1997 yılında kurulan ve kurucularının çoğunluğu Bush yönetiminde etkili mevkilerde bulunan Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi think-tank grubunun yayınladığı ünlü “Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi” başlıklı uzun bildiride, ABD’ye, soğuk savaş sonrasındaki tek kutuplu dünyada üstün bir güç olması için, Amerikan anavatanının güvenlik sınırlarını geliştirmek, bu sınırları koruyabilmek amacıyla birden fazla büyük cephede savaşabilmek ve bu savaşlardan mutlak zaferle çıkmak gibi bir rol tanınıyordu. Altında Elliott Abrams, William J. Bennett , Jeb Bush, Dick Cheney, Eliot A. Cohen, Francis Fukuyama, Donald Kagan, Zalmay Khalilzad, Donald Rumsfeld, Paul Wolfowitz gibi neo muhafazakar isimlerin imzasının bulunduğu bu metinde, “…Birleşik devletler ile Sovyetler Birliği arasında geçen Soğuk Savaş’ın askeri boyutu yanlış değerlendirilmiştir. Amerika’nın içerme politikası, Soğuk Savaşın sadece ABD ordusu ile Kızıl Ordu arasında geçen askeri bir savaştan ibaret olduğu düşünülerek oluşturulmamıştır; içerme politikası, askeri savaşın yanında Sovyetleri zaman içinde ideolojik ve ekonomik olarak yenilgiye uğratmayı da programında barındırıyordu… Amerika’nın stratejik hedefi Sovyetler Birliği’nin güçlenmesini engellemek olagelmişti, bugünün görevi, Amerikan çıkarlarına ve ideallerine hizmet eden uluslararası bir güvenlik ortamını korumaktır.”1 ifadeleri yer almaktaydı.
Şu anda Ortadoğu’ya yönelik acımasızca sürdürülen operasyonun çok açık biçimde ve hiçbir diplomatik ihtiyata yer verilmeksizin önerildiği, ABD’nin, güvenlik sınırlarını geliştirme adı altında, tüm dünyaya engelsiz hakim olmasının gerekçelerinin ve yöntemlerinin sıralandığı bu metin, düşmanın ideolojik olarak da yenilgiye uğratılması gerektiğini kaydediyordu. Düşmanın ideolojik olarak yenilgiye uğratılması ise, kuşkusuz anti-Amerikan eğilimleri yüksek, şimdiki saldırılar nedeniyle de daha da yükselme eğilimi taşıyan Ortadoğu halklarının itaatkar Amerikan köleleri haline getirilmesini; güvenlik sınırlarını Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında genişletmek için yola çıkan ABD’ye karşı anti-emperyalist bir direnişe yeltenmelerinin engellenmesini; Hıristiyan Batılı halkların ise bölgedeki kıyım ve katliamlara tepkilerini durdurmayı içeriyordu. 11 Eylül 2001 yılında New York’ta Dünya Ticaret Merkezi’ne yapılan saldırının üstünden geçen beş yıl içinde, bu doğrultuda ABD tarafından pek çok yöntem denendi. Bunların bir kısmı fiyaskoyla sonuçlansa da, ABD bazı durumlarda oldukça başarılı olmuştur.
ABD emperyalizminin, dünyanın yeniden yapılandırılması ve yeniden paylaşılması sürecindeki ideolojik hegemonyasının pek çok yönü vardır. Bunlar, çok genel olarak iki başlıkta toplanabilir:
Bunlardan birincisi; yeni bir oryantalizm aracılığıyla, Batılıların gözünde çarpık bir Ortadoğulu Müslüman imgesi yaratarak, sözde terörizme karşı sürdürülen savaşa destek sağlamak; Avrupa ülkelerinde de Müslüman göçmenler ile yerli halklar arasında düşmanlıklar yaratarak, bu halkların dayanışma içine girmelerinin önünü kesmek.
İkincisi ise, Batı’da ve ABD’de, ilan edilen terör konseptine uygun toplumsal bir yeniden yapılanmanın gerçekleşebilmesi için, mevcut fikirlerin, yaşam kültürünün değiştirilmesi; halklar üzerinde tam bir ideolojik kontrol sağlayabilmek için neo-liberalizmin gerici fikirlerinin benimsetilmesidir.
Bu yazı, hegemonya sorununun oldukça kapsamlı olabilecek bütün yönlerine değil, terör propagandası sırasında öne çıkan bazı noktalara, bu iki genel başlık altında kısmen değinmeyi amaçlıyor. Aynı zamanda, ABD’nin ideolojik hegemonyasının bu iki ögesinin bazı belirimlerini işlemeye çalışırken, emperyalizm tarafından kullanılan hegemonik araçların özellikleri ve başlıca söylemler üzerinde de kısaca duruyor.
YENİ ORYANTALİZM:
DOĞU VE MÜSLÜMAN İMGESİNİN YENİDEN KURULUŞU
Batı ve Doğu sözcüklerinin iki coğrafi yön olmaktan daha fazla anlamı vardır. İlk sermaye birikiminin vatanı olan ve bu birikime bağlı olarak hızla kalkınan, birikimini değerlendirebileceği yeni egemenlik alanları ve pazarlarını ararken büyük fetihlere imza atan Batı, insan aklının ve becerisinin gerçekleştirebileceklerinin en gelişmiş simgesi olarak gördü kendini hep. Ve insanlık tarihinin merkezinde Batı’nın bulunduğu bilgisi, geçmişte büyük uygarlıklara sahne olmuş Doğu’nun parlak geçmişi unutturulmak pahasına genel kabul gördü. Batı, çalışkan, verimli, akıllı, yetenekli, gelişkin, uygar; kendisini Batı’nın tuttuğu aynada görmesi beklenen Doğu ise, uyuşuk, barbar, beceriksiz, geri ve ilkeldi. Batı, çalışıp yükselmenin; Doğu ise, “bin bir gece masalları” ve egzotik harem kültürünün hazcı temsilcisiydi. Doğu, mistisizm, durağanlık, masal, kehanet, raks; Batı, gerçekçilik, disiplin, yenilik, tasarım, öngörü demekti. Kapitalizmin gelişiminde önceliğe sahip Batı kapitalizminin ideologları tarafından, halklar arasında tarif edilen bu medeniyet hiyerarşisi, yüz yıllarca, sömürgeci emperyalist devletlerin kendi hakimiyetlerini ve fikirlerini sömürgelerine dayatmalarının meşru nedenlerinden biri oldu. Doğulu halkların ileri sürebileceği hiçbir fikrin, bunlar, evrensel olduğu ilan edilen Batı merkezci kriterlerle oluşturulmadığı için, kıymeti harbiyesi yoktu. Doğudan gelen herhangi bir şey, Batılı sahiplerin damağında eğer bir baharat tadı bırakmıyorsa, sözü edilmeye değmezdi. Batılı kapitalistlerin Doğuyu kendi medeniyetlerine göre hizalandırması anlamına gelen Oryantalizm, halkları, medeniyetleri ve kültürleri, her birine değer numaraları verip aşamalandırarak sınıflandırmayı benimsemiş kapitalizmin kültürünün başlıca bileşenlerden biridir.
11 Eylül’den itibaren, Müslüman Ortadoğu halklarının çeşitli biçimlerde aşağılanmasında, bu içselleştirilmiş oryantalizm önemli bir zemin oluşturmuştur. Sadece İkiz Kulelere saldırarak aklın almayacağı bir terör eylemini gerçekleştiren radikal İslamcı teröristler değil, Batı merkezci uygarlık tanımlarının dışında kaldıkları için bütün Müslümanlar, sıradan bir Amerikalının kavrayışının, bilgisinin ve algılayışının dışında yer almaktadır.
Dünyanın en güçlü, en müreffeh ve en zengin ülkesinin yurttaşlarının çoğunluğu, bu, kendilerine çağlarca ve kilometrelerce uzak Müslüman kitlelerin Amerikan yaşam tarzını tehdit ettiğine; onların, pek kıymetli, küçük refah alanlarını taciz ettiğine öylesine ikna edilmişlerdir ki, dünyanın en güçlü silahlarına sahip bir ülkede yaşadıkları halde, sürekli bir tehdit altında bulunduklarını düşünmektedirler. George W. Bush, 1 Eylül’den sonra, 20 Eylül 2001’de, Kongre’de şöyle bir konuşma yapmıştır: “Amerikalılar soruyor: Neden bizden nefret ediyorlar? Onlar burada, tam da bu salonda gördükleri şeyden nefret ediyorlar; demokratik yollarla seçilmiş bir hükümetten. Onların yöneticileri kendi kendilerini seçiyorlar. Bizim özgürlüklerimizden nefret ediyorlar; inanç özgürlüğümüzden, ifade özgürlüğümüzden, oy kullanma özgürlüğümüzden, bir araya gelebilme ve aynı fikirleri taşımak zorunda olmama özgürlüğümüzden…”2
Bu konuşmanın terör eyleminden hemen sonra yapılmış olması olağan bulunabilir. Ancak Bush’un diğer konuşmaları ve basında çıkan materyaller, bu fikrin farklı dozlarda durmaksızın işlendiğini göstermektedir.
Oysa Ortadoğulu Müslüman halklar, gerçekte Amerika’dan, on yıllarca iliklerine kadar sömürüldükleri, aşağılandıkları, itilip kakıldıkları, bütün maddi kaynakları tüketildiği, petrollerine el konulduğu, Filistin’e eza çektirildiği için nefret etmektedirler. Ama bu durumun Amerikan politikacıları ve ideologları açısından bir anlamı yoktur. Onlar, sömürülenlerin nefretinin, medeniyete duyulan hasetten ve düpedüz barbarların medeniyete tahammülsüzlüğünden kaynaklandığına Amerikan halkını inandırmak istemişlerdir. Fakat pek övündükleri demokrasiye ve anlı şanlı Batı medeniyetine en büyük zararı kendilerinin verdiği, kendilerinin düşmanlık ettiği konusunda yalan söylemeye de devam etmektedirler.
