Takrir-i Sükûn’dan ‘TMY’na Devlet ve Muhalefet

11 Eylül’de İkiz Kuleler’i hedef alan saldırıların ardından, ABD tarafından, kendi

emperyalist amaçlarını gizleyerek çıkarlarını gerçekleştirmek üzere kullandığı “terör” kavramı, benzer amaçlarla, Türkiye siyasal yaşamında da sık kullanıldı.

Türkiye’de generaller, geçtiğimiz yıl, sıkıyönetim uygulamalarını süreklileştirecek olan Terörle Mücadele Yasası’nın sertleştirilerek güncelleştirilmesini isterken, İngiltere’nin yaptığı düzenlemeleri örnek vermişlerdi. Generallerin, bu gerekçeyi dile getirirken, “gelişmiş” ülkeler arasında ön sıralarda sayılan bir ülkeyi örnek göstermiş olmasının, kendi dayatmalarına meşru bir gerekçe yaratmak gibi bir taktiğe dayanıyor olması muhtemel. Ancak, Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana, Türkiye siyasal yaşamına bir göz gezdirmek bile, Türkiye yönetenlerinin, “terörle mücadele”yi, muhalefeti tamamen bertaraf ederek sistemi tahkim etmenin bir yolu olarak kullanageldiklerinin sayısız örneğinin görülmesini sağlayacaktır.

Askeri darbe yapmadan darbe koşullarını devreye sokmaya olanak veren “terörle mücadele” düzenlemeleri içinde, bugünle kıyaslanabilecek olanlar arasında, Takrir-i Sükûn Yasası’nın özel bir yeri bulunuyor. İki yasanın ortaya sürülme gerekçelerine bakıldığında, şimdi, Türkiye egemenlerinin, hiç de yabancısı olmadıkları bir yöntemi yeniden güncelleştirmeye çalıştıkları bir kez daha görülecektir. Ayrıca, Takrir-i Sükûn Yasası’nın çıkarıldığı süreç, sadece Türkiye yönetenlerinin izledikleri taktikler ve uyguladıkları yöntemler bakımından değil, muhalefet güçlerinin buna karşı aldığı tutum bakımından da bugün için önemli dersler içeriyor.

Kendisini dinsel biçimler altında ifade eden bir Kürt İsyanı olan Şeyh Sait İsyanı, genç Cumhuriyet’in daha kuruluş aşamasında, rejimin kurgulanması bakımından, Türkiye’yi yöneten Kemalist kadroların en temel gerekçelerinin başında geliyordu. 11 Şubat 1925 tarihinde başlayan bu isyanın ardından, 4 Mart 1925 tarihinde çıkarılan Takrir-i Sükûn Kanunu, burjuvazinin, “terörle mücadele” bahanesini hangi biçimlerde kullandığını gösteren bir dönemin de kapısını açtı. Bu kanun gereğince tutuklanan bütün muhalifler kurulan İstiklal mahkemelerine sevk edilerek, sözde yargılamalar sonucu, ağır cezalara çarptırıldılar. Şeyh Sait İsyanı’nın kanlı bir biçimde bastırıldığı bu süreçte, bütün toplumsal muhalefeti susturmak üzere de geniş çaplı bir saldırı başlatıldı. TKP’nin lideri Şefik Hüsnü yurtdışına kaçarken, Orak Çekiç gazetesi de kapatıldı.

İstiklal Mahkemeleri kurulurken, bu mahkemelere “Millet Mahkemesi” ile “Terreur Mahkemesi” denilmesini önerenler de olmuştu.1 Ancak, o dönemde, bu mahkemelere ve Takrir-i Sükûn Kanunu’na geniş destek sağlamak için, heyecanı henüz diri olan “İstiklal Savaşı”na atıfta bulunup adından yararlanmak daha uygun görülmüştü. Artık bu heyecan ile pratik bağları da kalmayanlar için böylesi bir ihtiyaç olmaması nedeniyle ve güncel dayanaklar da hesap edilerek, “Terör” kavramı tercih ediliyor.

