Zamanında ya da Erken Bir Seçime Doğru

Zamanında yapılacak genel seçime henüz bir buçuk yıl var ama; bir yandan erken seçim çağrıları, öte yandan Cumhurbaşkanlığı seçiminin genel seçimden daha da önem kazanmış “görünmesi” (ve Cumhurbaşkanlığı seçimine 10 aylık bir zaman kalmış olması), siyasi gündemi bir “seçim gündemi”ne dönüştürmüş bulunuyor.

Üç süreç birbirinin içine geçmiş durumda. Birincisi, Türkiye’nin en eski ve en çok kronikleşmiş iki sorununun (Kürt sorunu ve laisizm sorunu) bir çözümü dayatacak biçimde olgunlaşmış olmasıdır. İkinci süreç cumhurbaşkanlığı seçimi sürecidir ki; bu süreç, aynı zamanda, adı açıkça söylensin ya da söylenmesin, bu iki temel sorun üstünden egemen güç odakları arasında bir hesaplaşmayla birleşmiş bulunmaktadır. Dolayısıyla cumhurbaşkanlığı seçimi genel seçim öncesi bir iktidar mücadelesi olarak öne çıkmaktadır. İşleyen üçüncü süreç ise, genel seçim sürecidir ve cumhurbaşkanlığı seçimini önde bitiren güç odakları genel seçime hem moral hem de mevzi üstünlüğü ile girecek ve muhtemeldir ki; genel seçimde de olağandan daha çok karlı çıkacaktır.

Genel seçim ister zamanında yapılsın, isterse kimilerinin iddia ettiği gibi Aralık 2006’da, AKP’nin bir “baskın seçimi”yle “erken seçim” olarak gerçekleşsin, son haftalarda iyice yoğunlaşmış olduğu gibi, ekonomik ya da siyasi, ideolojik ya da sosyal karakterli her sorun seçime bağlanarak tartışılmaktadır: Başbakanın bir iması “erken seçim geliyor” tartışmasını hızlandırırken, Danıştay’a saldırı gibi kontra eylemleri bile erken seçim zorlaması ya da cumhurbaşkanlığı seçimi sürecine müdahale olarak görülüp değerlendirilmektedir.

Başka bir söyleyişle, bu seçim sürecini olağandan önemli yapan şeylerin başında; genel seçimden altı ay kadar önce cumhurbaşkanlığı seçiminin yapılacak olması gelmektedir. Eğer Türkiye olağan bir süreçten geçen “olağan bir ülke” olsaydı, Anayasa’da yazıldığı gibi, Meclis’te çoğunluğu olan parti, cumhurbaşkanını, sürecin gerektirdiği hassasiyetleri de göz önüne alarak, zamanı geldiğinde çözerdi. Böylece cumhurbaşkanlığı seçimi ayrı, genel seçim ayrı bir seçim olarak ele alınabilirdi. Ama ne Türkiye olağan bir burjuva demokrasisi ülkesidir, ne de içinden geçilen süreç “olağan” bir süreçtir. Onun içindir ki; süreci etkilemek isteyen güç odaklarının ortalığa saldığı kontra güçler Danıştay’ı basıp yargıçlara kurşun yağdırırken; ülkenin Başbakanı’nın, bunun, “Cumhurbaşkanlığı seçimini etkilemek isteyenlerin marifeti” olduğunu öne sürmesine ne yargı ne de diğer siyasi güç odakları önem vermişlerdir. Ama herkes, gerçeğin saldırganın öne sürdüğü gibi “bireysel bir saldırı” olmadığını bilmektedir. Ne var ki, bu saldırı, olağan olmayan bir sürece “olağan bir saldırı” olarak görüldüğü için, resmiyette, vakayı adiyeden bir eylem olarak görüldü ve öyle görülmeye de devam ediyor.

Türkiye’de cumhurbaşkanlığı makamı; Anayasa’da yazılandan farklı olarak, “Atatürk’ün makamı” olarak görülen, ve bu makamı ele geçirene, –siyasal sorumluluk her ne kadar hükümette olsa da– yürütme ve yasamada iktidar ortaklığı getiren bir kurumdur. Dahası, geleneksel olarak, bu makamda oturan kişiye, yasalarda yazılı olmayan özel bir misyon yüklenmektedir. Özellikle de iktidar çatışmalarının yoğunlaştığı dönemlerde, cumhurbaşkanlığı makamını tutan güç odakları, maddi ve manevi bakımdan büyük bir dayanağa sahip olmaktadır.

Bu yüzden de; siyasi partiler ve arkalarındaki güç odakları, cumhurbaşkanlığı seçimini genel seçim öncesinde bir hesaplama adımı olarak görmekte; cumhurbaşkanlığını kazananın genel seçime rakiplerinden birkaç adım önde gireceğini bilmektedirler. Onun içindir ki; eski Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ile Baykal ve CHP’si; “Bu Meclis cumhurbaşkanını seçemez; önce bir erken seçimle Meclis yenilenmeli, yenilenen Meclis cumhurbaşkanını seçmelidir” iddiasını öne sürmektedirler. Çünkü onlara göre, Meclis, bugün “milletin iradesini” temsil etmemektedir! Baylarımız, bu Meclis’te, AKP’nin, seçmelerin sadece yüzde 25’inin oyunu aldığı halde vekillerin yüzde 66’sını aldığını yeni fark etmişler!