ABD emperyalizminin sözcüleri, kendi halklarını ve Avrupa halklarını Ortadoğu’da süren saldırgan politikalara ikna etmek için, sadece 11 Eylül ile kendisini açıkça gösterdiğini ileri sürdükleri acımasız İslamcı teröristlerin tercüman oldukları medeniyet hasedinden söz etmekle yetinmediler. “Doğudan, İslam dünyasından gelen” tehdit iddiasının, dinler kadar ezeli bir tarihinin olduğunun kanıtlanması da gerekiyordu bunun için. Ortadoğu coğrafyasındaki jeokültürün esaslı bileşenini oluşturan İslam dini ile Batı denilen coğrafyanın evrensel değerlerini ve medeniyetini temsil etmeyi üstlenen ABD’nin temel ideolojik referanslarından olan Hıristiyanlık arasındaki geçmiş haçlı seferlerinden kalmış anılar, bunun için güncellendi. Ve aslında Amerikan emperyalizminin ideologları, bu halklara savaş açmak, saldırmak için neden ve gerekçe bulmak zorunda kalmayacakları ideolojik bağlamı da seçmiş oldular. Çünkü dini söylem, halkta inandırıcılığına dair esaslı kuşkular yoksa, güncel çıkar ilişkilerini açıkça telaffuz etmeksizin dolaylı olarak ima etmenin, ama buna rağmen ikna edici olmanın en iyi yoludur.
Bugün ABD halkının düşmanlık duygularını kışkırtmak için, Hıristiyan dininin en geri söylemleri bizzat Bush tarafından kullanılıyor. ABD’nin açtığı savaş, kutsal kitaplarda geçen “mutlak iyi” ile “mutlak kötü”nün son ve en büyük karşılaşması anlamına gelen Armageddon kapışması benzetmesiyle, bu süreçte sık sık anıldı. “Mutlak iyi” yani Tanrı ile kastedilen, hiç kuşku yok ki, ABD; “mutlak kötü”, yani şeytan olan da, terörist sıfatıyla anılan Müslüman halklardı. Bush, dünyaya, dini bir deyimle “şer ekseni” tarif etmiş ve bu eksendeki ülkelere “haçlı seferi” başlatmıştır.
ABD’nin İslam’a yönelik söylemi bu süreçte çeşitlilikler içerdi. 11 Eylül’ün hemen sonrasında Bush, dünyada bir “medeniyetler çatışması”nın sürdüğünü söyledi. Sonra bunu geri aldı. Daha sonraki adım, eski CIA Ortadoğu uzmanı Graham Fuller’in önerisine uyularak, Ortadoğu ülkelerinin ABD’ye yakın olanlarını ılımlı İslam projesi kapsamında ehlileştirmeye devam etmek, ama ABD’ye itaat etmeyenleri terörist devlet olarak tanımlayarak, şiddet yoluyla ıslah edilecekler listesine almaktı. Geçtiğimiz ay ise, Bush, “İslam faşizmine karşı savaşımız sürecek” buyurdu. Müslüman ülkelere bakış açısındaki bu değişim aşama aşama gelişmiş değildir. Bazen biri bazen bir diğeri öne çıkarılır. Bazen aynı anda hepsinden birden söz edilir.
ABD’nin Ortadoğu ülkeleri hakkındaki toptancı değerlendirmeleri ile bu ülkelerin halklarını çeşitli kriterlerle bölebilme becerisi sınırsızdır. Ülkelere ve zamana göre medeniyetin ölçütleri de değişebilir.
İsrail’in Lübnan’a yönelik saldırısının da, söylenen hedefi, radikal Hizbullah örgütüdür. İsrail’i Ortadoğu’da ileri bir karakol olarak kullanan ABD’nin bu saldırıya ilişkin söylemi de aynı minvaldedir. Afganistan saldırısının hedefinin genel olarak El Kaide, özel olarak Bin Ladin olması gibi, İsrail de, sözde, Lübnan’da Hizbullah’ı dize getirmeyi amaçlamaktadır. Bu savaşın en çok konuşulan yönünün çocuk ve bebek ölümleri olmasının Hizbullah’la savaşıldığı iddialarını kısa sürede yalanlaması bir yanda tutulursa, İsrail ve ABD tarafından Lübnan’da Hizbullah’ın, Filistin’de de HAMAS’ın hedef olarak gösterilmesi, kendi halklarıyla dünya kamuoyunu bu savaşın adil olduğuna inandırmak ve sessiz kalmalarını sağlamak amacını taşır. Genel olarak, İslamcı terörle mücadele edildiği iddiası da aynı sonucu amaçlamaktadır. ABD, terörizm ile savaşının bütün Müslümanlara, bütün Ortadoğu halklarına yönelik olmadığını çeşitli vesilelerle defalarca vurgulamıştır. Ancak Müslüman ve terör sözcüğünü o kadar çok kullanmıştır ki, ABD’nin zihninde, bu ayrımın gerçekten ayırdedici sınırlarının olup olmadığı konusunda kimse emin olamamıştır!
Aslında, gerçekten de, Amerikan emperyalizmi bütün Müslüman ülkelere karşı değildir, onlar arasında ayrım yapar. Hayır, bu ülkelerin terörist yatağı olup olmamasıyla ilgili değildir bu ayrım. ABD’ye göre Irak, Afganistan, İran, Suriye haydut devletler statüsünde şer ekseni üzerinde yerlerini alırken, Suudi Arabistan terörizmi değil petrol zenginliğini ve bolluğu, Mısır İslam demokratizmini, Ürdün de kısmi bir medeniyeti hatırlatır. Bush, Londra’daki Hyde Park ya da Regents Park’ta olduğu ve Newyork’un ortasında Central Park’ta da muhtemelen görülebileceği gibi, baştan aşağı kara çarşaflara bürünmüş, ama pahalı spor ayakkabılarıyla tenis oynayan Suudi prenslerinin ve petrol zenginlerinin karılarına, Afgan kadınının burkasına kızdığı kadar kızmayacak; kocaları bir vakitler Bin Ladin’le mesai harcamış ya da onun akrabası olan Suudi kadınlarını “özgürleştirmek” aklına gelmeyecektir. Batı medeniyetinin, şimdi Bush’un elinde tuttuğu hiyerarşik cetvelinin ölçü aralıkları, duruma göre genişler ya da daralır. Müslümanlar barbardır, ama Suudiler değildir! Saddam diktatördür, ama ABD’nin kanatları altındaki Ürdün kralı demokratiktir…vs.
ABD emperyalizmi, sadece kendisine bağlı Müslüman devletler ile tabi olmayan “haydut devletler” arasında bir ayrım yapmaz. Aynı ülke içindeki mezhepler arasındaki çelişkileri de kışkırtır. Saddam’a karşı İran yanlısı Şii grupları, bir coğrafyada Şiilere karşı Sünni kesimleri, diğerinde Sünnilere karşı Şiileri destekler. Bazen terörizmi, ABD’ye göre bir mezhep, bazen diğeri temsil eder. Gerçekte ise, ABD’ye itaat edenlerle etmeyenler arasındadır bu ayrım.
Görüldüğü gibi, Batı’nın, yani ABD’nin yeni oryantalizminin nezdinde, terörist, Doğu, Müslüman, Ortadoğu vb. kavramları sonsuz permütasyonlarla bir araya getirilebilmekte, yeni imgenin temsilcileri ona göre değişmektedir. Kimin eli kanlı-sarıklı-sakallı terörizmi veya kimin burkalı-çarşaflı geriliği temsil edeceği, kısa dönemli konjonktürlere bağlıdır. Kimin şeytan, kimin melek olacağına kararın verildiği merkezi tapulayan ABD emperyalizminin, dünyadaki bütün iyilikleri temsil ediyor olduğu iddiası ise, sabittir.
Bugün sıradan bir ABD’linin algılama biçiminin şöyle işlemesi beklenmektedir:
“İslam dini saldırganlığın, barbarlığın, geriliğin simgesidir. Bu yüzden Müslümanlar, medeniyetin ölçüleri ve öncülleriyle tahmin edilemeyecek zararlar vermektedirler dünyaya. Özgürlüklerin ve uygarlığın teminatı olan kendi ülkesi ise, büyük bir bonkörlük göstererek, yıllarca okyanus aşırı ülkelere özgürlük misyonerliğine gitmiştir. Ancak bu alicenap ülke, kendi emeklerinin karşılığını, tam kalbinden vurularak almıştır. Şimdi terörizmi yerinde avlamak için barbarların yurduna yapılan akınlar, son derece haklıdır ve meşrudur. Fakat Irak’ta görüldüğü gibi, Saddam zulmünden kurtarılıp özgürlüğe kavuşturulmalarına rağmen, bu sefer, birbirlerini yemeye başlamışlardır. Barıştan, hürriyetten, demokrasiyi nasıl kullanacaklarından bihaber, iflah olmaz bir Ortadoğu ile karşı karşıyayız ne yazık ki. Ama kötülüğe karşı mücadelemiz ne pahasına olursa olsun sürecek!”
