Soma katliamı, suç ortakları ve işçi sınıfı mücadelesi

Manisa’nın Soma ilçesinde 13 Mayıs 2014 günü yaşanan ‘maden faciası’, Türkiye Cumhuriyet tarihinin en büyük işçi katliamıydı. Şu ana kadar açıklanan resmi rakamlara göre 301 maden işçisinin yaşamını yitirdiği bu katliam, Türkiye’de neoliberal politikaların baskısıyla gerilere itilen işçi sınıfına dair birçok önemli konuyu yeniden gündemleştirdi.

İŞÇİ CİNAYETLERİ VE TAŞERONLAŞTIRMA

İşçi sağlığı ve iş güvenliğinin hiçe sayıldığı, taşeronlaştırmanın çalışma yaşamının temel politikası haline geldiği bir dönemden geçiyoruz. Bu nedenle, gazetelerde neredeyse her gün çeşitli iş kollarından işçilerin yaşamını yitirdiklerine ilişkin ‘iş kazası’ haberleri yer buluyor. Bu haberler, elbette basın organlarında, hakim neoliberal politikalara göre konumlarına bağlı olarak yer alıyor. Tam da bu nedenle, işçi basınında birinci sayfa haberi olurken, sermaye medyasında çoğu zaman kısa haber olarak yer bulabiliyor.

İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi’nin verilerine göre, bu yılın ilk dört ayında en az 396, Nisan ayında ise en az 115 işçi yaşamını yitirdi. Bunlar, herhangi bir ülkede düşük yoğunluklu olarak devam eden savaş ve çatışmalarda ölenlerle ilgili kayıtlarda rastlanabilecek rakamlardır.

Hükümeti, patronu, yol veren neoliberal ekonomik politikaları meşrulaştıran tutumlarıyla akademinin ve bu politikaları her gün yeniden üreten yayınlarıyla sermaye medyasının kolektif bir cinayeti olan Soma’daki işçi katliamı, işçilerin sağlığı ve can güvenliğini garantiye almaya yönelik en küçük bir maliyetin bile çoktan kapı dışarı edildiğini çok acı bir biçimde gözler önüne serdi.

Soma’da ölümlerin yaşandığı maden ocağının işletmecisi Soma Holding’in sahibi Alp Gürkan, daha önce Türkiye Kömür İşletmeleri’nin (TKİ) 130-140 dolara mal ettiği kömürün tonunu kendilerinin 23.8 dolara mal ettiklerini övünerek açıklarken bunu itiraf etmiş oluyordu. Bunun global ölçekteki anlamının ne olduğunu da bir başka açıklamayla görebiliriz.

Açıklamasında, Merkezi Cenevre’de bulunan IndustriALL Global Union adlı işçi sendikaları konfederasyonunun Genel Sekreter Yardımcısı Kemal Özkan, Türkiye’nin üretim birimi başına işçi ölümlerinde Çin’den daha kötü durumda olduğunu söylüyor. Özkan’ın ifadeleri şöyle: “Milyon ton üretim başına Çin’deki ölüm oranı her yıl 1,27 iken bu rakam Türkiye için 7,22, Amerika için 0,02, bu açıdan bakıldığında Türkiye’nin durumu Çin’den daha kötü.”

140 ülkeden 50 milyon işçiyi temsil eden IndustriALL Global Union (Küresel Sendika Federasyonu), Türkiye’de de aralarında Genel Maden-İş ve Maden İş’in bulunduğu 10’u aşkın sendikayla bağlantılı. IndustriALL Global Union’ın Genel Sekreter Yardımcısı Kemal Özkan, maden kazalarının kader olmaması gerektiğini söyleyerek, bu konuda ILO’nun 176 sayılı maden işçilerinin güvenliğiyle ilgili konvansiyonunu imzalamadığı için Türk Hükümeti’ni eleştirdi. Daha önce hükümete bu konuda talepte bulunduklarını, ancak girişimlerinin sonuçsuz kaldığını anlatan Özkan, “Türkiye’nin bu alandaki yasal ve teknik altyapısı bu tür kazaların sürekli olmasına çok açık, bu yüzden Soma’daki kazayı sürpriz olarak görmüyoruz” diyor.

“Madencilik sektöründeki genel politik hükümet tercihi işçi sağlığı ve iş güvenliği alanındaki yatırımları, kurumları bir maliyet unsuru olarak görüyor. Dolayısıyla işçilerin hayatları üzerinden yatırımcılara bir kaynak aktarma ortamı oluşturuluyor” diyen Özkan, maden işçilerinin işletmeye maliyet oranları konusunda ülkeler arası bir kıyaslama yapmanın mümkün olmadığını, ancak kazançları bakımından Türkiye’deki maden işçilerinin Güney Afrika’dakilerin gerisinde olduğunu söylüyor.

Soma’da ortaya çıkan gerçekler de, Türkiye’nin üretim birimi başına işçi ölümlerinde neden başı çektiğini zaten ortaya koyuyor. Soma katliamının yaşandığı Soma Holding basın toplantısında, şirket yetkilileri, ocakta, işçilerin can güvenliği bakımından yaşamsal önemde olan tek bir yaşam odasının dahi olmadığını itiraf etti. İşçilere dağıtılan gaz maskelerinin son kullanma tarihi geçmiş ve küflenmiş, en ilkel malzemelerden yapılmış Çin malı maskeler olduğu görüntüleriyle basına yansıdı.

SOMA’DA YARIM SAATLİK EĞİTİMLE MADENE İNDİRİLEN İŞÇİ

Soma’da bulunduğumuz süre içinde, ocağa inmek için gerekli olan eğitimi görmediklerini belirten birçok maden işçisine rastladık. Madendeki ilk gününde bu kazaya yakalanan ve kendisinden haber alınamayan işçilerin hikayelerini dinledik yakınlarından.

Soma’daki katliam gibi kazanın gerçekleşmesinin hemen ardından Soma’ya giden ve sonraki süreci de sonuna kadar takip eden Evrensel Gazetesi ve Hayat Televizyonu İzmir Temsilcisi Emini Uyar’ın aktardığına göre, Soma’daki madene servisle götürülen ve Kınık’ta yaşayan işçilerden biri, ocağı inmeden önce sadece yarım saatlik bir ön eğitim aldıklarını ifade ederken, birçok işçi en fazla 3 günlük eğitimlere tabii tutulduklarını, bunun da, böyle ağır bir işkolu açısından hiç gerçekçi olmadığını anlattılar.

Soma’da bizzak tek tek işçilerle ya da madenci yakınlarıyla yaptığımız sohbetlerde edindiğimiz önemli bir izlenim, taşerona karşı ciddi bir tepki olduğuydu. Kendileri ya da yakınları taşeronda çalışanlar, madenleri doğrudan TKİ’nin işlettiği dönemlerde de ölümlerin olduğunu, ancak işçi sağlığı ve iş güvenliği önlemlerinin bu düzeyde ihmal edilmediğini anlattılar. İşçiler, taşeron patronunun kendilerini adeta kömür olarak gördüğünü belirtirken, “Bir köpek kadar değerimiz yok” diyen işçilere rastladık. Ayda ellerine ortalama 1100-1200 lire geçtiğini belirten işçiler, artı olarak 200-300 lira daha alabilmek için de, tüm ay boyunca tek bir gün dahi izin yapmadan çalışmaları gerektiğini söylediler.

Yeni evlenmiş olan ve düğün masrafları için çektiği krediyi ödemek zorunda olduğunu, bu nedenle madene dönmekten başka çaresi olmadığını belirten madenci gibi birçok madenciye rastladık Soma’da.

Belki işçilerin çoğu, taşerondan şikayet ederken, yaşananların “vahşi kapitalizm”den mi kaynaklandığını yoksa kapitalizmin zaten bu vahşeti içinde mi barındırdığını tahlil edecek düzeyde sınıf bilincine sahip değillerdi; ancak kendilerine, sermayenin daha fazla kâr elde etmesi uğruna bir ölüm düzeninin dayatıldığının farkındaydılar. Hükümete karşı, patrona karşı, Soma’ya gelen Başbakan Erdoğan ve bakanlarına karşı gerçekleştirilen eylemlerde kendilerine dayatılan bu ölüm düzenine açık bir isyan vardı. Bu isyanın içinde işçiler “satılık sendika” olarak ifade ettikleri sendikaya, sendika bürokrasisine de tepkilerini ortaya koyarken, kendileriyle birlikte madende yanlarında görmedikleri bir sendikacı tipinden gerçek bir sınıf sendikacısı olamayacağı ve sınıf sendikacılığı yapılamayacağını birçok kez ifade ettiler. Eylemleriyle dile getirdiler.

Soma işçilerinin, işçi ailelerinin ve Somalı gençlerin günler süren öfkesini dizginlemek için çevre illerden çok sayıda çevik kuvvet getirildi.

Soma’nın en acı günlerinde devletin ve Hükümet’in Soma’ya yaklaşımını somut bazı verilerle de destekleyebiliriz.

Başbakanlık Kamu Diplomasisi Koordinatörlüğü (KDK), Soma’ya dair bilgi notu yayınladı.

Bu nota göre; İçişleri Bakanlığı, Soma’da 1125 çevik kuvvet polisi, 25 jandarma arama kurtarma personeli görevlendirdi ve ayrıca Soma’ya 2 TOMA gönderdi.

Sağlık Bakanlığı ise, 405 personel, 6 hava aracı, 28 UMKE aracı ve 62 ambulans ile İçişleri Bakanlığı’nın gerisinde kaldı. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı 272 personel, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı 226 personel görevlendirdi.

Diyanet İşleri Başkanlığı da Soma’ya 428 din görevlisi gönderdi. Her ne kadar bu din görevlilerinin cenaze defin işlemleri için gönderildiği söylense de, Soma maden bölgesine gelerek, işçilere ‘kadere isyan etmemek’ gerektiğini telkin eden sarıklı, cüppeli görevlilere rastladık.

Hükümetin Soma’daki isyanı söndürmek için çevik kuvvet ve jandarma yanında dini ve din görevlilerini devreye sokarken, sağlık görevlisi konusunda o düzeyde bir itina göstermemesi de, bu ölümlere yol veren Hükümet politikalarının bir başka somut göstergesi oldu.

KOLEKTİF BİR CİNAYET

Soma konusunda Hükümet’in ilk tutumu, ölümlerin gerçekleştiği madenin, denetimlerin en üst düzeyde yapıldığı, gerekli önlemlerin alındığı en iyi maden olduğunu propaganda etmek oldu. Başbakan Erdoğan’ın bu ölümlerin madenciliğin “fıtratında olduğunu” söylemeye cüret etmesi ve 2014 Türkiyesi’ne, 1800’lü yıllardan itibaren dünyanın başka ülkelerinde de madenlerde ölümler olduğunu emsal göstermesi refleks tepki olarak irkilticiydi.

Soma’da halk sokaklara dökülüp “Katil Tayyip Soma’ya Hesap Verecek” sloganları atılmaya ve Türkiye’nin pekçok ilinde Soma’ya destek için yapılan eylemlerde Hükümet protesto edilmeye başlandıktan sonra Hükümet ve yandaş takımı ağız değiştirme yoluna gitti. Top tamamen maden şirketine atılır, ‘yandaş medya’ da şirketi suçlarken, Hükümeti tamamen olayın sorumluluğundan kurtarmaya yönelik bir yayıncılık yaptı.

Ancak, Sayıştay raporları da Hükümet’in kendisini sorumluluktan kurtaramayacağını belgeliyor. Soma’da işçi katliamının yaşandığı madenin “rödovans” (kiralama) yöntemi ile değil “taşeronlaştırma” ile işletildiği ortaya çıktı. Hükümetin, “Meclise gelirse duman oluruz” dediği Sayıştay raporlarına göre, katliamın yaşandığı ocakta Türkiye Kömür İşletmeleri ile Soma Kömür İşletmeleri arasında “hizmet alım” sözleşmesi yapılmıştı. Yani bu ocakta, günlerdir söylendiği gibi, rödovans (kiralama) değil, Kamu İhale Kanunu’na göre yapılmış hizmet alım sözleşmesi söz konusuydu.

Sayıştay raporunun yanı sıra, Meclis KİT Komisyonu’nda, TKİ Genel Müdürü Mustafa Aktaş da, madenin ‘rödovans’ değil hizmet alımı yoluyla işletildiğini açıkladı. Bu gerçek, Soma’da 301 işçinin hayatını kaybettiği faciayla ilgili olarak, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız’ın aynı zamanda idari sorumlu olduğunu da ortaya koydu.

Sayıştay’ın asıl işverenin TKİ olduğuna, “alt işveren”le birlikte sorumluğuna dikkat çektiği raporu, gerçek işveren olarak TKİ yönetiminin hem cezai, hem hukuki sorumlulukla karşı karşıya olduğunu gösteriyor. TKİ’nin Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’na bağlı olması, TKİ yöneticileri ile birlikte Yıldız’ın da savcı tarafından soruşturmaya dahil edilmesini zorunlu kılıyor.

Ancak soruşturma sürecinin şu ana kadarki seyri, Bakan Yıldız’ın bu soruşturmaya dahil edilmesi ve dolayısıyla Hükümet’in sorumluluğunun dava konusu yapılabilmesinin ancak ciddi bir toplumsal mücadele ile mümkün olabileceğini gösteriyor. Son olarak 17 Aralık soruşturmasından kendisini kurtarmak için yargıda ciddi düzeyde tasfiyeler gerçekleştiren Hükümet’in, bu olayda da, kendisi yargılama dışı tutmak için her türlü dalavereyi çevireceğini söylemeye gerek bile yok.

Tam da bu nedenle, Soma Davası, sendikaların, sınıf örgütlerinin ciddi bir biçimde takip etmeleri gereken bir davadır.

Soma olayının, sorumluluk halkasının diğer boyutunda ise sendika duruyor. Türk-İş’e bağlı Türkiye Maden İş Sendikası’nın eli de, Soma’daki 301 maden işçisinin katlinde, Hükümet kadar, şirket kadar kanlıdır. İşçilerin “satılmış sendika” diye tepki gösterdikleri sendikanın temsilcilerinin olay karşısındaki tutumları da buna uygun olmuştur. İşçinin yanına gitme cesareti olmayan sendika yöneticileri, telefon ile bağlandıkları ya da konuk oldukları televizyon programlarında Hükümet’i ve maden patronunu karşılarına almamış, bırakalım olması gerekeni, bir “sarı sendikacı”nın klasik tutumunun bile gerisine düşmüşlerdir.

SOMA’NIN AKADEMİDEKİ YANSIMASINA BİR ÖRNEK

Soma’daki katliama yol veren neoliberal ekonomi politikalarının meşrulaştırılması ve inşasında akademinin de rol üstlendiğini yukarıda belirtmiştik. Ancak sınıf mücadelesinin farklı biçimlerde ve araçlarla sürdüğü bir yer olarak akademi, aynı zamanda, böylesi toplumsal olayların yansımasını bulacağı alanlardan da birisidir.

Bu, Soma olayında görülmüştür. Soma’da yaşanan madenci katliamından yaralı kurtulan maden işçisinin “Çizmemi çıkarayım sedye kirlenmesin” sözleri Maltepe Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nin İşletme Dersi’nin sınav sorusu oldu.

Maltepe Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nin İşletme Dersi final sınavını yapan Yardımcı Doç. Dr. Çiğdem Boz, sınav kağıdında, öğrencilerine önce, “Ders kitaplarında anlatılanlarla gerçek hayat arasındaki farkı yeterince anlatmamış olma ihtimalim için beni bağışlayın” dedi.

20 Mayıs günü gerçekleşen sınavın, sınav kağıdında, Yardımcı Doç. Dr. Çiğdem Boz’un şu ifadeleri yer aldı: “Günah listem uzun. İktisat biliminin ortaya çıkması için ‘Homo economicus’un (çıkarını kollayan adam) sahneye çıkmasını beklediğini söylerken, bunun iyi bir şey anlamına geldiğini ima etmiş olma ihtimalim için… Daha ilk günden sizlere iktisadın tanımını yaparken ‘sınırsız ihtiyaçlar’, ‘sınırlı kaynaklar’dan dem vurarak, ihtiyaçların değil, isteklerin sınırsız olduğu kısmının yeteri kadar altını çizmediğim için… Üreticilerin amacının kâr maksimizasyonu olduğunu, bunun da ancak fiyat artışı ya da maliyet düşüşüyle olabileceğini söyleyerek, kârdan daha önemli şeyler olduğunu belirtmediğim için (maliyetleri düşürmek adına maden ocağında, yüzlerce ocak söndürüldü zira)… Tüketicilerin amacının fayda maksimizasyonu olduğunu söyleyip, hayatta kendi çıkarından başka bir şey düşünmeyen bencil bir insan tipi çizerek, arkadaşlarını kurtarmak için duman dolu madene kendini atan insan olasılığını atladığım için… Azalan marjinal fayda kuramından yola çıkarak, kıt olanın değerli, bol olanın değersiz olacağını söyleyip, emek arz eğrisini acımasızca sağa kaydırarak bunun reel ücretleri düşürdüğünü gösterirken, reel ücretin cebindeki parayla alacağı ekmek sayısı anlamına geldiğini atladığım için, (Günlük 30 ekmeklik reel ücreti için yerin dibine girmenin açıklaması emek arzının artması zira)… İktisat politikalarının en önemli amaçlarından birinin üretimi artırmak olduğunu söyleyip, yaşam kalitesini artırmayan iktisadi büyümenin bir anlamı olmadığını yeterince vurgulamadığım için (Daha fazla kömür çıkarabilmek için o kadar ömrün gitmesi gerekmiyordu zira)… Eldeki girdilerden maksimum verimi almaya çalışmanın etkinlik olduğunu söyleyip, etik olmayan bir etkinliğin anlamsız olduğunu yeterince belirtemediğim için… Tam rekabet piyasasının toplumsal refahı maksimize edeceğini söyleyip devletin daha iyi bir patron olabileceği durumları daha net belirtmediğim için (Madenlerin özel sektöre geçmesiyle birlikte iş kazaları artmıştır zira).

Ders kitaplarında anlatılanlarla gerçek hayat arasındaki farkı yeterince anlatmamış olma ihtimalim için beni bağışlayın.”

Sınav kağıdında bu ifadelere yer veren Yardımcı Doç. Dr. Çiğdem Boz’un sorusu ise, “İktisadi adam (Homo economicus) ölümcül bir kaza atlattıktan sonra sedyeyi kirletmemek için ‘Çizmemi çıkarayım mı’ der mi? Ya da bunu diyebilen insanları çoğaltmak için nasıl bir ekonomik sistem önerirdiniz?” oldu. Boz’un hazırladığı sınav kağıdında şu şekilde bir not da yer aldı: “Lütfen not kaygısı gütmeksizin cevabınızı yazınız. Masumiyet sınavını geçememiş biri olarak, kimseyi bırakmaya niyetim yok zira.”

SOSYAL BİLİMLERİ TARTIŞMAYA AÇMAK

Marmara Üniversitesi İktisat Fakültesi Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri Bölümü Öğretim Üyesi Yard. Doç. Dr. Özgür Müftüoğlu da, “İşçi katliamlarında akademinin sorumluluğu” başlığı ile Evrensel’deki köşesinde yazdığı yazıda, üniversitelerin sermaye ile iç içe geçmiş ve sermaye açısından yeniden yapılandırılmış olan haliyle Soma katliamına giden yolda taşları nasıl döşediklerine dikkati çekti: “Soma katliamının ardından İTÜ öğrencilerinin gerçekleştirdiği eylem, akademinin bu durumunu topluma yansıtması bakımından son derece değerlidir. Evet, üniversite-sanayi işbirliği içerisindeki diğer birçok üniversite gibi İTÜ’de de proje karşılığında verdiği bir miktar maddi destek sayesinde sermayenin istekleri, çıkarları ‘bilimsel doğru’ kabul edilerek tüm akademik faaliyetleri yönlendirmektedir. Soma AŞ patronu da yine bu bağlantılar üzerinden Maden Fakültesi yönetiminde yer almış; bir taraftan düzenlenen seminerlerde uyguladığı insanlık dışı üretim sistemini bir başarı hikayesi olarak öğrencilere sunarken; diğer taraftan, ARGE adı altında doğa ve emek sömürüsünü daha fazla arttırması için üniversitenin olanaklarından yararlanmıştır. Bu durum akademik özgürlüklerin sermayeye pazarlanmasının açık bir örneğidir. Akademisyenlerin bu koşullar içinde objektif çalışmalar yapabilmesi, üniversiteden mezun olan mühendislerin sahadaki koşulları işçilerin ve toplumun yararı çerçevesinden sorgulaması, değerlendirmesi neredeyse imkansızdır.

