Manisa’nın Soma ilçesinde 13 Mayıs 2014 günü yaşanan ‘maden faciası’, Türkiye Cumhuriyet tarihinin en büyük işçi katliamıydı. Şu ana kadar açıklanan resmi rakamlara göre 301 maden işçisinin yaşamını yitirdiği bu katliam, Türkiye’de neoliberal politikaların baskısıyla gerilere itilen işçi sınıfına dair birçok önemli konuyu yeniden gündemleştirdi.
İŞÇİ CİNAYETLERİ VE TAŞERONLAŞTIRMA
İşçi sağlığı ve iş güvenliğinin hiçe sayıldığı, taşeronlaştırmanın çalışma yaşamının temel politikası haline geldiği bir dönemden geçiyoruz. Bu nedenle, gazetelerde neredeyse her gün çeşitli iş kollarından işçilerin yaşamını yitirdiklerine ilişkin ‘iş kazası’ haberleri yer buluyor. Bu haberler, elbette basın organlarında, hakim neoliberal politikalara göre konumlarına bağlı olarak yer alıyor. Tam da bu nedenle, işçi basınında birinci sayfa haberi olurken, sermaye medyasında çoğu zaman kısa haber olarak yer bulabiliyor.
İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi’nin verilerine göre, bu yılın ilk dört ayında en az 396, Nisan ayında ise en az 115 işçi yaşamını yitirdi. Bunlar, herhangi bir ülkede düşük yoğunluklu olarak devam eden savaş ve çatışmalarda ölenlerle ilgili kayıtlarda rastlanabilecek rakamlardır.
Hükümeti, patronu, yol veren neoliberal ekonomik politikaları meşrulaştıran tutumlarıyla akademinin ve bu politikaları her gün yeniden üreten yayınlarıyla sermaye medyasının kolektif bir cinayeti olan Soma’daki işçi katliamı, işçilerin sağlığı ve can güvenliğini garantiye almaya yönelik en küçük bir maliyetin bile çoktan kapı dışarı edildiğini çok acı bir biçimde gözler önüne serdi.
Soma’da ölümlerin yaşandığı maden ocağının işletmecisi Soma Holding’in sahibi Alp Gürkan, daha önce Türkiye Kömür İşletmeleri’nin (TKİ) 130-140 dolara mal ettiği kömürün tonunu kendilerinin 23.8 dolara mal ettiklerini övünerek açıklarken bunu itiraf etmiş oluyordu. Bunun global ölçekteki anlamının ne olduğunu da bir başka açıklamayla görebiliriz.
Açıklamasında, Merkezi Cenevre’de bulunan IndustriALL Global Union adlı işçi sendikaları konfederasyonunun Genel Sekreter Yardımcısı Kemal Özkan, Türkiye’nin üretim birimi başına işçi ölümlerinde Çin’den daha kötü durumda olduğunu söylüyor. Özkan’ın ifadeleri şöyle: “Milyon ton üretim başına Çin’deki ölüm oranı her yıl 1,27 iken bu rakam Türkiye için 7,22, Amerika için 0,02, bu açıdan bakıldığında Türkiye’nin durumu Çin’den daha kötü.”
140 ülkeden 50 milyon işçiyi temsil eden IndustriALL Global Union (Küresel Sendika Federasyonu), Türkiye’de de aralarında Genel Maden-İş ve Maden İş’in bulunduğu 10’u aşkın sendikayla bağlantılı. IndustriALL Global Union’ın Genel Sekreter Yardımcısı Kemal Özkan, maden kazalarının kader olmaması gerektiğini söyleyerek, bu konuda ILO’nun 176 sayılı maden işçilerinin güvenliğiyle ilgili konvansiyonunu imzalamadığı için Türk Hükümeti’ni eleştirdi. Daha önce hükümete bu konuda talepte bulunduklarını, ancak girişimlerinin sonuçsuz kaldığını anlatan Özkan, “Türkiye’nin bu alandaki yasal ve teknik altyapısı bu tür kazaların sürekli olmasına çok açık, bu yüzden Soma’daki kazayı sürpriz olarak görmüyoruz” diyor.
