göre Irak, Afganistan, İran, Suriye haydut devletler statüsünde şer ekseni üzerinde yerlerini alırken, Suudi Arabistan terörizmi değil petrol zenginliğini ve bolluğu, Mısır İslam demokratizmini, Ürdün de kısmi bir medeniyeti hatırlatır. Bush, Londra’daki Hyde Park ya da Regents Park’ta olduğu ve Newyork’un ortasında Central Park’ta da muhtemelen görülebileceği gibi, baştan aşağı kara çarşaflara bürünmüş, ama pahalı spor ayakkabılarıyla tenis oynayan Suudi prenslerinin ve petrol zenginlerinin karılarına, Afgan kadınının burkasına kızdığı kadar kızmayacak; kocaları bir vakitler Bin Ladin’le mesai harcamış ya da onun akrabası olan Suudi kadınlarını “özgürleştirmek” aklına gelmeyecektir. Batı medeniyetinin, şimdi Bush’un elinde tuttuğu hiyerarşik cetvelinin ölçü aralıkları, duruma göre genişler ya da daralır. Müslümanlar barbardır, ama Suudiler değildir! Saddam diktatördür, ama ABD’nin kanatları altındaki Ürdün kralı demokratiktir…vs.

ABD emperyalizmi, sadece kendisine bağlı Müslüman devletler ile tabi olmayan “haydut devletler” arasında bir ayrım yapmaz. Aynı ülke içindeki mezhepler arasındaki çelişkileri de kışkırtır. Saddam’a karşı İran yanlısı Şii grupları, bir coğrafyada Şiilere karşı Sünni kesimleri, diğerinde Sünnilere karşı Şiileri destekler. Bazen terörizmi, ABD’ye göre bir mezhep, bazen diğeri temsil eder. Gerçekte ise, ABD’ye itaat edenlerle etmeyenler arasındadır bu ayrım.

Görüldüğü gibi, Batı’nın, yani ABD’nin yeni oryantalizminin nezdinde, terörist, Doğu, Müslüman, Ortadoğu vb. kavramları sonsuz permütasyonlarla bir araya getirilebilmekte, yeni imgenin temsilcileri ona göre değişmektedir. Kimin eli kanlı-sarıklı-sakallı terörizmi veya kimin burkalı-çarşaflı geriliği temsil edeceği, kısa dönemli konjonktürlere bağlıdır. Kimin şeytan, kimin melek olacağına kararın verildiği merkezi tapulayan ABD emperyalizminin, dünyadaki bütün iyilikleri temsil ediyor olduğu iddiası ise, sabittir.

Bugün sıradan bir ABD’linin algılama biçiminin şöyle işlemesi beklenmektedir:

İslam dini saldırganlığın, barbarlığın, geriliğin simgesidir. Bu yüzden Müslümanlar, medeniyetin ölçüleri ve öncülleriyle tahmin edilemeyecek zararlar vermektedirler dünyaya. Özgürlüklerin ve uygarlığın teminatı olan kendi ülkesi ise, büyük bir bonkörlük göstererek, yıllarca okyanus aşırı ülkelere özgürlük misyonerliğine gitmiştir. Ancak bu alicenap ülke, kendi emeklerinin karşılığını, tam kalbinden vurularak almıştır. Şimdi terörizmi yerinde avlamak için barbarların yurduna yapılan akınlar, son derece haklıdır ve meşrudur. Fakat Irak’ta görüldüğü gibi, Saddam zulmünden kurtarılıp özgürlüğe kavuşturulmalarına rağmen, bu sefer, birbirlerini yemeye başlamışlardır. Barıştan, hürriyetten, demokrasiyi nasıl kullanacaklarından bihaber, iflah olmaz bir Ortadoğu ile karşı karşıyayız ne yazık ki. Ama kötülüğe karşı mücadelemiz ne pahasına olursa olsun sürecek!

Batı’yı, yani “medeniyetin evrensel değerleri” denen ilkeler bütününü, yakın zamana kadar, Batı Avrupa ülkeleri temsil ediyordu. Fakat ABD’nin ilan ettiği terör konsepti ile birlikte, bu değerlerin kendileri de, sözcüsü de değişmeye başladı. ABD, burjuvazinin devrimci zamanlarında oluşmuş, sonraki sınıf mücadeleleriyle zenginleştirilerek kurumlaştırılmış pek çok siyasi ve ideolojik kurucu ilkeyi elinin tersiyle bir kenara itmiş bulunuyor. (Bu değişim sürecinin, Avrupa halklarının günlük yaşamlarını nasıl etkilediğine ilerki sayfalarda kısaca değineceğiz.) Şimdi sahip olduğu entelektüel ve moral liderlik koltuğundan ise, Batı Avrupa’daki ideolojik hegemonyanın kuruluş süreçlerini de yönetiyor. Bugün, Batı Avrupa’da hakim olan moral değerler de, terör konseptinin ihtiyaçlarıyla belirlenmeye başlamıştır. Fakat bu coğrafyada bu değerler, 18. yüzyıldaki Aydınlanma dönemine kadar uzanan eski bir tarihe sahip oldukları ve toplumsal dokunun derinliklerine kadar kök salmış bulundukları için, bu erozyon, ABD gibi tarihsiz ve köksüz bir ülkede olduğu kadar hızla gerçekleşmiyor. Örneğin Bush’un Evangelist-Protestan söylemi, laisizmin yurdunda çok fazla bir yankı bulamıyor. Ama söylemin siyasal ve toplumsal içeriği, bu topraklarda da karşılık bulabiliyor.

Örneğin Müslümanlar üzerindeki baskıyı kamusal kurumlarda türbanı yasaklayarak artıran Fransa, İslam dininin kamusal alanlardaki tezahürlerini hedef almayı laik gerekçelere dayandırmaktadır. Aynı biçimde, Almanya’da da, daha çok Türkiyeli Müslüman göçmen kitle hedef alınarak yapılan karşı propagandanın temel içeriği, “kadın hakları” üzerinde sağlanmış toplumsal konsensüse bağlanmaktadır.

Alman kamuoyunu sık sık meşgul eden zorla evlilikler, töre cinayetleri, kadınlar üzerindeki cemaat ve aile baskıları, Müslüman toplumların geri ve ilkel kültürüne işaret etmek için sık sık gündeme getirilir. Almanya’nın en çok satan dergileri ve gazetelerinin kapaklarında ve manşetlerinde kullandığı Müslüman kadın imgesi genellikle çarşaflı bir kadındır. Tarihsel ve sosyal koşullarından koparılarak ele alınan görücü usulü evlilikler, “Müslüman ve Türk ailelerin kendi kızlarına nasıl baskı yaptığını, onları rızaları dışında nasıl evlenmeye zorladıklarını” kanıtlamak amacıyla kullanılır, ve bütün Türkiyeliler ve Müslümanlar böyle davranıyorlarmış gibi, genelleştirilir. Aynı şey, töre cinayetleri için de geçerlidir. Müslümanlar, kadınlarını namus adına öldüren, geri, ilke ve barbar bir kavimdir mesajı işlenir bu şekilde.

Dile getirildiği bağlam, tarz ve bağlanmak istendiği politikalar söz konusu olmasa, bütün bu çabaların, Müslüman kitlenin entegrasyonunu kolaylaştırmaya, kadınların çektiği acıları gidermeye yönelik iyi niyetli sosyal eleştiriler yöneltmek anlamına geldiği söylenebilir. Çünkü aklı başında herkes, kadınların üzerindeki baskının, onları çarşaflara boğan cenderenin kırılmasını, zorla evliliklerin yasaklanmasını, kadınların özgürleşmesini ister. Fakat bugün eleştirilerin bağlandığı politikalar, eleştirilerin kendisinden daha önemli hale gelmiş, eleştirilerin niteliğini de değiştirmiştir. Her şeyden önce bu yayınlar, laik Almanya’da da yerli halklarla Müslüman kitle arasında ilkellik ve ilerilik biçiminde bir hiyerarşi yaratmayı; sonra, hiyerarşinin altında kalan “iflah olmaz” Müslüman topluma karşı, bu halklarda nefret beslemeyi, sonuçta da Müslümanlara karşı yapılacak her müdahaleyi makul ve meşru görebilecek bir kafa yapısı şekillendirmeyi amaçlamaktadır.

Özetle denebilir ki; yeni oryantalizm kapsamında kurulan terörist ve barbar Müslüman imgesi, hem iç politikaların hayata geçirilebilmesi, hem de emperyalist dış politikaların dini bir ideolojik içerik kazanması için kullanılmaktadır bugün.

Diğer yandan, Müslüman halkların oryantalist toptancı tanımının benzeri İsrail devleti ile Yahudi dini arasında kurulan ilişkide de tekrarlanmaktadır. Buna göre, İsrail’in Nazi zulmünden zarar gören mazlum Yahudilerin yurdu olduğu, bugün bu ülkenin Ortadoğu’da ABD’nin emperyalist politikalarına taşeronluk yapmasını herhangi bir biçimde eleştirenlerin Yahudi düşmanı olduğu, hatta örtük olarak kendilerini Nazilerle aynı kefeye koydukları sık sık yazıldı, söylendi. Savaş propagandacıları, sanki Sami ırkı Ortadoğu’daki pek çok halkı değil de, sadece Yahudileri kapsıyormuş gibi, İsrail’e karşı çıkanları antisemitist olarak damgalamayı bir alışkanlık haline getirdiler. İsrail’i eleştiri dışı bir konuma yükseltmeyi amaçlayan hegemonik söylem, bizde de, basındaki ABD ve İsrail hayranı köşe yazarları tarafından sık sık kullanıldı. Yahudilik dini ile İsrail devletinin aynı şey olduğu, bu tezin inandırıcı olup olmadığı bir yana, kimi zaman açıktan kimi zaman alttan alta, sürekli olarak işlendi.

Görüldüğü gibi, yeni Oryantalizm, tıpkı önceki oryantalizm gibi, Ortadoğu halklarına dair, emperyalizmin güncel çıkarlarına uygun bir imge yaratmıştır. Önceki gizemli Doğu, şimdinin korkutucu terör yurduna dönüşürken, Batı’nın yağmacı hazzının yansıması olan raks giysileri içindeki imge, kara sakallarının ardında yüzü görünmeyen; bilinemez, kavranamaz bir teröristin şahsında vahşetin kendisiyle yer değiştirmiştir. Bir yanda, sadece bir dine mensup oldukları için fıtraten (yaratılıştan) geri, terörist ve barbar olmaktan kurtulamayan, öbür yanda, yine bir dine mensup oldukları için mazlum, haklı ve eleştiri dışı olan iki medeni bölüntüye ayrılan dünyanın gerçek sınırları, Batı’lı emperyalist ideologun kafasında olduğu gibi bu kadar kolay, parsellere ayrılmasa da, imge oluşturulmuştur bir kere. Ve o imge, halkları bölsün diye beslenmektedir.

 

TOPLUMSAL HAYAT VE “YAŞAM TARZI”NIN YENİDEN YAPILANDIRILMASI

Londra’da, üç metro treni ile bir otobüste bombaların patladığı ve 50’den fazla insanın ölümüyle sonuçlanan 7 Temmuz 2005 terör saldırısından çok daha önce bütün otobüslere asılan bir afiş kadar, hiçbir şey, emperyalistlerin dünya üzerinde öngördükleri değişimi anlatamaz. Bu afişin üzerinde dört beş tane Bond tipi çanta resmedilmiştir ve altında “suçsuzlukları kanıtlanıncaya kadar suçludurlar sözü yazar. Burada dolaysız olarak kastedilen, “otobüslerde sahipsiz olduğunu gördüğünüz her çantadan mutlaka şüphelenin, içinde bomba olabilir”dir. İfadenin dolaysız anlamı son derece masumdur, ama dolaylı anlamı, klasik demokrasinin yurdu olarak bilinen İngiltere’de, temel bir hukuk ilkesinin nasıl tersine çevrilmek üzere olduğuna işaret eder. Hukuk ve insan hakları felsefesinin öncüllerinden birini oluşturan “sanık suçluluğu kanıtlanıncaya kadar suçsuzdur” esası, 7 Temmuz terörü itibariyle, yerini, afişteki ibareyle değiştirmiştir. Kuşkusuz bu değişim, iki yüz yıllık bir hukuk tarihinin gözden geçirilmesi anlamına gelir. Ama sadece bundan ibaret değildir. Bu küçük afişlerdeki ibare, 21. yüzyıldaki toplumsal ilişkilerin nasıl kurgulanmak istendiğinin de son derece yalınlaştırılmış bir ifadesi gibidir.

Londra’daki terör eyleminden sonraki süreç, başlangıçta, herhangi bir kriminal olaydaki gibi, beklenebilecek bir doğallık içinde seyretti. Teröristlerin kimlikleri saptandı, olayın mahiyeti tespit edildi, ölü ve yaralı sayıları ilan edildi. Ama bundan sonraki, olası bir yeni  terör tehdidine karşı alınacak önlemler manzumesi ile, olay, kriminal bir olayın boyutlarını oldukça aşmıştır. “Şüpheli şahıslara karşı alınacak önlemler”i içeren yasalar ve şüpheli görüldüğü için o sıcak günlerde bir metro istasyonunda öldürülen ve sonradan terörist değil, Brezilyalı bir göçmen elektrikçi olduğu ortaya çıkan gencin ardından başlatılan “öldürme amaçlı ateş açmak” gerekli midir değil midir tartışmaları, Avrupa’nın da, çoktan beri, ABD’nin ilan ettiği bir terör konseptine esaslı bir geçiş yaptığını alenen ilan etti. “Hukuk devleti”nden “polis devleti”ne, hukuktan keyfiliğe geçişin ilk adımlarıydı bunlar. Ve hemen ardından polis yetkileri artırıldı, gözaltında tutma süresi 28 güne çıkarıldı (Blair hükümeti bu süreyi yasa tasarısında üç ay olarak belirtmişti, ama tepkiler sonucu 28 gün olarak kesinleşti) ve bazı yasalar değiştirildi. Bütün bunlar, terörden canı yanmış bir ülkede alınması gereken güvenlik önlemleri kapsamında takdim edildi. Fakat güvenlik önlemleri, korku filmlerindeki seri katillerin bir sonraki cinayetini engellemek için alınmış önlemlerle benzerlik taşımıyordu doğal olarak. Dolayısıyla düzenlemelerin sadece hukuki değişikliklerden ibaret olmayacağı ve bunların da değişiklikten daha kapsamlı değişimler olduğunun sinyalleri kısa zamanda verildi. Aslında bu değişim, İngilizlerin deyimiyle, bütün bir “yaşam tarzı”nı etkiliyordu.