Tayyip Erdoğan ve partisi ise; “Yasalar bu Meclis’in cumhurbaşkanını seçmesine engel teşkil etmektedir. Onu için seçim zamanında olacak, bugünkü Meclis de cumhurbaşkanını seçecektir” demektedir. Ve iki taraf da, bu görüşler etrafında bir saflaşma oluşturmak için siyasi ortamı germekte; siyasal ortamda yarattıkları basınca bağlı olarak, diğer güç odaklarını ve elbette halkı kendi görüşleri etrafında toplanmaya zorlamaktadır.

 

SİYASET ARENASINDA BLOKLAŞMA GİRİŞİMLERİ

Cumhurbaşkanı seçimi ile genel seçim süreci böylesi iç içe geçince; Türkiye’nin sermaye partileri arenasında, iki seçime ilişkin güç mücadelesinin ifadesi olan yeni saflaşmalarla arayışlar gündemin öne çıkan konuları olmaktadır.

Bu açıdan bakıldığında; genellikle siyasi partilerin ayrı ayrı girdikleri seçim alışkanlığının aşılarak; değişik partilerin “ortaklaşarak”, “bloklaşarak” seçime girme arayışları da gündeme gelmiş bulunmaktadır. [Dipnot: ANAP, DYP, MHP gibi orta büyüklükteki sermaye partileri, şimdilik bir bloklaşma çabasının dışında görünüyorlar. Özellikle MHP ve DYP, biraz çabayla barajı aşabileceklerini düşünmekte, bu yüzden de kendileriyle yakın siyasi görüşlere sahip küçük partilerin kaprisleriyle uğraşmayı tercih etmemektedirler.]

Bu doğrultudaki çabalara bakıldığında, şöyle bir tablo çıkarmak mümkün:

1-) AKP’den “sola” açılım: AKP, sermaye partileri cephesinden gelen muhalefetin cılızlığı karşısında; olağan koşullarda ciddi bir oy kaybı olmayacağını düşünse bile, Meclis’e yüzde 10 barajını aşan iki parti daha girerse, tek başına hükümet kurma çoğunluğunu kaybedeceğinin farkındadır. Ama AKP, en azından şimdilik, çeşitli siyasi mihraklarla bir seçim ittifakı yaparak kendisini daha ileri bir mevziye taşıma imkanı görmediğinden, kendisini büyütecek seçeneği, bir yandan AB, ABD ve TÜSİAD gibi güç odaklarına “Size en iyi ben hizmet ederim” mesajı veren politikaları (Kurumlar vergisi indirimi, stopaj indirimi, faiz ve rant çevreleri üstündeki vergi yükünü azaltma girişimleri, yüksek vergi gelirlerini düşürme, IMF ile stand by’ı sürdürme kararlılığı vb.) öne çıkarırken, aynı zamanda da halk yığınlarına seslenmekte aramaktadır.

AKP, bir yandan iç ve dış sermaye çevrelerine yeni servet aktarması yaparken, bir yandan da halk yığınlarına; “CHP hiçbir zaman sosyal demokrat olmamıştır. O, devletçi, statükocu bir partidir; biz onlardan daha çok sosyal demokratız. Gerçek bir sosyal demokrat parti kuruluncaya kadar sosyal demokrasiyi savunanlar AKP içinde yer almalıdırlar” çağrısı yapmaktadır.

Ancak AKP; seçimin bu ölçüde yaklaştığı bir zamanda; iktidarının ilk üç yılında arkasında yek vücut yer almış olan ABD, AB gibi dış, TÜSİAD, TOBB gibi iç sermaye güç odaklarıyla çelişkiye düşmüştür. Dahası, ekonomide, üç yıldır hükümete atıp tutma imkanı tanıyan “makro ekonomik göstergeler”den oluşturulan “pembe tablo”, her yandan kara bulutların uç gösterdiği bir “kara tablo”ya dönüşmeye başlamıştır. Böylece AKP, bir yandan sermaye odakları, öte yandan ekonomideki gelişmelerin baskısıyla hayli sıkıntılı bir sürece girmiştir.

Kıbrıs, Kürt sorunu, Irak ve İran politikası, AB’ye giriş gibi konularda kendisine has olabilecek girişimlerden vazgeçerek, asker ve sivil geleneksel güç odaklarının çizgisine giren AKP; bir yıl öncesine bile göre, bu alanlarda hayli mevzi kaybetmiş; rakiplerine benzeyerek sorunları aşmayı amaçlamıştır. Ve böylece, diğer partilerle arasındaki farkı, sadece türban, eğitimin içeriği, İmam Hatipler gibi sorulara indirgemiş olan AKP; önceki seçimlerde oy aldığı emekçi yığınlar gözünde “özelliği”ni kaybetmeye başlamıştır. Bu da onu işini güçleştirmektedir.