Bugüne kadar gerçekleşmiş ve bundan sonra gerçekleşecek işçi katliamlarında sosyal bilimler (iktisat, hukuk, sosyoloji vs.) alanındaki akademisyenlerin sorumluluğu mühendislik gibi teknik alanlardan çok daha fazladır. Zira işçi katliamlarıyla sonuçlanan üretim sistemini ve toplum düzenini meşrulaştıran, bunun hukuki alt yapısını oluşturanlar sosyal bilimcilerdir.”

Özgür Müftüoğlu’nun sosyal bilimcilerin işçi katliamlarıyla sonuçlanan üretim sistemi ve toplum düzenine dair pozisyonlarını tartışmaya açan yazısı önümüzdeki dönemin çok önemli bir temel noktasını işaret ediyor. Üniversitelerde, tüm neoliberal dayatmalar karşısında emeği savunan ve iktisat politikalarını, çalışma ekonomisini işçi sınıfı ve emekçilerin çıkarları açısından ele alan bilim insanlarının varlığı biliniyor. Türkiye’nin madenlerindeki çalışma düzenini Başbakan Erdoğan’ın dikkat çektiği 1800’lü yıllardaki döneme geri götüren politikalar, hakim neoliberal iktisat politikalarıdır. İşçi sınıfının kazanımlarının bir sonucu olan sosyal politikaların tasfiyesiyle birlikte ‘vahşi kapitalizm’ diye ifade edilen politikalara geri dönüş, işçi sınıfına ve onun safındaki bilim insanlarına yeni sorumluluklar yüklüyor.

Bu çalışma koşulları, 1860’larda, kuzey Fransa’da önemli bir greve neden olmuştu. Emile Zola’nın en iyi eseri ve Fransız edebiyatının da en iyi romanlarından biri olan Germinal, bu muhteşem grevi konu alır. Daha sonra sinemaya da uyarlanmış olan Germinal, sadece güzel bir roman ya da işçi sınıfının bir tarihi deneyimi değildir, aynı zamanda Soma’nın derinliklerinden her an patlayabilecek bir toplumsal cevherdir.

Yakın tarihimizin bir örneği olan Zonguldak Büyük Madenci Grevi ve Yürüyüşü bu açıdan önemli bir örnekti. Soma’daki çalışma koşulları ve ortaya çıkan katliam üzerine işçilerin ve ailelerinin isyanı, Zonguldak’ta madencilerle birlikte yürüyen madenci ailelerini ve tüm Zonguldak’ın ayağa kalkışını hatırlatmıştır.

Ve şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki, Soma’nın maden işçileri iliklerine kadar yaşadıkları ve tepki duydukları taşeronlaştırmanın bir sermaye politikası olarak anlamı ve sermaye Hükümeti’yle bu politikalar arasındaki dolaysız ilişkiyi daha ileriden kavradıkça, bir ‘tecrübe oluşturmayı’ aşan büyük grevlerle de karşılaşabiliriz. O zaman, Soma’nın maden işçilerine “madenciliğin fıtratında var” diye dayatılanlara karşı işçilerin “fıtratında” nelerin olduğunu, içinde yaşadığımız çürümüş, köhne kapitalist düzeni değiştirecek cevherin de onların mücadelesinde, kollarında saklı olduğunu yaşayarak görürüz.

‘SOMA ESKİ SOMA OLMAYACAK’

İlk günden itibaren Soma’da bulunan Evrensel Gazetesi ve Hayat Televizyonu Temsilcisi Emine Uyar, biriktirdiği deneyimler ve edindiği gözlemler ışığında ‘Soma eski Soma olmayacak’ diyor: “Soma’da dükkânların açıldığını, çay bahçelerinde insanların oturduğunu görenler kızıyor, ‘Her şey normale dönüyor’ diyerek. İnsanlar normale dönmek zorunda, ama normale dönmüş değil kimse. Her gittiğimiz yerde sürekli konuşma ihtiyacı hissediyorlar, sürekli bir şeyler anlatıyorlar. Bir nevi terapi… Tıpkı linyit kömürü gibi için için yanıyor Soma.

“301 insan, 301 yaşam bir anda yok oldu.

“Soma bunu unutmayacak, sorumluları unutmayacak. Facianın meydana geldiği günün ertesinde, Hükümet’in en tepesindekilerden yediği tehdidi, tokadı, tekmeyi unutmayacak. Soma eski Soma olmayacak.”

İŞÇİ DENETİMİ VE MÜCADELESİ

Soma’daki madenci katliamının ortaya koyduğu bir başka temel gerçek de, işçi sağlığı ve iş güvenliği açısından işçi denetiminin zorunluluğudur. Madenlerde ve risk koşulları bulunan tüm işkollarında işçilerin, sendikaların işyeri temsilcilerinin, TTB ve TMMOB temsilcilerinin, akademiden temsilcilerin yer aldığı komisyonlar olmalıdır.

İşçi sağlığı ve iş güvenliğiyle ilgili, buna ek olarak, taşeronlaştırmaya dair ilginin önceki yıllara kıyasla arttığını söyleyebiliriz. İşçi sağlığı ve iş güvenliği koşullarını takip eden, gerçekleşen iş cinayetleriyle ilgili kamuoyunu bilgilendiren yapılar var. Taşeronlaştırma, çalışma yaşamına ve örgütlenme sorunlarına dair tartışmaların odağına düne göre daha fazla girmiş durumda.

Soma’da yaşanan Cumhuriyet tarihinin en büyük işçi katliamı artık bu gündemleri, sınıfın, sınıf politikası ve örgütlenmesinin en önüne koymuştur. Çalışma alanlarının, sınıf mücadelesi anlayışıyla yenilenmiş sendikalar aracılığıyla denetlenmesi, neoliberal politikaların geriletilerek, toplumsal bilimleri düne göre daha ileri bir noktadan tartışmaya açmak ve kendisini toplumun hizmetine sunan emek eksenli bir bilim anlayışını hakim kılmaya çalışmak önümüzdeki dönemin en yaşamsal gündemleri arasında bulunuyor.

Sınıfın partisi, tüm bu çalışmaların ve mücadelelerin birleştirilmesinin yegane teminatıdır.

ABD, TSK’yı yeniden yapılandırıyor

12 Eylül askeri darbesini dönemin ABD Başkanı J. Carter’a duyuran Paul Henze’ın “Bizim çocuklar işi becerdi” anlamına gelen “Our boys have done it” biçimindeki sözleri, TSK ile ABD arasındaki ilişkinin niteliğini özetleyen en çarpıcı ifadelerden biriydi. Amerika’nın, kendisine sadakatinden şüphe etmediği Süleyman Demirel gibi siyasetçilerin devrilmesini bile onaylarken, Türkiye’de orduyu kendi stratejik çıkarları bakımından temel düzenleyici aygıt olarak gördüğü biliniyor.
Amerikan çıkarlarına bağlanan 24 Ocak türünden ekonomik programların yeniden hayata sokulacağı “istikrar” ortamı, ABD destekli cuntanın yönettiği baskı ortamında gerçekleşti.
Dahası, TSK-ABD ilişkileri, Türkiye’de orduya dayanarak politika yapan çevrelerin bütün iddialarını boşa düşürecek örneklerle de doludur. Örneğin, İP tarafından Anti-Amerikancı Kemalist bir darbe olarak desteklenen 28 Şubat müdahalesinin Genelkurmay Başkanı Orgeneral İsmail Hakkı Karadayı, 1998 Temmuzu’nda “üstün hizmetleri” dolayısıyla ABD Genelkurmay Başkanı Hendry Shelton’dan üstün liyakat nişanı almıştı.
Karadayı’ya verilen “U.S. Legion of Merit” nişanının “Degree of Commander” “Kumandan Derecesi” adını taşıdığı belirtiliyordu. Bu nişanın ABD Genelkurmay Başkanlığı’nca ancak “müstesna-takdire şayan” davranışları tespit edilen kişilere verilebilen en yüksek paye olduğu açıklandı.
Karadayı ABD’den ilk defa madalya alıyor değildi. 1995 yılında dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Sullivan’ın elinden daha düşük dereceli bir liyakat nişanı almıştı. Ve ABD’den liyakat madalyası alan ilk genelkurmay başkanı da değildi.
1987 yılında da, dönemin Genelkurmay Başkanı Necip Torumtay’a, ABD’nin o dönemki Genelkurmay Başkanı William Crowe tarafından nişan takıldı.
Ve bu madalya, son olarak geçen yıl, dönemin Genelkurmay Başkanı John M. Shalikashvili tarafından İsrail eski Genelkurmay Başkanı Amnon Şahak’a verildi.
Şimdiye kadar dünyada çok sayıda yabancı askeri lidere sunulan bu nişanı İngiltere ve Avustralya gibi bazı ülkeler kabul etmiyor.

ABD’NİN KAFAKOL PROGRAMI
Bu nişanların Amerikalılar açısından ne anlama geldiği konusunda bir fikir vermesi ve ABD’nin TSK’nın üst düzey subaylarına karşı yaklaşımını göstermesi bakımından, 2000 yılında Bilderberg toplantısına katılmış “derin” bir gazeteci olan Hürriyet’in Ankara temsilcisi Sedat Ergin’in imzası ile 21 Nisan 1989 günü Hürriyet gazetesinde 8 sütuna yayınlanmış bir manşet haberi hatırlamakta yarar var: “ABD’nin kafakol programı”
Haberin üst başlığı ise şöyleydi: “ABD subay eğitme bahanesiyle, dost ülkelerin gelecekteki yöneticilerini kendi saflarına çekiyor”. Haberin spotunda ise şu ifadeler yer almıştı: “ABD Genelkurmay Başkanı Oramiral William Crowe, Kongre’de yaptığı açıklamada, müttefik ülke subaylarına, Amerika’da eğitim görmeleri için verilen bursların amacını, ‘Bu ülkelerin orduları, askeri ve siyasi lider kadrolarının üzerinde etki sağlama’ olarak açıkladı. ABD’nin askeri burs verdiği ülkeler arasında Türkiye liste başında. Burslardan yararlanan Türk subaylarının sayısı ise 4 bin 461”. Haberin içinde ise, 1950 yılından 1987 yılı sonuna kadar geçen 37 yıl içinde, ABD’nin Türk subaylarının Amerika’da eğitim ve talimleri için toplam 133 milyon dolar harcadığı belirtiliyordu. Manşet haberin devam eden bölümlerinde Senatör Nunn’un şu sözlerine yer veriliyordu: “Pek çok ülkede ordu, politikanın içinde olmasa bile, kimin siyasi lider olacağı ve ne kadar görevde kalacağı konusunda çok büyük etkiye sahip bulunmaktadır.”
Pentagon’un raporundaki şu ifadeler de dikkat çekiciydi: “IMET (Uluslararası Askeri Eğitim ve Talim) programı diğer ülkelerin askeri ve sivil liderlerine gelecekte yaklaşabilmek bakımından da önemli imkânlar sağlamaktadır. ABD’de eğitim görmeleri için seçilen öğrencilerin çoğu zaten üst kademe askeri lider olma özelliğine sahip subaylardır. Bu programda ABD’de eğitim gören askeri liderler, geçmişte olduğu gibi gelecekte de ülkelerinde önemli görevler üstleneceklerdir. Örneğin bugün dünyada bakan, büyükelçi, kuvvet komutanı ve askeri okul komutanı pozisyonlarında IMET eğitimi görmüş 1500 kişi vardır. IMET, uzun vadeli bir yatırım olarak çok değerli bir güvenlik yardımı aracıdır ve ABD’ye sayısız yararlar sağlamaktadır.”

1800’LERDE BAŞLAYAN İLİŞKİLER 2.DÜNYA SAVAŞI’NIN ARDINDAN BİR BAĞIMLILIK İLİŞKİSİNE DÖNÜŞTÜ
Türkiye’nin Marshall yardımından yararlanmaya başladığı 1947’den başlayarak, NATO’ya girdiği 1952’den bu yana süregiden ilişkilerde, ABD açısından yukarıda belirtilen yöntemler önemli olmuştu.
Ancak ABD ile Türkiye ilişkileri bundan da ötelere dayanıyordu. Amerika’nın Türkiye’yi kendisine bağımlı kılmasına giden tarihsel kökler, daha Türkiye Cumhuriyeti kurulmadan önce alınan imtiyazlarla başlamıştı. İlk Amerikan Ticaret Odası 1811’de İzmir’de açılmış, 1827’de bunların sayısı dördü bulmuştu. Bu açıdan önemli bir belgesel çalışmada şöyle deniliyor: “İki ülke arasındaki ticaret ilişkilerinin yoğunlaşmasına bağlı olarak Amerikan hükümetinin Osmanlı İmparatorluğu’nda resmi bir konsolos bulundurma ve bir ticaret sözleşmesi imzalama yönündeki baskılarının da artığını görüyoruz. Böyle bir sözleşmenin imzalanmasına Osmanlı hükümetinin uzun süre yanaşmadığını, 1830 yılında Amerikan hükümetinin isteklerini kabul ettirmeyi başardığını biliyoruz. İşte, 1830 yılında imzalanan bu ilk ticaret sözleşmesi, iki ülke arasındaki ticaret ilişkilerini tam yüzyıl süreyle yönlendiren temel belge niteliğindedir: ” (Doç. Dr. Oral Sander-Doç. Dr. Kurthan Fişek, “ABD Dışişleri Belgeleriyle Türk-ABD Silah Ticaretinin İlk Yüzyılı 1829-1929”, Çağdaş Yay, 1977, sayfa 19)
Amerika’ya kapitülasyon niteliğinde haklar tanıyan bu sözleşme, ticarette Amerika’yı “en çok gözetilen ulus” olarak nitelendirmektedir. Sözleşmenin en önemli maddesi ise, dördüncü maddedir. Buna göre, Osmanlı yargı organları, Amerikan temsilciliğinin resmi tercümanı hazır bulunmadıkça, Amerikan ve Osmanlı uyrukları arasındaki davalara bakamayacak, Amerikan yurttaşlarını tutuklayamayacaktır; tutuklama yetkisi, ancak Amerikan diplomatik yetkililerince kullanılabilir.
Yine aynı çalışmadaki verilere göre, 1869 yılında Birleşik Amerika’nın Osmanlı İmparatorluğu’na toplam ihracatının yüzde 79.56’sı silah ve cephaneydi. ll. Abdülhamit’in tahta çıkmasının ilk ve ikinci yılında bu oran yüzde 90’ı aşıyordu.
Bu ağırlık, sonraki yıllarda, yerini belirli bir süre Almanya’ya bırakıyor. Ancak ll. Dünya Savaşı’ndan Almanya’nın yenik çıkması ve bu dönemin ardından ABD’nin de kapitalist bloğun patronu olmasıyla aynı dengeye geri dönülüyor.
Bu ilişkinin, Türkiye’nin NATO’ya dahil olmasından sonraki yönü bakımından fikir vermesi açısında da, başka bir kaynaktaki şu tespitler önemli: “Türk-Amerikan ilişkilerinin özellikle askeri alanda gelişmesine paralel olarak iki ülke arasında çok sayıda askeri, ekonomik ve teknik ikili anlaşma imzalandı. 1950’lerin ortalarından itibaren TBMM’de ve kamuoyunda ikili anlaşmaların niteliği konusunda başlayan tartışmalar, Türkiye’de NATO ve ABD karşıtı görüşlerin yükselme süreci içerisinde 1970’lerin başlarına kadar devam etti. ABD’yle yapılan ikili anlaşmaların sayısı ve alanları konusunda bugün bile kesin rakamlar yoktur. Bu konuda çelişkili bilgiler ileri sürülmüştür. Süleyman Demirel’in 1966’da başbakanken açıkladığı kadarıyla, Türkiye ile ABD arasında 1952-1960 döneminde 54 ikili anlaşma yapılmıştır. 1970’te Türk yöneticilerin yaptıkları açıklamalara göre, bu sayı 91’dir. Sayıların çelişkili olmasının nedeni, anlaşmaların büyük bir çoğunluğunun TBMM’ye getirilmemesi ve gizli nitelikte olmasıdır.” (Türk Dış Politikası, Kurtuluş Savaşı’ndan Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Editör: Baskın Oran, sayfa 556)
Tüm bu veriler, ABD-Türkiye ilişkilerinde, askeri yönün ABD tarafından ne kadar kritik bir yere oturduğunu göstermenin yanında, giderek ABD’ye olan bağımlılığın derinleşen bir seyir izlediğini de gösteriyor. Ancak, ait olduğu tarihsel koşullardan bağımsız olarak belgelerin komplo teorisi fanatiklerinin vazgeçilmez aracı olduğunu gözden ırak tutmadan yapılacak her değerlendirme, ele aldığı belgenin ne anlama geldiğinin doğru bir analizini de içermelidir.
Bu açıdan değerlendirildiğinde, ABD ile Türkiye arasındaki ilk ilişkilerin yaşandığı 1980’lerin başları, “hasta adam” konumundaki Osmanlı’dan imtiyazlar kopararak nüfus elde etme arayışının bir ifadesi olarak ele alınabilir. Kurtuluş Savaşı yılları ise, bu savaşa kumanda eden Mustafa Kemal ve çevresinin, 1917’de gerçekleşen Ekim Devrimi ile kapitalist işgalci güçlere karşı Sovyetler Birliği’nin ulusal kurtuluş hareketini destekleme politikasının bir ürünü olan desteği arkasında bulduğu yıllardır. ABD’nin Türkiye üzerindeki nüfusunu yeniden tesis etme ve derinleştirme süreci ise, 2. Dünya Savaşı’ndan kapitalist bloğun patronu olarak çıkması ile başlıyor. Türkiye’nin temel bir tercih olarak ortaya koyduğu batı kapitalizmi zincirinin bir halkası olarak davranma politikasının doğal bir sonucu olarak girilen bu ilişkinin ilk diyeti, Amerikan çıkarları için Kore’de Türk gençlerinin can vermesi olmuştu. 26 Temmuz 1950 tarihinde Hürriyet gazetesinin sekiz sütuna manşet olarak”Kore’ye silahlı kuvvetler gönderiyoruz” başlığıyla haberini verdiği bu gelişme, ABD’nin TSK’yı kendi çıkarları için başka coğrafyalara sürmesinin, Türkiye ile hiçbir husumeti bulunmayan halkların üzerine göndermesinin ilk örneğiydi. Türkiye Kore’ye ilk aşamada 4500 asker gönderdi. 15 ülke içinde ABD’den sonra en çok asker yollayan ikinci devlet olan Türkiye’nin Kore’ye gönderdiği askerlerin sayısı, savaşın ilerleyen safhalarında 6000’in üzerine çıktı. 27 Temmuz 1953’te imzalanan ateşkese kadar, bu savaşta yaşamını yitiren Türk askeri sayısı 721 olurken, 672’si yaralanarak geri döndü. 234 asker esir düşerken, 175 asker kayboldu.
Türkiye askeri kurmaylarının bu dönem ve sonrasındaki temel politikaları, Amerikan işbirlikçisi iktidarlarla aynı minvalde, Türkiye’nin çıkarlarını ABD’nin çıkarları içinde gören, onun içinde eriten bir nitelik taşıdı.

SOĞUK SAVAŞ DÖNEMİNDE
TSK-ABD İLİŞKİLERİNİN KARAKTERİ

Ancak Sovyetler Birliği’nin varlığı ile biçimlenen güç dengeleri tarafından belirlenen iki kutuplu dünyada, Amerika’nın sürdürdüğü “Soğuk Savaş” politikası, Türk askeri birliklerinin kafasına çuval geçirmeyi değil, onları yazının girişindeki verilerde de ifadesini bulan biçimlerde “kazanmayı” gerektiriyordu. Kıbrıs’taki Amerikan dayatması karşısında İsmet İnönü’nün “Yeni bir dünya kurulur ve Türkiye de bu dünyada yerini alır” sözleri de bu dengelerin sağladığı avantajlı koşullara dayanıyordu.
Sonuçta her bağımlılık ilişkisi, bağlı bulunduğu koşullar içinde gerçekleşir ve bağımlılığının niteliği ve düzeyi, o koşulların da etkisiyle belirlenir. Bu açıdan bakıldığında, Soğuk Savaş koşulları içinde TSK’nın ABD ile ilişkilerini belirleyen dışsal ve içsel yapıyı şöyle özetlemek mümkün:
Modernleşme çabalarında öndeki güç olan ve Kurtuluş Savaşı’nın da sağladığı pozisyonla, devlet politikalarının belirlenmesinde hükümetlerin de üzerinde vesayetçi bir konumda bulunan TSK, “ulus devletin” bekasından sorumlu temel güç olarak kendisini görmüştür. Bugün de, henüz köklü bir değişikliğe uğramamış olan TSK, NATO’ya dahil olduğu süreçle birlikte, eğitim müfredatında “Kemalizm”le Amerikan “müttefikliği”nin esaslarını yan yana ele almış, bunun sonucunda da, hem birlikleri Kore’ye gönderilebilen hem de “Türkiye Cumhuriyeti’nin bölünmez bütünlüğünden” kendisini sorumlu hisseden bir yapı çıkmıştır ortaya. Anti-emperyalist gençlik hareketinin ortaya çıkışı ve ardından da Amerikan karşıtı devrimci muhalefetin güç kazanması sonucunda, bu etkinin belirlediği yıllarda, tarihsel gelenekleri ya da ABD etkisinin yanında devrimci muhalefetin yarattığı rüzgarın etkisini de saflarında hissetmiş olan TSK’da, Kemalizmle sosyalizmin harmanlanmasından oluşan görüşlerin taban bulmuş olması dönemin özelliklerine son derece uygundu. Ancak, 12 Eylül askeri darbesi bu etkinin sınırlı düzeyde potansiyel örgütlülüğünü de tasfiye etti.