O dönemde, Takrir-i Sükûn Kanunu’nun, kendisine dayanak olarak seçtiği “terör”ü bir yönetme biçimi olarak ne kadar yaygın kullandığını, onun muhatabı olan ve uygulamalarını kendi şahsında yaşayan ünlü şair Nazım Hikmet’in otobiyografik romanındaki şu satırlarından da anlamak mümkün: “Yüreğim tıpkı o takip edildiğimi sandığım akşamki gibi kötü, alçak, hızlı atıyor. Gazeteler İstanbul’da, Ankara’da komünistlerin yakalandığını, İstiklal Mahkemesi’nde yargılanacaklarını, ele geçmeyenlerin de şiddetle arandığını yazıyordu. Ele geçmeyenler arasında ben de vardım.2

Sol muhalefete yönelik olarak bu dönemde gerçekleştirilen operasyonlarda 33 kişi tutuklanarak İstiklal Mahkemeleri’nde yargılandı. Altı kişi 7’şer yıla, altı kişi 10’ar yıla ve Nazım Hikmet ile Şefik Hüsnü Değmer gibi yakalanmamış olanlar on beşer yıla mahkum edildiler.

Başlangıçta iki yıl için çıkarılan Takrir-i Sükûn Yasası’nın yürürlük süresinin iki yıl daha uzatılmasının kararlaştırılması amacıyla, dönemin Başbakanı İsmet İnönü’nün Meclis’te söylediği şu sözler, bu yasanın çıkarılış sürecinde gizlenen, ancak yasa ile uygulamaya geçirilen diğer amaçlarını da ele verir cinsten: “İki yıl önce karşısında bulunduğumuz olayların en önemlisi Şeyh Sait ayaklanması ile beliren eylem değildi. Asıl tehlike memleketin genel yaşantısında meydana gelen karışıklıktı, anarşik durumdu. Bu, memleketin birçok zamandan beri politik yaşantısına musallat olan başlıca derttir. Memleketin gelişip ilerlemesine ve samimi düzeltme isteklilerinin bütün çabalarına engel olan budur. Ve bu, küçük çıkarları işletmeye alışmış soysuz aydınlarla, vicdan özgürlüğünü başkalarının vicdanına saldırmak için araç sayan politikacıların faaliyetleridir.(…) Aldığımız tedbir, yalnız Doğu’daki davranışın değil, memleketin gelişip ilerlemesine başlıca engel olan sosyal düzendeki karışıklığın ortadan kalkmasını da sağlamıştır.”3

 

TKP’NİN BURJUVAZİYE “TERÖRLE MÜCADELE” DESTEĞİ
VE ALDIĞI TARİHSEL MÜKAFAT!

Buraya kadar aktarılanlar, “terörle mücadele” bahanesinin, burjuva kadrolar tarafından, daha Cumhuriyet’in kuruluş aşamasından kısa bir süre sonra nasıl biçimlerde ve hangi taktiklerle uygulandığını gözler önüne seriyor. Ancak o dönemden bu döneme tarihsel bir ders olarak miras kalan daha önemli bir başka şey ise, düzene muhalif olduğunu iddia eden politik güçlerin aldıkları tutumla ilgilidir.

TKP tarafından, işçi ve emekçilere hitap edilmek üzere çıkarılan Orak Çekiç gazetesi, çıkmaya başladığı yıl yaşanan Kürt İsyanı’na yaklaşımda, iktidarı destekleyen bir politikayı benimsedi. 26 Şubat 1925 tarihli Orak Çekiç, Şeyh Sait İsyanı’nı derebeylik kalıntılarının demokratik devrime karşı direnişi olarak ele alıyor, “Kahrolsun İrtica” sloganını başlığa çıkarak, hükümeti, aynı zamanda “irticai” bir ayaklanma olarak gördüğü isyana karşı destekliyordu. Orak Çekiç gazetesi, Mart ayında da, “Yobazların sarıkları, yobaz zümresine kefen olmalıdır” sloganıyla, Şeyh Sait İsyanı’na karşı hükümetin tutumunu destekleyen yazılarına devam etti. Şeyh Sait İsyanı’nı, başyazısında, “İngilizlerin Oynattığı İrtica Kuklası” başlığı ile eleştiren gazete, irticaya karşı savaşmak için, işçileri sendikalarda, köylüleri de köy meclislerinde örgütlenmeye çağırıyordu. Orak Çekiç, verdiği desteğin farkını tarif etmek için de, işçilere şu sözlerle sesleniyordu: “Arkadaş, kara kuvvet, bizim de, burjuvazinin de düşmanıdır. Biz, her şeyden önce bu düşmanı yenmeliyiz, burjuvazi ile ayrıca kozumuzu paylaşırız.4