2-) CHP’nin sağa açılışı: AKP’nin tersine, CHP’nin, “sağa açılarak” kendi oy tabanını genişletmeye yöneldiği gözlenmektedir. CHP Genel Başkanı deniz Baykal bunu açıkça söylerken; CHP etrafındaki toplum mühendislerinin önemli bir bölümü, Demirel’in manevi liderliğinde birleşen bir “sol”un içinde CHP’nin de olmasının, “solun makus talihini yeneceği” bir tablo çıkaracağını iddia etmektedirler. (CHP kurmayları; bugüne kadar olduğu gibi, “sol oyları”, “Aman oyları bölmeyelim, yoksa şeriatçılar gelir” diyerek halledeceklerini düşünmektedir!) Dolayısıyla CHP’yi CHP’yi de aşan bir “sol birlik” içine almak istemektedirler. CHP ise, bir yandan bütün bu seçeneklere; Demirel seçeneği de dahil, “hayır” demez görünürken, gerçekte ise; “sol bloklaşama” yanlılarına, “Bırakan bu fantezileri, gelin CHP’nin etrafında birleşin” demektedir. Nitekim, Rahşan Hanım’la olan “ittifak” konulu görüşmesinde, Baykal, “ittifak değil, birlik (tabii ki CHP’de)” üzerine CHP görüşünü net olarak ortaya koymuştur.

Öte yandan CHP’nin sağa açılışı, seçmen tabanını genişletmek için halka takiyye yapmaktan ibaret değildir. CHP, en azından 2005 Newroz’undaki “bayrak provokasyonu”ndan sonra hızla şoven milliyetçi bir çizgiye yönelerek; MHP’nin bile destek vermekten çekindiği “linçci” güruha, ırkçı şoven çevrelere destek verip, onları “duyarlı vatandaşlar” ilan ederek, daha ortada seçim tartışmaları yokken, sadece sağa değil, “aşırı sağ”a açılmıştı. Dahası CHP; cumhuriyeti laisizmden ibaret bir rejim olarak anlayıp anlatarak; her tür demokratik isteme, özgürlük istemini “bölücülük”, “Şeriatçılar ve Türkiye’yi bölmek isteyenlerin oyununa gelme” olarak görüp her tür demokrasi talebine karşı çıkan bir parti olarak, “sosyal demokrat parti” olmaktan “nasyonal sosyal demokrat parti” olma yoluna girmiştir ve bu yolda hızla ilerleme eğilimdedir. Tezlerine inandırıcılık kazandırmak için de komplo teorileri üretmekte, siyasi alanda gerilimler yaratarak, karanlık güç odaklarının eylemlerine meşruiyet örtüsü örtmeye çalışarak, kendisi için son derece önemli gördüğü ve askerlerden de destek alabileceği cumhurbaşkanlığı seçimine oynamaktadır. Bunun nedenle erken seçimi zorlamakta; erken seçimle zayıflayacak bir AKP’yi, cumhurbaşkanı seçiminde püskürteceği hesabı yapmaktadır. En azından niyeti, izlediği taktik budur.

3-) Ecevit menşeili “cumhuriyetçi birlik” formülü: DSP’nin Onursal Genel Başkanı Bülent Ecevit’in “Cumhuriyet tehlike altında” iddiasıyla öne sürdüğü ve tüm diğer kaygıları bir yana bırakıp, “Cumhuriyeti kurtarmak için cumhuriyetle sorunu olmayan sağcı, solcu tüm partileri bir ittifak” yapmaya çağıran birlik formülü, dönemin ittifak arayışlarından bir diğeri olarak ortaya çıktı. Şimdi bu arayış ve faaliyetin başına Rahşan Ecevit geçti. Bütün diğer girişimlerden farklı olarak, Ecevit formülünün somut bir önerisi de var: DSP’li Eskişehir Büyükşehir Belediye Başkanı Yılmaz Büyükerşen’i cumhurbaşkanı adayı olarak öneren “cumhuriyetçi birlik”, genel seçime de bu ittifakla gitmeyi amaçlamaktadır. [Dipnot: Demirel formülü]

4-) SHP’den “sol birlik” ya da “zeytin dalı” taktiği: CHP’den en sola kadar tüm “sol partiler”in ortak bir platformda birlemesini amaçladığı öne sürülen ve SHP tarafından geliştirilen bir seçim ittifakı önerisidir. Görünüşte ve söylemde “sol birleşmeli, bölünmüşlük havası vermemeli” diyen “solcu çevreler”in duygularına tercüman olan bir formülasyon gibidir. Ama, DSP ve CHP gibi, bu formülün ete kemiğe bürünmesinde işlevsel olacak “sol partiler”in aşırı sağa doğru savrulduğu koşullarda, bu girişimin “liberal sosyalist” birkaç küçük çevreyi heyecanlandırmayı aşması zor görünüyor. Belki bu çevreye “10 Aralıkçılar” diye bilinen ve son aylarda “partileşme” girişimlerinde bulunan “liberal-sosyal demokrat”lar da katılabilir.