TSK-ABD İLİŞKİLERİNİN 1989’U: SÜLEYMANİYE OLAYI

TSK-ABD ilişkileri açısından bir milat olarak kaydedilmesi gereken Süleymaniye olayının kaynaklarını ve sonuçlarını değerlendirir ve “Amerika’nın Türk askerlerine bu muameleyi yapması TSK-ABD ilişkilerinde nereye oturuyor?” sorusuna yanıt verirken, altı çizilebilecek temel nokta şudur: TSK, Sovyetler Birliği’nin çökmesi ve duvarların yıkılması açısından bir milat olarak gösterilen 1989’un etkilerini yeni yeni yaşamaya başladı. “Kızıl tehdit”le mücadele adına ABD saflarında Kore’de can veren Türk birliklerinin başına bugün Amerikan birliklerince çuval geçirilmesine gelinen süreçte, Soğuk Savaş dengelerinin artık yerini başka bir sürece bırakmış olmasının payı belirleyicidir. Sovyetler Birliği’nin biçimsel olarak da varlığını sürdürdüğü koşullarda, ABD’nin bugünkü gibi, Sovyetler’in sınır komşularına doğrudan müdahale edememesi, Türkiye’yi de komşularıyla savaşa girecek bir pozisyona gelmekten koruyordu. Ve aynı dengeler, TSK’nın, görece de olsa, kendi “kırmızı çizgileri” olan bir “ulusal ordu” gibi davranabilmesine olanaklar sunabiliyordu.
Soğuk Savaş döneminin son bulması ve ABD’nin Irak’ı işgaliyle tetiklediği süreç, artık bundan önceki 50 yılın politikalarının ABD tarafından köklü bir değişime uğratılmak istendiği bir süreçtir. Amerika’nın kırmızı çizgileri karşısında, ABD ve en yakın müttefiki İngiltere’nin ağırlıklı etkisini taşıyan BM’nin bile ayak bağı olarak görüldüğü bir dönemde, Beyaz Saray’ın ve Pentagon’un şahinlerinin, TSK’nın “kırmızı çizgileri”ne prim vermesi beklenemez. Kaldı ki, TSK, kendi “güvenlik” ve “egemenlik” politikası bakımından ya da Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök’ün Kıbrıs konusunda ifade ettiği “vizyon” bakımından, görece de olsa Amerika’dan bağımsız bir adım atabilme koşullarını, Kore’ye asker gönderilmesinden başlayarak, kaybetmiş konumdadır.
Ve “Kemalist” müfredatla Amerikancı askeri külliyatın harmanlanmasından oluşan bir eğitimle yetişmiş olan Türk subaylarının bugün karşı karşıya bulundukları nokta, “Amerikancılık”la “Kemalizmin” eskisi kadar “barış içinde bir arada” duramayacağı bir noktadır. Çünkü Amerika’nın Bush kabinesi ile birlikte devreye soktuğu yeni dönem politikalarında, Türkiye’ye ve TSK’ya, kendi çıkarlarını Amerikan çıkarları içinde eritme olanağı bile tanınmamakta, ondan, taşıdığı “ulusal” endişeleri buharlaştırması, bir tarafa bırakması istenmektedir. Bulunduğu bölge ile birlikte Türkiye’yi de yeniden yapılandırmak isteyen ABD yönetimi, ekonomiden siyasi alana kadar, bütün “ulusal” nitelikleri bir “tortu” olarak görüp tasfiye etmeyi dayatırken, bu yapıya kumanda eden askeri alanda “ulusal” politikalara hiç tahammül etmeyeceğini göstermek istemiştir. Bu yanıyla değerlendirildiğinde, Süleymaniye olayına temel gerekçe olarak yorumlanan, Amerika’nın, Irak’ı işgali sırasında asker gönderme tezkeresi konusunda Türk Genelkurmayı’ndan beklediği düzeyde bir desteği görememiş olması, aslında bir vesile olmuştur.
Amerika açısından bundan sonraki süreç, TSK’da soğuk savaş döneminin tutum ve davranışları ile belirlenen bütün yapısal özellikleri düzleyerek, Kore’leri Türkiye’nin sınırına taşıma dönemidir.
Bu yönüyle bakıldığında, “stratejik bir psikolojik operasyon” olarak adlandırılan Süleymaniye baskınının hedeflerinden belli başlılarını, şu biçimde sıralamak mümkündür:
a) Türkiye’nin bölgesel, bağımsız politika üretmesinin önlenmesi,
b) TSK’yı Kuzey Irak’ta Amerika’nın mutlak denetimini kabule zorlamak,
c) Pentagon’daki yeni-muhafazakâr ekibin TSK’dan intikam alması,
d) TSK’da bulunduğuna inanılan ve yer yer Amerikan basınına yansıyan haber ve yorumların da konusu olan “Amerika’ya direnen” ekibe gözdağı vermek.

ABD KARA KUVVETLERİ
YAYIN ORGANINDAN YANSIYANLAR

Süleymaniye olayına gelinen süreçte, ABD’deki Türkiye uzmanları arasında ortaya çıkan bir yaklaşım, Türkiye’nin askerî anlamda gittikçe güçlendiği, güçlendikçe ve iddiaları artıkça tek başına Orta Doğu’ya yönelik politikalar geliştirmeye başladığı ve daha güçlü Türkiye’nin daha zor ve hatta daha da güvenilmez bir müttefik hâline geldiği görüşünü savunmaktaydı.
Michael Robert Hickok tarafından ABD Kara Kuvvetleri’nin resmî yayın organı olan Parameters dergisinde, 2000 yılında yayımlanan”Yükselen Hegemon: Türk Stratejisi İle Askerî Modernizasyon Arasındaki Uçurum” adlı makale bu görüşün savunulduğu metinlerden birini oluşturuyor.
Dr. Hickok’a göre, Soğuk Savaş boyunca NATO stratejileri çerçevesinde silahlanan, eğitilen ve NATO konseptine bağlı olan Türkiye, NATO dışında “inandırıcı şekilde gücünü yansıtamadığını” gördü. Bundan dolayı Türkiye, “1990’ların başında Kafkaslar ve Balkanlar’da etkisiz kaldı”. Öte yandan, Soğuk Savaş sonrasında, “Türk karar alıcılar, Batı ve NATO ile olan ilişkilerinde bir değişiklik olmaksızın, Atatürk’ün, Türkiye’nin geleceğinin sadece Batı’da olduğu” yolundaki sözlerini yumuşatmaktadır (…)
Resmî askerî belgeler günümüzde, Türkiye’yi bir Avrasya ülkesi olarak nitelemekte ve hem Batı hem de Doğu’yla ilişkilerini korumak ve geliştirmek zorunda olduğunu belirtmektedirler. 70 yıllık alışılmış politikadaki bu sapma, Türk stratejik düşüncesinde önemli bir dönüm noktası” olarak nitelendirilmektedir.
Dr. Hickok’a göre, “daha aktif politika izleme girişimi, her tür siyasî görüşten sivil ve askerî lideri yeni politikalar denemeye teşvik etmiş olmakla birlikte, büyük ölçüde orduya aittir ve eski Osmanlı toprakları üzerinde yoğunlaşmaktadır”. Yazar, Türkiye-İsrail ilişkilerinin de, bu iddialı politikanın bir parçası olduğunu ileri sürmektedir.
1990’lı yıllar boyunca gerçekleştirilen “ihtiraslı ulusal güvenlik stratejisi ve kanıtlanmış askerî yetenekleri, tüm bölgede yeniden bir jeopolitik yapılanmayı zorlarken”, “Türk ordusu, sadece sınırları dışında faaliyet gösterme gücüne sahip değil, aynı zamanda bu konuda isteklidir de” denilmektedir.
Ancak, “Türkiye’nin bölgede bağımsız bir güvenlik aktörü olarak yükselmesi, komşuların dikkatinden kaçmaz iken, Türkiye’nin bölgesel hâkim güç olarak ortaya çıkma olasılığı, Batı için müspet ve menfî tarafları olan karmaşık bir durumdur. Washington, uzun zamandan beri Türkiye’nin uluslararası alandaki en güvenilir müttefikidir; ancak, Amerikalı karar alıcılar, Türkiye’nin dış politikada ve güvenlik konularında giderek daha aktif olmasına hazırlıksızdır… Türkiye’nin müttefik olarak gerçek değeri artarken, Ankara, daha az güvenilir bir güvenlik ortağı olmuştur” yargısı gündeme getirilmektedir.
Dr. Hickok’un çalışması kadar önemli bir diğer çalışma ise, Amerikan Hava Kuvvetleri’nin malî desteği ile çalışan ve ona bağlı olan, RAND Ulusal Güvenlik Araştırmaları Bölümü’nün, 2002 sonunda, tanınmış iki Türkiye uzmanına yaptırmış oldukları “Turkish Foreign Policy in an Age of Uncertainty” adlı kitaptır.
Bu çalışmada da Türkiye’nin uluslararası planda gittikçe daha iddialı ve bağımsız hale geldiği, bunun en çok Orta Doğu bölgesinde kendisini gösterdiği ileri sürülmektedir. Yazarlar, eskiden sadece Batı’ya bakan Türkiye’nin, şimdi Doğu ve Güney’e de çekildiğinden söz etmektedirler. Yazarlar, Türkiye’nin, 1990’lı yıllarda Kafkasya, Orta Asya ve Balkanlar’da ABD ile işbirliğine girerek “anahtar bir stratejik müttefik” olduğunu; ama Irak ve İran konusundaki farklı algılamalarının, iki ülkenin “gerçek bir stratejik ortaklık” kurmalarını engellediğini belirtmektedirler. Yazarlara göre, Türkiye, artık Ortadoğu’ya uzanmak için ne bir köprü, ne de Ortadoğu yolunu kapatan bir bariyerdir. Gittikçe güçlenen ve bağımsızlaşan önemli ve muhtemelen çok daha zor bir müttefiktir.
Bu iki çalışmadan çıkan sonuç, ABD’nin ama özellikle de Amerikan Silahlı Kuvvetleri’nin içinde bir grubun, Orta Doğu politikalarında bağımsız ve kendi amaçlarını gerçekleştirmek amacı ile hareket eden bir Türkiye’den rahatsız olduğudur. Bu anlamda Süleymaniye’deki saldırı eylemi, sadece Irak Savaşı ve sonrasının dinamikleri içinde değil, onu çok aşan ilişkiler çerçevesinde değerlendirilmelidir.
Bu çerçeveyi şöyle özetlemek mümkündür: “TSK’yı, ABD’nin yeni dönem hedeflerine uygun bir biçimde yeniden yapılandırmak.”
Amerika’nın açık desteğini almış olan ve gerek asker gönderme tezkeresi konusunda, gerekse uyguladığı ekonomiden dış ilişkilere kadar bütün alanlarda savunduğu politikalar açısından katıksız Amerikancı bir hükümetin iktidarda olması da, Amerika’nın bu konudaki avantajlarını çoğaltmaktadır.  Asker gönderme kararının Meclis’ten geçmesi, ardından da İncirlik’in Amerika’nın yeni taleplerine açılması, ABD’nin TSK’yı Süleymaniye öncesine göre yeniden yapılandırmada attığı adımların somut birer işaretidir. Ayrıca Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök’ün Türkiye açısından yayılmacı bir vizyon meselesi olarak değerlendirdiği Kıbrıs konusunda da MGK’dan Amerika’nın istediği yönde bir kararın çıkmış olması, bu açıdan bir başka göstergedir.
ABD’nin Irak’a saldırısı öncesinde Türkiye’nin en çok tirajlı gazetelerinin sürmanşetlerine taşınan haberler arasında yer alan, Kuzey Irak’ta MGK’da belirlenen “kırmızı çizgileri” değiştirmeye yönelik herhangi bir gelişmenin savaş nedeni sayılacağı yönündeki haberler dönemi artık geride kalmış görünüyor. Türkiye-ABD ilişkilerinde, Kuzey Irak’ın, bugün Kıbrıs’ta verilecek tavizler karşılığında garantiye alınmak istenen bir bölge olması gerçeği, bunu değiştirmez. Burada kastedilen şey, artık ABD’nin nüfuz kurmaya yöneldiği bölgeler söz konusu olduğunda, TSK içinden basın aracılığıyla bile olsa “kafa tutan” haberler döneminin büyük ölçüde geride kaldığıdır.
Ancak, TSK’yı ABD’nin yeni dönem politikalarına uygun olarak yeniden yapılandıran bu sürecin, ordu içinde yansımaları olmaması da düşünülemez. Basına yansıyan kimi haberler, bu sürecin sancılarının yer yer Genelkurmay’ın komuta kademesi ile daha alt kesimler arasında gerilimlere neden olduğunu göstermektedir. Bu gerilimin, “anti-Amerikancı” bir darbeye yol açabileceği yolunda kimi çevrelerce yapılan yorum ve değerlendirmeler ise, hem nesnel dayanaktan yoksun, hem de TSK’nın iç yapısı göz önüne alındığında gerçek dışı değerlendirmelerdir.

“Ilımlı islam”ın ahir zaman peygamgeri Fuller ve misyoneri Fethullah Gülen

Her hangi bir dini tarikat ya da cemaat üzerine yapılan bir incelemede, o tarikat ya da cemaatin mensup olduğu dini algılama, yorumlama ve savunma biçimini analiz edebilmek için, işe, önce “kitap”tan başlamak gerekirdi.
Bunu yaparken, başta söz konusu cemaatin mensup olduğu dinin kutsal kitabı olmak üzere, kutsal addedilen bir dizi başka temel kaynağı masanızın bir kenarına mutlaka koymanız kaçınılmaz olurdu. Ama Fethullah Gülen söz konusu olunca, buna, pek gerek kalmıyor. Dahası Fethullah Gülen’i analiz etmeye çalışırken, örneğin İslam’ın kutsal kitabını yanı başınıza koyup, karşılaştırmalı bir mantıkla onu anlamaya çalışırsanız, işiniz, Mısır piramitlerinde yolunuzu bulmaya çalışmak kadar zor olacaktır. Çünkü, Türkiye’de devlet yapısı, sistem ile dini örgütlenmeler arasındaki ilişki, Türk dış politikası, Türkiye’nin finansal yapısı, NATO, Büyük Ortadoğu Projesi gibi bugün Gülen’le doğrudan irtibatlı hale gelmiş meselelerin hiç birisine, Kur’an ya da başka bir temel dinsel metinde rastlayamazsınız.
Eğer derdiniz, daha önce hakkında çokça kitap yazılmış bir kişinin kısa hayat hikayesini aktarmak değil de, onun bugünkü şifrelerini çözmekse, o zaman, buna uygun bir yöntem seçmelisiniz. Türkiye’de yaşanan 28 Şubat hesaplaşmasından payına düşebilecek risklerden kurtulabilmek için Amerika’ya –Suudi Arabistan’a ya da İran’a değil!– gitmeyi seçen ve son beş yıldır orada bulunan Fethullah Gülen’i anlamak açısından da, Amerikan bağlamından “İslamı keşfetmeniz” ya da İslam’ın oradan nasıl keşfedildiğine bakmanız kaçınılmaz olacaktır.

FULLER’İN ENVANTERİNDEKİ ÖZEL İSİMLER
Bir dönem CIA’nın Ortadoğu şefliğini yapan, ABD Dışişleri Bakanlığı’nda çalışan (1965-1985), 1977-80 yılları arasında Türkiye’de kalan ve ABD’nin en büyük “think tank” (düşünce üretme kuruluşu) merkezlerinden biri olan RAND’da siyaset bilimci olarak çalışan Graham E. Fuller, bu açıdan başvurulması gereken en önemli kaynaklardan biridir. Fuller, Türkçe’ye yeni çevrilen kitabında, “Yıllar yılı kendilerinden ilham aldığım, kendileriyle bir veya daha fazla konuştuğum, benimle görüş ve düşüncelerini paylaşan, hatalarımı düzelten, bu nedenle kendilerine teşekkür borçlu olduğum, büyük bir bölümünü aynı zamanda iyi birer dost saydığım insanların listesini çıkarmak zor.” diyor ve ardından da “Kısmi bir listede şu isimlere yer vermek isterim” diyerek kendisine en yakın gördüğü isimleri sıralıyor. Fuller’ın sıraladığı bu özel dostluk listesinde Türkiye’den şu isimler bulunuyor: “Fethullah Gülen, Cengiz Çandar, Ruşen Çakır, Fehmi Koru, Şerif Mardin, Hakan Yavuz, Ahmed Yusuf, Ali Aslan, Ali Bulaç, Nilüfer Göle.”
Bir gücün ya da kurumun politikalarının ideolojik taşıyıcılığını yapmak, onun politikalarının oluşturulmasına katkı sunmak, organik bir bağlantıdan daha önemsiz değildir. Amerikan pragmatizmine dayanan Amerikan siyaset felsefesi, diplomasisi ve CIA, FBI geleneği, çok uzunca bir süredir, kimden nasıl faydalanacağını belirlerken, basit bir ajanlık ilişkisinin üstünde bağlar kuruyor. Temel sorunu bilgi ile uğraşmak olan kişilerin, bilginin denetimi ve yönetiminin CIA ve diğer birçok ABD kurumu açısından vazgeçilmez önemde değer taşıdığını bilmeyecek kadar cahil olamayacağını kabul ettikten sonra, girilen bu türden ilişkinin içerdiği politik ve etik sorunlar da kabul edilecektir.
Fethullan Gülen, Graham Fuller için bu açıdan özel bir isimdir. Fuller, ABD’nin yeni dönem politikaları bakımından yeniden yorumlayarak genişlettiği, “Ilımlı İslam”ın olanaklarını tartıştığı son kitabında yer verdiği “Siyasal İslam’ın Geleceği, Açmazları ve Seçenekleri” başlıklı bölümde, Gülen ve AKP’yi aynı paragrafta şu satırlarla övüyor ve onlarla ilgili öngörülerde bulunuyor: “Pakistan’da fena halde kötüleşen durum, bu ülkede daha aşırı İslamcı grupların yükselişine katkıda bulunmaktadır. Oysa (göreli) refahın olduğu, çok sıkışıp içe kapanan bir devlet ve toplum duygusunun olmadığı Türkiye’de ana akım İslamcı parti (Refah\Fazilet\AK) güçlüdür, İslamcı radikallerin sayısı azdır ve söz konusu hareketin toplumsal düzeyde tek rakibi, kendilerinden daha modernist ve apolitik olan Fethullah Gülen’in Nur İslami hareketidir. Fakat bu kırılma hatları hemen bölünmeye yol açmayabilir. İslamcılar tarihsel olarak öteki İslamcı hareketleri kamuoyu önünde eleştirme konusunda isteksiz olmuşlardır, özellikle hepsi birden kendilerini yerel rejimlerin ve Batılı devletlerin tehdidi altında hissettikleri zamanlarda. Ancak 11 Eylül’den sonra fundementelistlerle ılımlı İslamcılar arasında daha keskin bölünmeler görmeye başlamaktayız. Hareketin entelektüel ve ideolojik ortamının evrilip olgunlaşması için aslında kamuoyu önünde düşünsel tartışma ve eleştiriler hayati önem taşımaktadır.” 
Fuller’in bu önerisini, “dost”u olarak andığı Fethullah Gülen’e daha önce açıp açmadığı ve örneğin tam da bu öneriye uygun bir platform olan ve yedincisi ABD’de yapılan Abant Platformu toplantılarının oluşumunda bu önerinin etkili olup olmadığı, eğer daha sonra taraflardan birinin ağzından açıklanmazsa, herhalde “ahiretlik” bir soru olarak kalacak. Ancak, belki bundan da önemlisi, Fethullan Gülen’in İslam’ı anlama biçimi ile Fuller’in ve dolayısıyla ABD, CIA ve Pentagon’un İslam’ı görme biçimi arasındaki eşgüdümün öyle ya da böyle oluşuyor olmasıdır. ABD’nin İslam coğrafyasına kan kusturduğu bir dönemde, bu ilişkinin en üst düzeye çıkmış olması ise, Gülen’in İslam yorumunun, artık ABD’nin bölge politikalarına tamamen angaje olduğu ve savunduğu İslam’ın da ABD’nin resmi İslam politikasıyla örtüştüğünü kanıtlamaktadır. Dolayısıyla Gülen, “Amerikan İslam’ı”nın bir misyoneri durumundadır.
Graham Fuller, “Nur hareketi yetmiş yıldan fazla bir süredir sahnededir ve şu anda Türkiye’deki en geniş organize dini harekettir, dünyada da en genişlerinden biridir. Gülen özellikle hareketin enerjisinin büyük bir kısmını, niteliği itibariyle hemen hemen evrenselci ve geniş manevi öğretilere dayalı olarak İslam’a modernist bir yaklaşımı savunacak okulların açılması ve çalışma gruplarının kurulması da dahil, eğitimle ilgili çabalara yönelmektedir.”  dedikten sonra, bu konuda şöyle bir istihbari bilgi de veriyor: “Nur hareketinin Türkiye’de 236 ilk ve ortaokul, özellikle eski Sovyet blokuna dahil ülkelerde olmak üzere dışarıda 280 okul açmış olduğu, buralarda İngilizce ve Türkçe kaliteli seküler eğitim verildiği bildirilmektedir. 200 dolayında dini vakıf ve 211 ticari şirket bu faaliyetleri finansal olarak desteklemektedir.”
Ancak Fuller’in, bu cümlenin devamı olabilecek bir nokta olarak aktarmadığı diğer önemli bir gerçek de, ABD’nin de bu konuda özel bir destek içinde olduğudur: “Amerikan İstihbarat Servisi CIA’nın Fethullah Gülen’in cemaatine bağlı okullarda öğretmenlik yapan yaklaşık 3 bin ABD’li öğretmene yalnızca devlet görevlilerine verilen pasaporta eş değerde resmi pasaport verdiği ortaya çıkıyordu. Amerikan Eğitim Bakanlığı personeli olmayan Amerikalı öğretmenlerin normal olarak turist pasaportu sahibi olmaları gerekiyor. Buna rağmen Amerikan devleti Fethullah Gülen’in Nur cemaatına bağlı okullarında çalışanları resmi görevli sayıyor. Bu sebeple diplomatik pasaporta eş değerde resmi pasaport veriyor. Türkiye’deki karşılığı yeşil pasaport olan ‘Official Passport’ ABD’li öğretmenlere diplomatik dokunulmazlık sağlıyor.”