Batı’yı, yani “medeniyetin evrensel değerleri” denen ilkeler bütününü, yakın zamana kadar, Batı Avrupa ülkeleri temsil ediyordu. Fakat ABD’nin ilan ettiği terör konsepti ile birlikte, bu değerlerin kendileri de, sözcüsü de değişmeye başladı. ABD, burjuvazinin devrimci zamanlarında oluşmuş, sonraki sınıf mücadeleleriyle zenginleştirilerek kurumlaştırılmış pek çok siyasi ve ideolojik kurucu ilkeyi elinin tersiyle bir kenara itmiş bulunuyor. (Bu değişim sürecinin, Avrupa halklarının günlük yaşamlarını nasıl etkilediğine ilerki sayfalarda kısaca değineceğiz.) Şimdi sahip olduğu entelektüel ve moral liderlik koltuğundan ise, Batı Avrupa’daki ideolojik hegemonyanın kuruluş süreçlerini de yönetiyor. Bugün, Batı Avrupa’da hakim olan moral değerler de, terör konseptinin ihtiyaçlarıyla belirlenmeye başlamıştır. Fakat bu coğrafyada bu değerler, 18. yüzyıldaki Aydınlanma dönemine kadar uzanan eski bir tarihe sahip oldukları ve toplumsal dokunun derinliklerine kadar kök salmış bulundukları için, bu erozyon, ABD gibi tarihsiz ve köksüz bir ülkede olduğu kadar hızla gerçekleşmiyor. Örneğin Bush’un Evangelist-Protestan söylemi, laisizmin yurdunda çok fazla bir yankı bulamıyor. Ama söylemin siyasal ve toplumsal içeriği, bu topraklarda da karşılık bulabiliyor.
Örneğin Müslümanlar üzerindeki baskıyı kamusal kurumlarda türbanı yasaklayarak artıran Fransa, İslam dininin kamusal alanlardaki tezahürlerini hedef almayı laik gerekçelere dayandırmaktadır. Aynı biçimde, Almanya’da da, daha çok Türkiyeli Müslüman göçmen kitle hedef alınarak yapılan karşı propagandanın temel içeriği, “kadın hakları” üzerinde sağlanmış toplumsal konsensüse bağlanmaktadır.
Alman kamuoyunu sık sık meşgul eden zorla evlilikler, töre cinayetleri, kadınlar üzerindeki cemaat ve aile baskıları, Müslüman toplumların geri ve ilkel kültürüne işaret etmek için sık sık gündeme getirilir. Almanya’nın en çok satan dergileri ve gazetelerinin kapaklarında ve manşetlerinde kullandığı Müslüman kadın imgesi genellikle çarşaflı bir kadındır. Tarihsel ve sosyal koşullarından koparılarak ele alınan görücü usulü evlilikler, “Müslüman ve Türk ailelerin kendi kızlarına nasıl baskı yaptığını, onları rızaları dışında nasıl evlenmeye zorladıklarını” kanıtlamak amacıyla kullanılır, ve bütün Türkiyeliler ve Müslümanlar böyle davranıyorlarmış gibi, genelleştirilir. Aynı şey, töre cinayetleri için de geçerlidir. Müslümanlar, kadınlarını namus adına öldüren, geri, ilke ve barbar bir kavimdir mesajı işlenir bu şekilde.
Dile getirildiği bağlam, tarz ve bağlanmak istendiği politikalar söz konusu olmasa, bütün bu çabaların, Müslüman kitlenin entegrasyonunu kolaylaştırmaya, kadınların çektiği acıları gidermeye yönelik iyi niyetli sosyal eleştiriler yöneltmek anlamına geldiği söylenebilir. Çünkü aklı başında herkes, kadınların üzerindeki baskının, onları çarşaflara boğan cenderenin kırılmasını, zorla evliliklerin yasaklanmasını, kadınların özgürleşmesini ister. Fakat bugün eleştirilerin bağlandığı politikalar, eleştirilerin kendisinden daha önemli hale gelmiş, eleştirilerin niteliğini de değiştirmiştir. Her şeyden önce bu yayınlar, laik Almanya’da da yerli halklarla Müslüman kitle arasında ilkellik ve ilerilik biçiminde bir hiyerarşi yaratmayı; sonra, hiyerarşinin altında kalan “iflah olmaz” Müslüman topluma karşı, bu halklarda nefret beslemeyi, sonuçta da Müslümanlara karşı yapılacak her müdahaleyi makul ve meşru görebilecek bir kafa yapısı şekillendirmeyi amaçlamaktadır.
Özetle denebilir ki; yeni oryantalizm kapsamında kurulan terörist ve barbar Müslüman imgesi, hem iç politikaların hayata geçirilebilmesi, hem de emperyalist dış politikaların dini bir ideolojik içerik kazanması için kullanılmaktadır bugün.
Diğer yandan, Müslüman halkların oryantalist toptancı tanımının benzeri İsrail devleti ile Yahudi dini arasında kurulan ilişkide de tekrarlanmaktadır. Buna göre, İsrail’in Nazi zulmünden zarar gören mazlum Yahudilerin yurdu olduğu, bugün bu ülkenin Ortadoğu’da ABD’nin emperyalist politikalarına taşeronluk yapmasını herhangi bir biçimde eleştirenlerin Yahudi düşmanı olduğu, hatta örtük olarak kendilerini Nazilerle aynı kefeye koydukları sık sık yazıldı, söylendi. Savaş propagandacıları, sanki Sami ırkı Ortadoğu’daki pek çok halkı değil de, sadece Yahudileri kapsıyormuş gibi, İsrail’e karşı çıkanları antisemitist olarak damgalamayı bir alışkanlık haline getirdiler. İsrail’i eleştiri dışı bir konuma yükseltmeyi amaçlayan hegemonik söylem, bizde de, basındaki ABD ve İsrail hayranı köşe yazarları tarafından sık sık kullanıldı. Yahudilik dini ile İsrail devletinin aynı şey olduğu, bu tezin inandırıcı olup olmadığı bir yana, kimi zaman açıktan kimi zaman alttan alta, sürekli olarak işlendi.
Görüldüğü gibi, yeni Oryantalizm, tıpkı önceki oryantalizm gibi, Ortadoğu halklarına dair, emperyalizmin güncel çıkarlarına uygun bir imge yaratmıştır. Önceki gizemli Doğu, şimdinin korkutucu terör yurduna dönüşürken, Batı’nın yağmacı hazzının yansıması olan raks giysileri içindeki imge, kara sakallarının ardında yüzü görünmeyen; bilinemez, kavranamaz bir teröristin şahsında vahşetin kendisiyle yer değiştirmiştir. Bir yanda, sadece bir dine mensup oldukları için fıtraten (yaratılıştan) geri, terörist ve barbar olmaktan kurtulamayan, öbür yanda, yine bir dine mensup oldukları için mazlum, haklı ve eleştiri dışı olan iki medeni bölüntüye ayrılan dünyanın gerçek sınırları, Batı’lı emperyalist ideologun kafasında olduğu gibi bu kadar kolay, parsellere ayrılmasa da, imge oluşturulmuştur bir kere. Ve o imge, halkları bölsün diye beslenmektedir.
TOPLUMSAL HAYAT VE “YAŞAM TARZI”NIN YENİDEN YAPILANDIRILMASI
Londra’da, üç metro treni ile bir otobüste bombaların patladığı ve 50’den fazla insanın ölümüyle sonuçlanan 7 Temmuz 2005 terör saldırısından çok daha önce bütün otobüslere asılan bir afiş kadar, hiçbir şey, emperyalistlerin dünya üzerinde öngördükleri değişimi anlatamaz. Bu afişin üzerinde dört beş tane Bond tipi çanta resmedilmiştir ve altında “suçsuzlukları kanıtlanıncaya kadar suçludurlar” sözü yazar. Burada dolaysız olarak kastedilen, “otobüslerde sahipsiz olduğunu gördüğünüz her çantadan mutlaka şüphelenin, içinde bomba olabilir”dir. İfadenin dolaysız anlamı son derece masumdur, ama dolaylı anlamı, klasik demokrasinin yurdu olarak bilinen İngiltere’de, temel bir hukuk ilkesinin nasıl tersine çevrilmek üzere olduğuna işaret eder. Hukuk ve insan hakları felsefesinin öncüllerinden birini oluşturan “sanık suçluluğu kanıtlanıncaya kadar suçsuzdur” esası, 7 Temmuz terörü itibariyle, yerini, afişteki ibareyle değiştirmiştir. Kuşkusuz bu değişim, iki yüz yıllık bir hukuk tarihinin gözden geçirilmesi anlamına gelir. Ama sadece bundan ibaret değildir. Bu küçük afişlerdeki ibare, 21. yüzyıldaki toplumsal ilişkilerin nasıl kurgulanmak istendiğinin de son derece yalınlaştırılmış bir ifadesi gibidir.
Londra’daki terör eyleminden sonraki süreç, başlangıçta, herhangi bir kriminal olaydaki gibi, beklenebilecek bir doğallık içinde seyretti. Teröristlerin kimlikleri saptandı, olayın mahiyeti tespit edildi, ölü ve yaralı sayıları ilan edildi. Ama bundan sonraki, olası bir yeni terör tehdidine karşı alınacak önlemler manzumesi ile, olay, kriminal bir olayın boyutlarını oldukça aşmıştır. “Şüpheli şahıslara karşı alınacak önlemler”i içeren yasalar ve şüpheli görüldüğü için o sıcak günlerde bir metro istasyonunda öldürülen ve sonradan terörist değil, Brezilyalı bir göçmen elektrikçi olduğu ortaya çıkan gencin ardından başlatılan “öldürme amaçlı ateş açmak” gerekli midir değil midir tartışmaları, Avrupa’nın da, çoktan beri, ABD’nin ilan ettiği bir terör konseptine esaslı bir geçiş yaptığını alenen ilan etti. “Hukuk devleti”nden “polis devleti”ne, hukuktan keyfiliğe geçişin ilk adımlarıydı bunlar. Ve hemen ardından polis yetkileri artırıldı, gözaltında tutma süresi 28 güne çıkarıldı (Blair hükümeti bu süreyi yasa tasarısında üç ay olarak belirtmişti, ama tepkiler sonucu 28 gün olarak kesinleşti) ve bazı yasalar değiştirildi. Bütün bunlar, terörden canı yanmış bir ülkede alınması gereken güvenlik önlemleri kapsamında takdim edildi. Fakat güvenlik önlemleri, korku filmlerindeki seri katillerin bir sonraki cinayetini engellemek için alınmış önlemlerle benzerlik taşımıyordu doğal olarak. Dolayısıyla düzenlemelerin sadece hukuki değişikliklerden ibaret olmayacağı ve bunların da değişiklikten daha kapsamlı değişimler olduğunun sinyalleri kısa zamanda verildi. Aslında bu değişim, İngilizlerin deyimiyle, bütün bir “yaşam tarzı”nı etkiliyordu.