İngiliz halkı, özel, güvenlikli ve ayrıcalıklı bir yaşa tarzına sahip olduğuna inandırılmıştır. Refah, zenginlik, vatandaşın devleti tarafından gözetilmesi, yaygın sosyal hizmetler, güvenlik içinde yaşama, tüketim malzemelerinin sınırsız çeşitliliği vb. gibi hemen akla gelebilecek faktörlerle simgelenmektedir, bu yaşam tarzı. Halk, yüzlerce yıllık mücadelelerin sonucunda kazanılmış, “yaşam tarzı” üst başlığıyla anılan bu temel hak ve özgürlükler konusunda son derece duyarlıdır. 7 Temmuz olayından sonra, hükümet ve medya, terörizmin işte bu yaşam tarzını tehdit ettiği propagandasını bol bol yaptı. Halkın, terörizme karşı savaş konusunda hükümetin politikalarına kenetlenmemesi durumunda, bu tehdidin büyüyeceği sürekli olarak işlendi.

Evet, ülke emekçilerinin hayat standartlarında gerçekten de önemli bir düşüş söz konusuydu. Son yıllarda işsizlik oranında artışlar olmuş, alım gücü bir hayli düşmüştü. Fakat bu düşüşün sebebi terör değildi. Son yıllarda izlenen neo-liberal politikalar yüzünden sosyal ekonomik ve politik hakların tasfiyesine zaten başlanmıştı. İngiliz egemen sınıflarının “İngiliz yaşam tarzı”nın terörizm tarafından tehdit edildiğini iddia etmeleri, gerçekte, emekçilerin, hak tasfiyelerinin gerçek kaynağını fark etmelerini önlemek amacını taşıyordu. Ki böylece, halkın, “terörizme karşı savaş” adı altında gizlenen yağma politikalarını destekler hale gelebileceği umuluyordu.

Yaşam tarzlarını korumak için topyekûn seferberliğe çağırılan emekçiler, bu kapsamda, gönüllü birer terör polisi olmaya özendirildiler. Şimdiye kadar komşusunun ne yaptığı ya da kim olduğu ile ilgilenmeyen, kendi yaşam alanında etliye sütlüye, konu komşuya bulaşmadan yaşayan İngiliz, başta, otobüslerde gördüğü sahipsiz çantaların avcısı olmaya; bir adım ötede de, etrafta şüpheli gördüğü herkesi, özellikle Ortadoğulu, esmer komşularını ihbar etmeye teşvik edildi.

Bu dönemde, metruk veya fazla uğranılmadığı belli depoların kapısına şöyle ilanlar asıldı: “Emin olmanın iki yolu var; ya haber verin ya da bırakın olsun!” Teröristlerin şeytani planlarını yaptıkları yerlerin böyle terk edilmiş, örümcek ağları sarmış binalar olmadığını herkes bildiği halde, Harry Potter’ın doğum yeri olan bu ülkede, kötülüklerin gizemli ve tekin olmayan binalarda kök saldığı bilgisi, terörün akıl dışı, bu dünyanın ilkeleriyle anlaşılamayacak bir bela olduğunu, dolayısıyla ona karşı alınacak akıldışı önlemlerin de tartışılmaması gerektiğini ima ediyordu.

Fakat gerçekçiliği ile ünlü İngiliz aklı, terörün anlaşılamaz, doğa üstü, olağandışı bir şey olarak algılanmasında ısrarlı değildi. Dolayısıyla İngiliz devleti ve basını, daha pratik sonuçları, Temmuz terörünün hemen ardından çıkardı: Terörist, uzaktan gelen, kavranamaz bir kimse değildir, burada doğmuştur, İngiliz devletinin alicenaplıkla sağladığı olanaklardan yararlanmaktadır; iyi eğitimlidir, İngiliz vatandaşıdır, ama Ortadoğu kökenlidir.

Asıl korkutucu olan, bu bilgi olmuştur. Çünkü bir metro istasyonundaki teröristi diğerlerinden ayırt edebilecek hiçbir şey yoktur. Her yolcu, potansiyel olarak terörist olabilir. O yüzden, teröristlerin taşıdığı sırt çantası, ayırt edici bir öge olarak, aylarca şüpheli eşya nazarına maruz kaldı. Londra halkı, uzun bir süre, sırt çantasıyla dolaşmaktan imtina etti. Sırt çantalarına yönelik bu cinnet hali, elbette trajikomik olaylara da yol açtı. Ancak olması beklenen oldu; “İngiltere doğumlu terörist (home borne)”in tanımı, Ortadoğu politikalarından içerdeki göçmen politikalarına kadar mantıksal bir zincir kurulmasını engelledi ve Irak’a saldırı öncesinde 2 milyon kişinin katıldığı bir miting yaparak savaşı önlemeye çalışmış olan duyarlı İngiliz halkını kısmi olarak geriletmeyi başardı.

İngiliz egemen sınıflarının propaganda aygıtları, her fırsatta, kendi hükümetlerinin Ortadoğu’daki ABD işbirlikçisi icraatlarını kınayan halkı tarafsızlaştırmak için, teröristlerin ayrım gözetmeyen bir saldırganlık içinde bulunduklarını işliyordu. “Bu bizim Ortadoğu politikalarımıza karşı bir tepkidir. Bu politikalardan vazgeçmezsek terör devam edecektir. Terörün olmaması için askeri birlikler Ortadoğu’dan geri çekilmelidir” türünden başlangıçtaki yaygın itirazlar, teröristin uzaktan gelmediği, Britanya’nın bağrında yetiştiği ve üç metroyu havaya uçurup 50 kişiyi öldürürken, kimin savaş destekçisi, kimin karşıtı olduğu konusunda ayrım yapmadığı, dolayısıyla teröre karşı ülke içinde de ciddi bir savaş verilmesi gerektiği karşı argümanıyla püskürtülmeye çalışıldı.

“İçerdeki terörist” vurgusu, başka bir nedenle daha önemlidir. Teröristlerin kimlikleri üzerinden yapılan tartışmalar, şimdiye kadar yurttaşlığı kan bağı esasına göre tanımlamayan ülkelerden biri olan İngiltere’nin gündemine, örtük olarak, artık “ulus temelli yurttaşlık” kavramını sokmuştur. Sadece İngiltere’de değil, genel olarak metropol ülkelerde, göçmen emekçilerin bu ülkelerde bulundukları süre uzadıkça kazandıkları hakları bertaraf etmeyi ve ihtiyaç duyulan göçmen emeğini hızlı sirkülasyonlarla gidermeyi amaçlayan yeni göçmen politikaları kapsamında, yurttaşlık hakları da tartışmaya açıldı. İngiltere, göçmenlerine, özellikle eski sömürgelerinden gelenlere yurttaşlık haklarını en kolay tanıyan ülkelerden biridir. Avrupa’nın birçok ülkesinde de, bu kadar kolaylıkla olmasa da, yerli ulusa mensup olmayanlar, belirli süreçlerden geçtikten sonra, vatandaşlık haklarına sahip olabilmekte ve o ülkenin pasaportunu taşıyabilmektedirler. Farklı farklı etnik temellere ve ulusal köklere sahip yurttaşlara sahip bir Avrupa ülkesi için toplumu kapsayıcı ilke, “Anayasal yurttaşlık” olarak tespit edilmiş, Avrupa Birliği işleyişinde de esas alınmıştır. Anayasal yurttaşlık bağıyla bir ülkeye bağlanmış olan göçmen emekçi, o ülkenin yerli emekçileri gibi, iktisadi ve siyasi haklardan eşit olarak yararlanır. İşsizlik yardımı, eğitim desteği, çocukları için destek alabilir; kamusal sağlık ve eğitim harcamalarından faydalanabilir vb. Şimdi söz konusu olan, aslında maliyeti yüksek eski göçmen politikalarından kurtulmak olduğu için, yurttaşlık hakları, terör dolayımında tartışmaya açılmıştır.

Bugün gelinen noktada, ABD, İngiltere, Almanya vb. ülkelerin pasaportunu taşımanın hiçbir öneminin kalmadığı görülüyor. Zaten ikinci sınıf yurttaşlar olarak muamele gören Müslümanlar için, bu durum, şimdi, hukuki bir içtihat haline gelmek üzeredir.

Böylece Anayasal yurttaşlık haklarını gözden geçirebilmek için, yerli halklar ile Müslüman göçmenler arasında, Huntington’un ünlü medeniyetler savaşı tezinde iddia ettiği  “Batı’daki kültürler arasında fay hatları” daha esaslı olarak inşa edilmeye başlanmıştır. Bunun için de, sakallı-sarıklı terörist imgesi, Avrupa’da yaşayan, batılılaşmış, eğitilmiş, modern Müslüman terörist imgesiyle zenginleştirilmiş, terörist tanımı genişletilmiştir. Sınırları ve köşeleri belli olmayan bir tanımdan da, bunun her durumda kullanılabileceği, herkese uyarlanabileceği, bundan Avrupa ülkelerinin yerli halklarının bile mağdur olabileceği sonucu çıkarılabilir. Ve aslında böyle bir çıkarım yapan kişi de yanılmaz. Çünkü terörist tanımının, “terörizme yataklık yapan/destekleyen” savaş karşıtı kesimleri de içermesi, bilinçli olarak tercih edilmiştir.

Öyleyse, alışılmış yaşam tarzı gerçekten de tehdit altındadır. İnsanların birbirleriyle kurdukları ilişkinin biçimi, toplumsal kurumlar tehlikededir. Demokrasi, eşitlik, laiklik, yurttaşlık, hukuk vb. gibi, Aydınlanma döneminden beri egemen olan toplumsal bağlayıcı ilkeler ve kurumların yavaş yavaş erozyon uğradığı da söylenebilir. Bugün bu aşınmanın bir numaralı sorumlusu olan neo-liberal politikaların uygulayıcıları, tasfiye sürecinde, elbette, “biz demokrasiyi yıkmak istiyoruz, laiklikten vazgeçerek Ortaçağ’a geri dönüyoruz; hukuku yıkarak keyfiyeti getireceğiz biçiminde bir söylem kullanmıyorlar. Dolayısıyla, toplumsal hayatı yeniden yapılandırmaya çalışanlar, uygulamalardan etkilenecek kitleleri ürkütmemek için, niyetleriyle yaptıkları arasında, son derece dolaylı bağlantılar kurmak zorundalar. Asıl hedefe adım adım yaklaşmak amacıyla, emekçilerin günlük hayatlarındaki küçük küçük değişimler, parıltılarından yalan oldukları kolay kolay anlaşılamayan büyük laflar ve dikkatleri asıl sorundan uzaklaştıran icat edilmiş ikincil sorunlar, bu dolaylı bağlantıları kurmak için kullanılıyor. Bu kadar dolaylılık içinde gerçek niyetler de gizlenebiliyor.

Gerçek niyetlerle söylenen niyet arasında dolaylı ilişki kurmayı sağlayan konulardan birisi de, İngiltere’de yasalaştırılmak istenen kimlik kartlarıdır. Herkesin bir kimlik kartı taşıması zorunluluğunu getirecek yasa, meclise sunulduğunda, İngiliz halkı buna şiddetle karşı çıktı. Zaten iki yıldır, yasa, parlamentodaki muhalefet yüzünden de Meclisten çıkarılamadı. Bu kartların teröristleri ayırt etmeye, şüphelileri saptamaya yarayacağı; son derece pratik bir yararı olduğu konusunda yapılan propagandalar halkı şimdiye kadar pek ikna edemedi. Aslında halk, her daim ikametgah ilmuhaberi, nüfus cüzdanı sureti, sabıka kaydı gibi kırtasiyeleri elinde bulundurmak zorunda olan bizim gibi ülke yurttaşları için basit bir ayrıntı gibi görülebilecek kimlik kartının, o kadar basit bir ayrıntı olmadığını; bununla, kendi başına nasıl bir çorap örülmek istendiğini sezmişti. Şimdiye kadar üstünde hiçbir zaman kimlik kartı taşımayan ve hatta pasaport dışında fotoğraflı bir kimlik belgesine bile sahip olmayan bir İngiliz için, kimlik kartı, kimlik kartı olmaktan çok daha fazla anlama gelir. Bu kartların yürürlüğe girmesi, toplum ile devlet arasındaki, emekçi sınıfların eski mücadelelerinin hatırına oluşmuş bir ilişki biçiminin tepe-taklak olması demektir. Olağan olarak, herhangi bir kuruma işi düşen bir yurttaş İngiltere’de kendi kimliğini nasıl beyan ediyorsa, o esas alınmaktadır. Beyanını kendisinin kanıtlaması gerekmez. Yalan söylüyorsa, bunu, karşısındaki kurumun kanıtlaması beklenir. Birey ile kurumlar arasındaki ilişkinin güven temelinde inşa edilmiş olduğu, yurttaşlara genel olarak hissettirilir.