“ILIMLI İSLAM”IN ORTAYA ATILIŞI VE GÜLEN’E ULUSLARARASI İTİBAR KAZANDIRMA KAMPANYASI
Graham Fuller’in “Ilımlı İslam” üzerine söyledikleri ve yazıp çizdikleri, özellikle 11 Eylül’den sonra ABD’nin ortaya attığı yeni konsept ve ardından tartışmaya açıp yürürlüğe soktuğu Büyük Ortadoğu Projesi içinde güncel ve özel bir anlam kazandığı için, çokça tartışılıyor. Ancak, Fuller, “Ilımlı İslam” formülünü, Türkiye özelinde bundan çok daha önce dile getirmişti. İki kutuplu dünya döneminde, Sovyetler Birliği’nden gelen “kızıl tehdit”i çevrelemek için “Yeşil Kuşak” projesini ortaya atan ve Türkiye’nin de dahil olduğu çevre ülkelerdeki radikal İslamcı örgüt ve militanları bu “tehdit”e karşı özel olarak destekleyen ABD, Sovyetler’in çözülmesinin ardından, Ortadoğu’da bölgesel hegemonyasını güçlendirmek, ve oradan giderek, Ortaasya ve Kafkasya’ya sarkıp doğal gaz, enerji ve petrol coğrafyasının en geniş kesimini etkisi altına alabilmek için, tehdit konseptinde değişikliğe gitmiş, ve Humeyni’nin İran “İslam Devrimi”nin ardından, “kızıl tehdit” yerine “yeşil tehdit”ten söz etmeye başlamıştı. CIA’nın Ortadoğu şefliğini de yürüten Fuller açısından, “yeşil tehdit”in panzehiri de “Ilımlı İslam”dı. Türkiye açısından Kemalizm’le İslam’ın harmanından oluşturulacak bir ideolojik harç olarak görülen “Ilımlı İslam” formülü, hem sistem karşıtı tepkileri önlemek bakımından uyuşturucu bir işlev görecek, hem neoliberal politikalarla uyumlu yapısı sayesinde, IMF politikaları bakımından ayak bağı olmayacak, hem de bütün İslam coğrafyasına örnek olarak sunulabilecekti.
Fuller, bundan 14 yıl önce “Ilımlı İslam” kavramını tartışmaya açan şu açıklamaları yapmıştı:
“… dünyada hiçbir lider, ne George Washington, ne Nehru, ne Lenin, ne Gandi, sonsuza kadar yaşayabilecek bir ürün veremedi. Liderler ölüyor, önce bedenleri, sonra zaman içinde düşünceleri siliniyor. Oysa Kuran ve İncil yaşıyor. İşte Mustafa Kemal’in başına gelen de, her tarih yazmış liderin başına gelenlerden farklı değildir. Bizzat Mustafa Kemal dahi bir konuşmasında, Türkiye’ye çizdiği vizyonun kendisinden sonraki yüzyıllarda ayakta kalıp kalmayacağı konusunda kuşkularını sergilemiştir.
Atatürk’ün düşünceleri, çağı için son derece güçlü düşüncelerdi. Ama onun sayesinde yaratılmış olan bugünün kendisine entelektüel güven duyan güçlü Türkiye’si, artık ulusal kimliğini, yörüngesini, dünyadaki rolünü, hatta İslam’ın günlük yaşamdaki yerini yeniden düşünebilmelidir.
– ‘Yörüngesini yeniden düşünebilmelidir’ derken ne demek istiyorsunuz?
FULLER: Kemalizmin reformcu yönü, büyük ölçüde İslamın eğitim, bürokrasi, yargı üzerindeki köhne ve ezici yükünden kurtulmayı amaçlıyor.
Gerçi daha 19. yüzyılda, sonradan Atatürk’ün reform alanına giren her konuda, İslamın etkisini azaltan, modernizme dönük bir gelişme sağlanabilmiştir. Ama Atatürk, o dönemin Türkiyesi’nde İslam’ın kalkınma üzerindeki rolünün tamamen negatif olacağını düşünüyordu. Özellikle devletin bürokratik ve yapısal çerçevesi bakımından. Oysa bugün Türkiye’nin İslami özel yaşam ve kamu yaşamındaki rolü konusunda esnek olmak ve İslamın, Türkiye’nin kültürel ve entelektüel mirasının önemli bir parçası olduğunu, bastırılması gerekmediğini kabul etmek, katılaşmayı önlemek için kendisini ifade etmesine olanak sağlamak mümkündür. Geçmişteki radikal laiklik politikaları döneminde İslam’ın yaşamınızdan nasıl dışlanacağı adeta bir fikr-i sabit haline gelmişti. Bence bu, bugün daha az lazım olan bir reaksiyon.
– Yani tarihi bir uzlaşma mı öneriyorsunuz?
FULLER: İslama bakmanın çeşitli yolları var. Bence otomatik bir tehdit olarak kabul edilmesi yanlıştır. Hareketin hangi siyasi görüşleri savunduğuna bağlı. Eğer laik bir hükümet yıkılarak yerine İran türü bir rejim kurulmak isteniyorsa, bu, demokratik yapıya hasmane bir tutum.
Ama diğer yandan insanlar İslam dini kültürünün gereklerinin daha çok gözetilmesini, İslami eğitimin yaygınlaşmasını istiyorlarsa, bu otomatik bir tehdit olarak kabul edilmemeli ki bu, Türkiye’nin ulusal ve kültürel mirasının parçasıdır. ‘Tamamıdır’ demiyorum, ama parçasıdır. Son elli yılda, yapay olarak bastırılmasının bazı meşru nedenleri olabilir. Ama, artık Türkiye bu bakımdan kendisiyle barışmalıdır.
Eğer siz İslama dayalı olduğunu söyleyen siyasi partileri, daha fazla siyasileşmeye, parlamentoya katılmaya çekebilirseniz, tartışmaya açık bir platform yaratabilirseniz, bu çok daha değerli olur.”
(…)
“… İslami hareketin önündeki en büyük görev de inançları çağa uyarlamaktır. Birçok İslam düşünürü, İslamın demokrasi ile uzlaşmaz olmadığını savunuyor. İslamiyetteki ‘şura’ kavramının demokrasiye açık olduğunu söylüyorlar. Bazı İslami hareketler çok tehlikeli ve radikal, bazıları da reformist liberal. İşte, geliştirilmesi asıl cazip olan bu.
– 12 Eylül öncesi parlamentosunda Süleymancılar, Nakşibendiler ve Nurcular çeşitli siyasi partiler içinde temsil ediliyordu. Yani bir tür sisteme katılıyorlardı. Böyle bir formülasyon mu öneriyorsunuz?
FULLER: Mistik cazibelerini böyle yitiriyorlardı değil mi? Söylediğim de bu. Diğer yandan, İslam’ın bir de özel yaşamda yeri var ki, o ayrı bir konu ve her zaman teşvik edilmeli. İster İslam, ister Hıristiyanlık olsun, din, birey yaşamındaki ahlaki değerleri güçlendiriyor. Ama din siyasete soyununca, o zaman gerçekçi  bazı ‘tavizler’ vermesi gerekiyor. Bu olumludur ve çok sağlıklı bir şeydir. Türkiye’de İslam’ı bu noktaya getirmek lazım. Zaten geliyor da…”
Türkiye’de 1990’ların başından itibaren konuşulmaya ve yazılıp çizilmeye başlanan “Ilımlı İslam” formülü, Hizbullah’ın ipinin çekilmeye başlandığı ortamın uluslararası koşullarını da, daha bu örgütün kanlı eylemlerde kullanıldığı yıllardan itibaren yavaş yavaş olgunlaştırmaktadır. Hizbullah’ın tedavülden kaldırılmaya ihtiyaç duyulmasına neden olan bir etken, PKK’nin silahlı güçlerini sınır dışına çekmiş olması ise, diğer bir neden de, İsrail-ABD-Türkiye stratejik ekseninin radikal İslamcı yapılara eskisi kadar tolerans göstermeyeceğiydi. ABD’nin, “kızıl tehdit”i çevrelemek gerekçesiyle bir dönem yürüttüğü “yeşil kuşak” konsepti süreci içinde besleyip büyüttüğü Usame Bin Ladin’i, bu konseptten vaz geçip “Ilımlı İslam” politikasını resmi politika düzeyine yükselttiği dönemde hedefe koyması da, aynı nedene dayanmaktaydı.
ABD’nin Fethullah Gülen ve benzerlerindeki hikmeti keşfetmesi de, “Ilımlı İslam”ı tartışmaya açtığı döneme denk gelir. O yıllarda, ABD’nin Ankara Büyükelçiliği görevini yürüten Morton Abramowitz, bugün başbakan olan ve ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi’ndeki “köprü” olma rolünü gönüllü olarak yürüten Recep Tayyip Erdoğan’la, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı sıfatı ile görüşmüştü. Türkiye’de basına yansıyan ve çokça tartışılan bu görüşmeyi gerçekleştiren Abramowitz, 1996 yılında CIA Başkanlığı’na aday gösterilen ve Fethullah Gülen’e uluslararası itibar kazandırmaya yönelik Papa görüşmesini organize eden isimlerden biriydi. Fethullah Gülen, 8 Şubat 1998 Pazar günü Vatikan’a hareketinden önce yaptığı açıklamada, “Birkaç ay önce Abramowitz cenaplarının yardımıyla bu buluşma gerçekleşti” dedi. Vatikan buluşmasının temelleri Gülen’in sağlık kontrolü (!) gerekçesiyle bulunduğu New York’ta atıldı. O günlerde görüştüğü Amerikalılardan birinin de Abramowitz olduğu basına yansımıştı. Gülen’e uluslararası prestij kazandırmaya yönelik Papa buluşmasını organize edenlerden diğer kişi ve kurumlar ise şunlardı: “ABD eski Savunma Bakan Yardımcısı Richard Perle, FBI ve MOSSAD’ın paravan Yahudi örgütü Ayrımcılıkla Mücadele Birliği (Anti-Defamation League\ADL) ve MOON Tarikatı.”
Abramowitz ile görüşmesinin, ortak dostları Kasım Gülek vasıtasıyla tanışmasından sonra gerçekleştiğini açıklayan Gülen, “Abramowitz ile toplum hadiselerinin sebepleri ve sonuçları hakkında konuştuk. Daha sonra teşekkür mektubu yazdı” diyordu. Gülen, Abramowitz’e Ortadoğu ve Türkiye konusunda yazdığı kitap için destek sözü verirken, Amerika’daki Siyonist lobisinin en güçlü kolu kabul edilen ADL, Gülen’in bir kitabını Amerika’da İngilizce olarak yayımlama sözü veriyordu. Zamanın İsrail Başbakanı Benyamin Netenyahu’ya yakınlığıyla tanınan ADL Başkanı Abraham H. Foxman, Zaman gazetesindeki açıklamasında kitap olayını şöyle aktardı: “Kendisinden İslam’da hoşgörüyü anlatan bir kitap yazmasını rica ettik.”
Tüm bunlar, ABD ile Fethullah Gülen arasındaki ilişkinin sağlam dünyevi bağlara dayandığını (!) ve sistemli bir süreklilik arzettiğini gösteriyor.

GÜLEN’İ SEVDİRME VE SAYDIRMA KAMPANYASINA BİR DESTEK DE BİRGÜN YAZARINDAN
Fethullah Gülen’i önemseyen ve önemsenmesi gerektiğini vaazedenlerin listesi, Fuller’den Birgün gazetesi yazarı Mehmet Metiner’e kadar uzanıyor. Fethullah Gülen’in, ABD’nin önce beslediği, 11 Eylül’den sonra da “hedefe koyduğu” Usame Bin Ladin’le ilgili olarak Nuriye Akman’la yaptığı söyleşide söyledikleri üzerine yapılan tartışmalara katılan Metiner, gazetedeki köşesinde şunları yazdı: “Geçenlerde Fethullah Gülen Hocaefendi’nin Zaman gazetesinden Nuriye Akman’a verdiği söyleşide ortaya koyduğu kimi yorumlar, metnin kendisinin nasıl farklı biçimlerde okunduğunu gösteren önemli bir belge niteliğindeydi. Ancak Gülen’in bir bütün olarak önemsenmesi gereken yaklaşımları, kimilerinin önyargı duvarlarına çarparak anlamsızlaştırılmak istendi. Ve sonuçta, tüm söylenenler ‘ateist-terörist benzetmesi’ noktasında kilitleniverdi. Hiç kuşkusuz, Gülen’in yaptığı bu benzetme, İslam içi tartışmaları yeterince bilmeyenler açısından ilk bakışta şoke edici niteliktedir. Ancak ‘İslam’ın dili’ni bilenler ve İslami camiada yapılan tartışmalardan haberdar olanlar, bu sözlerin farklı bir pozisyon tespitine vurguda bulunmak gibi bir niyete sahip olduğunu rahatlıkla görebilirler. ‘Dünyada en nefret ettiğim insanlardan bir tanesi Bin Ladin’dir. Çünkü Müslümanlığın dırahşan (aydınlık) çehresini kirletmiştir. Bir kirli imaj meydana getirmiştir. O korkunç tahribatı bundan sonra biz bütün gücümüzle tamire kalkışsak bile seneler ister.’
Gülen’in Müslüman genç kuşakları Taliban İslamcılığından kurtarmak niyetiyle yaptığı ‘ateist-terörist’ benzetmesi, her ikisinin de her düzeyde özdeş olduğu anlamında değildir. Gülen’in pek çok ‘ateist’ ile geliştirdiği dostluk ilişkisi bile tek başına bu savı çürütücü niteliktedir.”
Fethullah Gülen’i sevdirme ve saydırma kampanyasına destek veren Metiner imzasıyla yayımlanan yazı, Fethullahçı web sayfalarında hemen yer aldı, olumlu tepkiler uyandırdı cemaat içinde. ABD’nin ve İsrail’in Ortadoğu’da sürdürdükleri katliam, işkence ve tecavüzlere tek kelime laf etmeyen ve tam bir 11 Eylül misyoneri olarak davranan Fethullah Gülen’e övgüler düzen Metiner’in bu yaklaşımı ile Graham Fuller’in yaklaşımı arasındaki uyum, organik değil “küresel” bir uyum olarak yorumlanmaya kalkılsa bile, bu da, sonuçta, kulağı tersten tutmaktan başka bir anlama gelmeyecektir. Nihayetinde farklı kanallardan gelseler de, hepsi aynı havuza akıyorlar.

GÜNAHLARI ORTAK İKİ İSİM: LADİN VE GÜLEN
Ve aslında, Fethullah Gülen’in Nuriye Akman’la söyleşisinde, “Dünyada en nefret ettiğim insanlardan birisi” diye andığı Usame Bin Ladin, ABD’nin “yeşil kuşak” sürecindeki göz ağrılarından biriyse, Fethullah Gülen de, “Ilımlı İslam” politikasının yürürlüğe sokulduğu dönemdekilerden biridir. Yani Amerikan pragmatizmi açısından, Usame Bin Ladin ile Fethullan Gülen, hem karşıt hem de bir ve aynı şeydir. Onları farklılaştıran, ABD’nin farklı dönem konseptlerinin misyonerleri ve aktivistleri olmaları; aynılaştıran ise, aynı günahı paylaşmalarıdır.
Bu açıdan, ABD’nin “İslam” ve bölge politikalarını üretenlerin konuya nasıl yaklaştıklarını görmek, Ladin’i palazlandırmaktan Gülen’i öne çıkarmaya dönüşen ABD çizgisindeki değişimin, ABD pragmatizmindeki yerini anlamaya da yardımcı olacaktır. Graham Fuller, “Siyasal İslam’ın Geleceği” başlığını taşıyan kitabının Türkçe baskısı için yazdığı önsözde, bu mantığı ele veren şu saptamayı yapıyor: “Siyasal İslam önemlidir; ama ben veya başka biri siyasal İslam’ın iktidara gelmesini istediği için değil. Siyasal İslam önemlidir, çünkü İslam dünyasının hakim gerçekliği budur. Bunu görmezden gelemeyiz. Eğer bastırılırsa daha radikal ve daha şiddet yanlısı olacaktır, birçok ülkede örneğini gördüğümüz gibi. (Esasen, sistematik olarak zulme maruz kalan ve siyasal sisteme dahil olmasına izin verilmeyen her geniş siyasal hareket şiddete yönelecektir.) Dolayısıyla aslında soru, siyasal İslam’a nasıl yaklaşılmalı ki evrilsin, daha ılımlı hale gelsin, deneyim kazansın ve nihayet siyasal düzende yapıcı bir rol üstlensin sorunudur. Siyasal yelpazenin diğer unsurları için de aynı şeyi söylemek mümkündür.”
ABD’nin Fethullah Gülen’in elinden tutması ve Fuller’in ona önemli bir misyon yüklemesi de tam bu çerçeveye oturuyor. Fuller’in ABD’nin yeni dönem politikaları içinde “siyasal İslam” açısından öngördüğü, bu, ABD çıkarları bakımından yeniden yapılandırılmış İslam politikasında, Gülen ile AKP birbirini tamamlayan iki ana akım olarak yer bulmaktadır. Gülen’e, yukarıda belirtildiği gibi, önemli roller biçen Fuller, AKP’nin iktidara gelişini de, “siyasal İslam’ın tarihinde son derece önemli bir kilometre taşı” olarak değerlendiriyor ve şöyle devam ediyor: “İslam tarihinde ilk defa bir İslami parti serbest ve adil bir demokratik seçimde zafer kazanmış ve ulusal iktidara yürümüştür. Her siyasi parti gibi, AKP de kuşkusuz hatalar yapacak, bir süre sonra enerjisini kaybedecektir, halk da iktidar için onun yerine başka bir siyasi partiyi seçmeye karar verecektir. Bu son derece normaldir. Önemli olan AKP’nin iktidarda ne kadar başarılı olacağı değildir. Öteki her parti gibi onun da başarıları ve başarısızlıkları olacaktır. Önemli olan AKP’nin de, öteki herhangi bir parti gibi ‘normal’ bir siyasi parti haline gelme sürecinde olmasıdır. İslamcı bir partinin nasıl bir şey olacağına dair artık özel bir endişeye veya özel bir korkuya yer yoktur.”
Graham Fuller’in bu yaklaşımını benimseyenlerden birisi de, 7. toplantısı Washington’da yapılan Abant Platformu’na katılan ve Fethullah Gülen’den övgü ile söz eden Francis Fukuyama’dır. 1992’de yayımlanan “Tarihin Sonu ve Son Adam” başlıklı kitabıyla dikkatleri üzerine toplayan Fukuyama, Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla birlikte ideolojilerin sonunun geldiğini ilan eden ve liberal demokrasinin “insanoğlunun ideolojik evriminin son noktası” ve “insan hükümetinin nihai biçimi” olduğunu öne süren “kapitalizmin ahir zaman peygamberi” olarak, Gülen hakkında şu değerlendirmede bulunmuştu: “Dışarıdan müşahede ettiğim kadarıyla Ortaasya ve Kafkasya’da Türkiye’nin nüfuzunu artırma ve namını yayma hususunda özel sektör devletten çok daha fazla muvaffak olmuş gibi görünüyor. Fethullah Gülen’in okullarının bölgede şüphesiz büyük bir tesiri oldu. Sırf Türkiye’nin yurtdışındaki tesiri ve şöhreti zaviyesinden bakılacak olursa, bu faaliyet diplomatik açıdan Türkiye için iyi bir şey.”
Abramowitz, Fuller, Fukuyama gibi ABD’nin son otuz yıllık siyasetinde öne çıkmış, etkin rol almış isimlerin Gülen’e bu yaklaşımını, Amerikan tedrisatından geçirerek, ona, yeni dönemin ihtiyaçlarına uygun bir misyon ve perspektif kazandırma çabası olarak görmek gerekir. Bu ilişkiye son derece gönüllü olarak katılan Gülen, ABD’nin, İsrail ve Türkiye stratejik ortaklığı aracılığıyla gerçekleştirmek istediği “Büyük Ortadoğu Projesi” bakımından da elverişli hale gelmiş bulunuyor.
Fethullah Gülen’in Onursal Başkanlığı’nı yaptığı ve Abant Platformu toplantılarını da organize eden Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın “Ulusal Uzlaşma Teşvik Ödülleri”, Gülen’e saygınlık kazandırma kampanyasının ulusal ölçekteki bir ayağıydı. 25 Aralık 1998’de dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’e de bu kapsamda ödül veren Fethullah Gülen, 2000’li yıllarda artık uluslararası düzeye sıçramış, 11 Eylül’den sonra, ABD’nin kendisine gelecek yüklediği misyonerlerden biri durumuna getirilmiştir.