İngiliz halkı, özel, güvenlikli ve ayrıcalıklı bir yaşa tarzına sahip olduğuna inandırılmıştır. Refah, zenginlik, vatandaşın devleti tarafından gözetilmesi, yaygın sosyal hizmetler, güvenlik içinde yaşama, tüketim malzemelerinin sınırsız çeşitliliği vb. gibi hemen akla gelebilecek faktörlerle simgelenmektedir, bu yaşam tarzı. Halk, yüzlerce yıllık mücadelelerin sonucunda kazanılmış, “yaşam tarzı” üst başlığıyla anılan bu temel hak ve özgürlükler konusunda son derece duyarlıdır. 7 Temmuz olayından sonra, hükümet ve medya, terörizmin işte bu yaşam tarzını tehdit ettiği propagandasını bol bol yaptı. Halkın, terörizme karşı savaş konusunda hükümetin politikalarına kenetlenmemesi durumunda, bu tehdidin büyüyeceği sürekli olarak işlendi.
Evet, ülke emekçilerinin hayat standartlarında gerçekten de önemli bir düşüş söz konusuydu. Son yıllarda işsizlik oranında artışlar olmuş, alım gücü bir hayli düşmüştü. Fakat bu düşüşün sebebi terör değildi. Son yıllarda izlenen neo-liberal politikalar yüzünden sosyal ekonomik ve politik hakların tasfiyesine zaten başlanmıştı. İngiliz egemen sınıflarının “İngiliz yaşam tarzı”nın terörizm tarafından tehdit edildiğini iddia etmeleri, gerçekte, emekçilerin, hak tasfiyelerinin gerçek kaynağını fark etmelerini önlemek amacını taşıyordu. Ki böylece, halkın, “terörizme karşı savaş” adı altında gizlenen yağma politikalarını destekler hale gelebileceği umuluyordu.
Yaşam tarzlarını korumak için topyekûn seferberliğe çağırılan emekçiler, bu kapsamda, gönüllü birer terör polisi olmaya özendirildiler. Şimdiye kadar komşusunun ne yaptığı ya da kim olduğu ile ilgilenmeyen, kendi yaşam alanında etliye sütlüye, konu komşuya bulaşmadan yaşayan İngiliz, başta, otobüslerde gördüğü sahipsiz çantaların avcısı olmaya; bir adım ötede de, etrafta şüpheli gördüğü herkesi, özellikle Ortadoğulu, esmer komşularını ihbar etmeye teşvik edildi.
Bu dönemde, metruk veya fazla uğranılmadığı belli depoların kapısına şöyle ilanlar asıldı: “Emin olmanın iki yolu var; ya haber verin ya da bırakın olsun!” Teröristlerin şeytani planlarını yaptıkları yerlerin böyle terk edilmiş, örümcek ağları sarmış binalar olmadığını herkes bildiği halde, Harry Potter’ın doğum yeri olan bu ülkede, kötülüklerin gizemli ve tekin olmayan binalarda kök saldığı bilgisi, terörün akıl dışı, bu dünyanın ilkeleriyle anlaşılamayacak bir bela olduğunu, dolayısıyla ona karşı alınacak akıldışı önlemlerin de tartışılmaması gerektiğini ima ediyordu.
Fakat gerçekçiliği ile ünlü İngiliz aklı, terörün anlaşılamaz, doğa üstü, olağandışı bir şey olarak algılanmasında ısrarlı değildi. Dolayısıyla İngiliz devleti ve basını, daha pratik sonuçları, Temmuz terörünün hemen ardından çıkardı: Terörist, uzaktan gelen, kavranamaz bir kimse değildir, burada doğmuştur, İngiliz devletinin alicenaplıkla sağladığı olanaklardan yararlanmaktadır; iyi eğitimlidir, İngiliz vatandaşıdır, ama Ortadoğu kökenlidir.
Asıl korkutucu olan, bu bilgi olmuştur. Çünkü bir metro istasyonundaki teröristi diğerlerinden ayırt edebilecek hiçbir şey yoktur. Her yolcu, potansiyel olarak terörist olabilir. O yüzden, teröristlerin taşıdığı sırt çantası, ayırt edici bir öge olarak, aylarca şüpheli eşya nazarına maruz kaldı. Londra halkı, uzun bir süre, sırt çantasıyla dolaşmaktan imtina etti. Sırt çantalarına yönelik bu cinnet hali, elbette trajikomik olaylara da yol açtı. Ancak olması beklenen oldu; “İngiltere doğumlu terörist (home borne)”in tanımı, Ortadoğu politikalarından içerdeki göçmen politikalarına kadar mantıksal bir zincir kurulmasını engelledi ve Irak’a saldırı öncesinde 2 milyon kişinin katıldığı bir miting yaparak savaşı önlemeye çalışmış olan duyarlı İngiliz halkını kısmi olarak geriletmeyi başardı.
İngiliz egemen sınıflarının propaganda aygıtları, her fırsatta, kendi hükümetlerinin Ortadoğu’daki ABD işbirlikçisi icraatlarını kınayan halkı tarafsızlaştırmak için, teröristlerin ayrım gözetmeyen bir saldırganlık içinde bulunduklarını işliyordu. “Bu bizim Ortadoğu politikalarımıza karşı bir tepkidir. Bu politikalardan vazgeçmezsek terör devam edecektir. Terörün olmaması için askeri birlikler Ortadoğu’dan geri çekilmelidir” türünden başlangıçtaki yaygın itirazlar, teröristin uzaktan gelmediği, Britanya’nın bağrında yetiştiği ve üç metroyu havaya uçurup 50 kişiyi öldürürken, kimin savaş destekçisi, kimin karşıtı olduğu konusunda ayrım yapmadığı, dolayısıyla teröre karşı ülke içinde de ciddi bir savaş verilmesi gerektiği karşı argümanıyla püskürtülmeye çalışıldı.
“İçerdeki terörist” vurgusu, başka bir nedenle daha önemlidir. Teröristlerin kimlikleri üzerinden yapılan tartışmalar, şimdiye kadar yurttaşlığı kan bağı esasına göre tanımlamayan ülkelerden biri olan İngiltere’nin gündemine, örtük olarak, artık “ulus temelli yurttaşlık” kavramını sokmuştur. Sadece İngiltere’de değil, genel olarak metropol ülkelerde, göçmen emekçilerin bu ülkelerde bulundukları süre uzadıkça kazandıkları hakları bertaraf etmeyi ve ihtiyaç duyulan göçmen emeğini hızlı sirkülasyonlarla gidermeyi amaçlayan yeni göçmen politikaları kapsamında, yurttaşlık hakları da tartışmaya açıldı. İngiltere, göçmenlerine, özellikle eski sömürgelerinden gelenlere yurttaşlık haklarını en kolay tanıyan ülkelerden biridir. Avrupa’nın birçok ülkesinde de, bu kadar kolaylıkla olmasa da, yerli ulusa mensup olmayanlar, belirli süreçlerden geçtikten sonra, vatandaşlık haklarına sahip olabilmekte ve o ülkenin pasaportunu taşıyabilmektedirler. Farklı farklı etnik temellere ve ulusal köklere sahip yurttaşlara sahip bir Avrupa ülkesi için toplumu kapsayıcı ilke, “Anayasal yurttaşlık” olarak tespit edilmiş, Avrupa Birliği işleyişinde de esas alınmıştır. Anayasal yurttaşlık bağıyla bir ülkeye bağlanmış olan göçmen emekçi, o ülkenin yerli emekçileri gibi, iktisadi ve siyasi haklardan eşit olarak yararlanır. İşsizlik yardımı, eğitim desteği, çocukları için destek alabilir; kamusal sağlık ve eğitim harcamalarından faydalanabilir vb. Şimdi söz konusu olan, aslında maliyeti yüksek eski göçmen politikalarından kurtulmak olduğu için, yurttaşlık hakları, terör dolayımında tartışmaya açılmıştır.
Bugün gelinen noktada, ABD, İngiltere, Almanya vb. ülkelerin pasaportunu taşımanın hiçbir öneminin kalmadığı görülüyor. Zaten ikinci sınıf yurttaşlar olarak muamele gören Müslümanlar için, bu durum, şimdi, hukuki bir içtihat haline gelmek üzeredir.
Böylece Anayasal yurttaşlık haklarını gözden geçirebilmek için, yerli halklar ile Müslüman göçmenler arasında, Huntington’un ünlü medeniyetler savaşı tezinde iddia ettiği “Batı’daki kültürler arasında fay hatları” daha esaslı olarak inşa edilmeye başlanmıştır. Bunun için de, sakallı-sarıklı terörist imgesi, Avrupa’da yaşayan, batılılaşmış, eğitilmiş, modern Müslüman terörist imgesiyle zenginleştirilmiş, terörist tanımı genişletilmiştir. Sınırları ve köşeleri belli olmayan bir tanımdan da, bunun her durumda kullanılabileceği, herkese uyarlanabileceği, bundan Avrupa ülkelerinin yerli halklarının bile mağdur olabileceği sonucu çıkarılabilir. Ve aslında böyle bir çıkarım yapan kişi de yanılmaz. Çünkü terörist tanımının, “terörizme yataklık yapan/destekleyen” savaş karşıtı kesimleri de içermesi, bilinçli olarak tercih edilmiştir.