“Madencilik sektöründeki genel politik hükümet tercihi işçi sağlığı ve iş güvenliği alanındaki yatırımları, kurumları bir maliyet unsuru olarak görüyor. Dolayısıyla işçilerin hayatları üzerinden yatırımcılara bir kaynak aktarma ortamı oluşturuluyor” diyen Özkan, maden işçilerinin işletmeye maliyet oranları konusunda ülkeler arası bir kıyaslama yapmanın mümkün olmadığını, ancak kazançları bakımından Türkiye’deki maden işçilerinin Güney Afrika’dakilerin gerisinde olduğunu söylüyor.
Soma’da ortaya çıkan gerçekler de, Türkiye’nin üretim birimi başına işçi ölümlerinde neden başı çektiğini zaten ortaya koyuyor. Soma katliamının yaşandığı Soma Holding basın toplantısında, şirket yetkilileri, ocakta, işçilerin can güvenliği bakımından yaşamsal önemde olan tek bir yaşam odasının dahi olmadığını itiraf etti. İşçilere dağıtılan gaz maskelerinin son kullanma tarihi geçmiş ve küflenmiş, en ilkel malzemelerden yapılmış Çin malı maskeler olduğu görüntüleriyle basına yansıdı.
SOMA’DA YARIM SAATLİK EĞİTİMLE MADENE İNDİRİLEN İŞÇİ
Soma’da bulunduğumuz süre içinde, ocağa inmek için gerekli olan eğitimi görmediklerini belirten birçok maden işçisine rastladık. Madendeki ilk gününde bu kazaya yakalanan ve kendisinden haber alınamayan işçilerin hikayelerini dinledik yakınlarından.
Soma’daki katliam gibi kazanın gerçekleşmesinin hemen ardından Soma’ya giden ve sonraki süreci de sonuna kadar takip eden Evrensel Gazetesi ve Hayat Televizyonu İzmir Temsilcisi Emini Uyar’ın aktardığına göre, Soma’daki madene servisle götürülen ve Kınık’ta yaşayan işçilerden biri, ocağı inmeden önce sadece yarım saatlik bir ön eğitim aldıklarını ifade ederken, birçok işçi en fazla 3 günlük eğitimlere tabii tutulduklarını, bunun da, böyle ağır bir işkolu açısından hiç gerçekçi olmadığını anlattılar.
Soma’da bizzak tek tek işçilerle ya da madenci yakınlarıyla yaptığımız sohbetlerde edindiğimiz önemli bir izlenim, taşerona karşı ciddi bir tepki olduğuydu. Kendileri ya da yakınları taşeronda çalışanlar, madenleri doğrudan TKİ’nin işlettiği dönemlerde de ölümlerin olduğunu, ancak işçi sağlığı ve iş güvenliği önlemlerinin bu düzeyde ihmal edilmediğini anlattılar. İşçiler, taşeron patronunun kendilerini adeta kömür olarak gördüğünü belirtirken, “Bir köpek kadar değerimiz yok” diyen işçilere rastladık. Ayda ellerine ortalama 1100-1200 lire geçtiğini belirten işçiler, artı olarak 200-300 lira daha alabilmek için de, tüm ay boyunca tek bir gün dahi izin yapmadan çalışmaları gerektiğini söylediler.
Yeni evlenmiş olan ve düğün masrafları için çektiği krediyi ödemek zorunda olduğunu, bu nedenle madene dönmekten başka çaresi olmadığını belirten madenci gibi birçok madenciye rastladık Soma’da.