11 EYLÜL’DEN SONRA DUASI ABD VE İSRAİL İÇİN
Fuller, “Ilımlı İslam”ın ahir zaman peygamberi olarak, önümüzdeki dönemde de kendisinden çok söz ettirecek. Onun, özel bir misyonerlik işlevi yükleyerek yeni bir kimlik kazandırdığı Gülen de, “Ilımlı İslam” formülü ile birlikte, çok tartışılacak.
ABD’de 11 Eylül 2001 tarihinde gerçekleştirilen saldırılardan bir gün sonra dile getirdiği ve tam metni kendi adıyla düzenlenmiş olan web sitesinde yer alan Gülen’in şu sözleri, ABD açısından, onu, 11 Eylül’den sonra bir “özel isim” katına yükseltmişti:
“ABD’deki bu terör hareketi, yalnız ABD’ye yapılmış bir hareket değil, dünya barışına karşı yapılmış menfur bir sabotajdır. Bunu, ancak insanlıkla alakası olmayan cani ruhlular yapmış olabilir. Terör, bilhassa İslami bir gaye adına katiyen kullanılamaz. Terörist Müslüman, Müslüman terörist olamaz.”
Fethullah Gülen, önce Afganistan’ı, ardından da Irak’ı yakıp giden ABD’yi bu ya da benzer sözlerle hiç kınamamıştır. ABD işgal ordusunun dünya kamuoyunda yankı uyandıran işkence fotoğrafları ile ilgili olarak seyirci kalmayı seçmiştir. Gülen, aynı tutumu İsrail’in Filistin’de sivil halka yönelik olarak artırarak sürdürdüğü katliamlar konusunda da takınmaktadır. Daha da ileri gitmektedir. Örneğin ona göre, sorun Siyonizm’den değil, Filistin’den, Filistinlilerden kaynaklanmaktadır. Filistinliler “terörizm” peşindedirler ve barışa karşıdırlar! Gülen, Akman’la söyleşisinde böyle buyurmaktadır:
“Bir arkadaşımız İsrail’e gitmişti. Biraz Filistin’de de kaldı. Bana çok enteresan bir şey anlattı. Orada doktora yapan çok akıllı bir arkadaş. ‘Beş altı ay kaldım İsrail’de. Bir barış organizasyonunun yönetim kuruluna girmem için bana teklifte bulundular.’ dedi.
– Kim teklif etmiş?
‘İsrailliler tarafından teklif edildim.’ diyor. ‘Orada bir Filistinli mani oldu buna. Gördüm ki o Filistinli bir silah tüccarı. Bu kavganın devamını istiyor. Alış verişi var o işte. Belki başa yakın çok insanlar da aynı şeyi düşünüyorlar.’ dedi. Dolayısıyla birileri bu türlü hadiseleri hep canlı tutmak suretiyle bir yere varmak istiyor.”
Tüm bunlar, ABD-İsrail ekseninde kendisine bir gelecek biçtiğinin kanıtlarını oluşturuyor. Çapı o düzeyde olmasa da, Papa’ya Hristiyan alemi için yüklenen işlevin bir türevi de, ona yüklenmiş bulunuyor. Dolayısıyla bundan sonra, o, ABD açısından İslam adına kendi politikalarını destekleyen açıklamalara ihtiyaç duyuldukça, işareti alarak sahneye çıkacak, İslam adına seyirci kalınması gereken yerlerde ise susacaktır. Onun bundan sonraki bütün “hayır duası”, ABD ve İsrail içindir!.

Suriye Kürtleri, sol ve ‘muhalefete ayar’

Suriye’deki çatışma süreci iki yılını geride bıraktı. Arap ayaklanmalarının ilk başladıkları ülkeler olan Tunus ve Mısır’dan bahsedilecek olsa, söze “çatışma süreci” yerine, “Arap isyanı” ya da benzeri bir ifade ile başlamak gerekirdi. Çünkü bu ülkelerde ortaya çıkan hareketlenmeler, hatırlanacağı gibi, halkın, işçi ve emekçilerin büyük kitle gösterileriyle kendi diktatörleriyle hesaplaşma süreci olarak başlamıştı. Muhalefetin doğru bir program etrafında birleştirilmesini sağlayacak önderlik sorunları yaşanmış olsa da, bu ülkelerdeki hareketler, dünya devrim tarihine Arap halklarının derslerle dolu önemli bir katkısıydı aynı zamanda. Arap coğrafyası, Ortadoğu ve Afrika’ya yönelik olarak batıda hakim olan oryantalist klişeleri yerle bir eden bu ayaklanmaların daha sonra batının emperyalist güçlerinin müdahalesiyle, küresel sistemden kopmalarının engellenmesine girişildiği biliniyor.
Bu müdahale süreci, Arap coğrafyasındaki halk ayaklanmalarını, sosyalizmin varlığı ile belirlenen iki kutuplu dünyanın son bulmasının ardından, eskiden Rusya’nın etki alanında bulunan ülkelerde örgütlenen “kopuş” ve kapitalist sisteme eklemlenme yönündeki hareketleri nitelemek üzere kullanılan “bahar” klişesi de yeniden devreye sokuldu. ABD’nin başını çektiği kapitalist emperyalist sistemin beslediği ve desteklediği –alttan alta örgütlediği– “renkli devrimler”in vazgeçilmez söylem kategorilerinden biri olarak “bahar” kavramının yakıştırılmasıyla birlikte, artık Arap coğrafyasındaki hareketlenmeler de ikili bir karakter kazanmaya başladı. Halk güçlerinin devrimlerini çaldırmama mücadelesi ile işbirlikçi güçlerin bu mücadeleyi saptırarak yeniden emperyalist ilişkilere eklemleme müdahale ve entrikalarının iç içe geçtiği bir süreçtir. Arap ayaklanmalarına emperyalistlerin müdahalesiyle varılan noktanın son örneğini de Libya oluşturdu. Emperyalist saldırının desteği ile Kaddafi’nin linç ettirilmesinin ardından şeriatın ilan edildiği bu ülke, bu sürece yol açan ABD emperyalizmi açısından bile kontrol edilmesi hiç de kolay olmayan bir kaos coğrafyasına dönüşmüş durumda.
Suriye’deki ilk hareketlenmeler de, Arap isyanlarının yol açtığı rüzgarın etkilerini de içeren yerli bir özellik taşısa da, kısa bir süre sonra başını ABD’nin çektiği emperyalist güçlerin, bölgedeki işbirlikçileriyle birlikte giriştiği müdahaleler sonucunda bu tablo çok büyük ölçüde değişmiştir. Dışarıdan destekli işbirlikçi bir muhalefetin bozuşturucu etkisi, bu ülkede olup bitenleri genel bir tanımla “halk isyanı” olarak nitelendirmeyi zorlaştırırken, demokratik halk inisiyatifleri de bu ortamın etkisi ile adeta saha dışına itilmiştir.
Bu nedenle de, Suriye’de iki yılı aşkın süredir olup bitenleri tarif ederken en temkinli ifade olarak “çatışma süreci” gibi bir kavram, başvurulması en makul kavram gibi gözüküyordu. Ta ki, Suriye’nin kuzeyindeki Kürt şeridini tanımlamak üzerine kullanılan Rojava ya da Batı Kürdistan’daki devrimci halk inisiyatifi kendisini öne atana kadar!

ROJAVA’DA DEMOKRATİK ÖZERKLİK
Irak Kürdistanı ile sınır olan Dêrika Hemko’da başlayan, Qamişlo ve Serêkaniyê’ye kadar devam eden Cezire bölgesini ifade etmek üzere kullanılan Rojava’da, ‘Demokratik Özerklik’ hedefinin hayata geçirilmesine yönelik olarak ciddi adımlar atılmış durumda. Kürtler Halep, Afrin ve Kobani’de de halk meclislerine dayalı bir yönetimi inşa etmenin mücadelesini veriyorlar.
Suriye’nin kuzeyinde Hafız Esad’ın yaklaşık yarım asırdır önemli çoğunluğunu kimliksizleştirmiş olduğu Kürtlerinin özgürlük mücadelesi 1950’li yıllardan itibaren sürüyor.
1962 yılında Kürtlerin yaşadığı bölgede yapılan nüfus sayımı, Kürtler ile merkezi hükümet arasında bugün hala devam eden sorunların en temel kaynaklarından birinin başlangıç noktasıdır. Sonradan gelen farklı etnik unsurları ayırma iddiasıyla gerçekleşen sayımda yaklaşık 120.000 Kürt, vatandaşlıkları ellerinden alınarak kimliksizleştirildiler. Bu kategorilerden “yabancılar” toprak ya da ev sahibi olamıyorlar. Doktor ya da mühendis olarak görev yapmaları ya da kamu kuruluşlarında çalışmaları mümkün değil. Yaptıkları evlilikler resmi olarak tanınmıyor. Oy verme gibi siyasal hakları bulunmuyor ve pasaport da verilmediği için yasal olarak Suriye’den ayrılma ya da geri dönme imkanları yok.
Kayıtsız konumunda olanların durumu ise, daha kötüdür.
Suriye’nin “en alttakileri” olmak anlamına gelen bu eşitsizlikler tablosunu değiştirmek için 60 yıldır inişli çıkışlı bir mücadele veren Suriye Kürtleri, geçtiğimiz yılın Temmuz ayından itibaren de, Cezire bölgesinin yönetimini ele almak üzere hareketlendiler. Ve aşama aşama Haseke’ye bağlı ilçelerden oluşan bu bölgenin yönetimini ele almaya başladılar.
Esad yönetimi bu süreçten sonra, onlarca yıldır kimliksiz bıraktığı Kürtlere kimlik verme vaadinde bulundu.
Bu “reformun” ilk gündeme gelişinden 2011’in sonuna kadar yaklaşık 40 bin Kürt’e vatandaşlık kimlikleri verildi, ancak, askerliklerini yapmaları için de çağrı yapıldı. Vatandaşlık kimliklerini alan Kürtlerin askere alınacağının açıklanması üzerine, Esad yönetiminin kendilerini muhaliflere karşı kullanacağı endişesini yaşayan, özellikle 18-25 yaşındakilerin bir bölümünün Kuzey Irak’a, bazılarının da Avrupa ülkelerine kaçtığı basına yansıdı.
Onlarca yıldır kimliksiz bırakılan Kürtlere “kimlik” verilmesi bile, bir hakkı tanıma temelinde değil de, çatışmalardan bunalan rejimin Kürtlerin, diğer muhalefet kesimleriyle rejime karşı birleşmesini engellemeye ve kendisine yeni bir silahlı güç devşirmeye yönelik bir hesabın parçası olarak gündeme gelmişti.
Ancak bu gibi hesaplar, Suriye yönetiminin Kürtlerle arasında çok derin bir biçimde kırılmış olan bağları tamir etmeye tabii ki, yetmedi. Kürtler Rojava’da bulundukları bölgelerin yönetimini ele alma mücadelesi verirken, kendi birliklerini sağlamaya da önem verdiler.
Suriye’nin Kürt muhalefeti içinde sahadaki en etkin siyasi güç olan Demokratik Birlik Partisi’nin (PYD) içinde bulunduğu Batı Kürdistan Halk Meclisi ile Suriye Kürt Ulusal Meclisi arasında 11 Temmuz 2012’de Hewler’de yapılan anlaşma ile Kürt partileri güçlerini birleştirme kararı aldı. Daha sonra ise ‘Desteya Bilind a Kurd’ (Kürt Yüksek Konseyi) kuruluşunu ilan etti. Konsey bünyesinde yer alan Kürt siyasal parti ve örgütleri, “Kürtlerin halk olarak tanınması, anayasada bunun tanımlanması ve haklarının güvenceye alınmasını” Kürtlerin vazgeçilmez koşulu olarak tanımladı.
Suriye’de Kürt muhalefetinin, ülkedeki diğer muhalefet kesimleriyle ilişkilerinin biçimini PYD Güney Kürdistan Temsilcisi Dr. Mıhemed Reşo, şöyle tarif ediyordu: “Suriye’de ‘dış muhalefet’ ve ‘iç muhalefet’ var. Dış muhalefet Katar, Türkiye ve Suudi Arabistan destekli ve Kürtlerin Suriye devrimi içerisinde yer alarak kazanım elde etmesini istemiyor. Kürtlerin haklarını kabul etmiyorlar. Bu nedenle dış muhalefetin içine girmedik.
“İç muhalefet ise, Heyeta Koordinasyona Neteviya Guhertina Demokratik adı altında toplanmış durumda. Suriye’nin tüm demokratik, laik, ilerici, işçi örgütleri ve rejime muhalefetten yıllarca  hapis yatmış kesimlerini bir araya getirmiş durumda. Biz de PYD olarak bu muhalefet içinde yer alıyoruz. Çünkü bu muhalif kesimler Kürtlerin haklarını ve bu hakların anayasada yer almasını kabul ediyor.
“Devrimin başlangıcında Kürtleri de rejim ile çatışma konusunda yanlarına çekmeye, kullanmaya çalıştılar. Biz ÖSO ile savaş dursun diye anlaşma yaptık, Esad’a karşı savaşalım diye değil.  Biz ÖSO ile ittifak yapıp onların bünyesinde Esad’a karşı savaşmayız. Kürt kentlerini Esad’ın tank, top ve uçaklarının hedefi haline getirme niyetinde değiliz.” (Rojava’yı Halk Yönetiyor, Evrensel, 27-03-2013)
Bu yazı kaleme alınırken, PYD’nin Kürt Yüksek Konseyi’nde yüzde 50 temsil hakkı bulunuyor. Diğer yüzde 50’lik bölüm ise, Barzani çizgisindeki irili ufaklı 16 Kürt partisinin yer aldığı ENKS (Encûmena Nîştîmanî  ya kurd Sûriye) oluşturuyor.
2003 yılında Abdullah Öcalan’ın Kürtlerin yaşadığı dört ülkede Demokratik Konfederalizm tezi çerçevesindeki örgütlenme modelini ortaya atmasından sonra kurulan PYD, Kürtlerin Rojava’daki tek silahlı savunma gücü olan YPG ile birlikte sahadaki en etkin örgüt olma durumunu korurken, bir yandan Kürtlerin bölgedeki kazanımlarının korunması, diğer yandan da halkın aşağıdan yukarıya yönetime dahil edildiği bağımsız demokratik bir yönetim biçiminin hakim kılınmasının savaşını veriyor.
Rojava’nın Kürtlerinin üretim süreçlerindeki yerleri de, bugüne kadar rejimin onlar üzerindeki politikalarının dolaysız sonuçları biçiminde olmuştu. Örneğin, Derik’e komşu olan Girke Lige ve Rîmelan ise Suriye’nin petrol bölgesi ve bu bölgede Araplar ve Kürtler birlikte yaşıyorlar.
Suriye’nin petrol bölgesi olarak bilinen Rîmelan’da, Baas rejimi, petrol işçilerini yerli olmayan Araplar’dan seçerken, bölgede yaşayan Kürtlere ise, tarım ile uğraşmak ya da geçici işlerde çalışmak düştü. Rojava’da bugün verilen mücadele bir anlamda bu “makus tarlhin” de değiştirilmesi mücadelesidir. Rojava’daki petrol bölgelerinde şu an itibariyle Kürtler denetim sağlamış durumda olsa da, bölge petrolünün geleceğinin tayini de, önümüzdeki dönem de yanıt bulacak önemli sorulardan biri olma özelliğini koruyor.
Kürtler bulundukları bölgelerdeki kazanımlarını korumayı başardıkları takdirde, Suriye’nin bundan sonraki Esad’lı ya da Esad’sız yönetimiyle –şu an itibariyle bu konuda kesin hüküm vermek ve iddiaları tahminler de bulunmak çok da mümkün gözükmüyor– bu konuda bir müzakere ve mücadele süreci yaşayacaklar.