Ancak burjuvazi, kendi sınıf çıkarlarını Şefik Hüsnü ve partisinden daha iyi gördüğünü gösterircesine, Takrir-i Sükûn sürecinde, Orak Çekiç gazetesini de kapattı ve komünist avı başlattı. Şefik Hüsnü de, bu uzlaşmacılığının faturasından ancak yurt dışına kaçarak kurtulmayı seçti. Dönemin TKP’sinin bu tutumu, sonraki yarım asırlık süreçte de, Türkiye solunun Kürt sorununa bakışta milliyetçi etkileri aşamamasının tarihsel kaynağını oluşturdu.

Türkiye yönetenleri, bugün yine, ağırlıklı olarak Kürt sorunu ile ilgili olarak, “terörün” siyasallaşmasını önlemek gerekçesiyle, her türlü tepkiyi zapturapt altına almayı hesaplayan bir Terörle Mücadele Kanunu’nu devreye sokmaya çalışıyor. İçinden geçtiğimiz süreçte, tıpkı Takrir-i Sükûn Yasası’nı hazırlayan süreçte olduğu gibi, ülkeyi yönetenlerin, muhalefet güçlerini de bir sınava soktuğu ortadadır; ve bu sınavı geçmek için, öncelikle, yöneten sınıfların ve onların asker ve sivil sözcülerinin terörün kaynağı olarak gösterdiği politik güçlerle yolunu ayırmak gerekmektedir. İstenen budur.

Ve şu ana kadarki sürece bakıldığında, kendilerini, Takrir-i Sükûn döneminde TKP’nin izlediği siyasetten ayırmamış, ondan kopmamış olan “solcu”larımızın varlığı dikkat çekmektedir.

 

DÜN “NE REFAHYOL NE HAZIR OL”; BUGÜN “NE PKK NE DEVLET”

Örneğin ÖDP’nin web sitesinde “Özgür, Eşit, Demokratik bir Türkiye’de Birarada Yaşamı Savunalım” başlığıyla yer alan, 17 Mayıs 2006 tarihli yazı, bu etkileri inceltilmiş bir biçimde içermektedir.

10. kuruluş yılımızda programımızı ve tüzüğümüzü yeniledik… Emperyalizme ve kapitalizme karşı emek güçlerinin siyasi iktidarını kurma mücadelemizdeki kararlılığımızı ve azmimizi bir kez daha vurguladık… Yeni bir eylem kılavuzu oluşturduk” diye başlayan yazının sonraki bölümlerinde, bu “eylem klavuzu”nun, PKK’den kendisini kalın bir çizgiyle ayırdığı, ve onu, Kürt sorununa karşı pozisyonu bakımından devletle aynı noktada değerlendirdiği dikkati çekmektedir. Şöyle devam ediyor söz konusu yazı: “Bu sorun ne devletin, ne PKK’nın, ne de bölgede hegemonya kavgası sürdüren emperyalistlerin ‘diplomasisine’ terk edilemez. Şimdi çözümsüzlüğü ve beraberinde parçalanmayı yaratan bu seslerin karşısında başka bir sese ihtiyaç var. Kürt sorunu yeni bir aşamaya evrilmiştir. 2005 Newroz’u yeni sürecin miladıdır. Mersin’de Türk bayrağının yakılma girişimi ve sonrasında geliştirilen linç psikolojisi, çatışmaların yeniden başlaması, Şemdinli vakası, Diyarbakır olayları, Şemdinli iddianamesini hazırlayan savcının görevden alınması, sorunun tekrar bir asayiş sorunu olarak değerlendirilmesi, yeni Terörle Mücadele Yasası’nın hazırlanması, TSK’nın sınır ötesi operasyon için sınır bölgelerine asker sevkıyatı, arada verilen küçük muhtıralar ve siyasette ordunun artan rolü ve iktidar ilişkilerindeki kayma, bu sürecin özet görüntüleridir. Bu süreç, yönetenler ve PKK bakımından, karşılıklı olarak birbirini besler hale gelmiş çözümsüzlük siyasetinin geliştiği bir süreçtir. Bu çözümsüzlük siyaseti, özellikle batıda Kürtler’le iç içe yaşanan yerlerde toplumsal çatışmalara yol açacak bir durum yaratmaktadır.

