Bugünkü Sağlık Politikası ve Taleplerimiz

Bir süre önce İstanbul, İzmir ve Ankara caddeleri beyaz bir selle dalgalanıyor gibiydi. Ellerinde pankartları, üstlerinde beyaz gömlekleriyle bir grup sağlık emekçisi çoluk-çocukları, anne babalarıyla birlikte yollara düşmüşlerdi. Ankara’nın sisli sonbaharını “Hasta ister hekim, hekim ister geçim” istemleriyle ısıtıyor, “Nöbet tuttuğumuz odalarımızı gördünüz mü?” diye soruyorlardı. Bir de çağrılar vardı: “Sayın Özal sizi kalbinizi muayene ettirmek için devlet hastanesinin dâhiliye servisine bekliyoruz.” Oysa genel geçer yargıya göre doktorlar ekonomik açıdan toplumun oldukça rahat bir kesimini oluşturuyordu. Evet, bir zamanlar belki öyleydi ama köprülerin altından çok sular akmıştı. İşte o zaman doktorlar da diğer emekçi kardeşlerinin bir kısmı gibi istemlerini duyurmak için sokağa çıkmışlardı.
Ülkenin sağlık hizmetleri alanında pek çok sorunun olduğu insanlarımızın tek tek yaşadıkları deneylerle gazetelere yansıyan olaylarla bilinen bir konu. Hastane, sağlık ocağı ya da muayenehanelerde yaşanan akıl dışı uygulamaların herkes tanığı. Örneğin hastanede kaldığı süre içinde daha önceden belirlenmiş gerekli tedavi ücretini ödeyemediğinden insanlarımız rehin alınıyor. Aynı nedenle sağaltılamayıp ölen kimselerin cesetleri ailelerine teslim edilmiyor: Hatta yeni bebekler doğum masrafı ödeninceye dek alıkonabiliyor. İnsanların ameliyat sırasında narkozdan ölmesi sıradan gazete haberi konumunda.
TRT ve basının geniş bir kesiminin genel yayın anlayışı, insanların sistematik düşünme ve algılamalarının gelişmesini magazinleştirme lehine körelttiği için her olay kamuoyuna kendi tekil boyutuyla yansıyor. Her olumsuzluğa bir fail doktor bulunuyor. Anti-popülist, Anti-hümanist bir sağlık politikasının yarattığı olumsuzluklar tek tek kendi özel boyutuna indirgenip günah keçisi olarak bir doktora işaret edildiği zaman bu politikayı üreten Sosyo-ekonomik yapı hedef olmaktan kurtuluyor. Gemi de böyle yürüyor. Öyle ya hastanede yoksul bir hasta tedavi ücretini öde-yemeyip rehin tutuluyorsa bunun nedenini “para canlısı hekimler” olarak tespit etmek hem kolaydır, hem de gerçek nedenini gizlemek isteyenler için bir avantajdır. Zaten hastalar hastalıkları süresince karşılaştıkları olumsuz uygulamalar için kendilerini kıskıvrak bağlayan sistemin sağlık anlayışını değil onun pratikte cisimleşmiş ifadesi olan hekimlerini sorumlu tutarlar. Bu nedenle “Para canlısı doktorlar” ifadesi ANAP Hükümetinin çalışma Bakanı’nın sadece ağzından kaçırdığı bir laf değildi. Aynı bakan yeni bir pot kırarak ekliyordu: “Doktorlara ne verirsen ver yine doymuyorlar.” Ve kırdığı bu potla da hekimleri önce meslek örgütleri aracılığıyla protestoya yönelten sonra da sokağa çıkartan süreci başlatıyordu. Tepkinin olgunlaşmasının tarihi ise biraz daha öncedir.
ANAP hükümeti 1987 Mart-Nisan aylarında bir temel sağlık yasa tasarısı hazırlıyor. Yasa Haziran, Temmuz aylarında son şeklini alıp meclise sunuluyor. Tüm Türkiye halkını ilgilendiren yasanın içeriği gibi hazırlanışı da antidemokratiktir. Ve bu yüzden daha tasarı halinde iken hekimlerin ve diğer sağlık emekçilerinin tepkilerini üzerine çekmiştir. Tasarı sanki kendilerini hiç ilgilendirmiyormuş gibi hiç bir hekime danışılmadan, katkısı sağlanmadan kapalı kapılar ardında hazırlanmıştı. Tabip odaları, Türk Tabipler Birliği, bazı diş hekimleri odalarının ve tek tek demokrat hekimlerin karşı çıkışlarına basında rastlanmaya başlandı. Aynı döneme ilişkin hükümetin, sağlık yasa tasarısı eleştirileri için yayın yasağı denediği yolunda söylentiler de var. Tepkilerin gelişen boyutunun da etkisiyle çok geçmeden yasa Anayasa mahkemesince iptal edildi.
Yıldan yıla giderek gerileyen sağlık hizmetlerinin tüzel bir ifadesi idi, Tasarı-yasa: Tekelci burjuvazinin girdiği ekonomik bunalımın yükünü kendi başından aşırtıp emekçilerin üzerine yıkma çabasının seksenlerdeki somut şekli olan, 24 Ocak ekonomik kararlarının önemli bir ekonomik alan olan sağlık hizmetleri dalını kapsamaması düşünülemez tabi ki. Önce, sistematik bir biçimde mali bütçede sağlık hizmetleri için ayrılan fon daraltıldı. 1987’lere gelindiğinde bu miktar % 2,5 olarak saptanmıştı. 1988 bütçesinde ise iyice kuşa döndürülmüştü. Çalışanlar daha önce ceplerinde hiç para ödemeden (aylık ödentilerden kesilenlerden başka) eczane, protez ve diğer tedavi giderlerini karşılayabilirlerken bugün ücretin bir kısmı kendilerinden istenmektedir. Sosyal-sigorta hastanelerinin durumu içler acısıdır. Sosyal sigorta ve emekli sandığının diş protez hastaları için ödediği ücret felç geçirmektedir. Üniversite çalışanları, öğrencilerin teşhis tedavi ve sevk kurumu Mediko-Sosyal hizmetlerinde de aynı yönde bir gerileme vardır. Bağ-Kur sigortalıları hâlâ sağlık sigortası olanağından yararlanamamakladır.
Emekçilerin her ay ödeneklerinden bir kısmı sağlık harcamaları için kesilir. Buna karşın oluşturulan fon, sahiplerinin yararlanması amacına yöneltilmez. Örneğin Sosyal Sigortalar Kurumu işverenlerden alacaklıdır ve bu açığını bir türlü kapatamamaktadır.
Sağlık hizmetleri, devletin kamburu olarak görülmektedir, bu alandan el çekmenin, Türkiye halkının sağlık problemini kendi kaderiyle baş başa bırakmanın yolları aranmaktadır. Bu amaçla, temel sağlık yasasının tüm maddeleri, özelleştirilecek sağlık kuruluşları bazı üzerinde düzenlenmiştir. Sağlık kuruluşlarının kendi yağı ile kavrulmaları özlenmektedir. Buna göre Türkiye’de yeni bir devir başlayacaktır. Bu devir, “Kendi hastaneni kendin yap” devridir.
Sağlık hizmetleri özel kişi ya da kuruluşların eline bırakıldığında sağlık işletmeleri doğal olarak piyasa ekonomisinin kurallarına göre işleyecek. Her ne kadar Sağlık Bakanı “tersini umuyorsa” da en önemli işletme amacı “daha fazla kârlılık” olacak. Alınıp satılabilir hale gelen sağlık hizmetlerinin faturası halkımıza kesilecektir. Ancak cebinde parası olanın, hastalanmaya hak kazandığı süreç çoktan başlamıştır.
Kanun Anayasa Mahkemesinde iptal edildi, edilmesine ya, sağlık bakanı Nihat Kitapçı Ankara’da, doktorların protesto yürüyüşü ile aynı günlerde hükümetin bundan kolay vazgeçemeyeceğini, uygun bir zamanda “bazı değişikliklerle” tekrar gündeme getireceğini duyuruyordu.
Yasada bir başka dikkati çeken konu da hekimlerin özlük haklarını, güvenliklerini ilgilendiriyordu: “Serbest ya da kamu kuruluşlarında mesleklerini icra eden sağlık ve yardımcı sağlık personelinde aranacak genel ve özel şartlar ile bu şartlardan herhangi birini taşımadığının anlaşılması halinde veya bu şartlara uyulmaması halinde alınacak meslekten geçici ve daimi çıkarma ve tüm tedbirler sağlık ve sosyal bakanlığınca saptanır.” Ne anlama geldiği belli olmayan ‘”genel ve özel şartlardan” bahseden 3-H maddesi hekimlerin başının üzerine Demokles kılıcı asmaya çalışıyor. Kanun bir ortaokul disiplin yönetmeliği işlevinin aynısını yükleniyor.
Sağlık emekçilerinin bugün, iş bırakımı, grev yapma, politik örgütlenme haklan yok. Disiplin maddesinin gevşek içeriğine göre herhangi bir hekime herhangi bir nedenle ceza verilebilir, diploması bile gasp edilebilir. İnsanın fiziksel ve ruhsal bütünlüğüne yönelik organik ve travmatik tehditlerin en önemli garantisi olan doktorların bir kısmı bugün idam cezasına karşı çıktıkları için, bu garantörlüklerini politik alana taşırma suçlaması ile yargılanabiliyorlar. Bir psikolog işkencenin insanlar üzerindeki psişik etkisini, 12 Eylül’ün sunduğu denekler üzerinde araştırdığı için kendisinin de başına aynı şeyler gelebiliyor.
Tüm bunlara karşın, hekimler sessiz değiller. Şu anda istedikleri asgari taleplerin gerçekleşmesi bile, görünen o ki oldukça zor. Çünkü sağlık hizmetleri iktidar tarafından ekonominin kamburu olarak görülüyor. Bütçeden sadece % 2,5 pay ayrılıyor. Önce bu miktarın artırılması gerekiyor. Emekçilerin maaşlarından kesilen sağlık primlerinin amacı doğrultusunda kullanılması gerekir. Örneğin milyarları bulan, emperyalistlere olan dış borçlara kaynak tutulmamaları gerekir. Hekimlerin ve sağlık emekçilerinin kendileri ve uğraş konuları olan hastaları için yeni ve alternatif bir sağlık politikasının oluşturulması şartlarını zorlamaları gerekiyor. Israrla savunulması gerekli talepler, örneğin, şunlar olmalıdır:
– Tüm halka ücretsiz, karşılıksız, koşulsuz sağlık hizmetinin sunulması. Bunun için genel ve yaygın sağlık sigortası. Hemen burada bizim taleplerimize karşılık Turgut Özal’ın bu konudaki düşüncelerini aktarmak gerekiyor. “Hastaneler ücretli olacaktır. Yani ücret alınmayan yerde, işin kıymeti bilinmez. Zannediliyor ki her şey bedavadır. Maalesef insanların görüşleri bu…”
– Hekim ve hasta arasındaki ilişkinin parasal boyutunun kaldırılması. Diğer çalışanlar için istediğimiz maddi tatmin ortamının hekimler için de sağlanması.
– Sağlık hizmetlerinin halka ulaşmasında her türlü kolaylığın sağlanması. Her Mahallede, iç donatımı ihtiyaca uygun sağlık birimlerinin kurulması.
– Koruyucu hekimlik hizmetlerinin ücretsiz, kolay ulaşılabilir hale getirilmesi.
– Çağdaş, klinik faaliyetleri açısından zenginleştirilmiş bir tıp eğitimi, isteyen her hekime uzmanlık olanağı.
– Halk sağlığı hizmetlerinin yaygınlaştırılması ve halka doğru bir sağlık bilincinin aktarılması.
Taleplere elbette gereksinimlere göre yenileri eklenebilir. Bu konuda halk demokrasisi ülkelerinde, sosyalist Arnavutluk’ta nasıl bir sağlık politikasının hayata geçirildiği yolundaki meraklar doktorlarımızın ve halkımızın daha iyi bir yaşam için taleplerini zenginleştirecek, bunu sosyalist taleplerle eklemleyecektir.

Ocak-Şubat 1989

Kadın Mücadelesi ve Ailenin “Kurtuluşu” Üzerine

Devletsiz, ailesiz, özel mülkiyetsiz ve sınıfsız, o ilkel altın çağın bitiminden bu yana, bin yıllar geçti. Antropologların sosyal bilimlere kazandırdığı veriler, insanlığın kaybolmuş çocukluk günlerine ait fotoğraflarının üzerindeki tozları arındırdı. Kadınlarda bu sayede yitik özgeçmişlerine kavuştular. Artık, tarihin, akrabalık ilişkilerinin yeniden sorgulanması ve aileleşme anlamında insanlığın ve insan türünün kadın cinsinin belleğinde bıraktığı iz, babasını öldürdüğü için, kendi öz annesini öldüren Orest’in yargılandığı hazin duruşma değil sadece. Bir insanın kendi kanından birini öldürmesi suç sayılıyorken, takvimin o noktasında, toplumsal ilişkileri düzenleyen kurallar, gelenekler, alışkanlıklar bir ters-yüz oluşa uğruyor; Orest’in şahsında “babalık hukuku”, “analık hukuku” üzerinde tarihsel bir zafer kazanıyordu. Yeni hukukun yürürlüğe girmesi, kadınların binlerce yıl sürecek bir bellek yitirmesi pahasına oluyordu.
Efsanenin denk düştüğü tarihlerde, insanoğlu, kendisi için acı, hırs, mutsuzluk ve savaşlardan başka bir şey üretmemiş olan özel mülkiyeti keşfediyordu. Bir dönem tüm ihtiyaçlarını hep birlikte karşılayıp, doğal çevreyi ortaklaşa kullanıp, elde ettikleri yiyecekleri hep birlikte tüketirken, doğanın cömertliğinin yaşanılan bu koşullardaki sınırlılığı ile insanların duyumsuzlukları, güvenlik arayışları, daha rahat yaşama ihtiyaçları ve besinlerini elde etmenin yollarının gelişigüzel ve rastlantısal olmaması talepleri, onları, bu cömertliği zorlamak adına, ellerinin yetersiz kaldığı yerde yeni aletler ve silahlar icat etmeye yöneltti.
İnsan, doğanın kendi üzerindeki hâkimiyetinden, bu hakimiyetin doğurduğu korkudan, güvensizlik ve güçsüzlükten kurtulmak istiyordu. Onu işlemek, kullanmak, dönüştürmek ve egemenlik hakkını kendi üzerine almak istiyordu. Önünde fırsatlardan ve olanaklardan zengin bir yol vardı. Vahşi hayvanların peşinde koşup tek tek avlamaktan, onları evcilleştirip el altında bulundurmak, meyve ve sebzenin rastlantısal ediniminden, bu edinimi denetim altına almak toprağı işlemek elbette daha kolay, konforlu ve rahattı.
Bu yolda, topraktan çanak-çömlek yapmayı demiri bulup işlemeyi, madenleri birbiri içinde eritmeyi kullanım malzemesi haline getirmeyi, basit üretim aletleri yapmayı öğrendiler. Yapılacak işler artınca herkesin her şeyi yapıp anlayamayacağı bir süreç de başladı. Başta kadınla erkeğin, hayvancılık ve tarımla uğraşanlarla, metal avadanlık vs. üretenlerin işleri birbirinden ayrıldı. Toplumsal üretim gündelik tüketimi sağladıktan sonra, bir miktar da artmaya başlayınca, herkesin her şeyi yapamadığı bu ortamda değişim, yani alış-veriş de doğdu.
Yeni yeni gereksinimler ve ticarete yönelik üretim, üretim tarzlarının el emeği ağırlıklı bu ilkel aşamasında, büyük bir hırsla her gün daha çok insan emeği talep ediyordu. Savaşlarda alınan tutsaklar köleleştirilerek toplumsal zenginliğin üretici güçleri haline getirildiler. Toplum, bir yanda, emeğiyle bütün zenginlikleri üreten ama bunlara sahip olamayan insanlar, diğer yanda, hiçbir şey üretmeden üretilen her şeye sahip olan insanlar olarak kutuplaşmaya başladı. Her şeyin, emeğiyle geçinen insanların da tasarruf hakkına sahip olan kesim, bu sahipliği, egemenliği sürdürmeye yarayacak olanakların da sahibiydi: silahları ve devleti vardı.
Özel mülkiyet bir kez doğduktan sonra, insan ölümlülüğü karşısında daha direngen olduğu için, bir insanın ölümünden sonra ne olacağı kaygısı miras kurumunu doğurdu. Toplumsal ilk iş bölümünün getirdiği üzere; üretim aletlerinin, hayvan sürülerinin, çeşitli avadanlıkların sahibi olan erkek, sahip olduğu bunca şeyi sadece, kendisine ait çocuklara bırakmalıydı. Bu da akrabalık ilişkilerinin yeniden gözden geçirilmesi, topluluğun ihtiyaçlarına göre yeniden düzenlenmesi gereğini dayatıyordu. Önceki toplumsal örgütlenmeye göre, çocuklar anne soyundan sayılıyor, akrabalık ilişkileri buna göre bir değer taşıyordu. Ancak, gelinen yerde artık çocukların baba soyundan sayılmaları gerekiyor, bir çocuğun babasına kesin kes aidiyetinin “iyi niyete bağlı” olmasıyla yetinilmesi mümkün olmadığından, kadının bir başkasıyla, olası cinsel ilişkisinin önünü kesmeye yarayan, erkeği edindiği zenginlikleri kendi çocukları ve kendi karısıyla, sıkça görüldüğü gibi diğer yakın akrabaları ile tüketmeye, kullanmaya (bazı üretim tarzlarının aile karakteristiği, onun bir üretim birimi de olmasıdır) yarayan “karı-koca ailesi” doğuyordu. Erkliliğinden kansız, darbesiz ve çatışmasız uzun bir evrim sonucu arındırılan kadın cinsinin, tarihsel rotanın bir yerinde uğradığı bu talihsizliğin nedenini, kavrayışı kolaylaştırmak adına şu veya bu bir tek nedenine indirgemek olası değil, özel-mülkiyeti doğuran süreç, aynı zamanda bildiğimiz anlamda devleti (ilk çağlarda gentilice örgütlenmenin fonksiyonel ve herkes tarafından denetlenebilir, anti-otoriter yönetim birimi yerine), tek eşli aileyi sınıfsal kutuplaşmayı, sömürüyü ve bunların sürer durumunu korumaya hizmet edecek ideolojileri ve tabi militer aygıtları doğuran aynı süreçtir. “Kadının köleleşmesi; ailenin kabileyle zıtlaştığı, özel mülkiyetin geliştiği sınıflara bölündüğü ve sınıf uyuşmazlıkları dizginini sıkı sıkıya tutmak ihtiyacından devletin doğacağı, tarih öncesi dönemle aynı zamandır.”
(BEBEL: Kadın ve Sosyalizm) O güne değin kadın: kadın olmaktan ve toplumsal üretimdeki yerinin kendisine sağladıklarından dolayı (yinelemekte yarar var; maddi hayatın üretimi ve yeniden üretiminde kadın, özneliği erkekle paylaşırken soya ilişkin üretimin tek öznesidir.) erdem ve saygınlıklarla donatılmışken, toplumsal yaşamın uzlaştığı bu yeni düzeyde bazı yükümlülükler altına giriyor, bazılarından da kopuşu sağlanıyordu.
Bir aile panoraması çizmek istiyorsak, ailenin doğuşuna ilişkin yukarıdaki açıklamaları genel çizgilerle de olsa yapmak koşuldu: Bugünkü karı-koca ailesinin öncesiz ve sonrasız bir karakterinin olmadığı, kutsal ve ebedi örtülerinden sıyrıldığında görüleceği gibi, tarihin bir yerinde sınıfsal zıtlaşmalarla ortaya çıktığı, bu zıtlaşmanın egemen sınıf lehine sürdürülmesi ve her gün yeniden üretilmesi için aile kurumunun gerekli olduğu, toplumsal gelişmenin ele alınan belli bir diliminde, o günkü üretim tarzı ve ilişkilerinin gerektirdiği olgunluk düzeyinde olduğu, ille de süreç içinde değişikliğe uğradığı, günün birinde de varoluşunun diğer ön şartları gibi sönüp ortadan kalkacağı yolundaki bir teşhise varmak için; koşuldu.
Sınıflı Toplumda Ailenin İşlevi
Aile ve buna bağlı kadın sorununu, sorun olarak dayatan sınıflı toplumun kendisidir. Ataerkil aile ve kadının köleleşmesi doğduğu anda, sınıf ayrışmalarını ve mülkiyetin özelliğini korumaya hizmet etti. Sınıflı toplumun diğer kurumlarından da bu konuda yardım aldı, desteklendi; onlarla birlikte var oldu. Hâkim sınıf ideolojisi de (din, ahlak, felsefe vs.) kadın cinsinin aşağılanması, ailenin kutsanması temelinde oluştu.
İlkel sınıfsız toplumdan sonra, tarih sahnesinde boy göstermiş olan her üretim tarzında, aile kurumu özü değişmeden, ancak biçimsel bazı farklılıklarla, bu üretim tarzlarının yanında ve onlara eklemlenerek giderek gelişti, her seferinde de kadın cinsinin ezilmesinin etkeni ve aracı oldu. Ama özel mülkiyete ve cinsel işbölümüne olanak olmak, hâkim sınıfın ideolojisini bireylere aktarmak ve onları “zor”la tanıştırmak, yarattığı otoriter ilişkilerle statükoyu korumaya yarayacak hiyerarşi modeli olmak şeklindeki esası değişmedi.
Ataerkil aile, toplumun zenginlikler açısından farklılaşmasını, yani; emeği ile geçinenler ama hiçbir üretim aracına sahip olmayanlarla, bu üretim araçlarının ve üretilmiş her şeyin sahibi olan kesimlerin varlığı ile tezahür eden farklılaşmasını nesilden nesle aktarır. Her aile eşitsiz bir dağılımın birbirinden tecrit edilmiş üniteleri olurlar.
Aile kurumu kadının ezilme ve sömürülmesinin de olanağıdır. Sınıflı toplumun gelişim çizgisi, kadının mülksüzleştirilmesinin de çizgisidir. Kadın toplumsal üretimden aileye hapsedilerek yalıtılır. Zaman zaman üretim faaliyetinin duyduğu gereksinmeye göre, kadın iş hayatına çekilir. Ancak bu durumun kadınlara kazandırdığı şeyler daha yoğun sömürül-meleri ve ezilmeleri pahasına olur. Kadının maddi hayatın üretimi faaliyetindeki yeri ne olursa olsun her durumda önce çocuklarının annesi, evinin kölesi, kocasının karışıdır. Çoğu zaman evde, erkeğin tasarruf boyutu, kadının çalışmasına izin verip vermemeye değin uzanır.
Kapitalist toplumda, aile kurumunun bir diğer rolü emeğin yeniden üretimindeki işlevidir. Ev işleri ve üretim dışı bireylerin (çocukların ve yaşlıların) yaşamlarına ilişkin sosyalizasyon ilkesi olmayan sistem, bunları tek tek ailelerin üzerine yıkarak önemli bir yükten kurtulur. İş piyasasında ücretlinin (çoğunlukla erkek) emeğinin karşılığı, kendi emeğinin yeniden üretimini ve kendisinden sonra yerini alacak diğer işgücü olanağı olan aile fertlerinin ihtiyaçlarını, yani: emekçilerin bir sınıf olarak yeniden üretimini sağlayacak şekilde tasarlanır. Ancak bu tasarlama her zaman böyle gerçekleşmez. Kapitalist artı-değerin çoğaltılması adına emekçi aileleri sefalet içinde yaşarlar. Bu durumda çocuk emeği de iş piyasasına dökülür.
Ataerkil aile cinsiyet kimliklerinin ve “vatandaşlık bilincinin” üretildiği alandır. Çocuklar gelecekteki kadın ve erkek rollerine aile kurumu içinde hazırlanır. Düzenin kurumlarına uyunun aşılandığı yer de, ailedir. Devlet zorundan korku, babanın gücünden duyulan korkuda, tartışılma otoritesinde öğrenilir. Çocuk, he zaman itaat etmeye hazır, moral değerlerde tutucu, kendisinin ve ailesinin çıkarları söz konusu olduğunda bencil, başkalarıyla ilişkilerinde rekabetçi, bireyci, çoğunlukla saldırgan, alıngan ve güvensiz bir kişilikte yetiştirilir. Çocukluktan yetişkinliğe geçtiğinde sınıflı toplumun bir vatandaş olarak onları massedişlerinde hiçbir sorur kalamaz. Sınıflı toplumun ailesi, anne ve çocuk arasındaki ilişkiyi öylesine çarpık boyutlara yerleştirmiştir ki, en sonunda biyolojik bir bağımlılık konusu haline getirmiştir. Annenin çocuğuna duyduğu sevgi marazi bir durum almış, salt anne olduğu için ayağının altına serilen cennet, yeryüzünde yalnızca çocuklarının hayatını yaşamasının ödülü olmuştur. “Annelik duygusu” dedikleri şey, binlerce yıl kadının eve bağlanmasının tılsımlı anahtarıdır.
Ataerkil tek eşli ailenin varlık koşulu kadının cinsel baskı altında tutulması, ne pahasına olursa olsun iffetini koruması düsturudur. Kadının başına namus tacı oturtulurken, erkeklerin bu konudaki mezheplerinin sınırı hukukun, ahlakın, dinsel ideolojilerin olanakları ile genişletilir. Kadının kendi “çekirdek ailesini” kiminle oluşturmak istediğine dair seçme şansı yoktur. Buna her zaman başka biri karar verir. Ama evleninceye değin ve de kendisinin belirleyici olmadığı bir evlilikte, ne olursa olsun kendisini kocasına saklamalı, ona adamalıdır.
Kadınların özgür olmadığı bir ortamda erkeklerin özgürlüğü de görecelidir; bu sebepten, tek-eşli ailenin panoramasını fuhuş, eş-aldatma ve zina tamamlar. Çünkü tek-eşli ailenin doğuşunun etken: aşk olmadığı gibi, hiçbir etkiyle yıkılmadan dimdik ayakta durmasının nedeni de bu değildir.
Kapitalizm ve Kadın Başkaldırısı
Kadın cinsinin, kendi ezilmişliğine binlerce yıl kayda değer bir itiraz yöneltmediğini biliyoruz. Uğradığı amneziden kurtulup başkaldırmaya başlamasının tarihi oldukça yakın bir zamandır. Kadın cinsi sınıflı toplumun eşiği aşılır aşılmaz, öylesine aşağılanmaya başlandı ki, insanlığın kültürel hazinesinin beşiği olan antik çağda filozoflar, onun insan olup olmadığını tartışır oldular. Çok uzun bir süre, dünyayı sadece yorumlamaya ve anlamaya çalışanlar, kadınlar üzerine olumlu anlamda hiçbir şey söylemediler. Kadın sorununa can alıcı bir biçimde yaklaşan ve çözüm getirmeye çalışanlar, on sekizinci yüzyıl aydınlanmasının ütopik-sosyalist çocukları oldu. Ancak analizlerinde-ki sınıfsal boyut zayıflığı, onların bu konuda klasikleşecek öneriler getirebilmelerine engel oldu.
Eşitlik, özgürlük, kardeşlik sloganlarıyla Fransa’yı yerinden oynatan ihtilal, kadınlara çok şey kazandırmadı, ama mücadele geleneği ve kendine güven ihtilalin kadınlarından bugüne kalabilen en güzel şey. “Kadınlar, idam sehpasına çıkıyor, öyleyse kürsüye de çıkmalılar” diyerek meclis kapılarını zorlayan kadınlar, hazırladıkları “KADIN HAKLARI BEYANNAMESİ”ni kendilerinden sonra peşleri sıra gelecek kardeşlerine bırakarak önderlerini giyotinde yitirdiler.
MİRAS; suya yazılan yazı olmadı.
Kadınların başkaldırılarının kapitalist toplumda ortaya çıkmış olması bir rastlantı değil.
ÇÜNKÜ:
1) Kadınlar, sınıflı toplumun bu en olgunlaşmış tipinde en hayâsız emek sömürüsünü ve biyolojik kimliklerinin dayanak alındığı cinsel baskıyı yaşadılar.
Emeğiyle geçinenlerin mülksüzleştirilmesinin ivme grafiği kapitalizmde doruğa ulaştı. Kadının mülksüzleşmesinin kapitalizmde vardığı düzey onun başkaldırısının etkenidir.
Kapitalizm kadına evinin ve çocuklarının geleneksel yükünün yanı sıra çalışma hayatının zorluklarını da yükledi, onu sömürüsünün nesnesi yapmak için evden çıkardı, iş piyasasıyla tanıştırdı. Bu şekilde, ona çalışma yaşamında erkeklerle yan yana olma olanağı kazandırırken, harcadığı emeğin değerini erkek emeğinin yarısı düzeyinde belirlemekte duraksamadı. Çünkü kapitalizm, kadın emeğine aile bütçesine katkıda bulunmak gibi tali bir önem tanır. Aile geçindirmenin, emeğin yeniden üretiminin asıl sorumlusu erkektir.
Gelenekselleşmiş bu yargıyı kapitalizmin değiştirmeye hiç niyeti yoktur. Tersine, kadın emeğine yukarıdaki nedenle tali bir önem tanırken, kadın emeğini erkek emeğinin yerine kullanabileceği her alanda birincil olarak tercih etme durumunda kalır, bunu da çelişki olarak görmez. Ayrıca kadın açısından yaşam şartlarının zorunluluklar doğurması durumunda sermaye bunu göz önünde bulundurur, kadın emeğini daha fazla sömürmenin olanağı olarak değerlendirir.
Sanayi devriminin ilk zamanlarında, insanların henüz sekiz saatlik işgünü hakkını kanlarıyla ve canlarıyla bedel ödeyerek almadıkları dönemde, yani çalışma saatlerinin yasal düzenlemeler açısından bugünküne oranla daha yıpratıcı ve yorucu olduğu dönemlerde, kadınlar insanlık dışı yaşama biçimlerine sahiptiler:
“Günde 12-13 saatini kadın fabrikada geçirirken ve erkek de aynı yerde veya başka bir yerde çalışırken dışarıdaki çocuklarının halini bir düşünün. Annelerinin çalışmasıyla genel küçük çocuk ölümlerinin arttığı besbellidir ve kadınlar doğumdan 1-2 gün sonra işe dönmekte ve çocuklarını elbette eve bırakmaktadır. Yemek saatinde çocuk emzirmek ve arada kendi de bir şeyler atıştırmak için evlere koşmak zorunda kalmaktadırlar.” (ENGELS: İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu.)
Kapitalizm kadına çifte sömürüyü dayatınca, onu evden çıkarıp, bir ücretli haline getirince, buna karşın evdeki durumunda herhangi bir değişimin sözünü bile etmeyince, toplumsal yaşamda sorumlulukları artan kadınların kendilerine ilişkin hak talebinde bulunmaya başlamaları, bu konuda sancılanmaları elbette beklenilir sonuç. Çok geçmeden kötülüklerin kaynağının sınıflı toplum, özel olarak da kapitalizm olduğunu keşfedip sorgulayan bakışlarım ve olanca silahlarım ona çevirmeleri de.
Aileyle birlikte ayakta duran, varlığından büyük çıkarlar edinen kapitalizm, doymak bilmez kâr hırsıyla emekçi sınıfların ailelerini biçimlendirdi. Kadının cins olarak bu formasyondan çıkarı yoktur. Kadının boynundaki bu boyunduruk pahasına aile kurumu korunur, güçlendirilir. Egemen sınıf ideolojisi ve dinsel afyonlar buna hizmet eder: Kadın evine bağlanır.
Kapitalizmde kadın emeği erkeklere yönelik bir tehdit unsurudur. Bedeli düşük olduğundan erkek işçi için her an yeri doldurulabilecek işgücü alternatifidir. Kadın emeği, ihtiyaç duyulduğu zamanlarda kitlesel olarak iş piyasasına çekilir, ihtiyacın yoğunluğu azalınca da kitlesel olarak ocak başındaki yerine geri gönderilir.
Kapitalizm kadının bedenini yani cinselliğini de piyasa konusu yapar. İnsanlar arasındaki, özellikle kadınla erkek arasındaki ilişkiyi çarpıtır. Kurulan ailelerin temelinde kadın ve erkeğin dolaysız onayına yer bırakmaz. Kadın bedeni, aile kurumu yoğun pazarlıkların konusudur. Gelecek kaygısı, maddi çıkarlar bu ilişkilerin çevresinde hayalet gibi dolaşır. Kapitalizmin ideolojisi, satın alınmış ilişkileri yüceltir, bunun kadın açısından bedeli kendi bedeniyle doğrudan ilişkisinin tırpanlanmasıdır. Kadın bedeni satın alınabilir olduğunda akla gelmeyen iffet, tek eşli ailenin kadına dayattığı bir zorunluluktur: özgür seçime dayanmayan, çıkar kaygılarıyla kurulmuş beraberlikler iffetli olabilirmiş gibi.
Kadın ve erkek işçilerin birlikte ürettikleri metaların pazarlanmasının bir yöntemi olarak, kadın bedeni utanmazca kullandır: en iyi reklam malzemesi budur; erkek cinsin beyninde pornografik imajlar yaratarak, pazar oluşturulur.
Ama kadın ve erkeğin rekabet-siz çıkarsız ve yalın ilişkilerini kendi sürer durumunu korumak adına engeller, ketler. Bunun için yasalar, yasaların yetmediği yerde ahlaki değer yargıları, dinsel dogmalar, dedikodular, oto sansür sistemleri geliştirir.
2) Kapitalizm, tüm emekçileri şiddetle sömürürken, bu sömürüyü en yoğunlaşmış bir şekilde yaşayan her zaman en yoksul ve mülksüz “kendi mezar kazıcısı” proletaryayı da yarattı, öyle ki bu sınıf, kendi kurtuluşunu diğer ezilen ve sömürülen sınıf ve tabakaların da kurtuluşu olmaksızın gerçekleştiremez. Üretim sürecindeki yeri, üretim araçları karşısındaki mülkiyetsiz konumu ona bu mücadelenin motor gücü olma görevini yükler. “Proleterler, daha önceki kendi mülk edinme biçimlerini de ortadan kaldırmadıkça, toplumsal üretici güçleri ele geçiremezler. Kendilerine ait korunacak ya da pekiştirilecek hiçbir şeyleri yoktur. Görevleri o güne kadar ki özel mülkiyetin bütün güçlerini ve korunaklarım yok etmektir.” (MARKS/ENGELS: Manifesto’dan)
Kapitalizmde kadın mücadelesi proletaryanın sömürüye yönelik mücadelesinden aldığı güç ve bilinçle gelişti.
3) Kadınların özgeçmişlerine kavuşmaları materyalist tarih bilincinin olgunlaşıp ortaya çıktığı ve bu bilince ilişkin tarih yorumunun ” sınıf mücadelesi” olarak özetlendiği kapitalist üretim biçiminde gerçekleşti. Bu bilinç kadınların o döneme değin hissettikleri huzursuzlukların, el yordamıyla olan arayışlarının içeriğini doldurdu. Cinsin ezilmesinin kökenine ilişkin değerli veriler mücadelelerine doğru bir perspektif kazandırdı.
“Marks, kadın sorunu üzerine bize, materyalist tarih anlayışıyla, eksiksiz formüller vermediyse de
daha iyisini verdi. Onları bulmak ve kavramak için doğru ve güvenilir yöntemi: kadın sorununu genel tarihsel gelişmesinin akışı içinde, genel tarihsel bağımlılığı ve haklılığı içinde, genel toplumsal bağlantıların ışığında açıkça anlamamızı, onun itici ve sürdürücü güçlerini anlamamızı, onların yöneldikleri amaçların, ortaya konan problemlerin ancak varlıklarıyla çözüme kavuştuğu koşullan bulabilmemizi; yalnız materyalist tarih anlayışı olanaklı kılar” (BEBEL: Kadın ve sosyalizm)
Sosyalistler ve Kadın Mücadelesi
Kadın olmaktan kaynaklanan sorunların günlük yaşam içinde ortaya çıkan tek tek unsurlarına yönelik tavırlardan, sorunun radikal çözümüne yönelik hareketlere değin kadın mücadelesi çeşitlilikler gösterir. Bu yelpaze içinde kuşkusuz en kapsayıcı olanı, sosyalist içerikli kadın mücadelesidir. Mücadelenin pratiği yaşanılan birçok deneyle, kadın haklarıyla ilgili talepleri sonuna değin götürmeye yetenekli kesimleri sosyalistler olarak tanımıştır.
Örneğin, yüzyılın başlarında kadınlara oy hakkı talebiyle ortaya çıkan burjuva süfrajetlerinin istemleri sadece burjuva kadınları temel almaktaydı. Konu üzerinde hâkimiyet kurup oy hakkım bütün kadınlar için sağlama mücadelesinin öncülüğünü sosyalistler yapmıştı.
Sosyalizmin en kapsamlı mücadele alanını oluşturması, kadının ezilmesinin sadece sonuçlan ile değil, esas olarak nedenleriyle uğraşır olmasıdır.
1917 Sovyet, devrimi sosyalizmin kadınlara vaat ettiklerinin yaşama getirilmesinin kanıtını oluşturdu ve kadın mücadelesini zenginleştirdi. Çünkü dünyanın bu yöresindeki kadınlar, o zamana değin hiç olamadıkları kadar özgürleştiler. Hiçbir sınıflı toplumun ve de özellikle burjuva demokratik yönetimlerin onlara sağlayamadığı olanaklara sahip oldular: Kadınların, ev işlerinin bunaltıcı, verimsiz, barbar ortamından onları özgür ve kişilik sahibi kılacak toplumsal üretime çekilmelerinin zemini hazırlandı. Ev işlerinin toplumsallaştırılmasının ön adımları atıldı. Aş evleri yaygınlaştırıldı, çocukların bakım ve eğitimini topluma devretmenin yolu açıldı: kreşler ve bakımevleri yaygınlaştırıldı. Sınıflı toplumun ikiyüzlü tek eşli ailesinin çözülmesi, yerine dolaysız, çıkarsız, sevgiye dayalı, maddi belirlenimlerden kurtulmuş, kadın ve erkeğin özgür tercihine dayalı, çarpıtılmamış insan ilişkileri alternatifinin konulması için gerekli yasal önlemler alınmış, sağlıklı ve çalışabilir oldukları sürece eşlerin birbirinin geçiminden sorumlu olma durumuna son verilmiştir. Bekâr annelerin, kimsesiz veya evlilik dışı çocukların korunmasını devlet üzerine almış, boşanma ve kürtaj serbest bırakılmıştır.
Kadınların sosyalizmden kazandıkları, yasal anlamda bu ve benzeri şeylerdi. Sovyet proletaryasının önderi Lenin diyordu ki:
“Elbette yasalar yetmez ve yalnız kararnamelerle asla yetinmiyoruz. Ama yasama alanında kadınla erkeği eşitlemek için yapabileceğimiz her şeyi yaptık ve bundan haklı olarak övünç duyuyoruz.”
Sovyet iktidarı, kadınlar için hak yoksunluğunun kırıntısını bile bırakmamıştı. Tabii ki yasal düzenlemelerle kadına o güne değin mücadele ettiği isteklerin ve hakların aynen tanınmasının, sorunu bir çırpıda çözeceğine dair bir iddia politik öngörü yoksunluğu demektir.
Çünkü: her ne kadar eski yönetici sınıfların iktidarı yıkılıp kapitalizm ve kapitalizm öncesi üretim ilişkilerine ait kalıntılar dağılmış olsalar bile, eski topluma ait sınıfsal katmanlar yok edilememiştir. Sınıf mücadelesi yeni bir şekilde sürmektedir. Sınıfsal farklılaşmaların olduğu her yerde rastlanan kadın sorunu, yasal önlemleri alınmış, olsa da bu yeni toplumun pratikte hâlâ gündemindedir.
İkinci olarak: Sosyalizm henüz “herkese emeğine göre” şeklinde özetlenebilen bir paylaşım ilkesine sahiptir. Toplumsal üretimin bölüşümünün, bireysel emek düzleminde gerçekleştirilir oluşu, “eşitlik” olgusuna burjuva bir içerik kazandırır. Sosyalist esaslı üretim ilişkileri hâlâ işbölümü probleminden muzdariptir. “Kadınlara göre işler” anlayışı hâlâ kabul görmekte, kadınların üretim içindeki konumlarım belirleyebilmektedir. Kadın işçiler besin, hizmet sektörü, tekstil vesaire gibi hafif sanayi alanında yoğunlaşır. Doğurganlık özellikleri de üretime katılma sürelerini etkilemektedir. Az emek ve düşük kalifiye özellik gerektiren bu işlerde çalışanlara ödenen ücret, “herkese emeğine göre” prensibine göre, erkek işlerine oranla düşüktür. Cinsiyete dayalı işbölümünün ve her türlü ayrımcılığın ortadan kalkışı, sınıfların ortadan kalkışıyla olanaklı olacaktır ve kadın erkek eşitliğinin kelimenin gerçek anlamında gerçekleşmesi “herkese ihtiyacına göre” bölüşüm ilkesinin hayat bulmasıyla olacaktır.
Üçüncü olarak; kadınların niteliksel gelişmişliğini öngören politika işleri de hâlâ, yoğunlukla erkeklerin istihdam edildiği bir alandır. Yönetsel mekanizmanın üst katlarına çıkıldığında kadın yönetici sayısında şiddetli bir azalma gözlenir. Parti merkez komitelerinde ve politbürolarında kadın üye sayısı, hiçe yakındır. Kadınlar genellikle politika alanında yerel örgütlenmeler düzeyinde vardırlar. Merkezi kararlara dolaysız katılma olanaklarından yoksundurlar. Bu durum elbette ki kadınlara yüksek yönetim merkezlerinde yer almalarının yasaklanmasından ya da engellenmesinden veya bu konuda komplolar düzenlenmiş olmasından kaynaklanmıyor. Sorun eldeki insan malzemesinin eski toplumdan aktarılmış olandan başka bir şey olmamasıdır.
Kadınlar eski toplumun yaşama alışkanlıklarından, geleneklerinden, oto sansüründen kurtulamamıştır. Bu durumun giderilmesi yasa ve kararnamelerin yürürlüğe konulduğu günün ertesinde başarılamaz.
Yasal alanda, kadınların ekonomik ve sosyal anlamda, eşitliğinin koşulları yaratılmış olsa da gerçeklik yasal oluşumları hemen izleyemiyor. Sınıflı toplumun yazılı ve yazılı olmayan kuralları hâlâ direnmektedir.
Kadın erkek eşitliği sorunu, yeni toplumun bağrında gelişecek nitelikli insanların; kadın ve erkeklerin aileyi ve varlık koşullarını ortadan kaldırmasıyla çözülecektir. Kadınlara bu hedefin kapılarını ardına kadar açan Arnavutluk Emek Partisi Enver Hoca’nın dilinden diyor ki: “Kadınların geçmişte gizli kalan ve baskı altında tutulan enerji ve yetenekleri sosyalist hayatımızın bütün alanlarında güçlü ve karşı konulmaz bir patlamayla ortaya çıktı. Arnavutluk kadım, sosyalizm mücadelesi alanına büyük bir onurla atılmıştır ve taşıdığı yüksek devrimci ruh kararlılık ve yurtseverlikle kendini göstermekte, çalışmada ve toplumsal hayatta büyük başarı göstermektedir. Bugün onu her yerde: tarlalarda, fabrikalarda, okullarda ve laboratuarlarda görmek mümkündür. Partinin ve devletin yüksek sorumluluk mevkileri ona emanet edilmektedir.
Karı koca arasında, iş ve aile hayatında yeni eşitlik ilişkileri kurulmaktadır. Kadının kurtuluşu sosyalist demokrasiyi günden güne güçlendirmektedir. Bu Marks’ın kadının kurtuluşunun vardığı düzeyin genel kurtuluşun doğal bir ölçüsü olduğu şeklindeki görünüşü doğrulamaktadır.” (ENVER HOCA: AEP 7. kongre raporu)
Burada değinilmeden geçilmeyecek bir nokta da 1917 devriminin kadınlara verdiği olanakların, bugün hiç birinin işlevinin kalmadığıdır. Lenin’in büyük bir gururla bahsettiği yasal haklar, süreç içinde geri alındı. Ekimin devrimci ruhu çoktan söndü. Kadınların enerji ve yetenekleri onları yeniden evlerine göndererek baskı altına alınmaya çalışıldı. Sovyet kadınlarına şaka mı yapılmıştı. Sovyet kadınlarına çok daha kötüsü yapıldı: Sovyet iktidarım revizyonizm ele geçirdi ve kapitalizm yeniden restore edilmeye başlandı. Kadınların payına da “sıcak aile yuvası” ve “kadıncıl yaşam görevleri düştü. Tarih Gorbaçov’un ağzından aşağıdaki sözleri de kaydetti.
“Evet, zorlu ve şanlı tarihimizde kadınların annelik ve ev kadınlığı rolleriyle ve vazgeçilmez eğitici fonksiyonlarıyla bağlantılı olan ihtiyaçlarına ve ayrıcalıklı haklarına yeterince değer vermeyi ihmal ettik. Bugün kadınlar bilimsel araştırmalara angajeler yapıyorlar. Bu nedenle de ev işi çocuk eğitimi ve aile atmosferini yaratma gibi evlerindeki günlük görevlerini yapabilecek yeterli zamana sahip değiller. Pek çok çocuğun ve gencin davranışlarındaki bozukluğun ahlakımızda, kültür ve üretimdeki birçok problemimizin aile bağlarının gevşemesi, ailevi sorumlulukların ihmal edilmesinden kaynaklandığını teşhis ettik. Bu bizim ciddi ve politik olarak haklı olan kadını erkeğe tüm alanlarda eşit yapma isteğimizin paradoksal sonucudur. Bu nedenle şimdi basında kamu örgütlerinde, iş yerlerinde ev kadınlarının asıl kadıncıl yaşam görevlerine geri dönmelerini olanaklı kılma sorunu ve bunun için yapılması gerekenler üzerine ateşli tartışmalar yürütüyoruz.” (alıntı: SF Kaktüs, sayı 4)
Kısacası kadınların işleri devrimin ertesi günü bitmiyor, eski toplumun kadın kimliğini taşıyan kadınların, yeni demokratik ve özgür bir kadın kimliğine kavuşmaları, geleneksel ve tutucu alışkanlıklarından, batıl inançlarından kurtulmaları, sosyal ilişkilerindeki edilginlikten arınmaları için “birlik”lerinin ömrü henüz dolmamıştır. Hem bir gün onca zorlukla kazandıktan haklarını birileri gelip geri alabilir. Kadın birliklerinin, yeni bir içerik kazanarak, toplumun demokratik inşasının kendilerine ve tüm alanlara ilişkin sorunlarının çözümünde yer almaları, demokratik bilincin toplumsal örgütlenmenin tüm hücrelerine değin nüfuz etmesi için gereken işlevi yerine getirmeleri gerekmektedir.
Sosyalizmin düşmanlarının arttığı, liberal rüzgârların şiddetle estiği bir dönemi geride bırakıyor olsak da, kadın sorununun çözümüne ilişkin önerilerimizi “geleneksel sol lafız” olarak yorumlayıp, burun kıvıracakların varlığım da hesaba katmak gerekiyor. ‘Kadının kurtuluşunu soyut bir geleceğe erteliyorsunuz’ yollu hırçın çıkışları olgunlukla karşılıyoruz. Diyoruz ki: Hayır! Kadının kurtuluşunu soyut bir geleceğe, biz ertelemiyoruz. Bu sorun, hemen bu günden çözülebilecek bir konu olamıyorsa, bu sosyo-ekonomik, toplumsal formasyonun bugünkü gelişmişlik düzeyinin yeterli önkoşulları sunamamasından kaynaklanıyor: Acı çekmekten zevk almıyoruz. Hem materyalist tarih anlayışı ortaya çıktı çıkalı, sınıflı toplumun insan kafasını şekillendiren, gelecek belirsizliği Marksistler için söz konusu değil. Gelecek denen şey bilinebilir, hiç değilse kestirilebilir bir olgu artık. Ama yine de onları rahatlatalım, kadınların bugünden çözülebilecek en küçük sorununa bile burun kıvırmak sosyalistlerin harcı değil:
“Yalnız Marksizm’i bilmeyenler, düşünmeye yetersiz kişiler şu sonucu çıkarırlar. Cumhuriyet değersiz olduğuna göre boşanma özgürlüğü değersizdir. …Ama Marksistler bilirler ki, demokrasi sınıf baskısını ortadan kaldırmaz ama yalnızca sınıf savaşımına daha yalın, keskin bir biçim verir. Bizim gereksindiğimiz budur. Boşanma özgürlüğü ne kadar tamsa, kadın için ev köleliğinin kaynağının kapitalizm olduğu ve hak yoksunluğu olmadığı o kadar bellidir. Devlet düzeni ne kadar demokratikse işçiler için kötülüklerin kökünün kapitalizm olduğu ve hak yoksunluğu olmadığı o kadar bellidir.” (LENİN: Marksizm’in Bir Karikatürü. Alıntı: Kadın ve Aile).

ÖZETLE:
Kadınların sistem içinde, baskının ve sömürünün vurup kırabilecekleri herhangi bir halkasına yönelik girişimlerinden, bu kadarla yetinmeyip zincirin tüm halkalarım koparmaya yönelik çabalarına değin geniş bir yelpazedeki kadın eylemliliğinde asıl tercih, elbette ki kadının ezilme ve sömürülmesinin ana kaynağına esas darbenin indirilmesidir. Kadınlar mücadelelerini bu yolda birleştirmeli ve örgütlenmelidirler. Konunun radikal çözümü ön şart olarak, sosyalist bir devrimi ve buna bağlı olarak proleter bir iktidarı dayatıyorsa, bilinçli kadın hareketinin tercihi bu iktidarı talep eden işçi sınıfının öz örgütlerinin yanında yer almak olmalıdır.
Kimsenin kimseyi sömürmediği, kadınların çocuklarından, çocukların ebeveynlerinden özgürleştiği, insan ilişkilerinin önceki çarpıtılmış şekillerinden kurtulduğu, kadını eve bağlayan sosyal ve ekonomik şartların parçalandığı, ev işlerinin toplumsallaştırıldığı, gençlerin yaşlılara bağımlılığının, sorumluluğun topluma aktarılarak giderildiği, genç ve diri bir toplumun oluşturulmasına ilişkin mücadele uzun soluklu bir mücadeledir. Bütün bunlar için, geçmiş sınıflı toplumların kadına kadın olmaktan dolayı dayattığı sorunların kökünün kurutulacağı, ona yitirdiği eski altın çağı, ilkel değil, ama modern anlamda geri verecek sosyalizm için… kadınlar örgütlenmeli.
BEBEL o ünlü kitabını “gelecek günler sosyalizmindir, yani her şeyden önce işçinin ve kadınındır” diye bitiriyor, bundan daha iyi bitiş olabilir mi?