TÜRKİYE SOLUNDA ROJAVA BÖLÜNMESİ

Rojava’da yaşanan sürecin nasıl tanımlanacağına ilişkin olarak ise, sol içinde parçalı bir tablodan söz etmek mümkün. Arap coğrafyasında başından beri olup biten sürecin neredeyse tamamını, başını ABD’nin çektiği “emperyalizmin bir oyunu” olarak gören sol çevreler, Suriye’nin Kürt coğrafyasında olan bitenleri de aynı minvalde bir gelişme olarak değerlendiriyorlar. Arap halklarına, bağımsız bir temelde ayaklanma hakkını çok gören bu “sol” anlayış, Suriye Kürtlerine de, emperyalist hesaplardan bağımsız bir biçimde kendi geleceğini kurmayı çok görüyor.
Her açıdan oryantalist klişelerin esiri olmuş olan bu “sol” siyasetlerin Suriye’deki Kürt gerçeğine bakışları, Türkiye’deki Kürt gerçeğine bakışlarının da dolaysız bir yansımasını oluşturuyor.
Suriye’ye emperyalist müdahaleye karşı çıkmak ile işbirlikçi karakterde olmayan muhalefete destek vermek arasındaki ayrım ise, Türkiye’de solun bir kesimi tarafından çoktan es geçilmiş durumda. Soruna böyle bakanlar, Kürtlerin Suriye’nin kuzeyinde bulundukları bölgenin yönetimini ellerine almalarına da aynı bakış açısının beslediği bir kuşkuculukla bakıyorlar. Suriye Kürtlerinin bu ayaklanmalarını “emperyalist” politikalar içinde tanımlayanlar, Türkiye’de İmralı’da yeniden başlayan görüşmelerin ardından girilen süreci de emperyalizmin aynı “büyük oyunu” içinde değerlendiriyorlar. Böyle düşünenler için, Türkiye Kürtlerinin onlarca yıldır verdiği mücadele, ödediği büyük bedellerin nasıl ki, kayda değer bir önemi yoksa, Suriye Kürtlerinin mücadelesinin de bir hükmü şahsiyeti bulunmuyor.
Antiemperyalizm ve bağımsızlık anlayışlarında bölgedeki gerici statükonun ve diktatörlüklerin savunulmasına geniş yer veren bu ‘sol’ anlayışlar, bunun doğal bir sonucu olarak bağımsız halk inisiyatiflerini de görmezden gelmeyi tercih ediyorlar. Leninizm’in ‘ulusların kendi kaderini tayin hakkı’ ilkesine taban tabana zıt olan bu yaklaşımları sol siyaset adına savunanlar, özünde bağımsızlıkçı değil, şoven milliyetçi bir çizgide siyaset yapıyorlar.
Bu temelde politika yapanlar, ABD emperyalizminin başını çektiği ‘Şii hilaline karşı, Sünni bir cephe oluşturma’ siyasetini de tersten besleyip güçlendirilmesine hizmet ediyorlar.
PYD yetkilileri ÖSO çeteleri ile sadece Araplarla Kürt nüfusun birlikte yaşadıkları Serêkaniyê’de bir çatışmasızlık anlaşması yaptıklarını açıklamış olsalar da, TKP’nin gazetesi Sol ısrarla PYD ile ÖSO’nun birlikte Esad’a karşı savaştıklarını öne süren bir yayıncılık yapmaktka ve İmralı süreciyle “Alevilerin ihmal edildiği” iddiasından hareketle, Suriye’de de Alevilere karşı PYD-ÖSO ittifakının işletildiğini öne sürmektedir. Emperyalizme karşı mücadele adına, emperyalizmin mezhep bölünmeleri üzerinden egemenlik tesis etme planlarına ‘soldan’ bağlanan bu yaklaşımın, Türkiye’de de Alevileri, Kürtlerin ve İmralı sürecinin karşısına dikmeyi amaçladığı görülüyor. Böylesine bir tutumun ‘sosyalizm’ adına savunulması ise, Türkiye’de solunun belli bir kesiminin savrulduğu trajik noktayı göstermektedir.
Diğer taraftan, Özgür Gündem gazetesinde de, yer yer, Esad’a karşı olmak adına, –PYD sözcülerinin bu konudaki ölçülü ve temkinli açıklamalarına rağmen– PYD ile ÖSO arasındaki lokal ilişkiyi genel bir ittifak düzeyine yükselten yayınlar olabilmektedir.
Öte yandan PYD Eşbaşkanı Salih Müslim, İmralı sürecinin kendilerini de etkileyeceğine vurgu yapan bir iki açıklama da bulundu. Bunlardan ilki, İmralı sürecinin ilk zamanlarına denk gelen 12 Mart 2013 günü ANF’ye yaptığı açıklamalarda yer aldı.
Müslim, o röportajında, ÖSO ile anlaşmalarını şu biçimde ifade ediyor: “Biz Suriye dışından gelenlerle anlaşma imzalamadık. Bizim muhatap alıp imzaladığımız güçler Suriye’nin içindeki güçlerdir. Dışarıdan gelen çeteci gruplar bu anlaşmayla zaten ofsayda düştüler ve YPG’ye karşı yenilip çıkmak durumunda kaldılar. Biz Özgür Suriye Ordusu ile anlaşma imzaladık. Türkiye’nin gönderdiği, Afganistan’dan şuradan buradan da gelen çetelerle değil. Onlar aradan çıktı artık.”
Müslim aynı röportajda “sizin Suriye Ulusal Koalisyonu’yla ilişkileriniz de biraz pekişti sanırım. En son Muaz El Hatip ile Kahire’de bir görüşme yaptınız. Görüşmeleriniz devam ediyor mu?” sorusuna da şu yanıtı vermişti: “Şimdi bu koalisyon ilk kurulduğunda Yüksek Kürt Konseyi’ni muhatap olarak tanımadı. Bu, Türkiye’nin yönlendirmesiyle oluyordu tabii ki. Onlar bazı Kürt partileri ve şahsiyetleri esas alıp bizi içten parçalamayı esas aldılar. Kendilerine göre yönlendirmek istediler. Biz o zaman onlara haber gönderdik ve dedik ki; Yüksek Kürt Konseyi dışında hiç kimse Kürtleri temsil etmiyor dedik. Kürt partilerine de, siz Kürtleri temsil etmiyorsunuz Kürtlerin temsilcisi Yüksek Kürt Konseyi’dir dedik. Bazıları gidip bazı toplantılarda konuştular ve sadece onunla yetindiler.
“Daha sonra özellikle Serêkaniyê’deki gelişmelerden sonra biz diyalogun devam etmesi için bir komite oluşturduk ancak olmadı diyalogumuz sürmedi. Neden?
“Bunun bazı sebepleri vardır. İçten ve dıştan… Suriye Ulusal Koalisyonu bu konuda kendi arasında anlaşamıyor. Bizimle, Kürtlerle ilişkilenmek istemeyen bazı gruplar var. Bazı Kürt partileri de küçük hesaplar peşinde ve Yüksek Kürt Konseyi’nin muhatap olarak kabul edilmesine karşı çıkıyorlar.
“Evet, Kahire’de El Hatip’le görüştük, ancak bu tarafları temsilen değil şahsi bir görüşmeydi. Ben PYD Eşbaşkanı, bir Kürt şahsiyeti olarak kendisi de kişisel olarak görüştük.
“Bizim Suriye’nin geleceğine ilişkin perspektifimiz var, bunu her yerde ve herkese anlatıyoruz. Onlara da, bizi başkalarından duyacağınıza bizi bizden dinleyin dedik. Biz özgür ve bağımsız bir gücüz, kendi irademizle hareket ediyoruz. Muhatap alacağımız güçlerin de özgür olmasını ve kendi iradeleriyle karar almasını istiyoruz, dedik. Ancak özgür olanlar ve kendi iradesiyle hareket eden güçler anlaşabilirler dedik.
“Kendisi de anlaşmaya karşı olmadığını belirtti. Ancak kendi aralarındaki çelişkilerden dolayı bizimle anlaşma yapmaktan uzaklar. Ve tabii ki Türkiye’nin yönlendirmesiyle hareket eden gruplar anlaşma önünde engel teşkil ediyorlar.”
Salih Müslim, İmralı sürecinin ilerleyen aşamalarında da, İmralı sürecinin Suriye muhalefeti ile ilişkilerini etkileyeceğini ifade eden başka açıklamalar yaptı. Ve Türkiye Dışişleri Bakanı Davutoğlu da, PYD’nin muhatap alınabileceği yeni bir sürecin başlayabileceğinin sinyalini vererek, şu 3 şartı dile getirdi: “1- Rejim yanında yer almayacak 2- Suriye halkının seçimle işbaşına getireceği parlamento oluşana kadar emrivaki yapmayacak (yani fiili durum yaratıp bir bölgeyi kendisinin ilan etmeyecek) 3- Türkiye’de teröre destek vermeyecek.”
Davutoğlu, bu açıklamaları, ABD Dışişleri Bakanı John Kerry’nin Türkiye yaptığı ikinci ziyaretin sonrasında dile getirdi ve Kerry’nin ikinci ziyaretini şu sözlerle özetledi: “İkincisi ise, özellikle Suriye bağlamında, ‘ne yapabiliriz?’ sorusunun masaya daha açık konduğu bir görüşme oldu.”
ABD’nin, Türkiye’nin Suriye politikasına yönelik rezervleri arasında, Kürt sorunu ile ilgili kaygılarını Suriye muhalefetine yönelik yaklaşımında da baskın bir biçimde öne çıkarmasının da olduğu biliniyor.
Davutoğlu’nun yukarıda alıntıladığımız açıklamaları da, Türkiye’nin bu tutumunu terk etmediğini, ancak öncesine göre de yumuşattığını gösteriyor. Ve Türkiye’de AKP Hükümeti’nin Türkiye’nin içindeki Kürt sorununda olduğu gibi, onu etkileyen Suriye Kürtlerinin pozisyonu ve buradaki statünün geleceğine kadar bir dizi konuya da İmralı görüşmelerinin konusu yapması şaşırtıcı değildir ve olmayacaktır.
Kürtlerin kazanımlarının korunması için ise, emperyalizmden ve işbirlikçi bölge gericiliklerinden gelen baskılar karşısında direnç göstermesi, onlara dolgu olmaması gerektiği açıktır. Gerçekten demokratik bir ülke olarak varolabilmenin yegane koşulu da budur.

SURİYE MUHALEFETİNE ‘YENİ AYAR’
Suriye ‘muhalefeti’nin güncel durumu açısından ise, 11 ülkenin dışişleri bakanlarının bir araya geldiği 21 Nisan 2013 günü gerçekleştirilen ‘Suriye’nin Dostları’ toplantısının, ‘Suriye muhalefetine’ yönelik yeni bir ‘ayar’ toplantısı olduğu alınan kararlarla da görülmüştür. Yardımların ‘Suriye Yüksek Askeri Konseyi’ üzerinden yapılacağı belirtilen kararlar, Türkiye’nin El Kaideci güçleri de açıktan destekleyen dış politika çizgisine de bir ‘ayar’ olarak okunmalıdır. Esad’a yönelik silahlı mücadele değil, “müzakere” esasına dayalı bir “geçiş” hükümetine vurgu yapılan kararlarda Rusya ile de uzlaşmayı esas alan bir çizginin açık işaretleri verilmiştir. Bu toplantıda alınan kararlar, Suriye’de emperyalist güçler ve bölgedeki işbirlikçi rejimlerin desteği ile silahlandırılan ‘muhalefet’ güçlerine dayalı olarak sonuç alma stratejisinin de, sonuç almak bakımından işlevsizliğinin dolaylı bir kabulü anlamına da gelmektedir.
İstanbul’daki “Suriye’nin Dostları” toplantısından sonra yayınlanan bildiri ve ABD Dışişleri Bakanı John Kerry’nin basın toplantısında söyledikleri, Türkiye’nin de içinde bulunduğu bu topluluğun izleyeceği politikanın da sinyallerini verdi. Bu toplantının geçtiğimiz Mart ayı sonu itibariyle ‘Suriye muhalefeti’ne yaklaşım konusunda bölünmüş bölge ülkelerinin de yeni bir plan etrafında uzlaştırılmaya çalışıldığının göstergesi durumundadır. Bunun gerçek bir uzlaşma anlamına gelip gelmeyeceğini önümüzdeki dönemin gelişmelerine bakarak anlayabiliriz. Ancak bu toplantıda göreli bir uzlaşma fotoğrafı verilmiştir.
Bu toplantıda göreli bir uzlaşmaya varıldığının bir diğer verisi, Türkiye ve Katar’ın desteklediği ve Esad rejimi ile her türlü görüşmeye kapalı “geçici hükümet kurma” çizgisinin gündemden düşmüş olması. Bilindiği üzere yaklaşık yirmi yıldır ABD’de yaşayan bir Suriyeli olan Gassan Hito, İstanbul’da gerçekleşen bir toplantıda geçici hükümetin başbakanı seçilmiştir. Katar’da yapılan son toplantıya Suriye’yi temsilen İstanbul’da kurulan “geçici hükümetin” başbakanı Gassan Hito’yu çağırılmış, buna tepki olarak, Suriye Devrimi Muhalefet Güçleri Koalisyonu’nun başkanı Muaz El Hatip başkanlıktan istifa etmişti. Yoğun ikna çabaları sonucu zirveye katılmayı kabul etmekle beraber başkanlıktan istifasını geri çekmemişti. ABD Dışişleri Bakanı John Kerry de İstanbul toplantısındaki konuşmasında rejimle her türlü diyaloğu reddeden “geçici hükümet” değil, rejimle müzakereye dayalı  “geçiş hükümeti” kavramın özellikle kullanmıştır.
Bu toplantıdan çıkan sonuçları şöyle özetleyebiliriz:
– Topluluk iki yıldır süren çatışmaların bu işin silah zoru ile halledilemediğini gösterdiğini kabullenmiş oldu. ABD’nin başını çektiği Batılı güçler bu iç savaşa bulaşmak istemiyor. Bu nedenle muhaliflerin silah taleplerine de mesafeli duruyorlar. İstanbul’daki toplantıda, Suriye’deki silahlı güçlere bazı askeri araç ve gereçlerle sınırlı bir askeri destek verilmesine karar verildi.
– Suriye’nin Dostları” bu kez “müzakere yolu ile çözüm” için Şam’a bir mesaj gönderdi.
– Kısa vadede “siyasi çözüm”ün nasıl gerçekleşeceği konusunda topluluk “Cenevre formülü”nü gündeme getirdi.
Geçen yılın Haziran ayında, Rusya ve Çin’in de katılımıyla yapılan Cenevre konferansında, görüşmelere dayalı bir çözüm üzerinde mutabık kalınmıştı. Çatışmaların durması, geçici bir yönetimin oluşturulması, parlamento ve başkan seçimleri yapılarak, ‘demokratik rejime geçiş sağlanması’ olarak özetlenebilecek olan bu kararları o dönem muhalefet reddetmişti.
Bu kararlar hayata geçmezken, çok geçmeden Cenevre Bildirisi’ne imza atan Batılılarla Ruslar arasında bu sürecin “Esad’lı mı, yoksa Esad’sız mı” olması gerektiği konusunda uyuşmazlık çıkmıştı.
İstanbul’daki son toplantıda Cenevre Bildirisi’ne atıfta bulunulması, “siyasi çözüm” şıkkının öne alındığını ve Rusya ile ortak bir zemin sağlamaya açık durulduğunu göstermiştir.
Sonuç olarak, askeri ya da siyasi olsun, emperyalist güçlerin himayesinde toplanan masalardan demokratik bir Suriye’nin çıkması düşünülemez. Ancak bu manzara, daha önce devrede tutulan ve provakatif bombalı saldırılarla desteklenen, devşirme güçlerle oluşturulan ‘silahlı muhalefeti’ öne alan emperyalist stratejinin iflası durumundadır. Elbette ki bu, önümüzdeki dönemde emperyalistlerin uzlaşacakları bir ‘siyasi çözüm’ oluşturamamaları durumunda silahlı müdahale yöntemlerinin devreye yeniden ve bu kez belki daha güçlü bir biçimde girmeyeceği anlamına da gelmemektedir.
Suriye halkları için gerçek demokrasi de, emperyalist müdahale ve planların dışında durarak, kendi mücadelesiyle gerçekleşebilecek bir demokrasi olabileceği tartışılmazdır.
Türkiye halkları, işçi, emekçileri ve devrimci güçleri de, Suriye’ye emperyalist müdahaleye karşı çıkarken, Suriye’deki bütün halkların kendi kaderlerini belirlemelerini esas alan mücadeleleriyle de dayanışma içinde olmayı sürdürmelidirler.

Takrir-i Sükûn’dan ‘TMY’na Devlet ve Muhalefet

11 Eylül’de İkiz Kuleler’i hedef alan saldırıların ardından, ABD tarafından, kendi

emperyalist amaçlarını gizleyerek çıkarlarını gerçekleştirmek üzere kullandığı “terör” kavramı, benzer amaçlarla, Türkiye siyasal yaşamında da sık kullanıldı.

Türkiye’de generaller, geçtiğimiz yıl, sıkıyönetim uygulamalarını süreklileştirecek olan Terörle Mücadele Yasası’nın sertleştirilerek güncelleştirilmesini isterken, İngiltere’nin yaptığı düzenlemeleri örnek vermişlerdi. Generallerin, bu gerekçeyi dile getirirken, “gelişmiş” ülkeler arasında ön sıralarda sayılan bir ülkeyi örnek göstermiş olmasının, kendi dayatmalarına meşru bir gerekçe yaratmak gibi bir taktiğe dayanıyor olması muhtemel. Ancak, Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana, Türkiye siyasal yaşamına bir göz gezdirmek bile, Türkiye yönetenlerinin, “terörle mücadele”yi, muhalefeti tamamen bertaraf ederek sistemi tahkim etmenin bir yolu olarak kullanageldiklerinin sayısız örneğinin görülmesini sağlayacaktır.

Askeri darbe yapmadan darbe koşullarını devreye sokmaya olanak veren “terörle mücadele” düzenlemeleri içinde, bugünle kıyaslanabilecek olanlar arasında, Takrir-i Sükûn Yasası’nın özel bir yeri bulunuyor. İki yasanın ortaya sürülme gerekçelerine bakıldığında, şimdi, Türkiye egemenlerinin, hiç de yabancısı olmadıkları bir yöntemi yeniden güncelleştirmeye çalıştıkları bir kez daha görülecektir. Ayrıca, Takrir-i Sükûn Yasası’nın çıkarıldığı süreç, sadece Türkiye yönetenlerinin izledikleri taktikler ve uyguladıkları yöntemler bakımından değil, muhalefet güçlerinin buna karşı aldığı tutum bakımından da bugün için önemli dersler içeriyor.

Kendisini dinsel biçimler altında ifade eden bir Kürt İsyanı olan Şeyh Sait İsyanı, genç Cumhuriyet’in daha kuruluş aşamasında, rejimin kurgulanması bakımından, Türkiye’yi yöneten Kemalist kadroların en temel gerekçelerinin başında geliyordu. 11 Şubat 1925 tarihinde başlayan bu isyanın ardından, 4 Mart 1925 tarihinde çıkarılan Takrir-i Sükûn Kanunu, burjuvazinin, “terörle mücadele” bahanesini hangi biçimlerde kullandığını gösteren bir dönemin de kapısını açtı. Bu kanun gereğince tutuklanan bütün muhalifler kurulan İstiklal mahkemelerine sevk edilerek, sözde yargılamalar sonucu, ağır cezalara çarptırıldılar. Şeyh Sait İsyanı’nın kanlı bir biçimde bastırıldığı bu süreçte, bütün toplumsal muhalefeti susturmak üzere de geniş çaplı bir saldırı başlatıldı. TKP’nin lideri Şefik Hüsnü yurtdışına kaçarken, Orak Çekiç gazetesi de kapatıldı.

İstiklal Mahkemeleri kurulurken, bu mahkemelere “Millet Mahkemesi” ile “Terreur Mahkemesi” denilmesini önerenler de olmuştu.1 Ancak, o dönemde, bu mahkemelere ve Takrir-i Sükûn Kanunu’na geniş destek sağlamak için, heyecanı henüz diri olan “İstiklal Savaşı”na atıfta bulunup adından yararlanmak daha uygun görülmüştü. Artık bu heyecan ile pratik bağları da kalmayanlar için böylesi bir ihtiyaç olmaması nedeniyle ve güncel dayanaklar da hesap edilerek, “Terör” kavramı tercih ediliyor.

O dönemde, Takrir-i Sükûn Kanunu’nun, kendisine dayanak olarak seçtiği “terör”ü bir yönetme biçimi olarak ne kadar yaygın kullandığını, onun muhatabı olan ve uygulamalarını kendi şahsında yaşayan ünlü şair Nazım Hikmet’in otobiyografik romanındaki şu satırlarından da anlamak mümkün: “Yüreğim tıpkı o takip edildiğimi sandığım akşamki gibi kötü, alçak, hızlı atıyor. Gazeteler İstanbul’da, Ankara’da komünistlerin yakalandığını, İstiklal Mahkemesi’nde yargılanacaklarını, ele geçmeyenlerin de şiddetle arandığını yazıyordu. Ele geçmeyenler arasında ben de vardım.2

Sol muhalefete yönelik olarak bu dönemde gerçekleştirilen operasyonlarda 33 kişi tutuklanarak İstiklal Mahkemeleri’nde yargılandı. Altı kişi 7’şer yıla, altı kişi 10’ar yıla ve Nazım Hikmet ile Şefik Hüsnü Değmer gibi yakalanmamış olanlar on beşer yıla mahkum edildiler.