Bu açıklama, genel politik söylemi itibariyle, ÖDP’nin 28 Şubat askeri müdahalesine karşı kullandığı Ne Refahyol, Ne Hazırol” sloganını çağrıştırmaktadır. 28 Şubat’ın zaten hedefe koyduğu bir gücü, demokrasiye karşı 28 Şubat ile aynı kefede bir tehdit konuma yükseltmek, aslında, özünde “Hep hazırol” demekten çok da farklı bir anlama gelmiyordu. Bugün de, “Ne PKK, ne devlet” sloganı etrafında kurulan “Özgür, Eşit, Demokratik bir Türkiye’de Birarada Yaşama” talebi ne kadar inandırıcı olabilir? Devletin “terör” dediği politik hedefe karşı, onunla aynı söylemi kullanarak siyasetteki etki zeminini genişletmeyi hesaplayan ÖDP kurmayları, PKK’yı ortaya çıkaran nedenin Kürt sorununa karşı bugüne kadar izlenen devlet politikalarından bağımsız düşünülemeyeceği gerçeğini böylelikle görmezden gelmiş oluyorlar. Birçok emek ve demokrasi örgütü tarafından çeşitli vesilelerle yapılan, “TMY ile dayatılan sürecin yeni bir 28 Şubat olduğu” açıklamaları ile kıyaslandığında, ÖDP’nin açıklamasının çok daha geri bir anlayışa dayandığı, ve kendisini, bu sürecin yarattığı baskılanmadan ayırmaya çalışan bir eksende şekillendiği dikkati çekmektedir.

Bağımsız bir politik partinin, Kürt sorununa ya da başka bir temel soruna yaklaşımda, kendisini diğer politik parti ve güçlerden ayıran özellikleri dile getirmesinde elbette bir sakınca yok. Ancak, içinden geçilen dönemde, yukarıdan yaratılan baskılanmanın altında ezilen bir propaganda söylemi ile Kürt sorunun çözümü mücadelesinde dik durmak imkansızdır.

Benzer bir anlayış, TOBB, TİSK, Türk-İş, TZOB, TESK, DİSK, İNTES ve Hak-İş başkanlarının 11 Nisan 2006 günü yaptıkları toplantının ardından, Türkiye-AB KİK Eş Başkanı ve DİSK Başkanı Genel Başkanı Süleyman Çelebi’nin, Türkiye-AB KİK adına yaptığı ortak açıklamada da kendisini hissettirmişti. Söz konusu açıklamada, “Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde ve ülkenin genelinde yaşanan bölücü örgütün son terör ve diğer şiddet olaylarının, toplumsal barış ve istikrarın başladığı, AB katılım süreci içinde temel hak ve özgürlüklerin toplumun tamamı için giderek daha fazla iyileştiği ve bölgede geçmişteki terör nedeniyle yaşanan ekonomik sosyal sorunların giderilmesine dönük projelerin uygulandığı bir döneme denk getirildiği” vurgusu yapılmış ve bu vurgunun ardından “sağduyu” çağrısında bulunulmuştu.