Öyleyse, alışılmış yaşam tarzı gerçekten de tehdit altındadır. İnsanların birbirleriyle kurdukları ilişkinin biçimi, toplumsal kurumlar tehlikededir. Demokrasi, eşitlik, laiklik, yurttaşlık, hukuk vb. gibi, Aydınlanma döneminden beri egemen olan toplumsal bağlayıcı ilkeler ve kurumların yavaş yavaş erozyon uğradığı da söylenebilir. Bugün bu aşınmanın bir numaralı sorumlusu olan neo-liberal politikaların uygulayıcıları, tasfiye sürecinde, elbette, “biz demokrasiyi yıkmak istiyoruz, laiklikten vazgeçerek Ortaçağ’a geri dönüyoruz; hukuku yıkarak keyfiyeti getireceğiz” biçiminde bir söylem kullanmıyorlar. Dolayısıyla, toplumsal hayatı yeniden yapılandırmaya çalışanlar, uygulamalardan etkilenecek kitleleri ürkütmemek için, niyetleriyle yaptıkları arasında, son derece dolaylı bağlantılar kurmak zorundalar. Asıl hedefe adım adım yaklaşmak amacıyla, emekçilerin günlük hayatlarındaki küçük küçük değişimler, parıltılarından yalan oldukları kolay kolay anlaşılamayan büyük laflar ve dikkatleri asıl sorundan uzaklaştıran icat edilmiş ikincil sorunlar, bu dolaylı bağlantıları kurmak için kullanılıyor. Bu kadar dolaylılık içinde gerçek niyetler de gizlenebiliyor.
Gerçek niyetlerle söylenen niyet arasında dolaylı ilişki kurmayı sağlayan konulardan birisi de, İngiltere’de yasalaştırılmak istenen kimlik kartlarıdır. Herkesin bir kimlik kartı taşıması zorunluluğunu getirecek yasa, meclise sunulduğunda, İngiliz halkı buna şiddetle karşı çıktı. Zaten iki yıldır, yasa, parlamentodaki muhalefet yüzünden de Meclisten çıkarılamadı. Bu kartların teröristleri ayırt etmeye, şüphelileri saptamaya yarayacağı; son derece pratik bir yararı olduğu konusunda yapılan propagandalar halkı şimdiye kadar pek ikna edemedi. Aslında halk, her daim ikametgah ilmuhaberi, nüfus cüzdanı sureti, sabıka kaydı gibi kırtasiyeleri elinde bulundurmak zorunda olan bizim gibi ülke yurttaşları için basit bir ayrıntı gibi görülebilecek kimlik kartının, o kadar basit bir ayrıntı olmadığını; bununla, kendi başına nasıl bir çorap örülmek istendiğini sezmişti. Şimdiye kadar üstünde hiçbir zaman kimlik kartı taşımayan ve hatta pasaport dışında fotoğraflı bir kimlik belgesine bile sahip olmayan bir İngiliz için, kimlik kartı, kimlik kartı olmaktan çok daha fazla anlama gelir. Bu kartların yürürlüğe girmesi, toplum ile devlet arasındaki, emekçi sınıfların eski mücadelelerinin hatırına oluşmuş bir ilişki biçiminin tepe-taklak olması demektir. Olağan olarak, herhangi bir kuruma işi düşen bir yurttaş İngiltere’de kendi kimliğini nasıl beyan ediyorsa, o esas alınmaktadır. Beyanını kendisinin kanıtlaması gerekmez. Yalan söylüyorsa, bunu, karşısındaki kurumun kanıtlaması beklenir. Birey ile kurumlar arasındaki ilişkinin güven temelinde inşa edilmiş olduğu, yurttaşlara genel olarak hissettirilir.
Örneğin, Anglosakson dünyada insan-insan ilişkilerinde geçerli olduğu söylenen bir anlayış şöyle ifade edilir: “Yeni tanıdığınız bir insana avans olarak 10 puan verin. Onu kendi davranışlarıyla değerlendirin. Puanlarını düşürmesi ya da hep 10 numarada kalması kendi elindedir. Yanlışları için özür diliyorsa, ona yeniden bir 10 puan vermeyi deneyin. Herkes bu şansa layıktır. Kimseye sıfır puan vererek puanlarını yükseltmesini beklemeyin.” Gerçekten de İngiliz, kendisinin, hangi kuruma giderse gitsin, 10 numarayla işe başlayacağına, kendisine 10 numaralık insan olarak davranılacağına inandırılmıştır. Onun beyanı esastır. Varsa eğer, sahtekarlığı kanıtlanıncaya kadar, dürüst bir insandır o. Eve gelen tahmini elektrik ve gaz faturalarına telefonla itiraz ederek, sayaçta okuduğu rakama göre, kendisine fatura gönderilmesini talep edebilir ve elektrik veya gaz idaresi, bu beyana inanarak, yeni faturasını gönderir. Örnekler çoğaltılabilir.
Bunlardan anlaşılabileceği üzere, İngiltere halkının kimlik kartlarına karşı çıkmasındaki başlıca itki, kırtasiye ile uğraşmak zahmetine girmekten kaçınıyor olmak değildir sadece. Toplumsal kurumlar nezdinde insan-insan ilişkilerinin genel felsefesinin yıkılacağını, kendisine, artık öncelikle dürüst bir insan olarak değil, şüpheyle, yalan söylemesi muhtemel biri gibi bakılacağını hissettiği içindir. Kimlik kartları vesilesiyle, kapitalizmin başından beri burjuvazi tarafından kutsanan, ama geçen yüzyıllarda, emekçi sınıfların insan hakları ve öteki temel haklar için verdikleri mücadelenin ürünü olarak yeniden şekillendirilen “birey”-demokrasi ilişkilerinin, bir kez daha, emperyalist barbarlığın hüküm sürdüğü koşullara uygun olarak yeniden gözden geçirileceğini anladığı içindir. Kimlik kartı yoluyla “kimliğini kanıtla” denmesine karşı çıkmaktadır aslında. Kimlik kartları, kazanılmış hakların yıkımını simgelemektedir.
Diyebiliriz ki, Batı’da terör konseptinin anlamı, “şüpheli kişi” anahtar sözcüğü ekseninde, teröristi ele geçirmekten Batılı yurttaşın ilişkilerini düzenlemeye kadar genişletilmiştir ve bu bakımdan da, sadece Ortadoğu’nun şiddetle yeniden yapılandırılmasını değil, Batı toplumlarının da yeniden yapılandırılmasını içerir. Otobüs afişlerindeki “suçsuzluğu kanıtlanıncaya kadar suçludur” ibaresi de, basit bir asayiş uyarısı olmaktan ziyade, bu yapılandırmanın temel felsefesi olarak okunabilir artık. Üstelik potansiyel suçluların yelpazesi, sanıldığının tersine, daha büyüktür. Müslümanlardan savaş politikalarına karşı çıkan Batılı halklara, hatta daha doğrusu, emperyalizme teslim olmayan bütün dünya emekçilerine kadar geniş tutulmuştur bu yelpaze. Dünya halklarından, her fırsatta, biat ettiklerini ilan etmeleri ve bunu bazen siyaseten, bazen de günlük hayattaki ritüellerle açığa vurmaları beklenmektedir.
Bilindiği gibi, 11 Eylül 2001 New York ve 7 Temmuz 2005 Londra teröründen sonra, hem Ortadoğu ülkelerinden hem de Batılı Müslüman cemaatlerin sözcülerinden terörizmi kınamaları ısrarla istendi. Terör üzerine yapılacak bütün konuşmaların esasını bu “kınama” oluşturuyordu. Müslüman ülke yöneticileri, siyasi parti liderleri, cemaat öncüleri, televizyonların haber bültenlerinde, kamuoyunun önünde terörü kınamaya ve terörün İslam ile ilişkisini kabul etmeye zorlanarak, bu kriteri geçmek zorunda bırakıldılar. Bu, gerçekten de bir kriterdi. Terörü kınamaya öylesine bir anlam yüklenmişti ki, herhangi bir lider ya da sözcü bunu kabul etmekle birlikte, cemaatinin ya da ülkesinin, ABD’nin terörizme karşı savaş gerekçelerini kabul ettiğini ilan etmiş sayılıyordu. Yoksa terörizm yanlısı olarak damgalanmak işten bile değildi. Böylece kınama, bir nedamet getirme anlamına geldi ve pek çok Müslüman, bu taleple köşeye sıkıştırıldı. Öyle ki, nedamet getirmedikçe, kimse, sıkıştırıldığı köşeden çıkamayacaktı; fakat anlaşıldığı üzere, nedamet getirmekle de çıkamayacaktı. Çünkü halklardan beklenenlerin sonu bir türlü gelmiyordu. Neredeyse bütün dünyanın, kesintisiz bir biçimde, suçsuzluğunu kanıtlamakla meşgul olması isteniyordu.
Örneğin, İngiltere gibi bir terör olayına sahne olmamış olan Almanya’da, suçsuzluğun kanıtlanması ile ilgili alıştırmalar, kriminal olaylar vesilesiyle yapıldı. Birçok polisiye olayda, olayın cereyan ettiği bölgedeki insanların, gönüllü olarak DNA testi yaptırarak, suçsuz olduklarını kanıtlamaları istendi. Ve “saklayacak bir şeyimiz yok ki, neden çekinelim” anlayışının halk tarafından içselleştirilmesi istendi. Bunun sonucunda da, binlerce kişi, DNA testi laboratuarlarına tükürük ve kan örneklerini vermek için “ikna edilmiş gönüllüler” olarak sıraya girdi.4
İngiltere’de sade yurttaşa “kimliğini kanıtla” dayatması, Almanya’da “suçsuzluğunu kanıtla” buyruğuna dönüşmüştür. Bu noktadan sonra da, bir insanın, bir ülkenin, bir toplumun belli adli kurumlar tarafından suçunun kanıtlanmasının değil, kendi suçsuzluğunu kendisinin kanıtlanması beklentisiyle “önleyici savaş” doktrini arasındaki mesafe sanıldığından daha da kısadır. Hatta bu kapsamda, Avrupa’da da, “düşünceyi ifade etme”nin o düşünce doğrultusunda eyleme geçmekle bir tutularak, suç olarak görülebileceği bir sistem de, çok uzakta değildir. Daha kötü bir senaryoyla, istenilen şeyleri söylemeyen veya yapmayan birisinin suç işlemiş sayılabileceği bir korku toplumuna geçiş de, keza öyledir. En azından bu olasılık doğmuştur artık.