Başlangıçta iki yıl için çıkarılan Takrir-i Sükûn Yasası’nın yürürlük süresinin iki yıl daha uzatılmasının kararlaştırılması amacıyla, dönemin Başbakanı İsmet İnönü’nün Meclis’te söylediği şu sözler, bu yasanın çıkarılış sürecinde gizlenen, ancak yasa ile uygulamaya geçirilen diğer amaçlarını da ele verir cinsten: “İki yıl önce karşısında bulunduğumuz olayların en önemlisi Şeyh Sait ayaklanması ile beliren eylem değildi. Asıl tehlike memleketin genel yaşantısında meydana gelen karışıklıktı, anarşik durumdu. Bu, memleketin birçok zamandan beri politik yaşantısına musallat olan başlıca derttir. Memleketin gelişip ilerlemesine ve samimi düzeltme isteklilerinin bütün çabalarına engel olan budur. Ve bu, küçük çıkarları işletmeye alışmış soysuz aydınlarla, vicdan özgürlüğünü başkalarının vicdanına saldırmak için araç sayan politikacıların faaliyetleridir.(…) Aldığımız tedbir, yalnız Doğu’daki davranışın değil, memleketin gelişip ilerlemesine başlıca engel olan sosyal düzendeki karışıklığın ortadan kalkmasını da sağlamıştır.”3

 

TKP’NİN BURJUVAZİYE “TERÖRLE MÜCADELE” DESTEĞİ
VE ALDIĞI TARİHSEL MÜKAFAT!

Buraya kadar aktarılanlar, “terörle mücadele” bahanesinin, burjuva kadrolar tarafından, daha Cumhuriyet’in kuruluş aşamasından kısa bir süre sonra nasıl biçimlerde ve hangi taktiklerle uygulandığını gözler önüne seriyor. Ancak o dönemden bu döneme tarihsel bir ders olarak miras kalan daha önemli bir başka şey ise, düzene muhalif olduğunu iddia eden politik güçlerin aldıkları tutumla ilgilidir.

TKP tarafından, işçi ve emekçilere hitap edilmek üzere çıkarılan Orak Çekiç gazetesi, çıkmaya başladığı yıl yaşanan Kürt İsyanı’na yaklaşımda, iktidarı destekleyen bir politikayı benimsedi. 26 Şubat 1925 tarihli Orak Çekiç, Şeyh Sait İsyanı’nı derebeylik kalıntılarının demokratik devrime karşı direnişi olarak ele alıyor, “Kahrolsun İrtica” sloganını başlığa çıkarak, hükümeti, aynı zamanda “irticai” bir ayaklanma olarak gördüğü isyana karşı destekliyordu. Orak Çekiç gazetesi, Mart ayında da, “Yobazların sarıkları, yobaz zümresine kefen olmalıdır” sloganıyla, Şeyh Sait İsyanı’na karşı hükümetin tutumunu destekleyen yazılarına devam etti. Şeyh Sait İsyanı’nı, başyazısında, “İngilizlerin Oynattığı İrtica Kuklası” başlığı ile eleştiren gazete, irticaya karşı savaşmak için, işçileri sendikalarda, köylüleri de köy meclislerinde örgütlenmeye çağırıyordu. Orak Çekiç, verdiği desteğin farkını tarif etmek için de, işçilere şu sözlerle sesleniyordu: “Arkadaş, kara kuvvet, bizim de, burjuvazinin de düşmanıdır. Biz, her şeyden önce bu düşmanı yenmeliyiz, burjuvazi ile ayrıca kozumuzu paylaşırız.4

Ancak burjuvazi, kendi sınıf çıkarlarını Şefik Hüsnü ve partisinden daha iyi gördüğünü gösterircesine, Takrir-i Sükûn sürecinde, Orak Çekiç gazetesini de kapattı ve komünist avı başlattı. Şefik Hüsnü de, bu uzlaşmacılığının faturasından ancak yurt dışına kaçarak kurtulmayı seçti. Dönemin TKP’sinin bu tutumu, sonraki yarım asırlık süreçte de, Türkiye solunun Kürt sorununa bakışta milliyetçi etkileri aşamamasının tarihsel kaynağını oluşturdu.

Türkiye yönetenleri, bugün yine, ağırlıklı olarak Kürt sorunu ile ilgili olarak, “terörün” siyasallaşmasını önlemek gerekçesiyle, her türlü tepkiyi zapturapt altına almayı hesaplayan bir Terörle Mücadele Kanunu’nu devreye sokmaya çalışıyor. İçinden geçtiğimiz süreçte, tıpkı Takrir-i Sükûn Yasası’nı hazırlayan süreçte olduğu gibi, ülkeyi yönetenlerin, muhalefet güçlerini de bir sınava soktuğu ortadadır; ve bu sınavı geçmek için, öncelikle, yöneten sınıfların ve onların asker ve sivil sözcülerinin terörün kaynağı olarak gösterdiği politik güçlerle yolunu ayırmak gerekmektedir. İstenen budur.

Ve şu ana kadarki sürece bakıldığında, kendilerini, Takrir-i Sükûn döneminde TKP’nin izlediği siyasetten ayırmamış, ondan kopmamış olan “solcu”larımızın varlığı dikkat çekmektedir.

 

DÜN “NE REFAHYOL NE HAZIR OL”; BUGÜN “NE PKK NE DEVLET”

Örneğin ÖDP’nin web sitesinde “Özgür, Eşit, Demokratik bir Türkiye’de Birarada Yaşamı Savunalım” başlığıyla yer alan, 17 Mayıs 2006 tarihli yazı, bu etkileri inceltilmiş bir biçimde içermektedir.

10. kuruluş yılımızda programımızı ve tüzüğümüzü yeniledik… Emperyalizme ve kapitalizme karşı emek güçlerinin siyasi iktidarını kurma mücadelemizdeki kararlılığımızı ve azmimizi bir kez daha vurguladık… Yeni bir eylem kılavuzu oluşturduk” diye başlayan yazının sonraki bölümlerinde, bu “eylem klavuzu”nun, PKK’den kendisini kalın bir çizgiyle ayırdığı, ve onu, Kürt sorununa karşı pozisyonu bakımından devletle aynı noktada değerlendirdiği dikkati çekmektedir. Şöyle devam ediyor söz konusu yazı: “Bu sorun ne devletin, ne PKK’nın, ne de bölgede hegemonya kavgası sürdüren emperyalistlerin ‘diplomasisine’ terk edilemez. Şimdi çözümsüzlüğü ve beraberinde parçalanmayı yaratan bu seslerin karşısında başka bir sese ihtiyaç var. Kürt sorunu yeni bir aşamaya evrilmiştir. 2005 Newroz’u yeni sürecin miladıdır. Mersin’de Türk bayrağının yakılma girişimi ve sonrasında geliştirilen linç psikolojisi, çatışmaların yeniden başlaması, Şemdinli vakası, Diyarbakır olayları, Şemdinli iddianamesini hazırlayan savcının görevden alınması, sorunun tekrar bir asayiş sorunu olarak değerlendirilmesi, yeni Terörle Mücadele Yasası’nın hazırlanması, TSK’nın sınır ötesi operasyon için sınır bölgelerine asker sevkıyatı, arada verilen küçük muhtıralar ve siyasette ordunun artan rolü ve iktidar ilişkilerindeki kayma, bu sürecin özet görüntüleridir. Bu süreç, yönetenler ve PKK bakımından, karşılıklı olarak birbirini besler hale gelmiş çözümsüzlük siyasetinin geliştiği bir süreçtir. Bu çözümsüzlük siyaseti, özellikle batıda Kürtler’le iç içe yaşanan yerlerde toplumsal çatışmalara yol açacak bir durum yaratmaktadır.

Bu açıklama, genel politik söylemi itibariyle, ÖDP’nin 28 Şubat askeri müdahalesine karşı kullandığı Ne Refahyol, Ne Hazırol” sloganını çağrıştırmaktadır. 28 Şubat’ın zaten hedefe koyduğu bir gücü, demokrasiye karşı 28 Şubat ile aynı kefede bir tehdit konuma yükseltmek, aslında, özünde “Hep hazırol” demekten çok da farklı bir anlama gelmiyordu. Bugün de, “Ne PKK, ne devlet” sloganı etrafında kurulan “Özgür, Eşit, Demokratik bir Türkiye’de Birarada Yaşama” talebi ne kadar inandırıcı olabilir? Devletin “terör” dediği politik hedefe karşı, onunla aynı söylemi kullanarak siyasetteki etki zeminini genişletmeyi hesaplayan ÖDP kurmayları, PKK’yı ortaya çıkaran nedenin Kürt sorununa karşı bugüne kadar izlenen devlet politikalarından bağımsız düşünülemeyeceği gerçeğini böylelikle görmezden gelmiş oluyorlar. Birçok emek ve demokrasi örgütü tarafından çeşitli vesilelerle yapılan, “TMY ile dayatılan sürecin yeni bir 28 Şubat olduğu” açıklamaları ile kıyaslandığında, ÖDP’nin açıklamasının çok daha geri bir anlayışa dayandığı, ve kendisini, bu sürecin yarattığı baskılanmadan ayırmaya çalışan bir eksende şekillendiği dikkati çekmektedir.

Bağımsız bir politik partinin, Kürt sorununa ya da başka bir temel soruna yaklaşımda, kendisini diğer politik parti ve güçlerden ayıran özellikleri dile getirmesinde elbette bir sakınca yok. Ancak, içinden geçilen dönemde, yukarıdan yaratılan baskılanmanın altında ezilen bir propaganda söylemi ile Kürt sorunun çözümü mücadelesinde dik durmak imkansızdır.

Benzer bir anlayış, TOBB, TİSK, Türk-İş, TZOB, TESK, DİSK, İNTES ve Hak-İş başkanlarının 11 Nisan 2006 günü yaptıkları toplantının ardından, Türkiye-AB KİK Eş Başkanı ve DİSK Başkanı Genel Başkanı Süleyman Çelebi’nin, Türkiye-AB KİK adına yaptığı ortak açıklamada da kendisini hissettirmişti. Söz konusu açıklamada, “Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde ve ülkenin genelinde yaşanan bölücü örgütün son terör ve diğer şiddet olaylarının, toplumsal barış ve istikrarın başladığı, AB katılım süreci içinde temel hak ve özgürlüklerin toplumun tamamı için giderek daha fazla iyileştiği ve bölgede geçmişteki terör nedeniyle yaşanan ekonomik sosyal sorunların giderilmesine dönük projelerin uygulandığı bir döneme denk getirildiği” vurgusu yapılmış ve bu vurgunun ardından “sağduyu” çağrısında bulunulmuştu.

Bu açıklamalara kadar gelinen sürecin, geçtiğimiz yıl Mersin’deki Newroz kutlamalarında yaşanan bayrak provokasyonu, çeşitli illerde yaşanan linç girişimleri ve Şemdinli’de ve ardından da birçok yerde patlatılan bombalarla şekillendirildiği son derece açıkken, bu tür yaklaşım, açıklama ve tutumlar; sahipleri olan emek örgütü temsilcilerinin ya da emekten, demokrasiden yana olduğunu iddia eden siyasi partilerin, MGK’nın tehdit belirmeleri ve “güvenlik” kriterlerine eklemlenen bir pozisyona gerilediklerini, her şeyden önce, hem tarihsel hem de sınıfsal bilinçten yoksun olduklarını gösterir.

Son olarak, Cumhuriyet gazetesine üst üste atılan el bombaları ve Danıştay’a silahlı saldırı da, şu ana kadar yeni TMY’ye gerekçe olarak gösterilen “bölücü tehdit”in yanına “irticai tehdidi” de eklemiş, böylelikle emek ve demokrasi güçlerini sisteme yedeklemeye yönelik “güvenlik” gerekçeleri düne göre daha da çoğaltılmıştır. Cumhuriyet’e ve Danıştay’a saldırılarda adı gündeme gelen emekli paşalara dokunulmaması, olayın üstünün, tetikçilerle sınırlı bırakılarak örtülmesi ve bu süreç içinde Kürt sorununa dair tartışmaların da geriletilmesi, TMY ile hedeflenen siyasal düzenin de habercisi niteliğindedir.

Bu baskılanmaya karşılık olarak, 28 Mayıs 2006’da düzenlediği bir basın açıklaması ile “Birarada Yaşamı Savunalım” çağrısı yapmış olması, ÖDP’nin, 28 Şubat’tan bu yana benzer durumlarda izlediği çizginin bir devamı niteliğindedir.

TMY’nin tamamen geri çekilmesi, çetelerin dağıtılması, MGK’nın lağvı, Şemdinli olayının aydınlatılması ve olayda adı geçenlerin yargılanarak hesap sorulması, Kürt sorununun demokratik çözüm olanaklarının önünü açılması için genel siyasi af da dahil olmak üzere gerekli yasal düzenlemelerin yapılması gibi somut talepleri içermeyen bir “Birarada yaşama” talebi, bugün açısından ciddiye alınmayacak kadar “uslu” bir taleptir.

Var olan sınırlı özgürlükleri bile yeni “güvenlik” politikaları ve düzenlemeleriyle ezme girişimleri, “özgürlük” ve “güvenliği” ortalayan bir muhalefetle boşa çıkartılamaz. Sorun, özgür ve demokratik bir ülkede bir arada yaşamayı dinamitleyen, bunun için arka arkaya provokasyonları devreye sokmaktan çekinmeyen “derin” yönetme tarzının tasfiyesidir ve bu da, ancak Türk ve Kürt emekçilerini böyle bir mücadele hattına kazanabilmekle mümkün olabilir. Hedefi ve yönü muğlak olan muhalefet biçimleri, temel sorunlar karşısında çözücü değil, kafa karıştırıcı olacaktır.

Ve aradan geçen 81 yıllık zaman dilimine, bu zamanın biriktirdiği tarihsel deneyime rağmen, aynı hatalara yeniden düşülmesi, bu hataya düşenlerin iflah olmazlıklarını açığa vurmaktadır.

Tarihteki köklerinde saklı olan trajediden ders almayanlar için Marks’ın bir sözünü hatırlatarak noktalayalım: “Tarihte her şey iki defa yaşanır; ilkinde trajedi, ikincisinde komedi olarak.

 

1 Kılıç Ali (1955), İstiklal Mahkemesi Hatıraları, s. 7

2 Nazım Hikmet (1977), Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim, s. 21

3 Mahmut Goloğlu, Devrimler ve Tepkiler 1924-1930, s. 221

4 İlhan Akdere, Zeynep Karadeniz (1996), Türkiye Solu’nun Eleştirel Tarihi, Evrensel Basım Yayın, s. 159

Kapitalizm Müslüman Halklar İçin Kurtuluş Olabilir Mi?

Sosyalizmin varlığı ile belirlenen dönemin son bulmasının, kapitalist dünyada “sosyal güvenlik”in tasfiyesinden, savaşların ve emperyalist işgallerin dizginsiz bir hale gelmesine kadar bir dizi önemli sonuca yol açtığı birçok kez vurgulandı. Bunlara, herhalde, sosyalizmin belirleyici bir güç olarak varolmadığı bir dünyada eleştiri kalitesinin düşüşünü ve polemik düzeyinin de bu durumdan etkilenmesini ekleyebiliriz. Elbette bu sözlerimiz, Marksizme dayalı yapılan eleştiri ve polemikleri değil, liberal dünya içinde seyreden düşünsel hayatı ilgilendiriyor.

Son dönemin siyasal arayışlarından biri olarak Ertuğrul Günay ve Mehmet Bekaroğlu etrafında şekillenen oluşuma yönelik kimi çevrelerce kullanılan “Müslüman Sol” –bu girişimin içinde olanlar, kendilerini bu biçimde ifade etmediklerini de açıklamış bulunuyorlar– tanımlaması, bazı polemiklere de kapı açtı.

Mustafa Akyol’un, Radikal gazetesinde yayınlanan “‘İslami sol’ kavramını düşünmek: Sosyalizm, İslam’a uyar mı?” başlıklı yazısı bu bakımdan tipik bir örnek oluşturuyor.

Akyol yazısında, “Merhum Prof. Sabri Ülgener’in eserlerinde detaylıca analiz ettiği gibi; özel mülkiyeti ve miras hakkını güvence altına alan, ticareti teşvik eden, fiyatlara narh koymayıp ‘serbest Pazar’ın önünü açan İslamiyet, sosyalizmle değil, ahlaki normlara sahip bir kapitalizmle uyumlu” diyor ve şöyle devam ediyor: “Ama bazı Müslümanlar bu ‘felsefi ayrılık’ bir kenara bırakılırsa, sosyalizmin aslında iyi bir şey olduğunu, çünkü sonuçta fakirlerin ve ezilmişlerin hakkını savunduğunu ve eşitlikçi bir toplum hedeflediğini, bu yönden İslam’ın toplumsal amaçlarına uyduğunu düşünürler. Oysa durum pek de öyle değildir. Çünkü fakirler ve ezilmişler konusunda İslam’ın ve sosyalizmin öngördüğü araçlar da taban tabana zıttır. ‘Bilge Kral’ Aliya İzzetbegoviç, bunu bir cümleyle özetlemişti: ‘İslam vermeyi, sosyalizm el koymayı emreder.’[1]

Akyol, yazısı boyunca sosyalizmin “vicdansız”, kapitalizmin ise çok daha “vicdanlı” olduğunu kanıtlamaya çalışıyor.

KAPİTALİZM, “VİCDANINI” SOSYALİZME BORÇLUDUR

Öncelikle Akyol’un iddia ettiğinin tersine, kapitalizmin eğer “vicdanlı” bir döneminden söz edilecekse, bunun, sosyalizmin kapitalizmin karşısında ayrı bir “dünya” olarak var olduğu ve kapitalizmi baskı altında tuttuğu döneme tekabül ettiğini belirtelim. “Sosyal devlet” uygulamalarının, geniş halk yığınlarının günlük yaşamını doğrudan etkileyen eğitim ve sağlık hizmetlerinin parasız oluşunun, sosyal güvenliğin emekçiler açısından bir hak olarak varolduğu dönemin sosyalizmin bir dünya sistemi olarak ayakta olduğu döneme dair özellikler olduğu tarihsel bir gerçekliktir.

Sosyalizmin varlığı, kapitalist sömürü düzenini dışarıdan kuşatırken, bu sömürünün konusu olan işçi sınıfı ve emekçilerin kapitalist sömürü ve baskıdan kurtuluş mücadelelerini de teşvik etmiştir. Bu, sadece pratik bakımdan değil, moral düzey açısından da böyledir. Kapitalizm de, hem kendi içinde emekçi sınıfların sisteme karşı yürüttüğü mücadelenin baskısını dengelemek, hem de sosyalizmin baskısından kurtulmak için “sosyal devlet uygulamaları” diye adlandırılan politikaları bir tavizler politikası olarak benimsemek durumunda kalmıştır.

Sosyalizmin bir bir dünya sistemi olarak varlığının son bulması süreci, Akyol’un “vicdan” diye nitelendirdiği şeylerden de kapitalizmin uzaklaşması sürecidir aynı zamanda. Sosyalizmin –kuşkusuz geçici– yenilgisinin ardından, kendi egemenlik alanlarındaki (kapitalist ülkelerdeki) işçi sınıfı mücadelelerini gerileten kapitalizm, “sosyal devlet” uygulamalarını da birer yük olarak görmeye başlamış ve az-çok yavaş ya da hızla bu “yüklerden” kurtulmaya yönelmiştir.

Eğer, Akyol’un dediği gibi, kapitalist sistemin insanlığa verdiklerinden, hediyelerinden bahsedilecekse, bunlar herhalde olumlanacak içeriklere sahip değildir; kapitalist sistem bugüne kadar dünya tarihine iki sıcak bir de “soğuk savaş” “hediye” etmiştir. Sosyalizmden sonraki her gelişmeyse Marksizmi ve Leninizmi sürekli doğrulayan ve sosyalizme ihtiyacı belirten gelişmelerle sürmektedir. Sosyalizmin baskısının olmadığı bir dünyada, “artı değer” sömürüsü daha da artarak, kapitalizm, “vahşi kapitalizm” dönemi uygularına geri dönerken, Lenin’in “Emperyalizm döneminde savaşlar kaçınılmazdır” tezi, içinde yaşadığımız coğrafyada artan işgaller ve süren savaşlarla her gün doğrulanmaktadır.

TARTIŞMAYA KATILANLARIN YORUMLARI

Mustafa Akyol, sosyalizmi suçlama ve kapitalizmi kutsama üzerine kurulu yazısında, Sol ile İslam’ın yakın durulabileceğini savunan isimlerden Nuray Mert’i de eleştirmişti. Nuray Mert de Akyol’a “Bir kez daha: İslam ve sol” başlıklı yazısında şu biçimde yanıt verdi: “İlk yazımda ben de, sol siyasi gelenekle Müslümanların siyasal geleneğinin kaçınılmaz çelişkilerinden bahsetmiştim. Ancak sevgili Mustafa Akyol, olayı bir adım daha ileri götürerek, sol adına ileri sürülen siyasal-toplumsal ilkeler ile İslam’ın bir din olarak temelden çeliştiğini iddia etmiş. Bu klasik sağcı Müslüman tezi veya tepkisidir. Daha doğrusu dinlerle, solun ileri sürdüğü eşitlik iddiasının temelden çelişik olduğunu ileri süren evrensel ve klasik ‘sağcı’ tepkisidir. Modern çağda, kapitalizmin dinsel öğretilerle örtüştüğünü ileri sürerek, kapitalizme dinsel kutsallık armağan eden klasik sağ siyasetin her türünden söz ediyoruz.