Bu açıklamalara kadar gelinen sürecin, geçtiğimiz yıl Mersin’deki Newroz kutlamalarında yaşanan bayrak provokasyonu, çeşitli illerde yaşanan linç girişimleri ve Şemdinli’de ve ardından da birçok yerde patlatılan bombalarla şekillendirildiği son derece açıkken, bu tür yaklaşım, açıklama ve tutumlar; sahipleri olan emek örgütü temsilcilerinin ya da emekten, demokrasiden yana olduğunu iddia eden siyasi partilerin, MGK’nın tehdit belirmeleri ve “güvenlik” kriterlerine eklemlenen bir pozisyona gerilediklerini, her şeyden önce, hem tarihsel hem de sınıfsal bilinçten yoksun olduklarını gösterir.

Son olarak, Cumhuriyet gazetesine üst üste atılan el bombaları ve Danıştay’a silahlı saldırı da, şu ana kadar yeni TMY’ye gerekçe olarak gösterilen “bölücü tehdit”in yanına “irticai tehdidi” de eklemiş, böylelikle emek ve demokrasi güçlerini sisteme yedeklemeye yönelik “güvenlik” gerekçeleri düne göre daha da çoğaltılmıştır. Cumhuriyet’e ve Danıştay’a saldırılarda adı gündeme gelen emekli paşalara dokunulmaması, olayın üstünün, tetikçilerle sınırlı bırakılarak örtülmesi ve bu süreç içinde Kürt sorununa dair tartışmaların da geriletilmesi, TMY ile hedeflenen siyasal düzenin de habercisi niteliğindedir.

Bu baskılanmaya karşılık olarak, 28 Mayıs 2006’da düzenlediği bir basın açıklaması ile “Birarada Yaşamı Savunalım” çağrısı yapmış olması, ÖDP’nin, 28 Şubat’tan bu yana benzer durumlarda izlediği çizginin bir devamı niteliğindedir.

TMY’nin tamamen geri çekilmesi, çetelerin dağıtılması, MGK’nın lağvı, Şemdinli olayının aydınlatılması ve olayda adı geçenlerin yargılanarak hesap sorulması, Kürt sorununun demokratik çözüm olanaklarının önünü açılması için genel siyasi af da dahil olmak üzere gerekli yasal düzenlemelerin yapılması gibi somut talepleri içermeyen bir “Birarada yaşama” talebi, bugün açısından ciddiye alınmayacak kadar “uslu” bir taleptir.

Var olan sınırlı özgürlükleri bile yeni “güvenlik” politikaları ve düzenlemeleriyle ezme girişimleri, “özgürlük” ve “güvenliği” ortalayan bir muhalefetle boşa çıkartılamaz. Sorun, özgür ve demokratik bir ülkede bir arada yaşamayı dinamitleyen, bunun için arka arkaya provokasyonları devreye sokmaktan çekinmeyen “derin” yönetme tarzının tasfiyesidir ve bu da, ancak Türk ve Kürt emekçilerini böyle bir mücadele hattına kazanabilmekle mümkün olabilir. Hedefi ve yönü muğlak olan muhalefet biçimleri, temel sorunlar karşısında çözücü değil, kafa karıştırıcı olacaktır.

Ve aradan geçen 81 yıllık zaman dilimine, bu zamanın biriktirdiği tarihsel deneyime rağmen, aynı hatalara yeniden düşülmesi, bu hataya düşenlerin iflah olmazlıklarını açığa vurmaktadır.

Tarihteki köklerinde saklı olan trajediden ders almayanlar için Marks’ın bir sözünü hatırlatarak noktalayalım: “Tarihte her şey iki defa yaşanır; ilkinde trajedi, ikincisinde komedi olarak.

 

1 Kılıç Ali (1955), İstiklal Mahkemesi Hatıraları, s. 7

2 Nazım Hikmet (1977), Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim, s. 21

3 Mahmut Goloğlu, Devrimler ve Tepkiler 1924-1930, s. 221

4 İlhan Akdere, Zeynep Karadeniz (1996), Türkiye Solu’nun Eleştirel Tarihi, Evrensel Basım Yayın, s. 159

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