Örneğin, Anglosakson dünyada insan-insan ilişkilerinde geçerli olduğu söylenen bir anlayış şöyle ifade edilir: “Yeni tanıdığınız bir insana avans olarak 10 puan verin. Onu kendi davranışlarıyla değerlendirin. Puanlarını düşürmesi ya da hep 10 numarada kalması kendi elindedir. Yanlışları için özür diliyorsa, ona yeniden bir 10 puan vermeyi deneyin. Herkes bu şansa layıktır. Kimseye sıfır puan vererek puanlarını yükseltmesini beklemeyin.” Gerçekten de İngiliz, kendisinin, hangi kuruma giderse gitsin, 10 numarayla işe başlayacağına, kendisine 10 numaralık insan olarak davranılacağına inandırılmıştır. Onun beyanı esastır. Varsa eğer, sahtekarlığı kanıtlanıncaya kadar, dürüst bir insandır o. Eve gelen tahmini elektrik ve gaz faturalarına telefonla itiraz ederek, sayaçta okuduğu rakama göre, kendisine fatura gönderilmesini talep edebilir ve elektrik veya gaz idaresi, bu beyana inanarak, yeni faturasını gönderir. Örnekler çoğaltılabilir.

Bunlardan anlaşılabileceği üzere, İngiltere halkının kimlik kartlarına karşı çıkmasındaki başlıca itki, kırtasiye ile uğraşmak zahmetine girmekten kaçınıyor olmak değildir sadece. Toplumsal kurumlar nezdinde insan-insan ilişkilerinin genel felsefesinin yıkılacağını, kendisine, artık öncelikle dürüst bir insan olarak değil, şüpheyle, yalan söylemesi muhtemel biri gibi bakılacağını hissettiği içindir. Kimlik kartları vesilesiyle, kapitalizmin başından beri  burjuvazi tarafından kutsanan, ama geçen yüzyıllarda, emekçi sınıfların insan hakları ve öteki temel haklar için verdikleri mücadelenin ürünü olarak yeniden şekillendirilen “birey”-demokrasi ilişkilerinin, bir kez daha, emperyalist barbarlığın hüküm sürdüğü koşullara uygun olarak yeniden gözden geçirileceğini anladığı içindir. Kimlik kartı yoluyla “kimliğini kanıtla” denmesine karşı çıkmaktadır aslında. Kimlik kartları, kazanılmış hakların yıkımını simgelemektedir.

Diyebiliriz ki, Batı’da terör konseptinin anlamı, “şüpheli kişi” anahtar sözcüğü ekseninde, teröristi ele geçirmekten Batılı yurttaşın ilişkilerini düzenlemeye kadar genişletilmiştir ve bu bakımdan da, sadece Ortadoğu’nun şiddetle yeniden yapılandırılmasını değil, Batı toplumlarının da yeniden yapılandırılmasını içerir. Otobüs afişlerindeki “suçsuzluğu kanıtlanıncaya kadar suçludur” ibaresi de, basit bir asayiş uyarısı olmaktan ziyade, bu yapılandırmanın temel felsefesi olarak okunabilir artık. Üstelik potansiyel suçluların yelpazesi, sanıldığının tersine, daha büyüktür. Müslümanlardan savaş politikalarına karşı çıkan Batılı halklara, hatta daha doğrusu, emperyalizme  teslim olmayan bütün dünya emekçilerine kadar geniş tutulmuştur bu yelpaze. Dünya halklarından, her fırsatta, biat ettiklerini ilan etmeleri ve bunu bazen siyaseten, bazen de günlük hayattaki ritüellerle açığa vurmaları beklenmektedir.

Bilindiği gibi, 11 Eylül 2001 New York ve 7 Temmuz 2005 Londra teröründen sonra, hem Ortadoğu ülkelerinden hem de Batılı Müslüman cemaatlerin sözcülerinden terörizmi kınamaları ısrarla istendi. Terör üzerine yapılacak bütün konuşmaların esasını bu “kınama” oluşturuyordu. Müslüman ülke yöneticileri, siyasi parti liderleri, cemaat öncüleri, televizyonların haber bültenlerinde, kamuoyunun önünde terörü kınamaya ve terörün İslam ile ilişkisini kabul etmeye zorlanarak, bu kriteri geçmek zorunda bırakıldılar. Bu, gerçekten de bir kriterdi. Terörü kınamaya öylesine bir anlam yüklenmişti ki, herhangi bir lider ya da sözcü bunu kabul etmekle birlikte, cemaatinin ya da ülkesinin, ABD’nin terörizme karşı savaş gerekçelerini kabul ettiğini ilan etmiş sayılıyordu. Yoksa terörizm yanlısı olarak damgalanmak işten bile değildi. Böylece kınama, bir nedamet getirme anlamına geldi ve pek çok Müslüman, bu taleple köşeye sıkıştırıldı. Öyle ki, nedamet getirmedikçe, kimse, sıkıştırıldığı köşeden çıkamayacaktı; fakat anlaşıldığı üzere, nedamet getirmekle de çıkamayacaktı. Çünkü halklardan beklenenlerin sonu bir türlü gelmiyordu. Neredeyse bütün dünyanın, kesintisiz bir biçimde, suçsuzluğunu kanıtlamakla meşgul olması isteniyordu.

Örneğin, İngiltere gibi bir terör olayına sahne olmamış olan Almanya’da, suçsuzluğun kanıtlanması ile ilgili alıştırmalar, kriminal olaylar vesilesiyle yapıldı. Birçok polisiye olayda, olayın cereyan ettiği bölgedeki insanların, gönüllü olarak DNA testi yaptırarak, suçsuz olduklarını kanıtlamaları istendi. Ve “saklayacak bir şeyimiz yok ki, neden çekinelim” anlayışının halk tarafından içselleştirilmesi istendi. Bunun sonucunda da, binlerce kişi, DNA testi laboratuarlarına tükürük ve kan örneklerini vermek için “ikna edilmiş gönüllüler” olarak sıraya girdi.4

İngiltere’de sade yurttaşa “kimliğini kanıtla” dayatması, Almanya’da “suçsuzluğunu kanıtla” buyruğuna dönüşmüştür. Bu noktadan sonra da, bir insanın, bir ülkenin, bir toplumun belli adli kurumlar tarafından suçunun kanıtlanmasının değil, kendi suçsuzluğunu kendisinin kanıtlanması beklentisiyle “önleyici savaş” doktrini arasındaki mesafe sanıldığından daha da kısadır. Hatta bu kapsamda, Avrupa’da da, “düşünceyi ifade etme”nin o düşünce doğrultusunda eyleme geçmekle bir tutularak, suç olarak görülebileceği bir sistem de, çok uzakta değildir. Daha kötü bir senaryoyla, istenilen şeyleri söylemeyen veya yapmayan birisinin suç işlemiş sayılabileceği bir korku toplumuna geçiş de, keza öyledir. En azından bu olasılık doğmuştur artık.

Spielberg’in, Irak’ta olanların metaforu olarak izlenebilecek Azınlık Raporu3 adlı filmi, aslında bir metafor olmaktan çıkarak, gerçek haline gelmek üzeredir. Irak’a elinde kimyasal silahlar bulunduğu gerekçesiyle (olmadığını dünya alem biliyor artık) saldıran; İran’a da nükleer silahlara sahip diye saldırmaya hazırlanan ABD emperyalizmi, bu silahların muhtemel kullanımını önlemek için askeri önlemler aldığını ilan etmişti. “Suç oluşmadan” müdahale prensibinin toplumsal yaşama yaygın bir biçimde uygulanmasının ise, adımları atılmaya başlanmıştır.

Demek ki, sözde teröre karşı savaş, Batı’da toplumsal hayatın terörize edilmesinin kılıfı olmaktan başka bir anlama gelmiyor artık. Bugün, dünyanın bir kısmının inandığı gibi, ABD emperyalizmi sadece, sıraya koyduğu Ortadoğu halklarının üzerine bomba yağdırmakla yetinmiyor. Aynı zamanda, kendi ülkesi ve Avrupa başta olmak üzere, dünyanın geri kalanında da, sosyal yeniden yapılandırma uğruna topsuz tüfeksiz bir savaş yürütüyor. Böylece 21. yüzyılı Amerikan yüzyılı ilan edenlerin çekinmeden söyledikleri gibi, sahiden de çok uzun süren bir savaşa girmiş bulunuyor.

ABD, dünya yüzünde tam hakimiyet kurmak, dünya emekçilerinin ruhlarını bozuşturarak üzerlerinde hegemonyasını tesis edebilmek ve bu savaşın cephe gerisinin ideolojik bütünlüğünü sağlayabilmek için milyarlarca dolar harcadı. Kendi gerici düşüncelerinin “egemen düşünce” haline gelebilmesini ve emekçilerin bu gerici fikirleri içselleştirebilmelerini sağlamak için sayısız kurumlar oluşturdu, oluşturmaya da devam ediyor. Çünkü emperyalizmin bu fikirlerinin maddi birer güç haline gelebilmesi ve de savaş politikalarına hizmet edebilecek ele gelir araçlar olabilmeleri için, bütün insanlığın, bu görüşleri yaygın olarak benimsemesi; evrensel iyi değerlerinin çökmesine ve kendi aşağılanmasına sessiz kalması gerekiyor. Ki böylece teslim alınabilsin ve emperyalizmin gönüllü bir savunucusu olabilsin.

Ama hiç değilse, korkudan dizlerinin üstüne çöksün ve başını  kaldıramasın!

 

TESLİM ALMANIN ARACI OLARAK MEDYA: İZLEME VE İZLENME

Dünya emekçilerinin teslim alınabilmesi için çok önemli bir araç kullanılıyor bugünlerde. Bu araç, hem bildiğimiz anlamdaki, televizyon ve basını içeren hem de son zamanlarda kentlerin sokaklarına, evlere, dükkanlara yerleştirilen kameralar ile kapsamı genişletilen medyadır. Medya ile bir yandan insanlar, izleyici konumunda, 24 saat kesintisiz ideolojik bombardımana tabi tutulurken, diğer yandan, izlenenler haline geliyorlar. Yazının bu bölümünde, bütün dünya medyalarının, ortak bir ses çıkarmak için, emperyalist çıkarların medya alanındaki temsilcisi CNN’e benzemesi sürecine, yani CNN’leştirmeye ve hegemonik kuşatmanın tek tek insanların izlenmesi yoluyla gerçekleştirilmesine değinilecektir.

 

***

Londra’da, geçtiğimiz Ağustos ayında, İngiltere’den ABD’ye gidecek olan uçaklara terörist saldırı yapılacağı ihbarı alındığı gerekçesiyle, birkaç gün süren bir teyakkuz yaşandı. Bu nedenle polisin güvenlik kuşatması altına aldığı Londra havaalanlarında, yolcular günlerce beklemek zorunda kaldı; bazı seferler iptal edildi. O sırada havaalanında olmayarak gelişmeleri televizyonlarından izleyen halk, aslı astarı olmayan bilgi bombardımanına tutuldu. Yolcuların çantalarındaki pet su şişelerinden, el çantalarındaki sıvı parfüm şişelerine kadar her şey zan altındaydı. İhbarın doğru olduğuna ilişkin elde kanıtlar olduğu söylenmesine karşın, bunlar, bir türlü ortaya çıkarılamıyordu. Başlatılan operasyonlarda 14 kişi gözaltına alındı, gözaltına alınanların tam olarak ne yaptıkları anlatılmıyordu; bir ormanlık alanda bomba imal yeri tespit edilmişti, ama polis bu yeri gösteremiyordu. Daha binlerce ayrıntı saymak mümkün. Havaalanı teyakkuzunun, 7 Temmuz terör olaylarına, önce elektrik hatlarındaki bir arızadan kaynaklanan patlama tahmininde bulunan; bunun bir terör eylemi olduğunu söyleyebilmek için iki saat resmi açıklamaları bekleyen BBC’nin de CNN’leşmek yolundaki yayıncılık eğitiminde iyi bir “kurs” işlevi gördüğü söylenebilir. 7 Temmuz 2005’te, dünya, Londra’da bir terör saldırısı olduğunu, CNN kaynaklı olarak, anında öğrendi. Ama İngiliz halkı, BBC’nin meşhur temkinli yayıncılığı sayesinde, bu haberi iki saat sonra alabildi. Aynı temkinli yayıncılık nedeniyle, BBC, İsrail’in Lübnan’a saldırısında, İsraillileri yeterince kayırmadığı gerekçesiyle bazı ABD şakşakçıları tarafından eleştirildi.

CNN tipi yayıncılık, neo-liberalizmin ideolojik hedeflerinin gerçekleşebilmesi için ideal bir prototip sunar. Sansasyonel, tekrara dayalı, gürültülü bir anlatım tarzı, aslında ABD’deki geleneksel iletişim biçimlerini esas alır. CNN, bu gelenekleri devralmış, geliştirmiş ve kabalaştırmıştır kuşkusuz.

CNN yayıncılığı, Ortaçağ’ın tecrit edilmiş köylerinde bir söylentinin büyük kötücül sonuçlara yol açabileceği bilgisinin birikimi üzerine oturur. Ortaya atılan bir iddiayı döne dolaşa tekrarlar. Bu iddiayla ilgili bir kanıt olması gerekmez. Ne kadar çok insan, ne kadar uzun süre o konuyu konuşuyorsa, iddia bir söylem olmaktan çıkmış ve gerçek haline gelmiştir. Ya da gerçeğin olduğundan daha etkili olabilmesi için, bu tekrarlar ve yorumların sık sık ve yoğunlukla işitilmesi, izlenmesi gerekir. Sonuçta, CNN’in küresel köyünde, 17. yüzyılda ABD’nin Salem5 kentinde bir söylenti ve bir iftirayla başlayan cadı avı gibi bir hezeyan, global ölçekte gerçekleşebilsin diye, fısıltı gazetesi kurumlaştırılır, dedikodu sistematize edilir. Olayın kendisiyle ilgili o kadar çok ayrıntı ele alınır ki, Londra-Heathrow havaalanındaki herhangi bir pet şişenin ekrana gelen görüntüsü bile, iddia edilen şeyin gerçek bir kanıtıymış gibi, seyircinin hafızasına yerleşiverir. Çok tekrar, çok şamata, ayrıntı yoğunluğu, rasgele nesnelerin olayın unsuru olarak kullanılması, böyle bir propagandanın esasını oluşturur. CNN, olayı yansıtmakla yetinmez, olayı yaratır. Olay CNN tarafından yaratıldığı için, haberin kanıtları, bizzat CNN’in kendisidir.