Haziran 1989

Uğur Dündar aileyi kurtarıyor!

Geçtiğimiz günlerde, televizyonun birinci kanalında, klasik Uğur Dündar şovlarından biri olan “Tele-Vizyon” programı yayınlandı, TRT kurumunun şimdiye dek en küçük politik esintiye göre ardı ardına değişen bütün yönetim kadrolarıyla birlikte çalışabilme “yeteneğini” kendine özgü siyasi kıvraklığıyla başarabilmiş olan, kimi zaman sosyal-demokrat, kimi zaman milliyetçi muhafazakâr, kimi zaman ANAP usulü liberal olmayı, adeta bunlar arasında hiçbir çelişki olmadığını göstermek istercesine becerebilen bu yayıncının altına imza attığı programların niteliği, artık uyanık izleyici için çok bilinmeyen bir şey değil.
O, habercilik deyince, “özerk” TRT’nin kendisine sunduğu olanaklardan sonuna kadar yararlanıp gizli kamera komploları kurarak, kişilerin özel hayatlarını insafsızca didikleyerek, polisiye yöntemler uygulayarak hatta ardına polis timleri takıp gezerek sansasyonlar yaratmayı anlar. Yüzüne zoom yapılmış kameradan ekrana gelen görüntüde, dudaklarını eğip bükerek, ağlamaklı ses tonuyla, hani neredeyse bir erkeğin yaşardı yaşanacak gözlerini izleyicinin gözlerine kenetleyerek, kendisinin de bir parçası olduğu düzenin pislikleri içinde debelenen ve bu pislikleri eylemleriyle yeniden üreten, hayatını trajediler olarak yaşayan sinik ve ezik insanların üzerine oturup, düşünsel cüceliğinin devlet desteğiyle zafer kazanmasının keyfini çıkarır.
Anmadan geçmeyelim, “Tele-Vizyon”da, Uğur Dündar’a, geçmişte Yeni Gündem’de çalıştığı sıralarda, orta sayfaya “marjinal” kesimlerden görünümler yazan, Çingenelerin, Çerkeslerin, eşcinsellerin, lezbiyenlerin, Kürtlerin, Alevilerin, kadri bilinmemiş “entel”lerin ve değişik alt kültür gruplarının problemlerini eğlenceli ve renkli bir dille anlatan Osman Balcıgil eşlik ediyor. Ama Balcıgil, geçmişte takındığı biraz hümanist, biraz demokrat ve biraz uçuk tavrını, TRT kurumunun kendisine verdiği bürokrat gözlükleri ve koyu renkli kravatlarla takas etmiş. “Marjinal” kesimlerin ve insanların dostu gibi görünmekten çoktan vazgeçmiş; şimdi artık eline geçirdiği çuvaldızla, kapitalizmin düşürdüğü insanların yaralarını deşip kanatmaktan ve üzerine gericiliğin tuzunu ekmekten özel bir zevk duyar hale gelmiş.
Bu kez gizli kameralar bir kadının üzerinde odaklandı. Bu kadın, kendisini filme alan kameradan habersiz olarak, bir kaç ay önce evlilik dışı doğurduğu çocuğunu üç milyon lira karşılığında, kendisine bir çocuk alıcısı sıfatıyla yaklaşan Osman Balcıgil’e satıyor! (Osman Balcıgil, hemen oracıkta kendi hazırladığı “kontrat”’ta, “satmak” kelimesinin özellikle geçmesi için ısrar ederken, kadıncağız bunu kabul etmiyor: ” verdi diye yazın!”‘) Tam o anda, TV’nin suçüstü ekibi, kamuoyunun gözleri önünde bu “suçlu ana”yı kıskıvrak yakalıyor. Araya bir didaktik yabancılaştırma efekti olarak giren Uğur Dündar’ın konuşmalarından, özetle şu sonuç çıkıyordu: “İşte bu kadın, yeni doğmuş günahsız bir bebeği, kendi öz evladını bir anlık zevki için peydahladıktan sora sokağa atıyor, hayır daha kötüsü, parayla satıyor. Bu kadın herkesin vicdanında linç edilmelidir. Bütün kötülüklerin asıl sebebi bunun gibi insanlardır.”
Ekranda dökülen gözyaşlarının arkasında, bir çocuğun parayla satılmasının yol açtığı insanca bir parça duygu arayanlar yanılırlar. Bir kadının kendi çocuğunu satmak zorunda kalışının nedenleri üzerinde durmak hiç işlerine gelmediği için, programı hazırlayanlar, o üzerine toz kondurulmayan “analık içgüdüsünün” har kadında bulunacağını iddia eden ataerkil ve dinsel ideolojinin, burjuva önyargıların iflasını herkesin gözü önünde gerçekten büyük bir cesaret ve onurla “ben bu çocuğu istemiyorum ve bundan rahatsızlık duymuyorum” diyerek kanıtlayan kadının karşısına, ancak ve ancak kamuoyunun şartlanmış öfkesini dikebildiler. Asıl sorun buradadır: “Çocuğunu satan kadın”, her kadının doğal ve biyolojik bir uzantısı sayılan ve bir kadınlık salgısıymış gibi gösterilen ve adına “annelik içgüdüsü” denilen şeyin, bir kadını denetim altına alacak, istenilen yönde disipline edecek ve bağımlılığım bakmak zorunda olduğu çocuklar aracılığıyla yeniden üretecek güce sahip olmadığını göstermiştir. Bu, şimdiye kadar özel bir politikayla örülmüş olan kadınlık mistiğinin çözülüşüdür.
Bütün insan ilişkilerini metalaştıran, alışveriş konusu haline getiren, insan emeğini ve kadın cinselliğini para karşılığında satın almaya, kiralamaya alışmış burjuvazinin, politikasını yaygınlaştırmanın bir aracı olarak kullandığı TV ekranlarında, bütün o yapış yapış duygusallık gösterisinin arkasında, ailenin çözülmesi “tehlikesi” karşısında duyulan panik vardır. Bu yüzden, her biri evlilik içinde çocuk doğurmuş oldukları kesin olan ve asla çocuklarını satmayacaklarını ve bir annenin öz çocuğuna bunu yapamayacağını söyleyen kadınlar, aile kurumu dışında çocuk sahibi olmayı göze almış veya buna zorunlu kalmış kadının karşısına dikilir. Yasal annelerin sahte ve arzulanan rahatlığı önünde, gayrı meşru annelik mahkûm edilir.
Suçüstü yakalanan kadın üç kez hata yapmıştır: Birincisi; ya bir sevgi ilişkisi veya kaba bir erkeğin saldırganlığı nedeniyle cinselliğini evlilik dışında yaşamıştır, ki bu ancak kimsenin görüp bilmemesi koşuluyla katlanılacak bir durumdur. İkincisi; bu ilişkiden bir çocuk doğurmayı göze almıştır; ama bu da, evlilik dışında girilen ilişkinin bedeli, kadının deyimiyle “komşuların yüzüne bakamamakla” ödendiği sürece, ibret verici ve hizaya getirici bir olay olarak değer kazanır. Fakat üçüncüsü, yani çocuğun “anası” tarafından istenmeyerek bir başkasına satılması, işte bu kadarı fazladır! Kimsenin, kurulmuş ve “yolunda giden” bir düzeni kişisel eylemiyle de olsa, tehdit etmesine izin verilemez! Ataerkil ideoloji, kadının manevi görünüşünü “cinsel temizlik” ve “cinsel erdem” olarak belirler ve burjuvazinin düzeninin, kadının cinsel saflığına ihtiyacı vardır! Cinselliğin yasal evlilik dışında yaşanabilmesi, bu düzenin en önemli dayanağı olan ailenin gerçek bir tehdit altına girdiğini gösterir.
Türkiye’de aile, devletin son yıllarda özel ve güncel bir aile politikası oluşturmasına neden olacak kadar sarsıntı geçirmektedir. Duygular, içgüdüler ve sevgiler, aile içinde bir arada olması, birbirinin bakımından sorumlu tutulması gereken insanları, birlikte tutmaya yetmemekledir. Yoksulluktan çocuklarını satmak zorunda kalan insanlar, kız çocuklarını para karşılığında erkenden evlenmeye zorlayan ana-babalar, karısının ya da kızının fuhuş yapmasına göz yuman, hatta teşvik eden aile büyükleri gün geçtikçe çoğalmaktadır. Bütün ahlaki ilkeler ve erdemler, sefaletin buz gibi duvarına çarpıp kırılıyorlar. Ama Dündar ve onlar gibilerinin programlarında analık ve babalık sevgilerini yoksulluk nedeniyle parayla değiştirmek zorunda kalan bu çaresiz insanların öykülerine yer yoktur.
Bu programlarda insanlara timsah gözyaşları döktürme kolaylığından vazgeçip, olayların apaçık ve can acıtıcı nedenlerini ortaya koymaya kalkışmanın, burjuvazinin düzenine ve devletine karşı kuşku, güvensizlik ve isyan duyguları üretmek anlamına geleceğini onlar da bilirler. Dört bir yandan kuşatılmış, hem bir cinsel saldırı hem de cinsel baskı altında tutulan çaresiz kadınları, “yeterli annelik içgüdüsüne sahip olmadıkları” için “canavar” diye suçlamak, ailenin stabilitesini korumak için, onların tutabileceği en kolay yoldur. Varsın sefalet bazılarının evini dağıtsın, varsın aile düşmanı komünistler burjuva ailenin köklerini açığa çıkarmaya devam etsinler; çöken çatının allına hemen yerleştirilecek bir kadınlık erdemi, bunu denetleyecek bir kamuoyu, köksüz, sulandırılmış bir içgüdü hemen bulunuverir! Bazı kadınların kişisel öyküleri, onları acımasızca teşhir ederek zaten kararmış hayatlarını iyice çekilmez hale getirmek pahasına, aileyi ayakta tutmak gibi bir kutsal görevde kullanılabilir! Evlilik dışında cinselliklerini yaşamak isteyen, aile kurumu dışında çocuk sahibi olmayı düşünen kadınlar, bunun nelere mal olacağını, ne gibi bedeller ödemeye hazırlanmaları gerektiğini öğrensinler!
Uğur Dündar’ın programının, bir kaç yıldır TRT’nin “milliyetçi- mukaddesatçı aile” kurumu yaratmak amacıyla yaptığı ideolojik bombardımanın genel çerçevesi içinde düşünüldüğünde, bütün diğer programları tamamlayan ve onlarla sistemli bir bütünlük oluşturan özel bir yönü vardır. Bu yüzden, geçen yıl yayımlanmış ve bayağılıklarla bezenmiş olan “Yuva” dizisinde, küçük çocuğunun yüzüne esaslı bir tokat indiren babanın (Tamer Yiğit) olumlanması ve ailedeki şiddete bu yolla küçük bir övgünün gönderilmesiyle, çocuğunu salan anneye şiddetli lanetler yağdırılması arasında niteliksel bir fark yoktur. Yine, bir yerli yapım dizi filmde anne ve babaların kimin yanında kalacağı konusunda karar vermek için bir araya gelen beşkardeşin hiçbirinin ekonomik sorunlar ya da başka nedenlerle buna yanaşmıyor olmalarının eleştirisi, izleyiciler yine yapış yapış duygusallıklara sürüklenerek yapılıyordu. Oysa kendilerini yanlarına almaya yanaşmayan çocukları için onlar revani bile yapmışlardı! Saçını süpürge ederek onları büyüten fedakâr anne (Nisa Serezli) ve müşfik ve sürekli ağlamaklı baba (Münir Özkul), ah ne yazık ki, hak ettikleri ilgi ve özeni göremezler!
Aile içindeki bireylerin birbirlerinin bakımını sağlamaları yetmemektedir. Burjuvazi, yaşlı anne ve babaların geçiminden, özel bir harcama, ek bir artı-değer kaybı yaratmasın diye, kendi devletini bağışık tutar. Yaşlıların bakımı “hayırlı evlatların” istekliliğine ve iyi niyetlerine havale edilir. Çekirdek ailenin kendisi yeterince sorunlar yaşıyorken, milliyetçi- mukaddesatçı aile anlayışına uygun olarak geniş ve kalabalık ailelerin kurulması özendirilir.
Ailenin geçirdiği sarsıntı karşısında duyulan telaş o kadar yoğundur ki, anne, baba ve çocuklar arasındaki duygular iki de bir karıştırılıp, küllerin arasındaki ateş canlandırılmaya çalışılır. Kısacık “Dikkat” ve “1 Dakika” programlarında, “bugün annenize telefon ettiniz mi?” diye acıklı acıklı sorular sorulur.
Hepsi bir araya gelerek belirli bir politikanın sürdürülmesine tutarlı bir katkı sağlayan bu programların tümünde insan ilişkileri, bayağılıklar sınırında tutulur. “Kutsal” aile kurumu, her seferinde değişik açılardan bakılarak yeniden tanımlanıp kurulur. Hepsinin bildirisi aynı içeriği taşır. Konularındaki basitlik, konuşmalardaki yüzeysellik, uyandırdıkları arabesk duyarlıklar, ortak noktalarıdır. Uğur Dündar’ın programı ise, bütün bunlara özel bir tarzda katkı sağlayan ama bayağılıkta genel çizginin üzerine çıkmayan bir programdır. Bir kadını harcayarak kurtarmaya çalıştığı aile kurumu daha ne kadar ayakla kalır bilinmez ama, ömrünün geri kalan süresini biraz da Dündar’ın önünde secdeye yatmasına borçlu olacağı açıktır.

Kasım 1991

Dört Fotoğrafta Rosa

Bir insan… Bir devrimci… ve bir komünist.
O, soyadı söylenmeksizin hemen anımsanan tek kadındır.
Rosa bir kadındı ama öteden beri politikanın erkeklere özgü bir alan olduğuna dair sürdürülen ön yargıyı kendi eylemiyle yıkmış, devrimci mücadelenin en ön saflarında kadın kimliğiyle yer alabilmiş bir savaşçıydı. Kadınlara özgü kılınmış değerler ve uğraşlarla, erkeklere özgü olduğu kabul edilen değerler ve uğraşların özel bir sınıfsal çıkara uygun olarak birbirinden farklı kılındığı bir dünyada, bu iki cins arasında yapay olarak çizilmiş kaba ve kalın tarihsel sınırı kırıp aşarak kadın cinsiyetine özgü klasik tanımlamaları alt-üst etmiş ve ancak devrimci mücadele içinde, politik eylem aracılığıyla kadında yitirilmiş insanlığın geri kazanılacağını kendi öyküsünde göstermiştir.
O bir Polonyalıydı ama bir kaç parçaya bölünmüş ülkesinin sorunlarıyla çok yakından ilgilenmekle birlikte eylemini ve ilgi alanlarını doğduğu ülkenin sınırlarıyla daraltmamış, dünya sosyalist hareketinin bir parçası kılmış. O zamanlar uluslararası devrimci mücadelenin merkezi olan İkinci Enternasyonal’in en canlı, en etkin, en renkli yüzü olmuştu.
Çok genç yaşlarda, Polonya’da Proletariat Partisi’nde başlayan devrimci mücadelesi Rosa’yı çok geçmeden sosyalizm tarihinin en önemli kişilerinden biri haline getirecekti. Polonya’da büyük kentlerdeki aydınları kucaklayan bir parti olan “Proletariat” 1889 yılında Polonya’yı sarsan grev ve işçi eylemlerinin şiddetle bastırılmasından sonra dağıtılınca Luxemburg yurt dışına çıkmak zorunda kaldı. Önce İsviçre’ye, sonra da Almanya’ya geçti. Mülteci Polonyalı sosyalistlerin arasında sürdürdüğü örgütlenme çalışmalarından sonra kısa zamanda Alman Sosyal Demokrat Partisi’ne (SPD) katıldı.
Rosa’nın bundan sonraki yaşam öyküsü Polonyalı genç bir komünist kadının ulusal sınırlar içinde kalan mücadelesinin öyküsü değil, İkinci Enternasyonal’in en güçlü partisi olan SPD içinde yer alarak sürdürdüğü ulusal sınırları aşmış, dünya devrimci hareketinin etkin ve önemli bir parçası olmuş hem Polonyalı, hem Almanyalı, ama daha çok dünyalı bir komünist kadının uluslararası, devrimci mücadelesinin öyküsüdür.
O, kısacık yaşamına “birçok hayat” sığdırmış; bu hayatı yaşadığı dönemin toplumsal dinamizmiyle beslenen, açığa çıkan, gelişen yeteneklerinin bütün sınırlarını zorlayıp aşarak yaşamıştı. Hem bir ajitatör, hem bir örgütçü, hem bir militan, hem bir entelektüel-yazar, aynı zamanda gelişmiş bir doğa-bilimci, bir felsefe ve matematik tutkunuydu. Polonya’dan ayrıldıktan sonra ülkesinin ulusal sorunlarına karşı yazdığı ilk broşürü sayısız makaleler ve birçok kitap izledi. Devrimci eylemin gündemine gelen her sorun üzerine yazıyor, her konuda tartışıyordu. SPD içinde zaman zaman kesintiye uğrasa da parti yayın organlarının editörlüğünü üstlenmiş, militan mücadelesini kalemiyle güçlendirmişti”.
Lenin onu “O bir kartaldı” diye tanımlıyor. SPD’ye katıldığı ilk andan itibaren, bu Avrupa’nın en büyük ve en kitlesel partisi olarak tanımlanan partinin bürokratik ve hantal yapısını görmüş heybetli görünümüne, Kautsky ve Bernstein gibi ağır toplara ve etkili sözcülerine rağmen taşıdığı gizli kofluğa işaret etmiş, bazılarının kendisine “Polonyalı ithal devrimci” diye dudak bükmelerine karşın yılmadan savaşmıştı. Rosa yaratıcı ve dönüştürücü bir devrimciydi.
Bir insanın eylemini ve eylemi aracılığıyla kimliğini tanımlamak için, yaşamından öne çıkan bir kaç durumu fotoğraflamak yeterli olursa eğer Rosa da bir kaç tarihsel anla karakterize edilebilir. Ancak onun yaşamı, akıp giden süreç içinden seçilen bu anların kronolojik dizimi değildir sadece. Rosa’nın yaşamından seçilen durumların tarihsel önemi vardır. Bu durumlar yalnızca onun kişisel yaşamını tanımlamak açısından değil, bu yaşamın içinde sürdürüldüğü tarihsel ortamın çizgilerinin çizilmesini sağlamak açısından anlamlıdır. Rosa’nın kişisel öyküsü, içinde yaşadığı tarihsel ortamın ürünüdür ve bu tarihsel öyküyle sarmal haline gelir. Rosa bu anlamda bir tarih, tarih bu anlamda Rosa’dır.
Bernstein’la ve onun “kapitalizm Marx’ın farkına varmış olduğundan çok daha kuvvetli bir yaşama potansiyeline sahiptir” iddiasıyla başlayan revizyonizmin ve reformist önerilerin SPD içinde yarattığı çalkantıların tam orta yerinde durur Rosa. Yaşamından alınan birinci an Bernstein’in SPD’yi reformcu çizgiye ve karşı devrimci sallara sürükleme çabasına karşı dişe diş kavgaya girdiği andır. SPD saflarında tehlikeli uğultuların duyulduğu, parti birliğinin sarsıntıya girdiği günlerde kararlı Marksist tutumunda ısrarlı olarak gerici rüzgarlara karşı dimdik ayakta kalabilmeyi, üstelik bu rüzgara karşı dövüşebilmeyi başarmıştır.
Bernstein’ın kapitalizmin doğası ve sosyal demokrasinin rolü konusunda ileri sürdüğü savların bir bir çürütülmesi gerekiyordu. Hareket halindeki Alman işçi sınıfına reformlar peşinde koşmak, hukuksal düzenlemelerle yetinmek, sendikal mücadelede boğulmak, devletle uzlaşmak öneriliyordu. Rosa “Toplumsal Reform Ya Da Devrim” adlı yapılıyla sosyalist kampa sokulan burjuva virüsü bütün yönleri ve özellikleriyle tanımlayarak, onu açığa çıkardı. Bir statüko savunucusu olarak Bernstein’in kuramları ile burjuva değerler sosyalist karnaval elbisesi giydirilerek içeri sokuluyordu.
Bernstein’in revizyonizme karşı dövüşmesinden sonra, Luxemburg’un yaşamında seçilebilecek ikinci önemli an; birinci emperyalist paylaşım savaşının ufukta göründüğü, Sovyet devriminin ayak seslerinin yavaş yavaş işitilmeye başlandığı sıralarda İkinci Enternasyonale üye birçok sosyal demokrat partinin kendi ülkelerindeki burjuva savaş hükümetleriyle uzlaşmaya girdikleri ve birden bire “anavatan savunucusu” kesildikleri günlerde en yakın mücadele arkadaşlarını bu gruba kaptıran Rosa’nın bu ihanetlerle yalnız kalmasına karşın sosyal-şovenizme karşı dövüştüğü andır.
Bu tarihsel dönem akla karanın belli okluğu, revizyonizmin partiyi içten kemirip çökerttiği, yıkıntılarının üzerine burjuvaziyle işbirliği siyasetini tercih etmiş, bir ihanet partisine dönüşmüş SPD’nin oturtulmaya çalışıldığı dönemdir. Savaşa ve kendi ülkelerinin burjuvazilerine karşı tavır almak komünistler için bir kriter olurken başta Kautsky olmak üzere SPD’nin bazı liderleri saflarını proletaryanın yanında değil, Alman burjuvazisinin yanında belirleyerek, adlarını dönekler kitabına yazdırıyorlardı. Bu dönemde Rosa, Clara Zetkin’le birlikle Lenin’in yanında konumunu saptıyor, hem savaşa hem Alman burjuvazisine ve savaş hükümetine, hem SPD ve İkinci Enternasyonal içindeki sosyal-şoven işbirlikçilere karşı savaş bayrağını açıyordu. “Bu partide” diyordu “iki erkek kaldı; Clara Zetkin ve ben”.
SPD’nin yeni biçimlenmesinden sonra parlamentoda savaş kredileri ile ilgili yapılan oylamada sosyal demokrat milletvekillerinin Kari Liebknecht hariç tamamı lehte oy verirlerken, Liebknecht ret oyuyla SPD politikasından koparak Rosa Luxemburg’un muhalefet grubuna katılır. Bto tarihten sonra Rosa’nın ve Karl’ın eylemleri ve yazgıları ölümlerine dek ve ölümlerinde de iç içe geçer.
Başlangıçla SPD’den ayrılmayı doğru bulmazlar ama parti içinde adını “Spartaküs Birliği” koydukları bir muhalefet grubu oluştururlar.
SDP’nin ihaneti ve Alman burjuvazisinin politik çıkarlarına hizmet edecek biçimde tavır alması Alman işçi sınıfının devrimci eylemine zarar verecektir. Savaş yoğun bir kıtlık ve sefalet yaratmıştır. Devrimci eylem 1917 Rus Devrimi’nin gelişimine paralel olarak, ondan esinlenerek giderek gelişir. SPD bu süreçte işçi kitlelerinin dizginlenmesi ve disiplin allında tutulması işlevini görür; devrime ihanet eder. Rosa’nın yaşamındaki üçüncü an Alman işçi kitlelerindeki radikal hareketliliğin komünistler tarafından heyecanla abartılmasının ve eylemin boyutlarını aşan taktiklerin tespit edilmesinin zararlarını önceden görerek yoldaşlarını uyarmaya çalışmasına rağmen geride ve tarafsız kalmayı değil, ayaklanmanın içinde yer almayı tercih ettiği andır.
Almanya gibi kapitalizmin geliştiği bir ülkede devrimin olması Rus devriminin korunması ve dünya devriminin zaferi için önemli bir adım olacaktır. Ancak SPD için Almanya’da olası bir “Bolşevik devrimi” korkulu bir rüyaydı. Bu yüzden devrimci eylem baltalanmaya çalışıldı. Henüz küçük bir grup olan “Spartakus Birliği” duruma hâkim olamayınca Alman burjuvazisi devrimi kanla bastırdı.
Devrim günlerinin sonunda 15 Ocak 1919’da yoldaş Kari Liebknecht’le yakalanıp aynı gün öldürülüşleri bu iki devrimcinin fizik olarak yok edilişi anlamına gelir yalnızca. Bu ölüm anında bile edilgin değildir Rosa. Yıllar önce nasıl ölmek istediğini “Her şeye rağmen görev başında, bir sokak çatışmasında ya da darağacında can vermek isterim” diye saptarken, onu ortadan kaldırmak için vahşi bir arzu duyanlardan daha çok söz sahibidir ölümü üzerinde. Nasıl yaşamayı tercih etmişse öyle yaşamış, ölüm biçimi de bir devrimcinin ancak öyle ölmeyi isteyebileceği gibi; görev başında, sokak çatışmalarının ortasında; oradan çekilip alınarak olmuştur. Bir nehre atılıp aylarca sonra bulunan bozulmuş, şişmiş, çürümüş cesedi Luxemburg’un kendi fotoğraf albümüne gerici Alman burjuvazisinin tutulmuş uşakları tarafından koyulmuş gibi görülür. Gerçekte ise öyle değildir. Yaşamında fikse edilmiş son görüntü, sön enstantane üzerinde Rosa’nın herkesten, ama herkesten daha çok belirleyici üstünlüğü vardır. Ölümü ve ölüm biçimi üzerine olan iradi tercihiyle o yine yenmiştir. “Devrimci mücadele içinde en iyisi olmak” biçiminde seçilerek yaşanmış bir ömrün yine seçilmiş bir ölüm tarzıyla bitirilişi bu yüzden anlamlıdır.
Luxemburg’un yaşamından alınan dört an, dört film karesi politik mücadele içinde kendini tanımlamaya çalışan bir kadının özgür ve bağımsız olmak için kavgaya soyunan bütün kadınlar için model olarak önlerine koyabilecekleri yaşam öyküsünün akışından yakalanmış ana uğrakları gösterir. Dört fotoğraf karesinin her birinin önünde, arkasında, yanında, dolayında tutkuyla yaşanmış binlerce ilişki, binlerce olaydan oluşmuş akıp giden ve seçilmiş anlara bağlanan başka yaşam parçaları vardır.
Yoldaşlarına duyduğu tutkulu bağlılık devrimci mücadeleye özverili adanmışlığının yanında aynı tutkularla başka ilgi alanlarına yönelişi yer alır. Biyografisinin yazarı, Peter Neul’e göre o tutkulu bir doğa-bilimciydi. Ve “asıl ilgisi botanik ve zoolojiydi. Yaşamını kaplayan bir çalışma olmasa da bu konulara karşı her zaman, neredeyse mesleki bir çekicilik duymuştu. Daha sonra özellikle hapishanede bir koleksiyoncunun ayrıntılı katalogculuğuna periyodik olarak geri dönecek ve sadece doğayı seven dostlarını teknik açıklama ve yorumlara boğacaktı”.
Her koşulda ve durumda tükenmek bilmeyen bir neşeye ve yaşama sevincine sahip olan bu büyük kadın evinde, kavgada, hapishanede; nerede olursa olsun bütün dostlarına bu neşeyi bulaştırır ve coşkusuna ortak ederdi. O, kadınların fiziklerine ve yeteneklerine karşı duydukları kuşku ve yetersizlik duygularını aşmış, bunun dışında, hemcinslerini kötürümleştirip, edilginleştiren bütün diğer bağları parçalamış ama politik mücadele içinde bir kadın olarak yer almayı başarmıştı. Nasıl tutkulu bir savaşçı ve devrimciyse aynı tutkuyla aşklar yaşıyordu. Bizim onun “özel” yaşantısına duyduğumuz ilginin nedeni, burjuvazinin öteden beri yaptığı gibi özel yaşam alanında ve ortak “kadıncıl değerler” düzeyinde bütün kadınların aynı olduğunu gösterip, sınıfsal çıkar karşılıklarıyla bölünmüş kadın kitlesinin soyut bir “kadınlık dünyası”nda eşitlenmiş olduğunun iddia edilmesinden, buna inanılmasından umduğu özel sınıfsal çıkar değildir. Rosa’nın özel yaşamını düzenleyiş biçimi, kadınca olan özellikleri yitirmeden duyguyla, coşkuyla ve aşkla mücadele edilebileceğini kanıtlar. O hemcinsleri gibi sevmekten, çocuk sahibi olmayı düşlemekten, rahat evlerden, şık giysilerden hoşlanır, sevgilisini kıskanır, şiddetle özler ve bunu ifade eder. Duygu dünyası onun kadın olan yönünü belirlerken, politik mücadele ise klasik kadın kimliğinden koparır. Rosa başından beri cinsiyeti tarafından belirlenmeyi, edilginliği ve bu nedenle yalnız kalmayı reddeder. Eylemiyle çoğalır, akar ve büyür. Rosa’yı bir bahçe gülü olmaktan çıkarıp “Rosa” yapan da özel bir kadın hareketi örgütçüsü olmamakla birlikte, kadınlara ihanet etmeden, devrimci kadınların karşısına hep bir tuzak gibi dikilen klasik erkek görünümünü bedenine ve davranışlarına içselleştirmeden siyasal mücadele içinde “en iyilerden biri” olmak için yola koyulmasıdır. Bu onu ve bütün kadınları anatominin kader oluşundan, tutsaklaştırışından kurtaran tek yoldur.

Ocak 1992

Zonguldak Katliamı Ve Ocakların Kapatılması

Geçen yıl, Türkiye işçi sınıfının tarihine, adlarını unutulmaz “Ankara Yürüyüşü” ile yazdıran Zonguldak işçileri, bu yıl bir kez daha kendilerini -ama acıyla- yeniden gündeme soktular.
3 Mart’ta Kozlu-İncirharmanı kömür ocağında gece vardiyasının başlamasından dört saat sonra patlayan grizu, resmi açıklamalara göre 120, resmen onaylanmamış açıklamalara göre 300 madencinin ölümüne neden oldu. Ocak kapatıldığı, kurtarma çalışmaları durdurulduğu halde, cesetleri çıkarılmadığı için yeraltında bırakılan işçiler resmen ölü olarak kabul edilmedi ve ailelerin “resmi ölülere verilen devlet tazminatından yararlanamayacakları açıklandı.
Kozlu’nun yiğit işçilerinin, bu kentin Ankara’ya yürüyüşü sırasında Çankaya’ya doğru savurdukları sıkılı yumrukları, şimdi cansız bedenleri Zonguldak SSK Hastanesi’nin üçüncü bodrum katındaki morgun gasil hanesinde yıkanmak ve alelacele ailelerine teslim edilmek üzere bekletilirken, bu kez hiçbir şey ifade etmemek üzere, iki yanlarına sarkmış, kiminin de göğsüne kenetlenmişti. Siz eğer burada durup 1991’in Ocak ayına geriye dönüşler yaşamıyorsanız ve “diri diri gömülmek istemiyoruz, grizuda, göçükte ölmek istemiyoruz” sloganları kulaklarınızda çınlamıyorsa, bu yanlara sarkmış kömür karası eller, bu bele asılmış kazmalar, lastik çizmeler, zimmetli madenci lambaları size flash-back’ler yaptırıp gözünüzün önüne taleplerini haykıran ama yarı yoldan geri döndürülen devasa bir işçi kitlesini getirmiyorsa, gerçekten ifadesizdirler…
Kozlu’daki grizu faciasıyla birlikte patlamanın nedeni, kömür ocaklarının durumu ve işçilerin bundan sonraki yazgılarının ne olacağı konusunda tartışmalar başladı. Ancak politik gündemde önceliklerin sık sık değiştiği ülkemizde öne çıkan diğer güncel sorunların arasında önceliğini ve önemini yitirerek hiç değilse şimdilik bir yana bırakıldı.
Patlamayla ilgili yorumlar Zonguldak işçi sınıfına göre ve Zonguldak’la ilgili tasarıları olan tekelci burjuvazinin temsilcilerine ve onların devletine göre farklılıklar gösteriyordu. Zonguldaklı işçilere göre Kozlu faciasının nedeni ihmaldi; gözleri İncirharmanı kuyusunun giriş kapısında arkadaşlarının cesetlerinin çıkarılmasını beklerlerken “onlar için iki araba daha kömür çıkarmak işçinin hayatından daha önemli” diyorlardı. “Bu yüzden metan gazı oranı yükseldiği halde ocak boşaltılmadı.” Oysa TTK ve devlet sözcüleri olayın doğal bir afet, bir kaza olduğunu söylüyor, başsağlığı diliyorlardı. Çok sıkışınca da öfkeli işçilerin karşısına ihmalden, dolayısıyla kazadan sorumlu olarak mühendisleri ve teknik elemanları çıkarıyorlar, hedef tahtasına bu kesimleri yerleştiriyorlardı.
TTK yetkililerinin kazadan hemen sonra açıkladıkları ve matbu olarak basına dağıttıkları günlük metan gaz ölçümleri, 3 Mart tarihli listede oldukça ilginç bir tablo çiziyordu. Ocakta, kömür çıkarımı sırasında doğal olarak oluşan metan gazının % 1,5’a kadar yükselmesi normaldir. % 2 düzeyi gazın kritik bir düzeye geldiğini gösterir ve bu noktadan itibaren alarm verilmesi ve ocakların boşaltılması gerekir. TTK listelerinde gaz, saat 19:40 dolaylarında işte bu kritik noktaya gelmiş ve patlamanın olduğu 23:03’e kadar geçen 23 dakikada ne ocak boşaltılmış ne de alarm verilerek işçiler uyarılmıştır. Dahası ocaklarda son bir haftadır gözlenen sıcaklık artışı tutanaklara geçirildiği halde, gerekli kontroller ve işlemler yapılmamıştı. Bu ilk listelerin gazetelerde yayınlanmasıyla kamuoyunda yoğun bir tepkinin uyanmasından sonra TTK yetkilileri alelacele bir basın toplantısı düzenleyerek, ilk listeyi yalanladılar ve bunun bir daktilo hatası olduğunu ilan ettiler. “Karışık bir zamandı, böyle hatalar olur”du. Yeni düzenlenen listede ise her şeyin işçilere haber verilemeyecek kadar kısa sürede olup bitiği görülüyordu. İki-üç dakikada aniden yükselen metan gazı için bir şey yapılamazdı; Zonguldak olayı bir kazaydı. Devletin resmi açıklaması TTK yetkililerinin ağzından böyle yapılıyordu.
Kozlu’lu işçiler ilginç bir açıklama daha yapıyorlardı. On beş gündür MET-SEC Macar firmasının mühendisleri “delme patlatma yöntemi” adı verilen bir metodu denemek ü2ere Kozlu’da bulunuyorlardı. Dik ve dar damarlarda kömür çıkarımını kolaylaştırdığı iddia edilen bu yöntem denemelerinin grizu faciasını provoke ettiğini söylüyorlardı. İşçiler diyorlardı ki: “15 gündür buradalar, denemeyi yaptıkları yerde oldu olay. Bizi deneme tahtası olarak kullandılar” oysa aynı TTK yetkilileri bu iddiayı da reddediyorlar ve “Daha önce işçileri sokmak zorunda kaldığımız damarlardan kömürü 800 atmosfer basıncında hava göndererek çıkaracağız, bu işçinin lehine olan bir yöntemdir” diye ifade veriyorlardı.
Ocağın 425 katındaki patlamanın ardından başlayan yangın kısa sürede büyüdü. İçlerinde sorumluluk duyarak yeni bir patlama olasılığını ve ölümü göze alarak arkadaşlarını kurtarmaya ya da hiç değilse cesetlerini yerüstüne çıkarmak için can havliyle yeraltına inen işçiler, bir süre sonra geri çağrıldı ve kurtarma çalışmaları durduruldu. Yangınla mücadele edilememişti ve ocak kapatılıyordu. Oysa Kozlu’nun tek girişi olan Yeniçeltek’ten farklı olduğu, birçok girişinin bulunduğu, şu anda “tahkimat yangını” olarak süren yangının kontrol altına alınacağı ve Kozlu’nun asla Yeniçeltek olmayacağı konusunda teminatlar verilmişti. Şimdi ise yeraltında kalanların üzerine bütün girişler kapatılıyordu.
Kozlu devletin ve TTK’nın gözbebeğidir ve taş kömürü denince akla önce buradaki yataklar gelir. Çünkü sözde en iyi modernize edilmiş ve en iyi donatılmış ocaklar buradadır. Bu yüzden ocaklarla ilgilenen basın mensuplarına, yabancı ziyaretçilere ve Zonguldak’a gözlerini dikmiş İshak Alaton’a örnek olarak Kozlu yatakları gezdirilirdi.
Kozlu maden ocaklarının ne denli modern olanaklara sahip olduğunu göstererek övünmek, Zonguldak’ın çeşitli yörelerine yayılmış olan ve işçilerin yaşamını kadere bırakan yöntemlerle işletilen diğer ocakların durumunun gizlenmesine yaramaktaydı, son Grizu faciası göstermiştir ki Kozlu kötülerin arasında iyidir ancak.

ZONGULDAK KAZA DEĞİL KATLİAM
Kozlu’daki grizu faciasıyla ilgili olarak bu yatakların jeolojik durumuna ilişkin, patlamanın özel oluşma biçimine ilişkin, tek tek mühendis ve teknikerlerin dikkatsizliğine ve şeflerin haris prim avcılığına ve bilgisayar monitöründe beliren gaz yükselmesinin işçilere haber verilmemesine ilişkin, onlarca neden bulunup söylenebilecektir ve söylenmektedir de. Ama sorun tek başına Kozlu’daki olayın özel nedenlerinin ortaya çıkarılmasıyla aydınlanmayacaktır. Çünkü bu facia, Kozlu’nun ve Kozlu gibi olan, aynı akıbete uğramaya aday diğer maden ocaklarının içler acısı durumu ve iğcilerin içinde tutuldukları çalışma koşullarıyla ilgili olarak ortaya çıkmıştır. Katliamın sorumlusu da ocakların iyileştirilmesinden özenle kaçman, iş güvenliğini sağlamaya yönelik hiçbir girişimde bulunmayan ve bu yöndeki taleplere kulaklarını tıkayan devlettir.
Zonguldak maden ocaklarında bugün tamamen el emeğine dayalı üretim yapılır. Bu yüzden kömür “istihsal”i artışı, işçinin bedensel olanaklarının sınırına bırakılmıştır. Bu sınır çeşitli yöntemlerle zorlanır. Kömür ocaklarının tarihinde bu sınırın nasıl zorlandığına ilişkin sayısız örnek vardır. 2. dünya savaşı yıllarında, çıkarılan bir kararnameyle köylü erkekler köylerinden jandarma dipçiğiyle zorla koparılıp alınarak ocaklarda çalışmaya mecbur kılındılar. Bu yıllar mükellefiyet dönemleri olarak bilinir. Yeraltına inmeyi reddedip kaçan işçiler bulunup getirilerek cezalandırılırdı.
Bugün işçiler jandarma veya polis zoruyla çalıştırılmıyorlar ama onları bu ilkel donanımlı ve tehlikeli ocaklarda çalışmaya mahkûm kılan nedenler, jandarma-polis baskısından daha etkili. Çünkü Zonguldak’ta başka hiçbir çalışma alanı yok ve Şemsi Denizer’in açıkladığı rakama göre İş ve İşçi Bulma Kurumu’nda kayıtlı 63. 000 işsiz var. Bu yüzden Zonguldak’ta maden işçisi olmak bir statü haline geldi ve bir “işe yerleştirme mafyası” oluştu. Zonguldak’ta en önemli seçim yatırımlarından biri de işsiz seçmenlere ocakta iş verme vaadi oldu.
Maden işçisi olmayı başarmış “şanslı” işçi için iş yaşamı azaptır. 8 saatlik vardiya boyunca o, ait olduğu kartiyenin payına düşen ve önceden hesaplanmış günlük “istihsal” miktarından üstüne düşeni gerçekleştirmek üzere didinecektir. İşçiden, ayrıca bu miktarın üstüne çıkması da beklenir. İşçinin buna gönüllülüğü, verileceği vaat edilen primle sağlanır. Prim işçiler için çok az bir miktardır ama “istihsal” artışının kaymağı yani asıl prim şeflere ve TTK’nın başına çöreklenmiş bürokratlara düşer. Uçaklardaki bu üretim zorlaması grizuyu çağıran etkenlerdendir. İşçiler çoğu kez, ocakların yabancı sermaye tarafından işletildiği zamanlarda talan edilmiş olan damarlarda çalışmaya zorlanır. Metan gazı birikimi bu eski ve zayıflamış damarlarda daha yoğun olmaktadır.
Zonguldak’ta maden işçisinin bedensel gücü son damlasına kadar sömürülür. İşçi hâlâ 1940’larda olduğu gibi kazmayla kömür çıkarmaktadır. Hidrolik tahkimat sistemi ve elektrikli ray sistemi gibi teknolojik olanaklar bu ocaklarda hâlâ tanınmaz ve ahşap tahkimat, dekovil taşımacılığı ve klasik madenci kazmasının, sözü geçer galerilerde işçiler, modern aletlerin kullanılmasının tehlikeli olacağına inandırılmaya çalışılmaktadır ve birçok bilinçsiz işçi için bu kanıksanmış bir görüş olmaktadır.
Teknolojinin düzeyi ocaklardan metan gazının aspire edilerek çekilmesini ve hatta bu gazın evlerde yakıt olarak kullanılmasını sağlayacak olanakları sunmaktadır ve maden ocaklarının havalandırma sistemleri geliştirilmiştir. Bu yöntemler grizuyu tamamen önlemese bile oldukça azaltmaktadır.
Zonguldak’taki maden ocaklarının bu ilkel koşulları, işçilerin sağlığını ve can güvenliğini tehdit etmektedir. Göçük ya da grizuya yakalanmadan emekli olmayı başaran birçok yeraltı işçisi, kömür tozu solumaktan kaynaklanan çeşitli akciğer hastalıklarına yakalanır ve yaşamını üst solunum yolları ve akciğer problemleriyle geçirir.
Siyasal iktidar maden ocaklarındaki bu olumsuz koşulların düzeltilmesi konusunda şimdiye dek hiçbir şey yapmadı. Üstelik sürekli olarak kömür ocaklarının devlete yük olduğunu, kendi kendini finanse edemediğini söyleyerek sızlandı. Zonguldak işçi sınıfının da kendi iş güvenlikleriyle ilgili kayda değer taleplerinin olduğu söylenemez. Çoğu kez geçim sorunu, ücretlere zam istemi iş güvenliği talebinin önüne çıkarılarak gereken önem verilmedi. Genel Maden-İş de başından beri bu konuda olumsuz bir tutum gösterdi.

OCAKLAR KAPATILAMAZ
1991 Ocak yürüyüşü sırasında olduğu gibi, Kozlu katliamının ardından gelen günlerde de burjuvazi daha önceden hazırladığı senaryoyu oynadı. Çok sayıda kişinin ölümüyle sonuçlanan grizu faciasından sonra işçiler, henüz üzerlerindeki şoku atamadan, önlerine dikilen yeni bir sorunla karşı karşıya bırakıldılar. Devlet, işçilerden daha hızlı davranarak, ocakların tehlikeli ve üstelik ekonomik bakımdan verimsiz olduğunu iddia ederek kapatılması gerektiğinin propagandasını yapmaya başladı. Tekelci burjuvazinin ideologları, ekonomistleri ve bizzat aralarından bazıları madenci cesetlerinin karşısında sahte gözyaşları dökerek, insan hayatının öneminden bahsederek, Zonguldak halkının çıkarından başka bir şey düşünmüyormuş gibi görünerek “Ocaklar kapatılsın” diye feryat ediyorlar.
Oysa onların bu sahte gözyaşlarının arkasında ölüler üzerine basarak kollamaya çalıştıkları sınıfsal çıkarları ve ticari hesapları gizlenmektedir. İşçiler açısından iş güvenliği talebi, şimdi artık, öne çıkarılan iş güvencesi sorununun karşısına koyulmakta, işlerini kaybetme tehdidi altında telaşa kapılan madencilerin öfkesi söndürülmeye çalışılmaktadır. TTK’nın alt katındaki salona toplanan yüzlerce tedirgin işçi bürokratların ağzından çıkacak kararı, endişeyle beklerken çoklardaki kötü koşulların düzeltilmesi istemini dile getirmek yerine ellerinden alınmak istenen işlerine ne olursa olsun sahip çıkma durumuna düşürülmüşlerdir.
TTK’nın maliyeye, SSK’ya olan borçları, ödemek zorunda olduğu faizler zarar olarak gösteriliyor ve işçilik giderlerinin de yüksek olduğu, dolaysıyla kömür ocaklarının boşuna çalıştırıldığı söyleniyor. Buna göre devlete ait bir kurumdan diğerine aktarılacak yani bir cepten diğerine geçecek olan parasal rakamların transferindeki zorluklar maden işçisine fatura ediliyor ve işsizlikle tehdit ediliyor. Ocaklarda 5000 işçi açığı, İş ve İşçi Bulma Kurumu’nda iş için bekleyen binlerce işçi, işlenmesi gereken 1,5 milyar ton kömür rezervi bulunurken devlet ve TTK bürokrasisi ocakları işletme konusundaki başarısızlığının sorumlusu olarak işçileri gösteriyor. Oysa maden ocaklarında işçilik gideri olarak ayrılan pay kömür üretiminin düzeyi ile çoktan karşılanmaktadır ve üstelik bürokratları da beslemeye yetmektedir.
Metalürji ve demir-çelik sanayisinin belkemiğini oluşturan taşkömürünü besi yeri olarak görmeye alışkın olan burjuva devlet, sahip olduğu kapitalist işletmecilik zihniyetiyle, bu ocakları sübvanse etmek yerine kapatmayı ya da özelleştirmeyi düşünüyor ve bu doğrultuda bir kamuoyu oluşturmaya çalışıyor.
Zonguldak üzerine oynanan oyunun birçok boyutu vardır. Taş kömürünün bir kısmı zaten dışarıdan ithal edilmektedir ve bu miktarın arttırılması düşünülmektedir. İsrail’den ithal edilecek olan taşkömürünün komisyonculuğuna soyunan Sosyal-demokrat hükümet ortağının finansörlerinden, İshak Alaton ocakların kapatılması konusunda en çok yaygara koparan kişidir. Diğer yandan Zonguldak için planlanan Somon balığı üretiminde de Alaton’un parmağı vardır. Somon balığı ile ilgili şirketin ortaklarından biri odur, diğer ortak ise veliaht Ahmet Özal’dır. Alaton’un Türkiye’de doğal gaz kullanımının yaygınlaşmasıyla nasıl bir ticari kâr sağlayacağı da hesap edilirse, madenci ölülerinin üzerine döktüğü gözyaşlarının niteliği anlaşılabilir.
Son olarak da Peugeot ve yerli ortaklarına Zonguldak’ta imtiyazlar tanınarak buraya yatırım yapmaya özendirilmektedirler.
Ocaklar kapatılarak, işçi ücretleri iki yıl boyunca karşılıksız olarak ödendiğinde bile, devletin kârlı olacağı iddia edilmekte ve maden işçilerinin gönülleri çelinmeye çalışılmaktadır, iki yıl boyunca toplam iki trilyon lira ödeneceği vaadinin Zonguldak halkını cezp edeceği sanılıyor. Devlet kurumları arasında da kâğıt üzerine yazılan rakamlar olarak gerçekleşen para transferinin, böyle ete-kemiğe bürünerek Zonguldak’a nakit olarak aktarılabileceğine işçilerin inanması isteniyor. Ama iki trilyon liranın çok daha azı bir miktarla maden ocaklarının koşulları iyileştirilebilir ve modernize edilmiş koşullarda ocakların kapatılmasını zorunluluk haline getirdiği söylenen üretim düşüklüğü de giderilebilir.
Önerilerin ardındaki niyet işçinin can güvenliğini sağlamak değildir. İki trilyon lira gibi vaatlere inanmamak için çok nedeni var Zonguldak işçilerinin. İki trilyon lirayı uzaktan göstererek satın almaya çalıştıkları, madencinin iş güvenliği talebidir. Yapılmak istenen arkadaşlarının cesetleri karşısında iş telaşına düşerek işçilerin suskun kalmalarının sağlanmasıdır. Bunun için kömür ocaklarının ölüm kokan karanlık galerilerinin alternatifi olarak hayali 2 trilyon lira, iki yıl ücretli tatil, gün ışığı ve rahatlık koyulmaktadır. Kendi kurdukları düşte maden işçisinin boğulmasını istemektedirler.

AVUNTU DEĞİL, İŞ GÜVENLİĞİ

Zonguldak işçi sınıfı, bu artarda gelen facialar ve katliamlar karşısında suskun kalmaksızın iş güvenliği talebini öne çıkarmak zorundadır. Bunu işverenle, yani devletle bir pazarlık konusu haline getirmelidir. Şimdiye dek geçim sorunu ve gündelik diğer sorunlar içinde unutulan iş güvenliği talebi öne çıkarılmalı, burjuvazinin ocakları kapatma provokasyonu ile gündemi değiştirme girişimine karşı hazırlıklı ve uyanık olunmalıdır.
Ücretlere zam talebi belki, iş güvenliği istemine görece daha kolay karşılanabilir bir talep olmakla birlikte “işçi sağlığı ve iş güvenliği, çalışan işçinin doğrudan yaşamıyla ilgili bir konu olup, uzun vadede bakıldığında ücret ya da diğer taleplerden daha fazla önem verilmesi gereken taleplerdir” (İşçi Sınıfı Mücadelesi ve Toplu Sözleşme)
İş güvenliği talebi kapitalistlerin özenle kaçındığı, pazarlık masasına yatırmak istemedikleri bir konudur. Çünkü daha fazla kârlılık ilkesine göre işleyen ekonomik sistem için, işçi sağlığı ve iş güvenliği için yapılacak yatırımlar kârdan çalınmış bir pay olarak görünür. Bu bakımdan işçi sınıfının iş güvenliği ile ilgili talepleri yükselterek öne çıkarması kapitalizmin doğasını zorlar ve onun işleyiş mekanizmasını tehdit eder. İşçi sınıfı ve özel olarak Zonguldak maden işçileri kendi ruh ve beden sağlıklarını, can güvenliklerini tehdit eden kapitalizme karşı böyle bir tehdidi yöneltmek ve burjuva devletle bu anlamda hesaplaşmak zorundadır.

Nisan 1992

Maurucio rosencofun türkiye gezisi üzerine izlenimler Latin amerika’dan devrimci bir rüzgâr

Uruguay’ın en büyük devrimci hareketi Tupamaro’nun önderlerinden M. Rosencof’un Türkiye’de bulunduğu süre içinde yaptığı basın toplantılarını izleyen ve söyleşilerine katılan Nuray Sancar ve Aydın Çubukçu’nun izlenimlerini sunuyoruz.