5-) Emek ve Demokrasi cephesi: 2002 Genel seçimine ve 2003’teki yerel seçimlere ortak giren DTP, EMEP, SDP, ÖDP, SHP gibi partiler (kimi partiler, emek örgütleri, çeşitli siyasi, sosyal çevreler ve hatta kişiler dahi bu bloğa girebilir, kimi partiler de yer almayabilir) etrafında oluşan blok; önümüzdeki seçimler açısından da, (elbette ki, seçimleri aşan bir ittifak arayışıyla da birleşerek) bütün bu girişimler içinde, hem dönemin ihtiyaçları hem de siyasi bakımdan en mümkün ittifaktır. En azından, bu bloklaşmanın, önceki iki seçimden elde ettiği olumlu olumsuz dersler vardır ve bu dersler ışığında öncekileri aşan bir ittifakı gerçekleştirmek mümkündür. Bu cenahta henüz çok somut girişimler olmamıştır; ancak önceki iki seçim ittifakının ilişkileri ve geçen süre içinde somut talepler üzerinden yapılan merkezi ve yerel ortaklıkların kazandırdığı hazır bir zeminin varlığı, bu ittifakın yenilenip genişlemesi bakımından önemlidir.

Gerçekte de; tüm diğer siyasi oluşumlardan farklı olarak; ülkenin gerçek sorunlarına çözüm için, sadece bu bloğun bir güç odağı olarak şekillenmesi mümkündür. Bu yüzden de, gerici burjuva siyasi oluşumlara, güç odaklarına karşı tek gerçek muhalefet odağı da bu bloktur. Çünkü her biri sistemin siyasal araçlarından olan ve sistemin yüz yıllık politikalarını sürdürmekten öte bir gayreti olmayan parti ve çevrelerin blok ya da ayrı ayrı seçime girmelerin, ülkenin önündeki sorunların aşılması için bir katkısı olmayacağı gibi, bir arada ya da ayrı ayrı, bu sorunları sadece zorlaştırmaktadırlar, zorlaştıracaklardır. Bu yüzden ancak, emek ve demokrasi güçlerin oluşturacağı, doğru talepler (halkın acil talepleri) etrafında bir bloğun Kürt, Türk her milliyetten Türkiye halkının talepleri doğrultusunda bir mücadeleyle bu zor dönemi aşması, ve seçimde de, önceden yapılan tüm hesapları alt üst edecek sonuçlar ortaya çıkarması olanaklıdır.

Önceki iki ittifakın barajı aşamama “başarısızlığından” kalkan DTP’nin bu seçime “bağımsız adaylarla katılma”eğiliminde olduğu, en azından şu aşamada bunu tartıştığı bilinmektedir. Elbette ki, gelişmeler, bu tartışmaların bir an önce sonuca bağlanmasını, bu cenahta tartışmaların hızla bitirilip; sistem partileri cephesine (daha da önemlisi sadece seçim kaygısıyla değil, güncel mücadelenin ihtiyaçları açısından da bu alanda hızla hareket edilmesi gerektiği ortadadır) karşı bir mücadele cephesinin oluşturulması son derece önem kazanmış bulunmaktadır.

Seçime ister bağımsız adaylarla katılınsın, ister bir parti çatısı altında, “bloğun genişletilmesi” son derece önemlidir. Ancak bu açıdan, gelişmelerin doğru değerlendirilmesi gerekir.

Şöyle ki; oluşan siyasi ortam ve yükselen milliyetçilik, daha önceki koşullarda bu bloğa katılmada sakınca görmeyen kimi siyasi çevreleri bloğa katılımda daha çok isteksizleştirmiştir. Dolayısıyla bloğun yeni siyasi çevrelerin katılmasıyla genişletilmesi bugün hayli zordur. Ama, sadece siyasi çevrelerle sınırlanmayıp, bloğu, emek örgütleri ve çeşitli kitle örgütlerinin katılımıyla genelde genişletmek mümkünken, yerel özellikler gözetilerek, her il, hatta her ilçedeki çeşitli kümelenmeleri, yerel emek ve kitle örgütlerini (yerel kimi emek platformları, çevreci kuruluşları, sendika ve emek örgütü şubelerini, yöre vb. derneklerini, yerel bakımdan etkisi önemli demokrat kişileri) bloğun yerel örgütlenmesi içinde birleştirmek olanaklı olacaktır. Demokratik; yerel özelikleri de gözeten bir örgütlenme, adayların bu özelliklere uygun belirlenmesi, seçime bu geniş kesimlerin katılımını artıracağı gibi, bloğun etkisini de önceden hesap edilemeyecek ölçüde genişletecektir. Belki de önceki iki seçimden çıkarılacak en önemli ders de burada olacaktır.

 

BLOKLAŞMALAR, İTTİFAKLAR NEYİN ETRAFINDA OLMAKTADIR?

Birer birer sermaye partileri ve ittifak girişimi içinde olanlar; neden seçime katılmaktadır?

Bugün halk neden onları seçecektir? Eğer seçimden şu ya da bu “sermaye bloğu” kazanarak çıkarsa, onları seçecek olan emekçiler, halk yığınları için ne değişecektir?