Spielberg’in, Irak’ta olanların metaforu olarak izlenebilecek Azınlık Raporu3 adlı filmi, aslında bir metafor olmaktan çıkarak, gerçek haline gelmek üzeredir. Irak’a elinde kimyasal silahlar bulunduğu gerekçesiyle (olmadığını dünya alem biliyor artık) saldıran; İran’a da nükleer silahlara sahip diye saldırmaya hazırlanan ABD emperyalizmi, bu silahların muhtemel kullanımını önlemek için askeri önlemler aldığını ilan etmişti. “Suç oluşmadan” müdahale prensibinin toplumsal yaşama yaygın bir biçimde uygulanmasının ise, adımları atılmaya başlanmıştır.
Demek ki, sözde teröre karşı savaş, Batı’da toplumsal hayatın terörize edilmesinin kılıfı olmaktan başka bir anlama gelmiyor artık. Bugün, dünyanın bir kısmının inandığı gibi, ABD emperyalizmi sadece, sıraya koyduğu Ortadoğu halklarının üzerine bomba yağdırmakla yetinmiyor. Aynı zamanda, kendi ülkesi ve Avrupa başta olmak üzere, dünyanın geri kalanında da, sosyal yeniden yapılandırma uğruna topsuz tüfeksiz bir savaş yürütüyor. Böylece 21. yüzyılı Amerikan yüzyılı ilan edenlerin çekinmeden söyledikleri gibi, sahiden de çok uzun süren bir savaşa girmiş bulunuyor.
ABD, dünya yüzünde tam hakimiyet kurmak, dünya emekçilerinin ruhlarını bozuşturarak üzerlerinde hegemonyasını tesis edebilmek ve bu savaşın cephe gerisinin ideolojik bütünlüğünü sağlayabilmek için milyarlarca dolar harcadı. Kendi gerici düşüncelerinin “egemen düşünce” haline gelebilmesini ve emekçilerin bu gerici fikirleri içselleştirebilmelerini sağlamak için sayısız kurumlar oluşturdu, oluşturmaya da devam ediyor. Çünkü emperyalizmin bu fikirlerinin maddi birer güç haline gelebilmesi ve de savaş politikalarına hizmet edebilecek ele gelir araçlar olabilmeleri için, bütün insanlığın, bu görüşleri yaygın olarak benimsemesi; evrensel iyi değerlerinin çökmesine ve kendi aşağılanmasına sessiz kalması gerekiyor. Ki böylece teslim alınabilsin ve emperyalizmin gönüllü bir savunucusu olabilsin.
Ama hiç değilse, korkudan dizlerinin üstüne çöksün ve başını kaldıramasın!
TESLİM ALMANIN ARACI OLARAK MEDYA: İZLEME VE İZLENME
Dünya emekçilerinin teslim alınabilmesi için çok önemli bir araç kullanılıyor bugünlerde. Bu araç, hem bildiğimiz anlamdaki, televizyon ve basını içeren hem de son zamanlarda kentlerin sokaklarına, evlere, dükkanlara yerleştirilen kameralar ile kapsamı genişletilen medyadır. Medya ile bir yandan insanlar, izleyici konumunda, 24 saat kesintisiz ideolojik bombardımana tabi tutulurken, diğer yandan, izlenenler haline geliyorlar. Yazının bu bölümünde, bütün dünya medyalarının, ortak bir ses çıkarmak için, emperyalist çıkarların medya alanındaki temsilcisi CNN’e benzemesi sürecine, yani CNN’leştirmeye ve hegemonik kuşatmanın tek tek insanların izlenmesi yoluyla gerçekleştirilmesine değinilecektir.
***
Londra’da, geçtiğimiz Ağustos ayında, İngiltere’den ABD’ye gidecek olan uçaklara terörist saldırı yapılacağı ihbarı alındığı gerekçesiyle, birkaç gün süren bir teyakkuz yaşandı. Bu nedenle polisin güvenlik kuşatması altına aldığı Londra havaalanlarında, yolcular günlerce beklemek zorunda kaldı; bazı seferler iptal edildi. O sırada havaalanında olmayarak gelişmeleri televizyonlarından izleyen halk, aslı astarı olmayan bilgi bombardımanına tutuldu. Yolcuların çantalarındaki pet su şişelerinden, el çantalarındaki sıvı parfüm şişelerine kadar her şey zan altındaydı. İhbarın doğru olduğuna ilişkin elde kanıtlar olduğu söylenmesine karşın, bunlar, bir türlü ortaya çıkarılamıyordu. Başlatılan operasyonlarda 14 kişi gözaltına alındı, gözaltına alınanların tam olarak ne yaptıkları anlatılmıyordu; bir ormanlık alanda bomba imal yeri tespit edilmişti, ama polis bu yeri gösteremiyordu. Daha binlerce ayrıntı saymak mümkün. Havaalanı teyakkuzunun, 7 Temmuz terör olaylarına, önce elektrik hatlarındaki bir arızadan kaynaklanan patlama tahmininde bulunan; bunun bir terör eylemi olduğunu söyleyebilmek için iki saat resmi açıklamaları bekleyen BBC’nin de CNN’leşmek yolundaki yayıncılık eğitiminde iyi bir “kurs” işlevi gördüğü söylenebilir. 7 Temmuz 2005’te, dünya, Londra’da bir terör saldırısı olduğunu, CNN kaynaklı olarak, anında öğrendi. Ama İngiliz halkı, BBC’nin meşhur temkinli yayıncılığı sayesinde, bu haberi iki saat sonra alabildi. Aynı temkinli yayıncılık nedeniyle, BBC, İsrail’in Lübnan’a saldırısında, İsraillileri yeterince kayırmadığı gerekçesiyle bazı ABD şakşakçıları tarafından eleştirildi.
CNN tipi yayıncılık, neo-liberalizmin ideolojik hedeflerinin gerçekleşebilmesi için ideal bir prototip sunar. Sansasyonel, tekrara dayalı, gürültülü bir anlatım tarzı, aslında ABD’deki geleneksel iletişim biçimlerini esas alır. CNN, bu gelenekleri devralmış, geliştirmiş ve kabalaştırmıştır kuşkusuz.
CNN yayıncılığı, Ortaçağ’ın tecrit edilmiş köylerinde bir söylentinin büyük kötücül sonuçlara yol açabileceği bilgisinin birikimi üzerine oturur. Ortaya atılan bir iddiayı döne dolaşa tekrarlar. Bu iddiayla ilgili bir kanıt olması gerekmez. Ne kadar çok insan, ne kadar uzun süre o konuyu konuşuyorsa, iddia bir söylem olmaktan çıkmış ve gerçek haline gelmiştir. Ya da gerçeğin olduğundan daha etkili olabilmesi için, bu tekrarlar ve yorumların sık sık ve yoğunlukla işitilmesi, izlenmesi gerekir. Sonuçta, CNN’in küresel köyünde, 17. yüzyılda ABD’nin Salem5 kentinde bir söylenti ve bir iftirayla başlayan cadı avı gibi bir hezeyan, global ölçekte gerçekleşebilsin diye, fısıltı gazetesi kurumlaştırılır, dedikodu sistematize edilir. Olayın kendisiyle ilgili o kadar çok ayrıntı ele alınır ki, Londra-Heathrow havaalanındaki herhangi bir pet şişenin ekrana gelen görüntüsü bile, iddia edilen şeyin gerçek bir kanıtıymış gibi, seyircinin hafızasına yerleşiverir. Çok tekrar, çok şamata, ayrıntı yoğunluğu, rasgele nesnelerin olayın unsuru olarak kullanılması, böyle bir propagandanın esasını oluşturur. CNN, olayı yansıtmakla yetinmez, olayı yaratır. Olay CNN tarafından yaratıldığı için, haberin kanıtları, bizzat CNN’in kendisidir.
Saddam’ın elindeki kitle imha silahlarıyla ilgili kanıtları ABD dünyaya gösterememişti. İddianın kendisi kanıt yerine geçiyordu çünkü. Bir toplantıda, New York Times’in muhabirlerinden birinin sorduğu “ABD yönetimi daha ileri bir rapor ve istihbarat bilgileri sunmayı planlıyor mu? Böyle bir düşüncesi yoksa bu hedeflenen kaygılar, kaynaklar ve metotlardan mı kaynaklanıyor? Ve basitçe güvenilir bilgiden mi yoksunsunuz?” sorusuna savunma bakan yardımcısı Wolfowitz şöyle bir yanıt vermişti: “Yığınla kanıt var. Kanıtlar arttıkça, konuşma yetimiz de kuşkusuz artacak. Fakat çok fazla zamanımız da yok.” Bu yanıtı yeterli bulmayanlar için Wolfowitz’in ek yanıtı, “Size hangi bilgilere sahip olduğumuzu söyleyemeyiz, ama bize güvenin, bilgiler baki” olmuştu. Bu yanıt da kimseye güvenilir gelmeyince, Wolfowitz, “mesele ABD yönetimine değil Saddam Hüseyin’e güvenip güvenmeyeceğinizdir” diye kestirip atmıştı.6
Dünya halklarından kesintisiz olarak suçsuz olduklarını kanıtlamasını isteyen ABD emperyalizmi için, kendi iddialarının kanıtı, bu iddiaların kendisidir sadece. Columbia Üniversitesi Ortadoğu Enstitüsü profesörlerinden Richard W. Bulliet, 1994’te yazdığı bir kitabın önsözünde, bu temenniyi öngörerek dile getirmişti: “Öyle bir zamana ulaşacağız ki, o dönemde insanlar herhangi bir terörist tehdidin Müslüman köktendinciler olduğunu delile ihtiyaç duymadan söyleyecekler…”7
ABD, bu yolun epey bir bölümünü kat etmiştir. “Terör” sözcüğü, Ortadoğu’nun tamlayıcısı haline getirildi. Kanıtların, gerçeklerin ve önceliklerin hiçbir öneminin kalmadığı; bir konuyu düşünürken izlenmesi gereken düşünce sıralamaları, daha genel anlamda sistematik düşünmenin ilkeleri konusunda Aydınlanma’dan beri benimsenmiş evrensel yöntemlerin ayaklar altına alındığı bir süreçti bu.