Saddam’ın elindeki kitle imha silahlarıyla ilgili kanıtları ABD dünyaya gösterememişti. İddianın kendisi kanıt yerine geçiyordu çünkü. Bir toplantıda, New York Times’in muhabirlerinden birinin sorduğu “ABD yönetimi daha ileri bir rapor ve istihbarat bilgileri sunmayı planlıyor mu? Böyle bir düşüncesi yoksa bu hedeflenen kaygılar, kaynaklar ve metotlardan mı kaynaklanıyor? Ve basitçe güvenilir bilgiden mi yoksunsunuz?” sorusuna savunma bakan yardımcısı Wolfowitz şöyle bir yanıt vermişti: “Yığınla kanıt var. Kanıtlar arttıkça, konuşma yetimiz de kuşkusuz artacak. Fakat çok fazla zamanımız da yok.” Bu yanıtı yeterli bulmayanlar için Wolfowitz’in ek yanıtı, “Size hangi bilgilere sahip olduğumuzu söyleyemeyiz, ama bize güvenin, bilgiler baki” olmuştu. Bu yanıt da kimseye güvenilir gelmeyince, Wolfowitz, “mesele ABD yönetimine değil Saddam Hüseyin’e güvenip güvenmeyeceğinizdir” diye kestirip atmıştı.6

Dünya halklarından kesintisiz olarak suçsuz olduklarını kanıtlamasını isteyen ABD emperyalizmi için, kendi iddialarının kanıtı, bu iddiaların kendisidir sadece. Columbia Üniversitesi Ortadoğu Enstitüsü profesörlerinden Richard W. Bulliet, 1994’te yazdığı bir kitabın önsözünde, bu temenniyi öngörerek dile getirmişti: “Öyle bir zamana ulaşacağız ki, o dönemde insanlar herhangi bir terörist tehdidin Müslüman köktendinciler olduğunu delile ihtiyaç duymadan söyleyecekler…7

ABD, bu yolun epey bir bölümünü kat etmiştir. “Terör” sözcüğü, Ortadoğu’nun tamlayıcısı haline getirildi. Kanıtların, gerçeklerin ve önceliklerin hiçbir öneminin kalmadığı; bir konuyu düşünürken izlenmesi gereken düşünce sıralamaları, daha genel anlamda sistematik düşünmenin ilkeleri konusunda Aydınlanma’dan beri benimsenmiş evrensel yöntemlerin ayaklar altına alındığı bir süreçti bu.

Basın ve medyanın bu süreçteki katkısı tartışılmazdır. Medya organları, oluşabilecek bütün soru işaretlerini, aklı başındaki kaygıları, dikkat dağıtıcı bir gürültüyle erteleme konusunda birbiriyle yarıştı. Bu dönemde, CNN tipi yayıncılığın, öncelik belirlemede ve belirli önceliklerin hegemonik bir ağırlık oluşturmasında önemli katkıları olmuştur. Son derece açık ve belirgin gerçekler bile, bu yöntemle önemsizleştirildi. ABD’nin Afganistan’a saldırısını kınamak mümkündü, ama önce İkiz Kuleler’e yapılan saldırı kınanmalıydı. (Böylece, zaten Afganistan müdahalesini kınamaya sıra gelmeyecekti.) “Ama…” ile başlayarak kurulan cümleler, kulelerde ölen iki bin kişinin anısına saygısızlık anlamına geliyordu, hatta doğrudan doğruya, bu terör eylemine sevinildiğinin, terörün desteklendiğinin kanıtıydı.

Medya, kitlelerin özgüvenlerinin kırılmasında, şimdi tersine dönüşen düşünme yöntemleri kapsamında ortaya çıkan ikilemlere hapsedilmesinde, üstüne düşeni yaptı. Böylece insanlar, kınama-kınamama tartışmasına sıkıştırılarak hizaya sokulmak, etkisizleştirilmek ya da korku veya suçluluk duygusu altında fikrini beyan edemez hale getirilmek istenmekteydi.

Medyanın ABD emperyalizminin hegemonik üstünlüğüne, mevcut değerleri sarsarak, önceliklerin sırasını değiştirerek, sistematik düşüncenin prensiplerini altüst ederek destek olduğu söylenebilir. Kitle psikolojisi ve zihniyeti üzerindeki bu işlemin başarısının garanti altına alınması için de, tek tek her insanın kontrol altında tutulması tercih edilmiştir. Böylece “medya” kavramının içeriği, televizyon ekranlarında sadece bir program olan Reality Show’ların gerçek hayatta ete kemiğe bürünmesiyle, zenginleştirildi.

Bilindiği gibi, 1990 yılında Körfez Savaşı sırasında başlayan savaş naklen yayını sırasında, dünya, günlerce teknoloji harikası silahların fırlatılmalarını, havadaki görüntülerini, hedeflerine kenetlenmelerini izlemişti. Bu savaş sırasında, füzelerin öldürdüğü insanlar ile ilgili hiçbir görüntü, yol açtıkları tahribata dair hiçbir bilgi yayınlanmadı. Savaşın, yetkin silahlar ile yapılan, insan faktörünün zarar görecek biçimde devrede olmadığı bir sanal oyuna dönüştüğü imgesi yerleştiriliyordu, zihinlere. Nitekim bilgisayar oyunlarından buna alışık genç nüfus için, bu görüntüler, o kadar da yabancı değildi. Tahrip edici etkisi, asıl, modern savaşlarda insanların ölmediği imasını barındırmasındaydı. Naklen yayın, savaşı masum göstermeye yarıyordu. Diğer yandan, bir evde kalan insanların aylarca gözetlendiği “Biri Bizi Gözetliyor” türü televizyon oyunları da, gerçek hayatta da insanların gözetlenmesine bir hazırlık sayılabilirdi.

Savaş naklen yayını, bütün kentlerinin, bütün sokak ve dükkanlarının kameralarla donatılmaya doğru gittiği bir dünyada, dönüm noktası sayılabilir. Aradan geçen bunca zamandan sonra ise, her ölümlünün, Truman Show8 filminin anlattığı gibi bir dünyada yaşadığı ya da er geç yaşayacağı bir eşiğe gelindi. Artık başta ABD’de yaşayanlar olmak üzere, metropol ülke sakinleri, sadece kameralarla değil, aynı zamanda postacılar, tamirciler, kargo elemanları, çiçekçiler vb. kılığında dolaşan muhbirler tarafından da gözetlendiklerinin bilgisine sahipler. Çünkü örneğin ABD’de, milyonlarca kişi, ücretli muhbir olarak istihdam ediliyor. Kişisel haberleşme sistemleri, telefon görüşmeleri9, e-mailler10, hatta internette hangi sitelere girildiği11 istenildiği zaman kontrol edilebiliyor; insanların yaşamlarının hiçbir alanı istihbarattan ve gözetlenmekten kurtulamıyor.

Bir insanın doğumundan itibaren bütün bilgilerinin depolanabileceği elektronik bilgi bankalarının teknolojik alt yapısının hazırlanmak üzere olduğu söyleniyor. Buna göre, atılan her adımın, yapılan her alışverişin, görüşülen her insanın, kütüphaneden alınan her kitabın bilgisinin, atılan her e-mail vb.’nin biriktirilip saklanabileceği bir aşamaya gelindi. İngiltere’de, havaalanında kimlik kontrollerinin göz tarayıcılar ile yapılmasıyla ilgili tartışmalar sürüyor. Bu, yüz milyonlarca insanın kornea taramasından geçeceği anlamına geliyor. DNA bilgilerinin depolanmasına ise çoktan başlandı. Gelişmeler, polisiye tedbirlerin, insanların hücrelerine kadar hakim olmak üzere yetkinleştirildiğini gösteriyor.

Yurttaşın 24 saat gözetlenmesi, kara ütopya romanlarındaki fantezilerden biri değil artık. Gözetleme ve izleme, bir devletin yurttaşı ile kurduğu ilişkinin başlıca biçimi haline geldi. Bu durum, yöneticilerin, kendi yurttaşlarından duyduğu korku ve güvensizliğin işareti olduğu gibi, aynı zamanda, kendi yurttaşlarına da, güvensizlik ve tedirginlik duygularını güçlü bir biçimde hissettirmek istediklerinin göstergesi sayılabilir. Bugün metropol ülkelerde, CCTV kameralarını sadece devlet yerleştirmiyor, ayrıca her esnaftan, mağaza sahibinden de, hem sokağı hem dükkanının içini gösterebilecek biçimde, güvenlik gerekçesiyle kamera yerleştirmesi bekleniyor. Böylece, herkesin kendi alanının polisi haline gelerek, o alanı 24 saat gözleyecek kameralarla gönüllü olarak donatmaya razı olduğu bir süreç yaşanıyor.

İnsanın her taraftan kuşatıldığı bu sistemde gözetlenerek yaşamanın ve başkalarını gözetlemeye teşvik edilmenin, kültürel davranışlarda da belli değişiklikler yaratacağı tahmin edilebilir. Kendine ve karşılaştığı insana kuşkuyla bakan, kendisini de sürekli olarak şüphelenilen biri olarak gören insanın öteki insanlarla kuracağı ilişkiler, kuşkusuz güvensiz ve bencilce olacaktır. Gözetlenme, insani birliklerin, dayanışma ilişkilerinin kurulmasını dinamitleyen bir süreçtir ve mevcut toplumsal alışkanlıkları yerle bir eder. İnsan ile insan arasında bir ilişki bırakmaz; onu kontrol altında tutulan bir köle haline getirir ve kendi hayatını kontrol edebilme yetisini giderek tamamen elinden alır. Kısacası, insanı insan yapan bütün toplumsal ilişkileri darmadağın ederek, onu başka bir yaratığa dönüştürür. Dünyanın, her insanın Kafka’nın böceği gibi kendine döneceği uğursuz ve yozlaşmış bir coğrafyaya çevrilmesine, bütün bunların bir kurgu gibi yaşandığı günümüzde ramak kalmış gibidir.

Emperyalizm evet, günlük hayatın bütün bilgisini istiyor. Bunca ayrıntılı bilgi, elinin uzanabileceği her coğrafyada, elde edebileceği her insan ruhu üzerinde egemenlik kurmak, dünyanın gerçekten sahibi olabilmek için gereklidir ona. Bazen bu ruhu uzun menzilli silahlarıyla vurarak, bazen satın alarak, bazen da insanların kafasını karıştırıp beynini yıkayarak ele geçirmeyi deniyor. Artık hangisi olursa. Sermayenin yeryüzündeki dolaşımı hiçbir küçük dirençle karşılaşmasın, ABD emperyalizminin ayağına kimse dolanmasın diye, en küçük sırdan en büyüğüne kadar, kullanabileceği ne varsa, bu yüzden biriktiriyor, bunun için tek tek herkesin peşine düşüp izliyor ve gözetliyor.

Fakat bu kadar çabaya rağmen mutlak hegemonya mümkün müdür?

 

MUTLAK HEGEMONYA MÜMKÜN DEĞİLDİR

11 Eylülden bu yana, dünyayı bir korku imparatorluğuna dönüştürmek, dünya halklarını kendi politikaları kapsamında teslim almak için, ABD, elinden geleni ardına koymadı. Fakat bu uğurda bütün yaptıklarına ve yapacaklarının az çok kestirilmesine rağmen, savaş politikaları konusunda, halklar nezdinde mutlak bir meşruiyet kazanmayı, inandırıcılık sağlamayı başaramadı. Başlangıçta, iki binden fazla insanın terör eyleminde öldüğü günlerin sonrasında, ABD, bu denli nefrete mazhar değildi. Fakat bu saldırıyı kullanarak Ortadoğuda çok daha fazla sayıda insanı öldürmesi, bir o kadar insanı işkenceden geçirmesi, yerinden yurdundan etmesi, gerekçelendirici yalanlarının bir bir ortaya dökülmesi, ABD’ye karşı varolan hıncı büyüttü.

Bugün Batı’da Müslüman göçmenler ile yerli halklar arasında bölücü sınırlar inşa etme çabaları kısmi bir başarı kazanmış olsa da, istenildiği seviyeye ulaşamamıştır. Halklar arasındaki nefret, ABD’nin istediği biçimde kök salamıyor. Zaman zaman tekrarlanan terör deneyimleri, İngiltere’deki Havaalanı teröründe olduğu gibi, toplumu terörize etmekte planlanan sonucu vermediği gibi, geri de tepiyor. İngiltere’de, bir gazetenin yayınladığı ankete göre, halkın yüzde 70’i, Londra havaalanlarındaki teyakkuzun düzmece olduğuna inanıyor.

5 Ağustos’ta Londra’da düzenlenen, yüz bin kişinin katıldığı mitingde, İngilizler ile Müslüman göstericilerin, “Hepimiz Hizbullahız” yazılı pankartlar taşıyarak ABD elçiliğinin önünden geçişi bir ölçüyse, Batıdaki farklı dinlere ve kültürlere mensup insanlar arasında olduğu varsayılan “kültürel fay hatları” depremler yaratmaktan uzak görünüyor. Çünkü bu gösteride, yerli halklar ile Ortadoğulu göçmenler, hatta onlara katılan Latin Amerikalılar ve siyahlar, ortak düşmana karşı dayanışmayı tercih etmişler, Lübnan halkına desteklerini sunmuşlardı.