Belki işçilerin çoğu, taşerondan şikayet ederken, yaşananların “vahşi kapitalizm”den mi kaynaklandığını yoksa kapitalizmin zaten bu vahşeti içinde mi barındırdığını tahlil edecek düzeyde sınıf bilincine sahip değillerdi; ancak kendilerine, sermayenin daha fazla kâr elde etmesi uğruna bir ölüm düzeninin dayatıldığının farkındaydılar. Hükümete karşı, patrona karşı, Soma’ya gelen Başbakan Erdoğan ve bakanlarına karşı gerçekleştirilen eylemlerde kendilerine dayatılan bu ölüm düzenine açık bir isyan vardı. Bu isyanın içinde işçiler “satılık sendika” olarak ifade ettikleri sendikaya, sendika bürokrasisine de tepkilerini ortaya koyarken, kendileriyle birlikte madende yanlarında görmedikleri bir sendikacı tipinden gerçek bir sınıf sendikacısı olamayacağı ve sınıf sendikacılığı yapılamayacağını birçok kez ifade ettiler. Eylemleriyle dile getirdiler.
Soma işçilerinin, işçi ailelerinin ve Somalı gençlerin günler süren öfkesini dizginlemek için çevre illerden çok sayıda çevik kuvvet getirildi.
Soma’nın en acı günlerinde devletin ve Hükümet’in Soma’ya yaklaşımını somut bazı verilerle de destekleyebiliriz.
Başbakanlık Kamu Diplomasisi Koordinatörlüğü (KDK), Soma’ya dair bilgi notu yayınladı.
Bu nota göre; İçişleri Bakanlığı, Soma’da 1125 çevik kuvvet polisi, 25 jandarma arama kurtarma personeli görevlendirdi ve ayrıca Soma’ya 2 TOMA gönderdi.
Sağlık Bakanlığı ise, 405 personel, 6 hava aracı, 28 UMKE aracı ve 62 ambulans ile İçişleri Bakanlığı’nın gerisinde kaldı. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı 272 personel, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı 226 personel görevlendirdi.
Diyanet İşleri Başkanlığı da Soma’ya 428 din görevlisi gönderdi. Her ne kadar bu din görevlilerinin cenaze defin işlemleri için gönderildiği söylense de, Soma maden bölgesine gelerek, işçilere ‘kadere isyan etmemek’ gerektiğini telkin eden sarıklı, cüppeli görevlilere rastladık.
Hükümetin Soma’daki isyanı söndürmek için çevik kuvvet ve jandarma yanında dini ve din görevlilerini devreye sokarken, sağlık görevlisi konusunda o düzeyde bir itina göstermemesi de, bu ölümlere yol veren Hükümet politikalarının bir başka somut göstergesi oldu.
KOLEKTİF BİR CİNAYET
Soma konusunda Hükümet’in ilk tutumu, ölümlerin gerçekleştiği madenin, denetimlerin en üst düzeyde yapıldığı, gerekli önlemlerin alındığı en iyi maden olduğunu propaganda etmek oldu. Başbakan Erdoğan’ın bu ölümlerin madenciliğin “fıtratında olduğunu” söylemeye cüret etmesi ve 2014 Türkiyesi’ne, 1800’lü yıllardan itibaren dünyanın başka ülkelerinde de madenlerde ölümler olduğunu emsal göstermesi refleks tepki olarak irkilticiydi.
Soma’da halk sokaklara dökülüp “Katil Tayyip Soma’ya Hesap Verecek” sloganları atılmaya ve Türkiye’nin pekçok ilinde Soma’ya destek için yapılan eylemlerde Hükümet protesto edilmeye başlandıktan sonra Hükümet ve yandaş takımı ağız değiştirme yoluna gitti. Top tamamen maden şirketine atılır, ‘yandaş medya’ da şirketi suçlarken, Hükümeti tamamen olayın sorumluluğundan kurtarmaya yönelik bir yayıncılık yaptı.