Uruguay’da yaklaşık yirmi yıl önce başlattığı gerilla mücadelesiyle adını duyuran Tupamaro örgütünün liderlerinden Maurucio Roşencof geçen ay Türkiye’ye geldi. İstanbul’da kaldığı yirmi gün zarfında; 1972’deki askeri darbeyle önderlerinin ve kadrolarının Uruguay’daki kışlalarda rehin olarak tutulmaları nedeniyle önemli bir darbe yiyerek faaliyetini durdurmak zorunda kalan hareketin 1985 yılındaki salıverilmelerden sonra başlatılan “reorganizasyon”unu ve Tupamaro’ların faşizmin zindanlarında geçirdikleri 13 yılın birikimini ve geçmiş mücadele deneylerini aktarmak için bir dizi toplantıya katıldı ve Türkiyeli devrimcilerle, görüş alışverişinde bulundu.
Yaptığı silahlı eylemlerle, cezaevi baskınları ve kitlesel firarlarla efsaneleşen hareket, adını, 1781 yılında Peru’da sömürgeciliğe karşı isyan başlatan İnka’lı halk önderi Tupac Amaru’dan aldı. Yüz yıl boyunca sömürgeciliğe karşı verilen mücadelenin simgesi olan Tupac Amaru, İspanyol sömürgecileri tarafından ele geçirildikten sonra yoğun işkencelerden geçirilmiş, Ağzından “Tanıdığım iki kişi var, biri siz işkenceyi yapanlar diğeri de ben. Başka kimseyi tanımıyorum” yanıtından başka tek bir söz alamayan işkenceciler onun önce dilini kesmişler sonra da kollarından ve ayaklarından dört ayrı ata bağlayarak vücudunu dört parçaya bölüp her bir parçasını halka göz dağı vermek amacıyla Latin Amerika’nın bir merkezine asmışlardı.
Bütün bunlara karşın sömürgeciliğe ve emperyalizme karşı verilen mücadele durdurulamamış ve Latin Amerika’nın damarlarında akan mücadele Bolivar’da, Jose Artigas’da, Che Gııevara’da ve Tupamaro örgütünün unutulmaz lideri Raul Sendic’de cisimleşip milyonlarca Latin yoksul köylüsünü, kent proleterini ve bunların çevresinde yer alan diğer ulusal güçleri ayağa kaldırmıştı.

TUPAMARO’NUN KURULUŞU YE MÜCADELESİ

Tupamaro örgütü, Küba’da bir zafer kazanarak popülerleşen ve ondan sonra ’60’lı yılların dünyasını bu popülariteyle sarsan gerilla mücadele yöntemlerinin Latin Amerika ülkelerinin kendine özgü karakterlerini üzerinde taşıyan Uruguay’da anti-emperyalist içerikli ulusal bir devrim projesini gerçekleştirmeyi hedefleyerek kuruldu. Kurucusu Raul Sendic’ti.
Sendic’in yakın arkadaşı Rosencof, o dönemi şöyle anlatıyordu:
“Tupamaro, Brezilya sınırındaki ormanlarda çok kötü koşullarda çalışan işçilerin bir ayaklanma sırasında silah depolarını basarak silahlı mücadeleye başlamaları sırasında kendi başlangıç ilkelerini buldu. Örgüt 60’lı yıllarda doğdu. Şekerkamışı tarlalarında çalışan işçilerin mücadelesinden doğan kitlesel sendikal hareket ve toprak işgalleri sırasında, örgüt bütün ülkeye yayılan bu devasa sendikal hareketin üzerinde yükseldi. Örgütümüzün kurucusu Raul Sendic’ti. Raul’u 1956’dan beri tanıyordum. O, o zamanlar Sosyalist Parti’nin icra komitesi üyesiydi ben de Komünist Parti’nin yayın organı redaktörüydüm. Toprak işçilerinin Montevideo’yu hedefleyen 600 kilometrelik yürüyüşü sırasında temel kitlesini ve örgütlenme ilkelerini geliştiren Tupamaro örgütünün kurulmasından, ölünceye kadar hep birlikte olduk.”
Bu uzun işçi yürüyüşü sırasında, Rosencof ve Sendic, birlikteydiler. Hareketin doğuş ve gelişmesi konusunda ilginç ipuçları veren bir olayı Rosencof şöyle anlatıyor:
“Yürüyüşçü işçilerle birlikte, bir gece dağlarda kamp kurduk. Ateşler yakıldı, Raul ve ben, bir ağacın altına oturarak onları seyretmeye başladık. Heyecan verici bir manzaraydı. Ben, ‘bir orduya benziyor’ dedim. Çok az konuşan Raul, ‘evet, bu bir ordudur’ dedi.”
Tupamaro örgütü, silahlı mücadeleyi temel almış bir cephe hareketiydi. Rosencof, Tupamaro için, özellikle bu terimi kullanıyordu. “Bir parti değil, bir harekettir Tupamaro”. Bu hareket saflarında yoksul tarım işçilerinden ve kent proleterlerinden başlamak üzere, rahiplere, generallere kadar değişik sınıf ve katmanlardan çok sayıda insan, Komünist ve Sosyalist partiden, liberal burjuva partilerden gelen kadrolar bulunuyordu. Uruguay’ın mevcut rejimine muhalif olan bütün ulusal güçler geniş bir cephe içinde buluşmuş, Tupamaro hareketi de bu cephe içinde yer almıştı.
Cephenin bu olağanüstü geniş katılımlı yapısını anlayabilmek için, Latin Amerika’nın sömürgeciliğe ve emperyalizme karşı mücadele geleneklerine göz atmakta yarar var.
Tupamaro’nun terminolojisinde önemli bir yer tutan “Ulusal güçler” kavramı, sömürgeciliğin ve emperyalizmin doğrudan ilişkileri çerçevesinde yer almayan bütün sınıf ve katmanları ifade eden bir kavramdır. Özel olarak sömürgeciliğin, tamamen bir dış güç olarak, ülkeye silah kuvvetiyle ve yağmalamak amacıyla geldiği koşullarda, ulusun hemen hemen tamamının maddi çıkarlarıyla çatışan bir konumda bulunuyordu. Yöneticiler, sömürgeciler tarafından atanıyordu ve yönetim kademesi, tümüyle sömürgeci ülkenin yurttaşlarından oluşuyordu. Silahlı kuvvetler ve kolluk gücü de yabancılardan oluşmaktaydı. Ticaret ve bankacılık faaliyetleri de, hemen hemen tümü üretici konumunda kalan yerli halkın dışındaki unsurlar aracılığıyla yürütülüyordu. Çoğu sömürge ülkelerde, modern sınıflar oluşmamıştı ve geleneksel kültürel yapılar içinde ifadesini bulan “ulusal kimlik”, klasik sınıf karşıtlığından yoksun bulunulan ortamda, parçalanmadan kalabiliyordu. Bu genel durum, XX. yüzyılda da, İspanyol, Portekiz sömürgeciliğine karşı ve sonra da Amerikan emperyalizmine karşı mücadelelerde, etkisini gösterdi. Ancak, Amerikan emperyalizmi, eski sömürgeci yöntemlerden farklı olarak, gelişen ve derinleşen sınıf ayrımlarına dayanan bir uygulamayla, “milli devlet” içinde kendi işbirlikçilerinin iktidarını yaratmaya ve ticaret, sanayi ve bankacılıkta da, yerli hâkim sınıfların unsurlarını kullanmaya başladı. Bununla birlikte, gerek her Latin Amerika ülkesindeki ordu içinde, gerekse halkın üzerinde önemli bir etkisi bulunan rahipler arasında, devrimci halk hareketinin destek bulmasını uzun süre önleyemedi. Latin Amerika’da yerli halk arasından çıkan din adamlarının üzerinde, yaratılmalarında ve yönetilmelerinde başlıca rol oynadıkları köylü komünlerinin geleneği ve sömürgecilere karşı mücadelelerinin izleri, devrimci bir kalkışmanın yaşandığı bütün o yıllar boyunca önemli ölçüde canlıydı.
Bu özellikler, kıta çapındaki sosyal ve ekonomik koşullarla birleşince, halk hareketinin kendine özgü nitelikleri de beliriyordu.

TOPRAK VE FİNANS OLİGARŞİSİNE KARŞI DEVRİMCİ MÜCADELENİN KOŞULLARI VE UNSURLARI

Latin Amerika ülkelerindeki devrimci mücadelenin, bu bölgenin geçmişindeki özgünlükleri temel alınarak oluşturulmuş programının özeti Che Guevara tarafından yapılan bir tahlilde “Bir devrim için Latin Amerika’nın objektif koşulları oluşmuştur ve bu, emperyalizmin ve her ülkede büyük toprak sahiplerinin egemenliğidir.” sözleriyle ifade edilmişti.
Rosencof, kendi ülkesindeki durumun, bütün Latin Amerika’nın temel özelliklerinin bir parçası olduğunu belirterek, şunları söylüyordu:
“Uruguay’da ülke yüzölçümünün üçte biri, üç yüz ailenin mülkiyetindedir. 25-30-40 bin hektarlık çiftlikler vardır. Toprak sorunu ülkemizin en önemli sorunudur. İkinci sorun bankalarla ilgilidir. 42 banka kuruluşundan 37’si yabancıdır. Bizim için bankaların kamulaştırılması temeldir. Şu bakımdan temeldir: gelişmenin kredilerini bankalar sağlar. Biz endüstri sermayesini kabul ediyoruz; üretici kapitali kabul ediyoruz. Sanayici ve üretici bankaları da bu nedenle kabul ediyoruz. Fakat spekülasyon bankalarını hayır.”
Genel olarak sömürgeci ilişkilerin etkilerini taşımaya devam eden toprak-kır ilişkilerinde, büyük ölçekli araziler üzerinde gerçekleştirilen tarım, feodalizmle büyük kapitalist çiftlik işletmelerinin bir bileşimidir. Latin Amerika’ya özgü meyve ve (şekerkamışı, kauçuk, orman ürünleri gibi) sanayi bitkileri, Latifundia adı verilen bu çiftliklerde üretilir. Latifundia’lar, uluslararası tekellerin üretim ve pazarlama ağı içinde yer alırlar ve her ülkede emperyalizme bağımlı siyasi iktidarın temellerini temsil eder. Rosencof’un işaret ettiği gibi, her ülkede, üretime elverişli toprakların çok büyük bir bölümü, nüfusun çok küçük bir azınlığını temsil eden Latifundia sahiplerinin elindedir. Latin Amerika’da siyasi iktidarın sınıfsal temelini belirtmek için kullanılan “oligarşi” terimi, “komprador burjuvazi” ile birlikte bu sınıfı kapsamaktadır.
Latifundialarda çalışan işçiler ve topraksız köylüler, Latin Amerika’nın devrimci geleneklerini temsil eden geniş kitleler oluştururlar. Nitekim Tupamaroların kuruluşunda ve güçlenip yaygınlaşmasında, şekerkamışı tarlalarında ve ormanlarda çalışan bu kitlenin belirleyici rol oynaması, bu bakımdan bir tesadüf değildir.
Rosencof a göre, Uruguay’ın ve genel olarak Latin Amerika devriminin objektif koşullarını, ülkedeki toprakların büyük bir bölümünün mülkiyetinin bir kaç ailenin elinde bulunması ve yabancı sermaye egemenliği oluşturur. Bu tespitten hareket eden Tupamaro’nun devrim programını da, yabancı sermayeyle ve büyük toprak sahipleriyle hesaplaşan bir milli kapitalizm hedefi belirler.
Rosencofun sözlerinde de “milli kapitalizm” kavramının temel alındığı bir demokratik devrim programının izleri görülmektedir. Sermayeyi, üretici ve spekülatif olarak ayıran ve birincisine “ülke çıkarları açısından” olumlu rol yükleyen bu çözümleme, genel olarak bütün Latin Amerika devrimci hareketlerinde olduğu gibi, emperyalizme ve sömürgeciliğe karşı mücadele yürüten tüm örgütlerde küçük farklılıklar bir yana bırakılırsa, genel olarak kabul edilmiş bir program unsuruydu. Özellikle Maoculuğun ve Sovyet revizyonizmi kaynaklı “kapitalist olmayan yoldan kalkınma” teorisinin etkisi, bütün dünyada, devrimci hareketlere, demokratik devrimde milli kapitalizmin emperyalizme karşı müttefik olarak değerlendirilmesi, devrimden sonra da korunması ve geliştirilmesi düşüncesini yerleştirmiş bulunuyordu.

GERİLLA MÜCADELESİ VE SÜBJEKTİF FAKTÖR

Bu, ulusal sanayi ve ulusal sermaye gelişimini hedefleyen devrim programının ufkunun kaçınılmaz olarak reformlarla sınırlanacağını söylemek yanlış olmayacaktır. Çünkü, Tupamaro’lar, içlerinde Rosencof gibi komünist gelenekten gelen önderlerin ve tabanlarındaki işçi kitlesinin etkisiyle, “sosyalizm” hedefine zaman zaman vurgu yapsalar da, sonuçta, bugün olduğu gibi, sistem içi çözümlerle de yetinebilecek bir eğilime girebiliyorlar.
Ancak bu bir yana, bu ülkelerin özgün koşullarında ortaya çıkarak sonradan dünyanın diğer ülkelerindeki pek çok devrimci akımı etkileyen silahlı mücadele kavramı da, büyük ölçüde sisteme ilişkin bu küçük burjuva analizden kaynaklanıyordu. Devrimin objektif etkenlerini, ülkenin emperyalizmle ilişkileriyle sınırlayan Latin Amerika küçük burjuva devrimciliği, sübjektif etkenler konusunda da, kişisel özellikleri öne çıkaran bir anlayışı geliştirdiler.
Rosencof, bu anlayışı açık bir biçimde dile getirdiği konuşmasında, şu örneği verdi:
“Sovyet devrimini Lenin olmadan, Çin devrimini Mao olmadan düşünmek çok zordur. Castro da Küba için önemliydi. Küba’da devrimin sübjektif unsuru, Castro’dur. Bu kadar da değil, Fidel Castro, Latin Amerika’nın sübjektif etkeniydi. O, Meksika’da, İspanyollara karşı verilen mücadeleye katılan 80 kişiyi hazırlayarak, bir Türk gemicisinin boğazı geçmeyi bile göze alamayacağı bir gemiye binerek yola çıkıyor. Bu 80 kişiden sadece 12’si sağ kalıyor, kalanlar da 12 kişi kaldıklarını uzun süre bilmiyorlar çünkü her biri bir yere dağılmış. Küba devrimini bu on iki kişi organize etti. ”
Daha önce Türkiye’de çok tartışılmış olan bu konuyu, Uruguaylı devrimci, kendi hareketlerine temel olan yönüyle yorumluyor. “Silahlı propaganda” kavramıyla, devrimde sübjektif faktör konusunun böyle yorumlanması birbirine uygundur. Ne var ki, bu, konunun Marksist tarzda ele almışından tamamen farklıdır. Fokoculuk veya Carlos Marigella’nın formüle ettiği biçimiyle şehir gerillası eylemleri, Tupamarolar’da tipik örneğini bulduğu gibi, bir yandan sübjektif etkenin kişileştirilmesine, diğer yandan da parti kavramının reddedilmesine yol açmaktadır.
Rosencof’un aşağıdaki sözleri, yalnızca parti kavramına değil, genel olarak örgüt fikrine karşı da bir çekingenliği dile getirmektedir:
“Bir militan önce ülkesindeki adaletsizliklerle karşılaşır ve bu adaletsizlikleri değiştirmek için eyleme geçmek ister, tik farkına varacağı şey bunu tek başına yapamayacağıdır. Bu militan, ya varolan bir örgüte girer ya da kendisi gibi düşünen arkadaşlarıyla yeni bir örgüt kurar. Bu da bir karmaşa çıkarır. Kendi örgütünün gerçekleri, değiştirmek istediği gerçeklerin önüne geçer. Eğer kendi örgütünün öncü olduğunu düşünürse; ben alçak gönüllülükle şunu söyleyeyim ki, bu yöntemle adil olmayan hiçbir gerçeği değiştiremez, diğer örgütlerle de işbirliğine gidemez. Biz, başta da söylediğim gibi kavramların peşinde değiliz. Uruguay halkının öncüsü biz değiliz. Bizim ülkemizde de diğer ülkelerde olduğu gibi Komünist Partisi işçi sınıfının öncüsü olduğu biçiminde militanlarını eğitirdi. Ben bunu büyük bir saygıyla karşılarım. Çünkü babam, büyük bir Bolşevik’ti ve ben de Komünist Partisi’nde eğitimimi aldım. Onlarla tartıştığımız zaman şunu söylerdik: ” Evet birliği istiyorsunuz, ama kurulacak birliğin sizin tarafınızdan yönlendirilmesini istiyorsunuz. Ben size birlik yapalım ama ben emir vereceğim deseydim, siz kabul eder miydiniz, bu birlik olur muydu? Kimin haklı olduğunu kimin öncü olduğunu, hayat belirlesin, halk belirlesin.”
Hiç kuşkusuz, Rosencof’un son sözleri doğrudur. Sonuçta, kimin öncü olacağına karar verecek olan, hayattır ve halktır. Ama devrimde hangi sınıfın öncü rolü oynayacağı, her şeyden önce, pratikten de önce, teorinin bir sorunudur. Devrimin genel gelişme eğilimlerim ve nihai hedefini, sosyalizm açısından yorumlayan her siyasi parti, bu devrim demokratik ve anti-emperyalist nitelikte bir halk devrimi de olsa, eğer sonuçta sosyalizmi hedefliyorsa, işçi sınıfının öncülüğü konusunda bir kuşku taşımamalıdır. Bu çözümleme, devrimin sosyal ve siyasal karakteriyle ilgilidir. Bundan sonrası, bir Komünist Parti için, bu teorik öngörüye uygun bir gelişme sağlayabilmek için çalışmaktan ibarettir. Doğal olarak, işçi sınıfının öncülüğünde devrim öngören bir parti, bu sınıfın siyasi partisinin Kendisi olduğu inancını taşıyorsa, devrimde öncülüğünü de iddiasının bir parçası halinde savunacaktır. Rosencof, bu konumlanışla, ittifaklar içindeki ilişkilerin olası sorunlarını birbirine özdeşlemektedir. Hiç bir ittifak, bir emir komuta ilişkisi içinde kurulamaz. Bu doğrudur. Hiçbir örgüt, birlikte cephe oluşturduğu bir diğer örgütün öncülüğünü kabul etmek zorunda da değildir. Bu da doğrudur. Ama bütün bunlar, Komünist Partisi’nin işçi sınıfının örgütü olduğu ve işçi sınıfının da devrimde öncülüğünün sosyalizm için bir koşul olduğu gerçeğini değiştirmez. Bu noktada, Rosencof un çizdiği tablonun, aslında kendi örgüt ve mücadele anlayışını yansıttığını görebiliriz. Titizlikle, kendilerinin bir parti olmadığını söylemeleri ve herhangi bir sınıfı değil, Uruguay halkının tümünü temsil ettiklerini söylemeleri, sınıf partileriyle sınıf partisi anlayışıyla aralarında bir çizgi çekmeyi zorunlu kılmaktadır.
Mauricio Rosencof, askeri diktatörlüğün yıkılmasında Tupamaro mücadelesinin etkisi konusunda iyimser olmamak gerektiğini söylüyor.
“Halkın mücadelesi ile yıkıldığım söylemekten mutluluk duyardık ama öyle olsaydı şimdi iktidarda halk olurdu. Uruguay diktatörlüğü uluslararası bankacılar tarafından yıkılmıştır” diyordu. Burada gözden kaçan nokta, yalnızca Tupamaro’nun ya da Rosencof’un alçakgönüllülüğüyle açıklanamaz. O, böyle söylese de, Uruguay mücadelesi hakkında bilgi sahibi olan bir Marksist açısından, diktatörlüğün biçim değiştirmesinin altında yatan gerçek neden, halkın uzun süre içinde, alçala yüksele devam eden mücadelesidir. Uruguay diktatörlüğünün “uluslararası bankacılar” tarafından yıkıldığını söylemekle, Uruguay halkının mücadelesinin aynı zamanda bir sınıf mücadelesi olduğunu görmemek aynı şeydir. “Uluslararası bankacılardın, ya da emperyalizmin, Uruguay’daki siyasi rejimin tıkandığını ve eski yöntemlerle yönetme olanağının kalmadığını görmeleri, kendilerine hizmet edebilecek yeni bir siyasi iktidarın kurulması ve yeni, halkın tepkisini en aza indirecek yöntemlerle iktidar olması, Uruguay halkının mücadelesinden doğmadıysa, nereden doğmuş olabilir?

TUPAMARO’NUN SAĞLADIĞI BİRLİK
Tupamaro hareketinin geniş bir yelpaze içindeki ulusal güçleri, dışarıdan bakıldığında anlaşılması zor bir “birlik” içinde bir arada tutmasının nedenleri vardı. Rosencof kendisine defalarca bu sorunun sorulduğunu, 1985’te tutukluluklarına son verildikten sonra bu birliği nasıl koruduklarını insanların hep merak ettiklerini söyleyerek açıklıyordu:
“Çok önemli bir ilkemiz vardı; Bizans tartışmalarına girmemek. Maocu Devrimci Komünist Partisi mensuplarıyla yaptığım bir tartışmayı hatırlıyorum. Tartışmada iki Tupamarolu iki de partiden yoldaş vardı. Bu gizli bir toplantıydı. Ben, tartışma boyunca, önümdeki kâğıda, onların kaç kez ‘Marksizm-Leninizm-Mao Zedung Düşüncesi’ dediklerini not ettim. Bütün sayfa doldu. Yoldaşlar, ( bir saat kırk beş dakika konuştuktan sonra, nihayet bir kaç küçük pratik öneride bulunup bize sordular ‘ne düşünüyorsunuz?’ Ben bir tek cevap verdim. ‘Neden bu söylediklerinizi birlikte yapmıyoruz!” Asıl önemli olan, sayfalar dolduran sloganlar değildi; çünkü biz onlarla Lenin’in mi, Mao’nun mu haklı olduğunu tartışmıyorduk. Eğer silahlı mücadeleden yanaysanız, tamam; o zaman bir hapishanenin ele geçirilmesini planlayalım, ya da eğer sendikal mücadeleden yanaysanız ona da tamam; o zaman güçlü olduğunuz sendikada bir grev düzenleyelim. Ama kimse bize gelip demesin ki, birlikte bir silahlı eylem yapmak ya da sendikal mücadele yapabilmek için o partinin görüşlerini paylaşmanız zorunludur, Mao Zedung’un düşüncelerini kabul etmeniz zorunludur!”
Tupamaro hareketine bir cephe örgütü karakteri kazandırarak bu birliğin sürdürülmesinde temel olarak alınan “Söz ayırır, eylem birleştirir” ilkesi, ideolojik ve politik ayrımların önemli olmadığı anlayışına dayanıyordu. Bir halk hareketinin, özellikle de ulusal nitelikleri ağır basan bir halk muhalefetinin, kendi içinde sınıf farklıklarından doğan farklı örgütler halinde bölünmesi doğaldır. Önemli olan, bütün bu farklılıkları, pratik bir demokratik program ekseninde birleştirebilmek, fakat bütün görüş ayrılıklarının devam ettiğini bilerek eylemi birlikte yürütebilmenin olanaklarını açmaktır. Mauricio Rosencof’un ve bu ilkeyi sık sık tekrarlayan Tupamaro önderlerinin ifadelerinde kolay anlaşılacak bir alaycılık vardır. Uruguaylı Maocularla ilgili olarak verdiği örnekte diğer bütün ülkelerde de tipik olan bir olayı aktarmaktadır. Rosencof, gizlilik koşullarında yapılan böyle bir toplantıda, bir saat kırk beş dakika boyunca, Mao Zedung düşüncesinden söz edilmesini komik bulmakta da haklıdır. Ama bu rahatsızlığın kaynağında, ulusalcı bir tutum olan, sınıf ayrımlarının üstünü örtme eğilimi vardır. “Söz ayırır” şeklindeki bir yargı ise, gün gelir, devrimci güçler arasında yasakçılığa dönüşme potansiyelini kaçınılmaz olarak içinde barındırır.
Tupamaro hareketi “silahlı mücadeleyi temel alan” bir örgüttü ve silahlı eylemler içinde yer almamış kimselerin örgütün lider kadrosunda yer alamayacaklarını hükme bağlamıştı. Rosencof, “Masa başında oturan birinin, bir militanı silahlı eyleme göndermeye hakkı yoktur” diyor bu konuda: ;Ama hareketin içerdiği ulusal güçler arasında düzenin küçük reformlarla onarılması, devrimin barışçıl yöntemlerle yapılması gibi programları savunan farklı politik gruplar ve partiler de vardı. Bu örgütlerle birlikte mücadele anlayışları, onayladıkları eylem biçimleri tartışılmaksızın ittifak kurmak biçimindeydi.
“Bir diktatörlüğe karşı verilen mücadelede, ulusal kurtuluş için ya da sosyalizm için yapılan mücadelede her türlü mücadele şekli aynı ölçüde önemlidir. Polise taş-atan bir öğrenci, bir devrimciyi evinde saklayan bir Hıristiyan, işkenceye direnen ya da silahlı mücadeleye katılan militan; bunların hepsi önemlidir, bunlardan biri eksik olursa mücadele başarılı olamaz.”
Gerçekte, bir devrimci hareket, koşullara uygun olarak, değişik mücadele biçimlerini ustaca kullanmayı bilmelidir. Barışçıl mücadele biçimlerinden silahlı biçimlere kadar her yöntem, onun cephaneliğinin değişik bölümlerinde kullanılmaya hazır beklemelidir. O örgütün değişik mücadele alanlarında ustalaşmış, farklı yeteneklere sahip militanları arasında planlı bir işbölümü de bulunmalıdır. Bunların, mücadele açısından sadece yararı vardır. Ancak, Rosencof, kendi hareketleri türünden yapılar içindeki ideolojik ve siyasi bakımdan ortaya çıkacak ayrılıkları da, aynı türden bir işbölümü gibi değerlendiriyor. Örneğin, eğer ikisi de iyi savaşıyorsa, onun açısından bir komünistle bir Hıristiyan demokrat arasında fark yoktur. Dolayısıyla, Tupamaro’nun sağlamış olduğu birlik, net bir siyasi ve ideolojik birlik temelinden yoksundur. Rosencof, gururla şunları söylüyor:
“Hiçbir zaman diğer hiçbir sol örgüte saldırmadık ve onu eleştirmedik Çünkü şuna inanıyorduk ki, düşman karşı taraftaydı ve solda başka bir örgüt bizi eleştiriyorsa bunu onların sorunu olarak gördük.”
Bu, son derece basit bir “iş” ve “laf’ kıyaslaması değildir. Siyasi mücadelenin eğer net bir sınıfsal içeriği varsa, onu diğer sınıfların örgütlerinden ve görüşlerinden ayıran özellikler de net ve kesindir. Bu, ister istemez, teorik ve ideolojik bir tartışmayı, eleştiriyi ve özeleştiriyi gerektirir. Bunlardan kaçınmanın sağladığı birlik görüntüsü de sağlam değildir.
Sonuçta, üstü örtülmüş ya da önemsenmemiş her eleştiri, her tartışma konusu, eylem birliklerinin olanaksız hale geldiği bir patlama noktasına ulaşabilecektir.

LATİN AMERİKA DEVRİMCİLİĞİ VE SOSYALİZM
Marksizm açısından eleştirilebilecek birçok özellik taşıyan Tupamaro hareketi, bazı bakımlardan da, dünya devrimci hareketinin geleceği hakkındaki umutların diri tutulabilmesine ışık yakıyor. Rosencof, ileri yaşına ve uzun süren hapislik hayatına rağmen, içinde taşıdığı devrim ateşini yüzünde ve hareketlerinde yansıtıyor. Sosyalizm ideallerine ve yoldaşlara bağlılık, güçlü enternasyonal duyarlılık gibi özellikleri, her sözünde hissediliyor.
“Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin çöküşü” ile ilgili sorularla dünyanın her yerinde olduğu gibi Türkiye’de de karşılaştığını anlattıktan sonra, başından geçen bir olayı aktardı:
“Dünyanın pek çok ülkesinden Komünist Parti’li yoldaşlar, Montevideo’daki çalışmalarımızı incelemek üzere bizi ziyarete geliyorlar. Fakat hepsinin en çok sorduğu soru, bu konuya ilişkindir. Onlara, Uruguay’da açlıktan ölen çocukların haritasını açıyorum ve bırakın Sovyetleri, siz bana bu konuda ne önereceksiniz, onu söyleyin diyorum. “
Bu sözlerde, bir yandan, “söz böler, eylem birleştirir” sloganının yansımasını görüyoruz, bir yandan da, dünyadaki “komünist” partilerin içinde bulundukları acı durumu. Revizyonizm, Rusya’da kapitalizmin restorasyonu sürecinin açık hale gelmesi karşısında, bütün dünyada kendi temellerini kaybetmiş bulunuyor. Başarıyla mücadele eden hareket ve partilerin teorik ve pratik mücadelesinden öğrenmek yerine, kendi yaralarına merhem istemeye devam ediyorlar. Rosencof’un tutumu, Tupamaro’nun bu yıkılıştan etkilenmediğini gösteriyor.
“Sosyalist bloğun yıkılması kuşkusuz sosyalizm için mücadele eden tüm örgütleri şu veya bu şekilde etkilemiştir. Benim özellikle sözünü ettiğim Sovyetler Birliği’dir. Çünkü halk demokrasisi ülkeleri hiçbir zaman sosyalist olmamıştır. Sovyetler Birliği’nin çökmesi Uruguay’da, en çok etkisini gösterebileceği yerde göstermiştir. Bu, Uruguay Komünist Partisi’dir. Sovyetler Birliği Komünist Partisi çizgisini izleyen komünist partisinin bunalımlarını ve Troçkist partilerin bunalımını genelleştirip genişletmemek gerekir. Bizim mücadelemiz Sovyetlerden bağımsız olduğu için olaylardan etkilenmemiştir. Uruguay Komünist Partisi ise çok acı, çok büyük bir oportünizme düşerek utanç içinde parçalandı. Bağımsız olmadıkları için Sovyetlerle ilgili yalanları sürekli olarak tekrar ettiler ve bir süre sonra ayakta duramaz hale geldiler.”
Rosencof, kendilerine ilham kaynağı olan Küba’nın şu anda zor durumda bulunduğunu, ama halkın sosyalizme sahip çıkacağına güvendiğini anlatırken, olumsuz koşullarda bile, Uruguay ve Latin Amerika devriminin yoluna devam edeceğine inandığını belirtiyor.

TUPAMARO İKTİDARI ALTINDA MONTEVİDEO
“Hapishanenin 20 km. çevresinde müthiş bir kalabalık vardı. Yaklaşık 120 bin kişi olduğu söylendi. Bu sayıyı bir gazete yorumcusu vermiştir. Yaklaşık 1 milyon nüfusu olan bir kentte bu azımsanmayacak bir rakamdı. İnsanların ellerinde çeşitli bayraklar vardı. Bu bayraklar yalnız değişik partilerin bayrakları değildi ve aynı zamanda futbolun çok önemli olduğu bir ülkede bazı gruplar ellerinde futbol takımlarının bayraklarıyla gelmişlerdi. Son gece örgütün yöneticilerini ve öldürme, yaralama suçundan mahkûm olanları bir yerde toplamışlardı; toplam 45 kişiydik. Montevideo’nun merkezinde olan bir hapishanedeydik. Orada kaldığımız tek geceydi, ertesi gün salıverilecektik. Bütün gece halkın bağrışlarını duyuyorduk. ‘Tupo kardeşlerimiz sizi bekliyoruz.’
Halk şunu biliyordu ki, her alanda mücadele eden örgüt Tupamaro örgütü olmuştur. Bu yüzden, yalnız ailelerimiz ve Tupamaro militanları karşılamadı. İşte bir futbol birliği gibi, kendisini ulusal folklorun, ulusal birliğin ve bütünün bir parçası olarak gören herkes karşılamıştır. Bu şunu gösterir ki, Tupamaro’nun kitleler üzerindeki etkinliği, örgütün bünyesini çok aşmıştır.”
Askeri darbe döneminin sona ermesinden sonra salıverilen 45 Tupamaro militanı evlerine dağılmayarak mensupları arasında Tupamaro yoldaşlarının bulunduğu bir Fransisken kilisesine geçtiler. Burada tartışarak örgütün reorganizasyonuyla ilgili kriterleri tespit etmeyi amaçlıyorlardı. Onları, dünyadaki olan bitenlerden hiçbir haber almadan hapishanede geçirdikleri on üç yıl boyunca unutmayan ve dönüşlerini bekleyen binlerce Uruguaylı bekliyor ve Tupamaro örgütünün efsaneleşmiş liderlerinin eliyle yeniden canlandırılmasına tanık olmak üzere sabırsızlanıyordu. Fransisken kilisesinde günlerce süren sert tartışmalar yaşandı. Tupamarolar bu tartışmaları belirli ilkelerde anlaşarak sonuçlandırdılar. Hemen yeniden organize olmak için faaliyete geçeceklerdi.
Örgütün yeniden eski önderleri tarafından organize edilmesi prensibi üzerinde sağlanan anlaşma üzerine yeni mücadele programı belirlendi. Tupamarolar şimdi ağırlıklı olarak yasal mücadele vereceklerdi.
Bugün, Tupamaro ne yapıyor ve başkentte kazandığı Belediye seçimlerini nasıl değerlendiriyor?
“Bir hükümet programımız vardır. Gerçekçi olunduğu zaman, demokratik, parlamenter bir sistem içinde uygulanabilecek bir hükümet programıdır bu. Bu programın son amacı sosyalist bir topluma varmak olmakla beraber temel yapıları değiştirme özelliği yoktur. Başkent Montevideo’nun yönetimini elimize geçirdik. Halk Montevideo’nun yerel yönetimine katılmak suretiyle kendi kendini yönetme konusunda eğitilmektedir. En çok tartıştığımız konu, merkezileştirme sorunudur. Montevideo’yu 19 bölgeye ayırdık. Herkesin merkeze kendi bölgelerinin yönetimini aktarmasını amaçlayan 18 komisyon kurduk. Bölgenin bütün sorunlarını kendi katılımlarıyla semtler çözmektedirler. Örneğin su sorunu, elektrik sorunu, asayiş sorunu gibi. Böylece sorunlar yalnız cephe militanlarının sorunları olmaktan çıkıyor, o semtte yaşayanların sorunu haline geliyor. Cephe hükümeti yalnız cephe militanlarının hükümeti değildir, tüm yurttaşların hükümetidir. İşte bu nedenle cephe hızla gelişebiliyor. Herkesin katılımını sağlamakla oluyor, bu da. Amacımız halkı hazırlamak, halkın arasından devlet adamları yetiştirmek. Genelde devrimci organizasyonların ihmal ettiği bir şey bu. Bu söylediklerimizden Tupamaroların silahlı mücadeleyi bir kenara bıraktıkları düşünülmesin. Şili’de olduğu gibi olabilecek en kötü şeylere de hazırlanıyoruz. Diktatörlüklere karşı mücadele etmek silahla mümkündür.”
Rosencof, aynı zamanda: “Biz iki ayağımızla yürümeyi öğreniyoruz. Önceleri yalnızca silahlı eylemi biliyorduk ve seke seke yürüdük; şimdi artık parlamenter mücadeleyi de biliyoruz ve bu bize, eski bildiklerimizi unutturmuyor” diyor. Gerektiğinde tekrar silahlı mücadeleye dönebileceklerini ima ediyor.
Rosencof, ardında güçlü bir etki ye dostça duygular bırakarak, ülkesine döndü. Türkiyeli devrimciler, bu yiğit militanla düşünceleri her konuda aynı olmasa da, onunla tartışmış, dünya devriminin sorunları üzerine konuşmuş, onun estirdiği coşku dolu mücadeleci rüzgârı paylaşmış olmanın anısını saygı ve sevinçle taşıyacaklar.

Kasım 1993

İmkansızlığın stratejisi: Radikal Demokrasi üzerine

Chantal Mouffe ve Ernesto Laclau’nun birlikte kaleme aldığı “Hegemonya ve Sosyalist Strateji” adlı kitap 1980lerin başlarında yayınlandığında bir hayli tartışılmış, kitabın Türkçe olarak yayınlandığı 90’lı yıllarda da bu tartışma Türkiye’de gecikmiş olarak sürmüştü. Kitabın bu denli ilgi görmesinin sebebi, yazarlarının, geçen yüzyılın ikinci yarısından itibaren Althusser, Poulantzas, Foucault ve nihayet diğer postyapısalcı yazarların açtığı yolu kat ederek geldikleri aşamada, “kriz” tespitinden alternatif önermeye sıçrayarak son noktayı koymuş olmalarıydı. Mouffe ve Laclau’nun, adını “Radikal Demokrasi” koyduğu strateji, kendilerinden öncekilerin de kalkış noktası olan Marksizmde altyapı ile üstyapı ilişkisinin analizinin sorunlu olduğu, özcü bir özne tanımının sınıfın nesnel pozisyonuyla rolü arasında açıklanmaya muhtaç bir “boşluk” bıraktığı iddiasıyla başlıyor ve nihayet işçi sınıfının başlıca dönüştürücü özne olarak ortaya çıkışının kapitalist üretim ilişkileri içindeki pozisyonuyla ilişkilendirilemeyeceği, onun iktisadi konumuyla sosyalizm arasında bir çıkar bağı kurulamayacağı; dolayısıyla söylemle oluşmuş herhangi bir toplumsal “kimlik konumu”ndan daha özel ve önsel bir özne olarak tanımlanmasının mümkün olmadığı tespitiyle yol alıyordu.
Laclau ve Mouffe’un, Marksist yazarlar açısından kriz teorilerinin topyekun ve yeniden elden geçirilerek eleştirilmesine vesile olan, Post Marksist yazarlar bakımından da hararetle karşılanan, esasen daha çok akademide yankı uyandıran stratejilerinin başlıca noktalarına birazdan değineceğiz, ama ona geçmeden önce 20-30 yıl öncesinde kalan ve artık neredeyse sönmüş bir tartışmayı yeniden alevlendiren güncel bir duruma da işaret etmekte fayda var. “Radikal Demokrasi” siyasal gündeme, stratejik yönelimini demokratik özerklik olarak belirleyen Kürt siyasal hareketinin kurucu bir söylem olarak sık sık kullandığı “siyasetin toplumsallaşması”nın esinlendiği bir yol haritası olarak dahil oldu ve müzakere sürecinde oluşan HDK-HDP ile DTK içindeki müttefikleriyle mevzilenişinin, yeterince esnek, bağlayıcı bir harç malzemesi olarak belirdi. Hareketin merkezi metinlerinde ve teorik yayın organlarında “Radikal Demokrasi”nin içeriği sadece Mouffe ve Laclau’nun söyledikleriyle kurgulanmamıştır. Murray Bookchin’in ekolojik-komünal sosyalizmi, Zapatista özyönetimciliği, Mao’nun köy komünleri, Proudhon’un komününden otonomculuğa dönüşen 21. yüzyıl anarşizmi vb. gibi pek çok pratiğin ve kuramın Kürt hareketi için işlevsel ve faydacı bir sentezle bir araya geldiği, stratejik bir karışımdır önümüzdeki. “Radikal Demokrasi”, Kürt siyasal hareketi için bunların hepsinin belli orandaki bileşiminden oluşur. Mouffe ve Laclau’nun tezleri ise, gerek sınıf, kimlik, aidiyet üzerine söyledikleri gerekse de siyasal iktidara ve iktidarlaşmaya karşı önerileriyle bu bileşimden rahatlıkla soyutlanabilecek kadar merkezi bir yerde durur. Onun için Mouffe ve Laclau’nun çerçevesini çizmiş olduğu orijinal teze yeniden dönmek elzem görünüyor.

“RADİKAL DEMOKRASİ”NİN KURAMSAL DAYANAĞI

Mouffe ve Laclau için Marksizmin “teorik krizi”nin biri kuramın kendisinden diğeri de solun benimsemekte zorlandığı pratik gelişmelerden (68 sonrası toplumsal hareketler) kaynaklanan iki temel nedeni vardır. Bunlardan birincisi, işçi sınıfına merkezi ve imtiyazlı bir özne rolü biçilmesine rağmen, kendiliğinden halindeki sınıfın kendisi için sınıfa dönüşmesinin zorunlu olmadığını, tersine olumsal olduğunu kanıtlayan teorik boşluktur. Bu “boşluk”un izinin sürüldüğü eski metinlerden sınıf bilincinin sınıfa dışsal olduğu ve sosyalizm fikrinin işçi sınıfına aydınlar tarafından götürülmesi gerektiğine dair vurgular yazarlarca “Radikal Demokratik” perspektifin kalkış noktası olarak belirlenmiştir. Şöyle denir: “İşçi sınıfının birliği devrimci üstbelirlenme süreci dışında oluşmuş altyapısal bir veri olsaydı, devrimci öznenin sınıf karakterine ilişkin soru ortaya çıkmazdı. Gerçekten bu durumda politik mücadele ile ekonomik mücadele, bu mücadelelerin kendilerinden önce oluşmuş bir sınıf öznesinin simetrik ifadeleri olurlardı. Fakat birlik bu üstbelirlenme süreci ise politik öznellik ile sınıf konumları arasında neden zorunlu bir örtüşme olması gerektiği üzerine bağımsız bir açıklama verilmelidir.”
Yazarlar, işçi sınıfının “altyapının yasaları” uyarınca eninde sonunda devrimci bir özne haline geleceğini söyleyen “Marksist” yazarların tersine politik öznellik ile sınıf konumları arasında böyle bir zorunlu örtüşmenin olmadığı, işçi sınıfı ile sosyalizm arasında ancak raslantısal bir ilişki olduğu kanısındadırlar. Mouffe ile Laclau’nun daha ileride tartışacağımız yöntem sorununu şimdiden derinleştirmeden şu söylenebilir: Marksizmi eleştiren bir metin hazırlamalarına rağmen; işçi sınıfının tarihsel rolüne ilişkin Marx’ın ve Engels’in; “dışarıdan bilinç” konusunu “Ne Yapmalı”da kavramsallaştıran Lenin’in söylediklerinden yola çıkmaktansa, yazarlar, Marksizmin ikinci el yorumcularına başvurmuşlar ve zaten çoktan terk ettikleri diyalektiği metafiziğe feda ederek, tarihi ve teoriyi, aşamaları arasında anlamlı bağlar bulunan süreçler olarak değil de birbirinden yalıtılmış –çok sevdikleri bir kavramı kullanacak olursak– momentler olarak okumayı tercih etmişlerdir. Marksizmin teoriyi kabalaştıran dostlarının da 20. yüzyıl revizyonizminin de üzerinde en çok patırtı kopardığı; teorinin diyalektik bütünlüğünü göz ardı ederek; şeyleri ve olayları bir gelişim seyri içinde değil, yalıtılmış ve söylendikleri tarihsel ve yazıldıkları kurgusal bağlamdan koparılmış olarak dile getirilen alıntılar Mouffe ve Laclau’ya da ivme kazandıran başlangıç noktalarıdır. Ortaya çıkan resimde Marksizm, “çeşitli özne konumlarını tek bir konumun ifadesine indirgeyen”…”üst yapıyı alt yapının bir yansısı olarak tarif eden” “sınıfın mevcut bilinci ile tarihsel misyonu arasında gittikçe büyüyen boşluk politik müdahale yoluyla dışsal olarak kapatılabileceğinden abartılmış bir teori…” olarak belirir.
Bu ikisine göre, daha önce de örneğin Gramsci tarafından hegemonya kavramı ekseninde çözülmeye çalışılan “sorunlu teorik alan”, hegemonya sürecinde hala sınıfa ayrıcalıklı bir rol biçilmeye devam edildiği için doldurulamamıştır. “Boşluğu” dolduracak olan Gramsci’nin hegemonya kavramından sınıfı eksilterek başlayan “Radikal Demokrasi” kuramıdır.
O halde, teorik bir sorun olarak görünen sınıf ve bilinç arasındaki ilişkiden başlamakta yarar var.

SINIFLA BİLİNÇ ARASINDAKİ İLİŞKİ

Lenin şöyle diyordu Ne Yapmalı’da: “Politik bilinç işçiye ancak dışarıdan verilebilir, yani ekonomik mücadelenin alanının dışından verilebilir. Bu bilginin elde edilebileceği tek alan, bütün toplumsal sınıfların ve katmanların devlet ve hükümetle ilişkilerinin alanıdır, bütün sınıflar arasındaki ilişkilerin alanıdır.”  Laclau ve Mouffe’un “boşluk” taramak için seçtiği metin Ne Yapmalı değildir aslında. Onlar daha ziyade Ne Yapmalı’nın metafizik yorumunu aslının yerine ele almayı tercih ederler. Bu alıntıdan türetilen sonuç da, eğer işçi sınıfına bilinç dışarıdaki aydınlar tarafından götürülecekse işçi sınıfı diye bir öznenin oluşmasının koşulları işçinin sınıf konumunda yoktur şeklindedir.
Oysa, sınıfa bilincin götürülmesi bahsinde dışarıdaki birilerine örneğin aydınlara rol biçmemektedir, Lenin. “Bütün toplumsal sınıfların ve katmanların devlet ve hükümetle ilişkilerinin alanı” doğrudan doğruya toplumsal sınıf ve katmanların siyasal iktidarla karşılıklı konumlandığı, çatıştığı alan anlamına gelir. İşçi en küçük iktisadi bir talebi için bile ayağa kalktığında, greve gittiğinde devlet ve hükümetin hareket üzerindeki sınırlayıcı müdahalesi, diğer toplumsal kesimlerin bu durum karşısında tuttuğu mevzilenmeler, muhtemel bölünmeler ve ayrışmalar vb. işçi için ilk siyasi bilincin tecrübeye dayalı kaynağıdır. Ancak zamanın sosyalistleri, başına gelen tekil bir örnek üzerinden işçinin kendi konumuyla genel siyasal durum arasında bir bağ kurabileceğini veya onu harekete geçiren talebin, benzerleriyle ortak bir bağ kurmaya yeteceğini ve bu talebi ortaya çıkaran iktisadi koşulların mantıklı bir eleştirisini yapabileceğini/yapması gerektiğini düşünecek kadar, Laclau ve Mouffe kadar hayalperest değillerdi. Makalenin devamında şöyle yazar Lenin: “Bu nedenle, işçilere politik bilgiyi götürmek için ne yapmalı sorusuna, çoğu durumda pratikçilerin –özellikle de ‘ekonomizme’ eğilimli pratikçilerin– yetindikleri yanıtı vermekle kalmamak gerekir; yani yalnızca ‘işçilere gitmek’ yanıtı verilmemelidir. İşçilere politik bilgiyi götürmek için, sosyal demokratlar, toplumun bütün sınıflarına gitmek zorundadırlar, kendi müfrezelerini dört bir yana salmak zorundalar.”
Lenin’in burada kullandığı “götürmek” fiili, onun külliyatını ve pratiğini bilenler açısından bir dışsallığı ima etmez, ama işçi sınıfına dışarıdan bakan veya Sovyet Devrimi’ne hiç yaşanmamış muamelesi yaparak deneyimi kuramda itinayla dışarıda bırakan metafizik bir zihin açısından sınıf ile bilinç arasında bir dışsallık ilişkisinin kurulması kaçınılmazdır, şaşırtıcı da değildir. Oysa parti yani bilinç (götürücü) ile sınıf arasındaki ilişkiyi diyalektik bir ilişki olarak kurar Lenin. Sınıfın dışında veya üstünde, onu yeteneği ve becerileri dışında bir şekle sokmaya çalışan dışsal bir oluşumdan değil, doğrudan doğruya işçi sınıfının, mevcut tarihsel bağlamdaki en ileri politik bilgiyle donanmış, hareketin gidişatını yönlendiren, bu hareketi daha ileri bir mevziye taşımak için taktikler üreten stratejik önemdeki öncü ve örgütleyici müfrezesi olarak görür partiyi. Partinin varlığı başlı başına işçi sınıfının sosyalizmle bağının kanıtıdır bir bakıma. Onun mücadelesinin içinden doğmuştur, sahip olduğu ve sınıfın geri kalanına “götürmek”le yükümlü olduğu bilinç, işçi sınıfının hareketinin seyrinden çıkarılmıştır. Bu bakımdan işçi sınıfının daha en başındaki, mümkün iktisadi hareketi ile siyasal talebi arasındaki bağ, bu bağı mekanik bir eklemlenmeye indirgeyenlerin düşündüğü gibi, olumsal, sınıfın eylemine dışsal, tarihsizleştirilmiş değil, “zorunlu”dur.
Ne var ki, yine metafizik zihin, toplumsal ilişkilere tarihsel bağlamından kopararak, donmuş ve bu ilişkilerin geleceğine dair hiçbir şey söyleyemeyecekleri “momentler” halinde soyutlayarak odaklandığı için sınıfla bilinç arasında ezelsiz bir bağ kurmaya çalışır. Bu gerçekleşemeyeceği için de, ilişkinin geleceği, aralığın bir türlü kapanmayacağı bir olanaksızlıktır. Oysa Rusya’nın devrimci işçileri kendilerinden önceki ulusal ve dünya ölçeğindeki kuşakların eylem ve mücadele içinde oluşturdukları bilinci hazır bulmuşlardı. Ancak mirasın veya geçmişteki bir deneyimin, şimdi farklı tarihsel ve toplumsal bağlamdaki bir sınıfın bilincinin unsuru olarak yer alabilmesi de, o sınıfın tarihe “dışarıdan”, yani kendi koşullarından, geçmişin bilgisini kendi eylemine yardımcı olacak bir araç olarak yeniden yorumlamasıyla mümkün olacaktır.
Parti, hem geçmiş deneyimleriyle güncel durumun, hem de o an ayrı ayrı yerlerde parça parça ortaya çıkan dağınık eylemlerin koordinasyonunu sağlayan bir aygıt, sınıfın birleşik bir güç haline gelme ihtiyacının ürünüdür. Lenin’in Ne Yapmalı’sı, Rusya’da o sıralarda sınıf hareketinin içeriğini iktisadi taleplere indirgemeye çalışan ekonomistlerle esaslı polemiği içerir. Ve Lenin bu polemiği hiç de hayal ürünü bir mevzide durarak yapmaz. Tersine, iktisadi taleplerle sürdürülen ve doğası gereği parçalı mücadele deneyiminin sınıfa az çok politik bir yönelim de kazandırdığı ve birleşik bir güç olma ihtiyacının giderek açığa çıktığı koşulların tam “içinden” yapar. Onun ve Rus sosyalistlerinin bulunduğu tarihsel konum, elbette sınıfın geçmiş deneyimi ile toplam birikiminin içinden ama sınıfın o anki politik düzeyinin dışında, hareketin geleceğinde oluşmuştur. Şimdi ile gelecek arasında kesintisiz ilişkiyi kuran, böyle bir iç ve dış diyalektiğidir.
Yani hareketin geçmişi, bugünü ve geleceğiyle ilişkisi diyalektik bir ilişkidir.
Mouffe ve Laclau yok sayıyor diye ne “geçmiş kuşakların hayaleti” yok olmuş sayılabilir ne de geleceği olmayan bir bugünden söz edilebilir. Öyleyse ortada, sınıf konumuyla bilinç, kendiliğindenlik ile kendisi için sınıf arasında el çabukluğuyla doldurulmaya çalışılan bir teorik “boşluk” veya bir “kriz” değil, sınıf ile bilinç, özne ile nesnesi arasında eylem ve hareket sayesinde süreç içinde kurulan bir bağ vardır.