Latin Amerika halkları, Lübnan işgalinde, İsrail’in yanında değil, Lübnan’ın yanında yer aldılar ve Venezuela Devlet Başkanı Chavez, açıkça Lübnan’la ve sonra da İran ile dayanışma mesajları gönderdi. Geçtiğimiz ay yapılan Küba’daki Bağlantısız Ülkeler Konferansı’nda, gelişmekte olan ülkelerin temsilcileri tarafından, ABD’nin işgalci politikalarına karşı duyulan tepkiler ifade edildi. Lübnan’da da, Katoliklerin lideri, Hizbullah’ın kendilerini de temsil ettiğini basın mensuplarının önünde söyledi ve bu demeç, İngiliz televizyonlarında yayınlandı. Lübnan halkına değil de terörist Hizbullah’a savaş açtığını iddia eden İsrail ve hamisi ABD’nin, Hizbullah’ın etrafında, işgal edilen ülkenin Müslüman olmayan halkların da kenetlenmiş olduğu gerçeğini gizlemeye gücü yetmedi. Ve nedense, Filistin halkının kendini temsil etmesi için son seçimlerde HAMAS’a oy vermesinde görüldüğü gibi, bu “terörist örgütler”, demokratik mekanizmalardan geçip hükümet de olabiliyorlardı! Afganistan’a yapılan işgalin gerekçesi olarak sunulduğu gibi, Ortadoğu halklarını terörizmden kurtarmak iddiası boşa çıkıyordu. Üstelik dünyanın başka dinlere mensup halkları da, bu, radikal İslamcı Hizbullah, HAMAS gibi “teröristler” tarafından yönetilen ülkelerle ve Ahmedinecad gibi bir iflah olmaz ile dayanışmayı tercih ediyorlardı.

Bütün gelişmeler, evdeki hesabın emperyalist çarşıya uymadığını gösteriyor. Dünya halklarında ABD’ye kafa tutan İran’a duyulan sempatinin artması, insanların nükleer silahlardan daha çok emperyalizmi tehdit olarak gördüğünü de kanıtladı. İran’a ve diğer  direnen Müslüman halklara artan sempatiler, kültürler ve dinler arasında, Huntington’un ve neo-muhafazakarların iddia ettiği gibi çatışma kaynağı olan fay hatlarının olmadığını, deyim yerindeyse, bu fay hatlarının, emperyalizm ile ezilen halklar arasında ortaya çıktığını ve güçlendiğini gösteriyor.

Zaten ABD’nin, sırf kendisi öyle istiyor diye, dünya yüzünde hegemonik bir üstünlük kurması mümkün değildir. ABD, sürekli olarak, politikalarına direnç gösteren milyonları  bulmaktadır karşısında. Şimdiye kadar da dünya emekçileri, Ortadoğu’da başlarının üzerine bombalar yağıyor olsa da, ABD’nin hegemonik üstünlüğünün karşısında  diz çökmeyi reddettiler.

ABD bu savaşın çok uzun süreceğini ilan ettiğine göre, hegemonik mücadelenin de çok kısa zamanda bir sonuca bağlanması beklenemez. Ama emperyalizmin yaptıkları yapacaklarının teminatıysa, beş yıllık terör konseptinin birikimi, halkların karşı çıkış ve direniş yöntemlerini belirlemekte yeterli bir deneyim olacaktır hiç kuşkusuz.

21. yüzyılın ABD’nin mi yoksa halkların mı olacağını, bu deneyimlerden çıkarılan sonuçlar ile, önümüzdeki süreçteki muhtemel mücadeleler belirleyecektir; ABD’nin arzuları değil.

 

1 – Metnin Türkçesi için: Yeni Muhafazakarlar, Editör: Merdan Yanardağ, Çivi Yazıları, s. 149

2 – Barbarlıklar Çatışması, Gilbert Achcar, Everest yayınları, s. 12

3 – Azınlık Raporu: 1982 yılında ölen Philip K. Dick’in aynı adlı hikayesinden Spielberg’in 2001’de sinemaya uyarladığı filmde, insanların henüz suç işlemeden tutuklandıkları kurgusal bir dünya canlandırılmıştır. Bu filmde, suç önleme polisi, işlenecek suçları rüyalarında gören üç kahinin beyinlerinden elektrotlarla üç boyutlu olarak çekilen ve bir ekrana yansıtılan görüntülere bakarak, yakın gelecekteki suçları tespit ederler ve bunlar işlenmeden müdahale ederler. Bir gün, kahinler, işi, görüntüleri okuyarak suçları ve suçluları saptamak olan  bir polisin suç işleyeceği kehanetinde bulunurlar. Film esasında, suçlanacağını anlayan bu polisin, yakalanmadan önce, kendi suçsuzluğunu kanıtlama çabalarını konu edinmiştir. On yıllar önce yazılmış bu hikayedeki öngörünün, 11 Eylül’den çok kısa bir süre sonra, Spielberg’in filmine konu olarak, Bush’un “önleyici savaş” mantığına göndermelerde bulunması ilginçtir.

4- 2002-2003 yılında, Almanya’nın Fransa sınırına yakın Kehl kentinde, arka arkaya birkaç kadın cinayeti gündeme geldi. Polis bu seri cinayetleri araştırırken, önce, robot resme uyanları, tükürükten DNA testi yaptırmaya zorladı; daha sonra da, bütün Kehl erkeklerini, suçsuzluklarını kanıtlamak için “gönüllü” olarak test yaptırmaya mecbur kıldı. Test yaptırmaya gitmeyenler zanlı muamelesi görecekleri için, bütün kent bu çağrıya uydu ve “gönüllü olarak” tükürük testi yaptırdı.

Yine, 2005 Ağustosunda Berlin’de, ölü bulunan Christian adlı bir çocuğun katilini bulmak için de, polis, 16 yaşın üstünde üç bin kişiyi DNA testi için ikna olmaya zorladı. Katil bu testler sonucunda yakalandı.

5 – Salem cadı avı: 1692-93 yılları arasında, ABD’de, Massachusetts’in Salem kentinde, bir iftira ile başlayan ve yüzlerce kadının cadılıkla suçlanarak öldürülmesine neden olan olaylar sırasında, kentte büyük bir toplumsal histeri yaşanmıştı. Cadı suçlamaları üst düzey yöneticilerinin karılarına kadar sirayet edince, bu duruma müdahale edildi ve histeri söndürüldü.

6 – Kovboyun Sömürge İmparatorluğu, derleme, Ütopya yayınları, s. 73

7 – Amerika ve Siyasal İslam, Fawaz Gerges, Anka yayınları, s.90

8 – Truman Show: Yönetmen Peter Weir’in filmi. Bu filmin kahramanının yaşadığı her an kamerayla kaydedilir ve bütün kent halkı televizyondan bunu izler. Film, kahramanın, hayatının kaydedilmesine karşı verdiği mücadeleyi de anlatmaktadır.

9 – ABD’de yayınlanan USA Today gazetesinin 11 Mayıs 2006 tarihli sayısında, Bush yönetiminin ABD’deki bütün telefon görüşmelerini kaydettiğini belirten bir haber yer aldı. Habere göre, ABD yönetiminin isteği üzerine, üç büyük telekomünikasyon tekeli, AT&T, Verizon ve BellSouth, 11 Eylül 2001’den itibaren, şirketlerine kayıtlı 200 milyon telefon abonesinin kayıtlarını düzenli olarak ABD Ulusal Güvenlik Ajansı – NSA’ya veriyor.

10 – AT&T’nin, uluslararası telefon görüşmeleri ve e-mail yazışmalarının yanı sıra ABD içindeki bütün e-mail yazışmalarını da Ulusal Güvenlik Ajansı’na verdiği, Wall Street Journal gazetesinde yayınlandı.

11 – ABD yönetimi, 2005 yılında, internet arama motoru şirketlerinden, kendi arama motorlarından araştırma yapanların hangi sitelere girdiklerinin kayıtlarını istedi. Bunlardan Google şimdilik bu talebi geri çevirirken, Yahoo, Microsoft ve AOL kayıtları vermeye başladı.

Geçmişten Bugüne Ortadoğu

 

Ortadoğu deyince, herkesin aklına savaşlar, iç karışıklıklar, katliamlar, her biri çözülmesi imkansızmış gibi gözüken sorunlar geliyor. Peki Türkiye’nin de içine dahil edildiği bu Ortadoğu neresi?

Aslında sorunun cevabı, bu bölgeye bu ismi kimin verdiğinde yatıyor. Batı ve Orta Avrupa ve daha sonra da genç kıta Amerika’nın feodal yüklerini sırtlarından yeni atmış burjuvazisi yeni pazarlar ve yeni kaynaklar için gözlerini dört açmışken, kendi yaşadıkları, sistemlerini sürdürdükleri alanların coğrafi olarak doğusuna “Doğu” demişlerdir. Kapitalist ilişkilerin henüz girmediği ya da yeni yeni şekillendiği bu coğrafyada, kendi uygarlıklarıyla ve daha çok da ekonomik-siyasal hedefleri ile örtüşmeyen her şeyi, “Doğu”nun “geri kalmışlığı” olarak tanımlamışlardır. Yağma seferlerine çıkmış İngiliz, Fransız, Alman girişimciler, gittikleri yerlerin yeraltı, yerüstü kaynaklarını talan etmenin kılıfını “barbar halklara” “medeniyet ihraç etmek” fikriyle oluşturuyorlardı.

Tarihsel olarak kapitalist üretim ilişkilerinin geç ortaya çıktığı ya da bizzat sömürgeci devletler eliyle girdiği bu ülkeler, yine aynı sömürgeci devletler tarafından yıllarca ekonomik, siyasal ve toplumsal açıdan bilinçli olarak geri bırakıldı. Belli bir aşamadan sonra, “uygar Batı’nın” güçleri kendi yarattıkları “barbar, “kendi kendini yönetmekten aciz Doğu” kavramına bizzat kendileri de inanır oldular. Buna kendilerini öyle inandırmışlardır ki, şimdiye kadar bölgede ortaya çıkmış ulusal kurtuluş mücadelelerini, ülkelerdeki emekçi sınıfların ülke siyasetine etkisini, hatta 1. Dünya Savaşı sonrası Rusya’da, daha sonra İran’da, yakın geçmişte de Irak, Afganistan ve en son Lübnan’da olduğu gibi karşılarındaki “Doğulu” halkların direnebilme ihtimalini hep küçümsemişler, bu bakış açısı yüzünden askeri ve politik yenilgiler almışlardır. Bugün ABD ve AB Ortadoğu’ya müdahalelerini hâlâ bölgeye “özgürlük, demokrasi, huzur ihraç etmek” olarak gösteriyorlar.

Kapitalizmin emperyalist aşamasına geçtiği dönemde emperyalizmin talanına açılmış her alan “Doğu” olmuştu. Çin Uzakdoğu’ydu, ancak İngiliz “maceracılar”ca yerli halkın yaşam alanı yok edilerek kurulan Avustralya asla “doğu”da olamazdı. Afrika Avrupa’nın güneyinde olmasına rağmen basbayağı “doğulu”ydu. Ya da Amerika kıtasında yaşayan yerli halk, doğuluları hiç aratmayan cahil yerlilerdi! Emperyalist bir güç haline gelmiş Japonya ise, artık “doğulu” kabuğunu kırmıştı. Onun doğululuğu artık bizzat batılılarca estetize edilmiş bir mistizmin ötesine geçmiyordu. Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa’daki halk Cumhuriyetleri’ne, toplumsal, kültürel ve ekonomik gelişmişliklerine rağmen, “Batılı” aydınlar, ancak bir “Doğu Bloğu” olmayı reva görmüşlerdi.

Uzun lafın kısası, “Doğu” dediğimiz coğrafya, önceleri Avrupa, 2. Dünya Savaşı sonrası ise Amerika’nın çıkarlarına göre belirleniyor. Ortadoğu dediğimiz bölge de, coğrafi olarak, 3 yaşlı kıtanın kesiştiği bölge olarak tanımlansa bile, Amerikan emperyalizminin hedef ve planlarına göre Ortadoğu’nun sınırları sürekli genişlemektedir. Önceleri, zengin petrol kaynaklarına, ticaret yollarının kesiştiği bir konuma, bu yolların güvenliğini sağlamak için –aynı zamanda diğer emperyalist devletlerle olası bir savaşta– stratejik bir öneme, önemli ticari körfezlere ve tabii ki kültürel ortaklıklara sahip olan İran, Irak, Suriye, Arabistan Yarımadası, Filistin, Lübnan, Ürdün, Mısır (Süveyş Kanalı), Kuveyt ve Anadolu diye bir Ortadoğu tarifi yapılabilirken, 2. Dünya Savaşı sonrası, Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa’daki halk Cumhuriyetlerini kuşatacak, Batı Avrupalı müttefikleri koruyacak bir hat üzerinden Ortadoğu’nun tanımı yenilendi. Coğrafi olarak Ortadoğu’da olmayan Libya, Afganistan, Pakistan Ortadoğu’nun sınırlarına dahil edildi. SB’nin dağılması sonrası ise, Cebelitarık Boğazı’ndan Çin’e kadar her yer, “Genişletilmiş Ortadoğu”nun bir parçası haline geldi.

Genişletilmiş Ortadoğu, dünyanın petrol ve doğal gaz kaynaklarının büyük bir kısmını barındırıyor. Dünya petrol rezervlerinin %74’ü bu bölge ülkelerinde bulunuyor. Dünyanın en büyük on petrol üreticisinin yedisi bu sınırlar içerinde. Nijerya ve Venezüella’yı dışında tutarsak, bu projenin kapsamı dışında kalan büyük petrol ve doğal üreticileri (Rusya, Kazakistan, Azerbaycan, Özbekistan, Türkmenistan) de, bu projeye dahil coğrafyanın kuşattığı bölgede. Alternatif enerji kaynağı olabileceği tartışılan başka pek çok madenin de en yoğun bulunduğu bölge bu sınırlar içerisinde.

Aynı zamanda bu bölge, başta petrol ve doğal gaz olmak üzere, pek çok sınai ve ticari doğal kaynağın nakil yolunu oluşturuyor.

Emperyalizmin propaganda merkezleri tarafından her ne kadar aksi iddia edilse de, en son İsrail’in Lübnan saldırısında da görüldüğü gibi, bir bölgede doğrudan silahlı bir güce sahip olmak askeri açıdan bir avantaj.

Yani Ortadoğu; 1) Zengin hammadde kaynaklarına sahip olması, 2) Enerji nakil yollarının güvenliği ve 3) Askeri stratejik önemi bakımından uzun yıllardır emperyalistlerin ilgi odağı. Emperyalist merkezlerden birinin Ortadoğu’da kazanacağı bir mevzi, diğer emperyalist merkezlerin bölgedeki çıkarlarının gerilemesi anlamına da geldiği için, Ortadoğu, yıllardır kaynayan –daha doğrusu kaynatılan– bir kazan.