Ancak, Sayıştay raporları da Hükümet’in kendisini sorumluluktan kurtaramayacağını belgeliyor. Soma’da işçi katliamının yaşandığı madenin “rödovans” (kiralama) yöntemi ile değil “taşeronlaştırma” ile işletildiği ortaya çıktı. Hükümetin, “Meclise gelirse duman oluruz” dediği Sayıştay raporlarına göre, katliamın yaşandığı ocakta Türkiye Kömür İşletmeleri ile Soma Kömür İşletmeleri arasında “hizmet alım” sözleşmesi yapılmıştı. Yani bu ocakta, günlerdir söylendiği gibi, rödovans (kiralama) değil, Kamu İhale Kanunu’na göre yapılmış hizmet alım sözleşmesi söz konusuydu.
Sayıştay raporunun yanı sıra, Meclis KİT Komisyonu’nda, TKİ Genel Müdürü Mustafa Aktaş da, madenin ‘rödovans’ değil hizmet alımı yoluyla işletildiğini açıkladı. Bu gerçek, Soma’da 301 işçinin hayatını kaybettiği faciayla ilgili olarak, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız’ın aynı zamanda idari sorumlu olduğunu da ortaya koydu.
Sayıştay’ın asıl işverenin TKİ olduğuna, “alt işveren”le birlikte sorumluğuna dikkat çektiği raporu, gerçek işveren olarak TKİ yönetiminin hem cezai, hem hukuki sorumlulukla karşı karşıya olduğunu gösteriyor. TKİ’nin Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’na bağlı olması, TKİ yöneticileri ile birlikte Yıldız’ın da savcı tarafından soruşturmaya dahil edilmesini zorunlu kılıyor.
Ancak soruşturma sürecinin şu ana kadarki seyri, Bakan Yıldız’ın bu soruşturmaya dahil edilmesi ve dolayısıyla Hükümet’in sorumluluğunun dava konusu yapılabilmesinin ancak ciddi bir toplumsal mücadele ile mümkün olabileceğini gösteriyor. Son olarak 17 Aralık soruşturmasından kendisini kurtarmak için yargıda ciddi düzeyde tasfiyeler gerçekleştiren Hükümet’in, bu olayda da, kendisi yargılama dışı tutmak için her türlü dalavereyi çevireceğini söylemeye gerek bile yok.
Tam da bu nedenle, Soma Davası, sendikaların, sınıf örgütlerinin ciddi bir biçimde takip etmeleri gereken bir davadır.
Soma olayının, sorumluluk halkasının diğer boyutunda ise sendika duruyor. Türk-İş’e bağlı Türkiye Maden İş Sendikası’nın eli de, Soma’daki 301 maden işçisinin katlinde, Hükümet kadar, şirket kadar kanlıdır. İşçilerin “satılmış sendika” diye tepki gösterdikleri sendikanın temsilcilerinin olay karşısındaki tutumları da buna uygun olmuştur. İşçinin yanına gitme cesareti olmayan sendika yöneticileri, telefon ile bağlandıkları ya da konuk oldukları televizyon programlarında Hükümet’i ve maden patronunu karşılarına almamış, bırakalım olması gerekeni, bir “sarı sendikacı”nın klasik tutumunun bile gerisine düşmüşlerdir.
SOMA’NIN AKADEMİDEKİ YANSIMASINA BİR ÖRNEK
Soma’daki katliama yol veren neoliberal ekonomi politikalarının meşrulaştırılması ve inşasında akademinin de rol üstlendiğini yukarıda belirtmiştik. Ancak sınıf mücadelesinin farklı biçimlerde ve araçlarla sürdüğü bir yer olarak akademi, aynı zamanda, böylesi toplumsal olayların yansımasını bulacağı alanlardan da birisidir.
Bu, Soma olayında görülmüştür. Soma’da yaşanan madenci katliamından yaralı kurtulan maden işçisinin “Çizmemi çıkarayım sedye kirlenmesin” sözleri Maltepe Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nin İşletme Dersi’nin sınav sorusu oldu.