ZİHİNSELLİK YA DA SINIF VE SOSYALİZMİN NESNEL OLMAYIŞI
“Radikal Demokrasi”nin teorisyenleri böyle düşünmez. Eğer işçi sınıfına bilinç “dışarıdan götürülecekse”, sosyalizm ve işçi sınıfı arasında zorunlu bir ilişki olmadığı gibi, herhangi bir toplumsal kimlik veya kesim sosyalizmin öznesi olabilir: “İşçi sınıfının hegemonik görevleriyle sınıf kimliği arasında tam bir ayrım vardır… Gerçek işçi sınıfı kendi ‘tarihsel çıkar’larıyla tam olarak özdeşleşmekten uzak olduğundan sınıfın maddiliği ile onun ‘gerçek kimliğini’ temsil eden politik kerte arasındaki kopukluk sürekli hale gelir… İşçi sınıfı gibi tamamen birleşmiş ve homojen bir fail fikrini bir yana bırakmak zorunludur. ‘Gerçek’ işçi sınıfını ve onun sınırlarını bulmaya çalışmak sahte bir sorunla uğraşmak demektir… Açık ki bu işçi sınıfı ile sosyalizmin bağdaşmaz olduklarını değil, çok farklı bir durumu, sosyalizmdeki temel çıkarların ekonomik süreçteki belli konumlardan mantıksal olarak çıkarılamayacağını gösterir… ”
Mouffe-Laclau şu yönden haklıdırlar: Sosyalizmle ilgili temel çıkarlar ekonomik süreçteki belli konumlardan mantık yoluyla veya mantıktan çıkmazlar. İşçi sınıfının sosyalizmden çıkarının olması daha ziyade onun maddi ve nesnel konumlanışıyla ilişkilidir; mantığa öyle uygun geldiği için değil.
Kapitalizm, tarih sahnesine, bir yanda emeğinden başka satacak bir şeyi olmayan diğer yandan bütün üretim araçlarının mülkiyetine sahip olduğu gibi üretilen her şeyin bölüşümünü, dolaşımını düzenleme tekeline sahip iki sınıfı yaratarak çıktı. Mülkiyetine sahip olmadığı araçları kullanarak üreten işçi sınıfı, kendi geçim ve yeniden üretiminin koşullarını sağlamaya ancak yeter bir ücretle emekgücünü kiralarken, kapitaliste, ödenmemiş emeğinden oluşan devasa bir artıdeğer hibe etti. Piyasada sözde iki özgür fail olarak karşılaşan ve ücret pazarlığı yapan bir işçi ve sermayedarın ilişkisini formel olarak eşitleyen burjuva yasalarının öz itibarıyla koruduğu özel mülkiyet düzeni, kendisini sorgulayacak en küçük tehdidi bertaraf etmek için ordusu ve polisiyle militarist aygıtlarını beslerken işçi sınıfının payına yoksulluk ve yoksunluk düştü. Marx kapitalizmde işçi sınıfının payına düşen şeyin ironisini şöyle yapar: “Burada egemen olan yalnızca, Özgürlük, Eşitlik, Mülkiyet ve Bentham’dır. Özgürlüktür, çünkü metaın diyelim emek gücünün hem alıcısı hem satıcısı yalnızca kendi serbest iradelerinin etkisi altındadırlar. Serbest taraflar olarak sözleşme yaparlar ve vardıkları anlaşma ortak iradelerinin yasal ifadesinden başka bir şey değildir. Eşitliktir, çünkü birbirleriyle basit meta sahipleri olarak ilişki içine girerler ve eşdeğeri eşdeğerle değiştirirler. Mülkiyettir, çünkü taraflar kendi malı olan şeyler üzerinde tasarrufta bulunur. Ve Bentham’dır, çünkü her iki taraf da yalnız kendini düşünür. Bunları bir araya getiren ve ilişki içine sokan güç bencillik, kazanç ve özel kişisel çıkarır… Eski para sahibi şimdi kapitalist olarak önde çalımla yürüyor; emek gücü sahibi onun emekçisi olarak peşisıra onu izliyor: Biri önemli insan pozunda, sırıtkan, işbilir; öteki sıkılgan, çekingen, kendi derisini pazara götüren ve yüzülmekten başka umudu olmayan bir kimse gibi…”
Egemen olan sınıf ile “kendi derisini pazara götüren ve yüzülmekten başka umudu olmayan” sınıf arasında, ikincisini tam da böyle bir düzenin ortadan kalkmasından en çok çıkarı olan kesim haline getiren bir antagonist ilişki vardır. Sınıfın bu konumu, Mouffe ve Laclau’nun iddia ettiği gibi “söylem” sayesinde ve “söylem” aracılığıyla değil, nesnel gerçeklik içinde kurulur. Böylece, benzerleriyle birlikte üretim sürecinde aynı koşullarda bulunan sömürülen işçi ile üretimin bütün süreçlerini kontrol altında tutan, işçinin ürettiklerine el koyan, artı değeri sermayesine mas eden mülk sahibi kapitalist sınıf arasındaki antagonizma bu koşullar sürdüğü sürece çözülecek bir çelişki değildir.
Üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki çelişkinin gitgide yoğunlaştığı kapitalizm, eninden sonunda, kendi iç çelişkisinin kurbanı olacaktır. Ama, Marksizmi altyapı ile üstyapı arasında bir tekabüliyet ilişkisi kurduğu için eleştiren ve altyapı ile üst yapı arasında herhangi bir önsel ilişkiyi reddederek tezin geçersizliğini ileri süren “düzelticiler”in sandığı gibi, Marksizm kaçınılmaz yasalar icat edip sonra da hayatı bunlara uydurmaya çalışmaz.
Marksizmin “zorunluluk”tan anladığı, kapitalist üretim ilişkilerinin eninde sonunda kendi mezar kazıcılarını harekete geçirecek bir potansiyele sahip olduğu ve bu potansiyelin de sınıfın hareketini kaçınılmaz olarak koşulladığıdır. Bu bilgi, işçi sınıfının üretim ilişkileri içindeki pozisyonuyla eylemi arasındaki bağdan çıkar. Tarihsel deneyimler de bunun pratik kanıtı olmuştur. Ama bu bağ ancak sınıfın hareketi tarafından kurulabilir, eğer işçi sınıfının ve emekçilerin talebi sınıfın partisinin programatik stratejisiyle örgütlenmemişse, kendiliğinden kurulamayacaktır. Kendiliğindenlikten kendisi içinliğe geçişin işçi sınıfının kendi koşullarındaki olanaklılığına işaret eder Marksizm ve bu olanağı sınıfın eyleminin dışında görmez.
Marksizmin kimi karikatüristleri zorunluluğun bu diyalektik tanımını iğdiş etmişler ve çelişkilerinin, kapitalizmi, zorunlu olarak sosyalizme evrilteceğini de iddia etmişlerdi. 80’li ve 90’lı yılların “Bilimsel Teknik Devrim”cileri teknolojik gelişimin üretimi artıracağını, işgücüne ihtiyacın kalmayacağını vb. söyleyerek, bu sürecin kapitalist sınıfın iktidarını da gereksizleştireceğini iddia edenler arasındaydı.
Ne var ki, bu tahrifatçıların kolaycılıkla indirgediği gibi, Marksizmin üretici güçlerden kast ettiği sadece teknoloji veya üretim araçları değildir. Onlarla birlikte işçi sınıfının kendi “öz faaliyeti”nin bütünüdür.
Kapitalizmde üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki çelişki, soyutlama düzeyinde, işçi ile kapitalistin fabrika ortamında karşı karşıya geldiği andan itibaren başlar. Üretim süreci boyunca işçinin kendi konumuna dair deneyimlediği her tecrübe, ezildiğinin ve sömürüldüğünün farkına varmasını kolaylaştırır. İşçinin kendisiyle, işverenle, devletle, diğer toplumsal sınıf ve katmanların konumu ve hareketiyle ilgili bilgisinin gelişmesi ve politik bir kavrayışa ulaşması, maddi bir güç olarak onu, mevcut üretim ilişkilerine ve ”bu ilişkilerin hukuki ifadesinden başka bir şey olmayan mülkiyet ilişkilerine ters düş”ürür. Bütün yeteneklerini körelten, onu insanlıktan çıkaran ve sefalete mahkum eden kapitalizme karşı “bir devrim çağını başla”tır.
Başka hiçbir sınıf ve tabaka bu kadar dolaysızca kapitalist sömürü mekanizmasının içinde yer almaz. Başka hiçbir sınıf ve katman kapitalizme karşı istikrarlı bir mücadelenin sürdürücüsü olabilme potansiyeline sahip değildir. Ve yine başka hiçbir sınıf ve tabaka, işçi sınıfı kadar, üretim araçlarına el koyulması ve toplumsallaştırılması ile mevcut devlet cihazının parçalanarak yerine formel olmayan bir eşitlik ve özgürlüğün inşa edilmesini gerektiren kendi nesnel koşullarından kaynaklanan bir çıkarın sahibi ve temsilcisi değildir.
“Radikal Demokratlar” ise, sınıfları ortaya çıkaran ve birbirine karşı konumlandıran kapitalist nesnel koşullardan veya iktisadi ilişkilerden hiç bahsetmezler. Sadece bu nesnel koşulların sınıf çıkarı diye bir şeyi yaratmadığını ısrarla iddia ederler. Eğer nesnellik herhangi bir sınıf konumunu koşullamıyor ve sosyalizm ile herhangi bir sınıf arasında nesnel bir bağ kurulmuyorsa, geriye bu ilişkinin söylem ile kurulduğunu ileri sürmekten başka bir şey kalmayacaktır ki, zaten Mouffe ve Laclau’nun temel tezi de budur: “Sınıf konumları tarihsel çıkarların zorunlu yeri değildir. Görevin bir sınıfla zorunlu bağlantısının olması son bulduğu ölçüde o sınıfa kimliğini sadece bir hegemonik formasyondaki eklemlenişi verir… Sosyalist hedefler ile toplumsal faillerin üretim ilişkileri konumları arasında hiçbir mantıksal ve zorunlu ilişki olmadığını ve bunlar arasındaki eklemlenmenin dışsal olup ikisinden birinin diğeriyle birleşmek üzere doğal bir sonucu olmadığını gösterdik…”
Kitabı okumayanlar için bir kısa not gerekirse, Mouffe ve Laclau “… Sosyalist hedefler ile toplumsal faillerin üretim ilişkileri konumları arasında hiçbir mantıksal ve zorunlu ilişki olmadığını”, toplumsal ilişkilerin Marx’ın öngöremediği bir değişimin vuku bulması üzerine, gerçekliğin yepyeni bir analizini yaparak, toplumsal sınıf ve kesimlerin hareketini izleyerek göstermemişlerdir. Tamamen eklektik alıntılar üzerine kurulan “Radikal Demokrasi” stratejisi, ikilinin zihnindeki kavramların, önceden oluşturulmuş bir teze doğru, gerçekliğe tekabül etmeyen hareketinden  türetilmiştir. Özne ve hedef arasındaki ilişkinin, işçi sınıfı ve sosyalizmin birbirinden zihindeki metafizik kopuşu, tamamen onların parlak beyninin ürünüdür.
Peki, ama sosyalizmi konuşmamıza sebep olan şey tarihsel toplumsal ilişkilerin niteliği değilse ve bu ilişkilerin cereyan ettiği bağlam olarak kapitalizm sosyalizmin kurucu öznesi olarak belirli bir sınıfın hareketinin ortaya çıkmasını koşullamamışsa, yazarların sosyalizm olarak kavramsallaştırdığı zihinsel mamül nedir ve toplumsal özne kimdir?

KİMLİK, SÖYLEM VE KARARSIZ ÖZNELLİK

“Radikal” stratejinin belki de en eğlenceli yönü bu sorulara verilen yanıttır. Şuradan başlayalım:
Yazarlara göre; toplum sabitliği olmayan, kararsız bir takım kimliklerden oluşur. Kimlikler karakterlerini bir hegemonik formasyon içindeki eklemlenişlerinden alır. Dolayısıyla herhangi bir kimlik ancak ilişkisel olarak kurulabilir. Ama bu ilişkisel sistemin kendisi de kararsız ve sabitsiz olduğundan toplumsal kimliklerin anlamı da sürekli ertelenmiş olur. “Son dikiş” momenti hiçbir zaman gelmez.  “Bütün özne konumları söylemsel konumlar olduklarından, bütün söylemlerin açık karakteri onların da karakteridir; bu yüzden de çeşitli konumlar kapalı bir farklılıklar sistemi içinde tümüyle sabitleştirilemez.” 
İkili, Foucault’dan ödünç alıp geliştirdikleri ve teorilerini inşa etmek için kullandıkları “söylem” kavramını “eklemlenen öznelerin yayılımından önce gelen, eklemleyici pratikten doğan… öznelerin dil ile kurulduğu” pratik olarak tanımlar. Bu söylem içinde olan veya başka söylemin ögesi durumundaki çeşitli “özne konumları” ya da birbiriyle eşdeğerlik halindeki kimliklerin hegemonik bir güç elde etmek için verdikleri mücadele söylemin biçimini belirler. Ancak hepsi birbiriyle ilişkisi içinde kurulan kimliklerin sabitsizliği söylemin ve hegemonyanın kapanmasını engeller. Çünkü herhangi bir kimliğin hegemonik olması da hegemonyaya tam olarak eklenmesi de mümkün değildir. “Nihai bir anlam sabitliği olanaksız” ama “farklılıkların akışının kendisinin olanaksız olmaması için kısmi sabitleşmeler mümkün”dür. “Toplumsal kendini bir toplumun anlaşılır ve kurulu biçimlerinde sabitleştirmeyi başaramazsa da, yine de bu olanaksız nesneyi kurma yönünde bir çaba olarak var olur.”
Toplum kavramını (Laclau’nun bir başka kitabında değindiği gibi, toplum olanaksız olduğu için) bir analiz zemini olmaktan çıkaran yazarlar için söylem, asla tanımlanamayan kimliklerin, asla oluşamayan bir toplumsallığı kurmak için giriştikleri oyundur. Hiçbir kimlik özü gereği veya nesnel çıkar bağlamında oluşmaz. Kadınların mücadelesi ve talepleri onların ezilmesiyle ilişkili değildir de, üzerlerindeki tahakkümü baskı olarak hissetmelerine yol açan söylemsel bir pratikte bu mücadele ortaya çıkar. İşçiler bir sınıf oldukları için sınıf mücadelesi yürütmezler. Onlarla hegemonik sosyalizm söylemi arasında doğrudan bir ilişki olmadığı gibi, sosyalizm söylemini hegemonik hale getirmeye çalışan bir başka öznenin kendisi de, işçi de, bu söyleme sabit bir biçimde eklemlenemez. Hiçbir hegemonik durum oluşamaz.
Bu “olanaksızlık” vurgularının, bir türlü oluşamamanın, sabitlenememenin, “son dikiş”in atılamamasının… bütün bu olamama halinin gündüz yaşananların anlamsız parçalar halinde bir araya geldiği bir rüyada bir türlü devinemeyen kişinin haline benzemesi bir raslantı değildir. Zira Mouffe ve Laclau, bir zamanlar materyalistlerin teorik eleştirisinin altında enkazda kalan idealizmin yeniden dirilme imkanı bulduğu koşullarda tezlerini ileri sürdüler. Kapitalizmin iktisadi nesnel gerçeklikleri ile ideolojik ve siyasi ilişkiler arasındaki “son analizdeki” bağı koparıp, sözde altyapının bütün ideolojik süreçleri birebir yansıttığını ve bu yansıyanların tamamen edilgen olduklarını iddia eden “Marksistler”e savaş açabilme cüretini bulmalarını ve kuramlarının hatırı sayılır bir çevreden ilgi görmesini bu koşullara borçlular. “Hegemonya ve Sosyalist Strateji” kitabı, Marksizmin iktisadi ilişkilerle siyasi-ideolojik biçimler ve kurumlar arasındaki ilişkiyi tek yanlı bir yansıma ilişkisi olarak kurguladığını varsayan sonra da kendi kurgularını doğru kabul ederek buna savaş açan teorisyenlerin siyasal alanın belli orandaki özerkliğini kanıtlama çabalarından (Poulantzas) başlayan ve giderek ideolojiyi artık bağımsız bir alan olarak tarif ettikten sonra politik iktisada bir daha dönmemek üzere yüzünü çeviren yazarların çabasının son noktasında yazılmıştır. Ama sadece bu değil, 80’ler işçi sınıfı hareketinin gerilediği, örgütlerinin dağıldığı, neoliberalizmin, giderek yoğunlaşacak yıkımının başladığı yıllardır. İşçi sınıfının eyleminin ve teorisinin yoğun bir saldırı altında geriye çekildiği bu koşullarda ampirik idealistin görebildiği tek şey, kapitalizm bütün kurumlarıyla kendisini yeniden onarırken, yıkılmakta olan Sovyetler Birliği nezdinde sosyalizmin başarısız ve bu yüzden unutulmaya terk edilmesi gereken bir deneyim olduğuydu.
“Radikal Demokrasi” teorisyenlerinin, imkânsız vurgusuyla biten bütün cümleleri kitaplarının başlığına aldıkları sosyalizm ile ilgilidir. Marksizmin ikinci el yorumcularından buldukları kuramsal açıklığın bir daha hiç kapanmayacağı tespitiyle sorunsallaştırılması ve bunun üzerine “liberal demokrasi”nin kalıcılığını ebediyen garantileyen bir strateji üretmeye çalışırken düştükleri durum hiç sürpriz sayılmamalı.
İkilinin “Radikal Demokrasi tasarısının bileşenlerinden biri” olarak gördükleri –türlü Marksizm eleştirmenlerinin zihinlerinden ödünç aldıkları zihinlerindeki– sosyalizm, açıkça ve kendilerinin de ifade ettikleri biçimde liberal demokrasiden başka bir şey değildir.
Fakat sosyalizmin etik, kültür, felsefe gibi ideolojik içeriklerden biri değil de, aynı zamanda mevcut devlet cihazının parçalanarak kurulması gereken bir siyasal sistem olduğu, 1871 Paris Komünü’nde ve 1917 Ekim Devrimi’nde işçi sınıfı tarafından pratik bir kanıt olarak gösterilmiştir. “Radikal Demokratlar” devleti bir sorun olarak tanımlamazlar, siyasi iddialarını “politik alanların çoğaltılması ve iktidarın tek bir noktada yoğunlaşmasının önlenmesi ve toplumun gerçekten demokratik her dönüşümünün önkoşulunun” oluşması üzerine kurarlar.  Bu tavsiyenin sosyalizmle uzaktan yakından hiçbir ilişkisi yoktur, doğal olarak. Böylece yazarların tumturaklı kalemi, tepeden tırnağa silahlanmış, kendi ülkesindeki yurttaşlarının yanı sıra başka ülkelere göz dikerek onların bütün kaynaklarını kurutmak üzere iştahını bileyen, polisi, askeri hukukuyla eşitlik ve özgürleşme mücadelesi vermeye yeltenenlerin üzerine çökmeye amade, ve hiç de söylemsel olarak kurulmamış, tersine şiddetin cisimleşmiş ifadesi olarak alabildiğine gerçek kapitalist devleti teoride yeniden inşa etmiştir.
Sosyalizmin hayal alemine gönderilmesi, imkansız bir ütopya derekesine indirgenmesi ve yüzer gezer kimliklerin bir türlü kapatılamayan hegemonik söylemi içinde dile gelen bir kavram olarak resmedilmesi bu gerçekliğin altını iyice çizmek içindir.

BİR KEZ DAHA ALTYAPI VE ÜSTYAPI MESELESİ
Tarihteki her durumun iktisadi ilişkiler içinde açıklanacağını öne süren Marksizmin pozitivist yorumu ideoloji, etik ve sanat gibi maddi olmayan üretimlerin alt yapının düz bir yansıması olduğunu iddia eder ve egemen sınıfın kültürünün egemen kültür olduğu Marksist tezini de yanlış yorumlar. Bu, sınıf mücadelesine iktisat dışında bir alan tanımayan mekanik yorum pek çok kez Marksizmin eleştirisinin başlangıç noktası olarak görülmekle kalmadı; giderek kültür, sanat, ahlak, hukuk ve ideolojinin kendi başına bağımsız bir hareketinin olduğunu kanıtlamaya çalışan yazarlar iktisatla ilişkisi artık tamamen görünmezleşen kültürelci bir yaklaşımla kuram üretmeye devam ettiler. Politik iktisadın terk edilmesi, kuramcıları, sosyalizmin bir iktisadi-politik sistemden ziyade bir ideoloji olduğu noktasına savurdu. Bu şu anlama geliyordu ki; sosyalizm, üretici ama mülksüz sınıfın üretim araçlarına el koyup toplumsallaştırmasıyla ve kapitalist devlet cihazının parçalanarak sosyalist bir devletin kurulmasıyla sonuçlanacak bir devrim mücadelesinin değil, artık iktisadi belirleyeninden koparak özerk bir hayatiyet kazanmış ideolojik alanlardaki mücadelenin ürünü olacaktı. Dolayısıyla olamayacaktı.
Gramsci hegemonya kuramında; rıza mekanizmalarını işleterek yurttaşları kendisine bağlayan egemen sınıfın “tarihsel blok”una karşı, mevzi savaşı yürüterek toplumun diğer kesimlerini kendi etkisine alan işçi sınıfının sivil toplumda oluşturacağı “hegemonik blok”un kurulmasının olanaklarını tartışır. Toplumdaki diğer toplumsal sınıf ve katmanlar işçi sınıfının ideolojik, entelektüel hegemonyasına dahil oldukları taktirde egemen sınıfın kitleler üzerindeki etkisi azalacak ve toplumsal dönüşümün yolu açılacaktır. Devrim sürecini sonsuza kadar uzatan, siyasal iktidarın devrilmesi veya ele geçirilmesini sivil toplumdaki uzun hazırlık sürecinin ürünü bir “tarihsel blok” oluşumunun sonrasına erteleyen ve böylece devrimci dönüşümün sonsuz veya erken ortaya çıkan olanaklarını ıskalayan hegemonya kuramı, Marksizmin alt yapı ile üst yapı arasında kurduğu ilişkiyi sorunlu gören kesimlerde, politik mücadeleye karşı ideolojik mücadelenin elzem olduğu düşüncesini besleyen bir zemin oldu.
Mouffe ve Laclau da “Radikal Demokrasi”nin Gramsci’nin hegemonya kuramıyla bir nesep ilişkisi içinde olduğunu yazarlar; ancak bu kuramdan işçi sınıfını eksiltirler. Geriye kalan ise; artık politik ve iktisadi iddiası konu dışı bırakılmış sosyalizmin var olan diğer söylemler  (veya ideolojiler) arasında bir “söylem”, ona “merkezi ve ontolojik” bir özne karakteri kazandıran tarihsel ve toplumsal bağlarından arınmış işçi sınıfının diğer özneler arasında onlarla eşdeğer olanakla sosyalizme eklemlenmesinin olumsallaştığı bir özne; devletin, ideolojinin, kültür hukuk ve ahlakın belirli tarihsel koşullarda ve belirli üretim tarzı içinde herhangi bir sınıf karakteri taşıdığı söylenemeyecek birer söylem alanı haline geldiği kurgudur.
Gerçekte ise, 20. yüzyıl revizyonizminin ve post Marksizmin öne sürdüğü gibi, Marksizm alt yapı ile üst yapı arasında aynasal bir yansıma ilişkisi kurmaz.  Kültürün, hukukun, ahlakın ve zihinsel yaşamın altyapıdan birebir yansıdığı bir teorik düzlemin zaten sınıf mücadelesine veya herhangi bir dönüşüme olanak tanımayacağı açıkken, tarihin dönüştürücü eylemini sınıf mücadelesi olarak belirleyen bir teorinin bunu iddia ettiğini öne sürmek elbette bir saçmalıktır. Marksizm, egemen sınıfların işçi sınıfı ve diğer kesimler üzerinde fikri bir üstünlük kurmak, kendi politik çıkarlarını herkesin çıkarıymış gibi gösterebilmek ve sistemin derin eşitsizliklere dayalı temelini hukuki metinler ve kurumlar sayesinde yurttaşlarda formel bir eşitlik olduğu duygusu yaratmak üzere gizleyebilmek için kullandığı bütün ideolojik yöntemler ve biçimlerle mücadeleyi sınıf mücadelesinin kapsamında görür. Bunu iki nedenle önemser; birincisi egemen sınıf ideolojisinin kitleler üzerindeki etkisini kırmak, ikincisi de ezilen sınıfların örgütlenmesini kolaylaştıracak nefes alma alanlarını genişletmek için.
Bu nedenle belirli tarihsel koşullarda ve belirli bir üretim tarzı içinde işçi sınıfı ve emekçilerin mücadelelerinin genel olarak devlet kurumlarında, hukuk alanında veya ideolojik planda bir takım değişiklikleri mümkün kılması ve sınıfın bunun için de mücadele etmesi gerektiğini söylemek başka bir şeydir; devletin, hukukun ve egemen ideolojik kurumların sınıf karakteri olmadığını söylemek başka. Nitekim hiçbirinin hukuk sisteminin ve devlet biçiminin tıpatıp aynı olmadığı kapitalist ülkelerde sınıf mücadelelerinin ve egemen sınıf fraksiyonlarının kendi içlerindeki çatışmaların izleri, yönetsel aygıtın mekanizmalarının nasıl işletileceğini, kurumsallaşmaların kaderini belirler. 20. Yüzyılın ikinci yarısında gelişmiş kapitalist ülkelerde, savaş sırasındaki antifaşist cephe mücadelelerinin birikiminin üzerinde yükselen kitlesel politizasyonun, emek örgütlerinin görece güçlenmesinin ve elbette savaştan zaferle çıkmış Sovyetler Birliği’nin kapitalist ülkelerdeki emekçi sınıflarda uyandırdığı sempatinin yüzü suyu hürmetine, sermaye birikimi koşulları da elverdiği için uygulanabilen ve “sosyal devlet” olarak adlandırılan politik biçimi mümkün kılan şeyi, emekçi sınıfların mücadelesi dışında bir etkenle açıklamak zordur. Emekçi sınıfların mücadelesi, bu mücadele onu yıkabilecek kadar güçlenmediği ama tehdit edici derecede büyüdüğü sürece, kapitalist devleti ve kurumlarını bazı ödünler vermeye zorlar. Ama bu, onun, özel mülkiyet sisteminin idaresini düzenleyen, sınıf çatışmalarını sömürücü sınıflar lehine bastıran karakterinin iptali ve sınıfsal özünün silindiği anlamına gelmez. Tam da bu yüzden, 80’lerden itibaren sınıf hareketinin gerilediği, emekçi örgütlerinin dağılmaya başladığı koşullarda kapitalist egemen sınıf, kendisine pahalıya mal olduğu için “sosyal devlet” denen oluşumu tasfiye etmeye girişmiştir; yarım yüzyıllık birikimi hızla tasfiyeye girişmiştir.
Mouffe ve Laclau şöyle yazar: “Devlet, sivil toplumdan bir hendekle ayrılmış bir aracı değil, içinde meydana gelen hegemonik eklemlenmeler tarafından sadece görece olarak bütünleştirilmiş eşitsiz bir kollar ve işlevler dizisidir… Devletin birçok demokratik antagonizmanın yeri olabileceği unutulmamalıdır.”
Ne var ki, antagonizmaların çözüldüğü yer devlet değildir kesinlikle. Antagonizma sözcüğü emekçi kesimlerle devlet arasındaki ilişkinin niteliğini tanımlamaya ilişkin kullanılabilir ancak ve bir antagonizmanın çözümü birbiriyle uzlaşmaz karşıtlık içindeki unsurların iptal olması/ortadan kalkmasıdır. O halde burjuvaziyle işçi sınıfı arasındaki antagonizma burjuvazinin tasfiyesiyle ve kapitalist devlet ile işçi sınıfı arasındaki antagonizma bu devlet cihazının parçalanması ve bir şiddet aleti olarak devletin “sönümlenme”ye gidişinin tek yolu olarak işçi sınıfının kendisini devlet halinde örgütlemeye başlamasıyla çözülebilecektir.
Böylece Ellen Meiskins Wood’un laf hokkabazlığı yapmakla eleştirdiği ikilinin parlak üslubunun, aslında, burjuvazinin alt sınıflara yönelik şiddetinin yoğunlaşmış ifadesi ve kendi sınıf egemenliğinin garantisi olan yönetim aygıtını hedef olmaktan çıkararak, işçi sınıfı başta, tüm ezilenleri bu kapitalist devlet egemenliğinin ve işleyişinin bir parçası haline getirmek üzere böyle cümleler kurduklarını söyleyebiliriz artık. Bunu birçok kez de ifade etmişlerdir: “Solun görevi liberal demokratik ideolojiyi reddetmek değil, tersine onu radikal ve çoğul bir demokrasi doğrultusunda derinleştirmek ve genişletmek olabilir.” Ve “Sosyalizm radikal demokrasi tasarısının bileşenlerinden biridir, radikal demokrasi sosyalizmin bileşeni değil…”
Sonuçta; “Radikal Demokrasi” kapitalist sistemin yarattığı sınıfsal, ulusal, etnik, ırksal ve cinsel sorun ve dışlamalara karşı örgütlenip mücadele eden bütün kesimlerin iğdiş edildiği ve burjuva devletin geniş hükümranlık alanında eritildiği; kimlik gruplarına ve onların özneliklerine değer veriyormuş gibi görünerek bütün kimlikleri nihilizan hiçlik potasında erittiği bir liberal demokrasiye methiye stratejisidir.
Marksizmi “kriz”de varsayıp onu 1968’de ortaya çıkan toplumsal hareketleri ve özne çeşitliliğini görmemekle eleştiren Mouffe ve Laclau (Burada “Marksizmin krizi”nin kaynaklandığını iddia ettikleri ikinci noktaya geliyoruz); bir zamanlar Marx Yahudi Sorunu üzerine yazmamış, Lenin ve Stalin ulusal sorun üzerine kalem oynatmamış ve bu sorunla yıllarca hiç uğraşmamış, komünistler kadın sorunuyla hiç ilgilenmemiş, yoksul köylülüğün toprak talebine kulaklarını tıkamış, ırkçılıkla ve nükleer felakete karşı savaşmamış gibi davranmayı, bütün tarihsel birikimi yok saymayı tercih ediyorlar. 1968’in sadece bir gençlik hareketi değil aynı zamanda bütün dünyada işçi ve emekçi eylemlerinin yükselişiyle karakterize olduğunu, dönemin komünistlerinin bu eylemlerin örgütlenmesinde rol aldıklarını görmüyorlar. Türkiye’de de 1968 sadece radikal ve militan devrimci gençlerin eyleminden ibaret değildi. Kentli orta sınıfı harekete geçiren toplumsal koşullar üretici köylülüğü, işçi sınıfını da ayağa kaldırmıştı ve yanlarında devrimciler vardı. Dolayısıyla “Marksizmin krizi”nin nedenlerinden biri olarak görülen toplumsal hareketlere Marksistlerin pratik ilgisizliği, yalan değilse, eksik bir bilgi niteliğindedir. Lenin Ne Yapmalı’da şöyle yazmıştı: “Eğer işçiler hangi sınıfları hedef alıyorsa alsın, her türden baskı, zorbalık ve suistimallere tepki göstermeyi öğrenmemişse ve bu tepkiyi herhangi bir bakış açısından değil, tam da sosyal demokrat bakış açısından göstermeyi öğrenmemişlerse işçi sınıfının politik bilinci gerçek bir politik bilinç olamaz. Eğer işçiler diğer toplumsal sınıfların her birini, bu toplumsal sınıfların düşünsel, moral ve politik yaşamlarının bütün görünüm biçimlerini somut ve aynı zamanda mutlaka güncel politik olgu ve olaylardan gözlemeyi öğrenemezse; toplumun bütün sınıflarının, katmanlarının ve gruplarının eylem ve yaşamlarının bütün yönlerinin materyalist temelde yapılan çözümlemesini ve değerlendirmesini pratikte kullanmayı öğrenemezse işçi kitlelerinin bilinci gerçek bir sınıf bilinci olamaz. İşçi sınıfının dikkatini, gözlem gücünü salt ve sadece ağırlıklı olarak bile sınıfın kendisi üzerinde yoğunlaştıran kişi, sosyal demokrat değildir…”
Demek ki, Marksistler toplumun çeşitli kesimlerinin taleplerini kendilerine dışsallaştırmamışlar, tersine bu hareketlerle ilişki kurmuşlar ve işçi sınıfının her bireyini bu konuda eğitmeye çalışmışlardı. Elbette bu ilgi sosyalist temelde, işçi sınıfının stratejik programı kapsamında bir ilgiydi. Post Marksizmin toplumsal hareketlere bunlar sistem içi bir güzergahta seyretsinler, devrimci bir nitelik kazanmasınlar ve nihayet liberal demokrasinin çeperini fazlaca zorlamasınlar diye gösterdikleri ilgiden ve önerdikleri stratejiden daha etik, politik ve insani bir ilgidir bu. Kimlik grupları, ezilen uluslar, kesimler ve cinslerin talepleri, çevre ve ekoloji mücadelesi bir sosyalistin kendisine ait hissetmediği talepler olamaz ve olmamıştır da. Ancak bu taleplerin kendiliğinden anti kapitalist ve dönüştürücü olduğunun, kapitalizmin de sistem içi çözümlerle kimi talepleri yatıştırmayacağı veya şiddetle bastırmayacağının bir garantisi de yoktur.
Rusya’da askerler, köylüler ve tüm ezilenlerle birlikte devrim yapan işçi sınıfının dünya tarihi ve coğrafyasını değiştiren eylemi ve Sovyetler Birliği’ndeki sosyalizm deneyimi, eğer eleştirinin konusu olmayacaksa, Post Marksist kuramcıların özenle ve politik bir kasıtla üstünü örttükleri bir tarihsel gelişmedir. Bugün Sovyetlerin yıkılmasından yola çıkarak sosyalizmin başarısız bir sistem olduğuna, sadece olduğuna değil, olmak zorunda olduğuna inananların yeni bir demokrasi modeli arayışı, Laclau ve Mouffe’un da düştüğü durum gibi, onları ister istemez kapitalizmin içinde çatlaklar yaratmakla yetinme tuzağına düşürmüştür. Yerelleşme, otonomi, özerklik, özyönetim gibi ışıltılı laflarla oluşturulan stratejik modellerin, Marx’ın ta Proudhon’la polemik yaparken teorinin çöplüğüne gönderdiği 19. yüzyıl ütopisinden esinlenerek doldurulan içeriği, bir zamanlar adına “Sovyet” denen, patenti 1905 devrimini yapan halka ait olan ve 1917den sonra da Bolşeviklerin olduğu gibi benimsediği yönetsel organ unutularak yeniden ısıtılıyorsa, bunda bir tuhaflık olduğunu tespit etmek gerekiyor.
Lenin, sosyalizmi tarif ederken kullanmayı tercih ettiği iki sözcük olan elektrifikasyon ve Sovyetlerle, bir yandan halkın refah düzeyini artırmak için gerekli üretimin bütün kısıtlarından kurtularak gerçekleştirilebilmesine, diğer yandan da bu üretim sürecine dair halkın denetimine atıfta bulunuyordu. Sovyet örgütlenmesinin içeriğini ve işleyiş mekanizmasını pek çok yerde tarif etmişti Lenin; esasen bütün halkın yerel düzeylerde yönetime katıldığı, kendi temsilcilerini geri alabilme hakkı baki kalmak üzere bir üst organa gönderebildiği, bürokrasisiz ve sömürüyü kaldırmayı hedefleyen bir düzenin teminatı, kendi güvenliğini silahlı halk milisleri tarafından güvenceye alan Sovyet örgütlenmesi, yine Lenin’in deyimiyle, “Avrupanın en gelişmiş demokratik ülkesinden daha demokratik bir ülke” haline gelme yolundaki Sovyetler Birliği’nin siyasal, iktisadi ve toplumsal yapıtaşıydı.
Lenin, 16 Nisan 1917’de Köylü Vekilleri Kongresi’nde seslenirken şöyle diyordu: “Demokrasi vaazı vermek yeterli değildir; demokrasiyi ilan etmek, yasalara geçirmek, halkın ‘temsilci’lerini demokrasiyi hayata geçirmek üzere temsili kurumlara sokmak yeterli değildir. Demokrasi yukarıdan ‘denetim’ olmaksızın, bürokrasisiz, kitlelerin kendi girişkenlikleri ile, devlet faaliyetlerinin her alanına etkin bir biçimde katılmalarıyla aşağıdan ve bir defada inşa edilmelidir.
Polisin, bürokrasinin ve ordunun, halkın tümünün toptan silahlanmasıyla, kadınlar dahil tüm halkın milisleriyle değiştirilmesi ivedilikle yapılabilecek ve yapılması gereken pratik bir iştir… En aşağıdakilere dek uzanarak yönetme sanatını yalnızca teoride değil, pratikte de halka öğretmek; bunu yaparken, kitlelerin deneyimlerinden her yerde yararlanmak… İşte bunlar özgürlüğün hiçbir çar, hiçbir kabadayı general ve hiçbir kapitalist tarafından yok edilemeyecek güvenceleridir.”
Komün, diyordu Lenin, 22 Eylül 1917’deki Tüm Rusya Demokratik Konferansı’nda, “Proletaryanın yalnızca önünde hazır bulduğu devlet mekanizmasını ele geçirip onu kendi amaçları için kullanmakla yetinemeyeceğini, aynı proletaryanın bu mekanizmayı parçalayıp yerine yenisini koymak zorunda olduğunu bize öğretti… Hem yasama hem de yürütme erki halkın seçilmiş temsilcilerinin elinde olmalıdır.”
Ve bir alıntı daha:
“Elbette bizler ütopyacı değiliz. Bir düz işçinin ve aşçının hemen bir anda devlet yönetimini kıvıramayacağını da elbet biliyoruz. Biz devleti yönetmekte alelade işlerin günlük uygulanışında yalnızca zenginlerin ya da zengin ailelerden seçilen memurların yetenekli olduğu yolundaki önyargının hemen ve kesinlikle terk edilmesini istiyoruz. İstiyoruz ki sınıf bilincine ulaşmış işçiler, askerler devlet yönetiminde yetişsinler ve bu işler hemen başlasın. Tüm çalışan halkı ve yoksulları bu iş için yetiştirmek üzere ivedi bir başlangıcın gerçekleşmesi mümkündür.”
Lenin’in söyledikleri ve 1917’den sonraki gelişmeler işçi sınıfının demokrasiyi günümüzün “Radikal Demokratlar”ından daha radikal bir biçimde ele aldıklarını açıkça gösterir. 7 Kasım 1917’de “İşçiler, köylüler ve tüm emekçi halk tüm iktidarı kendi Sovyetlerinizin eline alın” diye seslenen parti, Mouffe ve Laclau’nun iddia ettiği gibi, işçi sınıfının sahip olmadığı politik çıkarlarını önsel olarak zihinde kendisi kurmamıştır. Halkın gerçek bir demokrasiye olan ihtiyacı, işçi sınıfı hareketinin içinden çıkardığı ve talebin cisimleşmiş ifadesi ve açılımı olan sosyalist partiyle birlikte pratik bir gerçekliğe dönüşebilme şansını bulmuştur ve bu şans kapitalist düzende ve burjuva bir devlet bütün haşmeti, mülkiyet düzenini koruyan yasaları ve silahlı gücüyle dimdik ayakta dururken yakalanacak bir şans değildir.

YÖNTEM ÜZERİNE…
Bitirirken, “Radikal Demokratlar”ın toplumu analiz ve uslamlama yöntemleri üzerine birkaç değinmede bulunmak şart görünüyor. Laclau ve Mouffe’un kavramlardan yürüyerek kendi içinde tutarlı görünen bir başka kavramsal düzeye sıçrama yöntemi aslında yeni bir yöntem değil. Kendilerinden önceki idealistler de gerçek hayata ve insanlar arasındaki gerçek ilişkilere odaklanmak yerine ya bağlamından koparılmış kavramlara zihinde doğumlar yaptırdılar ya da içinde hareket etmelerini kolaylaştıracak kavramsal bağlamlar icat ettiler. Bu kavramsal hareketin meta okumasını yaparak, aslında gerçeklikle nasıl çarpık bir ilişki kurulduğunu, yine hem teoride her zaman takdirle andığı ve kendisinden esinlendiğini söylediği Hegel’i idealizmini eleştirerek ayakları üstüne oturtan, hem de 18. ve 19. yüzyıl burjuva politik iktisatçılarını eleştiren Marx söylemiştir. Marx’a göre, örneğin burjuva mülkiyet ilişkilerinin çok iyi bir resmini çıkaran Smith ve teoriye emek kategorisini ekleyen ilk iktisatçı Ricardo’nun analizin başlangıcında ele aldıkları “bireysel ve tecrit edilmiş balıkçı ya da avcı” figürü yazarların zihnindeki bir görünüşten ibarettir. Bunlar 18. yüzyılın gerçeğe uymayan yavan halleri içinde yer alırlar. Marx bir yandan Ricardo ve Adam Smith’i Robensonculukla eleştirirken, diğer yandan 16. yüzyılda hazırlanmakta olan ve 18. yüzyılda büyük adımlarla olgunluğa yürüyen burjuva toplumunun bir müjdelenmesi olarak görür bu zihinsel yansımayı. “Serbest rekabetin hüküm sürdüğü bu toplumda, birey, kendisini, daha önceki tarihsel çağlarda belirli ve sınırları çizili bir insan yığışımının unsuru haline getiren doğal bağlardan kopmuş olarak görünmektedir. 18. yüzyıl bireyi, geçmişte yaşamış ideal olarak görünmektedir. Onlar bunda tarihsel bir sonuç değil tarihin bir hareket noktası olarak görmektedirler…”
Mouffe ve Laclau da kapitalizmin, bireysel bencilliğin yüceltildiği, insanları bir arada tutan bütün manevi bağların parçalandığı ve benliklerinin yıkıma uğradığı ve bu yüzden de gerçeklikle tekabüliyeti “olumsal” “gezici gösterenler”in peşine takılmaktan başka ellerinden başka bir şeyin gelmediği bugünkü koşullarında, nüfusun toplamında geçmiş deneyimin mantıklı bir inkarını ve geleceğin olanaksızlığını görmektedirler. Güvensizlik, güvencesizleştirme ve örgütsüzleştirme politikaları, tekil ve bağlantısız insan tipini inşa ederek insanın kendi öz güçlerini yıkıma uğrattığından bu yana, insan tekinin görünür olmayan, ama onda bir potansiyel keşfetmeye yatkın yazarların önvarsaydığı dönüştürme yeteneği, gerçek bir dönüşümün teminatı olarak ele alınabilecek kadar iradi bir tasarrufun konusu olmuştur. Onun disipline edilmemiş yüzer gezer gücü, ne olduğuna ve toplumsal konumuna dair fikirsizliği siyasal stratejinin ayak basacağı kaçınılmaz ve değişmez bir zemindir adeta. Böyle bir bireyin unuttuğu tarih, bağ kuramadığı sınıfsal konum, gelecek öngörüsü, yazarların zihninden de eksilmiştir. Hareketsizliği içinde algılanan birey ya da kesimler bir stratejinin odak noktasında bulunduklarında, artık süreçler değil anlar, maddi ilişkiler değil bölük pörçük söylemler, talepler değil arzular önem kazanır. Teorinin bütün çabası bu hareketsizliği halindeki insana uygun makul ve iç tutarlılığı olan kavramsal bir ufuk imkanı sunmak olsa bile, hareketin zihindeki yansıması, mevcut sistemin ötesine ulaştıramayan bir yönelime sahip olacaktır ve görüneni, olduğu haliyle, geleceksiz ve parça parça tekrar etmekten başka bir işe de yaramayacaktır. Geçmiş ve geçmişte söylenmiş her şey bağlamsız, düşünce süreçsiz, zaman kesintili ve anların toplamından ibaret, alıntılar metnin süreksizliğinden mustariptir. Böylece, Marx’ın deyimiyle, gerçeklik bir hareket noktasıymış gibi görünse de, düşüncedeki sentez sürecinden sonra varılan bir sonuca dönüşür. Yani insanın geleceği de, bugün içine düşürüldüğü konumun kötü bir tekrarı haline gelir.
Toplumu kimin ve hangi bakış açısının analiz ettiği de önemli bir sorundur. Bir Marksist için, nüfus içindeki ezilenlerin ve işçi sınıfının en durağan görünümündeki iç hareket bile, bu hareketin mevcut sistemi yıkma potansiyelini ne kadar taşıyıp taşımadığı, toplumun devrimci dönüşümüne nasıl olanaklar sağladığı bakımından bir inceleme konusudur. Marksist analizde “şimdi” kendi geçmişinden ve geleceğinden ayrı ve yalıtık durmadığı gibi, olgular geçmişle gelecek arasındaki süreklilik, kesintiler ve kopuş anları göz önünde bulundurularak soyutlanır. Gelişimin ve değişimin herhangi bir anı, zamanın bir yerinde bağlamsız bırakılacak biçimde soyutlanmaz. Çünkü bu, gerçeğin gerçek bilgisini vermeyecektir.
Analiz edilecek nesnenin hangi yönüyle ele alınacağı, neyin önemli olacağı da belirleyicidir. Mouffe ve Laclau önceden kurgulanmış bir politik doğrultunun lehine ve onun doğruluğunu kanıtlamak üzere ele aldıkları toplumsal ögeleri zihinde yeniden tasarlamış, onlara, maddi ilişkileri dışarıda bırakarak imgesel ve simgesel konumlar bahşetmiş ve yine kendi zihinlerinde yarattıkları bir hareketi analiz etmeye çalışmışlardır. Oysa, Hegel yöntemi, diyordu Marx, “sırf fikirden hareket ediyordu, kendi deyimiyle hiçten gelen ve hiçe giden bir yöntem.”
Politik iktisat kuramcılarını eleştirirken ise; “Nüfustan hareket eden yöntem doğru gibi gözükür. Ama yakından bakınca bunun bir yanılgı olduğu anlaşılır. Örneğin nüfusu oluşturan sınıfı göz önünde bulundurmazsak nüfus soyut bir kavram olarak kalır. Öte yandan ücretli emek gibi, sermaye gibi sınıfların üzerine kurulu bulundukları ögeleri hesaba katmazsak bu sınıflar da boş sözcüklerden öte bir anlam taşımaz. Demek ki incelemeye nüfusla başladığımız taktirde bütünün kaos halindeki görüntüsünü elde ederiz. Oysa konuyu daha sınırlı ve belirli olarak saptadığımızda gittikçe basitleşen kavramlara varırız; somuttan gittikçe daha ince ve ayrıntılı bir hal alan soyutlamalara geçeriz ve sonunda en basit belirlemelere varırız. Buradan hareket ederek yeniden nüfusa varana dek yolu ters doğrultuda bir kere daha kat etmek gerekir. Bu kere nüfus bir bütünün kaos halinde görünüşü olmaktan çıkar, birçok belirlemenin ve ilişkinin zengin toplamı haline gelir…”
Marx’ın toplumu düşünmenin yöntemine dair önerisi “Radikal Demokrasi” kuramcılarınınkine hiç benzemez. “Radikal demokratlar”ın pozisyonunun ise, kapitalizm içindeki sınıf ilişkilerinin işçi sınıfının mevzilerinin dağılması pahasına 19. yüzyılı hatırlatır biçimde yeniden yapılandığı ve sınıfın kendi güçlerini toparlamak için en baştan başlamak zorunda bırakıldığı bugünkü koşullarla ilişkisi yok değildir. Toplum kuramı da bir ölçüde geçmişinden, en başından başlamaya; idealist zihnin, toplumu, unsurları belli belirsiz ve kaotik bir bütün olarak algıladığı zamana dönmüş gibi görünür. Tarihsel materyalizm öncesi bu eşikte (veya tarihsel materyalizm yönteminin reddedildiği Post Marksist bağlamda), toplumun, teorisyenin zihninde de görünürdeki kaotik durumunu koruması, bütünlüğü halinde soyutlanamaması mümkün hale gelmiştir. Böylece kaçınılmaz olarak başlangıçta kurgulanan noktaya varılmış; hareketin hiçbir yere varmadığı sıfır toplamlı bir oyun ortaya çıkmıştır. Wood “işte geldiğimiz nokta: Başlangıçta söz vardı ve söz tanrıydı, cisme bürünmüş nihai özneydi…”  diyor bu oyunun sonucuna.
Gerçekten de hiçbir ayrıcalıklı öznenin kurmasına izin verilmediği, sömürenin ideolojisinin sömürülenin ideolojisine eşdeğer kılındığı, kuruluşundaki kendiliğindenliğin kutsandığı ve dahası onca şatafatlı iddiaya rağmen kendisinin hiçbir şey kurmaya ve değiştirmeye gücü olmayan söylemin kurucu iradesi, “Radikal Demokratlar”ın şekilsiz ve nihai olarak hiçbir şey olmamaya yazgılı özne çoğulluklarına ait olamaz. Bu söylemi kuran, burjuvazi değilse eğer, göksel bir irade olacaktır açıkça.
Eskiden de idealizm dönüp dolaşıp başlangıçtaki iradeye teslim olur ve o kadar yolu kalkış noktasına varmak üzere kat ederdi.
Ancak bu 19. yüzyılda açıkça bir kör inançtı; bugün ise bir kasıttır. “Radikal Demokrasi” sınıf mücadelesine ve sosyalizme kast ederek kapitalizme rücu etmiştir.