 

TARİHE KISA BİR BAKIŞ

Ortadoğu ülkelerine kapitalist ilişkilerin asıl girişi Osmanlı imparatorluğu’nun çözülüş dönemine denk gelir. Birkaç yüzyıl Osmanlı’nın himayesinde özerk diyebileceğimiz şekilde yönetilen bölge, 19.yy.ın ilk yarısından Birinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar gelen sürede, İngiliz ve Fransız emperyalizminin hem ekonomik hem de siyasal sömürgesi haline gelmiştir. Bölgedeki sınırlar da emperyalistler arasındaki bu çekişmelere göre çizilmiştir. Bölgede sömürge krallık ve emirlikler kurulmuştur. Bu dönemde, Hindistan, İran, Suudi Arabistan, Kuveyt ve Suriye’de İngiltere hakimdir. Irak ve Mısır, İngiltere ile Fransa’nın üzerinde hegemonya mücadelesine giriştikleri ülkelerdir. Mısır’da Süveyş kanalını yapan Fransızlar, kanalın denetimini bir şirket aracılığıyla gerçekleştirirken, bu şirketin hisselerini İngiliz sermayedarlara kaptırarak, Mısır üzerindeki etkisini de İngilizler lehine kaybetmiş oldu. Cezayir, Tunus ve Fas ise, Fransa’nın sömürgeleridir. Libya, İtalyanların kontrolü altındadır. İkinci dünya savaşından 69’daki Kaddafi darbesine kadar, bu ülke de, Fransa ve İngiltere’nin egemen olma mücadelesine sahne oldu.

İkinci Dünya Savaşı sonrası, Ortadoğu’yu etkileyen iki önemli tarihsel gelişmeye değinmek önemli:

Bunlardan birincisi, savaştan mağlup ya da galip olmasına karşın eski gücünü kaybedip gerileyerek çıkmış İngiliz, Fransız ve Alman tekellerin boşluğunu tekelleriyle Amerikan emperyalizminin doldurmasıdır. Önceki dönemin sömürgeci özellikleri ve politikalarını devralan ABD, faşizmin ezilmesinin ve sosyalizmin zaferinin tüm dünyada işçi sınıfı ve ezilen halkların mücadelesini yükselttiği bu dönemde, doğrudan sömürge yönetimler yerine, ilişkilerini işbirlikçisi rejimler (daha çok emir ve krallıklar) üzerinden sürdürmüştür. ABD’nin Ortadoğu’daki hegemonyası, kültürel ve daha çok da siyasi bir hegemonya olma özelliği göstermiş, üstünlüğünü askeri gücüyle beslemiştir.

İkinci Dünya Savaşı sonrası, Ortadoğu’yu etkileyen ikinci önemli gelişme ise, İsrail Devleti’nin kurulmasıdır. Daha 19. yy.ın sonlarında (1897 1. Siyonistler Kongresi, Basel’de toplanmıştır), İngiltere’nin desteğiyle, “vaat edilmiş topraklar” olan Filistin’e yerleşmenin propagandasını yapan Siyonist liderler (Theodor Herzl), 1920’de Filistin’de bir İngiliz sömürgesinin kurulmasıyla aradıkları fırsatı buldular. (İngiltere, daha 1917’de, bölgenin denetimini Osmanlı İmparatorluğu’ndan devir alır almaz, Balfour Deklarasyonu diye bilinen bir metinle, Filistin’i Yahudilerin anayurdu olarak tanıdığını açıklamıştı.) Yoğun Siyonist propagandaya rağmen Filistin’e göç rağbet görmese de, yerleşen Yahudiler, ülkenin çeşitli yerlerinde koloniler kurdular. Kendi mahalli yönetimlerini, alışveriş merkezlerini, şirketlerini kurdular ve hatta askeri örgütlerini oluşturmaya başladılar. İngiltere, bölgede, daha o dönemde, İngiliz emperyalizminin çıkarlarını kendi çıkarı olarak görecek bir devlete ihtiyaç duyabileceğini düşünüyordu. Bu yüzden, Yahudilerin göçünün Filistinli Arap yoksullarını rahatsız edişine göz yumdu. Bölgeye yerleşen Siyonist Yahudiler en verimli toprakları satın alıyordu. Arap işçiler kasıtlı olarak işlere alınmayarak, üretim süreçlerinden kopartılıyordu. Bu dönemde, Arapların sivil Yahudilere karşı saldırıları ve bundan fırsat bulan Siyonist terör gruplarının karşı saldırıları yaşandı. Daha sonraları, Siyonistlerin beklediği fırsat, kapılarını çaldı. Alman faşizminin soykırımına maruz kalan Yahudiler, BM’nin denetiminde, 1948’de Filistin’e yerleştirildiler. BM’in planı, Yahudiler ve Filistinli Araplardan oluşacak ikili bir yönetimdi. Ancak bölgenin işbirlikçi gerici yönetimleri, Filistinli Arapların rahatsızlıklarını bahane ederek, İsrail’e saldırdılar. 24 saat süren bu savaş, Filistin topraklarının İsrail, Ürdün ve Mısır arasında paylaşılması ile son buldu. Ancak İsrail, bölge rejimlerinin zannettiği gibi bir ülke değildi. Bölgede bizzat ABD ve İngiltere emperyalizminin çıkarlarını temsil etmek için kurulmuştu. Anlaşmaya uymadı ve Filistin’in Ürdün ve Mısır’ın elinde kalan kısmını da işgal etti. Bu, İsrail’in ihlal ettiği ilk BM kararı idi ve daha sonra da hiçbir BM kararına veya imzaladığı hiçbir anlaşmaya uymadı. (Bu saldırının diğer önemli etkisi de, İsrail ve dünya Yahudileri arasında Siyonizmin etkisini neredeyse mutlaklaştırmasıdır. Bu tarihten sonra, İsrail hep Siyonist şeflerce yönetilmiştir.) Bu, hala böyle devam etmektedir. Şeriatçı İsrail devleti, İncil ve Tevrat’ı kaynak göstererek, Suriye, Lübnan, Ürdün ile Mısır’ın bir kısmı üzerinde hak iddia etmektedir.

 

NASIRCILIK VE ARAP MİLLİYETÇİLİĞİNİN DOĞUŞU

1950’li yıllar, K. Afrika’daki Fransız sömürgelerinde bağımsızlık mücadelelerine tanıklık etti. Ancak başta İngiliz, Fransız sermayedarları olmak üzere, emperyalistlere en ağır darbe Mısır’dan geldi. 1956’da, işbirlikçi Kral Faruk rejimi, başını Cemal Abdul Nasır’ın çektiği genç yurtsever subaylar tarafından devrildi. Nasır ve arkadaşlarının anti-emperyalist ulusalcı bir çizgileri vardı. Askeri kademelerde yer almış bu kesim, aynı zamanda ülkelerinin en iyi eğitim almış, dünyada olup bitenleri izleyebilen seçkin bir aydın topluluğuydu. Bir yandan Kemalizmden, öte yandan da Sovyetlerden etkileniyorlardı. (Kemalizmin etkisiyle cumhuriyetçilik, halkçılık, milliyetçilik, devletçilik, laiklik gibi ilkeler Nasırcılık ve etkisinde kalan BAASçı hareketlerin ortak özellikleridir. Yine Sovyetlerin etkisiyle ulusalcı ekonomik programlar izlediler. Dönemin revizyonist Sovyet ideologlarının ortaya attığı “kapitalist olmayan yol”dan kalkınma çizgisini benimsediler.)

Bu dönemde Süveyş kanalı millileştirildi. Kanalın denetimini ellerinde bulunduran İngiliz ve Fransız şirketleri, bu durumu değiştirmek için, İsrail’i Süveyş’i işgal etmek üzere Mısır’ın üstüne yolladılar. İsrail, Kanal’ın denetimini ele geçiremedi, ama topraklarını genişletti.

Nasır döneminde, Sovyetlerin işbirliğiyle barajlar yapıldı, geniş çöl toprakları tarıma açıldı. Mısır’da sanayileşme adına gerçekleşen her şey bu dönemde hayata geçirildi. Mısır, Sovyetlerin de desteğiyle, Ortadoğu’nun en gelişmiş gücü oldu.

Suriye’de de Nasır’ın izinden giden bir BAAS darbesi yaşandı. Birleşik bir Arap cumhuriyeti fikri tartışılır oldu.

O dönemde, başını Yugoslavya (Tito) ve Hindistan’ın (Nehru) çektiği “Bağlantısızlar Hareketi” (ne Sovyetler Birliği ne de batılı emperyalistlerin tarafında olmamak anlamında bir bağlantısızlıktan bahsediliyordu) BM’de etkili bir güç haline gelmişti ve emperyalist hegemonyanın zayıflamasında da etkili oluyorlardı. Mısır ve Suriye’nin, kendi aralarında Birleşik Arap Cumhuriyeti’ni kurdukları bu dönemde, aynı zamanda, Sovyetlerin Ortadoğu’daki etkisini kırmayı da hedefliyorlardı. İşte bu dönemde, Nasır, bağlantısızlar hareketine dahil oldu. (Bu, aslında, Sovyetlerin de işine geliyordu. ABD’nin hegemonyasına karşı “Bağlantısız Hareketi” ile kuracağı ilişki ancak bu türden olabilirdi)

 

BİR SOĞUK SAVAŞ TAKTİĞİ: YEŞİL KUŞAK PROJESİ VE SİYASAL İSLAM

“Yeşil Kuşak” Projesi (YKP), ABD’nin, soğuk savaş döneminde Sovyetlerin politik ve ideolojik etkisinin artması ve bu etkinin alanının genişlemesini engellemek için, Norveç’ten Güneydoğu Asya’ya kadar, SB ve Çin’i kuşatma planıydı. Bu projenin örgütsel temelini, bizzat emperyalist istihbarat elemanlarının elinden çıkma İslami örgütlenmeler oluşturuyordu. Temel propagandası ise komünizm karşıtlığıydı. Bu projeyle, SB’ ye yakın duran, laik Arap Milliyetçiliğinin (Nasırcılık, BAAS vb.) etkisi de kırılacaktı.

ABD, bu projesini, Kuveyt, Arap Emirlikleri ve Suudi Arabistan gibi siyasi sömürgeleri üzerinden sürdürüp, Ortadoğu’ya egemen olmayı hedefliyordu. Bu süreçte, özellikle Suudi Arabistan, ABD egemenliğinin maddi ve manevi dayanağını oluşturmuştur. Hem bölgedeki siyasi İslam örgütlenmelerinin finansmanını sağlıyordu, hem de Mekke, Medine gibi kutsal sayılan yerlerin bulunduğu ülke olarak, Ortadoğu’da manevi bir güce de önderlik ediyordu.

Aramco adlı Amerikan-Suudi petrol şirketi, bir şirketten çok siyasi bir parti gibi çalışıyordu. Hatta Suudi Arabistan’ı bu şirketin yönettiği dahi söylenir. Bu şirketin Türkiye kolu, Faysal Finans, Kuveyt Türk gibi banka ve finans kuruluşlarıydı. (Fethullah Gülen’in finansmanını da sağladığı söylenen bu şirketin yeni ilgi alanı, Rusya ve eski SB ülkeleridir.)

Türkiye’deki örnekleri komünizmle mücadele dernekleri, ilim yayma cemiyeti, cami yaptırma dernekleri vb… olan örgütlenmeler, Suudi Arabistan tarafından finanse edilmiş ve ABD ile bölgedeki işbirlikçi rejimler tarafından, ülkelerin iç siyasetinde yer edinebilmeleri sağlanmıştır. Örneğin Türkiye’de, Cuma namazı sonrası toplu çıkışlarla kimi öğrenci eylemlerine saldırılması, aslında, bu örgütlenmelerin asıl hedeflerini de ortaya koyuyordu.

İran’da da benzeri bir örnek vardır. Ulusal bir programa sahip olan, petrollerin millileştirilmesini hedefleyen iktidardaki Musaddık hareketi, Şah taraftarları ve mollaların birlikte hareket etmesi sonucu devrilmiş ve İran’da Şah yeniden iktidara gelmiştir. Ve ardından, mollalar, ABD’nin piyonu konumuna düşüp iktidara taşıdıkları Şah Rıza’yı yeniden devirmek zorunda kalmışlardır.

ABD’nin yeşil kuşak projesini uygulayabilmesi için, hedef ülkelerdeki İslami örgütlenmelerin o ülkelerin iç siyasetine de etki edebilmeleri gerekiyordu. Bunun için de bu fikri birilerinin örgütlenmesi şarttı. İşte Mısır’daki El-Azhar Üniversitesi de, ABD’nin yeşil kuşak projesine hizmet eden fikirlerin yayılmasını sağlıyordu. Ortadoğu’nun çeşitli ülkelerinden öğrencileri, kendi ülkelerine geri döndüklerinde de bu fikirlerin yürütücüsü olarak siyaset arenasında boy gösteriyorlardı. Türkiye’deki “milli görüş” hareketinden bugünkü AKP’ye dek, İslami siyasi hareketlerin fikir babalığını da bu üniversitede eğitim görmüş kişiler yapıyor.

Yeşil kuşak projesi kapsamında, sadece İslami örgütlenmeler değil, Türkiye’den Norveç’e kadar olan bölgede NATO eliyle kurulan özel harp ve gladyo örgütlenmeleri de kullanılmıştır. Hatta Sovyetlerin içerisinde dahi, mafya, ABD ve işbirlikçileri eliyle örgütlenmiştir.

Amerika’nın YKP’ni sekteye uğratan yerler, Mısır ve Suriye ile sınırlı kalmadı. Irak’ta Nasırcılıktan ve SB’den etkilenen ve aralarında Saddam Hüseyin’in de bulunduğu askeri kademelerde örgütlenmiş BAAS (Arap Sosyalist Yeniden Doğuş Partisi), tam da Mısır ve Suriye’nin BAC’nin kuruluşunu ilan ettikleri dönemde, Irak’ta iktidarı ele geçirdi (1968). Onları Libya’da Kaddafi darbesi izledi.