Bu soruların yanıtı; hem bu partilerin, hem ittifaklarının amaç ve niteliklerinin anlaşılması, hem de yığınların bu parti ve ittifaklara verecekleri desteğin gerçek içeriğini anlamaları bakımından önemlidir.

Elbette Türkiye, sorunu çok olan bir ülke olarak, her partiye “neden seçime girdiğine” dair söyleyecek pek çok malzeme sunabilen bir ülkedir. Ancak bugün koşullar, partilere, dünkü kadar rahat bir biçimde atıp tutacakları bir ortam sunmuyor. Bloklaşma girişimleri, ittifak arayışlarının bu süreçte ortaya çıkmış olmasının nedeni de budur.

Çünkü içinde bulunulan süreç; bir yandan Kürt sorunu ve laisizm sorunu ve çözüm ihtiyacı, öte yandan da halkın yaşam ve çalışma koşullarının iyileştirilmesi; yoksulluğun ve işsizliğin yenilmesi temelli olarak ekonomik politikalar tarafından belirlenmektedir. Başka bir söyleyişle, seçimin, bugün karşı karşıya olunan sorunların aşılmasının vesilesi olabilmesi için, bu “üç temel sorunu” çözecek güçlerin iktidara yürüyüşünde bir ilerlemenin dayanağı olması gerekir.

Türkiye’nin yakın tarihine bakıldığında; hükümetlerin ve burjuva muhalefet partilerinin ülkenin bu “üç temel sorunu” konusunda çözümsüz olduklarını görüyoruz.

 

***

Bu üç sorunu şöyle sıralayabiliriz:

1-) Kürt sorununun çözümü: Bugün ABD’den TÜSİAD’a, AB’den sokaktaki vatandaşa kadar herkes görmektedir ki, burjuva siyasi çevreler ve cumhuriyetin ideologları inkar etse de, Kürtler ve Kürt sorunu vardır, ve bu sorun çözülmeden, Türkiye’nin, ne demokratikleşmesi, ne dış politikasında komşularıyla dostluk, ne de emperyalizmin bölgeye müdahalelerine karşı anti emperyalist bir tutum geliştirmesi olanaklıdır. Dahası, bugün hangi uluslararası platforma giderse gitsin, orada, Kürt sorununu çözmemiş olması ayağına dolanmaktadır. Bütün bunların ötesinde, ABD, bölge egemenliğini sağlamlaştırmak için girişimler yapıp bölgedeki güçlerini, işbirlikçilerini yeniden düzenlerken, Kürt sorununu da kendi tarzında çözmeyi gündeminin ön sıralarına koymuştur. Dolayısıyla Türkiye bu sorunu çözmezse, öncelikli olarak ABD-İngiltere-İsrail bloğu, bu sorunu kendi çıkarlarına uygun biçimde “çözmek” ve bölgedeki 30 milyon Kürdü kendi stratejisi doğrultusunda yedeklemek üzere harekete geçmiştir. Buna, Irak’ta kurulan Kürdistan’ın oluşturduğu baskıyı da eklersek; Kürt sorunu, öyle, “Kürt yoktur”, “Kürtler Türklerle etle-tırnak gibidir” ya da “Kürt sorun vardır, ama PKK ve DTP gibi mihraklar dışlanarak Kürt sorunu çözülmelidir” gibi boş laflar ve hamasetle sorunun çözümünü ertelemek artık çok güçleşmiştir. Son çeyrek yüzyılda bu doğrultudaki zorlamalar, “düşük yoğunluklu savaş” ve “özel harbin en kirli yöntemleri”, Türkiye’nin Kürtlerini boyun eğdirmeyi başaramamıştır. Bu da; Kürt sorununun çözümünde ağalar ve aşiretlerle anlaşarak, sorunun, Türkiye’nin egemenlerinin çizeceği sınırlar içine çekilmesinin engeli olarak ortaya çıkmaktadır. Bütün bu etkenler, Kürt sorununun demokratik bir biçimde (eşit haklar temelinde) çözümüne; aciliyet kazandırmaktadır. Aksi halde; Türkiye içeride ve dışarıda büyük açamazlarla karşı karşıya kalmaya devam edecektir.

 