KAYNAKLAR
Ernesto Laclau- Chantal Mouffe, Hegemonya ve Sosyalist Strateji, çev: Ahmet Kardam/Doğan Şahiner, Birikim, 1992-İstanbul
Karl Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, çev: Sevim Belli, Sol Yayınları, 1976-Ankara
K. Marx-F. Engels, Felsefe İncelemeleri, çev: Sevim Belli, Sol Yayınları 1979-Ankara
Karl Marx, Alman İdeolojisi, çev: Tonguç Ok, Olcay Geridönmez, Evrensel Basım Yayın, 2013-İstanbul
Marx- Engels, Seçme Mektuplar, çev: Alaattin Bilgi, Evrensel Basım Yayın, 1996- İstanbul
Lenin, Ne Yapmalı, çev: Arif Berberoğlu, Evrensel Basım Yayın, 2011-İstanbul
Lenin’den Anılar, Yönetime Katılmayı Nasıl Öğrendik, çev: Olcay Geridönmez, Evrensel Basım Yayın, 2000-İstanbul
Lenin, Halkın Devlet yönetimine Katılımı Üzerine, çev: Metin Çulhaoğlu, NK Yayınları, 2003-İstanbul
E. M. Wood, Sınıftan Kaçış/Yeni Hakiki Sosyalizm, çev: Şükrü Alpagut, Akış Yayınları, 1992-İstanbul

Emperyalizmin yeni demokrasisi: Yönetişim

‘90’lı yılların başından beri siyasi literatüre yerleşen önemli kavramlardan biri küreselleşmedir. Küreselleşme, Sovyetler Birliği’nin 1989’daki açık çöküşünden sonra mali sermayenin dolaşımının önünde hiçbir politik engel kalmadığına inanan emperyalistlerin, yeni hegemonik durumun sunduğu olanaklar çerçevesinde dünyayı yeniden yapılandırma çabaları sonucunda elde etmeyi umdukları tablonun adıdır.
Küreselleşmenin ve yeniden yapılandırmanın içeriği emekçi sınıflar açısından çok iyi biliniyor. Çünkü IMF ve Dünya Bankası’nın yapısal uyum projeleri kapsamında dünya halklarının başına örülen çorap; işsizlik, açlık, yoksulluk, savaş ve şiddetle biçimlendi. Ve her gün, yöneticilerin, borç ve kredi şantajı karşısında, “15 günde 15 yasa” gibi dayatmalara hiç itiraz etmeksizin ulusal kaynakları gitgide nasıl elden çıkardıkları, bağımsızlığın artık esamisinin okunmadığı da biliniyor. Özelleştirme yoluyla sanayiden tarıma, sosyal hizmetlerden yerel hizmetlere, bankalardan diğer finans kurumlarına; devletin yeniden yapılandırılması adına da bürokrasiden temsili kurumlara, yasama, yürütme ve yargı üçlüsüne kadar dokunulmadık alan bırakılmadı.
Ecevit’in son Amerika ziyaretinde de yeni bir kavram güncelleşti. “Good Governance” ya da Türkçesiyle “Yönetişim” denilen bu kavram, ABD Başkanı Bush tarafından Türkiye’ye dikte edilen diğer konuların arasında, demokrasinin de yeniden yapılandırılmasını tarif etmek üzere kullanıldı ve böylece demokrasinin de küreselleşmenin koşulları arasında yer aldığı “resmen” teyit edilmiş oldu. Yönetişimin, 90’lı yılların başından bu yana Dünya Bankası’nın sürekli gündeminde olmasına ve Türkiye’de de seçilmiş pilot bölgelerde hayata geçirilmeye başlanmasına karşın, mali sermayenin ciddi bir eğilimi olarak tanımlanması bu gezi sırasında olmuştur.
Yirminci yüzyıl boyunca liberal demokrasiyi baş tacı eden, toplum bilimci Max Weber’in kullandığı bir tanımlamayla bu demokrasiyi bütün dünya halkları için ulaşılması gereken “ideal tip” olarak tarif eden ve yapılan her müdahalenin, işgalin, saldırının bile ideolojik meşruiyetini “demokrasinin yaygınlaştırılması” gerekçesiyle kurmaya çalışan emperyalist burjuvazi, demek ki şimdi de, “demokrasisi”ni yeniden yapılandırmak üzere kollarını sıvadı. Genel ve eşit oy hakkı, seçilmiş vekillerin temsili, yasama-yürütme-yargı erkinin birbirinden ayrılması gibi klasik normlar içeren liberal demokrasinin, artık tarihsel misyonunun tamamlandığına, bir yönetim ilkesi olarak, yeni tarihsel koşullarda geçersizleştiğine inanılıyor. Gerçekten de, burjuva demokrasisinin en çok kurumlaştığı Batı Avrupa’dan başlamak üzere, bu kurumlaşmanın güdük kaldığı geri kapitalist ülkelere kadar, dünya emekçilerinin parlamenter demokrasiden soğumaları, oy verme oranlarındaki düşüş, vekil seçiminde gitgide mali ve siyasi gücün belirleyici olması, seçmenlerin seçtiklerinin kendilerini temsil ettiğine inançlarını epeydir yitirmeleri ve bu demokrasinin askeri darbeleri ve polis terörünü dışlamaya muktedir olmadığının farkına varılması; liberal demokrasinin kriz çanlarını çoktan çalmıştı. Dolayısıyla sınıf ilişkilerini dengeleyici, sınıf mücadelesini denetleyici işlevi ile hem 20. Yüzyıl Batı demokrasisinin en önemli nedeni hem de başlıca eleştirisi olan sosyalizmin varlığı koşullarında en güçlü dönemlerini yaşayan, bu en güçlü dönemlerinde bile, hem dünya emekçilerinin şiddetli eleştirilerinden hem de kendi iç çelişkilerinden dolayı çöküşe geçen liberal demokrasi, bugün burjuvazinin sınıfsal ihtiyaçlarını karşılamakta yetersiz kalıyor. Ama klasik demokrasiyle alt sınıfların artık yönetilemez olması, gerekçelerden sadece birini oluşturuyor. Asıl sorun, küreselleşme koşullarında sermayenin birikim süreçlerinin ihtiyaç duyduğu büyük hıza ulaşabilmesi için, klasik demokratik kurumların artık birer ayak bağı haline gelmesidir. Uluslararası tekeller, sermayenin genişletilmiş yeniden üretiminin güncel koşullarında, yeniden paylaşıma tabi tutulan dünya pazarlarının ulus devletlerin farklı farklı yönetsel iç prosedürleriyle bölünmüş olmasını artık hazmedemiyor; sınırsız bir dünya pazarı için, ulus devleti yirminci yüzyıl boyunca karakterize eden bütün ekonomik, siyasi, hukuki, kültürel kurumları değiştirmek istiyor.
Sovyetler Birliği’nin çözülüp dağıldığı, sendikaların kan kaybettiği, politik işçi örgütlerinin ciddi biçimde zayıfladığı, ulusal kurtuluş mücadelelerinin gerilediği bir dönemde, vaktiyle emekçi kitlelerin mücadelesinin bir kazanımı olan ama aynı zamanda da bu mücadelenin sistem içinde kalması için oluşturulan mekanizmaları kurumlaştırıp denetleyen liberal demokrasi de bir devlet biçimi olarak bu yüzden mercek altında.

DEMOKRASİNİN İLK TARİHSEL KOŞULLARİ
Burjuva demokrasisi, sermayenin serbest rekabetçi döneminde, milli pazarların birleştirilmesi için sürdürülen ulusal mücadeleler eşliğinde ortaya çıktı. Genel siyasi çerçevesi, 1789 Fransız Devrimi’nden sonra çizildi. Gerçek bir kurumsallaşma için ise, 20. Yüzyılın beklenmesi gerekiyordu.
Burjuva demokrasisinin ilk prensipleri, başlıca iki statükonun hukuki olarak belirlenmesi amacına yönelikti. Birincisi, 14. ve 15. Yüzyıllardan itibaren oluşmaya başlamış kapitalist ticari mülkün, henüz yıkılmamış feodal iktidarlara karşı korunması için devlet ile piyasa arasındaki ilişkilerin düzene sokulması; ikincisi de, emeğin, rekabetin serbestçe sürdüğü bir pazarın unsurlarından biri haline getirilmesi sürecindeki ekonomik ve politik engellerin giderilmesiydi. Yüzyıllar süren bu gelişme sürecinde burjuvazi ve ideologları başlıca iki ideolojik kavram kullandılar: Bunlardan biri, devletin pazar ilişkilerine müdahale etmesi önünde bir bariyer oluşturacak olan sivil toplumun güçlendirilmesi; diğeri de kavramın tanımında aralarında nüanslar bulunsa da 18. Yüzyıl Aydınlanmalarının literatüründeki “toplumsal sözleşme” idi.
“Sivil toplum” vurgusu, geleneksel toplumsal örgütlenmenin sermayenin serbest ve özgür rekabetinin önüne çıkaracağı engelleri, piyasanın en önemli düzenleyici olduğu söylemiyle bertaraf etmeye yönelikti. Buna göre, devlet hiçbir ekonomik müdahalede bulunmamalı, ekonomik hayat, pazarın kadiri mutlak idaresine bırakılmalıydı. Zira, 2. Charles’in hazineyi dondurması, 8. Henry’nin kilise mallarına el koyması, 1. Charles’in darphaneyi soyması gibi ekonomik zorbalıklar, ticari sermaye birikiminin sınırlarının keyfi önlemler tarafından kesilmesi anlamına geliyordu ki, feodal ayrıcalıklar ve keyfiyet, daha o zamanlarda sınırsız bir birikimin düşünü kuran sermaye sahibinin özgürlüğü üzerinde demokles kılıcı gibi sallanmaktaydı. Oysa devlet, serbest girişimcinin çıkarlarını kollamak anlamında, bireylerin (yani serbest girişimcinin) özel faaliyet alanlarını güvence altına alan bir niteliğe kavuşmalıydı.
Piyasa ilişkileri, emeğin de tıpkı para ya da diğer ticari mallar gibi alınıp satılan bir meta haline dönüşmesi ilkesiyle kurulmuştu. Devlet, işveren ile emekçi arasındaki bu serbest mübadeleye de karışmamalı; pazarlık, özgür taraflar arasında çıkarlarda sağlanacak anlaşma düzeyine bağlı olarak sonuçlanabilmeliydi. Kuşkusuz bu durumda, taraflardan birinin, emekçinin, üretim araçlarından yoksunlaştırılıp kaba kol gücünden başka satacak bir şeyinin kalmamasına yol açan kapitalist mülksüzleştirilmesi ile diğer tarafın özel mülkiyete ve sermayeye sahip olmasından kaynaklanan ekonomik gücü arasında bir eşitlik olduğu varsayılıyordu. Zaten o dönem ortaya çıkan ve liberal demokrasinin sonraki yüzyıllarda da önemli birer söylemi haline gelen eşitlik ve özgürlük, girişimci burjuvanın kendi çıkarlarını gerçekleştirmesine yönelik söylemlerdi. Piyasa ilişkileri kapsamında talep edilen özgürlük, siyasal ilişkilere sonradan hukuk yoluyla tercüme edildiğinde de başlıca kaygı, pazarın bekasını koruma ve güvence altına almaya yönelik olacaktı. Ancak hemen eklemek gerekir ki, burjuvazi feodal aristokrasiye karşı yürüttüğü devlet müdahalesinden kurtuluş mücadelesini kendi ulus devletlerini kurduktan sonra sumen altına sakladı. Sermayenin yeniden üretimi ve dolaşımı sürecinde, kişisel sermaye sahiplerinin başaramayacağı alt yapı tesisleri (limanlar, demiryolları, haberleşme sistemleri, enerji santralleri vb.), toplam toplumsal artı-değerin bir bölümünü sermaye adına tasarruf eden burjuva devletin marifetiyle gerçekleştirilmek üzere, siyasal iktidara bırakıldı. Ulus devletler, ulusal pazarları yerli sermayenin çıkarları doğrultusunda koruyacak gümrük ve yatırım önlemleri almaya, ama ulusal sınırlar dışında yapılacak meta ihracını kolaylaştıracak düzenlemeler yapmaya başladılar.
Çıkarları uzlaşmaz iki karşıt sınıfa bölünmüş burjuva toplumda, toplumsal ilişkilerin nasıl düzenleneceği, devlet ile toplum arasındaki alışverişin biçiminin ne olacağı, pazarda karşı karşıya gelen mülksüzler ile özel mülk sahibi sınıf arasındaki eşitsiz ilişkinin yol açacağı hasarın hangi siyasal yöntemle önlenebileceği, eski düşünürlerin önemli kaygıları arasındaydı. Hobbes, Locke, Rousseau, Montesque’nun Roma hukuk geleneği ile 18. Yüzyıl pazar ilişkilerini düzenleyen yeni ilkeler arasında yaptıkları sentez, pazarda birbirleriyle karşılaşan insanların mülkiyet ile ilişkilerinin göz ardı edilmesiyle sonuçlandı. Bu, tabii ki, doğrudan doğruya özel mülkiyet sahibi sınıfın çıkarlarının ifadesiydi. Yönetenler ile yönetilenler arasındaki ilişki siyasi hukuk ile korunurken, toplum üyeleri arasındaki ilişkiler de, sivil topluma özgü ilişkisel formlar ile güvence altına alınacaktı. Sermaye sahibi ile emek arasındaki alışveriş ilişkisini, yani sömürü ilişkilerindeki gelişmeleri piyasanın kör güçlerinin düzenleyiciliğine havale eden, daha doğrusu burjuvanın keyfiyetine terk eden, ancak olası çıkar çatışmalarının çözümünü de son tahlilde yine egemen sınıfın sözde sivil toplumdan ayrışmış “aşkın” devletine ve hukukuna bırakan fikri inşa sürecinde, emekçi ve burjuva da, Rousseau’nun “yurttaş” tanımında eşitlenecekti. Rousseau, kendi “Toplumsal Sözleşmesi”ni, bireyin, üyesi olduğu topluluk aracılığıyla egemenliğe dâhil olacağı öngörüsüyle kavramsallaştırmıştı. Diğer düşünürlerden farklı olarak da, sivil toplum ve devlet arasındaki tehlikeli sonuçlar yaratabilecek bölünmenin aşıldığı bir toplumsal bütünleşme düzeyinin nasıl kurulacağına kafa yormuştu. Bu toplumsal bütünleşmenin özü, ona göre, devletin tüm yurttaşların ortak çabasıyla kurulacağı, devletin bu çabanın bir ürünü olduğuydu.
Rousseau’nun, sınıfsal çelişkileri gizlemeye elverişli yurttaş kavramı ile toplumun üstünde, sınıfsal çıkarlar tarafından belirlenmeyen, topluluk üyeleri tarafından oluşturulan devlet fikri, liberal demokrasinin kurucu öğelerindendir. 1789 Fransız ihtilaliyle başlayan süreçte burjuva devletin biçimi bu anahtar kavramlarla oluşturulacaktır.
Fransız devrimi, burjuva demokrasisini, iki önemli katkıyla geliştirdi. Bunlardan biri, Aydınlanmacıların “topluluğa görevle bağlı yurttaş” kavramını, insan hakları kavramıyla ikame etmesi; diğeri de, oy hakkının tanınmasıydı. Her iki zenginlik de, aslında, egemen sınıfın statüsünü bir kez daha netleştirmeye yarıyordu. Çünkü “insan”, nasıl “mülk sahibi”, “erkek” gibi kategorik kimliklere sahip olarak tasarlanmışsa, oy hakkı da bu tasarıma denk düşen yurttaşlara tanınmıştı. Mülksüzler, yabancılar ve kadınlar seçilme hakkı bir yana, oy hakkından yararlanamıyorlardı. Bireysel hak ve özgürlükler, sadece burjuvanın hak ve özgürlükleri anlamına geliyordu. Dolayısıyla yurttaşlık kavramının, başlangıçtaki iddiasını gerçekleştirebilmesi için, köprülerin altından çok suların akması gerekiyordu. Sınıfsal içeriği bu denli apaçık belirlenen yurttaşlık statüsünün kapsamı, sınıf ve kadın hakları mücadelelerinin gelişmesiyle değişen toplam toplumsal koşullara bağlı olarak, süreç içinde gelişip kurumlaştı. Ancak her gelişme aşaması, tıpkı insan haklarında olduğu gibi, sınıfsal içeriğinin biraz daha gizlenmesini kolaylaştırdı. Egemen sınıfın işçi mücadelelerini bastırmanın, önlemenin bir yolu olarak gördüğü sınıfı bölücü girişimlerden biri olarak, 19. Yüzyılda güçlenen işçi aristokrasisinin İngiltere’de sınıfın ana kitlesinden daha önce oy hakkına sahip olmasındaki gibi, tüm toplumu yurttaşlık kavramında eritip sözde bir eşitlik sağlanması fikri bile, uzun süre burjuvazi tarafından pek rağbet göremedi. Rousseau’nun kehaneti, onun hiç öngörmediği bir biçimde gerçekleşti; burjuvazinin demokrasisi, gerçekte yurttaşların elbirliğiyle değil ama sınıf mücadeleleriyle süreç içinde oluşturuldu. Fransız Devrimi’nin sloganlarından biri olan “Eşitlik”in, genel oy hakkı kapsamında biçimsel olarak sağlanması, ancak yirminci yüzyılın ortalarında mümkün olacaktı. Ki, demokrasi için “ideal tip” oluşturan Avrupa’da, oy hakkına sahip olmanın aynı zamanda tüm diğer yurttaşlık haklarına sahip olmak anlamına da geldiği Avrupa’da, göçmen işçilerin bu haktan hâlâ yoksun tutulduğu hesap edilirse, burjuva demokrasisi, her tarihsel döneminde, kutsal “eşitliği”ni, gözle görülür başka eşitsizliklere borçlu olmuştur.
Eşitsizliğin ana kaynağı, emek ve sermaye bölünmesine dayalı kapitalizm; bütün biçimleriyle gerçekleşmiş, görünürde mükemmel bir eşitliğe dayalı demokrasiyi eşyanın doğası gereği gerçekleştiremeyecektir. Demokrasi ancak, emekçi sınıfların, sistem içindeki, çerçevesi zorlanarak geliştirilen tarihsel bir kazanımı olmuştur. Bu yüzden, kurucuları tarafından mutlak, öngörülmüş bir tanımı, kapsayıcılığı olmadığı gibi; kimi küreselleşme ideologlarının pek sevdikleri, ama sınıf mücadeleleri belirleyenini dışta tutarak geliştirdikleri bir tanımla söylemek gerekirse de, “demokrasi bir süreç” olarak işlemiştir.
Fransız devrimiyle doğan burjuva demokrasisinin, gizlediği eşitsizlikler üzerine kurulu olduğu için çelişkili yapısı, temsil süreçlerinde de kendini gösterir. Serbest piyasa ekonomisinin siyasal arenadaki karşılığı olarak doğan, partiler arası yarışa dayalı seçim sistemi, saf bir rekabet alanı haline hiçbir zaman gelemedi. Seçmenlerin önüne çıkarılan sınırlı alternatifler, burjuvazinin nüanslı siyasal fikirlerinin ve projelerinin temsilcisiydiler. Mevcut partiler ve çoğunlukla alt sınıfların politik örgütlenmesinin önüne çıkarılan hukuki ve cebri engeller aşıldığında bile, emekçilerin karşısına, büyük mali güçler gerektiren propaganda, basın yayın, iletişim sorunları çıktı. Vekil adaylığının en büyük parayı bastırana kaldığı koşullarda, burjuva politikanın olmazsa olmaz cilveleri; ayak oyunları, rüşvet, dalavere, iltimas, oy satın alınması, alınamadığı takdirde gayri resmi müdahalelerin yapılması, parlamenter demokrasinin giriş kartını emekçilerden esirgedi.
“Bir oy, bir insan” hesabına dayalı temsili demokrasi, örgütlü refleksleri ortadan kaldırıp herkesi “yurttaşlık” statüsünde eritiyordu. Ancak, alt sınıflar, demokratik aygıtları kullanma becerilerini de geliştiren yükselen mücadele dönemlerinde, birçok ülkede, kendi temsilcilerini burjuva parlamentoya sokmayı başarabildiler. Fakat çoğu kez, kürsü kullanma hakkının bedeli ağır oldu. Dolayısıyla denebilir ki, temsili demokrasi; emekçi sınıfların, ancak üç dört yılda bir politikaya katılım duygusunu yaşadıkları, adayların belirlenmesinde söz sahibi olamadıkları, seçme ve seçilme süreçlerinde derin bir eşitsizlik hüküm sürerken, demokrasi oyunu izlemeye devam ettirildikleri bir yönetme prosedürüdür.
Burjuva demokrasisinin klasik ilkelerinden biri de, yasama yürütme ve yargı erkinin birbirinden ayrılmasıdır. Vaktiyle eski mutlakıyetçi yönetimlerin işleyişinden çıkarılan derslere göre, bir önlem olarak getirilen ve Montesque’nun önerdiği kuvvetler ayrılığı prensibi, sonraki süreçte, burjuva devlete, emekçi sınıfları yönetirken de kolaylıklar sağladı. Her şeyden önce, işlevleri farklılaşmış özerk kurumlar; devletin “toplum-üstülüğü”nü, “sınıf-dışılığı”nı, “objektifliği”ni, “aşkınlığı”nı kanıtlayan birer vesile olmaya devam ediyorlardı, ikincisi, yanlış giden, yolunda gitmeyen işlerden, eşitsizliği bozan işleyişlerden bir tek merci sorumlu olmuyordu ki bu, devlete ilişkin bir soyutlamayı engelleyerek, her sorun için insanların farklı mercilerle uğraşmasına, hatta sorunların bireysel hukuki sorunlar olarak görülmesine yol açıyordu. Öte yandan, bir kurumun esnemezliğinin yol açtığı sorunlar, bir başka kurumun esneyebilme yetenekleri ölçüsünde giderilebiliyor; oluşturulan herhangi bir kuvvete bağlı kurumlar, komisyonlar, organlar arasında dolaşan herhangi bir sorun, genel çerçevenin dışına çıkmamak kaydıyla, “toplumsal sözleşme”nin ruhuna uygun bir orta yolla çözülebilme imkânına sahip olabiliyordu. Bu, her sorunun toplumsal ya da politik genel bir çerçeve içinde algılanmasını önleyerek, toplumsal çelişkileri törpüleyici bir rol oynayabiliyordu. Bu durum (yasamanın birkaç yılda bir değişen vekiller aracılığıyla gerçekleştirilmesi, yürütmeden kabinenin sorumlu olması, yargının sözde bağımsızlığı), bir bakıma yanlış kararların en azından birkaç yıl sonra değişebileceği veya hukuki vicdanda mahkûm edilebileceği izlenimini sürekli körükleyerek, sisteme ve kurumlarına yönelik güven duygusunun baki tutulmasını garanti altına almıştı. Kuvvetler ayrılığı, sistemin, yurttaşlara karşı oluşturduğu bir güvenlik supabı olarak işledi, tepkiyi dağıttı, kitleleri oyaladı, ama sorunları hiçbir zaman çözmedi.
Kuvvetler ayrılığı, yönetmeyi, bir uzmanlık meselesi haline getirmişti. Yöneticilik, özel bir eğitim, ekonomik ya da toplumsal bir güç gerektiren meslekler arasına girdi. Bu, “demokratik süreçler”e her elini kolunu sallayanın giremeyeceği anlamına geliyordu. Dolayısıyla, demokratik bir ülkede yaşayan bir tek “yurttaş” için politika, kendisinin anlamadığı, ama seçilmiş vekilleri ya da uzman hukukçuların onun adına en iyisini düşünerek karar verebileceği bir konuydu. Arada bir oyunu kullanarak görevini yerine getirmiş, bir sonraki seçim dönemine kadar iradesini teslim etmiş olacaktı!
Liberal demokrasinin başlangıçtan bu yana başlıca ilkeleri, böylece toplumsal eşitsizliğin gizlenerek insanların, yurttaşlar topluluğunun bir parçası olarak atomize edilmesinden, emekçi sınıflar için politik karar alma süreçlerine dair gerçek bir uzaklaştırma ve dışlamadan, sınıflar arasındaki mücadeleyi önleyecek mekanizmaların kurulmasından oluşturuldu. Demokrasi, bu bakımdan, başlangıç olarak, serbest piyasanın kutsanması, pazarda karşı karşıya gelen emek ve sermaye arasındaki çelişkilerin dolaylandırılması amacına yönelikti. Ve doğal olarak, serbest rekabetçi dönemin girişimci burjuvazisinin ulusal pazarları güvence altına alma derdindeki ulus-devletinin, ilk siyasal tasarrufu olarak ortaya çıktı.
20. Yüzyıl, emperyalizm çağının başlangıcıdır, ama aynı zamanda da, proleter (ve ona bağlanan ulusal) devrimler çağının da. Bu dönemde oluşan, burjuva demokrasisinin ve devletin yeniden yapılandırılmasını gerektiren dünya çapındaki bir dizi olay, klasik burjuva demokrasisinin yeni bir boyut kazanmasına yol açtı.

20. YÜZYIL DEMOKRASİSİ
Lenin geçen yüzyılın başlarında yazdığı “Emperyalizm” adlı kitabında mali sermaye egemenliğinin, yani emperyalizmin tanımını yaparken, şu kıstasları sıralıyor: “1) Üretim ve sermayenin yoğunlaşmasının, ekonomik yaşamda belirli rolü oynayan tekelleri yaratacak kadar yüksek bir gelişme aşamasına ulaşması; 2) Banka sermayesiyle sanayi sermayesinin içice geçip kaynaşması ve bu ‘mali sermaye’ temelinde bir mali oligarşinin kurulması; 3) Meta ihracından farklı olarak özellikle sermaye ihracının büyük bir anlam kazanması; 4) Dünyayı kendi aralarında paylaşan uluslararası tekelci kapitalist birliklerin oluşması; 5) Yeryüzü topraklarının kapitalist büyük güçler arasında paylaşılmasının tamamlanması.” (Emperyalizm, Evrensel Basım Yayın, sf. 119)
Kapitalizmin serbest rekabetçi döneminin ardından gelen ve Lenin’in, başlıca karakterinin siyasal gericilik olduğunu söylediği emperyalizm, mali sermayenin genişletilmiş yeniden üretiminin koşullarını dünyanın sömürgeleştirilmesinde buluyordu. Emperyalizm, dünya yüzündeki hâkimiyetini, Lenin’in deyimiyle “Yeryüzü topraklarının kapitalist büyük güçler arasında paylaşılmasının tamamlanması”nı, onu, meta ihracatı esasına dayalı serbest rekabetçi kapitalizmden ayıran sermaye ihracı aracılığıyla gerçekleştirecekti.
Mali sermayenin, başlangıcından bu yana, dünyanın sömürgeleştirilmesinin tamamlanması anlamında bir küreselleşme eğiliminde olduğunu söylemek zor olmayacaktır. Ancak 20. Yüzyılda yoğunlaşan ve kimi ülkelerde egemen sınıf olarak örgütlenme olanağı bulan işçi sınıfının mücadeleleri, anti-faşist mücadeleler ve ulusal kurtuluş hareketleri bu eğilimleri frenleyecek, kontrol altında tutulmasına yol açacak politik barikatlar yarattığından, bu eğilim bugünkü kadar pervasızlıkla hayata geçirilebilme olanağı kazanamadı, uygun zamanlara ertelendi. Bu politik barikatlar; başlıca karakteri siyasal gericilik olan emperyalizmi, madalyonun ikinci yüzünü de oluşturmak zorunda bıraktı. Batı demokrasisi, emperyalizmin hegemonyasına güler yüzlü bir davet olarak, gerektiğinde cuntaları, işgalleri birer sapma olarak tanımlayabilmek için kapitalizmin vitrinine yerleştirildi.
20. Yüzyıl Batı demokrasisinin -ilk dünya savaşı sonrası- başlıca özelliği, emperyalist burjuvazi için, sermayenin doğuşundan beri var olan dünya pazarlarını fethederek küreselleşme eğiliminin, dönemin sınıf mücadelelerinin düzeyi ve özellikleri bakımından sınırlanmasına yol açan siyasal koşullar nedeniyle ve sosyalizmin örnek alınmasının önünü kesme yönelimiyle, devletin, “sosyal devlet” olarak tabir edilen yeniden yapılandırılmasına denk düşecek bir içerik kazanmasıdır. Sovyetler Birliği’nde Bolşevik Parti’nin iktidara gelmesinden sonra, yerel Sovyetlerde gün geçtikçe daha çok işçinin yönetmeyi öğrenmek üzere örgütlenmesi, “en demokratik Batı ülkelerinden daha demokratik bir bir ülke yaratma” tutum ve yönelimi, özgürlüklerin hukuki güvencelere alınması ve bütün bunlardan önemlisi, toplumsal eşitsizliğin nedeni olan özel mülkiyet sisteminin iptal edilmesi; zaten önemli bir bölümü devrimci kalkışma halinde olan Avrupa işçi sınıfını, burjuva demokrasisi için bir tehlike haline getirmişti. Öte yandan, sosyalizm, işçi sınıfı için, işsizlik, iş güvencesi, iş güvenliği, gelecek kaygısı, eğitim ve sağlık gibi sorunların olmadığı bir dünya “vaat ediyor”, bunun için yoğun bir inşa faaliyeti sürdürülüyordu.
İkinci Dünya Savaşı, dünyanın yeniden paylaşılması kaygısı yanında, bu “vaat”in ne denli güçsüz olduğunu da kanıtlamak adına Sovyetler Birliği’nin üzerine çullanmak üzere tasarlandı. Demokratik seçim sandıklarından çıkan Hitler’in partisi iktidara geldikten sonra, Sovyetler Birliği’ni çökertmek üzere en geniş ittifakı sağlayarak bu ülkeye savaş açtı. Franco milislerinin, Mussolini kara gömleklilerinin kendi ülkelerinde estirdikleri terörün, faşist yayılmacılarla işbirliği yapan ya da sessiz kalan hükümetlerin karşısında dişe diş bir mücadele veren Sovyet halkı, savaştan, antifaşist mücadeleden doğan halk demokrasilerinin de oluşturduğu bir kampla birlikte, siyasal olarak güçlü çıktı. Bu dönemi Çin Devrimi izledi. Böylece dünya coğrafyası, gitgide burjuvazi için ürkütücü bir alternatif demokrasinin hüküm sürdüğü alan haline gelmekteydi. Bir yandan da, bu rüzgârdan esinlenen eski sömürge statülerindeki ülkelerde emperyalizme karşı ulusal kurtuluş mücadeleleri başlamıştı. Emperyalist ülkeler açısından, dünyanın yeni bir paylaşım sorunu varken, değişen statü, yeni ulus devletler, iç hukuklar, gümrük ve koruma önlemleri, piyasaya yönelik devlet müdahaleleri biçimindeki eğilimlerle uğraşmayı gerektirecekti ki, mali sermaye, o koşullarda buna ne politik bir cesaret ne de mecal bulacaktı. 1929 büyük krizini bir savaşla aşmaya çalışan emperyalizm, İkinci Savaş sonrasında daha büyük bir ekonomik sıkıntıyla karşılaştı. ABD’den gelen Marshall yardımıyla ayağa kalkmaya çalışan Avrupa ülkeleri, çöken sanayinin ulusal koşullarını oluşturabilmek, ulusal bir savunma sistemini canlandırmak ve toplumsal yaralarını sarabilmek için, bankaların kamulaştırılmasını da kapsayan yoğun bir ulusallaştırma kampanyası eşliğinde, ulus devletlerini güçlendirmek zorundaydılar. Dolayısıyla hem emperyalist ülkelerin içerideki ekonomik gereksinimleri hem de dünya siyasi haritasındaki değişiklikler, devletin sosyal önlemleri gözeterek ekonomiye müdahalesinin artışını zorunlu kılmıştı.
Batı Avrupa demokrasisi de bu koşullarda restore edildi. Zira şartlar, burjuva devletleri, emek ile sermaye arasındaki çelişkinin yeniden düzenlenmesi için barışçıl önlemler almaya zorluyordu. Sosyalizm hevesleri karşısında barikat oluşturacağı sanılan işsizlik sigortası, sosyal güvenlik, parasız sağlık ve eğitim, temel sosyal hizmetler, kültürel ve diğer yaşamsal desteklerin, toplu konut ve taşımacılığın emekçilere sunulması tek tek sermayedarların başarabileceği bir faaliyet olmadığından; bu işlevleri, sermayedarların ortak komitesinden başka bir şey olmayan kapitalist devletler üstlendi. Sosyal devlet koşullarında devletin büyütülüp şişirildiği iddiasıyla, artık ekonomiden el çekmesi gerektiğini söyleyenlerin, sonradan müdahale edecekleri bu gelişmeler; sermaye sınıfı açısından, emekçilere görece rahat bir günlük yaşam sağlama karşılığında devrimlerden kaçınabilmenin kefaretinin ödenmesi anlamına geliyordu. Keynes’in, daha 1929 Krizi sırasında fikri olarak oluşturduğu ilkeler, geçen yüzyılın ikinci yarısı boyunca, Avrupa ülkelerindeki demokrasinin “ideal” bir form kazanmasını sağladı.
“Sosyal devlet”, üretim biçiminde herhangi bir değişiklik talebinde bulunacak bir sınıf hareketinin ya da toplumsal hareketin taleplerini, sistem içinde karşılayarak çözmeyi amaçlıyordu. Kuşkusuz çözemeyecekti ama bir yatıştırma da umut ediliyordu, nitekim bu umut tümüyle karşılıksız kalmadı. Bu yüzden bölüşüm süreçlerinde yapılan müdahaleler, ayarlamalar, tekelci sermayeye, dolayısıyla onun devletine oldukça pahalıya mal olmasına, artı değerin önemli sayılacak bir kısmının sosyal hizmetlere aktarılmasına rağmen, siyasal faydası nedeniyle, o yıllarda hiç tartışılmadı. Çünkü “sosyal devlet”, sınıf çelişki ve çatışmalarının düzenlenmesi ya da yatıştırılması demekti ki, üretim sürecinin baki kalması koşuluyla, bölüşüm süreçlerinde yapılacak feragat göze alınacaktı.
20. Yüzyıl demokrasisi, işte bu düzenlemelerin izlerini taşır. Sendikal mücadele içinde olgunlaşmış, kendi örgütlerini kurmuş ve “kendisi için sınıf olma” bilgisiyle donanmış Avrupa işçi sınıfının, “Toplumsal Sözleşme” yerine “Toplu Sözleşme” prosedürlerini dayattığı (ya da tersinden, işçi sınıfına toplusözleşmeyle sınırlanmanın dayatıldığı) bir demokrasidir bu. Dolayısıyla ücret politikaları ve “yardımlar” türünden “sosyal” arz, aynı zamanda örgüt deneyimi olan ve mücadeleye hazır işçi sınıfının yaptırımlarını göz önünde bulundurmak durumundaydı. Temsili demokrasi kurumları, bu koşullarda birçok ülkede komünist parti vekillerini ağırlamak zorunda kaldı. Liberal demokrasi artık, “bir oy, bir insan” modelinden, seçimlerde örgütlü emekçilerin inisiyatifinin de tanınması gereken bir biçime evrildi. Savaş sonrasında, kimi ülkelerdeki genel ve yerel seçimlerde, komünist partiler oldukça yüksek yüzdelerde oylar almıştır.
Sosyalizmin güvencesindeki dünya emekçilerinin kapitalizm koşullarında yaşayabileceği en yetkin demokrasi, yüzyılın savaş sonrası dönemlerinden başlayan ve birkaç on yıl süren bir zamanda yaşanmıştır. Ama bu, sosyalizmin önünü kesmeye yönelik bir “yetkin demokrasidir.
Peki, dünyanın Avrupa dışındaki bölgelerinde neler olmaktadır?
Eski sömürgelerin ulusal mücadeleler aracılığıyla bağımsızlıklarına kavuşma süreci 1970’lere kadar sürdü. Ulus devletler halinde örgütlenen bu ülkeler, daha, milli bayraklarını göndere çeker çekmez uluslararası finans kurumlarının müdahale ve yaptırımlarıyla karşılaştılar. Siyasi olarak yitirilen toprakların ekonomik bakımdan tekrar sömürgeleştirilmesi için, emperyalistler ve bağlı kurumları tarafından ambargolar, para politikaları, borç şantajları devreye sokuldu ve birçok ülke yirminci yüzyılın sonuna gelindiğinde uğruna onca cefa çekilmiş olan bağımsızlığını çoktan yitirmiş oldu. Sermaye birikim süreçlerini yer yer kısıtlayan ve zamana yayan, evrensel kapitalist ilkelerle uyumlu olsalar da, her ülkenin farklı özelliklerinin izlerini taşıyan bürokrasi, hukuk ve kültürel kurumlarının hız kesici etkileri, finans politikalarıyla aşılmaya çalışılmış ve bağımlılık veya entegrasyon adım adım oluşturulmuştu.
Emperyalizm, yoksul “üçüncü dünya” ülkeleri için biçtiği “kalkınma stratejisi” kapsamında, bu ülkelerin sermaye ihracına, yabancı sermaye ortaklıklarına, finans kurumlarının yaptırımlarına boyun eğdikleri koşullarda, gelişmiş ülkelerin standartlarını yakalayabileceklerini vaaz ediyordu. Yabancı sermayenin girişine karşı bu ülke halklarında kökleşmiş antiemperyalist bilinç, milliyetçi duygular ve sınıf mücadelesi ise işleri oldukça zorlaştırdığından, hem bu bilinci köreltmek hem de bağımlılaştırma sürecini hızlandırabilmek için, tekelci sermayenin halklara politik önerisi, bu ülkelerin bir an önce Batı demokrasisi ülkelerine yetişmeleriydi. Ama kapitalizmin doğasına içkin çelişkiler yüzünden bu eşitlik asla sağlanamayacağından, yetişilmesi gereken hedefler ile kalkış noktası arasındaki mesafe uzadıkça uzadı. Geri kapitalist ülkelerin yetişmesi gereken hedefler uzaklaştıkça, dışarıdan yapılan her türlü müdahale, yardım adı altında kredilendirme, özgürlük ve demokrasi götürmek adıyla işgaller meşrulaştı; böylece demokrasi söylemi eşliğinde sömürgeleştirme hız kazandı.
Demokrasi söyleminin ikiyüzlülüğü, en çok, mali sermayenin geri kalmış ülkelerle ilişkileri sırasında açığa çıkıyordu. Çünkü ‘70’li yıllardan başlayarak, sınıf mücadelesinin yükseldiği, alt sınıfların “çizmeyi aştığı” her durumda devreye giren askeri darbelerin, cuntaların başlangıç işaretini veren ABD; başta Kore işgali olmak üzere, birçok ülkeye de fiili müdahalede bulunarak kimi halkları hizaya getirmeye, diğerlerine de gözdağı vermeye çalışıyordu. Dolayısıyla kalkınmacı, Batı demokrasisine yetiştirmeci emperyalist politikalar, dünya emekçilerinin kanı ve canına mal oldu. Üstelik emperyalistlerin kendi emekçilerini zapturapt altında tuttukları Batı demokrasilerine sağlanan finansmanın önemli bir kısmı da, geri kapitalist ülkelerin sömürülmesinden elde edilen artı değerden ve ranttan gelmekteydi.
Asya, Afrika ve Latin Amerikalı emekçiler, bu ünlü liberal demokrasinin nimetleriyle hiç tanışamadan, kimin seçileceğinin CIA ve Pentagon tarafından belirlendiği, belirlenen sonuca ulaşabilmeyi garantiye alabilmek için entrikadan polisiye önlemlere, kontrgerilla-gladio yöntemlerinden rüşvet dağıtımına kadar her türlü yöntemin denendiği, alt sınıfların demokrasi mücadelesinin önüne binlerce engel çıkarıldığı güdümlü parlamenter sistemlerle yetinmeye zorlanarak geçirdiler bu süreci.
Liberal demokrasiyi tamamlayan gericilik, sadece geri kapitalist ülkelerde ortaya çıkmadı. Sözde demokrasinin kalesi ABD’de başlatılan ve etkisi tüm dünyaya yayılan McCarty’cilik ile emekçi örgütlerinin dağıtılması, kitle önderlerinin etkisizleştirilmesi, sosyalist fikirlerin gözdağı verilerek bastırılması için yaygın bir terör estirildi.
Şimdi de, bir yüzünde asla gerçekleşemeyen eşitlik vaatlerinin diğer yüzünde de eşitlik taleplerinin şiddetle bastırıldığı diktatörlüklerin bulunduğu liberal demokrasi madalyonu, işlevsizleştiği gerekçesiyle elden çıkarılıyor. Çok uzun süredir bir yönetme klasiği olarak anılan bu demokrasinin, neoliberal koşullara uygun olarak yeniden yapılandırılması gerektiğine dair girişimler başlatıldı, kuramlar oluşturuldu, konsept tarifleri yapıldı. Klasik demokrasinin bitiş çanı, onu kutsayanlar tarafından çalındı.