El-Azhar Üniversitesi, Nasırcılığın ve sosyalizmin Ortadoğu’da etkisini arttırdığı bu dönemde, Nasırcılığa ve sosyalizm fikrine karşı bir ABD projesi olan “İslami sosyalizm” fikrini ortaya atmıştır. Bu fikre göre, sosyalizm ile İslam çelişmiyordu ve aslında sosyalizmin vaat ettiği pek çok şey İslam düşüncesinde de vardı! Böylece sosyalizm İslam’ın sınırları içerisine alınıyordu. Öte yandan, İslam düşüncesine karşı en büyük tehlike olarak da Sovyetler gösterilerek, yoğun bir anti-komünizm propagandası sürdürülüyordu. Böylelikle Küba devriminin, Vietnam’daki direnişinin vb. etkisiyle sosyalizm fikrine yaklaşan kesimler, komünizm karşıtlığı üzerinden, “komünizme karşı mücadele eden” ABD’nin safına çekilmeye ya da en azından ABD’nin karşısında olmama fikrine kazanılmaya çalışılıyordu. Bugün Mısır’ın iç siyasetinde etkili bir güç haline gelmiş olan Müslüman Kardeşler’in fikri alt yapısında, bu İslami Sosyalizm teorileri vardır.

HAMAS da, Müslüman Kardeşler örgütünün Filistin’deki ayağı olarak, bu dönemde ortaya çıkmıştır. Dönemin mevcut siyasal ortamında, El-Fetih ve daha çok Hıristiyan Filistinlilerden oluşan FHKC kendilerini solda ilan ettiler. Bunlardan George Habbaş’ın FHKC’si sosyalist olma iddiasındaydı. El-Fetih hareketininse, esen sosyalizm rüzgarından dolayı kendisini başka türlü tanımlama gibi bir şansı çok da yoktu. Filistin kurtuluş mücadelesini asıl olarak Çin ve Arnavutluk destekliyordu, SB ise daha mesafeli duruyordu. Dönemin HAMAS’ı, ilk ortaya çıktığı koşullarda, daha çok İsrail yanlısı politikaları destekliyordu.

Peki, ne olmuştu da, HAMAS ya da ABD’nin YKP’nin parçası olarak kurulmuş siyasal İslami hareketler, günümüzdeki gibi, İsrail ve ABD’nin çıkarlarıyla çatışır hale gelmişlerdi? HAMAS da dahil, İslami hareketlerin nitelik değiştirmesinin başlıca iki nedeni olduğunu söyleyebiliriz: Bunlardan ilki İran devriminin etkisi, ikincisiyse SSCB’nin yıkılmasıdır.

 

İRAN DEVRİMİNİN ETKİLERİ

1979’da İran devrimi sonrası iktidara gelen Humeyni, bölge halklarınca, yoksulların en büyük dostu olarak bilinir. Çünkü iktidarı boyunca ciddi bir sosyal program uygulamıştır. (Eğitim, sağlık ücretsiz hale getirilmiş, yeni istihdam olanakları yaratılmış, barınma sorunu çözülmüş, aşhaneler kurulmuş, petrol millileştirilmiştir.) Bu yüzden İran’daki Şii devriminin diğer ülkelerdeki destekleyicileri yoksul Müslümanlar olmuştur, çoğu da Sünnidir. (Mısır, Türkiye, Suriye…) Müslüman yoksulların devrimi olarak tanınan İran devriminin diğer bir etkisi de, zengin-yoksul ayrımının, Batı-İslam dünyası ayrımı şeklinde algılanır hale gelmesidir. Yoksulluğa karşı sosyal devlet politikaları izleyen İslam devleti İran ve bu sosyal devlete karşı Batılı emperyalistlerce yöneltilmiş saldırı, böyle bir algılamanın doğmasına neden oluyordu.

1979 yılı, aynı zamanda, Saddam’ın cumhurbaşkanı olarak iktidarını sağlamlaştırdığı döneme rastlar. Saddam gericiliği, başta Sovyet revizyonizmi olmak üzere, emperyalistlerce silahlandırılmıştır. ABD ve diğer batılı emperyalistler ilk başta Saddam’a mesafeli dursalar da, İran’ın bölge halkları üzerinde artan siyasal etkisine karşı, Saddam gericiliğini desteklemeyi tercih etmişlerdi. Saddam’ın Kürt halkına ve Şii€lere karşı uyguladığı baskı ve şiddet politikalarına Batılı emperyalistler tüm 80’li yıllar boyunca sessiz kalarak, bu uygulamaların gizli destekçileri olmuşlardır. İran rejimi ise, bazen Irak’taki Şiileri, bazen de Kürt Sorununu bahane ederek, Ortadoğu üzerindeki yayılmacı planlarını gerçekleştirmeye çalışmıştır. Bu durum, binlerce insanın cephede ölmeye sürüldüğü (İran’ın “insan dalgası” taktiği hatırlanacaktır) İran-Irak Savaşı’na yol açtı. 1980-1989 yıllarını kapsayan bu savaş, kazananı olmayan bir savaş olarak sonuçlandı. (ABD emperyalizmi savaş boyunca ikili oynamıştır. İran’ın etkisinin artması tehlikesine karşı Irak’ı desteklemiş olsa da, SB’ye daha yakın olan Saddam’ın bir güç olması ihtimaline karşı da dolaylı yollardan İran’ı desteklemiş, İran devriminin enerjisi bu savaşla tüketilmek istenmiştir.)

 

SİYASAL İSLAM DÜŞMANINI YENİDEN BELİRLİYOR: “RÜZGAR EKEN, FIRTINA BİÇER”

İslami hareketlerdeki değişimi tetikleyen diğer etken ise, Sovyet Bloğu’nun dağılmasıdır. Başta Amerikan-İngiliz emperyalizmi olmak üzere, emperyalistler, “Doğu Bloğu”ndan arta kalan alanları yeniden paylaşmanın hesabına girişmişlerdir. ABD’li düşünce kuruluşlarınca hazırlanan ve “Amerikan Yüzyılı” projesi diye bilinen PNAC raporu, en önemli bölge olarak Ortadoğu’yu, en stratejik ülke olarak da Irak’ı hedef gösteriyordu. Mevcut yeni koşullarda, diğer emperyalist devletler harekete geçmeden, ABD bölgedeki etkisini arttırmalıydı. Enerji kaynaklarına sahip veya nakil yolları üzerinde bulunan ve bir süre öncesine kadar SB’nin desteğini alan Libya, İran ve Suriye rejimleri de hizaya getirilmeliydi.

Irak’ın stratejik önemi her şeyden önce dünyanın en büyük ikinci petrol üreticisi olmasındaydı. ABD’nin düşünce kuruluşları, İran, Irak ve Libya’nın ortak hareket ederek, OPEC aracılığıyla petrol piyasasında hakimiyet kurmalarından korkuyordu. ABD’nin Irak petrollerine hakim olması bu olasılığı saf dışı ediyordu. Irak, aynı zamanda Körfez Bölgesi’ne hakim, İran ve Suriye gibi “şer eksenleri”ne ve rakip Rusya’ya karşı stratejik bir bölgede yer alıyordu. SB’nin dağılmasından bu yana geçen süre, ABD’nin Irak ve Ortadoğu üzerindeki hedeflerini gerçekleştirme çabasına sahne oldu. İlk Körfez Savaşı’ndan işgale kadar geçen süre, Libya’nın “şer ekseni”nden uzaklaştırılması, Somali’nin BM’ce işgali, İsrail’in artan saldırganlığı, Lübnan’da kışkırtılan iç karışıklıklar, Sudan’a atılan bombalar, Afganistan’ın işgali, İran ve Suriye üstündeki baskının arttırılması, hep ABD’nin stratejik hedeflerine ulaşma çabasının adımları oldu.

SB’nin dağıldığı, yani büyük düşmanın ortadan kalktığı döneme gelindiğinde, Ortadoğu’ya savaş açmış, İsrail Siyonizminin en büyük destekçisi olduğu aşikar olan ABD, İran’ın ideolojik etkisiyle birlikte, yoksul Müslüman halkların baş düşmanı olarak gözüküyordu. Bu zamana kadar gelen süreçte, HAMAS ve diğer kimi İslami hareketler de, düşmanını ABD ilan edebilecek bir sınıfsal zemine sahip hale gelmişlerdi. İşte ABD’nin bölgede bizzat kendi desteğiyle kurduğu, kuruldukları ülkelerde önemli siyasi pozisyonlar kazandırdığı İslami örgütlerin ABD ile çatışır pozisyona gelmesinin kısa özeti budur. Bu süreçte, ABD karşıtı bir tavır almamış İslami örgütler güç kaybetmiş, bir kısmı tarih sahnesinden silinmiş, bir kısmı radikalleşmiş, bir kısmı da bölge gerici rejimleri ile uzlaşarak varlıklarını sürdürmeye devam etmişlerdir.

ABD, YKP’den miras kalan ve hala ABD yanlısı tutum alan İslami örgütlenmeler ile başta Suudi Arabistan, Mısır ve Türkiye gericilikleri eliyle, GOP kapsamında “Amerikan Yüzyılı Projesi” ile çatışmayan, Türkiye’deki sözcülüğünü AKP ve Fethullah Gülen’in yaptığı “Ilımlı” bir İslam projesini hayata geçirmeye çalışıyor.

 

ORTADOĞU VE KÜRTLER

ABD’nin ilk Irak müdahalesi (1991) ile başlayan süreçte, Kürt Sorunu, öncesi ile kıyaslanamayacak bir önem teşkil eder hale geldi. Bölgenin 4 büyük ülkesinde yıllarca inkar, baskı, şiddet ve asimilasyona maruz bırakılmış Kürt halkının mücadelesinin yükseldiği bu dönemde, Kürt Sorunu, bir önceki dönemde olduğu gibi ülkelerin iç sorunu ve birbirlerine karşı kullandıkları bir sorun olmanın ötesine geçerek, bölgede egemenlik mücadelesi yürüten emperyalist güçlerin birbirlerine ve bölge gericiliklerine karşı kullandığı bir soruna dönüştü. ABD ve AB aracılığıyla Alman, Fransız emperyalizmi Kürt halkının özgürlük taleplerinden faydalanmakta yarar gördü. Bu, bir yandan emperyalistlerin Kürt burjuva, burjuva-feodal çevrelerinde, aydınları arasında “özgürlük ve demokrasi getirme” vaadi ile mevzi kazanma çabasıyla şekillenirken (Talabani-Barzani’nin konumu, Türkiye’de bir “Kürt AKP’si” kurma şeklinde tartışılan girişimler), diğer yandan bölge gericiliklerini sorunun istismarı üzerinden emperyalizmin bölge politikalarına daha fazla bağlama biçiminde tezahür ediyor (Türkiye-ABD arasında son dönem İncirlik üssü üzerinden yapılan pazarlıklar). Irak’taki Kürt yönetimi, ABD’nin “bölgeden çekilirsek Türkiye, Suriye ve İran’la baş başa kalırsınız” tehdidiyle, her geçen gün Amerikan politikalarına daha fazla mahkum hale geliyor. Suriye ve İran için durum daha da karışık. Yıllarca üzerinde tepindikleri Kürt sorunu, şimdi ABD’nin bu ülkeleri kuşatma planın bir parçasına dönüştü. Türkiye’de ise, bu sorunun çözümü kendini her geçen gün daha da fazla dayatıyor. Ülke egemenleri bir yandan askeri yöntemlerle sorunu çözmek taraftarı gözükseler de, uzlaşmacı –aslında Amerikancı– bir Kürt partisiyle işin içinden çıkılıp çıkılamayacağını da tartışıyorlar. Her ne koşulda olursa olsun, Türkiye egemenlerinin girişeceği hamleler, ABD tarafından onaylanmış hamleler olacak. Dikkat edilmesi gereken diğer bir yön de, Irak’ta kurulan federe Kürt yönetiminin, Türkiye’deki Kürt üst kesimleri üzerinde beklentilere yol açıyor olmasıdır. ABD kendisiyle uzlaşmaya hazır bir Kürt oluşumu için çaba sarf ediyor. Bunu, mevcut Kürt ulusal hareketi içinden oluşturmaya çalıştı, ancak henüz başarılı olamadı. Son günlerde Amerikan medyasında PKK’nin “yüksek Amerikan çıkarları için tehdit” oluşturduğu yönlü yorumlar, ABD’nin PKK içinden kendisine tabi olacak bir kesim örgütleme planından yavaş yavaş umudunu kesme eğilimini dile getiriyor.

 

bunca saldırıya karşı Ortadoğu halkları nasıl direniyor?

Yazının başında da belirttiğimiz gibi, emperyalizmin ve ideologlarının gözünde “Doğu”, “medeniyet götürülecek” yerlerdir. Truman bir konuşmasında “bölgedeki ülkelerin hiçbirisi, ne yalnız ne de birlikte, kendilerine yöneltilecek bir tecavüze karşı koyabilecek kadar güçlüdür” diyor. Gerçekten durum bu mu? ABD’ye olan öfkenin bu kadar geniş boyutlarda olduğu bölgede, nasıl oluyor da, ABD bu kadar rahat at koşturuyor?

Bir yanda her türlü anti-demokratik uygulamalarının emperyalistler eliyle desteklendiği işbirlikçi rejimler, diğer yanda halkın İsrail Siyonizmine ve ABD politikalarına olan tepkilerini istismar ederek kendisine karşı muhalefeti engelleyen, gerektiğinde zor kullanan İran ve Suriye gibi bölge gericilikleri. Bölgenin muhalif gözüken hareketlerinin neredeyse tamamı, “İsrail karşıtlığı” adına, kendi ülkelerinin yönetimleriyle işbirliği içinde. Ortadoğu’da hemen herkes muhalifliğini İsrail karşıtlığı üzerinden ölçüyor. Her bir ülkenin kendi içindeki sınıf savaşımları, demokrasi mücadelesi, ulusal sorunlar, emperyalizmle girilen ilişkiler vb. hepsi arka plana itiliyor, görmezden geliniyor. Yani İsrail’in varlığı, Amerikan-İngiliz emperyalizmin planları doğrultusundaki saldırganlıkları ile bölge halkları üzerinde askeri bir tehdit oluşturmakla kalmıyor, bölge ülkelerinin iç siyasetinde de gerici bir etki yaratıyor.