Maltepe Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nin İşletme Dersi final sınavını yapan Yardımcı Doç. Dr. Çiğdem Boz, sınav kağıdında, öğrencilerine önce, “Ders kitaplarında anlatılanlarla gerçek hayat arasındaki farkı yeterince anlatmamış olma ihtimalim için beni bağışlayın” dedi.
20 Mayıs günü gerçekleşen sınavın, sınav kağıdında, Yardımcı Doç. Dr. Çiğdem Boz’un şu ifadeleri yer aldı: “Günah listem uzun. İktisat biliminin ortaya çıkması için ‘Homo economicus’un (çıkarını kollayan adam) sahneye çıkmasını beklediğini söylerken, bunun iyi bir şey anlamına geldiğini ima etmiş olma ihtimalim için… Daha ilk günden sizlere iktisadın tanımını yaparken ‘sınırsız ihtiyaçlar’, ‘sınırlı kaynaklar’dan dem vurarak, ihtiyaçların değil, isteklerin sınırsız olduğu kısmının yeteri kadar altını çizmediğim için… Üreticilerin amacının kâr maksimizasyonu olduğunu, bunun da ancak fiyat artışı ya da maliyet düşüşüyle olabileceğini söyleyerek, kârdan daha önemli şeyler olduğunu belirtmediğim için (maliyetleri düşürmek adına maden ocağında, yüzlerce ocak söndürüldü zira)… Tüketicilerin amacının fayda maksimizasyonu olduğunu söyleyip, hayatta kendi çıkarından başka bir şey düşünmeyen bencil bir insan tipi çizerek, arkadaşlarını kurtarmak için duman dolu madene kendini atan insan olasılığını atladığım için… Azalan marjinal fayda kuramından yola çıkarak, kıt olanın değerli, bol olanın değersiz olacağını söyleyip, emek arz eğrisini acımasızca sağa kaydırarak bunun reel ücretleri düşürdüğünü gösterirken, reel ücretin cebindeki parayla alacağı ekmek sayısı anlamına geldiğini atladığım için, (Günlük 30 ekmeklik reel ücreti için yerin dibine girmenin açıklaması emek arzının artması zira)… İktisat politikalarının en önemli amaçlarından birinin üretimi artırmak olduğunu söyleyip, yaşam kalitesini artırmayan iktisadi büyümenin bir anlamı olmadığını yeterince vurgulamadığım için (Daha fazla kömür çıkarabilmek için o kadar ömrün gitmesi gerekmiyordu zira)… Eldeki girdilerden maksimum verimi almaya çalışmanın etkinlik olduğunu söyleyip, etik olmayan bir etkinliğin anlamsız olduğunu yeterince belirtemediğim için… Tam rekabet piyasasının toplumsal refahı maksimize edeceğini söyleyip devletin daha iyi bir patron olabileceği durumları daha net belirtmediğim için (Madenlerin özel sektöre geçmesiyle birlikte iş kazaları artmıştır zira).
Ders kitaplarında anlatılanlarla gerçek hayat arasındaki farkı yeterince anlatmamış olma ihtimalim için beni bağışlayın.”
Sınav kağıdında bu ifadelere yer veren Yardımcı Doç. Dr. Çiğdem Boz’un sorusu ise, “İktisadi adam (Homo economicus) ölümcül bir kaza atlattıktan sonra sedyeyi kirletmemek için ‘Çizmemi çıkarayım mı’ der mi? Ya da bunu diyebilen insanları çoğaltmak için nasıl bir ekonomik sistem önerirdiniz?” oldu. Boz’un hazırladığı sınav kağıdında şu şekilde bir not da yer aldı: “Lütfen not kaygısı gütmeksizin cevabınızı yazınız. Masumiyet sınavını geçememiş biri olarak, kimseyi bırakmaya niyetim yok zira.”