YÖNETİŞİM

A- YENİDEN SÖMÜRGELEŞTİRME SÜRECİNDE ULUS-DEVLET VE KÜRESELLEŞME
Mali sermaye, yoğunlaşma ve merkezileşmesinin uluslararası ölçekte kat ettiği ciddi mesafeye, üretimin maddi teknik temelinin gelişmesine, bugün için karşısında alternatif bir toplumsal yapı ve dolayısıyla alternatif bir üretim ve bölüşüm biçimi ve pazar olmayışına, bunun biçimsel kalıntılarının bile tamamen ortadan kalkışma bağlı olarak izleme şansı bulduğu küreselleşme politikalarıyla, egemenliğinin koşullarını ve biçimini yenilemeye yönelmiş bulunuyor.
Dönemin en önemli özelliği, sermaye hareketlerinin, önüne çıkan bütün engelleri hızla aşabilecek ölçüde büyük bir akışkanlık kazanmasıdır. Bu, dünyanın 20. Yüzyıldaki dengelerinin altüst olması, eski jeopolitikaların ve stratejilerin yeniden gözden geçirilmesi anlamına geliyor. Burjuvazinin, tarih sahnesine ilk çıktığı koşullarda ticareti ve pazar hareketlerini zorlaştıran feodal yerel iktidar odaklarına karşı, kendisine siyasal bir mekân olarak seçtiği ve oluşması için büyük bir mücadele verdiği, Sovyetler Birliği yıkılıncaya kadar da dünya sınıf mücadeleleri karşısında az çok katlanmak zorunda kaldığı ulusal sınırlar, artık bu sınıfa yetmiyor. BM, IMF, DB, Gümrük Birliği, AB vb. gibi oluşumlar, kuşkusuz, sermayenin uluslararasılaşma eğiliminin göstergeleri ve ifadeleri olarak, ulusal sınırların yetmeyişi ve darlığının önceki dönemdeki ilanlarıydı. Şimdi bu örgütlerin işlevleri arttığı gibi, yanlarına yenileri eklenmiş, tek tek ve özellikle az ve orta derecede gelişmiş ülkelerde uzantıları oluşmuş, örneğin çöp toplamanın, su kullanımının ve hatta -uluslararası tahkim ve tahkim kurulları aracılığıyla- hukukun bile tek ve tekelci standartlar üzerinden şirketleşerek uluslararasılaştığı koşullara ulaşılmıştır.
Kuşkusuz sermayenin, ilksel birikim dönemlerinden beri hem ulusal pazarlar üzerinde hâkimiyet kurmak hem de ulusal pazarlar dışındaki pazarları ele geçirmek gibi iki önemli eğilimi hep bir arada oldu. Bu iki eğilim arasındaki ilişkiyi düzenleyen başlıca faktörler ise, sermaye birikiminin düzeyi ile sermaye sahibi sınıfın kendi iç çelişkileri, sermaye kesimleri arasındaki şiddetli rekabet ve sınıflar mücadelesindeki mevzilenme biçimleri ve bu mücadelenin düzeyiydi. Kendi ulusal pazarlarında tam bir kontrol sağlamak isteyen sermaye, kendi ulus devleti aracılığıyla, bu pazarlarda rekabet avantajlarını çeşitli hukuki ve bürokratik önlemler alarak, yabancı sermaye yatırımlarına yüksek kotalar ve gümrük uygulamaları koyarak kollarken, başka ulusal pazarları koruyan bu türden engelleri aşmak ve dünya pazarlarına yayılabilmek için de amansız bir mücadeleye girdi. Sermaye birikim süreçlerinin eşitsiz gelişimi, pazar paylaşımı sırasındaki rekabetten bu birikimin en yoğun oluştuğu ülkelerin avantajlı çıkmasına, diğer ülkeler arasında da bir hiyerarşi yaratılmasına yol açtı. Belli tarihsel dönemlerde bu birikimi temsil eden ülkeler (19. Yüzyılda İngiltere, sonra onunla çekişme halinde Almanya, daha sonra ABD ve şimdi de ABD ile dişe diş bir rekabet halindeki diğer emperyalist ülkeler), bu hiyerarşinin alt katmanlarında bulunan geri kalmış ülkelerin sömürülmesi, sömürgeleştirilmesi sürecinde en güçlü devletler; politik odaklar haline geldiler.
20. Yüzyıldaki, yukarıda andığımız sınıf mücadelelerinin düzeyi, sosyalizmin varlığı ve ulusal mücadelelerin yükseldiği koşullarda, uluslararasılaşma eğilimini ve dünya pazarlarında sınırsız hegemonya kurma talebini engelsiz tatmin etme olanağı bulamayan ve bu mücadelelerin ketleyici etkisini gözetmek zorunda kalan mali sermaye, bugünkü elverişli özel tarihsel koşullarda, ulus devletler ve ulusal sınırlar üzerinde yeni düzenlemeler yapmaya ve bu yolla dünya pazarlarının bölüşümünü yeniden düzenlemeye çalışıyor. Kuşkusuz bu, geri kapitalist ülke devletleri uydulaştırılırken emperyalist tekellerin merkezileştiği emperyalist ülkelerdeki devletlerin de gittikçe güçlendirilmesi, dünya ekonomisini ve siyasetini belirlemedeki rollerinin hiçbir kaygı olmaksızın çoğaltılması anlamına gelmektedir. Başta ABD olmak üzere emperyalist devletler, (bir eski ABD Başkanı’nın ifade ettiği gibi “General Motors için iyi olan ABD için de iyidir”) tekellerin ihtiyaçlarına göre örgütlenmiş devletlerdir ve bu tekellerin bir bakıma cisimleşmiş çıkarlarıdır.
Yeniden sömürgeleştirme süreci, ulus devletler üzerindeki, bu birbirini tamamlayan iki gelişmeyle karakterizedir. Bir yanda mali sermayenin merkezi ülkeleri tarafından kumanda edilen geri kalmış kapitalist ulus-devletlerin uydulaştırılması, diğer yanda da muazzam bir sermaye birikimini kontrol eden emperyalist devletlerin aynı ölçüdeki büyümesi. Geri kapitalist ülkelerin ulusal ekonomilerinin, ulusal sınırlarının ve devletlerinin tüm kurumlarıyla elden geçirilmesi de, pazar paylaşımının en önemli imkânlarını sunan bu eşitsizliğin yeniden yeniden üretilmesinden geçiyor. Bu durum, 20. Yüzyılda oluşturulan sınırların, emperyalizm tarafından yeni ihtiyaçlarına uygun olarak artık başka türlü çizilebileceği bir süreçte özel bir anlam taşımaktadır.
Ulusal sınırlar, basit coğrafi düzenlemelerden çok daha fazlasını içerir. Bu sınırlar, kalkınma retoriğine göre ihracata ve ithalata koyulan korumacı önlemler, her ülkenin ayrı ayrı bürokrasi ve iç hukuk düzenlemeleri, yönetme alışkanlıkları, geleneksel statükolar, ulusal para sistemleri, emek gücünün sosyal maliyetinin yerel toplumsal coğrafi değişkenleri, halkların antiemperyalist, milliyetçi duyarlılıkları vs. gibi pek çok prosedürden; mali sermayeyi, akışkanlığını kırtasiyeye boğan, dirençlerle uğraşmak ve sınıflar arası dengeleri gözetmek zorunda bırakan, dolayısıyla talep ettiği bütünselleştirmeyi zorlaştıran etkenlerden oluşmaktadır.
Küreselleşme ise, özellikle emperyalist kapitalizmin, bu etkenlerin direncini de az ya da çok aşan bir eğilimi olarak tüm 20. yüzyıl boyunca ilerleyişini sürdürürken, “merkez” ülkelerin “ulusallığı”yla hep malûl kalacak bir “kapitalist enternasyonal” olarak artık tam gerçekleşme koşullarını, bütün bu prosedürlerin iptal ve ilgasında görmektedir. Kapitalizmin -ulusal ve uluslararası eğilimlerinde ifadesini bulan- kendi içinde çelişkili varoluşu, teorik ve son ABD çelik ithalatı vergisinin yükseltilmesi/çelik savaşı örneğinde bir kez daha görüldüğü gibi pratik bakımdan, bu prosedürlerin toptan ilgasını olanaksızlaştırsa da, bu ilga, küreselleşmenin sivri ucu olarak, özellikle az ve orta derecede gelişmiş ülkelere dayatılmaktadır.
1980’li yıllardan bu yana, IMF ve Dünya Bankası’nın “yapısal uyum projeleri” kapsamında geri kapitalist ülkelerin yola getirilmesinde, 90’lı yıllardan bu yana da, eski “Doğu Bloğu ülkeleri”nin restorasyonunda bir hayli mesafe kat edildi. Dolar-Mark (şimdi Euro), Dolar-Yen savaşlarıyla yan yana, dünya çapında mali bir hegemonya kurabilmenin başlıca koşulu olan ulusal paranın konvertible edilmesi sürecini içeren dolarizasyon politikaları, ülkelerin yabancı sermayeye ekonomik bağımlılıklarını gitgide artırıp içeride derin yoksulluklar yaratırken, ulusal devletlerin de birer “büro”ya dönüşmeleri yönünde etkide bulunuyor. Bu bağımlılık, ülkeleri, her an bir başka bölgeye kaçma tehdidinde bulunan sermayenin o ülkede kalabilmesini sağlamaya yönelik onur kırıcı önlemler almaya zorluyor. Borç şantajı yapılan, kredi kıskacına alman devletler, kendilerine birer batık şirket muamelesi gösteren büyük finans kurumlarının sözünden çıkamaz hale getirildiler. Birçok ülkede “yabancı sermaye yatırımlarının, yerli sermaye ile ortaklığı” koşulu ortadan kaldırıldı, ulusal ekonomik kalkınma söylemi eşliğinde vaktiyle kurulmuş gümrük duvarları süreç içinde yıkıldı, yıkılıyor; böylece mali sermaye, ülkelerin istediği yerlerinde istediği ölçüde ve hiçbir kısıtlamaya maruz kalmaksızın yatırım yapabilme, yatırımlar karşılığında dünya pazarlarına buradan meta ihraç edebilme koşullarına sahip oldu, oluyor. Hiç kuşkusuz bu koşulları sağlayan başlıca etken, emek gücünün fiyatının alabildiğine aşağı çekilerek, bu ülkelerin ucuz emek cenneti haline getirilmesiydi, işsizliği yoğunlaştırmayı, ücretlerin sosyal içeriğinin de törpülenerek reel olarak düşürülmesini içeren IMF ve Dünya Bankası politikaları, ulusal tarımı ve zaten az buçuk olan sanayileri çökerterek, ülkeleri yabancı sermayeye muhtaç hale getirip kıskıvrak bağlamış oldu. Yabancı sermaye, emek gücünün aylık on dolar olduğu bir ülkeden, 8 dolara düşürülmüş bir başka ülkeye kaçabileceği tehdidini her fırsatta hatırlattığından, devletler, kendilerinden ne istenmişse yapabilir hale geldiler.
Had safhaya ulaşan tekelleşme; şirket evlenmeleri ya da satın almalar yoluyla sermayenin merkezileşip yoğunlaşması (örneğin, birleşme ve satın almalar bir yıl içinde, bir önceki yıla oranla yüzde 35’lik bir artışla 3,4 trilyon dolara kadar ulaştı), uluslararası tekellerin dünya pazarlarından edindikleri kârların devasa boyutlara ulaşması ile artan yoksulluk ve işsizlik, herkese refah vaat eden küreselleşmenin eşitlikçi, özgürlükçü balonunun kimler için şişirildiğini her gün tekrar tekrar gösterdi.
Dünyanın en zengin ülkesiyle en yoksul ülkesi arasındaki gelir oranı 1998’de 74’te 1’e düşmüştür. Dünya nüfusunun en yoksul beşte birinin dünya gelirinden aldığı pay, 1989 ile 1998 yılları arasında yüzde 2,3’ten yüzde 1,4’e inmiş bulunuyor. Güneydoğu Asya’da yaşayan emekçilerin yüzde 59’u günde 1 dolardan az para kazanıyorlar. En zengin 25 kişinin mal varlığı Afrika kıtasının toplam Gayri Safi Milli Hâsılasına eşit. 2000 yılı BM insanî Kalkınma Raporu’na göre, en zengin yüzde 20’lik gelir grubu dünya gelirinin yüzde 86’sını, ortadaki yüzde 60’lık gelir grubu yüzde 13’ünü, en alt yüzde 20’lik grup da dünya gelirinin yüzde birini alıyor. Bunların yanı-sıra; dünyanın en zengin kişisi olan Microsoft’un patronu Bili Gates’in 60 milyar doların üzerindeki serveti, Kostarika, Brezilya, Panama, Honduras, Nikaragua, Jamaika ve Bolivya’nınkinden fazla. General Motors tekelinin cirosu Danimarka’nın, Toyota’nınki de Norveç’in GSMH’sını aşıyor.
Uluslararası tekeller; bir yanda muazzam servetlerin diğer yanda ise günde 1 dolarlık ve hatta daha az ücretlilerin yaygın yoksulluğunun ve açlığın oluşturduğu derin eşitsizliği, küresel düzeyde en kârlı yatırım olanaklarını yaratmaya yönelik finans politikalarıyla sağladılar. Dünya meta ve sermaye ticaretini elinde bulunduran emperyalist tekellerin mali işlerini gören finans kurumları, az gelişmiş ülkeleri kredi vermeme, dünya pazarlarından uzaklaştırma veya ambargo tehdidiyle; kur farkları ve devalüasyonlar ile iç ve dış ödemeler dengelerinde yaratılan depremlere karşı korunmasız bırakarak, bu yoksullaşmanın sürekliliğini güvence altına aldılar.
ABD eski Başkanı Clinton’ın Çalışma Bakanı Prof. Rich,”artık ulusal ürünler ya da teknolojiler, ulusal şirketler, ulusal endüstriler olmayacak. Artık en azından bu kavramdan çıkarsadığımız anlamda ulusal ekonomiler olmayacak. Her ulusun ilksel varlıkları, onun yurttaşlarının becerileri ve kavrayış güçleri olacak!” (Aktaranlar; Tim Lang, Colun Hınes, Yeni Korumacılık, Kaynak Yayınları, Çeviren, Teoman Törün) demişti. “İlksel varlıklar” kavramıyla tanımlanan “yurttaşların becerileri ve kavrayış güçleri”nden, emek gücünün kendisini tekellere beğendirmek için neler yapmak, nelere katlanmak zorunda bırakıldığını anlamak gerekiyor. Yani istenen, mümkün olan en az ücrete razı olunabilecek bir âlicenaplıktır. Bu âlicenaplık ise, rekabete zorlanan dünya işçi sınıfının beceri ve kavrayışının değerini oluşturacak. Ulusal ekonominin kalmayacağına dair stratejik bir kehanet, demek ki, sadece emek gücünün ulusal kalmasını da öngörmektedir.
Ulus devletlerin uluslararası tekeller için birer “büro” haline getirilmesi, doğrudan finansal müdahaleyi destekleyen ve yolunu açan uluslararası organizasyonlar, bloklaşmalar ve örgütlenmeler ile de güçlendirildi. Bugün sadece IMF ve DB değil, DTÖ, G-7’ler veya G-8’ler diye bilinen oluşumlar, OECD (çoğaltılabilir: AB, NAFTA vb.) birer dünya hükümeti gibi çalışıyorlar. Hepsinin gündemleri ortak ve DTÖ, bağlayıcı kararları ve yaptırımlarını, yapısal uyum projeleriyle dize getirilmiş ülkelere rahatlıkla dayatabiliyor. Uluslararası tekeller bir ülkede “konakladıktan sonra” olabilecek gelişmeler karşısında ve o ülkenin halkı ya da devletiyle ihtilaflarında hiçbir sorumluluk üstlenmeyecekler. Tahkim kurulu, her ülkenin iç hukukunun, küresel bir işletme yönetmeliği halinde düşünülen uluslararası hukuk ilkelerine göre düzenlemesini öngörüyor. Yatırımlardaki mali ve sosyal risklerin önlenmesi, “büro-devletler”in görevi. Olası sınıf mücadelelerinin, protestoların, “toplumsal bir patlama”nın oluşturacağı tehdidi bertaraf etmek, edemiyorsa, tekelin zarar ziyanını karşılamak, ulus devletin yükümlülükleri arasında. Ayrıca tekellerle ihtilafa düşen devletler, uluslararası tahkim kurullarına başvuru haklarına sahip değiller; çünkü tahkim, tekellerin devletle ilişkilerini düzenlemeye yönelik, sözde Çok Taraflı Yatırım Anlaşmaları sözleşmesine rağmen tek taraflı bir yaptırım organı olarak düşünüldü. Bu konuda yapılan bir kaç başvuru örneğinde de kazanan hep tekeller oldu.
DTÖ, fikri mülkiyet hakları sözleşmesi (TRIPS) ile tarımdan kimya sektörüne, tıptan sağlık sektörüne kadar birçok alanda üretim bilgisini patente bağlayarak, ulusal ekonomilerin bir kez daha çökertilmesini gündeme alırken; GATS sözleşmesiyle de, yerel yönetim hizmetlerinin yabancı şirketlere özelleştirilmesini kolaylaştıracak yolu açıyor. Bu, kuşkusuz ulus devletleri mal ve hizmet üretiminde devreden çıkardıktan sonra, finansal hâkimiyetin; bölünüp parçalanmış yerel idareler bağımlılaştırılıp özerklikleri törpülendikten sonra güçlendirilmesini amaçlıyor.
Denebilir ki, ‘90’lı yıllardan bu yana ulus-devlet örgütlenmesinin artık sonuna gelindiğini söyleyen mali sermaye egemenliği, bu yönelimi gerçekliğe ulaştırabilmek için elinden geleni yapmaktadır. Bu,” bir başka söylemle de pekiştiriliyor. Çok yakın bir zamanda, önce IMF direktörünün, sonra Kemal Derviş’in ağzından duyduğumuz, daha sonra da burjuva medya kalemşorlarının yazılarından okuduğumuz “devletin küçültülmesi” söylemi, emperyalist tahakkümün icraatına ilişkin bir klişe haline getirildi.
Varlığının yeni koşulunu ücretleri mutlak ve reel olarak dibe çekmeye bağlamış emperyalizm, kapitalist devletlerin bir önceki yüzyılda tanımak zorunda kaldığı sosyal yüklerinden arınmasını ve sosyal hizmetlerin pazar ilişkilerine, piyasaya terk edilmesini buyurduğundan bu yana, “sosyal devletin bütün kalıntılarına karşı esaslı bir savaş açıldı. Reagan-Theatcher-Kohl (bizde Özal) üçlüsünün başlattığı girişimlerden bu yana, hem refah toplumunun kalesi Avrupa’da, hem de bu refahın hiç uğramadığı az gelişmiş ülkelerde, dünya emekçilerinin, en alt yoksulluk sınırında eşitlenebileceği bir sürece girilmiş olundu. Bunun gerekçelerinden biri de şöyle ifade ediliyor: “Artık ulus devletler ortadan kalkmak üzere olduğuna göre, ancak bu devletlerin sağlayabileceği sosyal yatırımların yapılmasının olanağı yoktur!” Bu, liberal demokrasinin, bölüşüm süreçlerinde ayarlamalar yaparak, burjuva devletler için oluşabilecek sosyal riskleri önleme derdinin kalmadığını gösteriyor. Zira sınıfın bölünüp parçalanmasında, sendikal örgütlerin dağıtılmasında, politik örgütlerin revizyona uğratılmasında, refah toplumu yılları olan soğuk savaş döneminden bu yana, epey bir mesafe kat edildi; dünya işçi hareketinin ivmesi gerilere çekildi. Emperyalizm, sosyalizm karşısında ayakta kalabilmek için bir bedel ödemesi gerektiğini düşünmüyor. Bu yüzden sosyal hizmetlerde özelleştirmeler yapılarak ücretin sosyal bileşeni törpülenirken, diğer yandan da, bu hizmetler bir kâr kapısı haline getirilerek, tekellerin sofrasına sunuluyor.
Öte yandan, kamu mülkiyeti niteliğindeki sanayi tesislerinin, kurum ve kuruluşların özelleştirilmesi ile yabancı sermayeye konuşlanma alanları açılırken, bizde gündeme girdiği üzere, Devlet İhale Yasası gibi, yatırımcıları bürokratik prosedürlerden geçmeye zorlayan hukuki düzenlemeler de, sözde yolsuzlukları önlemek adına ortadan kaldırılarak, bu alanlar iyice engelsiz hale getiriliyor.
Mali sermayenin ulus devletlerle uğraşması, elbette bu siyasal aygıttan gerçekten vazgeçmek isteğinden kaynaklanmıyor. Zira uluslararası tekellerin başlıcaları ABD, İngiltere, Almanya ve Japonya gibi büyük devletlerde merkezileşmiş durumda. Ve kuşkusuz ki, hiçbir küreselleşmecinin aklının ucundan ABD devlet makinasının küçültülmesi, ortadan kalkması vb. türünden bir düşünce geçmiyor. Tersine, küreselleşmenin bir bileşeni de ABD vb. gibi “ulusal devletler”in güçlenmesidir. Ulus devletlerin ortadan kalkması ya da devletin küçültülmesi söylemi, az gelişmiş ülke pazarlarının ele geçirilmesi, bu bölgelerde siyasi hâkimiyetin tesis edilmesi ve dünyanın yeniden kolonileştirilmesinden başka bir anlam taşımamaktadır. Bu durum ise, dünya emekçilerine savaş açılmasından başka bir anlama gelmiyor. Ve elbette yasama, yürütme ve yargı erkini artık, -kuşkusuz ABD vb. merkezli- uluslararası güçlere, emperyalist siyasi organizasyonlara, DTÖ’ye ve Tahkim Kurullarına, şimdi anayasal vatandaşlık kavramı yerine “şirket yurttaşlığı” kavramını ikame eden uluslararası tekellere terk etmiş olan devletlerin; genel ve eşit oy esasına dayalı liberal demokrasiyi işletmeye ihtiyaçları olmadığı gibi, meşruiyetlerini de halktan sağlama dertleri kalmadı. Ulus devletler, bu meşruiyet sorununu, küreselleşmeye, mali sermayenin çıkarlarına ne kadar yapısal uyum sağladıklarını ölçen Standart and Poors gibi karne dağıtıcısının önündeki pozisyonlarını ayarlayarak, çözmeyi tercih ediyorlar. Bunun için de, kendilerine kolay kolay oy vermeyeceklerini bildikleri yurttaşlarının oyuna başvurmayı düşünmüyor, istemiyorlar. Ancak elbette hâkimlerin “tebaa”yı yönetme sorunu, sona ermiş değil. Küreselleşme koşullarının “yeni demokrasisi” olarak “yönetişim”, bu sorunu çözmek için ortaya atıldı ve dünyanın çözüme kendisini uyarlaması bekleniyor.

B- KÜRESELDEN YERELE
Liberal demokrasinin öğeleri ulusal bir çerçeve içinde oluşmuştu, neoliberal dönemin demokrasisi, yani yönetişim de, iki önemli ölçekle tanımlandı. Bunlardan biri küreselleşme diğeri de yerelleşmedir. Dünya Bankası’nın ikiz kardeş olarak kabul ettiği bu iki kavram, mali sermayenin yeni egemenlik ilişkileri kapsamındaki politik yapılandırmanın da anahtar sözcükleridir. Dünya pazarlarının yeniden paylaşımı sürecinde ülkelerin, başta ABD emperyalizminin uyduları haline getirilerek yeniden sömürgeleştirilmeleri anlamına gelen küreselleşme ile, sosyal yüklerinden arındırılıp “küçültülmüş” devletlerin, idari yetkilerinin de sözde yerel olana devri, gerçekte ise, mali sermaye egemenliğinin yerel düzeylerde müdahalelerini kolaylaştıracak bölgesel yapıların oluşturulması anlamına gelen yerelleşme, birbirini tamamlamaktadır.
Devletlerin “ulusal” karakterlerinin ABD güdümlü DTÖ, DB, IMF gibi tekelci sermayenin karar organizasyonlarının önünde bir engel olmaktan çıkarıldığı, “sosyal” karakterinin de, özelleştirmelerle eritilmesi yoluyla sermaye ihraç ve işgalinin politik engellerinin en aza indirilmeye çalışıldığı küreselleşme sürecinde, yerelleştirme de, mali sermaye hareketini ve özelleştirmeleri kolaylaştıran siyasal bir strateji olarak gündeme getirildi.
Bu konuda başlıca operasyon yerel yönetimler üzerinde yapılmaktadır. Dünya Bankası literatüründe “Yerel Gündem 21” adıyla geçen strateji kapsamında, hem bir yandan dünya kamuoyu demokrasinin yeniden yapılandırılmasının başlıca özellikleri konusunda aydınlatılıp pratik sürece “kazanılmaya” çalışılıyor, hem de yerel yönetimlerin merkezi ve kamusal kredi sistemleriyle bağlarının kesilmesi yoluyla kaynak sıkıntısına düşmelerini sağlayarak onları yabancı sermayeye muhtaç hale getirecek ulusal ve küresel yasalar çıkartılıyor.
Finansmanını önemli ölçüde, sunduğu hizmetlerden ve merkezi iktidarın kaynaklarından sağlayan yerel yönetimlerin, bizde “yerel yönetimler yasası” kapsamında olduğu gibi, merkezi kredilerden yoksun bırakılması da, kuşkusuz “devletin küçültülmesi” operasyonunun bir parçasıdır ve operasyonun özelleştirmeler ile tamamlanması öngörülmektedir. DTÖ kapsamındaki GATS sözleşmesi uyarınca, ulaşımdan çöpe, sudan enerjiye, inşaat ve müteahhitlik hizmetinden eğlence sektörüne, yerel sağlık hizmetlerinden turizm alanına, spordan kültüre kadar pek çok yerel yönetim hizmetinin özelleştirilmesi ve piyasaya açılması kayda bağlanmış ve bu sektörler emperyalist tekellerin ilgi alanına girmiştir.
Bir yerel yönetim bölgesinde yaşayanların şimdiye değin ucuza yararlandığı ve ticari değil, kamusal yönünün ön plana alınmasının bir teamül olduğu yerel sosyal hizmetlerin fiyatlarının gitgide ağırlaşması, belediye hizmetlerinin ilave vergilendirilmesi de, elbette özelleştirmeyi ve yabancı sermaye işgalini meşru ve gerekli göstermeye yarıyor. Hizmetlerin “serbest piyasaya” açıldığı, yerel hizmetlerin kamu hizmeti olmaktan çıkarılarak ticarileştirilip özelleştirildiği, kısacası liberalize edildiği koşullarda, yerel idarelerin de birer birer mali sermayeye teslim olmalarının koşulları hızlandırıldı. (Sadece su alanında şu gelişmeler oldu: Antalya’da belediye su işletmeciliği 10 yıllığına, İzmit’te Yuvacık barajının işletmeciliği 16 yıllığına uluslararası şirketlere devredildi. Çeşme-Alaçatı ve Bursa su işletmeciliği için de Dünya Bankası devreye girdi.)
Yerele yetki devri ve bu slogana verilen anlamla herkese bulunduğu alanda söz ve karar hakkı tanındığı bir palavradır. Küresel düzeyden ulusal düzeye, ulusaldan yerel düzeye kadar tüm aşamalarda hâkimiyetini güçlendirecek önlemler alırken, emperyalizm, emekçi sınıfların burjuva devleti eleştirirken ileri sürdükleri demokrasi talebini, içini boşaltarak kullanmaktadır. Kuşkusuz bu eleştiri ve taleplerin önce sınıfsal karakteri dejenere edilmekte, mali sermayenin çıkarlarına uygun hale getirildikten sonra, dünya emekçilerine, yıllardır dile getirdikleri taleplerin karşılandığı propagandası yapılmaktadır. Kitlelerin burjuva demokrasisine duydukları hoşnutsuzluk böylece hem eritilecek hem de mali sermayenin yeni düzeni güçlendirilecektir.
Klasik liberal demokrasinin başlıca ilkelerinden olan yasama, yürütme yargı ayrılığını, emperyalizmin güncel ihtiyaçları kapsamında, tekellerin uluslararası örgütlerine; emperyalist devletlerin ortak organizasyonlarına bırakarak birleştirmeye ve bu süreci ulus devletler içinde kolaylaştıracak düzenlemeyi öngören neoliberal demokrasi kapsamında yerel önlemler, aynı zamanda ulusal ölçekteki düzenlemelerle de destekleniyor. Tamamen IMF’ye bağımlı olarak çalışan, üyelerinin yüksek maaşları IMF kredileriyle garanti edilen “üst kurullar” bu amaca hizmet etmektedir. Türkiye’de enerjiden telekomünikasyona kadar pek çok sektör, ilgili bakanlıklar devre dışı bırakılmak suretiyle, üst kurullara bağlandı. Devlet bürokrasisinin geleneksel ayrıcalıklarını gideren, yasama ve yürütme organlarının üzerinde özerk, ama IMF’nin acentesi olarak çalışan üst kurullar, mali sermayenin müdahalelerini dolaysızlaştırma ve engebeleri düzleştirme işlevini görüyorlar.
Durum buyken, küresel-ulusal-yerel düzeylerde kurulup yaygınlaştırılacağı söylenen neoliberal demokrasinin başlıca özelliğinin, demokratik katılımı tabandan sağlayacak ideal bir demokratik örgütlenme olduğu ileri sürüldü. Burjuvazinin ilk demokratik kavramlarından “Toplumsal Sözleşme”, dönemin ruhuna uygun olarak küresel sözleşme kavramıyla yer değiştirdi. Bu sözleşmeye göre, küresel kararlar, BM gibi çok devletli örgütlerin, artı tekellerin, artı sivil toplum örgütlerinin (NGO veya STÖ) karar alma süreçlerine katılmasıyla alınacaktı. Bu sözleşmenin ulusal düzeylerdeki karşılığının devlet (bürokrasi), artı sermaye, artı STÖ’ler olması; formülün, yerel yönetimlerde de, yerel çerçeve içindeki karşılıklarının denkleme yerleştirilerek uygulanması öngörülmektedir.
Sermayenin örgütlenmiş hali olan devletin özerk olduğunu; sivil toplum örgütleri derken de, emekçi örgütleriyle sermayenin örgütlerini aynı kefede tartarak hepsini birden eşitledikten sonra, sermayenin de, sözde devlete uzak olduğunu ima eden bu çarpık formül, aslında karar alma süreçlerinin her düzeyinde sermayenin ağırlığını ve kontrolünü artırmayı amaçlamaktadır. Dolayısıyla yönetişim formülü, 20. Yüzyılda sınıf mücadelelerinin, ulusal mücadelelerin, anti-faşist mücadelelerin, insan hakları mücadelelerinin önemli kazanımlarla çerçevesini genişlettiği ve emekçi sınıfların, manevra alanlarını gün geçtikçe çoğalttığı liberal demokrasinin, sermaye açısından, handikaplarını giderme kaygısıyla hazırlandı. Dünya emekçilerinin, yerel-ulusal-küresel düzeylerde mali sermayenin soluğunu enselerinde duyacakları; uluslararası mali sermaye örgütlerinin ve ulusal düzeyde de devletin, denetimi dolaylılaştıran, müdahaleleri zorlaştıran, karar alma süreçlerini uzatan ve sınıfsal dengeleri göz etmek zorunda bırakan klasik temsili biçimlere kıyasla; yönetilenleri, daha yakın temasta kontrol edip yönlendirebileceği bir demokrasi biçimidir bu. Ve kuşkusuz bütün süslü ideolojik cilasına karşın, gerici ve faşizan bir içeriğe sahiptir. Yönetişim, her şeyden önce, karar alma süreçlerini tabana yayma iddiasının ardında, geniş emekçi kitlelerinin demokrasiden, siyasetten uzak tutulmasını, kitlelerin örgütsüzleştirilmesini, sermayenin hegemonik etkisini artırmayı amaçlayan siyasal bir biçimdir.
Yönetişim demokrasisinin emekçileri burjuvazinin çıkarlarına entegre etmede kullandığı en önemli düzey olarak yerel yönetimlerin çıkarılması da, bu hegemonik etkinin, tüm toplumun hücrelerine dek, hiçbir alan boş bırakılmadan kurulmak istenmesinden kaynaklanıyor. Yerel sözcüğünün işyerlerinden, mahallelerden okullardan apartmanlara kadar; insanların birlikte bulundukları her yer anlamına getirilerek kullanılması da bunun göstergelerinden biridir. Birincisi; sözcüğün kapsayıcılığının bu denli genişletilerek kullanılması, yerelin ekonomik ve politik bir birim olarak saptandığı gerçeğini gizler: Örneğin, İstanbul gibi kentleri, “dünya kentleri” kurma projesi kapsamındaki teşviklerle, mali sermayenin işgaline bırakacak; endüstri bölgeleri (Bush, ABD ziyaretinde Ecevit’e, yönetişimin yanı sıra endüstri bölgeleri dayatmasında bunun için bulundu) ve serbest ticaret bölgeleri kurulması dayatmalarıyla da, sömürünün biçim ve olanaklarını çoğaltacak olan stratejik bir yerel kavramının tartışılmasını engeller, ikinci olarak, karar alma ve katılım süreçlerini apartmanlara, okullara, mahallelere indirgediği ölçüde de, kitlelerin merkezi politikalar hakkında tutum alabilecekleri örgütlü ilişkilerin kurulmasının önünü, onları günlük yaşamın apolitik kaygılarına boğarak keser. Ve bir kentte veya semtte yaşayanlar, yerel hizmetlerle ilgili herhangi bir konuyu tartışmaya çağırıldıklarında da, bu, uluslararası tekellerin faaliyetlerine veya kentlerde gelişen mafyatik ilişkilere, -özelleştirmeler ve işsizlik, sendikasızlaştırma gibi alt yapıların hazırlanma sürecini takiben- kendilerinden onay istendiği içindir: Yerel düzeylerde oluşturulan ve o yerelde bulunan her sınıftan unsurları içermesi beklenen yönetişim organlarının, bir koalisyon gibi çalışarak, ortak kararlar alması beklenmektedir. Bu kararların nasıl alınacağını ise, kuşkusuz sermayenin emekle ilişkisinin düzeyi belirlemektedir:
“Ortaya çıkan yerel koalisyonda diğer yerel birimlerle yarışılan bir ortamda, çalışan sınıflara genellikle daha düşük ücrete razı olarak -kendi yerel birimlerine (gezinen) sermayeyi çekme görevinin de düşeceği açıktır… Burada tercih, yatırımı başka yerel birimlere kaptırarak işsizliğe razı olmakla daha düşük ücrete rıza gösterip kendi yerel birimini çekici hale getirmek arasında yapılacaktır. Üstelik sermaye bir yere çöküp burada sonsuza kadar kalma eğiliminde değildir. Hareketliliği yüksek sermayeyi, işçi ücretlerini düşürerek ve özendirici şemalar geliştirerek bekleyen alternatif birimler vardır. Böyle bir tehdit, yerel işçi sınıflarını disipline edip ücretlerini artırma talebinde bulunmamaları için baskı oluşturmaktadır. Bu ise, sonuçta bir yandan işçi sınıfının ulusal düzeyde örgütlenmesinin mantığını ortadan kaldırırken, genelde ücretleri aşağı çeken bir yapı yaratmaktadır.” (Tarık Şengül, Küreselleşme; Derleyen, E. Ahmet Tonak içinde, İmge yayınları, s. 135)
Sözde yönetilen ile yöneten arasındaki ayrıma son verdiği iddia edilen, gerçekte ise, uluslararası tekellerin dünya yüzündeki denetimini ve iktidar olanaklarını güçlendiren yönetişim demokrasisinin, “kent konseyleri”, “kent kurultayları” adı altında (Bunun için Türkiye’de, İzmir -ilk kent parlamentosu uygulaması Aliağa’da başlatıldı-, Antalya, Bursa ve GAP gibi pilot bölgeler seçildi. Çerçeve içindeki Habitat Raporu’nda, bu “sivil toplum demokrasisi”nin hangi işlerle iştigal olduğu da görülüyor.) oluşturulan koalisyon aygıtları, şimdi artık, uluslararası şirketlerin karşısında mal ve sermaye satın alacak birer müşteri haline getirilen yerel yönetimlerin karar mekanizmalarına, bu şirketlerin doğrudan doğruya katılabilmesinin olanaklarını açmaktan başka bir anlama gelmiyor. Yönetişimin başlıca iki argümanı olan ve “doğrudan demokrasi”, “taban katılımı”, “çok kültürlülük”, “çok seslilik” gibi kamuoyuna yönelik şık sloganlar eşliğinde gündeme getirilen sivil toplumculuk ile farklılıklar politikası da, tabanın değil tavanın; emekçilerin değil uluslararası sermayenin, halkın değil devletin çıkarlarını güçlendirmek üzere dile getiriliyor. Yönetişimin gerici içeriğini gizleyen cilalı söylem, tamamen bu iki kavramla oluşturulmuştur.

C- SİVİL TOPLUMCULUK
Kapitalizmin ilk dönemlerinde “görünmeyen bir el” tarafından düzenlendiği varsayılan pazarı, siyasal iktidarın müdahalelerinden korumayı amaçlayan talebin söylemi olan “sivil toplum”, kapitalizmin bundan önceki değişik dönemlerinde olduğu gibi, 90’lı yıllarda da, yeniden hatırlandı ve kavramın geleneksel içeriği güncelleştirildi. Şimdi “sivil toplum”, mali sermayenin güncel ihtiyaçlarının karşılığı olan neoliberal politikaların yaygınlaştırılması sürecinde, devlet ile ekonomi, emekçi sınıflar ile devlet, iktisat ve politika arasındaki ilişkilerin yeniden yapılandırılması amacıyla kullanılmaktadır. Geri ulus devletlerin bağımlılıklarının olduğu kadar, sermayenin merkezileştiği ülkelerdeki devletlerin dünya üzerindeki hâkimiyetlerinin pekiştirilmesini öngören küreselleşme süreci; bütün bu “kapitalist perestroyka” sürecinde, ekonominin sözde politikadan ayrışması
tabiriyle, gerçekte, dünya emekçilerinin politik sorunlara müdahale etmelerinin yollarını ortadan kaldırmaya çalışırken, mali sermayenin de, hem bu alt sınıfların politik müdahalelerinden kurtulmasını, hem de ulusal sınırlar içindeki bürokratik işleyişin oyalayıcı süreçlerinden arınmasını öngörüyor.
Sivil Toplumcu tezler, her zaman devletin, toplumun üstünde ve ötesinde toplum karşısında tamamen özerk ve aşkın bir varlığının olduğu varsayımından hareket etmişlerdi. Siyasetin, toplumsal bir ilişki içinde gerçekleşen ekonominin dışında oluştuğunu ima eden idealist özerklik tanımı, aynı zamanda, devletin, bu toplumsal ilişkilere içkin sınıf ilişkilerinden bağımsız bir varlığının da olduğunu ima ediyordu. Sivil toplum, aile kurumunun oluşturduğu özel alan ile devlete kadar olan bölgede, ekonomik ilişkilerden diğer toplumsal ilişkilere kadar her şeyin düzenlendiği, bu düzenleme işine kendiliğinden muktedir bir geniş hareket alanıydı. Karşılıklı pazarlık gücüne sahip emek ve sermaye arasındaki özgür ve belirlenmemiş bir ilişkinin imkânıydı ve devlet bu ilişkiye karışmamalıydı.
Öte yandan, mutlaklaştırılan özerklik tanımının mantıksal uzantısında çıkarılan bir başka sonuç da çoğunlukla şöyle olmaktadır: Devlet hiçbir sınıfın siyasal çıkarlarıyla bütünüyle örtüşmez. Yani hiçbir sınıfa ait değildir. Devlet, herkes tarafından “oluşturulabilen” bir oluşum, bir süreçtir!
Hem devletin bu özerkliğinin kabulü hem de bu kabulden çıkarılan mantıksal sonuç, devlet ile sivil toplumun birbiriyle karşılıklı konumlanmış iki alan olduğu saptamasından yola çıkar. Devlet, sivil toplumun; sivil toplum da, devletin zıttıdır! Oysa Marx, Aydınlanmacı düşünürlerden ve Hegel’den aldığı bu terimin idealist içeriğini deşifre ettikten sonra, devlet ile sivil toplum arasındaki diyalektik ilişkiyi şöyle kurmuştu: Sivil toplum, kapitalist sömürü ilişkilerinin cereyan ettiği, emek ile sermaye arasındaki çatışmanın yaşandığı alan ve devlet de, bu sömürü ilişkisinin öznesi olan sınıfın yani egemen sınıfın sınıfsal çıkarlarının ifadesi olan aygıttır. Devletten bağımsız bir sivil toplum ile sivil toplumdan tamamen kopuk “özerk” bir devlet aygıtının varlığı söz konusu değildir. Ancak sivil toplum, homojen bir bütünselliğe sahip, sınırları kapalı bir alan değildir. Aynı zamanda, sınıf mücadelelerinin de alanıdır. Ve bu mücadele, devlet iktidarının ve sivil toplumun, birlikte radikal değişimini gerçekleştirecektir.
Marx, “Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı”nın önsözünde, dönemin politik polemiklerine yanıt vermek üzere kullandığı sivil toplum kavramını sonraki eserlerinde bir daha anmadı. Ama bu burjuva kavram, zaman zaman Marx’ın bu kitabı referans gösterilerek kullanılmaya devam etti.
Bugün, burjuvazinin çocukluk dönemindeki tartışmalarına geri dönen küreselleşme stratejistleri, ekonomik ve politik ilişkileri birbirinden ayırdıkları bir sivil toplum ve devlet ikiliğinden hareket etmeye, kaldıkları yerden devam ediyorlar. Tek farkla ki, geçmişte feodal zorbalığın kısıtlayıcılığı karşısında “sivil toplum”un liberal burjuvazinin tek “sığınağı” oluşunun tersine, şimdi devlet iktidarı, bütünüyle mali sermaye ve tekellerin elindedir. Dolayısıyla bugün görünüşte kendi devletleri karşısında özel bir ağırlık atfettikleri “sivil toplum”, emekçileri, düzene ve kuşkusuz devletlerine bağlamaya yöneldikleri tamamen aldatıcı bir kavrama dönüşmüş bulunuyor. “Sivil toplum” kavramıyla yapılmak istenilen, toplumun “sınıfsız imtiyazsız kaynaşmış bir kitle olduğu” mistifikasyonunun güncel koşullarda yeniden üretilmesidir. Öyle ki, bu durumda toplumun tamamen dışında ve üstünde özerk bir aygıt olarak bulunan devletin karşısına yerleştirilen sivil toplumda, ne sınıflar ne de sınıf mücadelesinin varlığının sözü edilmektedir. Zaten sivil toplum denilen şeyin, tamamen bu sınıfların karşılıklı ilişkileri tarafından oluşturulduğu; emekçi sınıfların mücadelelerine bağlı olarak egemen sınıf hegemonyasının değişik biçimler aldığı, yöntemler kullandığı, ama kapitalist sistemde, önünde sonunda bu hegemonyanın üretildiği alan olduğu gerçeği gizlenmektedir.
Oysa egemen fikirler egemen sınıfların fikirleridir. Dolayısıyla devlet örgütlenmesi hangi sınıfın elinde ise, sivil toplumu şekillendiren fikirler de bu sınıfın fikirlerinden oluşacaktır. Ve bu durumun değiştirilmesi, ancak, alt sınıfların devlet halinde örgütlenmesini sağlayacak olan bir devrim ile mümkün olabilecektir. Kuşkusuz şimdiye kadar sınıf mücadeleleri burjuvazinin hegemonik süreçlerinde önemli çatlaklar da yarattı. Bunlardan en önemlisi, burjuva devlet aygıtının sınıfsal özelliklerinin deşifre edilmesi ve bu eleştiriyle birlikte toplumun üzerinde sınıflar üstü özerk görünümüne ilişkin burjuva mistik/aldatıcı yargıların parçalanmasıydı. Dünya emekçileri nezdinde burjuva devlet, propaganda edildiği gibi, hiçbir zaman “herkesin devleti” yapılamadı, böyle bir görünüm kazanamadı. Bu durum ise, dünya egemen sınıfları açısından hep bir tehdit kaynağı olarak kalmıştır. Küreselleşmeci yeniden yapılandırma koşullarında, sınıf mücadelelerinin yol açtığı geçmiş yangınlardan ders alan mali sermaye egemenliği; bu kez, yangından ilk kurtarılacak aygıt olan devleti, ideolojik olarak kamufle edecek ve iktidarı ele geçirmeyi hedefleyen toplumsal sınıflardan hem fikri hem de nesnel olarak uzaklaştıracak, ama onların eleştirilerine ve tepkilerine “yanıt” verecek formülü, sivil toplumculuğun kurumlaşmasında buldu. Böylece devlet, topluma yayılacak; hiçbir sınıfın malı olmayacak, devlet kitleleri değil, kitleler devleti yönetecekti! Yönetme ve yönetilme ilişkisinin baş aşağı çevrilerek kavramsal bir işleme tabi tutulması (“Yönetişim” kavramı da, aynı gerekçeyle ve buna uygun olarak türetilmiştir. Artık, tek yanlı bir yönetme-yönetilme ilişkisini tanımlayan, özel olarak yönetmeyi, yöneticileri ve dolayısıyla devleti varsayan, hatta vurgulayan “yönetim”, İngilizcesiyle “government” kavramının geçersizliği ve “çağdaş” toplumsal siyasal ilişkileri karşılamadığı ileri sürülerek, yerine, karşılıklılığı, çok taraflı katılımı, yöneten-yönetilen bölünmesinden yönetilenin olmamasına ya da herkesin yönetilirken aynı zamanda yönetmesine geçildiği, “yönetişim”, İngilizcesiyle “governance” kavramı ikame edildi.) elbette dünya çapındaki nesnel reorganizasyonlardan gerekli sonuçlar da çıkarılarak, takviye edildi. Devletin ulusal ve sosyal karakterine yönelik işlemlerle, artık devletin küçüldüğü, hatta Marksist terminolojiden alınan ve komünizm-devlet ilişkisini anlatmak için kullanılan bir kavramla “sönümlenmeye” gittiği iddia ediliyordu. Devletin sönümlendiği noktada ise artık, halkın kendi kendisini yönettiği gerçek demokrasiye geçildiği ilan edildi. Böylece aslında sosyal ve ekonomik yüklerinden arındırılan ve saf bir şiddet aracı haline getirilen devletin ve sermayenin her türlü müdahalesinin dolaysızlaştırıldığı; denetimin ve zorun doğrudan uygulanabileceği bir alan açan sivil toplumcu projenin başlıca yönelimi belirlenmiş oldu. “Sivil toplum”, bireysel hak ve özgürlükleri kısıtlayıcı, hantal ve bürokratik, bireye hiçbir hareket imkânı ve ifade hakkı tanımayan devlet aygıtının yerine geçirilecekti! Oysa bu kavramın kullanıcılarına bağlı olarak, bireysel hak ve özgürlükler, geçmişte neyi ifade ediyorsa, şimdi de aynı şeyi ifade etmektedir; girişimci burjuvanın (şimdi tekeller) sömürü ilişkilerinde yasalardan, kayıttan-kuyuttan kurtulmuş varlığının baki, sömürülenlere yönelik korumacı önlemlerin yok olduğu bir özgürlük ortamıdır bu.
Sivil toplum, başlangıcında olduğu gibi, toplumsal hayatın, ticaretin emek sermaye arasındaki ilişkilerin düzenleyicisi olarak yine “görünmez bir el”i ima etmektedir. Ama bu el, bu kez -kuşkusuz yine dolaysızca “piyasa”ya, ama yanı sıra ve siyaseten- “sivil toplum örgütleri” denilen toplumsal “aktörler”e yakıştırılmaktadır. Aktörlerin bedenini ise, sermayenin ulusal ve uluslararası çıkarlarını kollayan aygıtlar ve başta DTÖ olmak üzere uluslararası tekellerin uluslararası örgütleri oluşturmaktadır. (Kayseri Genç Sanayici ve İşadamları Derneği’nin (GESİAD) düzenlediği “ABD ile ticari ilişkilerimiz” konulu konferansa katılan ABD büyükelçisi Robert Pearson, şunları söyledi: “Kayseri iş toplumu kentin dokusunu destekleyerek sivil toplumun büyümesine katkıda bulunmuştur. Bu bakımdan Kayseri bana Chicago, Cincinatti ve Minneapolis gibi Amerika’nın ortasındaki muhteşem kentleri hatırlatıyor. Buralarda aile şirketleri kalıcı işler kurmuşlardır ve girişimciler kendi kentlerinin kültürel ve manevi yaşamlarının canlılığına katkıda bulunmuştur. Eminim ki, Türkiye’de bizimle ticaretin lokomotif rolünü üstlenecek şehir Kayseri olacaktır… Ticaretimiz dengeli ama çok düşük. Bence ABD pazarlarında rekabet edebilmenin planlamasını yapmak, üreticiler bakımından stratejik zorunluluk. Kayserili üreticiler bunu yapacak yeteneğe sahiptir. (Radikal 6 Mart)) Emperyalist tekellerin ve onların küresel yasama, yürütme ve yargı organı haline gelmiş kuruluşlarının komuta hiyerarşisinde emir eri konumuna düşen ulus devletlerin tamamlayıcı karşıtı olarak çıkarılan yerel, ulusal ve hatta küresel “sivil toplum örgütleri”nin, bu hiyerarşik düzen içinde görevlendirilmesi de, demokrasinin yeniden yapılandırılması adı altında; toplumsal hayatın liberalize edilmesi, tüm toplumsal ilişkilerin piyasaya açılmasını amaçlamaktadır.
Toplumsal mücadelenin siyasal erki ele geçirmeyi hedeflemekten vazgeçmesi ve sınıfın, uluslararası sermayeyle, parçalanmış ve örgütsüz olarak karşılaşması amacına ulaşmak üzere gerekenlerin yapılması için de, bu “el”, elinden ne gelirse yapmaktadır ve ona STÖ’ler yardımcı olmaktadır.
Ama elbette, gerçeği gizlemek üzere, STÖ’ler ile ilgili bir heyecanlı masal da üretildi. Küreselleşme rüzgarlarına dayanamayıp savrulan, esnek çalışma, taşeronlaştırma uygulamalarıyla ve sendika bürokrasilerince işlevsizleştirilen sendikalarla; patron örgütleri, çeşitli kitle örgütleri veya değişik nedenlerle kurulmuş bütün organizasyonların, her birinin, aynı kefeye, eşit statüde doldurulduğu “sivil toplumcu” konseptin, sözde toplumun bütünleşmesini ve birleşmesini sağlayarak, herkese hoşgörüyü öğreteceği propaganda edilmektedir. Bu propagandayı şöyle anlamak gerekir: Sivil toplumcu demokrasi projesi aslında, sınıf mücadelesini; sınıfın örgütlerini kontrol altında tutmak yoluyla körelten, bu örgütlerin dağılmasıyla sonuçlanacak ekonomik ve politik önlemleri daha başında ilkesel olarak kabul eden, emekçileri sermaye karşısında savunmasız bırakarak sınıf işbirliğine zorlayan ve böylece her türlü örgütsel ve eleştiri silahlarından yoksun bırakan bir projedir. Yönetişimle kurulan sacayağıyla da (yerel ve ulusal bürokrasi, sermaye ve STÖ’ler), bu niyet bir gerçek haline getirilmeye çalışılmaktadır. Bu sacayağının her kademesinde sadece sermaye vardır. Sermayenin hoşgörüsünün asıl karşılığı da, emekçilerin, sivil toplum eliyle sindirilmesi faaliyetinden başka bir şey değildir.
Bu bakımdan denebilir ki, devlet ile mesafeli duruyormuş gibi gösterilen sivil toplumculuğun devlet ile ilişkisi, bir kez daha dolaysız olarak ortaya konmuştur. Çünkü sivil toplumculuk, politik iktidar hedefinden vazgeçirilmesi hedeflenen işçi sınıfının, gerçekte demokratik süreçler dışında bırakıldığı, geçmiş demokratik kazanımlarının iptal edildiği, sermayenin ulusal ve küresel politikalarının pasif mutabıkı haline getirildiği bir ideolojik kurgudur.
Ve sivil toplumculuk, devletin sınıflar-üstü, sivil toplumun da etkili bir demokratik denetim odağı olduğu ve kitlelerin, demokratik karar alma süreçlerine sivil toplum örgütleri vasıtasıyla katılacağı iddialarına rağmen, “devlet eliyle oynanan “bir oyun”dur. Bu doğrultuda Türkiye’de de sık sık provalar yapıldı. Eski sağ ve sol liberallerin de, bu konseptin kavramsal çerçevesinin oluşmasına katkıda bulunmada birbirlerinden cevval davrandığı görülmektedir. 28 Şubat sürecinde kitlelerin devlet politikalarına kenetlenmesi için yapılan “sivil topluma” yönelik çağrılar, deprem döneminde devletin karşılaması gereken zarar ziyanın yaptıkları iş karşılığında taltif edilerek STÖ’lere havale edilmesi, “bir dakika karanlık” eylemleri sırasında ilan edilen “sivil seferberlik”; hep “sivil toplumcu” bir “demokrasinin provaları arasında yer alıyor. Süleyman Demirel’in, cumhurbaşkanlığı sırasında, TÜSİAD ve TİSK gibi burjuva örgütlerinin yanı sıra sendikaları ziyaret etmesi, yine hem işçi hem işveren örgütlerini bir araya getiren Ekonomik Sosyal Konsey’in kurulması ve güçlendirilmeye çalışılması, hep bu oyunun birer sahnesidir. Bütün bu uygulamalar, sivil topluma yapılan övgülerin, aslında, örgütsüzleştirilmiş, dolayısıyla sınıf mücadelesinin araçlarından ve bilincinden uzaklaştırılmış kitlelerin yönetilebilmesini kolaylaştıran araçlara övgü olduğunu gösteriyor.
Bir bakıma Sovyetler Birliği’ndeki yerel Sovyet aygıtlarından esinlenen, ancak bu aygıtların kötü bir kopyası haline getirilen, Sovyetler Birliği’ndeki gibi emekçilerin, ulusal düzeydeki karar alma süreçlerine doğrudan katılımlarını garanti etmeyi değil de, kapitalizm koşullarında yönetilenlerin yaşamlarını ağırlaştıracak kararlar alınırken bu kararların içeriği ve ulusal-küresel boyutları konusunda bilgilenmelerini engellemeyi, tavır almalarını ve örgütlenmelerini zorlaştırmayı gözeten sivil toplumcu demokrasi, bu yönüyle gerçekte, yerelleşme ve katılım gibi şık argümanlarla gizlenen politik bir müdahaledir. (Arjantin’de IMF-DB politikalarına karşı geçtiğimiz aylarda ayaklanan kitleler, dünya çapında önemli bir örnek oluşturdu. Ancak Arjantin emekçilerinin bu patlaması örgütsüz ve kendiliğindendi. Bu yüzden kolaylıkla yatıştırılabilir, kontrol altına alınabilir, başka menzillere kanalize edilebilir mahiyetteydi. Eylemler sırasında halkın kurduğu semt meclisleri, bu yüzden tekelci sermaye çevrelerinin ilgisini çekti. Her sınıftan her kesimden insanların bir araya geldiği bu oluşumlarda yer alanların siyasilere ve politikaya düşmanlıkları yüceltildi. Örgüt düşmanı anarşistlerin de desteklediği politikasızlık, yaygın bir değer olarak kutsanıyor ve körükleniyor. Gelişmeler, ayaklanmanın ortaya çıkardığı bu kendiliğinden konseylerin (katılımcıları “işsizler, tüccarlar, aktivistler, tasarrufçulardan oluşan gruplar” olarak anılıyor) neoliberal demokrasinin hanesine kaydedilmesi ve birer yönetişim aygıtı haline gelmesi için, sermayenin boş durmadığını gösteriyor. Bunun için mevcut demokrasinin işleyişi eleştirilmeye, kent konseylerinin yaratacağı olanaklar değerlendirilmeye başlandı. (Bkz. Günlük Evrensel, 19 Mart 2002, s. 7)

D- KİMLİK POLİTİKALARI
Neoliberalizmin yönetişim “demokrasisi”nde sınıf mücadelesini yatıştırmak, denetleyebilmek ve engelleyebilmek amacıyla toplumsal yapıda gerçekleştirilmek istenen düzenlemelerin biri de, “kimlik politikaları” kavramıyla anılmaktadır.
“Kimlik politikaları”, insanların her birinin belirli sınıflara mensup oldukları ve son tahlilde bu konumlarının belirlediği çıkarlara göre hareket ettikleri gerçeğini reddeder. Sınıfsal olmayan aidiyetlere birincil derecede önem atfederek, toplulukları etnik, milli, dinsel, cinsel kimliklerine göre böler ve kategorilendirir. Yönetişim ilkesine göre, hiç kimsenin nesnel konumuna, yani üretim ilişkilerinde bulunduğu pozisyona uygun bir kimliği yoktur. Kimlikler, ya fikri tartışmalar sürecinde oluşur ya da başka başka pozisyonların bileşiminden oluşan birçok kimliklilikten söz etmek gerekir. Bir kişi, aynı anda hem savaş karşıtı olabilir, hem de bulunduğu bölgeye yabancı sermayenin yatırım yapmasını destekleyebilir, hem özelleştirme karşıtı hem AB yanlısı olabilir, hem Afganistan müdahalesini protesto edebilir hem MGK politikalarını destekleyebilir. Bu tutumlar arasında içsel bir tutarlılık olması gerekmez. Bir gün şöyle bir başka gün böyle düşünülebilir. Etnik kimlik veya dinsel kimlik, bir kimsenin işçi veya işveren olması kadar belirleyici bir kimliktir. Üstelik hangi kimliğin belirleyici olacağı konuya ve duruma bağlıdır vs…
Sınıfsal konumları “çok kimliklilik”, “çok kültürlülük” söylemleri eşliğinde parçalamaya, dağıtmaya yönelik bölücü ve idealist bir müdahaledir bu. Hepsinden önemlisi de, emekçilerin ortak çıkarları etrafında birleşmesi ve örgütlenmesini, güçlü ulusal ve uluslararası örgütler kurmasını engellemeyi amaçlar. Ulusal kurtuluş mücadelelerinin 20. Yüzyılda oluşturduğu tehdidi bertaraf etmek kaygısındadır, ama mikro milliyetçilikleri kışkırtır, sınıfı etnik cemaatlere veya dinsel kimliklere hapsederek ortak ve genel bir politika geliştirebilmesini imkânsız hale getirecek düzenlemeler yaparken; düşman sınıflar ile yapay temas noktaları yaratıp sözde bir toplumsal barış için yatırım yapar.
Yönetişim, kitlelerin apolitikleştirilmesinin siyasal aracıdır. Mahallede, sokakta, okulda, işyerinde bulunduğu alanın, otoritelerce ortaya konulan sorunları hakkında kafa yormaya çalıştırılan ve bu sivil toplum koalisyonlarına ancak bireysel kimlikleriyle katılabilen, “çok kimlik”lerine parçalanmış sınıf üyeleri, asla iç ve dış politika konusunda ortak fikirler geliştiremeyecek, bu fikirler ekseninde hareket edemeyeceklerdir. Bu tür koalisyonlar, sermayenin yerel veya genel çıkarları için meşruiyet aradıkları ve bunu bulmayı umdukları birer araç olarak çalıştırılacaktır.
Yönetişim platformları, sınıf mücadelesini söndürmeyi hedefleyen, apolitik; ama iktidarın çıkarları doğrultusundaki politikalara onay veren şekilsiz oluşumlar olarak öngörülmüştür. Bu koalisyonlar burjuvaziyle birer uzlaşma alanı olurken, kuşkusuz, emekçi sınıflar arasında potansiyel düşmanlıkları da körüklemektedir. Ancak politik bir örgütlenme sürecinde sınıf olabilen işçi yığınlarının, ilkel kimliklerin öne çıktığı cemaatlere bölünmesi; bir savaş makinesi olan emperyalizmin her hamlesinde, kitlelerin kendi çıkarlarıyla çelişen tutumlara sürüklenmelerini olanaklı kılar. Bu ise, daha kolay yönlendirilebilirlik demektir. 11 Eylül’den sonra dünyanın gündemine Huntington’dan alınmış bir kavram ile “Medeniyetler Savaşı” söylemini sokan ABD kurmayları, dünya işçi sınıfını da, bu geri kimlikleri kışkırtmak suretiyle bölmeyi ve yedeklemeyi ummuştur. Dolayısıyla, yerel kimlik politikalarıyla işletilen yönetişim süreçlerinin, küresel süreçlerle de ilişkisi vardır ve bu süreçler, mali sermayenin jeostratejik hesaplarına uygun geliştirilmektedir.
“Avrupa Birliği Kopenhag Kriterleri” kapsamında, üye ülkelere bir politik uyarlanma ilkesi olarak önerilen “Çok Kültürlülük”, her uluslararası örgüt ve bloklaşmada gündemi ortaklaştıran mali sermayenin, emekçi sınıfları, milli ve kültürel kimliklerin belirleyici kılındığı bir ortamda bölüp parçalayarak, ortak bir sınıf politikası oluşturabilme yeteneğini köreltme planlarından biridir. Bizde de, Kürt sorununa bu pencereden bakarak çözüm arayan kimi siyasal partiler (HADEP gibi), kavramın çekiciliğinden kalkarak, dünyadaki öteki örnekleri veya bu konuda uzlaşan sağ ve sol muadilleri gibi, böyle bir uyarlanmaya gönüllü oluverdiler.
Sivil toplumcu ve yerelci yönetişim demokrasisinin ideolojik dolgu malzemelerinden biri olan çok kültürlülük, kitleleri feodal kimliklerinin gettolarına hapsettiği gibi, onların, karşıt sınıftan unsurlar ile milliyetçi, dinsel hatta cinsel kimlikler ekseninde bir araya gelmelerini kolaylaştırmaktadır.
Ancak ortak bir politika üretmeye ve kitleleri örgütleyebilme potansiyeline sahip olabilen her alt kimlik de, kendi içinde parçalanmış çeşitli öğelere ayrılmıştır. Milliyetçi kimlikler, emperyalizme karşı mücadelenin tetikleyicisi olma potansiyeli taşıdıkları ölçüde, ulusların içindeki etnik varlıklara yapılan vurgularla bölünmeye çalışılmakta; ezilen cinsin eşitlik mücadelesi de, kadınların çok kategorili bir katman olduğuna yönelik propagandayla bölünmektedir. Böylece kimlikler sermayenin işine geldiği biçimde ve sürece devamlı olarak işlem görmekte; her ülke, her bölge ve her durum için değişen ağırlıkta ve kah kışkırtıcı kah yatıştırıcı ideolojik motivasyon motifleri olarak kullanılmaktadır.
Farklılıklar politikası, insanların mücadele potansiyeli olan nesnel konumlarını “kimlik”lere indirgemekte, ama bu kimlikleri de, ikincil veya üçüncül öğelerine kadar parçalamakta ve sonuçta, herhangi ortak özellikli bir kitleyi, ortada sadece kişi kalıncaya kadar böldükten sonra, sözde birbirine benzemez, özdeşleşmez yapılara saygı duyma eğilimini tatmin etmeye değecek, ortada sadece birey kalmaktadır. Dolayısıyla sivil toplumun koalisyonu; her bakımdan örgütlenmiş sermaye ile birbirleriyle bir araya gelip örgütlenemeyen emekçilerin politik olarak temsil edilmelerinin mümkün olmadığı, öyleyse ancak eli kolu bağlı, benzersiz birer birey olarak hazır bulundukları bir burjuva koalisyon olacaktır. Tekelci sermayenin yeni “demokratik mahareti” budur.
Yirmi yıldır “Japon Modeli” olarak adlandırılan, Uzakdoğu’da mali sermayenin özel birikim tarzı sırasında oluşturulmuş “Kalite Çemberleri”nin, (Bkz. Semra Çaralan, Özgürlük Dünyası, sayı. 117–118) küresel bir model olarak ayrıntılandırılıp zenginleştirilmesi olarak da tanımlanabilen ve ilhamını bundan alan yönetişim, dünyanın sömürgeleştirilmesine ilişkin siyasal projelerden biridir. Kapitalizmin, liberal demokrasinin yetersiz kaldığı katılımcılık ve meşruiyet sorununa bir çözüm olarak geliştirildiği öne sürüldü. Tıpkı daha önceki yeniden yapılandırma dönemlerinde olduğu gibi, içinde bulunduğumuz koşullara da bir demokrasi biçimi belirleyen egemen sınıf; siyasal iktidarının geleceğini, bugün de yönetişim projesiyle kurgulamaktadır. 20. Yüzyılda gelişen ve artık emekçi sınıflar için çok önemli bir gelenek haline gelmiş sendikal mücadeleyi ve işçi sınıfının her ülkedeki -potansiyel ya da bir gerçek olarak var olan- merkezi politik örgütlenmesi ve mücadelesini önlenmeyi ve kitleleri atomize ederek dağıtmayı hedefleyen yönetişimin gerçek anlamı ve içeriği, laf cambazlıkları ve parıltılı söylemlerle gizleniyor.
Ancak hegemonik durum 20. Yüzyıldakinden ciddi biçimde farklılaşmış, dünya işçi sınıfı önemli ölçüde mevzi yitirmiş olsa da, bu sürecin kaçınılmaz ve engellenemez bir süreç olduğu söylenemez. Çünkü her şey mali sermayenin hareketinden ibaret, bu hareket de bir kader değil. Bir yüzyıl boyunca emperyalist tekelleri pusuda sabırla beklemeye zorlayan, küreselleşme atılımlarını sürekli sınırlamaya ve denge hesapları yapmaya zorlayan şey, en başta, yaygın işçi sınıfı mücadelesiydi. Küreselleşmenin aynı zamanda sınıf mücadelelerini kışkırtan boyutlarını görmeksizin, uluslararası sermayenin başarıları karşısında büyülenenler ya da umutsuzluğa kapılanların, daima hatırlaması gereken de budur. 20 yüzyıl sosyalizminin ve ona ödün olarak kurulan sosyal devlet ile liberal demokrasinin tarihsel olduğunu (kimileri neredeyse bu süreci bir sapma olarak değerlendirecekler) öne sürerek burun kıvıranlar, mali sermayenin bugünkü pervasız egemenliğinin ve bu egemenliği güçlendirmek için yapıp ettiklerinin ve başarılarının da bir tarihsellik taşıdığını, bilinçli olarak görmezden geliyorlar; gizliyorlar. Ama bu başarılar, kendisini, sınıf mücadelesinin şimdiki düzeyine borçludur. Sınıf mücadeleleri ise, sınıflar var olduğu sürece bitmeyecek, engellenemeyecek olduğuna göre; emperyalist tekellerin küreselleşme başarılarının tarihsel birer illüzyon olarak kalmak zorunda olacağını söylemek bir kehanet olmayacaktır.
Geçen yüzyılın büyük devrimcisi Rosa Lüksemburg “ya sosyalizm ya da barbarlık” demişti. Seçmek mümkün, ya bu süreç barbarlığa evrilecek ya da kapitalizm yıkılacak.