Basın ve medyanın bu süreçteki katkısı tartışılmazdır. Medya organları, oluşabilecek bütün soru işaretlerini, aklı başındaki kaygıları, dikkat dağıtıcı bir gürültüyle erteleme konusunda birbiriyle yarıştı. Bu dönemde, CNN tipi yayıncılığın, öncelik belirlemede ve belirli önceliklerin hegemonik bir ağırlık oluşturmasında önemli katkıları olmuştur. Son derece açık ve belirgin gerçekler bile, bu yöntemle önemsizleştirildi. ABD’nin Afganistan’a saldırısını kınamak mümkündü, ama önce İkiz Kuleler’e yapılan saldırı kınanmalıydı. (Böylece, zaten Afganistan müdahalesini kınamaya sıra gelmeyecekti.) “Ama…” ile başlayarak kurulan cümleler, kulelerde ölen iki bin kişinin anısına saygısızlık anlamına geliyordu, hatta doğrudan doğruya, bu terör eylemine sevinildiğinin, terörün desteklendiğinin kanıtıydı.
Medya, kitlelerin özgüvenlerinin kırılmasında, şimdi tersine dönüşen düşünme yöntemleri kapsamında ortaya çıkan ikilemlere hapsedilmesinde, üstüne düşeni yaptı. Böylece insanlar, kınama-kınamama tartışmasına sıkıştırılarak hizaya sokulmak, etkisizleştirilmek ya da korku veya suçluluk duygusu altında fikrini beyan edemez hale getirilmek istenmekteydi.
Medyanın ABD emperyalizminin hegemonik üstünlüğüne, mevcut değerleri sarsarak, önceliklerin sırasını değiştirerek, sistematik düşüncenin prensiplerini altüst ederek destek olduğu söylenebilir. Kitle psikolojisi ve zihniyeti üzerindeki bu işlemin başarısının garanti altına alınması için de, tek tek her insanın kontrol altında tutulması tercih edilmiştir. Böylece “medya” kavramının içeriği, televizyon ekranlarında sadece bir program olan Reality Show’ların gerçek hayatta ete kemiğe bürünmesiyle, zenginleştirildi.
Bilindiği gibi, 1990 yılında Körfez Savaşı sırasında başlayan savaş naklen yayını sırasında, dünya, günlerce teknoloji harikası silahların fırlatılmalarını, havadaki görüntülerini, hedeflerine kenetlenmelerini izlemişti. Bu savaş sırasında, füzelerin öldürdüğü insanlar ile ilgili hiçbir görüntü, yol açtıkları tahribata dair hiçbir bilgi yayınlanmadı. Savaşın, yetkin silahlar ile yapılan, insan faktörünün zarar görecek biçimde devrede olmadığı bir sanal oyuna dönüştüğü imgesi yerleştiriliyordu, zihinlere. Nitekim bilgisayar oyunlarından buna alışık genç nüfus için, bu görüntüler, o kadar da yabancı değildi. Tahrip edici etkisi, asıl, modern savaşlarda insanların ölmediği imasını barındırmasındaydı. Naklen yayın, savaşı masum göstermeye yarıyordu. Diğer yandan, bir evde kalan insanların aylarca gözetlendiği “Biri Bizi Gözetliyor” türü televizyon oyunları da, gerçek hayatta da insanların gözetlenmesine bir hazırlık sayılabilirdi.
Savaş naklen yayını, bütün kentlerinin, bütün sokak ve dükkanlarının kameralarla donatılmaya doğru gittiği bir dünyada, dönüm noktası sayılabilir. Aradan geçen bunca zamandan sonra ise, her ölümlünün, Truman Show8 filminin anlattığı gibi bir dünyada yaşadığı ya da er geç yaşayacağı bir eşiğe gelindi. Artık başta ABD’de yaşayanlar olmak üzere, metropol ülke sakinleri, sadece kameralarla değil, aynı zamanda postacılar, tamirciler, kargo elemanları, çiçekçiler vb. kılığında dolaşan muhbirler tarafından da gözetlendiklerinin bilgisine sahipler. Çünkü örneğin ABD’de, milyonlarca kişi, ücretli muhbir olarak istihdam ediliyor. Kişisel haberleşme sistemleri, telefon görüşmeleri9, e-mailler10, hatta internette hangi sitelere girildiği11 istenildiği zaman kontrol edilebiliyor; insanların yaşamlarının hiçbir alanı istihbarattan ve gözetlenmekten kurtulamıyor.
Bir insanın doğumundan itibaren bütün bilgilerinin depolanabileceği elektronik bilgi bankalarının teknolojik alt yapısının hazırlanmak üzere olduğu söyleniyor. Buna göre, atılan her adımın, yapılan her alışverişin, görüşülen her insanın, kütüphaneden alınan her kitabın bilgisinin, atılan her e-mail vb.’nin biriktirilip saklanabileceği bir aşamaya gelindi. İngiltere’de, havaalanında kimlik kontrollerinin göz tarayıcılar ile yapılmasıyla ilgili tartışmalar sürüyor. Bu, yüz milyonlarca insanın kornea taramasından geçeceği anlamına geliyor. DNA bilgilerinin depolanmasına ise çoktan başlandı. Gelişmeler, polisiye tedbirlerin, insanların hücrelerine kadar hakim olmak üzere yetkinleştirildiğini gösteriyor.
Yurttaşın 24 saat gözetlenmesi, kara ütopya romanlarındaki fantezilerden biri değil artık. Gözetleme ve izleme, bir devletin yurttaşı ile kurduğu ilişkinin başlıca biçimi haline geldi. Bu durum, yöneticilerin, kendi yurttaşlarından duyduğu korku ve güvensizliğin işareti olduğu gibi, aynı zamanda, kendi yurttaşlarına da, güvensizlik ve tedirginlik duygularını güçlü bir biçimde hissettirmek istediklerinin göstergesi sayılabilir. Bugün metropol ülkelerde, CCTV kameralarını sadece devlet yerleştirmiyor, ayrıca her esnaftan, mağaza sahibinden de, hem sokağı hem dükkanının içini gösterebilecek biçimde, güvenlik gerekçesiyle kamera yerleştirmesi bekleniyor. Böylece, herkesin kendi alanının polisi haline gelerek, o alanı 24 saat gözleyecek kameralarla gönüllü olarak donatmaya razı olduğu bir süreç yaşanıyor.
İnsanın her taraftan kuşatıldığı bu sistemde gözetlenerek yaşamanın ve başkalarını gözetlemeye teşvik edilmenin, kültürel davranışlarda da belli değişiklikler yaratacağı tahmin edilebilir. Kendine ve karşılaştığı insana kuşkuyla bakan, kendisini de sürekli olarak şüphelenilen biri olarak gören insanın öteki insanlarla kuracağı ilişkiler, kuşkusuz güvensiz ve bencilce olacaktır. Gözetlenme, insani birliklerin, dayanışma ilişkilerinin kurulmasını dinamitleyen bir süreçtir ve mevcut toplumsal alışkanlıkları yerle bir eder. İnsan ile insan arasında bir ilişki bırakmaz; onu kontrol altında tutulan bir köle haline getirir ve kendi hayatını kontrol edebilme yetisini giderek tamamen elinden alır. Kısacası, insanı insan yapan bütün toplumsal ilişkileri darmadağın ederek, onu başka bir yaratığa dönüştürür. Dünyanın, her insanın Kafka’nın böceği gibi kendine döneceği uğursuz ve yozlaşmış bir coğrafyaya çevrilmesine, bütün bunların bir kurgu gibi yaşandığı günümüzde ramak kalmış gibidir.
Emperyalizm evet, günlük hayatın bütün bilgisini istiyor. Bunca ayrıntılı bilgi, elinin uzanabileceği her coğrafyada, elde edebileceği her insan ruhu üzerinde egemenlik kurmak, dünyanın gerçekten sahibi olabilmek için gereklidir ona. Bazen bu ruhu uzun menzilli silahlarıyla vurarak, bazen satın alarak, bazen da insanların kafasını karıştırıp beynini yıkayarak ele geçirmeyi deniyor. Artık hangisi olursa. Sermayenin yeryüzündeki dolaşımı hiçbir küçük dirençle karşılaşmasın, ABD emperyalizminin ayağına kimse dolanmasın diye, en küçük sırdan en büyüğüne kadar, kullanabileceği ne varsa, bu yüzden biriktiriyor, bunun için tek tek herkesin peşine düşüp izliyor ve gözetliyor.
Fakat bu kadar çabaya rağmen mutlak hegemonya mümkün müdür?
MUTLAK HEGEMONYA MÜMKÜN DEĞİLDİR
11 Eylülden bu yana, dünyayı bir korku imparatorluğuna dönüştürmek, dünya halklarını kendi politikaları kapsamında teslim almak için, ABD, elinden geleni ardına koymadı. Fakat bu uğurda bütün yaptıklarına ve yapacaklarının az çok kestirilmesine rağmen, savaş politikaları konusunda, halklar nezdinde mutlak bir meşruiyet kazanmayı, inandırıcılık sağlamayı başaramadı. Başlangıçta, iki binden fazla insanın terör eyleminde öldüğü günlerin sonrasında, ABD, bu denli nefrete mazhar değildi. Fakat bu saldırıyı kullanarak Ortadoğuda çok daha fazla sayıda insanı öldürmesi, bir o kadar insanı işkenceden geçirmesi, yerinden yurdundan etmesi, gerekçelendirici yalanlarının bir bir ortaya dökülmesi, ABD’ye karşı varolan hıncı büyüttü.