SOSYAL BİLİMLERİ TARTIŞMAYA AÇMAK
Marmara Üniversitesi İktisat Fakültesi Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri Bölümü Öğretim Üyesi Yard. Doç. Dr. Özgür Müftüoğlu da, “İşçi katliamlarında akademinin sorumluluğu” başlığı ile Evrensel’deki köşesinde yazdığı yazıda, üniversitelerin sermaye ile iç içe geçmiş ve sermaye açısından yeniden yapılandırılmış olan haliyle Soma katliamına giden yolda taşları nasıl döşediklerine dikkati çekti: “Soma katliamının ardından İTÜ öğrencilerinin gerçekleştirdiği eylem, akademinin bu durumunu topluma yansıtması bakımından son derece değerlidir. Evet, üniversite-sanayi işbirliği içerisindeki diğer birçok üniversite gibi İTÜ’de de proje karşılığında verdiği bir miktar maddi destek sayesinde sermayenin istekleri, çıkarları ‘bilimsel doğru’ kabul edilerek tüm akademik faaliyetleri yönlendirmektedir. Soma AŞ patronu da yine bu bağlantılar üzerinden Maden Fakültesi yönetiminde yer almış; bir taraftan düzenlenen seminerlerde uyguladığı insanlık dışı üretim sistemini bir başarı hikayesi olarak öğrencilere sunarken; diğer taraftan, ARGE adı altında doğa ve emek sömürüsünü daha fazla arttırması için üniversitenin olanaklarından yararlanmıştır. Bu durum akademik özgürlüklerin sermayeye pazarlanmasının açık bir örneğidir. Akademisyenlerin bu koşullar içinde objektif çalışmalar yapabilmesi, üniversiteden mezun olan mühendislerin sahadaki koşulları işçilerin ve toplumun yararı çerçevesinden sorgulaması, değerlendirmesi neredeyse imkansızdır.
Bugüne kadar gerçekleşmiş ve bundan sonra gerçekleşecek işçi katliamlarında sosyal bilimler (iktisat, hukuk, sosyoloji vs.) alanındaki akademisyenlerin sorumluluğu mühendislik gibi teknik alanlardan çok daha fazladır. Zira işçi katliamlarıyla sonuçlanan üretim sistemini ve toplum düzenini meşrulaştıran, bunun hukuki alt yapısını oluşturanlar sosyal bilimcilerdir.”
Özgür Müftüoğlu’nun sosyal bilimcilerin işçi katliamlarıyla sonuçlanan üretim sistemi ve toplum düzenine dair pozisyonlarını tartışmaya açan yazısı önümüzdeki dönemin çok önemli bir temel noktasını işaret ediyor. Üniversitelerde, tüm neoliberal dayatmalar karşısında emeği savunan ve iktisat politikalarını, çalışma ekonomisini işçi sınıfı ve emekçilerin çıkarları açısından ele alan bilim insanlarının varlığı biliniyor. Türkiye’nin madenlerindeki çalışma düzenini Başbakan Erdoğan’ın dikkat çektiği 1800’lü yıllardaki döneme geri götüren politikalar, hakim neoliberal iktisat politikalarıdır. İşçi sınıfının kazanımlarının bir sonucu olan sosyal politikaların tasfiyesiyle birlikte ‘vahşi kapitalizm’ diye ifade edilen politikalara geri dönüş, işçi sınıfına ve onun safındaki bilim insanlarına yeni sorumluluklar yüklüyor.
Bu çalışma koşulları, 1860’larda, kuzey Fransa’da önemli bir greve neden olmuştu. Emile Zola’nın en iyi eseri ve Fransız edebiyatının da en iyi romanlarından biri olan Germinal, bu muhteşem grevi konu alır. Daha sonra sinemaya da uyarlanmış olan Germinal, sadece güzel bir roman ya da işçi sınıfının bir tarihi deneyimi değildir, aynı zamanda Soma’nın derinliklerinden her an patlayabilecek bir toplumsal cevherdir.