EK BÖLÜM:

HABİTAT II, “ÜLKE RAPORU -YÖNETİŞİM ALT BÖLÜMÜ”nden Ağustos 2000
“… İzmir Büyükşehir Belediyesi öncülüğünde, merkezi ve yerel yönetimlerin, üniversitelerin, STK’ların, meslek odalarının, özel sektörün ve sendikaların katılımı ile İzmir Yerel Gündem 21 çalışmaları başlatılmıştır. Kurulan Kent Konseyi, her ay toplanmakta ve Büyükşehir Belediyesi’nin yürütmekte olduğu ve hedeflediği projeler tartışmaya açılmaktadır… Antalya Kent Konseyi ise, yerel yönetimin halk tarafından denetlenmesi konusunda iyi bir örnek teşkil etmektedir; özellikle arazi tahsisleri gündeme alınarak bu tahsislerin yöreye, ekonomisine ve sosyal yaşamına katkıları tartışılmakta, yerel protesto eylemleri düzenlenmekte, ilgili kamu kurumları nezdinde başvurular yapılmaktadır… Kent Konseyi uygulamalarından başka Kent Parlamentoları da, kentlinin yönetime katılımında ve çok aktörlü yönetim anlayışının hayata geçirilmesinde önemli bir etkendir.
… Bursa 2020 Çevre Düzeni Planı’nın hazırlanması aşamasında (1995–98) bilim adamları, özel sektör, merkezi ve yerel yöneticiler yer almıştır. Strateji Planlarının izlenmesi ve güncelleştirilmesi amacıyla 2000 Mayıs’ında katılımcı tekniklerin uygulanmasında uzman bir kuruluşla bir dizi toplantı yapılmıştır. İlk aşamada çalışmaya katkıda bulunan tarafların karar verici düzeydeki temsilcilerinden oluşan yürütme kurulu toplantısı yapılmış, çalışmanın kurgusu oluşturulmuş ve Bursa’yı temsil edebilme profiline uygun genişletilmiş yürütme kurulu belirlenmiştir.
GAP Bölgesi’nde, GAP’ın tümüyle devreye girmesi sonucu, Bölge’de oluşacak yoğun sosyal ve ekonomik faaliyetlerin çok önemli bir bölümü kent merkezlerinde yer alacağından, bu faaliyetlerin mekânda dağılımını düzenlemek ve kentlere yönelik nüfus baskısını azaltmak amacıyla düzenlenen imar planlarının hazırlanmasında, ilgili tüm tarafların katılımının sağlanması ve bu katılımın zaman içinde kendiliğinden, yani tabandan-tavana bir oluşumun gerçekleştirilmesi için katılımcı imar planlama çalışmaları başlatılmıştır. Örnek projelerle başlayan bu yaklaşımlardan elde edilen deneyimler GAP Bölgesindeki tüm imar planı çalışmalarına yansıtılacaktır. Katılımcı imar planlama yaklaşımıyla GAP Bölgesi’nde şimdiye kadar İslâhiye (Gaziantep) ve Karaköprü (Şanlıurfa) imar planları yapılmıştır. Söz konusu çalışmalar 1996–99 tarihleri arasında gerçekleştirilmiştir. İmar planlama sürecinde yer alan “plana itiraz” konusunun, anılan bu çalışmalarda oldukça az bir düzeyde bulunması, böyle bir yaklaşımla imar planı üretiminin, uygulama evresinde sorun yaratmayacağının ve dolayısıyla başarılı olduğunun göstergesidir.
GAP İdaresi tarafından (Türkiye Kalkınma Vakfı ve Bölge İl Valiliklerinin işbirliğiyle) Bölge’de, entegre, katılımcı ve sürdürülebilir bir yaklaşımla, Çok Amaçlı Toplum Merkezleri (ÇATOM) kurulmuştur. ÇATOM’lar GAP Bölgesindeki kentlerin daha çok kırdan göç etmiş yoksul hanelerin oluşturduğu gecekondu mahallelerinde ve kadınların marjinalleştiği merkezi nitelikli köy yerleşimlerinde kurulan topluma dayalı merkezlerdir. 1995 yılı sonu ve Haziran 1999 sonu itibariyle 22 ÇATOM ile yaklaşık 25 bin kişiye ulaşılmıştır. ÇATOM’ların 2010 yılına kadar özerk bir yapıya kavuşarak sivil toplum kuruluşu halinde bölge kadınına ve nihai hedef olarak topluma hizmet götürebilecek hale gelmeleri hedeflenmektedir.
GAP İdaresi çeşitli çalışmalarında sivil toplum örgütleri ile kalkınma sürecinde ortaklık ve işbirliği yapma yönünde çabalar geliştirmiş ve projelerinde sivil toplum örgütleri ile çalışmaya önem göstermiştir. Bir takım projelerin uygulanması sivil toplum örgütlerine delege edilmiştir. GAP ile meydana çıkmaya başlayan iş ve yatırım ortamına katılacak olan Bölge içi ve Bölge dışı potansiyel girişimcileri özendirmek ve bu girişimcilere ihtiyaç duyacakları bilgi ve danışmanlık hizmetlerini sağlamak amacıyla GAP-Girişimci Destekleme ve Yönlendirme Merkezleri (GAP-GİDEM) kurulmuştur. GAP-GİDEM modelinin diğer ortakları TKB (Türkiye Kalkınma Bankası), TOBB (Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği), ve KOSGEB (Küçük ve Orta Ölçekli Sanayi Geliştirme Başkanlığı)’dir. Proje bölge ticaret ve sanayi odalarının etkin katılımı ile yürütülmektedir. GAP-GİDEM’ler yarı-otonom, bürokratik uygulamalardan arındırılmış, esnek ve dinamik bir yapıda örgütlenmişlerdir…”
“… Sivil Toplumcu anlayışın taleplerinin başında kapitalist sistemin reform edilmesi geliyor ve anlayış; bu reformun ancak demokratik karar alma süreçlerine sivil toplum kuruluşlarının da dâhil edilmesiyle mümkün olabileceğini savlıyor. Karşıtlıkları -tarafların çeşitli tavizler vererek birbirlerine yaklaştığı- birer uzlaşmaya dönüştüren sivil toplumcu anlayışa göre, ortada bir sistem sorunu yok ve kapitalin terbiye edilmesi mümkün. Örneğin Euro-Med Partnership adlı Avrupa Birliği girişimiyle, aslında Avrupa’ya deniz ya da kara üzerinden sınırı bulunan ülkelerin serbest piyasa ekonomisine entegrasyonu ve bölge ülkelerinde serbest bölgelerin sınırlarının genişletilmesi hedefleniyor. Akdeniz’e kıyısı olan Afrika ülkelerini de kapsayan bu “ortaklık” projesi, Akdeniz Bölgesi’ndeki sivil toplum kuruluşlarını da belli periyotlarda bir araya getiriyor ve STK’lara, bu ortaklık sonucunda bölgede oluşması muhtemel negatif çevresel etkilerin nasıl en alt düzeye çekilebileceği üzerine tartışmalar yaptırılıyor. STK’lar arası toplantıların önemli bölümü Avrupa Komisyonu tarafından finanse ediliyor. Ve bu yapılara karşıt bir görüş iletildiğinde ortaklaşılmış, tekleştirilmiş o cevap duyuluyor: “Yalnızca karşı çıkmakla bir sonuca varılamaz. Karşıysak bir de alternatifimiz olmak zorunda. Burada bizim alternatifimiz, olabilecek zararları en aza indirmek ve bu da yanlış bir hedef değil.” Bu tip toplantılarda örneğin, çevresel zararların sermayeye maliyetiyle, gerçekleştirilebilirliği arasındaki ilişki benzeri, aslında tartışmaların odağını oluşturması gereken kavramlar hiç tartışılmıyor ve çözüm önerileri, bu tip bölgesel paktların tek hedefi sermaye maliyetlerini en aza indirmek değilmiş ya da ekolojik dengenin bozulması ve çevresel yıkımın artmasının nedeni sermaye kârlılığının yükseltilmesi değilmişçesine geliştiriliyor. Sistem açısından bakıldığında hem o meşhur “şeffaflık” (transparency) sağlanıyor, yani sivil toplum, sermaye tarafından başlatılan girişimi başından sonuna kadar adım adım öğreniyor ve girişime meşruiyet kazandırılmış oluyor ve hem de buna rağmen bir karşıtlık oluşmamış oluyor; bunun yanında, bir şey hakkında çözüm önerileri geliştiriyorsanız o şey’in gerekliliğini de stratejik anlamda onaylamış oluyorsunuz. Yani STK’ların Euro-Med projesini madde madde masaya yatırıp; her bir madde hakkında öneri ve katkılar geliştirmesi, sivil toplumun projeyi stratejik olarak onayladığı anlamını taşıyor…” Gaye Yılmaz, Küreselleşme Sürecinde Devletlerin Rolü, İFMC-İKTİSAT DERGİSİ – Ağustos/2001

KAYNAKÇA:
Gencay Şaylan; Değişim, Küreselleşme ve Devletin Yeni İşlevi, İmge Y.
Gülten Kazgan; Küreselleşme ve Ulus Devlet, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları
Taner Timur; Küreselleşme ve Demokrasi Krizi, imge Y.
Lenin; Emperyalizm, Çeviren Olcay Geridönmez, Evrensel Basım Yayın
Paul Hirst-Grahame Thompson; Küreselleşme Sorgulanıyor, Çevirenler: Çağla Erdem, Elif Yücel, Dost Kitabevi
E. Ahmet Tonak (Derleyen); Küreselleşme, imge Y.
Tim Liang-Colin Hines; Yeni Korumacılık, Çeviren: Teoman Türün, Kaynak
Karl Polanyi; Büyük Dönüşüm, Çeviren Ayşe Buğra, İletişim Y.
Seyla Benhabib; Demokrasi ve Farklılık, Demokrasi Kitaplığı
Metin Çulhaoğlu, Kemal Okuyan, İlker Maga; Sivil Toplum: Devletin Büyümesi, YGS
Gülgün Erdoğan Tosun; Devlet-Sivil Toplum İlişkisi, Alfa Y.
Anthony Arbslater; Demokrasi, Doruk Y.
Bryan Turnen Eşitlik, Dost Kitabevi
Ozan Erözden; Ulus Devlet, Dost Kitabevi
Doç Dr. Birgül Ayman Güler, “Tekellerin Yeni iktidar Formüle: Yönetişim”, Röportaj: Şebnem Turhan, Evrensel Gazetesi, 5 Ocak 2002
EMEK Araştırma Dergisi, Genel-İş yayını, 2002/1

Dönüşen kent ve yerel siyaset

İstanbul’un merkezindeki Gezi Parkı’ndaki ağaçların AVM ve Topçu Kışlası yapmak için sökülmesiyle başlayan ve bütün yaz boyunca süren kent eylemleri ile, bölgede Demokratik Özerklik talebinde bulunan Kürt Hareketinin geçen Newroz’da “resmen” başlattığı çözüm sürecinin damgasını vurduğu bir yerel seçim sürecine girmiş bulunuyor Türkiye. Yerellerde gösterilen adaylar için ittifak girişimleri ister istemez bu iki temel potansiyele bakış açısına göre şekilleniyor; öyle görünüyor ki, adaylar nezdinde bu iki toplumsal hareketin en geniş birliğinin temsil edilmesi gerektiğini düşünenler ile Gezi Direnişinin taleplerine evet ama Kürt sorununun demokratik çözümüne hayır diyenler veya ikisine de hayırhah tutum takınmayanlar arasında gerçekleşiyor saflaşma.
Haziran Direnişi yerel bir taleple başlayarak, İstanbul’da kısmi talepli her hareketin ulusal sınırlar içinde genelleştirilebilmeyi mümkün kılan bir simgesellik de taşıması bakımından, siyasi talepler üreterek de sürmüştü. Kürt sorununun çözümü de belirli bir bölgeye özelleştirilemeyen, genel bir demokratik iklimin tesisi için kilit önemde bir konu olduğundan yerel seçim sathındaki saflaşmaların bu iki talebin ister istemez bağlandığı iç ve dış politik tercihlerle ilgili olması doğal olarak kaçınılmaz. Tam da bu yüzden nasıl bir yerel yönetim istiyoruz sorusunun yanıtı, yerel yönetimler ile merkezi yönetim aygıtları arasında birincisinin ikincisine göre daha demokratik, daha şeffaf, daha katılımcı, özerkleştirici, dinamikleri harekete geçirmeyi daha mümkün kıldığının bolca iddia edildiği günümüzde bile, hükümetin “Her yerde metro her yere metro” gibi görünürde politik değil, teknik içerikli bir sloganla start verdiği kampanya sırasında, ister istemez AKP’nin iç ve dış politikasıyla hesaplaşma içinde dile getirilmek zorunda. Ne var ki, hem Haziran Direnişinde tamamen merkez siyasetin bir kurgusu olan kentsel dönüşüme karşı çıkıldığı hem de Kürt Hareketinin yerel yönetimlerle ilgili önerilerinin muhatabı devlet olduğu için, 12 yıldır iktidarda olan AKP Hükümeti tarafından, “yerel”in siyaseten ve hukuki olarak nasıl dönüştürülmüş olduğunun göz ardı edildiği; yerel sakinlerin yaşam alanlarında metronun kolaylaştırıcılığının değil, etkili bir siyasi müdahalenin belirleyici olduğu, metronun kendisinin bile ister istemez siyasal süreçlerle ilişkili olduğu deşifre edilmeden bir yerel seçim süreci yaşanamaz.
AKP hükümeti döneminde yerelleri ilgilendiren çok sayıda yasa paketi çıkarıldı. Kamu Yönetimi, Belediyeler, Büyükşehir, İl Özel İdaresi, Kalkınma Ajansları ile ilgili yasalar ve en son 2012’de çıkan Yerel Yönetim Yasası ile birlikte köyler, ilçeler ve iller tanımlandı ve hem yerel yöneticilerin fonksiyonları yeniden belirlendi hem de yerellerle merkez arasındaki ilişki yeniden düzenlendi. Esasen 12 Eylül Askeri Cuntası döneminde başlayan, ANAP Hükümeti döneminde derinleştirilen, AKP döneminde de 2003’ten bu yana etkinleştirilen yerel yeniden yapılandırma, neoliberalizmin 70’li yıllardan itibaren gündemine aldığı sermayenin genişletilmiş yeniden üretimi için yeni bir rejim tesis etmeyi, ama bunu yaparken de mevcut devlet-yerel yönetim ilişkisinin bu birikimin ve dolaşımın hızını yavaşlatan, engel teşkil eden kuruluş biçimini esnekleştirmeyi ve yerel siyasi sınırları sermaye sınıfının girişimleri için geçirgenleştirmeyi amaçlıyor; üretimin ve emek gücünün yeniden üretiminin de mekânı olan yerel coğrafyada emekçiler yararına düzenlemelerin de açıkça ortadan kaldırılmasını öngörüyordu. Mevcut hükümet, kendisinden IMF, DB ve AB gibi uluslararası siyasi ve finans odaklarının ve uluslararası tekellerin talep ettiği yerellerin, özellikle de kentlerin transformasyonunu gerçekleştirmek bakımından epey bir yol kat etmiş bulunuyor.
Burada kısaca bu dönüşümün belli başlı veçhelerini ele alacağız. Zira önümüzdeki yerel seçimlerde halktan oy talep edecek olan yerel yönetim adaylarının yöneticilik yapacağı kentler çoktan beri artık, eski kentler değil ve son yerel seçimlerden bu yana da çok şeyin değiştiği söylenebilir.

SINIF MÜCADELESİNİN KONUSU OLARAK KENT
Kent bir emekçi için, basitçe, sabahtan akşama kadar çalıştığı işyerinin, akşam dinlendiği evinin, çocuklarının okulunun, hastalandığında tedavi olduğu hastanenin, eğlenmek için gittiği sinemanın, parkların, gezintiye çıktığı sokakların, arkadaşlarıyla lafladığı kahvelerin-kafelerin, konu komşusuyla sosyalleşebildiği mekânların, alışveriş yaptığı dükkânların, bir yerden bir yere gitmek için kullandığı ulaşım sisteminin bulunduğu bir yaşam alanıdır. Kent, sakini için hayatını idame ettirmesi için gerekli ortamları ve olanakları ona sunan; artan ve yenilenen ihtiyaçlara göre kullanışlı mekanizmaların yaratılmasını beklediği, kullanım değerinin öncelikli olduğu bir coğrafi mekândır. Bu coğrafi mekân içinde emekçi hem üretir hem de emek gücünü yeniden üretir. Ancak kent hiçbir zaman bütün bunların burada sayılabildiği kadar basitçe yapılabildiği bir ortam olmamıştır. Kent aynı zamanda çıkar ve sınıf çatışmalarının, kentsel hareketlerin, hak talepli isyanların, kimlik mücadelelerinin vb. sürdüğü çelişkili bir bütünlüktür. Kentte nasıl yaşanacağını, farklı çıkarlara sahip kesimler arasında mekânın nasıl bir bölüşüm dizgesine göre paylaşılacağını, sonuçları hiç de kent sınırları içinde kalmayan, devletin merkezi politikalarının mahiyetini de etkileyip artı değerin mekâna aktarılmasındaki dönemsel eğilimleri kurallaştırarak devletin yerellere ilişkin siyasetini belirleyen bu çelişki ve çatışmalardır. Kentsel mekân bu bakımdan sadece nüfus artışına bağlı olarak büyüyen, geçmişten bu yana sabit, fazlaca değişken olmayan bir yaşam alanı, kent yönetimleri de evlere su sağlamak, ulaşımı düzenlemek, çöpleri toplamak gibi sıradan teknik hizmet sunumuyla uğraşan siyasal düzenekler değildir.
Kentler antik çağdan bu yana yönetici sınıflar ile alt sınıfların mücadelesiyle bağıntılı olarak form almışlar, egemen sınıflar planlamalarını kentsel mekânı alt sınıflarla hangi biçimde paylaşmak istiyorlarsa ona göre hayata geçirmişler; ayaklanan alt sınıfların yenilgiye uğradığı büyük devrimci kalkışmalardan sonra kentleri yeniden dizayn etmişler veya bu sınıfların artık bir tehlike arz etmediğini düşündükleri koşullarda kentin yeniden yapılanmasında kendi sınıflarının ihtiyacını temel almışlardır. Emekçilerin kentin merkezi alanlarında görünmemesini sağlamak ama kentin değişim değeri en yüksek bu bölgelerini kent burjuvazisine ayırmak gibi düzenlemelerden, merkezi eğlence ve finans alanı olarak bırakıp kent dışında korunaklı kale-sitelere taşınmaya kadar değişik tercihlere göre, kentler belirli dönemlerde yeniden yeniden düzenlendiler.
David Harvey İkinci Dünya Savaşı sonrası New York’unun dönüşüm sürecini şöyle not eder:
“Haussmann’ın Paris’te yaptıklarını 2. Dünya Savaşı’nın ertesinde bütün bir New York metropoliten alanında yapacak olan Moses(ti)…Moses kentsel süreçleri tahayyül ederken temel alınan ölçeği değiştirdi ve borçla finanse edilen karayolları ve alt yapı dönüşümleri aracılığıyla banliyöleşme yoluyla, salt şehrin değil bütün bir metropoliten alanın topyekûn yeniden inşası yoluyla artı ürünün ve dolayısıyla artı sermayenin nasıl massedileceği sorununa bir çözüm getirdi… Banliyöleşme alt yapının yenilenmesi meselesinden ibaret değildi; tıpkı ikinci imparatorluk dönemi Paris’inde olduğu gibi, yaşam tarzlarında köklü bir dönüşüm meydana getirdi. Banliyödeki müstakil evin girişine park edilen ikişer arabadan petrol tüketimindeki muazzam artışa kadar bütün ürünler artı sermayenin soğurulması için üzerine düşeni yapıyordu. Bu süreç şehir merkezinin içinin oyulması ve sürdürülebilir bir iktisadi temelden mahrum bırakılması pahasına gerçekleşti. Böylelikle 1960’larda şehrin merkez kesiminde yaşayan, dönüşümden olumsuz etkilenen ve müreffeh topluma erişimi engellenen siyah ve azınlık grupların ayaklanması ile şekillenen ‘kentsel kriz’  ortaya çıktı…” (Harvey, Asi Şehirler, s. 50)
Kapitalist kent, kentsel yaşamın örgütleniş biçiminden en fazla kârı elde etme önceliğinin gözetildiği bir mekândır. Ancak bu, kentler farklı sınıf ve katmanların da yaşam mekânı olduğu ve sermayenin önceliği bu kesimlerle sürekli çatıştığı için, kent yönetimleri, sermayenin genişletilmiş yeniden üretiminin koşulları ile emek gücünün yeniden üretiminin koşullarının genişletilmesi mücadelesinin sonuçlarının, sınıfların birbirine karşı mevzilenme biçimini belirlediği bir düzlemde yönetmek durumunda kalır. 1950’lerden 80’li yıllara kadar kapitalizmin en gelişkin kentlerinde yaşayan emekçi sınıfların, bir meta olan emek güçlerinin yeniden üretiminin şartlarını zenginleştirmek; daha iyi koşullarda çalışmak, daha sağlıklı ve eğitimli nesiller yetiştirmek, daha güvenceli ve güvenlikli bir yaşam sürmek için verdiği mücadeleler emek gücünün değişim değerini yükselttiği gibi kent yönetimlerini, emek gücünün yeniden üretiminin ihtiyaçlarına gözetmek, devletlerin de, sermaye birikiminin düzeyine de bağlı olarak, kentsel politikalarını kısmen bunu hesap ederek planlamasını gerektirmişti. Örgütlü ve mücadeleci emekçi sınıfın ücretin sosyal içeriğini genişletmek yoluyla elde ettiği konut, dinlenme ve kültür evleri, ücretsiz hukuki danışma servisleri, ucuz belediye hizmetleri vb. hakların kazanımı, hane halkının yaşam standardını yükseltmek suretiyle kentsel mekânın kullanım olanaklarını ve biçimini az çok belirledi.
Türkiye’de ise sürecin, sözü edilen zaman aralığında böyle geliştiği söylenemez. Hem emekçi sınıfların örgütlenme alışkanlığının gelişmiş kapitalist ülkelerdeki kadar gelişkin olmaması, hem de bununla doğrudan ilişkili olarak, uzunca bir süre tarımsal ürün ihracına dayalı iktisadi politika izleyen ama bir yandan da devlet eliyle sanayi sermayesi üretmeye çalışırken hasbelkader işçileşmiş sınıfın önemli bir bölümünün kırsal üretimden koparak gelen ve hâlâ köyle enformel bir dayanışma ağı içinde bulunan göç kitlesinden oluşması kente, şehirli bir işçi sınıfının damgasını vurmasının önüne geçti. 60lı, 70li yıllar boyunca kırdan koparak işçileşmek üzere büyük kentlere gelen nüfusun fabrika çevrelerinde kurduğu yaşamın finanse edilmesinden imtina eden devlet, emek gücünün yeniden üretiminin en ucuz biçimini; “kendin yap” biçimini teşvik etti.
Kendi konutunu gecekondu olarak kuran, su ve elektrik hizmetini, evinin tapusunu ancak siyasi partilerin kendilerinden oy desteği istediğinde pazarlık konusu yapabilen gecekondu kitlesinin zorunlu olarak sarıldığı hemşehri dayanışması, modern bir işçi sınıfının öncelikli talebi olan sosyal güvenlik politikasının da son derece esnek ve keyfi uygulanmasına bir kez daha zemin hazırlamıştı. Gecekondularda yaşayan emekçi sınıflar, kentin ücra bölgelerindeki bakımsız ve yoksul konutlarının yıkımı için gelen ekiplere karşı 80 öncesinde ısrarlı ve sebatlı direnişler de gösterdiler. Bu çabaları, devletin gecekonduları yıkmak değil “ıslah etmek” politikasıyla yer değiştirdiğinde; hem gecekondu sakinine sınıf atlama imkanı sağlayan hem de bu yoksul kitleyi devletin başına bela olmaktan çıkararak, yaşadıkları yeri “kendi kendine şehirleşen” mekanlar haline getiren müteahhit kitlesi, gecekondu arazisinin rantından yararlanan türedi bir sınıf olarak zuhur etti. Özal zamanında çıkan gecekondu imar affıyla gecekondulunun da kentsel arazi rantından yararlanan girişimciler haline getirilmesi, böylece gecekondu bölgelerindeki sosyal patlama riskinin en aza geriletilmesi bekleniyordu. 
Özal zamanının türedi müteahhit sınıfının yerini 2000’lerde, eski gecekondu arazisinin yeni bir rant kaynağı olarak tayin edilmesiyle birlikte ya Ali Ağaoğlu gibi devlet destekli bireysel girişimciler ya da organize müteahhitlik şirketi olan TOKİ alacak ve yerinden etme politikaları yeniden tedavüle girecekti.
O zamana kadar ise köprülerin altından çok su aktı.

BİR KİT OLARAK KENT
80’lerden önceki merkezi idareye sıkı sıkıya bağlanmış kent yönetimleri; bir yandan merkezi politikaların yereldeki temsilcisi, kentin güvenliğinden ve asayişinden sorumlu vali ve valiye bağlı, merkezden aktarılan finansmanın kontrolünü yapan il özel idaresi tarafından diğer yandan da teknik hizmet sunumu ve imar planı yapmak veya iznini vermekle görevlendirilmiş belediyelerden oluşuyordu. Belediyelerin merkezi kaynakları kullanım olanakları çoğunlukla iktidar partisine yakınlıklarıyla doğrudan bağıntılı olduğundan yerel yönetimlerin finansmanının hep bıçak sırtında olduğu, belediyelerin özerk bir tasarrufunun olmadığı açıktır.
Yereller üzerindeki merkezi tasarruf, esasen o dönem burjuvazi tarafından devletin ülkenin en ücra bölgesinden en gelişkin kentine kadar belirli bir denge içinde kalkınmasını kontrol etme iddiasıyla tercih edilen bir politikaydı. Sanayileşmenin devlet kolaylaştırıcılığında gerçekleştiği, çok sayıda Kamu İktisadi Teşekkülünün süreç içinde kurulduğu bu dönemde, mamul maddenin iç pazara ulaşımının kolaylaştırılması için yollar (TKİ), depolar (TMO), demiryolu (TCDD), liman işletmeleri, köy hizmetleri vs. gibi hizmetler hep, kendisi de bir sermaye kuruluşu gibi çalışan, yatırımı ve bölüşümü düzenleyen devlet aracılığıyla veya bir kısım özel hizmetler için kurulmuş devlet kuruluşlarının yerel uzantıları aracılığıyla gerçekleştirildi. Devletin izlediği kalkınma politikaları ülkenin iç kısımlarını bir üretim, dolaşım, pazar alanı olarak konumluyordu, özel sermayenin birikim alanı ise daha çok büyük kentler, özellikle de İstanbul oldu.
Belediye yönetimlerinin bir devlet kuruluşu muamelesi görmesi ve sanayisi az gelişmiş bir ülkenin devlet eliyle kalkındırılması-denetlenmesi gereken “yatırım-pazar ve bölüşüm” süreçlerinin istikrarlı sürdürülebilmesini kollayan, sözde seçilmiş ama uygulamada atanmış bekçisi olarak tayin edilmesi de bu atmosfer içinde mümkün olabilmişti. Emek gücünün yeniden üretiminin koşullarını yaratma işini önemli ölçüde emekçilerin kendisine bırakan devlet ve hükümetler, sermaye birikiminin koşullarını uygun hale getirecek bir kalkınma modeli izler ve bu koşullara uygun bir bürokrasiyi beslerken merkez bütçenin büyük bir kısmını bu uğurda harcamışlar; sosyal harcamaların mümkün olduğunca küçük bir yük oluşturulmasına azami gayret göstermişlerdi. Dolayısıyla, ulusal kalkınma dönemindeki “bölgelerin dengeli bir biçimde gelişmesi” olarak tarif edilen eğilimin bilançosu, devletin yurttaşlar için böyle bir kaygıyı hiç gütmediği, ücra bölgelere ancak sermayenin ihtiyaçlarına göre ilgi gösterdiği, Kürt bölgelerine zaten hiç uğranılmadığı bir yüklü toplamla özetlenebilir.
Bu dönemde İstanbul dışındaki KİT’ler aracılığıyla yerel bir sermaye birikimi için çaba harcandığı, Anadolu kentlerinin kimilerinde özel-küçük sermaye girişimlerinin, bölge pazarlarına yönelik gıda, tekstil ve tuğla vs. gibi küçük sanayi üretiminin teşvik edildiği, olanakların, bürokratik muafiyetlerin sağlandığı ve bu yolda gelişen kentlerin ticarete uygun alt yapılarının öncelikle ele alındığı da gözlendi.
80’li yıllardan itibaren ise, 12 Eylül askeri cunta döneminde başlamak üzere belediyelere merkezden aktarılan kaynakların yatırıma dönüştürülmesinin ve “kentsel girişimciliğin yolu açıldı… Daha önce merkezi yönetim çerçevesinde çıkarlarını temsil eden birçok büyük sermaye grubu yerel düzeydeki ihalelerin ulaştığı boyut nedeniyle yerel düzeye de yöneldi. Kentler sermaye birikiminin merkezine yerleşip kentsel rantlar sermaye birikimi için önemli bir kaynak haline geldikten sonra, özel sermaye yapılı çevrede de doğrudan yaptığı yatırımlarla da yer almaya başlamıştır. Bu yatırımlar sadece ulusal ölçekli sermayeyle sınırlı değildi. Aynı zamanda bir dizi çok uluslu şirket de son dönemde başta İstanbul olmak üzere büyük kentlerde boy göstermeye başlamıştır.” (Tarık Şengül, Kentsel Çelişki ve Siyaset, s. 88) Özal döneminin kentler üzerindeki en önemli tahrifatı belediye yönetimlerine, yapacakları yatırımlara gerekli kaynak transferini sağlayabilmek için uluslararası para piyasalarına borçlanma yolunu tavsiye etmesiydi. Bu yol bir kez açıldıktan sonra birçok belediye, dış kaynaklı kredi kullanarak, yap-işlet-devret yöntemiyle uluslararası sermayeyi kentsel hizmetlerin ortağı haline getirdi.
Özal hükümetinin yerel yönetim politikası; yerellerde sermaye birikimi ve girişiminin teşvik edildiği, çokuluslu şirketlerin yerel yatırımlar için çağırılmasının yolunun açıldığı bir rejimin yavaş yavaş inşa edildiği ve bugün yaşanan kentsel yıkımın tarihsel kaynağını oluşturduğu için Cumhuriyet tarihinde bir dönüşüme işaret eder. Yine o dönemde yerel sermaye birikimini teşvik etmek amacıyla KOBİ’lerin, organize sanayi bölgelerinin; uluslararası sermayenin serbest dolaşımına imkân sağlayan serbest bölge pilot uygulamasının gündeme gelmesi de bu dönüşüm paketinin unsurları arasındadır. Türkiye neoliberal iktisadi ve siyasi sisteme ilk adımlarını kentsel sermaye birikiminin özelleştirilmiş kanallarını devlet teşvikiyle açarak, ulusal ve yerel girişimcileri destekleyerek, belediyelerin birer yatırımcı olarak dış kaynaklı sermayeyle iş yapabilmesinin yolunu açarak atmıştır.
Bu politikaların halkın kentsel yaşamındaki karşılığı ise daha 12 Eylül cuntası dönemindeki anlayışa göre, “kentsel hizmetlerin maliyetinin altında satışına izin vermemek” biçiminde özetlenebilir. Belediye hizmetlerinin, zihniyette, bir kentli hakkı olmaktan çıkarak kent sakininin giderek müşteri olarak kurgulanmasıyla birlikte belediyeler zaten bir iktisadi teşebbüs ya da hizmet veren değil hizmet alan statüsüne indirgenmeye başlamıştır.
Yerellerin iktisadi dönüşümünün başlangıcından itibaren, yerel halkın önceden birikmiş siyasi ve sosyal hoşnutsuzluğunun ve tepkisinin de sömürüldüğü yeniden yapılandırma sürecine bunların gerekçe gösterilerek meşruiyet sağlandığı görülür. Öteden beri, her yerel seçimde oyunu kullanarak bir belediye başkanı ve belediye meclis üyelerini seçen halk için, merkezi iktidarın yereller üzerindeki tasarrufu hep bir gerilim konusu olmuştur. Seçilen belediye başkanının, iktidardaki parti ya da partilerden biriyle ilişkisi yoksa, bir dönem boyunca, o kentin, merkezi kaynak transferinden nasiplenmeyeceğine ilişkin kaygı, yerel yönetimler üzerindeki devlet kontrolünün esnetilmesi-kaldırılması talebinin dile getirilmesinin başlıca nedeniydi. Kent emekçilerinin yönetiminde söz sahibi olabilecekleri, seçtikleri belediye başkanı aracılığıyla daha şeffaf, hesap verebilir, halkla içli dışlı bir yerel yönetim arzusu bir temenni olarak kalmışsa da, yerel yönetimlerle ilgili her seçim döneminde dile getirilen beklentinin, bir talep olarak dikkate alınması gerektiği, daha doğru bir deyimle, bu kavramlarla yerelleri ve yönetimlerini dünyanın mevcut sınıfsal dengelerine uygun olarak yeniden yapılandırmanın mümkün olduğu, ülkeyi yönetenlerin, hatta dünyayı yöneten tekelci burjuvazinin kayıtlarına geçti. Elbette, şeffaflık, katılımcılık, hesap sorulabilirlik, özerklik, devlete karşı mesafelilik, yerinden yönetimcilik gibi kavramlar burjuvazinin defteri kebirinde bozuşturulmuş, içi boşaltılmış ve kent emekçilerinin lügatinden devşirilerek artık bambaşka gerçeklikleri ifade etmek üzere yeniden işlevlendirilmişlerdi.

NEOLİBERALİZM ÇAĞINDA KENT YÖNETİMİ
Yönetimle, bürokrasi veya güvenlik konuları dışında başka hiçbir sosyal ilişkisi olmayan kapitalist devletin yurttaşları için “devletin küçültülmesi” gibi bir söylem sayısız iyimser çağrışımlar yaratır. En küçük işi için “bugün git yarın gel” muamelesine maruz kalan, her hareketi güvenlik kuvvetleri tarafından denetlenen, sık sık cezaevleri ve işkencehanelerle tanışan emekçinin algısında “devletin küçültülmesi”, onun sade yaşamının biraz daha soluk alınır bir hale gelmesi demektir. Ancak bu kavramı 90’lı yıllarda ortaya atan Dünya Bankası ve IMF için küçülme, sade emekçinin sandığının tersine devletin sosyal hizmetlerden elini çekmesi, kalkınma politikalarından vazgeçmesi, devlet eliyle sanayileşme döneminin sona erdirilerek devletin bir müteşebbis olmaktan çıkarak “sivil” müteşebbislere imkan sağlaması diğer yandan da spekülatif ve rantiye bir sermayenin hegemon hale gelmesidir.
Devletin küçültülmesi yerellerin güçlendirilmesi kavramıyla birlikte gündeme gelmişti. Tek tek ulus devletlerin hükümranlık alanına bölündüğü bir dünya resmini eleştirerek küresel bir devlet ve küresel bir anayasa tezini ortaya atan uluslararası sermayenin, ülkeleri borç boyunduruğuna sokarak onları, dikte ettiği iktisadi ve siyasi hattı izlemeye zorlayan finans kuruluşları, böylece dünyanın en “uçlar”ına kadar, şimdiye dek paylaşılmamış arazilerde ve mekânlarda da sermaye birikiminin koşullarının oluşturulması talebiyle, birbirinden farklı anayasal prosedürlere ve bürokratik kurumlaşmaya sahip ülkeleri yapısal bir reformdan geçmeye zorladılar. Devlete bu süreçte yüklenen rol, kendi eliyle kendi yeniden yapılandırmasını sağlamaktı. Küreselleşmenin ikiz kardeşi veya tamlaması olarak kullanılan yerelleşme kavramı da neredeyse devlete ait olmayan her şeyi ima eden, ama aslında yeniden yapılanmanın her etabını kontrol ederek güçlenen devletin, yerellerdeki düzenlemenin garantisi olduğunu gizleyen bir şifre olarak gündelik dile pelesenk edildi.
Küreselleşme-yerelleşme, uluslararası sermayenin bir ülkeye girerken ayak bağı olan ulus devlet bürokrasisinin ve yasal prosedürlerinin Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ), NAFTA, AB, DB gibi emperyalistler tarafından koordine edilen sermaye ittifaklarında alınan kararlar uyarınca esnetilmesi, mevcut devlet kurum ve kadrolarının yeniden yapılandırılması ve böylece emperyalist sermayenin herhangi bir yere girişi için önündeki engellerin en aza indirilmesi anlamına gelir. Bu tamlamanın ima ettiği, yerel yönetimlerin güya, merkezi idarenin aleyhine güçlendirilmesi ise; ’70’lerden bu yana sınıf örgütlerinin giderek işlevsizleştirilmesi ve merkezi otorite veya işverenle sözleşme yapabilme koşullarını dağıtan esnek-taşeron çalışma sisteminin hayata geçirilmesiyle birlikte değişen sınıfsal konumlanışa bağlı olarak artık, emekçilerin yeniden üretim koşulları için devletin bir şey yapmak zorunda bırakılmayacağını ve onların yerel yönetimlerden beklentilerini ka’ale almak zorunda kalmadığını düşünen, ama yine de kendini onları bunu dikkate alıyormuş gibi davranmak zorunda hisseden uluslararası burjuvazinin kendi çıkarları doğrultusunda dünyayı düzenleme çabasının kentsel mekânda aldığı biçimin adıdır.
Bu aslında dünya burjuvazisi tarafından, dünya emekçilerine karşı, toplumsal yeniden üretimi onların sırtına yıkarken, beklentileri istismar ederek, sözcükleri çarpıtarak açılmış bir sınıf savaşıdır.
Harvey, ABD’de Clinton dönemine ilişkin şöyle yazar: “Cumhuriyetçi Parti ve muhafazakar demokratlar büyük sermayedarın ekmeğine yağ sürerek sermayenin asla yüklenmek istemediği çevresel kirlilik ve yeniden üretim maliyetlerini toplumun sırtına yüklemek konusunda olabildiğince ileri gitti. David Stockman’ın yakın dönemde belirttiği gibi bu apaçık bir sınıf savaşı durumunu tetikliyor. Warren Buffet ise bu durumu şöyle tarif ediyor: ‘Tabii ki sınıf savaşı var, savaşı açan benim sınıfım, yani zenginler, kazanan da biziz.’” (Harvey, Asi Şehirler, s. 101)
Dünya işçi sınıfının ve emekçilerinin atomizasyonu için 80’li yıllardan beri sendikaların içinin boşaltılması, örgütlenmenin zorlaştırılması, iş mekânı ve zamanının parçalanması gibi yöntemler uygulayan uluslararası sermayenin politikacıları, sermayenin ise olabildiğince örgütlü davranabilmesi için çok sayıda mekanizmayı harekete geçirdi.
Emperyalizm, birçok ülkenin yönetimini “paydaş” ettiği karar alma merkezlerinde, sermayenin güvenli dolaşımının koşullarını hukuki yaptırımlara da bağlayarak her ülkenin aynı süreci eşgüdümlü olarak izlemesini teminat altına alırken ülke halklarının yeniden yapılanma sürecine rızasını sağlayabilme koşullarını da belirledi. Buna göre, halkın yerel yönetimlere katılım talebi, eskiden katılımın ve konsensüsün koşullarını tarif eden metinlerde yer alan emek sözcüğü çıkarılarak ama yerine “hükümet dışı organizasyonlar” veya daha genel anlamda “sivil toplum” ibaresi geçirilerek güya karşılanmış ama aslında ötelenmiş olacaktı.  İktisadi liberalleşmenin demokrasinin ön koşulu olduğu, yatırımın ihtiyaç duyduğu sosyal risksiz ve istikrarlı bir ortam yaratıldığı sürece demokrasinin en önemli şartının yerine getirileceği iddiası üzerine kurulu yerelleşme felsefesi, yerel karar alma süreçlerine halkın katılımını daha çok işveren örgütlerini (TÜSİAD, MÜSİAD, TURKONFED vb.) tanımlamak için kullanılan sivil toplum örgütlerine ikame edilecekti.
Habitat 2 ve Yerel Gündem 21 kapsamında şehirlerde çoktan beri oluşturulmuş bulunan Kent Konseyleri, geçiş aşamasında kent sakinlerini neoliberal demokrasinin işleyiş biçimine aşina kılmak üzere donatıldılar. DB’nın daha 90’larda dile getirdiği biçimiyle; kentlerin, yerel idare artı sivil toplum artı sermaye kuruluşu işbirliğiyle yönetilmesi anlamına gelen yönetişimde; kitle ve meslek örgütlerinin, sendikaların ve politik örgütlerin yerel temsilcilerine herhangi bir yer kaydedilmediği gibi, hangi sivil toplum kuruluşlarının yönetişim organlarında yer alacağı da kent sakinlerinin oyuyla değil adı geçen sacayağı tarafından belirleniyor. Yerel yönetimler için öngörülen katılımcılık, halkın söz sahibi olması ve denetleyebilmesi, şeffaflık gibi kerteler temsil edilebilirlik yetkisini-hakkını halka değil sermaye sınıfına devretmiş durumda.
Yerel yönetimlerin hizmet sunumunun siyasal değil de teknik bir iş olduğu algısını güçlendirmeye yarayan yerelleşme söyleminde siyasal bir dil kullanılmaktan özellikle kaçınılmaktadır. Dünyayı baştan aşağı siyasal bir perspektifle yeniden yapılandıran küreselleşme stratejisinin uygulayıcıları, burjuva dünyada devlet ve temsil ettiği her şeye içkin, birbirinden ayrışamayan partilerin etkinliği ve söyleminde bir hayli kirlenmiş alan olan burjuva siyasetten ellerini temiz tutmak ama aslında karşı sınıfların siyasallaşabilecek beklentilerini teknik bir dil içinde hem boğabilmek hem karşı koyabilmek hem de emekçi kent sakinlerini politikalarına yedekleyebilmek için yer yer bu dili eğip bükerler. Ekonomiyi, akla hemen adam kayırıcılığı, nepotizmi, yolsuzluğu getiren burjuva siyasetten ayırmak gerektiğini söylediklerinde bu, hemen kaynakların çar çur edildiği hantal ve kayırmacı devlet bürokrasisinin faaliyetinden yılmış kitleler için olumsuz bir resmin artık yırtılıp atılacağı anlamına gelir. Oysa kastedilen, sermayenin aracısız ve doğrudan yerel müdahalelerinin mümkün kılınabildiği koşulların ve bunun siyasal ortamının yaratılmasıdır.
Nitekim; 90lı yılların sonundan bu yana Türkiye’de oluşturulan çok sayıda “üst kurul”, piyasa düzenleme işlevinin yükünü büyük ölçüde devletin üstünden alarak doğrudan doğruya sermayenin kendisine vermiş, bunlar hiçbir bakanlığın, hiçbir bürokrasinin sınırlamasına maruz kalmadan küçük sermaye devletleri olarak çalışma imkanı bulmuştur. 2003 yılında gündeme gelen ve ancak Anayasaya uyumsuzluk gerekçesiyle geri çevrildikten sonra mevcut statükoyla sentezlenerek çıkarılan Kalkınma Ajansları Yasası sayesinde 2006’da İstanbul, İzmir ve Ankara tek tek ele alınarak, diğer illerin birkaçı bir araya getirilerek 23 ajans kuruldu. Kalkınma Ajansları hesapta Kalkınma Bakanlığı’na bağlı olsa da, mevzuata göre yatırımlarla ilgili prosedürleri imzalamakla yükümlü bakanlıkların tümünü baypas edebilen, Kalkınma Bakanlığı tarafından da başka hiçbir bakanlık tarafından da denetlenemeyen, uluslararası görüşmeler konusunda Dışişleri Bakanlığının iznine tabi olmayan bir yerel yönetim organı olarak çalışıyor. Özerkliklerine karşın, kalkınma ajanslarına toplanan vergiler sayesinde bütçenin belirli bir oranında kaynak transferi yapılıyor, ajanslar AB tarafından besleniyor ve proje karşılığı para alabiliyor.
Öyle ki, eğer o bölgede bir sermaye kuruluşu herhangi bir tasarrufta bulunacaksa bu tasarrufun biçimi ne olursa olsun gerekli fizibilite çalışmasını, araştırmayı yapmak ajansların görev tanımı içinde. Yatırımcı tekelin, imza için birkaç bakanlık dolaşarak izin almak yerine kalkınma ajansına başvurması yeterli görülüyor. Bu, uluslararası sermayenin devlet bürokrasisini istediği biçimde henüz yapılandıramadığı, 80’lerde kurulu statükoyla birlikte yaşamak zorunda kaldığı koşullarda kendi bürokrasisini kendisinin kurması anlamına geliyor. 2010 Anayasa Referandumu’nda, 80’de cunta döneminde oluşmuş hukuk kurumu DTÖ, GATS ve AB dayatmaları doğrultusunda kısmen yeniden yapılandırıldı. Türkiye altına imza attığı belgelere göre uluslararası sermayenin rekabet koşullarını engelleyecek herhangi bir idari ve bürokratik yapılanmaya gitmeyeceğinin, var olanların da tasfiye edileceğinin taahhüdünü zaten vermişti. Kalkınma Ajansları da bu kapsamda devletin kimi işlevlerini üstlenip, devleti sermaye lehine yerelleştirip kendisi için esnekleştirerek, daha doğrusu ve aslında, devleti yerelde büyüterek faaliyetlerini sürdürüyor. Devletin küçültülmesi, yerelin emekçiler lehine güçlendirilmesi değil sermayenin yerel iktidar alanlarına yerleşmesi, bunları örgütlemesi ve bu iktidar alanlarından emekçileri tamamen dışlaması anlamına geliyor. Kentler artık sermayenin birer site-devleti haline getirilmiştir.
Bu bakımdan, Kalkınma Ajanslarının hikâyesi, yerellerin merkezi iktidardan özerkliği, devletin küçültülmesi, ekonominin siyasetten kurtarılması retoriğiyle sürdürülen yerelleşme politikalarının aslında kimin için, hangi sınıfın yararına olduğunu gösteren bir metin niteliğindedir. AKP Hükümeti döneminde yerel yönetimlere merkezden aktarılan parasal kaynaklar giderek azaltılarak yereller hem sermayenin kapısını çalmaya mecbur bırakıldılar hem de sermayenin ilgi alanında olmayan hizmet sunumları için halkın bir de yerel yönetimler tarafından vergilendirilmesinin koşulu oluşturuldu.
Küreselleşme döneminin kentleri varlık koşullarını sermayenin onları tercih etmesine bağlı kılmaya mecbur bırakılmış kentlerdir. Kentlerin her birinin, sermaye için çekim merkezi olabilmek bakımından giderek birbirleriyle yarışır hale geldiği, bunun için de sınıf çatışmasız bir sosyal hayatın tekellere vaat olarak sunulduğu köle pazarında, her kent kendi özelliklerini bir marka olarak tescil ettirmek zorunda. Kimisi için bu tarihsel zenginlik, kimisi için kozmopolit nüfus, kimisi için kumarhaneler ve fuhuş, kimisi için de kentsel dönüşüme zengin malzeme sağlayacak kadar yeniden elden geçirilmesi gereken kentsel arazi. Piyasalaşan kent, içinde sadece metanın dolaşıma sunulduğu bir mekân değil aynı zamanda kendisi de meta olan, sermaye girişi için tercih edilme koşullarını en üst düzeyde karşılamak amacıyla kendi kendinin değişim değerini artıran bir “şey”, bir “nesne” olmuştur artık. Elbette modern sermaye ilişkilerinin kristalize olduğu büyük kentler için geçerlidir bu. Madalyonun arka yüzünde ise uluslararası sermaye tercih etmediği, yerel bir sermaye birikimi yaratamadığı sürece sakinleri sefalet içinde yaşamak zorunda olan kentler vardır. Küreselleşmenin yerel siyaseti marka kentlerle diğerleri arasında aşılamayacak kadar derin uçurumların açılması anlamına gelir. Bu aynı zamanda nüfusun ezici bir çoğunluğunun metropollere yığılmasının artışı, dış göç trafiğinin hızlanması da demektir. Merkezi sübvansiyonlardan yoksullaştırılmış yerellerde emekçiler ayrıca ister istemez bu derin eşitsizliğin etkisine maruz kalacaklardır. Ve bizzat bu hükümet döneminde uygulamaya sokulan bölgesel asgari ücret uygulaması vb. sayesinde de, kalkınma döneminin retoriğindeki “dengeli bölgesel gelişme kavramının” zaten itibar görmediği bir döneme girilerek bir kentten diğerine emekçi sınıfların tarih içindeki kazanımlarının genelleştirilebilmesi imkânsızlaştırılmış; iki yerel arasındaki sınıfsal rekabetin de koşulları açılmış olacaktır. DB bunu kentsel yatırımlar için sermayenin özendirilmesi sürecindeki rekabetin halka yayılması olarak açıklıyor. Demek ki neoliberal yerelleşmenin yükü, kentlerini markalaştırmakta başarısız kent sakinlerinin, emekçilerinin sırtına yükleniyor; kent yoksulluğunun faturası da onların yeterince rekabetçi davranamamalarına kesiliyor.
Özal bu markalaştırma işine İstanbul’da 80’li yıllarda başlamıştı. Özal’ın İstanbul’dan yaratmak istediği Mega Kent uğruna o dönem başlayan sonraki hükümetler tarafından da sürdürülen; Topkapı, Merter, Kazlıçeşme gibi alanlardaki işyerlerinin boşaltılması ve kimi kamu teşekküllerinin kapatılması veya özelleştirilmesi sürecini takiben, imalat sanayinin kentin kuzeydoğu ve güney batı aksına çekilmesi ama sermaye kuruluşlarının yönetim merkezlerinin Levent-Maslak hattında kurulan gökdelenlerde konuşlanmasından sonra büyük ölçekli üretim alanlarından temizlenen kentsel arazi, AKP hükümeti döneminde yeniden paylaşılması için ele alınan bir rant kaynağı haline dönüşmüştü.  İstanbul’un kentsel dönüşüm planı emekçilerin tamamen kent merkezlerinden uzaklaştırılması, vaktiyle manzaralı arazide kurulan gecekondu bölgelerinin zorla boşaltılması, çöküntü bölgeleri addedilen merkezi mekânların sakinlerinden temizlenerek yeniden inşaya açılması, tarihi mekânların tasfiyesi; Galataport, Haydarpaşaport adı verilen dönüşüm projeleri kapsamında buraların sermayeye peşkeş çekilmesi, kentin her yerine AVM’lerin dikilmesi esasına dayanır.
Boğaza kurulacak üçüncü köprüye bağlanan yeni yollar boyunca arsalaşan araziler, daha köprü planı sızdırılır sızdırılmaz değerinin onlarca katına kapışıldı. Çıkarılan 2-B yasasıyla ormanlık araziler de paylaşıldı. Bunlar ve başkaları, örneğin, Erdoğan’ın 2011 seçimleri sırasında ortaya attığı çılgın proje, kentsel dönüşüm zihniyetinin bir kenti çok parçaya bölmek, mekânı fütursuzca altüst edebilmek uğruna nasıl şeytanca çalışabildiğinin örnekleri arasına girdi.
İstanbul uluslararası sermayenin en çok ilgi gösterdiği kentlerden biridir; o yüzden şimdi kentin sahip olduğu zenginlik, kaynak ve olanaklar sınırsızca yağmalanıyor. Ancak Ankara, İzmir, Bursa başta olmak üzere ülkenin pek çok kentinde de kentsel dönüşüm projeleri hayata geçirilmeye, kentler sermaye piyasasına sunulmaya başlandı. Rüyasında toprağın arsaya, rüzgârın ve suyun enerjiye, ormanın rezidansa, tarihi bir sarayın AVM’ye dönüştüğünü gören yerli ve yabancı sermaye, merkezi iktidarın sağladığı sınırsız olanaklar sayesinde inşaat üstüne inşaat yapıyor. Beton üstüne beton döküyor, her yeri TOKİ’lendirip her şey daha hızlı olsun, emekçiler de yeraltından işe gelip gitsin diye “anayurdu metrolarla örüyor dört baştan.”
Fransız Devrimi’nden sonra, Vali Baron Haussmann’ın Paris’i, emekçileri kent merkezinin dışına sürmek, müstakbel sınıf mücadelesinde Paris proletaryasını araçsız bırakmak amacıyla yıkıp yeniden inşa etmesinden bu yana görülen en büyük kentsel sınıf savaşımı ile karşı karşıyayız. Üstelik bu dünya çapında bir yıkım; Türkiye’nin büyük kentlerinde yaşanan talan dünyanın başka kentlerinde de büyük bir hızla sürüyor. Kimi zaman, Seul’da olduğu gibi, “inşaat şirketleri sumo güreşçisi gibi iri yarı tiplerden oluşan çeteler kurarak bunları mahalleleri işgal etmekle görevlendiriyor; bunlar sakinlerin konutlarını yıkıyor, eşyaları parçalıyor ve arsalarına yüksek kuleler kurulsun diye” (Harvey, Asi Şehirler, s. 61) emekçileri zorla yerinden yurdundan ediyor, kimi yerde de bütün bu yerinden etme işlemi daha “nazikçe” becerilmeye çalışılıyor.
Uluslararası sermayenin bıçağının boğazlarına dayandığı yoksullar kendilerine karşı açılmış bu büyük savaştan can havliyle kurtulmaya çalışırken sermaye kentlerde palazlandıkça palazlanıyor.