2-) Laisizm (inanç ve vicdan özgürlüğü) sorunu: Cumhuriyet’in kuruluşundan beri; İslam’la laik devlet ilişkisi sorun olmaya devam etmiştir. Bugün, “cumhuriyetin laik olduğu”nun ilan edilmesi üstünden 80 yıla yakın bir süre geçmiş olmasına karşın, laisizm, sıcak politik gündemin en üst sıralarında kalmaya devam etmektedir. Çünkü; Türkiye’nin laisizm olarak belirlediği şeyin aslında, gerçek bir laiklik olmaktan öte, bir “devlet dini” olması nedeniyle, son 60 yılda, “çok partili düzen”e geçileli beri, sistem partiler dini ve Şeriatçılığı okşayarak, halk indinde güç ve itibar kazanmaya çalışmıştır Ama iktidara geldikten sonra “kırmızı kitaba uygun” davranmışlar; laikliliğin ne menem bir laiklik olduğunu sorgulamaktan kaçınmışlardır. Tam tersine; bu partilerin temsil ettiği egemen güç odakları için, “Din elden gidiyor!” ile “Laik cumhuriyet elden gidiyor” “uçları” arasında salınmak; halkı bu beşikte sallayarak uyutmak kolay politika yolu olarak benimsenmiştir. Oysa devlet, Diyanet üstünden geliştirdiği, “İslam’ın laik yorumu” denilebilecek bir dini halka dayatmıştır. Sonuçta, son 50 yılda, bu “devlet dini”nin örgütü Şeriatçı güçler tarafından ele geçirildiği için, “Laiklik elden gidiyor” yaygarası başlatılmış, ama 100-120 bin kişilik bir “din görevlileri ordusu” olan Diyanet işlerine dokunulmadığı gibi; günümüzün laiklik şampiyonu Ecevit, Demirel, Evren gibi zatlar, hükümet oldukları dönemlerde yüzlerce İmam Hatip açılırken, “yobazlığa, Şeriatçılığa karşı mücadele” ettiklerini iddia etmişlerdir.

Bugün laisizm konusunda bir birine zıt görüşler savunuyor görünen AKP ile CHP’nin, laisizm karşısında tutumları aynıdır. İkisi de, Diyanet işleri örgütü üzerinden, dini devletin desteklediği [Dipnot: Oysa laisizm, devletin dine karşı ilgisiz, din karşısında ve dinsizler karşısında tamamen yansız olmasıdır. Bu yüzden de bugün din ve Şeriat tartışmasının temelinde Diyanet vardır. Diyanet İşleri gibi koca bir örgütün olduğu, devletin kadrolu din adamları yetiştirdiği bir ülkede laiklikten söz etmek boş laftır.] ucube bir “laiklik yorumu”nu benimsemektedirler.

Bugün sorun, türbandan Alevi-Sünni ayırımına, “dinde reform” tartışmalarından; ABD’nin Ortadoğu’ya müdahalesi çerçevesinde “Amerikancı bir İslamcılık” olarak geliştirdiği “Ilımlı İslam”dan Milli Eğitim müfredatının yeniden düzenlenmesine; bilimin ulaştığı zirvelerden geriye püskürtülerek, dini ilkelerin “laik eğitim”in temeline yerleştirilmesine kadar geniş bir alanda laiklik tartışması yeniden gündeme getirildiği gibi; cumhurbaşkanlığı seçiminde “eşin kılık kıyafeti”inden kontra güçlerin laiklik tartışmasına kendi tarzlarında katılmasına kadar politik gündemin ön sıralarına çıkmıştır.

Kısacası, laisizm sorunu, Türkiye’nin demokratikleşmesinin en önemli ayaklarından birisi olarak; “inanç ve vicdan özgürlüğü” çerçevesinde ele alınması gereken bir sorun olarak çözümünü dayatmıştır. Her din ve mezhepten emekçilerin (elbette hiçbir dine inanmayanlar da dahil) birleştirilmesinin yolu da, gerçek bir laisizm için mücadeleden geçmektedir. Şeriatçılığa karşı mücadelenin yolu da budur. Yoksa yasaklarla, bazı mezhepler ve dinlere üstünlük tanıyarak, “devlet dayatmaları”yla gidilecek bir yerin olmadığı görülmüştür.

 

3-) Yoksulluk, işsizlik ve sosyal haklar sorunu: Kökleri 24 Ocak 1980 Karaları’na dayanan ekonomik politikalarla girilen yolda, birbirinden bayrak devir alır gibi ekonomik önlemleri devir alan sermaye hükümetleri için, arkasında iç ve dış en büyük sermaye organizasyonların yer aldığı “ekonomik program”, “denizin bittiği” bir noktaya daha gelmiş bulunuyor. Çünkü, çeyrek yüzyıldır; halkın sürekli olarak fedakarlık ederek, “ha bugün, ha yarın düzlüğe çıkılacak” vaatlerine inanarak, uğruna, elinde avucunda ne varsa verdiği bu ekonomik program çökmüştür. Üstelik bu süre içinde, Türkiye, yabancılar için tam bir açık av alanına dönüştürülerek, çökme aşamasına gelmiştir.

Hükümet ve sermayenin her köşedeki propagandacıları; döviz kurları, faizler ve diğer göstergelerin son bir aylık dalgalanmalarını, ABD’nin “faiz artırımını sürdürecek olması” ve “dünya ekonomisinde durgunluk beklentisi” gibi nedenlere bağlayarak; “Suç bizim ekonomik politikamızda değil, dünyada karışıklık var” demeye getiriyorlar. Zaten asıl sorun da buradadır. Türkiye ekonomisini uluslararası dalgalanmaların girdabına iten ekonomik politika ve buna temel sağlayan tekelci kapitalist düzen, bugün karşı çıkılması gereken asıl şeydir. Çünkü ABD başta olmak üzere, gelişmiş kapitalist ülkeler ve uluslararası sermaye merkezleri; gelişmiş ülkelerde biriken ekonominin yüklerini, yarattıkları “dalgalanmalar” yoluyla Türkiye gibi ülkelere aktarıyorlar. Bizim gibi ülkelerdeki sermaye iktisatçıları ve politikacılarının “ekonomik politikalarımız” dedikleri de, işte; bu “yük transferi”nin kolaylaştırıcısı –finansal serbesti, tarım ve sanayiin çökertilmesi vb. gibi yönleriyle– entegrasyondan ibarettir.