Suriye’de ABD’ye ve İsrail’e karşı gelişecek olası bir direniş BAAS’ ın denetiminde olacak. Böylesi bir direnişten kendi sorunlarını çözmüş, emperyalist istismarlardan kurtulmuş bir Suriye’nin doğması güç gözüküyor.

Irak’taki direniş büyük oranda eski BAAS kadrolarının denetiminde. Birkaç Sünni direniş grubu plansız ve amaçsız eylemler düzenliyor. Ancak direniş adına büyük eylemleri BAAS’cı örgütler düzenliyor. BAAS’cıların ise, Irak halkının tamamını kucaklayabilecek bir programları yok. Eski Saddam rejiminin ötesinde bir vaatleri yok.

Irak’taki Şii örgütlerinin çoğu ise İran güdümünde hareket ediyor ve bu grupların anti-Amerikancı bir söylemi şu an için bulunmuyor. İşin bir yanı Saddam rejiminin Şiiler üzerindeki baskısının ortadan kalkması, diğer yanı ise İran’ın Irak üzerindeki hesapları. İran, Irak’ta kendi denetimi altında özerk bir Şii bölgesi yaratabileceğini düşünüyor. Güçlü bir ordu, nükleer güç, zengin doğal kaynaklar ve bölge ülkeleri üzerinde ideolojik bir etkiye sahip olan İran, Ortadoğu’da kararlaştırıcı bir güç olmak istiyor. Lübnan’da Hizbullah, Filistin’de İslami Cihad örgütü ile hedeflerine ulaşmaya çalışıyor. Amerikan-İsrail çetesiyle gireceği bir mücadeleden galip çıktığında tek vaadi İran devriminin o ülkelere ihracı.

İsrail’in Lübnan’a yaptığı saldırıyı da buradan düşünmek lazım. Önce Suriye Lübnan’dan uzaklaştırıldı, ardından İsrail Siyonizmi İran destekli Hizbullah’ı hedefe koyarak mesajını İran’a verdi. Doğrudan karşı karşıya gelmeye henüz hazır olmayan ABD ve İran’ın çıkarları Lübnan’da çatıştı. İsrail Lübnan’a bombalar yağdırırken, Hizbullah’ın tüm Lübnan’ı kucaklayacak bir propaganda yürütmesi elini güçlendirdi. Yıllar sonra ilk kez girdiği çatışmadan yenik çıkan İsrail’in şahsında, ABD, planlarını daha önce Yugoslavya ve Somali’de olduğu gibi, BM eliyle gerçekleştirmenin hesabında. Ancak şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki, İsrail’in bu başarısızlığı sonrası, bölgede, İran ve İran’dan destekli güçler, güçlü ve etkili bir pozisyon edindiler. Bugün için bölge halklarının sempatisini kazanmış Lübnan Hizbullah’ı, şu an, “ben İran’ın denetimindeyim” diyemeyecek bir toplumsal tabana hitap eder hale gelmiştir (Bunun sebebi, Lübnan halkının farklı din, mezhep ve milliyetlerden insanlardan meydana gelmesidir). Barış süreci devam ederse, ulusal bir parti olarak gelişmesi olasıdır. Bu durumda Lübnan devleti İran’la dost ve müttefik bir ülke olarak ortaya çıkabilir. Eğer Hizbullah aksi bir yol izlerse, en ileri yapabileceği iş, Lübnan’ı İran’ın Akdeniz’e açılan bir limanı haline getirmek olacaktır.

Hizbullah’ın Lübnan’da yaşayan Şii, Sünni, Hıristiyan, Dürzi tüm Lübnan halkını temsil eder (ya da etrafında birleştirir) bir konum kazanması, bölgede gelişecek anti-emperyalist mücadelenin ulusal, mezhepsel ayrılıkları aşabilmesinin mümkün olduğunu da gösteriyor.

İsrail’in Ortadoğu yıllardır yenemediği asıl güç olan Filistin halkının direnişiyse yeni bir aşamaya girmiş bulunuyor. Ortadoğu’daki tüm muhalif hareketlerin neredeyse teslim bayrağını çektiği bir dönemde Filistin halkı 1. İntifadayı gerçekleştirmişti (1987). FKÖ’nün denetimi dışında gelişen bu direniş ile FKÖ’nün halk üzerindeki etkisi ve önderliği kırılmaya başladı. Zaten geçen yıllar içinde, FKÖ’nün yöneticileri emperyalist istihbarat örgütlerince ticari-mali ilişkilerin içine sokularak yozlaştırılmıştı. FKÖ’nün kırılan bu etkisi HAMAS ve İran destekli İslami Cihad gibi İslami örgütlerce dolduruluyordu. FKÖ liderlerince yapılan her anlaşma, anlaşmanın şartlarına Filistin halkı ve Filistinli örgütler uymasına rağmen, İsrail’in tutumu sonucu, Filistin halkına daha yoğun bir baskı olarak geri dönüyordu. Bu durum, anlaşmalara imza atmak zorunda bırakılan FKÖ’ye olan güveni azaltıyordu. 2. İntifada bu dönemde patlak verdi (2000). Filistin halkının çıkarları için gerektiğinde masadan kalkan, halkı İsrail saldırganlığına karşı mücadeleye çağıran Arafat’ın ölümü sonrası, ABD yetkililerince yıllardır masada görülmek istenen “Ilımlı” Mahmut Abbas’ın başa gelmesi ve onun uzlaşmacı, bekle-gör tutumu Filistin halkının tepkisini çekti. Filistin mücadelesinin ilk gününden beri önderlik yapmış El-Fetih hareketi, mücadelenin önderliğini HAMAS’a bırakmak zorunda kaldı. Filistin halkının yeni temsilcisi HAMAS’ın ise, Arafat’ın yıllarca başardığı şeyi, dünya kamuoyunun desteğini alma işini başarabilecek bir bakış açısının olup olmadığı ise şüpheli.

Unutmamak gerekir ki, Vietnam direnişinin, Küba devriminin tüm dünya halklarınca saygıyla anılmasının asıl sebebi, tüm insanlığa seslenen ve mücadelelerini –propaganda düzeyinde bile olsa– sosyalizm mücadelesi ile birleştirmeyi hedefleyen bir çizgi izlemeleriydi. Bugünkü koşullarda da böyle bir dünya perspektifini sunabilecek tek güç komünist hareketlerdir. Ancak bölgenin kendisini komünist sayan hareketleri, İsrail karşıtlığı fikriyle kendi rejimleriyle barışmış durumdalar.

 

TÜRKİYE VE GÖREVLER

İşte bütün bunlar üzerinden şunu söyleyebiliriz: “Bütün Ortadoğu’ya baktığımızda, emperyalizmin genişleyen ve genelleşen saldırıları karşısında anti-emperyalist bir halk direnişinin örgütleneceği, buradan da kurtuluş sonrasına ilişkin bir program çıkartabilecek bir savaşı yürütmenin temeline, imkanına, tecrübesine sahip tek halk Türkiye halkıdır. Gerek aydın birikimi gerek örgüt ve mücadelesinin sağladığı birikim, tarihsel, sosyal, ekonomik koşullar bu fırsatı Türkiye’ye sağlıyor.” (Evrensel HAYAT’ta Aydın Çubukçu’yla yapılan röportajdan)

Ortadoğu’da barışı tutarlı bir şekilde savunmak ve bunu kazanabilmek; emperyalizme ve şovenizme karşı verilen mücadeleleri birleştirebilmekten, Türkiye’de yaşanan Kürt sorununun üzerinden atlamadan, bu sorunun demokratik, halkçı ve barışçıl bir yoldan çözümünü savunmaktan geçmektedir. Ortadoğu’da kalıcı bir barış, bölgedeki tüm halkların emperyalizme karşı vereceği bir ortak mücadeleyle emperyalistlerin bölgeden topyekun uzaklaştırılmasıyla sağlanabilir. Bölgeye yapılan emperyalist müdahalelere karşı mücadele, aynı zamanda, Ortadoğu’daki gerici rejimlere karşı verilen bir mücadeleyle birleştiğinde anlamlı olacaktır ki, bu iktidarlar, bölgenin emekçi halklarının azılı birer düşmanı, barışın önündeki engellerdendir. Direnişlerin programları ancak bu temel üzerinde şekillendiğinde, kalıcı bir barış ortamı ve emekçi halklar yararına demokratik iktidarlar kurulabilir.

Türkiye böyle bir mücadele için; bölgedeki diğer ülkelerle karşılaştırıldığında çok daha fazla olanağa sahiptir. Son yıllarda ne kadar dinamitlenmeye çalışılsa da, Türkiye, çeşitli din, mezhep ve milliyetlerden emekçilerin bir arada yaşadığı, zaman zaman bir arada mücadele edebildiği bir ülkedir. Ekonomik olarak emperyalist kuşatmaları aşabilecek işgücüne, teknoloji ve doğal kaynaklara sahiptir. İşçi sınıfının diğer ülkelere kıyasla ciddi bir mücadele ve örgütlenme deneyimi vardır. En önemlisi, emperyalizme karşı mücadeleyi bir işçi sınıfı iktidarı ile, sosyalizmle taçlandırmayı hedefleyen, taktiklerini, araçlarını buna göre belirleyip uygun tarzda emekçiler içinde örgütlenen bir sınıf partisine ve onun çevresinde birleşebilecek bir entelektüel birikime sahiptir. Bu sebeple, Türkiye’de gelişecek bir mücadele, diğer halklar nezdinde umut kaynağı olma potansiyelini fazlasıyla taşımaktadır ve sadece Ortadoğu’da değil, Kafkaslar, Balkanlar, Latin Amerika gibi emperyalizmin “kazan kaynattığı” diğer bölgelerde de siyasal bir etki yaratacaktır. Irak işgali öncesi ve sırasındaki tüm yaşanan tecrübeler buna işaret etmektedir.

Evrensel Basım Yayın’ın 300. Kitabı

Yayıncılık alanında 18 yıldır faaliyet yürüten Evrensel Basım Yayın Ekim ayı içerisinde çıkaracağı “Neredeyse Bir Balina (Almost Like a Whale)” kitabı ile 300. kitaba ulaşmış olacak. Genetik profesörü olan Steve Jones’in evrim kuramını bugünkü bilimsel gelişmelerle birlikte yeniden yazdığı (güncellediği) “Neredeyse Bir Balina”, özellikle 11 Eylül’ün ardından ABD’nin Ortadoğu’yu fiilen işgal ettiği bir dönemde, politik olarak da güncel bir anlam taşıyor. Papa’nın İslam dünyasını hedef alan çıkışları, özellikle eğitim hayatında evrim kuramı ve yaradılış düşüncesi üzerinden girişilen mücadele, Türkiye’de AKP iktidarı ve Kemalist çevre arasındaki “laiklik” üzerinden yürüyen “iktidar” mücadelesi emekçileri ve dünya halklarını bölmenin de araçlarına dönüşüyor. Kitap, tüm bu tartışmalar ve çekişmeler içinde ele alındığında işçi ve emekçileri aydınlatma faaliyetinin önemli bir parçasına dönüşecektir.

GELİŞTİRİCİ BİR DÖNEM

Evrensel Basım Yayın’ın 300. kitaba ulaşmış olması, Ekim ayı içerisinde bir dizi etkinlikle başlayacak olan kampanya çalışmasının dayanağı olacak. Bu döneme; yayınevinin işçi sınıfı ve emekçilerle bağlarını güçlendireceği, yayın faaliyetini daha gelişmiş imkanlarla buluşturacak bir dönem olarak da bakmak gerekiyor. Medya-iletişim ve yayıncılık alanının dev tekellerin egemenliğine geçtiği bir dönemde yayın faaliyetinin güçlendirilmesine, emekçilerle, gençlikle ve aydınlarla bağların güçlenmesi olarak bakmak gerekir. Her yaşam alanı; kitaplarımızın ve dergilerimizin okunduğu tartışıldığı ve emekçilerin mücadelesi için bir dayanak noktası haline geldiği oranda bu kampanya başarıya ulaşacaktır.

Bu açıdan bakıldığında; özelleştirmeler, işten atmalar, esnek çalışma, eğitim hayatındaki sorunlar ve bunlara karşı talepler üzerinden yürüyen örgütlenme mücadelesi, emekçilerin ve gençliğin yayınlarımızla çok daha sıkı bağlar kuracağı alanlardır. Yayın faaliyetimiz bu mücadelenin bir parçasına dönüştüğünde anlamını bulacaktır.

ÖNÜMÜZDEKİ YAYIN DÖNEMİ

300. kitap kampanyamız yayınevimizin faaliyetini yeniden gözden geçirdiği ve bir dizi etkinliği planladığı bir dönem olacak. Ekim ayı içinde yayınlanacak 10 yeni kitap ve 27-28 Ekim tarihlerinde “Neredeyse Bir Balina” kitabının yazarı Steve Jones’in katılacağı iki etkinlik çalışmanın ilk adımları. Steve Jones hem kitabının tanıtımı hem de evrim kuramı üzerine bir söyleşi gerçekleştirmek için Türkiye’ye gelecek. 27 Ekim’de İTÜ Gümüşsuyu Kampüsünde bir söyleşi ve ardından İstanbul Kitap Fuarı (TÜYAP)’ta bir panele katılacak olan S. Jones Türkiye’deki okurlarla buluşacak. Yayınevimizin 18 yılının anlatıldığı panel ve Şükran Kurdakul etkinliği kitap fuarına yapılan diğer hazırlıklar.

Emekçi halkın talep ve özlemleriyle bütünleşerek toplumcu-gerçekçi yayın faaliyetimiz güçlenerek sürecek.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