DEMOKRATİK KENT YÖNETİMİ VE KENTSEL YAŞAM HAKKI İÇİN
Başıbüyük, Dikmen, Sulukule, Haydarpaşa Garı dönüşümü ve okulların otel yapılmak istenmesine karşı halk, bu yerellerde evlerini ve mahallelerini korumak için mücadele etti, ediyor.  Şu anda aynı süreç, güvenlik güçlerinin kriminalleştirip istikrarsızlaştırarak boşaltmaya çalıştığı Gülsuyu’da yaşanıyor. Emekçilerin evlerini kurdukları arsalar; sermaye, lüks konut, otel, rezidans veya AVM yapabilsin diye devlet marifetiyle ellerinden alındıkça sırası gelen kent sakini sokağa çıkıyor ve direniyor.
Kentlerden ve kent sakinlerinden parça parça koparılan ve rantiye sermayenin hammaddesi haline getirilen arazilerle birlikte bir kenti kent haline getiren, orada yaşayan, çalışan, eyleyen, eğlenen ortak bir yaşam alanı oluşturan kentli emekçilerin ortaklaşa ürettiği sosyal zenginlik de tasfiye ediliyor. Bunun yerine ise sermayenin soysuz, duygusuz ve şatafatlı dünyası inşa ediliyor.
Haziran Direnişi’nde halk yıllar içinde biriktirdiği öfkeyi açığa çıkararak, zaman içinde biçimlenmiş ortak yaşam anlayışının ve alanlarının korunması için kendiliğinden bir patlama gösterdi ve “kent hakkı”nı ellerinden almak isteyen hükümete karşı bir uyarıda bulundu.
Meydanda kesilmek istenen ağaçlar kentin nefes borularının tıkanmak istenmesini sembolize ediyordu. Fabrikalarda, imalathanelerde, AVM’lerde, okullarda, hastanelerde, üniversitelerde vs. çalışan emekçiler, kentin kullanım hakkına sahip çıkmak ve toplumsal yeniden üretimin bedelinin kendi üstlerine yıkılmasına dur diyebilmek için kıymetli ve tarihi bir mücadele verdiler ve bu bütün ülkede bir karşılık da buldu. Devletin süreç içinde, politik bir müdahaleyle darmadağın ettiği kolektif dayanışma ağlarının simgesel olarak kurulduğu, kimliklerini yok sayarak tektipleştirmeye zorladığı kesimlerin bir arada oluş koşullarını, yerel ve yurt sathındaki demokrasiyi tartıştığı bir süreçti bu aynı zamanda.
Kentteki emekçiyi bir kent sakini olarak değil de müşteri olarak, asgari yaşamsal ihtiyaçların karşılanmasını bir insan hakkı olarak değil de meta üretimi süreci olarak gören emperyalizmin küresel-yerel siyasetinin, kendi mezarının üç beş ağacın kökünde olduğunu görmeden kışkırttığı eylemin bıraktığı miras pek çok bakımdan önemlidir. Her şeyden önce, emek gücünün giderek ucuza mal edilebilmesi için kentsel mekânları emekçilerin yaşam alanı olmaktan çıkararak pazarlayan sermayenin zihniyetine karşı gösterilmiş bir tepkidir bu.
Diğer yandan; girişte de değinildiği üzere, yıllardır kültürel kimliklerinin ve statülerinin tanınması için mücadele eden Kürt nüfusun, nasıl yaşayacağına kendisinin karar verme isteğine ilişkin irade beyanının somut ifadesi olan Demokratik Özerklik talebi, devlet ve yerel yönetimler arasındaki ilişkinin şimdiye kadar kuruluş biçimine yönelik şiddetli bir eleştiridir. Yıllardır ülkenin bölüneceği fobisiyle hareket eden ama zaten uluslararası sermaye kuruluşlarının yerelleşme stratejileri kapsamında birçok bölgeyi ajanslara hibe ederek fiilen bölen ve bu bölgeleri birbiriyle devlet ve muhafazakâr hükümet marifetiyle yarışa sokan süreç, iki yüzlü siyasetin uzun süre prim yapamayacağı bir yol ayrımına gelmiş bulunuyor. Kürtlerden esirgenen özerkliğin değil, AB eliyle ve zoruyla uluslararası sermayeye takdim edilmesinin ülkeyi çoktan bölmüş olduğu; sermaye ve emek arasındaki uzlaşmaz çelişkinin yol açacağı çatışmayı sonraya öteleyebilecek hiçbir ideolojik referansın dikiş tutmayacağı bir zeminde yaşıyoruz.
Tam da bu yüzden, demokratik kent siyasetinin, sadece, liberal demokratlardan miras, şimdiye kadar da “sol”da epey iş görmüş, kent ekonomi politiğine kafa yormayı sonraya erteleyen “dışlanmış kimlikler ve kültürlerin tanınırlığı, kapsanması” üzerinden yürütülmesiyle yetinilemez. Dışlanmış kesimlerin kentsel yaşam haklarının sağlanması, kimliklerinin görünür kılınması, statülerinin belirlenmesi elbette önemlidir çünkü dışlayıcı politikalar örneğin Haliç kıyıları Romanlardan boşaltılırken toplumun geri kalan kısmının tepkisini nötrleştirmek amacıyla alttan alta harekete geçirilebiliyor veya transların olduğu bölge boşaltılırken, müdahalenin kentsel dönüşüm için olduğunu gizleyebilmek amacıyla sakinlerin cinsel yönelimi ahlaki parantezler içinde öne çıkarılabiliyor ya da Gülsuyu operasyonu radikal solcu bir grupla uyuşturucu çeteleri arasındaki kriminal bir olay olarak sunulabiliyor. Bu, yapılan zorbalığa karşı çıkarken doğal olarak kimliklere yönelik baskının öncelikli muhalefet-itiraz konusu olmasını dayatıyor da. Neoliberal siyaset şimdiye kadar emekçileri ayrıştırarak, kimlikleri birbirinden yalıtarak; bölüp parçalayarak işlerini yürüttü. Bu bakımdan demokratik bir kent mücadelesi aynı zamanda, bu parçalanmışlık haline son verecek, ortak yaşam alanlarını güçlendirecek, dışlama siyasetini geçersizleştirecek yeni bir kentsel politik ekonomi için verilecek mücadeledir. Bu, özetle, kentte yaşayan örgütlü emekçilerin kendi kentlerini ve kendilerini yönetebileceği mekanizmaların kurulmasını, seçilmişlerin geri çağırılabilmesini, belediye kaynaklarının sağlanması ve tasarrufunun kent sakinlerinin oyuna bağlı kılınmasını talep eden; kenti, parasal gücü yüksek kesimlerin ulaştığı bir meta olmaktan çıkararak toplumsal yeniden üretimin yerel alanı haline getirme mücadelesidir.
Önümüzdeki yerel seçim süreci demokratik bir kent anlayışına sahip bir aday etrafında kenetlenmek kadar, neoliberalizmin yerelleşme siyasetinin yaşanan kentler üzerindeki yansımalarının ve sonuçlarının tartışılacağı; yerel yönetimlerde şeffaflık, katılımcılık, demokratik işleyiş, denetlenebilirlik kavramlarının yeniden ayakları üstüne oturtulacağı; demokratik bir kentin koşulunun demokratik bir ülkede gerçekleşebileceği bilgisinin paylaşılacağı bir eleştiri ve eylem süreci olmayı hak ediyor.
Haziran Direnişi ve Kürtlerin Demokratik Özerklik için sürdürdüğü mücadele de bunun ne kadar elzem bir sorun olduğunu bir kez daha gösteriyor.
Sadece bu değil, dünyanın diğer halklarının; emek gücü, değişim değeri altınlarla ölçülen metalaşmış bir kent kendisini sermayeye daha çok beğendirsin diye bir “şey”, bir nesne ve dahası bir lokma bir hırkaya satılan ucuzun ucuzu bir meta haline gelmesin diye; kent insanca yaşamanın mekânı olsun diye neoliberalizmin “demokrasisi”ni daha doğru bir deyimle diktatörlüğünü, yeryüzünden silmek için verdiği mücadele de bunu anlatıyor.

KAYNAKLAR
David Harvey, Asi Şehirler, çev: Ayşe Deniz Temiz, Metis
David Harvey, Sosyal Adalet ve Şehir, çev: Mehmet Moralı, Metis
Tarık Şengül, Kentsel Çelişki ve Siyaset, Demokrasi Kitaplığı
Tarık Şengül, Yerel Devlet Sorunu ve Yerel Devletin Dönüşümünde Yeni Eğilimler, Praksis- sayı 9.
Mustafa Sönmez, Kent, Kapital ve Gezi Direnişi, NotaBene
Henri Lefebvre, Writings on Cities, Blackwell
Melih Ersoy, Sanayisizleşme Süreci ve Kentler, Praksis-sayı 11.
Faruk Ataay, Türkiye’de Yerel Yönetim ve Sivil Toplum Tartışmaları, MEMLEKET Siyaset Yönetim.
Faruk Ataay- Ergül Acar, Devletin Yeniden Yapılandırılması ve Yerelleşme, İktisat dergisi, sayı 500, Aralık 2008.
Filiz Çulha Zabcı, Dünya Bankası’nın Küresel Pazar İçin Yeni Stratejisi: Yönetişim, AÜ SBF Dergisi, 57-3
Cesurhan Taş, Kalkınma Ajansları Eyalet Sisteminin Altyapısını Oluşturabilir mi?, http://sahipkiran.org/2012/12/30/kalkinma-ajanslari-eyalet-sisteminin-altyapisini-olusturabilir-mi/
İbrahim Gündoğdu, Sermayenin Bölgesel Kalkınma Eğilim(ler)i: Kalkınma Ajansları Üzerine, Praksis-19

Haziran direnişinin eskittiği

Özgürlük Dünyası Haziran Direnişi’ni çeşitli veçheleriyle irdeleyen, sonuçlarını ve gösterdiklerini inceleyen yazılarla çıkıyor bu ay. Gezi Parkı’nda başlayan ve giderek ülkenin birçok kentindeki eylemlerle genişleyen direnişin Hükümeti hazırlıksız yakaladığı, kadrolarının birbiriyle çelişkili açıklamalar yapmasına neden olacak biçimde küçük fay hatları yarattığı açık. Cumhuriyet tarihi boyunca görülmemiş ölçüde bir kitleyi seferber eden direnişin talepleri ve dahil ettiği kesimlerin özellikleri, AKP Hükümeti dönemi boyunca ve hatta öncesinden, değişmeyecek ve aşılamayacak kırmızı çizgiler olarak gösterilen belli başlı düsturları da sarsarak, altını oyarak tarihsel bir kırılma anına kaşesini bastı. Bu sesin daha uzun süre hissedilecek yankıları, devlet-hükümetin, Türkiye’nin bir daha eskisi gibi olamayacağı bir eşikte bulunduğunu korkuyla seyretmesini de sağladı. Buradaki yazıda Haziran Direnişi’nin eleştirisine maruz kalarak, bu süreçte çözülmeye yüz tutan üç politik ve ideolojik uğrağa dikkat çekiliyor.
Bunlardan birincisi; direnişin, Kürt mücadelesini zemin edinerek yükseltilen Türk milliyetçiliği retoriğinin çözülmesine ilişkin taşıdığı potansiyel; diğeri 28 Şubat’tan bu yana iki ana kutba bölünen toplumun bu bölünmeye karşı bir direnç göstermesi ve kardeşliğin inşasındaki gönüllülük; diğeri de Mısır’daki halk ayaklanmasının desteğinin de büyük katkısının olduğu Ilımlı İslam modelinin raf ömrünü yitirdiğinin pratik ilanı.

İKİ BAYRAKLA ELELE
Haziran Direnişi sırasında çekilen fotoğraflardan birinde, polisin attığı gaz bombasının dumanlarının arasında, elinde Türk bayrağı tutan bir kadınla BDP bayrağı tutan bir erkeğin polisin saldırısı karşısında esenliğe ulaşmaya çalışan el ele görüntüsü yer alıyor. Bu fotoğraf, AKP Hükümeti’nin baskı ve zorbalığına karşı ortak talepler etrafında oldukça geniş bir sınıfsal ve politik çevreyi bir araya getiren Haziran Direnişi’nin simgelerinden biri olarak arşive önemle kaydedildi. Zira Türk bayrağı, o ana değin, özellikle, Kürt sorununun barışçıl ve demokratik çözümüne mesafeli, Kürt halkının ileri sürdüğü her talepte bir bölücülük bulan ve bu taleplerin şiddetle bastırılmasından yana, “ulusalcı” tabir edilen kesimler tarafından kullanılan bir sembol olarak görülmüştü.
AKP Hükümeti’nin metinlerinde ve söyleminde ise, ulusalcı kavramı, içinde CHP’den İP’ne kadar geniş bir skalada yer alan; AKP, askerin siyaset üstündeki vesayetini kaldırdığı iddiasını her yinelediğinde, ordu arkasında saf tutarak ayak direyen, Ergenekon ve Balyoz davalarının müdavimi, 28 Şubat destekçisi bir kesimi tarif etmek için kullanıldı. Başbakan Erdoğan ve ona yakın kalemler, Ergenekon’a kitle tabanı sağladığını düşündükleri gruplara karşı, bunların önceki dönemin iktisadi ve politik statükosunun devamından yana, AKP “yenilikçiliği”nin karşısında olduğu gerekçesiyle sürekli bir ideolojik mücadele yürüttükleri ölçüde, “Statükocular”, milliyetçiliklerini, Türk bayrağının gölgesinde beslediler.
Kürtler içinse, Türk bayrağı, militer ve paramiliter aygıtların karşısında yıllarca kan ve can pahasına direnerek üstesinden gelmeye çalıştıkları zulmün; devletin antetli kağıdına yazılan “tek bayrak, tek vatan, tek millet” düsturunun ve aynı kağıtta kırmızı yeşil sarı bayrağı “bez parçası” olarak tarif eden resmi ideolojinin mührüydü. Üstelik birçok kere bu “tek ulus” bayrağına hakaret etmekle suçlanmışlar, 1990’lı yılların ortasında kongresinde bayrak indirildiği ileri sürülerek partileri kapatılmış, defaatle bayrak önünde secdeye varmaları veya boyun eğmeleri beklenmişti. Bunun, Kürt özgürlük mücadelesinin kitle tabanının direnç noktalarını kırmak, Kürt olmayan kesimlerin Kürt karşıtı, milliyetçi duygularını Türk bayrağı altında tahkim ve tanzim etmek amacıyla yapıldığı bir sır değildir. Bu anlamda bayrak, Kürtlerin, altında eşitlik talebinden vaz geçmeye, kimliklerini unutmaya zorlandığı bölücü politikaların simgesi olarak dalgalandırılmaya devam edildi. Türk bayrağının sembolik bir ulus kurucu olduğuna yapılan her vurgu, Türkler ile Kürtleri bir kez daha ayırmaktan başka bir işe yaramıyordu.
Sözünü ettiğimiz fotoğraf ise, kendisine her kesimden değişik politik anlamlar yüklenmeye çalışılan Türk bayrağı ile, resmi ideolojinin bez parçası diyerek küçümsediği Kürt parti bayrağının biraradalığında Türk ve Kürt birliğinin/kardeşliğinin simgesel kuruluşunun dile geldiği bir anı sabitlemişti.
Haziran Direnişi’nde böyle pek çok ana şahit olundu. Devletin diğer “kırmızı çizgileri” gibi, Türkleri ve Kürtleri toplumsal düzeyde ayıran bütün söylemlerin, birlikte maruz kalınan polis şiddeti karşısında tuzla buz olduğu; “kırmızı çizgiler”e sınır bekçiliği yapan, devletten daha devletçi, skalanın en milliyetçi kesiminde yer alan kesimlerin de, direnişin selameti açısından Kürt varlığına tahammül etmek zorunda kaldığı; barış içinde bir arada olmanın koşullarının direnişteki diğer kesimler tarafından sürekli denetim altında tutulduğu söylenebilir. Çözüm sürecine zarar verebileceği düşüncesiyle, Haziran Direnişi’ne başlangıçta çekingen yaklaşan Kürtlerin de –gövdeleriyle olmasa bile– direnişe örgütlü katılımıyla, ilki Mayıs’ta Ankara’da gerçekleşen Demokrasi ve Barış Konferansı’nın sonuç bildirgesinde yer alan barışın ve demokrasinin toplumsallaştırılması ile ilgili maddenin Gezi Parkı Direnişi’nde ilk gerçekleşme ortamı bulmuş olması önemlidir. Katılımı yetersiz olsa bile, bir halkın kendi kimliğinden ve taleplerinden taviz vermeden demokrasinin toplumsal zeminini ve taleplerini inşa edebilmek için Haziran Direnişi’nde yer alışı ve burada birlikte ve kardeşçe bir arada yaşama isteğine aynı duyguyla verilen yanıtları alması, direnişin belki de en önemli kazanımlarından biridir.
Geçtiğimiz ay Lice’de devletin kurduğu yeni karakolu protesto etmek için gösteri yapan kitlelere açılan ateş sonucunda çok sayıda insanın yaralanması ve  Medeni Yıldırım’ın hayatını kaybetmesi, İstanbul’da şiddetle yankılandı. Hemen o gün, Beşiktaş Abbasağa’da ve Kadıköy Yoğurtçu Parkı’nda yapılan forumlarda toplanan halk, forumlara ara vererek yürüyüşe geçti ve bu katliamı on binlerin katılımıyla protesto etti. Ertesi gün İstiklal caddesi ve Taksim’de bir araya gelen yüzbinler “Her yer Lice her yer direniş”, “Taksim-Lice omuz omuza” sloganlarını attılar. Ki bu, otuz yıldır süren Kürt savaşı boyunca daha önce görülmemiş bir refleksti. Alanda, yine Türk ve Kürt bayrakları dalgalandı, halk yine omuz omuza, elele durdu.
Hükümet; başlangıçta sadece Gezi Parkı projesini protesto etmek, Topçu Kışlası yapımı için parktaki ağaçların kesilmesine karşı durmak için bir araya gelen, ama giderek Hükümet’in uygulamalarına karşı bir hesaplaşmaya girişen kitlenin değişik kesimlerini birleştirdi; direnişe acımasızca saldırırken, bu saldırının altında kalan bütün kesimleri, ama en başta Kürtler ile diğerlerini kendi elleriyle buluşturmuş oldu.
Bu, Haziran Direnişi’nin, resmi politika ve ideolojiye yönelik en yüklü eleştirilerinden ve en önemli sonuçlarındandır.

ORTADOĞU’NUN 28 ŞUBAT’I: YÜZDE ELLİYE KARŞI MARJİNALLER
Diğer önemli sonuç ise; kullandığı üslupla 28 Şubat sürecinin argümanlarını yeniden tedavüle sokarak, toplumu iki ana kampa bölmeye çalışan Erdoğan’a rağmen, 28 Şubat Konsepti’nin Haziran Direnişi’nde tuzla buz olması ve halkın bunun için özel bir gayret sarf etmiş olmasıdır.
28 Şubat 1997’de Necmettin Erbakan ve Tansu Çiller’in RefahYol Hükümeti “postmodern bir darbe”yle düşürüldü. Ordunun başlattığı ve silahlardan ziyade toplumsal reflekslerin kışkırtılıp ateşlendiği 28 Şubat darbesi döneminde; medya, sermaye çevrelerinin örgütleri, kanaat önderleri ve destek bildirilerine imza atan Türk İş, TOBB gibilerinin işbirliğiyle estirilen hükümet karşıtı hava içinde; RefahYol’un sahneden çekilmesiyle sonuçlanmadan az önce, Sincan caddelerinden tanklar geçirerek gövde gösterisi yapan asker, kısa sürede muradına ermiş oldu. O zamanlar, koalisyondaki Refah Partisi’nin ülkeyi şeriat düzenine sürüklemek istediği o kadar çok propaganda edilmişti ki, kendisini laik-batılı ve çağdaş olarak tanımlayan kesimler, 28 Şubat darbesini hayırhah bir tutumla karşıladılar.
Uluslararası sermaye ve yerli muadilleri Refah Partili koalisyonla istedikleri hızda büyüme ve birikim olanaklarına kavuşamazken, bu hükümetin “Anadolu Kaplanları” denilen “Yeşil Sermaye” kesimlerine tanıdığı ayrıcalıklar sermaye sınıfı içindeki çatışma ve çelişkileri büyütmüş, bu çelişkilerin bir darbeyle çözülmeye çalışıldığı sırada da, halkın payına düşen, etkisi yıllarca sürecek ve kaşınacak olan bir ideolojik bölünme ve saflaşma olmuştu. Refah Partisi’nden ayrılarak Tayyip Erdoğan’ın etrafında toplanan kadrolar, ABD icazetiyle yeni bir siyasal aktör olarak sahneye adım attıklarında, bölünmüş bir toplumsal zeminde mağduriyet edebiyatı yaparak, darbenin dindarlara veya Müslümanlığa karşı icra edildiğini düşünmesini sağladıkları kesimleri peşlerine taktılar.
AKP, halkın büyük bir çoğunluğunun Müslüman olduğu ülkede, dini duyguları, Cumhuriyet boyunca Müslümanların büyük baskı altında bırakılarak sindirildikleri söylemiyle işleyerek kışkırttı ve 28 Şubat müdahalesini de halkın mağduriyetinin son güncel ve zirvedeki biçimi olarak ilan etti. Üç askeri darbe görmüş geçirmiş bir halkın darbelere karşı biriktirdiği öfke ve korku da bu mağduriyet efsanesine eklenince, Tayip Erdoğan’ın sözde darbe karşıtlığı ve “kimsesizlerin kimi olacağız” vaadi, toplumsal bir karşılık da bulmuş oldu.
Böylece, asker-CHP-medya ve bürokrasinin 28 Şubat’ta darbenin etrafına toplamaya çalıştığı kentli-laik kitlenin karşısına, AKP, sandık yoluyla, aslında, Müslüman oldukları için değil, ama yoksul ve emekçi oldukları için her zaman itilip kakılanlardan oluşan bir kitle desteği ile çıktı. Son seçimlerde seçmenin yüzde elli oyunu alarak, üçüncü dönemine başladı.
Başbakan, seçimlerden sonra, “endişeli modernler” diye anılan, Hükümet’in şeriat rejimini tesis etmeye yönelik gizli bir ajandası olduğuna inanarak yaşam tarzlarına müdahale edileceği kaygısı besleyen kentli-laiklere; baskı altına alınmayı bekleyen Alevilere; Hükümet’in ideolojik ve politik uygulamalarına muhalifliklerinin bedelini ödeyeceklerini düşünen muhaliflere; Hükümet’e destek vermek için demokratik adımlar atıldığını görmek isteyen liberallere, balkon konuşmaları yaparak, milli birlik ve bütünlük mesajı vermeye soyunmasına rağmen, seçimlerin hemen ertesi günü balkondan söylediklerini unutarak, toplumun geri kalanını yüzde elli kalkanıyla etkisizleştirmeye çalıştı.
Başbakan’a göre, yüzde elli, kayıtsız koşulsuz Hükümet’in arkasında, homojen bir destekçi kitle olarak duruyordu. Diğer yüzde elliyi ise, kendi arasında bölünmüş ve örgütsüz olduğu, benzemezlerin imkânsız koalisyonu olarak tanımladığı için, on yıl boyunca, içi son derece rahat bir biçimde ve ayarsız davrandı. Öyle ki, Karadeniz’de köylüler HES’e karşı direnişe geçtiğinde, onlara terörist muamelesi çekti; kadınlar ayağa kalktığında, ar ve namustan dem vurdu; işsizlere ayrı, işçilere ayrı hakaret etti; sanatçıların asalak olduğunu ilan etti; hak arama mücadelesi yürüten kesimleri marjinal diye damgaladı. Zira Erdoğan, karşısına birleşik bir mücadelenin unsurları olarak çıkamayan, ayrı ayrı küçük örgütler kuran, birbirini desteklemekte zayıf refleks gösteren ezilenlerin her kesimini marjinal diyerek, diğerlerinden yalıtmayı, “kendi yüzde ellisi”nin sinir uçlarını da etkiye açık tutmayı bir yönetme biçimi olarak benimsemişti.
Erdoğan Haziran Direnişi’nin başlarında çıktığı Kuzey Afrika gezisinden dönüşünde, yerel yöneticilerin gayretiyle havaalanında toplanan destekçi kitlesinin önünde, yine bir “28 Şubat konuşması” yaptı ve Hükümet’in aldığı yüzde ellilik oy kitlesini, direnişteki halkın karşısına koydu. Bunu yaparken de, içlerinde Koç ve Doğuş grubunun bulunduğu sermaye çevrelerine aba altından sopa gösterdi. Böylece “benim milletim” ile “benim sermayem”den oluşan blok, “bunlar” diye andığı halkın geri kalan kısmının karşısında kutlanmış ve kutsanmış oldu.
Çünkü Erdoğan ve kurmayları, direnişin 28 Şubat veya 27 Mayıs ayarında bir darbe teşebbüsü olduğuna “inanıyor”, direnişteki halkın da; ABD’deki Neoconlar, TÜSİAD’daki kimi büyük sermaye güçleri, Ergenekon artıkları, İsrail-Yahudi lobisi marifetiyle düzenlenen bir sivil darbenin kitle zeminini oluşturduğunu “sanıyor” ya da öyle görünmenin yararına inanıyorlardı. En azından Başbakan, kendi seçmen kitlesine bu yönde bir mesaj vererek, oradaki muhtemel dağılmanın önüne geçmeye çalıştı ve diğerlerini darbeci ilan ederek, karaladı. Bu politika ve söylem, 28 Şubat döneminin çağrışımlarından bolca beslenmişti.
Halbuki, tam da on yıl boyunca, 28 Şubat çağrışımlarıyla yönetmeye, uluslararası sermayenin neoliberal dayatmalarını muhafazakar-dini bir söylemle sarıp sarmalayarak satmaya çalıştığı; toplumu muhafazakarlaşmaya zorlarken, kürtaj yasası, dört artı dört artı dört eğitim düzeni değişikliği, kadınlara üç çocuk dayatması ve son olarak içki yasağı getirerek, dindar kesimin dışındakilerin yaşam alanlarını daraltmaya kalktığı için; kısacası sürekli olarak 28 Şubat bölünmesini zemin aldığı için, karşısında birleşik bir mücadele gücü buldu. Başbakan toplumu bölmeye, unsurlarına ayırarak marjinalleştirmeye çalıştıkça, parçaları kendi elleriyle birleştirmişti.
Başbakan, aynı 28 Şubat söylemini, sermaye çevrelerindeki saflaşmayı da belirginleştirmek için uyguladı. Anayasa Referandumu sırasında “oyunuzun rengini açıklayın” diye sıkıştırdığı TÜSİAD burjuvazisinin bir kesimi, bu süreçte hükümeti geriletebilme olanağına sahip gördükleri Gezi Direnişi’nin yarattığı olanakları devşirme eğilimi gösterdiğinde, hükümetin komplo teorilerine bolca malzeme vermiş oldu.
Haziran Direnişi, Başbakanın, örgütsüzlüğünden ve bölünmüşlüğünden yararlanarak marjinal ilan ettiği kesimlere türbanlı kadınların dahil olması, direniş zamanına gelen Kandil gününde kutlamaların yapılması, Gezi Parkı’nda sembolik mahiyette toplu namazların kılınmasıyla, 28 Şubat sendromunun sadece Erdoğan partisinin bir patolojisi olarak sürmeye devam edeceğini; kutuplaşmanın diğer tarafında ise, bu kamplaştırmaya olan tepkinin zemininin geliştiğini gösterdi. İstanbul-Kabataş’ta bir örtülü kadının direnişçiler tarafından darp edildiğine ilişkin sansasyonel yayın yapan yandaş basına rağmen, direnişte çok sayıda örtülü kadın ve Müslüman erkek vardı. Bunlar, elbette, “diğer yüzde elli”nin 28 Şubat sendromundan kurtulma isteğinin görüntüsüydü. Denebilir ki, Haziran Direnişi, Başbakan’ın, darbe korkusuyla tahkim etmeye çalıştığı 28 Şubat konseptinin de toplumsal olarak altının oyulduğunu gösterdi.
Direnişe katılan Anti Kapitalist Müslümanların sözcülerinden İhsan Eliaçık “Gezi Savunması: Neden Oradaydım?” başlıklı açıklamasında şöyle yazdı:
“Türkiye’de bir mahalle geliyor, iktidarı ele geçiriyor, kendi sınıfını yaratıyor, diğer mahalleyi ötekileştiriyor, sonra öteki geliyor yine yeniden aynı şey olup duruyor. Bunu bir yerden kırmak, çatlatmak gerekiyordu. Ayırım dindar-dinsiz, modern-muhafazakâr, Türk-Kürt, Alevi-Sünni ekseni üzerinden değil; iktidar-vatandaş (ezen-ezilen) ekseni üzerinden yapılmalıydı. İktidar zulmediyorsa, zulme uğrayanın (ezilenin) dinsiz, modern, Kürt, Alevi, sosyalist vs. olduğuna bakılmaksızın yanında olmak, zulme kayan iktidarın da (ezenin) kendi dininden, mahallesinden olup olmadığına bakmaksızın karşı çıkmak gerekmekteydi. Ve bunu iktidarla aynı mahalleden olanların yapabilmesi gerekiyordu. Bunun için gidip Gezi’de Miraç kandilinde Kur’an okuyup dua ettik, iki kez Cuma namazı kıldık, mescit açtık. Bilfiil direnişe katıldık. Çünkü İslam’da söz konusu olan adalet-zulüm meselesi ise, Müslüman olmak ya da olmamak bir anlam ifade etmez. Müslüman’ın zulmüne karşı çıkmak da farzdır ihvanlar…”
Gezi Parkı polis zoruyla dağıtıldıktan hemen sonra yapılan Alevi mitingine katılanlar, Alevi talepleri için, Lice katliamı sonrasındaki mitingde Kürtlerin talepleri için, ertesi gün yapılan mitingde de LGBT’nin talepleri için yürüdüler.
Böylece direniş “birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için” anlayışına uygun olarak kendini biçimlendirmeye devam etti.
Sol muhalefeti etkisizleştirmek, liberal desteği korumak üzere, 12 Eylül’ün yargılanması için kayda değer hiçbir adım atmaya gönüllü olmamasına karşın, Ergenekon-Balyoz tutuklamaları süresince darbe karşıtı bir hava estiren Hükümet’in gerçekteki niyetinin darbe ve vasilik yetkisini kendi üzerine almak olduğu, zaten tartışmaya yer bırakmayacak biçimde faş olmuştu. Hükümet, Haziran Direnişi’nde ise, bunu açıkça ve pratik olarak kanıtladı; Gezi Parkı’nın etrafına jandarma birlikleri yerleştirildi. Bülent Arınç, bu durumu şöyle savunuyordu: “Valiler, önce polisleri, yetmezse jandarmayı çağırabilir, eğer olaylar yayılırsa askeri güçler de görev yapabilir.” Aynı günlerde, İstanbul Valisi H. Avni Mutlu, yaptığı bir basın açıklamasında, yanına Jandarma şefini bulundurarak görüntü verdi. Ki bu, Hükümet’in etrafındaki güçlere işaret eden sembolik resimlerden biriydi.
Haziran’ın son günlerinde, direniş diğer parklara yayılarak forumlar biçiminde devam ederken, Mısır’da, başta Tahrir Meydanı olmak üzere ülkenin tüm şehirlerindeki meydanlarda ortaya çıkan isyanın ordu müdahalesine maruz kalması üzerine, Hükümet’in gösterdiği refleks, o son resimdeki ilişkinin Başbakan’ın istediği ölçüde sağlam olup olmadığından kuşkuya düştüğünü gösteriyordu.
Daha önce, 2011’de Tahrir Meydanı’nda toplanarak, Mübarek’in 30 yıl süren diktasını deviren Mısır halkı, ülke siyasetinin yönünü belirlemek üzere öne çıkan ordunun bir yıllık yönetiminden sonra, iktidarın, çok az katılımın olduğu bir seçim sonrasında Müslüman Kardeşlere geçmesinden hiç memnun olmamıştı. 25 Ocak 2011’in ertesi günü Tahrir Meydanı’ndan “devrimimizi çaldılar” çığlığının yükselmesi ise, Mısır’da suların pek de kolay durulmayacağının göstergesiydi. İki yıl sonra Tahrir’de yeniden yükseltilen özgürlük talepleri, bu kez, halk hareketinin devrimi bir başka eşiğe çevrilebileceği veya kaotik bir istikrarsızlığa evrileceği korkusuyla, Mısır egemen sınıflarını, direnişi, daha barışçıl bir biçimde sürerken, söndürmeye sevk etti. Mursi, darbeye kendisinin seçilmiş bir cumhurbaşkanı olduğunu söyleyerek karşı çıktı ve demokrasi kahramanlığı yapmaya çalışarak, Müslüman Kardeşler örgütünü darbeye direnmeye çağırdı. Bu çağrının ilk bedeli, Edeviyya Meydanı’nda toplanan halkın ordu tarafından taranmasıydı.
Bu gelişmenin, kendisini Müslüman Kardeşler’in kardeşi, Ortadoğu’nun model ülkesi veya lideri olarak gören Tayyip Erdoğan ve arkadaşlarında yarattığı travmanın oldukça ağır olduğu söylenebilir. Nihayetinde 28 Şubat, sadece Türkiye’ye biçilmiş bir konsept değildir, emperyalizmin “Ilımlı İslam” projesi kapsamında, halkı Müslüman olan ülkelerin tamamı bu gömleği giymeye zorlandılar. Türkiye’de AKP Hükümeti seçimle işbaşına gelmişti; Mısır ve Tunus’ta ise, halkın ayaklanmasının ardından yapılan seçimlerle, Müslüman Kardeşler, sözde demokratik bir yolla, ama ABD desteğiyle işbaşına geldiler.
Ülkelerin Amerikan tipi bir demokratik yeniden yapılandırılmasının ılımlılaştırılmış İslamcı partiler tarafından yapılabileceğine, Ortadoğu’da ABD’nin makûs talihinin bu kesimler tarafından yenileceğine ilişkin emperyalist öngörüye geniş bir olanak ve şans tanımak adına, yönetim, Müslüman Kardeşler’e bırakılırken, halkın geri kalan kısmı etkisizleşebilsin diye yoğun bir ideolojik kampanya başlatıldı. Bu kampanyanın başarısı, Türkiye’de on yıldır sürüyor. Ancak devrimci bir süreçten yeni çıkmış Mısır ve Tunus için aynı şey söylenemez. Nitekim İhvan’ın iktidar macerası, şu an itibarıyla, ancak bir yıl sürmüş görünüyor.
Mursi ve Erdoğan’ın darbeyle ilgili söylemleri benzerdir. İkisi de, “seçilmiş” ve oyların yarısını almış olmanın, yani demokratik bir yolla iktidara gelmiş olmalarının altını her fırsatta çizdiler; bunu yaparken de, darbeyi kınamakta ayak sürçen ABD ve AB batıcılığını “ikiyüzlü olmak”la suçladılar. Gerçekten de darbeler döneminin sona erdiğine, emperyalizmin demokratik usul ve yöntemleri tercih ettiğine ilişkin retorik, Mısır’daki darbe sırasında gösterilen iki yüzlülükle parçalanmış oldu. Diğer yandan, “seçilmişlik”in altını çizen iki ülkenin Müslüman diktatörlerinin, demokrasinin, “seçilmişler”in iki seçim arasındaki sürede istediklerini yapabilmeleri olduğuna etrafı ikna etmeye çalışarak, kendi varlıklarını meşrulaştırmaya girişmeleri, güncelin bir başka ironisiydi. Seçilmek, devletin asıl sahibi olan sınıflar ve bunların askeri gücü nezdinde de, halkı tersine ikna etmeye çalışmalarına rağmen, sınırlı bir kıymet taşıyordu.
Haziran Direnişi’nde ve Mısır’da meydanları dolduran halk, seçilmişin bildiğini okuyacağı bir demokrasi istemediğini zaten ilan etmişti. Ancak halkın, seçileni, yoldan çıktığı zaman ya da ona oy veren-vermeyen kitlelerin taleplerinin gelişkinlik düzeyine ayak uyduramadığı zaman geri çağırabileceği bir mekanizma yoktu. Bütün dünyada ’80’lerden bu yana sendikaların ve emekçi örgütlerinin uğradığı devlet müdahalesi bu kurumları işlemez hale getirmiş ve böylece örgütleri aracılığıyla pazarlık yapabilme şansı emekçilerin elinden alınmıştı. Dolayısıyla, halka, acılarına katlanarak, bir dört yıl daha bir sonraki seçimi beklemekten veya taleplerini dillendirmek üzere sokağa çıkmaktan başka şans bırakılmamıştı.
Bizim ülkemiz açısından, Haziran Direnişi, işte bu, etrafındaki katılım mekanizmaları kırılmış oy verme işini kutsayan “sandıkokrasi”nin; bir başka deyişle demokrasi komedisinin de şiddetli bir eleştirisi olmuştur. Mısır ise, darbelerin de böyle bir demokrasinin bağrından çok kolay devşirilebileceğinin kanıtı olmuştur. Hem Mısır, hem de Türkiye’deki süreç, ikisi birlikte ise, 28 Şubat konseptinin yüzde ellici veya oy çokluğuna dayanan diktatörlüğün ayarını bozmakla kalmayarak, bundan beslenen “konsept”in sınırlarının ötesinde bir demokrasi tahayyülünün kurulabileceğini göstermiştir.
Bu bahiste söylenmesi zorunlu bir şey daha var: AKP Hükümeti’nin, şimdiye kadar, devletin ve darbelerin ezeli mağduru kitlenin sesi ve temsilcisi olduğunu iddia ederek genişlettiği cephesini tamamen terk ederek, müttefiklerini gözden çıkarmak pahasına, iyice daraltılmış bir cepheye fit olmak zorunda kalması, direnişin bir ürünüdür. AKP, bir devlet partisi olarak, özüne, kendi kara bölgesine dönmüştür. AKP, Erdoğan ve yandaş medya; demokratlığın teminatı olarak sürdürmeyi önemsedikleri aydınlarla iyi ilişkilerini de askıya aldılar. Çünkü aydınların önemlice bir kesimi bu direnişi destekledi ve içinde bilfiil yer aldı.
Bu tercihi, belki de en iyi, hükümete yakın bir dergi olan Hece’nin Yayın yönetmeni Ömer Lekesiz, Yeni Şafak’a yazdığı bir yazıda ifade etti. Lekesiz, “28 Şubat sonrasında darbeyi olumlamayan, olumlamasa bile bunu belli etmeyen sol ahlaka sahip yazarlarla yaratmaya çalıştıkları gri bölgenin” artık bittiğini yazdı ve dedi ki:
“Solculara köstek olmadık, bilakis yardımcı olduk. Belediyelere götürdükleri projelerde -mütedeyyin yöneticileri ikna etmek için- bizleri bir konu başlığı olarak göstermelerine bile karşı çıkmadık. Talepleri konuşmaysa yaptık, bildiriyse sunduk, istişareyse ettik. Deyim yerindeyse o işler için oluşturulan gri alana salt onların yararına itirazda bulunmadık. Düne kadar da bu böyle devam etti… Dün olanlarsa hepinizin malumudur, ama yine de tekrar özetleyeyim:
“Çiçekleri, böcekleri koruma niyetiyle başlayan Gezi eylemi daha ilk saatlerinde provokatörlerin güdümüne girdi. CHP milletvekillerinden tiyatroculara, çalgıcılardan ressamlara, proflardan militanlara herkes Gezi eylemini elbirliğiyle Menderes’in katillerinin dayanışmasına dönüştürdü. Artık yavaş yavaş ortaya çıkıyor ki, otellerde yapılan tıbbi malzeme stokları, Avrupalara gönderilen ağıtnameler, uzun zamandır yürütülen haince bir planın parçasıymış.
“…Gri alanda edebiyatımızın dününü, bugününü, yarınını konuşabildiğimiz o solcuların büyük bir bölümünün birer elebaşı, birer yalan makinası, birer azgın devrimci olarak eşkıya hareketinin ön saflarına anında geçivermeleriydi. Ama iş bu kadarla kalmadı. Bir de dönüp ‘Bize destek vermenizi beklerdik’ demesinler mi?
“Buna ‘Yeter artık!’ denmez de ne denir?
“Hem gri alanı kendi elleriyle yok edip, hem de bizi eşkıyaya destekçi olmamakla suçlayanlar, kalan son köprüleri de yıkmakla asıl kendi geleceklerini yıkmış olurlar…”
Bundan çıkan sonuç; AKP’nin, ancak, kemik bir seçmen kitlesine geri çekilerek kendini koruyabileceğini düşündüğü noktaya gelmesidir. Zaten Gezi Parkı’nın boşaltıldığı gün başlayan Milli İrade mitingleri, sokağa direnişçi avına çıksınlar diye aynı gün ortalığa salınan satırlı-keserli AKP militanları gösteriyor ki, bu korunma bölgesinde, tıpkı Mursi’nin yaptığı gibi, kışkırtılmış kesimlerin eylemli ve saldırgan refleksleri bilenecektir. Erdoğan, iktidarını ne olursa olsun korumak için başka bir çare bulamamış görünüyor.
Ancak artık ok yaydan çıkmıştır ve 28 Şubat’tan esinlenen bir yönetme pratiği, bu pratiğin bin yıl süreceği vaktiyle ilan edilmiş olmasına rağmen, yöneticileri yönetemez, yönetilenleri de eskisi gibi yönetilmek ister istemez hale getirmiştir.
Meydanlarda korku duvarını aşarak, birbiriyle kardeşleşerek direnmenin ve kazanmanın tadına varmış bir halkın bundan daha gerisine razı olması uzun süre mümkün görünmüyor. Bunu sadece halklar bilmiyor. Onları sessiz ve uyumlu bir kitle olarak tutmanın bin bir yoluna kafa yoran ve bundan asla vaz geçmeye niyetli olmayan devletler de biliyor. Dünyanın doğum sancıları çektiği, ama bebeğin cinsiyetinin ne olduğunun belli olmadığı bugünlerde, halkların birbirinin elinden tutması o doğumu kolaylaştıracaktır kuşkusuz.
Yazının girişinde anılan fotoğrafta olduğu gibi, halk/lar, el ele verildiğinde önünde çökmeyecek bir güç olmadığını kendi deneyimlerinden öğreniyor; cendereyi kıra kıra ilerliyor.
Diyelim ki: Bu daha başlangıç…

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