Şimdi soru şudur?

Türkiye, kuşkusuz Türkiye halkı; büyük sermaye ve uluslararası sermaye merkezlerinin çıkarlarının ifadesi olan ve Türkiye’nin yeraltı ve yerüstü servetlerini yağmalanmasını düzenleyen bu ekonomi programına devam etmek için bir kez daha fedakarlık mı yapacaktır; yoksa, “Halk için ekonomi” dediğimiz, ekonominin, üretimden tüketime, turizmden ithalata halkın çıkarlarına göre yeniden yapılandırılacağı ekonomik politikalara mı yönelecektir? Yanıt, elbette ki, ikincisidir. Ve işsizliği, açlığı, yoksulluğu alt edecek, gençliğe güvenli bir gelecek sunacak, refahı paylaştıracak; vergilerden ücretlere, sosyal güvenlikten temel hizmetlere, her ekonomik ve sosyal sorunu, işçi sınıfı ve halkın ihtiyaçları üstünden çözümleyen ekonomik politikaların geliştirilmesinin tercih edilip edilmeyeceği bu seçimin başlıca tartışma konularından birisi olacaktır.

 

BU SEÇİME DE “İKİ PARTİ” GİRECEK!

Peki bu yazı boyunca sözünü ettiğimiz; AKP’den CHP’ye, DSP’ye, MHP’den, DYP’den “zeytin dalı solcuları”na kadar sermaye güçlerinin partileri ve onların ittifaklarının hedefinde bu üç temel konunun çözümüne dair ne vardır?

Hiç tereddüt etmeden söyleyelim! Onların, bu üç temel sorunun (ve elbette bunlarla bağlantılı diğer sorunların) çözümü konusunda, halktan yana, demokrasinin geliştirilmesinden yana hiçbir yeni çözümleri yoktur. Tam tersine; onların bir bölümü için bu sorunlar geerçekte yoktur; bu sorunları kötü niyetliler, “teröristler”, “bölücüler”, servet düşmanı iflah olmaz Marksistler çıkarmaktadır! Böyle sorunların varlığını kabul edenler için de; bu sorunların çözümü, halkın isteklerinin yerine getirilmesiyle değil; devletin güçlerinin bu sorunlardan ortaya çıkan tepkileri, asayiş bozukluklarını ezmesi biçiminde olacaktır.

Örneğin laisizmin sorununu çözeceğini ilan eden AKP’nin bu konudaki çözümü; türbanı serbest bırakmak (bu bile çok kuşkuludur; çünkü türban, üstünden en ucuza siyaset yapılacak bir nesnedir.), ama daha da önemli olarak, Milli Eğitim müfredatını, bilimi, üniversiteleri çağ dışı bir zihniyetle zaptedip; kendi çıkarları doğrultusunda hareket eden kurumlar haline getirmekten ibarettir. Ona karşı olan CHP’nin laisizmi kurtarma planı da, Diyanet ve İmam Hatipler’in “AKP’nin arka bahçesi” olmaktan çıkarılması ve CHP’nin “arka bahçesi” haline dönüştürülmesidir. Diyanet ve onun temelinde olan Alevi-Sünni ayırımına, Müslüman-Sünni mezhebinin öteki din ve mezhepler karşısında üstünlüğünün kurumlaşması olan Diyanet İşleri’ne hiçbir sermaye partisinin itirazı yoktur. Çünkü bu ayırımcılığı her biri yarı yarıya ve bir yönünden sömürmektedir. Emekçileri bölüp kendi siyasal doğrultularında yedeklemenin en etkin yolu budur Türkiye’de.

Kürt sorununun çözümünde ise; bu parti ve bloklaşmaların tümü; Kürt sorunu üzerinden şekillenmiş ulusal mücadeleyi “bölücü”, “terörist”, “ezilmesi gereken bir güç” olarak görmektedir; statükonun devamı için daha çok baskı ve şiddetin kullanılmasında hemfikirdirler. Aralarındaki farklar çok önemsiz derecede küçüktür. Asıl tutumları, Kürtlerin bölünmesi ve zaptı rap altına alınması biçimindedir.

Ekonomide de bütün sermaye partilerinin ortak görüşleri; bugünkü programa devam edilmesi biçimindedir. Sadece söylemleri farklıdır ve bu programın halk için kabul edilir hale gelmesi için yaptıkları küçük itirazlar vardır.