Bugün Batı’da Müslüman göçmenler ile yerli halklar arasında bölücü sınırlar inşa etme çabaları kısmi bir başarı kazanmış olsa da, istenildiği seviyeye ulaşamamıştır. Halklar arasındaki nefret, ABD’nin istediği biçimde kök salamıyor. Zaman zaman tekrarlanan terör deneyimleri, İngiltere’deki Havaalanı teröründe olduğu gibi, toplumu terörize etmekte planlanan sonucu vermediği gibi, geri de tepiyor. İngiltere’de, bir gazetenin yayınladığı ankete göre, halkın yüzde 70’i, Londra havaalanlarındaki teyakkuzun düzmece olduğuna inanıyor.
5 Ağustos’ta Londra’da düzenlenen, yüz bin kişinin katıldığı mitingde, İngilizler ile Müslüman göstericilerin, “Hepimiz Hizbullahız” yazılı pankartlar taşıyarak ABD elçiliğinin önünden geçişi bir ölçüyse, Batıdaki farklı dinlere ve kültürlere mensup insanlar arasında olduğu varsayılan “kültürel fay hatları” depremler yaratmaktan uzak görünüyor. Çünkü bu gösteride, yerli halklar ile Ortadoğulu göçmenler, hatta onlara katılan Latin Amerikalılar ve siyahlar, ortak düşmana karşı dayanışmayı tercih etmişler, Lübnan halkına desteklerini sunmuşlardı.
Latin Amerika halkları, Lübnan işgalinde, İsrail’in yanında değil, Lübnan’ın yanında yer aldılar ve Venezuela Devlet Başkanı Chavez, açıkça Lübnan’la ve sonra da İran ile dayanışma mesajları gönderdi. Geçtiğimiz ay yapılan Küba’daki Bağlantısız Ülkeler Konferansı’nda, gelişmekte olan ülkelerin temsilcileri tarafından, ABD’nin işgalci politikalarına karşı duyulan tepkiler ifade edildi. Lübnan’da da, Katoliklerin lideri, Hizbullah’ın kendilerini de temsil ettiğini basın mensuplarının önünde söyledi ve bu demeç, İngiliz televizyonlarında yayınlandı. Lübnan halkına değil de terörist Hizbullah’a savaş açtığını iddia eden İsrail ve hamisi ABD’nin, Hizbullah’ın etrafında, işgal edilen ülkenin Müslüman olmayan halkların da kenetlenmiş olduğu gerçeğini gizlemeye gücü yetmedi. Ve nedense, Filistin halkının kendini temsil etmesi için son seçimlerde HAMAS’a oy vermesinde görüldüğü gibi, bu “terörist örgütler”, demokratik mekanizmalardan geçip hükümet de olabiliyorlardı! Afganistan’a yapılan işgalin gerekçesi olarak sunulduğu gibi, Ortadoğu halklarını terörizmden kurtarmak iddiası boşa çıkıyordu. Üstelik dünyanın başka dinlere mensup halkları da, bu, radikal İslamcı Hizbullah, HAMAS gibi “teröristler” tarafından yönetilen ülkelerle ve Ahmedinecad gibi bir iflah olmaz ile dayanışmayı tercih ediyorlardı.
Bütün gelişmeler, evdeki hesabın emperyalist çarşıya uymadığını gösteriyor. Dünya halklarında ABD’ye kafa tutan İran’a duyulan sempatinin artması, insanların nükleer silahlardan daha çok emperyalizmi tehdit olarak gördüğünü de kanıtladı. İran’a ve diğer direnen Müslüman halklara artan sempatiler, kültürler ve dinler arasında, Huntington’un ve neo-muhafazakarların iddia ettiği gibi çatışma kaynağı olan fay hatlarının olmadığını, deyim yerindeyse, bu fay hatlarının, emperyalizm ile ezilen halklar arasında ortaya çıktığını ve güçlendiğini gösteriyor.
Zaten ABD’nin, sırf kendisi öyle istiyor diye, dünya yüzünde hegemonik bir üstünlük kurması mümkün değildir. ABD, sürekli olarak, politikalarına direnç gösteren milyonları bulmaktadır karşısında. Şimdiye kadar da dünya emekçileri, Ortadoğu’da başlarının üzerine bombalar yağıyor olsa da, ABD’nin hegemonik üstünlüğünün karşısında diz çökmeyi reddettiler.
ABD bu savaşın çok uzun süreceğini ilan ettiğine göre, hegemonik mücadelenin de çok kısa zamanda bir sonuca bağlanması beklenemez. Ama emperyalizmin yaptıkları yapacaklarının teminatıysa, beş yıllık terör konseptinin birikimi, halkların karşı çıkış ve direniş yöntemlerini belirlemekte yeterli bir deneyim olacaktır hiç kuşkusuz.
21. yüzyılın ABD’nin mi yoksa halkların mı olacağını, bu deneyimlerden çıkarılan sonuçlar ile, önümüzdeki süreçteki muhtemel mücadeleler belirleyecektir; ABD’nin arzuları değil.
1 – Metnin Türkçesi için: Yeni Muhafazakarlar, Editör: Merdan Yanardağ, Çivi Yazıları, s. 149
2 – Barbarlıklar Çatışması, Gilbert Achcar, Everest yayınları, s. 12
3 – Azınlık Raporu: 1982 yılında ölen Philip K. Dick’in aynı adlı hikayesinden Spielberg’in 2001’de sinemaya uyarladığı filmde, insanların henüz suç işlemeden tutuklandıkları kurgusal bir dünya canlandırılmıştır. Bu filmde, suç önleme polisi, işlenecek suçları rüyalarında gören üç kahinin beyinlerinden elektrotlarla üç boyutlu olarak çekilen ve bir ekrana yansıtılan görüntülere bakarak, yakın gelecekteki suçları tespit ederler ve bunlar işlenmeden müdahale ederler. Bir gün, kahinler, işi, görüntüleri okuyarak suçları ve suçluları saptamak olan bir polisin suç işleyeceği kehanetinde bulunurlar. Film esasında, suçlanacağını anlayan bu polisin, yakalanmadan önce, kendi suçsuzluğunu kanıtlama çabalarını konu edinmiştir. On yıllar önce yazılmış bu hikayedeki öngörünün, 11 Eylül’den çok kısa bir süre sonra, Spielberg’in filmine konu olarak, Bush’un “önleyici savaş” mantığına göndermelerde bulunması ilginçtir.
4- 2002-2003 yılında, Almanya’nın Fransa sınırına yakın Kehl kentinde, arka arkaya birkaç kadın cinayeti gündeme geldi. Polis bu seri cinayetleri araştırırken, önce, robot resme uyanları, tükürükten DNA testi yaptırmaya zorladı; daha sonra da, bütün Kehl erkeklerini, suçsuzluklarını kanıtlamak için “gönüllü” olarak test yaptırmaya mecbur kıldı. Test yaptırmaya gitmeyenler zanlı muamelesi görecekleri için, bütün kent bu çağrıya uydu ve “gönüllü olarak” tükürük testi yaptırdı.
Yine, 2005 Ağustosunda Berlin’de, ölü bulunan Christian adlı bir çocuğun katilini bulmak için de, polis, 16 yaşın üstünde üç bin kişiyi DNA testi için ikna olmaya zorladı. Katil bu testler sonucunda yakalandı.
5 – Salem cadı avı: 1692-93 yılları arasında, ABD’de, Massachusetts’in Salem kentinde, bir iftira ile başlayan ve yüzlerce kadının cadılıkla suçlanarak öldürülmesine neden olan olaylar sırasında, kentte büyük bir toplumsal histeri yaşanmıştı. Cadı suçlamaları üst düzey yöneticilerinin karılarına kadar sirayet edince, bu duruma müdahale edildi ve histeri söndürüldü.
6 – Kovboyun Sömürge İmparatorluğu, derleme, Ütopya yayınları, s. 73
7 – Amerika ve Siyasal İslam, Fawaz Gerges, Anka yayınları, s.90
8 – Truman Show: Yönetmen Peter Weir’in filmi. Bu filmin kahramanının yaşadığı her an kamerayla kaydedilir ve bütün kent halkı televizyondan bunu izler. Film, kahramanın, hayatının kaydedilmesine karşı verdiği mücadeleyi de anlatmaktadır.
9 – ABD’de yayınlanan USA Today gazetesinin 11 Mayıs 2006 tarihli sayısında, Bush yönetiminin ABD’deki bütün telefon görüşmelerini kaydettiğini belirten bir haber yer aldı. Habere göre, ABD yönetiminin isteği üzerine, üç büyük telekomünikasyon tekeli, AT&T, Verizon ve BellSouth, 11 Eylül 2001’den itibaren, şirketlerine kayıtlı 200 milyon telefon abonesinin kayıtlarını düzenli olarak ABD Ulusal Güvenlik Ajansı – NSA’ya veriyor.
10 – AT&T’nin, uluslararası telefon görüşmeleri ve e-mail yazışmalarının yanı sıra ABD içindeki bütün e-mail yazışmalarını da Ulusal Güvenlik Ajansı’na verdiği, Wall Street Journal gazetesinde yayınlandı.
11 – ABD yönetimi, 2005 yılında, internet arama motoru şirketlerinden, kendi arama motorlarından araştırma yapanların hangi sitelere girdiklerinin kayıtlarını istedi. Bunlardan Google şimdilik bu talebi geri çevirirken, Yahoo, Microsoft ve AOL kayıtları vermeye başladı.