Yakın tarihimizin bir örneği olan Zonguldak Büyük Madenci Grevi ve Yürüyüşü bu açıdan önemli bir örnekti. Soma’daki çalışma koşulları ve ortaya çıkan katliam üzerine işçilerin ve ailelerinin isyanı, Zonguldak’ta madencilerle birlikte yürüyen madenci ailelerini ve tüm Zonguldak’ın ayağa kalkışını hatırlatmıştır.
Ve şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki, Soma’nın maden işçileri iliklerine kadar yaşadıkları ve tepki duydukları taşeronlaştırmanın bir sermaye politikası olarak anlamı ve sermaye Hükümeti’yle bu politikalar arasındaki dolaysız ilişkiyi daha ileriden kavradıkça, bir ‘tecrübe oluşturmayı’ aşan büyük grevlerle de karşılaşabiliriz. O zaman, Soma’nın maden işçilerine “madenciliğin fıtratında var” diye dayatılanlara karşı işçilerin “fıtratında” nelerin olduğunu, içinde yaşadığımız çürümüş, köhne kapitalist düzeni değiştirecek cevherin de onların mücadelesinde, kollarında saklı olduğunu yaşayarak görürüz.
‘SOMA ESKİ SOMA OLMAYACAK’
İlk günden itibaren Soma’da bulunan Evrensel Gazetesi ve Hayat Televizyonu Temsilcisi Emine Uyar, biriktirdiği deneyimler ve edindiği gözlemler ışığında ‘Soma eski Soma olmayacak’ diyor: “Soma’da dükkânların açıldığını, çay bahçelerinde insanların oturduğunu görenler kızıyor, ‘Her şey normale dönüyor’ diyerek. İnsanlar normale dönmek zorunda, ama normale dönmüş değil kimse. Her gittiğimiz yerde sürekli konuşma ihtiyacı hissediyorlar, sürekli bir şeyler anlatıyorlar. Bir nevi terapi… Tıpkı linyit kömürü gibi için için yanıyor Soma.
“301 insan, 301 yaşam bir anda yok oldu.
“Soma bunu unutmayacak, sorumluları unutmayacak. Facianın meydana geldiği günün ertesinde, Hükümet’in en tepesindekilerden yediği tehdidi, tokadı, tekmeyi unutmayacak. Soma eski Soma olmayacak.”
İŞÇİ DENETİMİ VE MÜCADELESİ
Soma’daki madenci katliamının ortaya koyduğu bir başka temel gerçek de, işçi sağlığı ve iş güvenliği açısından işçi denetiminin zorunluluğudur. Madenlerde ve risk koşulları bulunan tüm işkollarında işçilerin, sendikaların işyeri temsilcilerinin, TTB ve TMMOB temsilcilerinin, akademiden temsilcilerin yer aldığı komisyonlar olmalıdır.
İşçi sağlığı ve iş güvenliğiyle ilgili, buna ek olarak, taşeronlaştırmaya dair ilginin önceki yıllara kıyasla arttığını söyleyebiliriz. İşçi sağlığı ve iş güvenliği koşullarını takip eden, gerçekleşen iş cinayetleriyle ilgili kamuoyunu bilgilendiren yapılar var. Taşeronlaştırma, çalışma yaşamına ve örgütlenme sorunlarına dair tartışmaların odağına düne göre daha fazla girmiş durumda.
Soma’da yaşanan Cumhuriyet tarihinin en büyük işçi katliamı artık bu gündemleri, sınıfın, sınıf politikası ve örgütlenmesinin en önüne koymuştur. Çalışma alanlarının, sınıf mücadelesi anlayışıyla yenilenmiş sendikalar aracılığıyla denetlenmesi, neoliberal politikaların geriletilerek, toplumsal bilimleri düne göre daha ileri bir noktadan tartışmaya açmak ve kendisini toplumun hizmetine sunan emek eksenli bir bilim anlayışını hakim kılmaya çalışmak önümüzdeki dönemin en yaşamsal gündemleri arasında bulunuyor.
Sınıfın partisi, tüm bu çalışmaların ve mücadelelerin birleştirilmesinin yegane teminatıdır.