Sermaye partilerinin bulunduğu mevziden bakıldığında; Terörle Mücadele Yasası’nın daha da sertleştirilmesine, polise tanınan yetkilerin olağanüstü bir biçimde artırılmasına karşı iktidarıyla, muhalefetiyle, Meclis içindekiler ve dışındakilerle, birinin ak dediğine öteki ne olursa olsun kara demeyi adet haline getirmiş olan sermaye partileri cenahından, ciddi bir itiraz gelmemesi hiç de şaşırtıcı değildir. Gelen itirazlar da, bu TMY’nin daha da sertleştirilmesi, polisin, jandarmanın yetkilerini daha da artırılması doğrultusundadır. Çünkü onlara lazım olan budur. Çünkü onlar; artık çözümü dayatan bu üç temel sorun ve onlardan türeyecek diğer sorunları, halkın ihtiyaçları doğrultusunda çözerek değil, bu sorunlar etrafındaki mücadeleleri şiddetle sindirerek “çözmeyi” amaçlayan bir stratejinin unsurlarıdır. Bu yüzden, şiddeti meşrulaştıran ve mücadele eden güçleri ezmenin ve sindirmenin aracı olarak gördükleri TMY ve güvenlik güçlerinin yetkilerini artıran yasaları desteklemeleri bir rastlantı değildir.

Görüldüğü gibi, sadece emek ve demokrasi güçleri, bu üç temel sorunu halkın ihtiyaçları ve istemleri doğrultusunda çözme potansiyeline sahiptir. Emek ve demokrasi talep ve güçleri merkezli önceki iki bloğun oluşturduğu ittifakın ilkelerine bakıldığında, onların, bu üç temel sorunu ve bunlardan türeyen öteki sorunları çözmek için, Türkiye’nin demokratikleşmesini ve halkın refahını artırıcı ekonomik politikaları talep eden güçleri harekete geçirmeyi esas alan bir hat izlemeyi amaçladığını görüyoruz. Bugün de; bu güçlerin oluşmasının platformu bu olabilir. Bunun için, bu üç temel konuda adım atılmasının, bu sorunları çözmek üzere bir mücadele odağı oluşturulmasının yolu; seçimi ve parlamentoyu da bu mücadelenin önemli alanlarından birisi olarak değerlendirmekten geçmektedir.

Dolayısıyla, önceki seçimlere olduğu gibi, bu seçime de iki parti girmektedir. Birisi; iç ve dış sermaye çevrelerinin Türkiye’ye biçtikleri “deli gömleğini” zorla giydirmeye çalışan partilerin ve onların bloklarının, birliklerinin, ittifakların toplamı olan parti, öteki ise emek ve demokrasi güçlerinin ittifakının partisi. Ancak bu seçimlerde çözülmesi gereken temel sorunların çözümleri, önceki seçimlerle kıyaslanamayacak ölçüde aciliyet kazanmıştır. O yüzden, daha seçime iki yıl varken, kılıçlar çekildi; bloklar ittifaklar oluşturmak için kollar sıvandı. Yetmedi, milliyetçilik ininden çıkarılarak linçci güruhlar ortalığa salındı; bu da yetmedi, kontra güçlerin provokasyonlarıyla politik ortamı terörize etmeye koyuldular. Yasal olarak ve olağan koşullarda birbiriyle doğrudan ilgisi olmayan cumhurbaşkanlığı seçimini, genel seçimin ilk etap çarpışması haline getirilirken, 30 Ağustos’ta yapılacak olağan Yüksek Askeri Şura toplantısı bile, iktidar mücadelesiyle (iki seçimle de) bağlantılı kararlar alacak bir siyasi eyleme dönüştürüldü.

Kuşkusuz ki; önümüzdeki seçim (zamanında ya da erken), eşitsiz ve adaletsiz; en başta, devletin kimi siyasi partilere olağanüstü destekler verdiği koşullarda olacaktır. Dahası, seçim ve siyasi partiler yasasından doğan adaletsizliklerden de öte, büyük sermayenin medya gücünü de seferber ederek yürüteceği, ilerici ve devrimci güçlere karşı tecrit ve ezme kampanyaları olacak, seçim olasılıkla bugüne kadar olanlardan çok hileli-hurdalı ve baskı altında geçecektir.. Çünkü onlar seçim(ler)i badiresiz atlatmak istiyorlar. Ve sonra da, iktidara gelecek parti ve partilerle halka yönelik saldırılarını yenilemeyi amaçlıyorlar.

Ancak ülkenin sorunlarının çözümlerini böylesi dayatmış olması, bütün avantajlarına rağmen, gerici düzen partileri ve arkalarındaki iç ve dış büyük sermayenin işini son derece güçleştirmektedir. Yine aynı nedenle, bizlerin, emek ve demokrasi güçlerinin çabaları, düne göre çok daha etkin sonuçlar doğuracaktır. Yeter ki; ortaya çıkan imkanları değerlendirmesini bilelim; kişilerin, grupların değil, her milliyetten halkın, işçi sınıfının ve emekçilerin çıkarlarını her şeyin önüne koymayı; onların güçlerini birleştirmelerinin önünü açacak taleplerin etrafında mücadeleyi örgütlemekte yeterli kararlılığı, yeteneği ve cesareti gösterelim.

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