İslam’ın hangi siyasal ve ekonomik sistemle uyuşup uyuşmadığı sonuna kadar tartışma konusudur. Bugüne kadar, kapitalizme dini kılıf bulanlar, bir de sol siyasetin din karşıtlığını bahane edip, sağ siyaset geleneği beslediler diye İslam’ı (veya Hıristiyanlığı) kapitalizmi öngörüyorlar diye takdim edemeyiz. Batı’da, kapitalizmi Hıristiyan geleneğinin bir ürünü olarak takdim eden, Protestan geleneği ve bu geleneği belli şekilde yorumlayan ünlü düşünür Weber’dir. Dahası Weber, kapitalizmin temelini, tasarruf gibi dinsel ve ahlaki öğelere bağlayarak, emperyalizmi ve vahşi kapitalist sömürü ve talanı göz ardı etme ve temize çıkarma gayretinin en önde gelen temsilcisidir.[2]

Bu tartışmaya katılan isimlerden birisi olan Ali Bulaç da, “Kur’an’da sağ ve sol” başlıklı yazısında, İslam’ın sağa yakın olduğunu söyleyenleri de, sola yakın olduğunu dile getirenleri de eleştirdi. Görüşlerini Kuran’dan ayetlerle de desteklemeye çalışan Bulaç, yazısını şu paragrafla bağladı: Müslümanların kendilerine layık görebilecekleri tek isim ‘Müslüman’dan başkası değildir: ‘O (Allah), sizi ‘Müslüman’ olarak isimlendirdi (22/Hacc: 78).’ ‘Allah’a çağıran, salih amelde bulunan ve ‘ben Müslümanlardanım’ diyenden daha güzel sözlü kimdir?’ (41/Fussilet: 33)[3]

Tartışma ile ilgili görüşleri basına yansıyan isimlerden Abdurrahman Dilipak, “Sağcı İslamcı oluyorsa, solcu İslamcı da olur” derken, Avni Özgürel, “İslam sola yakındır demek yanlıştır” görüşünü dile getirdi. Mehmet Şevket Eygi, “Sola yakınlaşmadan rahatsızım” derken, İsmail Nacar, solcu aydınları kendisine daha yakın gördüğünü söyledi. Toktamış Ateş, “Solcu İslamcı kavramı doğrudur” görüşünü savunurken, Prof. Dr. Hüseyin Hatemi şu yorumla tartışmaya katıldı: “Sağcılık ve solculuk terimleri kullananın verdiği anlama göre değişebilir ve üzerinde uzlaşma sağlanan terimlerden olmadığı için İslamcılık sola daha yakındır şeklindeki bir yargının da yine anlamı belirsiz olur. Bu sebeple muhtevası belirli terimlerle bir sonuca varmayı ve görüşümü belirtmeyi tercih ediyorum. Solculuktan amaç, sosyal devlet ve adalet taraftarı olmak ise hiç şüphesiz İslam bu anlamda bir solculuğu da ayrılmaz bir parça olarak içerir, sağcılıktan amaç sosyal devlet ve sosyal adalete karşı olmak ise sırf Ma’un suresinin okunmasından dahi İslam’ın bu anlamda bir sağcılığı reddettiği ve dışladığı anlaşılır.

Farklı kutuplarda olsalar da bu görüşleri dile getirenlerin birçoğu görüşlerini, Mustafa Akyol’un liberal klişelerinden daha ciddi dayanaklarla desteklemeye çalıştılar.

Ancak konunun, ayet ya da tefsir yorumu yönünü aşan politik yönünün birçok görüşün eksik tarafını oluşturduğunu da belirtmeliyiz.

İslam’ın kutsal sayılan metinlerinin “sosyalist” bir ekonomik düzenden ziyade, özel mülkiyetin kutsanmasına açık olduğu bir gerçektir. Ancak nihayetinde ortaya çıktığı koşulların da etkilerini taşıyan bu metinler, onları kutsal sayan milyarlarca kişinin bugünü ve geleceği bakımından nasıl ele alınacaktır?

Bu sorunun yanıtına geçmeden önce, şu gerçeği de vurgulamak gerekiyor. İslam’a inanan halkların ve İslami rejimler altında yönetilen ülkelerin tarihindeki dönemeçlere bile bakıldığında, sosyalizmin varlığı ile belirlenen dünyanın, sosyalizmin etkisinin, diğer dönemlerden ayrıştığı açık bir biçimde görülecektir.

Örneğin, “Diyâr-ı küfrü gezdim beldeler kâşâneler gördüm/ Dolaştım mülk-i İslam’ı bütün viraneler gördüm” diye Ziya Paşa, bu dizeleriyle, 19. yüzyıldaki duruma işaret etmektedir. O yüzyılda gerçekten İslam coğrafyasının durumu, dünyanın diğer bölümü ile kıyaslandığında Ziya Paşa’nın gözlemlerini doğrulayan özelliklerle doludur.

Oysa 1917 Ekim Devrimi’nin ardından şekillenen yeni dünyada, İslam coğrafyası da farklı bir tarihi yaşamıştır. İslam coğrafyasında Baasçı ve başka “İslami sosyalist” hareketlerin boy vermesi doğrudan bu etki tarafından belirlenmiştir. Kuşkusuz hiçbir dönem İslam coğrafyasında, işçi sınıfına dayanan Marksist iktidarlar dönemine tanıklık edilmemiştir. Ancak sosyalizmin varlığı, bu coğrafyayı, kapitalist emperyalist işgallere karşı koruyucu bir etki yaparken, bir rüzgâr olarak da etkilemiştir. İslam coğrafyasında sömürünün sorgulanması, emperyalist işgale karşı yurt savunması gibi fikirlerin filizlenmesinde ve güçlenmesinde yine bu etki belirleyici olmuştur.

MÜSLÜMAN HALKLAR, İŞGALE VE SÖMÜRÜYE TERK EDİLEBİLİR Mİ?

Sosyalizmin yıkılmasından sonra İslam coğrafyasında yaşananlar ise ortadadır. Mustafa Akyol’un pek sevdiği sistem, bu coğrafyanın insanlarına topraklarının işgali, camilerinin bombalanması, tarihi ve kültürel varlıklarının yağmalanması, çocuklarının katledilmesi ve kadınlarının tecavüze uğramasından başka hiçbir şey getirmemiştir. “Ahlaki bir kapitalizm”in İslam açısından uzlaşılabilir bir yapı olduğunu savunan Akyol, böyle bir kapitalizm için tek bir örnek de göstermemiş yazısında. Onu bulup gösterebilmek de gerçekten özel bir maharet olsa gerek.

Bu tartışmada göz ardı edilen politik yön açısından konuyu değerlendirdiğimizde ise, İslam coğrafyasındaki halklara ve Türkiye’de İslami inancın etkisindeki kesimlere ne söylediğiniz, ne önerdiğiniz önemli olmaktadır. Akyol’un, onlara, ABD’nin ve AB’nin başını çektiği sistemden daha ötesini önermediği açık. Bu güçlerin, şu an sömürünün derinleştiği ve işgallerin, savaşların arttığı bir düzeni kumanda ettikleri de inkar edilemez bir gerçek.

O zaman her türden dine inanış için geçerli olduğu gibi, İslami inanıştaki halk kesimleri bakımından da, sömürüden kurtuldukları, emeklerinin karşılıklarını alabildikleri, işgallerden kurtuldukları bir dünyanın inşası için mücadele etmekten başka bir şey önerilebilir mi? İslami ya da başka bir dinsel bağın yarattığı tabularla yüzleşmek de, emekçilerin bu mücadele süreci içindeki aydınlanmalarıyla gerçekleşecektir. Yani dinsel tabuları yaratan tarihsel, sosyal ve ekonomik koşulların son bulması, bu tabuların da yerini aklın ve bilimsel düşüncenin alacağı bir dünyanın önünü açacaktır.

Mustafa Akyol gibi liberal isimler yanında, “sol”da benzer etkilerle siyaset yapan kesimlerin de, dine, bu biçimde, politik olarak değil de, Kemalizmin pozitivist laiklik anlayışından kaynaklı ön yargılarla baktıkları görülmektedir. “Din-Toplum-Siyaset” ilişkileri konusunda bir dizi yazı yazan Oğuzhan Müftüoğlu bu açıdan olabilecek en uç noktalara savrulmuştur. Dine provokatif yaklaşımdan, “Peygamberin devrimci” olduğu iddiasına kadar gelen İP ve Perinçek çizgisinin oradan oraya savrulan tutumuna karşı, Oğuzhan Müftüoğlu da, “Siyasal İslamcı” kesimlerle emperyalist işgale karşı dahi yan yana durulamayacağını öne sürecek kadar, halkın ve bu toprakların ihtiyacına uzak bir noktaya düşmüştür.

Türkiye’li işçi sınıfı devrimcilerinin, İran örneğinden de, başka örneklerden de sonuçlar çıkarma konusunda nasihate ihtiyaçlarının olmadığını söylemeye gerek var mı? Peki bu gerçekler, emperyalizmin tehdidi altındaki ülkelere, örneğin İran halkına sırtını dönmeyi gerektirir mi? Böylesine “eleyici” ve “seçkinci” bir yaklaşım, İslami dogmaların etkisindeki emekçi yığınlarıyla nasıl yan yana gelebilir, onları özgür, sömürüsüz ve sosyalist bir dünya mücadelesine nasıl kazanabilir?

Bu sorulara inandırıcı yanıtları Oğuzhan Müftüoğlu’nda bulamazsınız. Onun politikalarındaki bu boşluklar ve sorunlu noktalar ÖDP içinde bile tartışma yaratmış olmalı ki, ÖDP Genel Başkan Yardımcısı Alper Taş, bunu bir mektupla Müftüoğlu’na iletmiştir. Oğuzhan Müftüoğlu’nun kendi görüşlerine bir “katkı” gibi sunduğu Alper Taş’ın görüşlerinin aslında, önemli farklılıklar içerdiği görülmektedir.

Oğuzhan Müftüoğlu, “Kalpsiz bir dünya başlıklı köşe yazısında bunu şöyle aktarıyor:

Alper Taş’ın konuya ilişkin katkıları şöyle: Bu tartışmalarda üzerinde hemfikir olduğumuz en temel nokta, toplumsal sistemin dini referanslar üzerine kurulamayacağı, dini referansların toplumsal ve siyasal yaşamı belirlemesini savunan Siyasal İslamcılarla işimizin olmayacağıdır. Bizim derdimiz dini inancı olan, bunu yaşayan, üretim ilişkilerinde ezilen, sömürülen ama sermaye siyasetlerinin yanında saf tutan, kendi anamız, babamız, akrabalarımız, komşumuz yani halkımızla. Üzerinde asıl düşündüğümüz nokta ‘bu halkımızın’ nezdinde solun algılanışıdır. Sol bu kesimlere bakış açısını devletçi-laikçi, kaba pozitivist-aydınlanmacı bir tarzla mı kuracaktır, yoksa onların bu maneviyat dünyasını da dikkate alan bir yerden solu-sosyalizmi onlar için bir anlam dünyası haline getirebilecek yeni bir dil ve ilişki üzerinden mi kuracaktır? Ve bu yeni dil ve ilişki tarzı nasıl olacaktır? Şimdi yanıtını aradığımız soru budur.[4]

ABD emperyalizminin başını çektiği Ortadoğu’nun işgali sürecinde, bütün dinsel inanç ve mezheplerden, bütün uluslardan emekçilerin birliğini sağlamayı esas alan Emek Partisi’nin ortaya koyduğu ve yıllardır savunduğu siyasal platform, bu açıdan birleştirici temel halkayı oluşturmaktadır.

Ortadoğu’da ABD’nin işbirlikçiliğini yapan gerici rejimlerin baskısı altındaki halk kesimleri açısından umut olabilecek bir mücadele de anca



[1] Radikal, 29.12.2006

[2] Radikal, 04.01.2007

[3] Zaman, 18.12.2006

[4] Birgün, 06.01.07

Anayasa Taslağına Yaklaşımlar

AKP’nin hazırlattığı anayasa taslağı, bu taslağa karşı TİSK ve TÜSİAD gibi patron örgütlerinin aldığı tutum, rektörlerin konuya yaklaşım biçimleri ve TÜSİAD sermayesinin kontrolündeki medya organlarının anayasa gündemini ele alış biçimleri, bir bütün olarak Türkiye burjuvazisinin ve onun kurumlarının gerici karakterini bütün çıplaklığı ile gözler önüne sermiş bulunuyor.

Türkiye’de siyasal gelişmelere sınıf dışı bir pencereden bakmaya alışmış olan çevreler içinde kendisini “solda” tanımlayanlardan bazıları da dahil olmak üzere, azımsanmayacak bir kesimin, AKP’ye ilerici değerler atfettiği biliniyor. Örneğin, Murat Belge, “sol”un gündemi olması gereken değişimden yana olma misyonunu bugün AKP’nin üstlendiğini, çeşitli vesilelerle, hem köşe yazılarında, hem de açıklamalarında dile getirdi. Murat Belge gibi kendisini “sol-liberal” olarak tanımlayan isimlerin yanında, CHP’nin statükocu konumu ve milliyetçiliğin güçlenmesine karşı AKP’ye toleranslı davranan “özgürlükçü solcular”ın varlığı da sır değil.

Öte yandan, Yenişafak, Zaman, Vakit, Kanal 7 gibi, AKP Hükümeti’nin doğal destekçisi durumundaki basın yayın organlarının yanı sıra, TÜSİAD sermayesinin kontrolündeki bütün holding gazeteleri ve televizyonları, AKP’nin anayasa girişimini destekledi ve bu konuda toplumda ciddi bir beklentinin yaygınlaştırılması için çalıştılar. Yani tek başına iktidar olan AKP, eğer niyeti olsa, seçimlerde kazanamadığı kesimlerden bazılarını da yedeklemesine olanak tanıyabilecek bir anayasa taslağı hazırlamak açısından, önünde geniş bir alanı hazır buldu.

Ancak, AKP’nin anayasa hazırlamakla görevlendirdiği bilim kurulunun çalışmalarının tamamlanmasının ardından ortaya çıkan tablo, büyük bir heyecanla AKP’ye umut bağlayan, ondan değişim bekleyen kimi “aydınları” ve politik yapıları boşa düşürürken, seçimlerde kendisine destek veren ve anayasa hazırlığı öncesinde de bu desteklerini yineleyen büyük patron örgütlerinin hiçbiri, AKP’nin generalleri kızdırabilecek kimi kısmi düzenlemelerinin bile yükünü taşımaya yanaşmadılar.

AKP’nin anayasa taslağı, deneyimli hukukçu ve İstanbul Barosu Eski Başkanı Yücel Sayman’ın dile getirdiği gibi, AKP’nin, devlet bürokrasisinde kendi mutlak iktidarı açısından engel olarak gördüğü generaller, YÖK, yüksek yargı organları karşısında elini güçlendirmek ve liberal ekonomiyi daha da özgürleştirmenin ötesine geçmiyordu. (Evrensel Gazetesi, 21-21 Eylül 2007)

Ancak rektörler “türbana” serbestlik getirilmesi noktasından, yine Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı laiklik açısından AKP’nin taslağına tepki gösterdiler.

Rektörler Komitesi’nin Anayasa çalışmasıyla ile ilgili bildirisine ilk destek, iş dünyasının en büyük örgütünden geldi. Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu (TİSK), AKP’nin yaptığı çalışmanın “hem yöntem hem de zamanlama açısından doğru olmadığını” belirterek, “ülke gündeminden çıkarılmasını” istedi. TİSK, bazı gazetelerin “TİSK’ten muhtıra gibi açıklama” biçiminde sundukları açıklamasında, şu noktalara özellikle vurgu yaptı:

– Türkiye, bu çalışmayla, gerginliklerin giderek tırmandığı son derece yıpratıcı bir sürece girmiştir.

– Anayasalar, toplumsal sözleşme belgesidir. Herhangi bir kanun gibi, parlamento çoğunluğuyla oluşturulması düşünülemez.

– İktidarı, muhalefeti, sivil toplum kuruluşları, üniversiteleri, özetle toplumun tümünce özümsenmesi ve paylaşılması gerekir.

– Anayasalar, iktidarın ömrüyle sınırlı olmayan, ülkenin geleceğini belirleyen temel belgedir.

– Bu tartışmayı gündemin ilk sırasına alarak tansiyonu yükseltmek, önemli riskler taşımaktadır.

– Sivil-askeri anayasa tartışması da anlamsızdır. Yeni Anayasa çalışmaları, Türkiye’nin gündeminden hemen çıkarılmalıdır.

– Zamanlama ne olursa olsun, Anayasanın vazgeçilmez temel felsefesi, Atatürk ilke ve devrimleriyle hedeflerine dayanmalıdır.

ÇATIŞAN VE BENZEŞEN İKİ GÜÇ: AKP VE TÜSİAD

Öte yandan, Türk Sanayicileri ve İşadamları Derneği (TÜSİAD) Başkanı Arzuhan Doğan Yalçındağ ve TÜSİAD Yüksek İstişare Konseyi (YİK) Başkanı Mustafa Koç, sivil anayasa konusunda hükümete yüklendi, endişeleri giderme çağrısı yaptı ve laiklik uyarısında bulundu.
Yalçındağ: “Laiklik konusunun ön plana çıkması tehlikeli. Bu, görev başındakilerin geçmiş dönemdeki eylem ve söylemlerinden kaynaklanıyor. Toplumun endişeleri giderilmezse, tartışmalar kaçınılmaz olarak tek bir noktaya odaklanacaktır.” TÜSİAD’ın anayasa sürecini, hükümet icraatlarını çok yakından takip edeceğini kaydeden Koç da, “Mevcut hükümet programının parti programının gerisinde olması, bu izleme faaliyetinin önemini daha da artırıyor” diye konuştu. Koç ayrıca, “Yeni laiklik tanımlarının peşinde koşulmamalı” ifadelerini kullandı.

Irak’ın parçalanmasını, bölge açısından tarifsiz sorunlar yaratacak, dünyayı ciddi krizlere sürükleyebilecek bir gelişme olarak değerlendiren Mustafa Koç, “Bu bağlamda ne yazık ki müttefikimiz ABD, Kuzey Irak’ın Türkiye açısından bir terör odağı olmasına son vermek için bir türlü somut bir adım atmamaktadır” dedi.

Ve TÜSİAD Yüksek İstişare Kurulu toplantısına onur konuğu olarak katılan Bakan Çiçek, konuşmasında, 1982 Anayasası’nın daha hazırlanış aşamasında bile tartışmalara konu olduğuna işaret ederek, zamanla eleştirilerin dozunun arttığına dikkat çekti. 1982 Anayasası’na sert eleştirilerde bulunan kurumlardan birisinin de TÜSİAD olduğunu hatırlatan Çiçek, 1997’de yayımlanan “Türkiye’de Demokratikleşme Perspektifleri” raporundan bir bölüm okudu. “Toplumun tüm kesimlerinin hazırlanmasına katıldığı demokratik biçimde yapılacak yeni bir toplumsal sözleşmeye ihtiyaç olduğu açıktır, deniliyor. Biz de tam bunu söylemek istiyoruz.” diyen Çiçek, Bülent Tanör tarafından kaleme alınan çalışmadan oldukça yararlandıklarını dile getirdi.

Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek, aynı toplantıda, hem TÜSİAD yönetimini, hem de Atatürkçülükle ilgili maddeler konusunda kendilerini eleştiren çevreleri rahatlatmaya yönelik olarak, “Türkiye Cumhuriyeti’nin temel niteliklerini belirleyen ilk üç madde dışındaki her maddeyi tartışabileceklerini belirterek, Bir anayasa yapılacaksa, toplumun ortak paydası olan hususları tartışma konusu yapmayız, yapamayız. O takdirde toplumun dikiş noktalarına jilet atmış oluruz. Bu nedenle ilk üç madde bizim siyasi amentümüzdür. Bunu hiçbir zaman tartışma konusu, yeni bir yazılım konusu yapmayız ve yapmamalıyız. dedi.

Aslında TÜSİAD’ın bu çıkışı ve Başbakan Yardımcısı Çiçek’in ortayı bulan tavrı, tam on yıl öncesinde gerçekleşen bir kareyi hatırlatıyor ve AKP ile TÜSİAD’ın, Türkiye burjuvazisinin kendi tutumunun bile arkasında duramayan kaypak karakterini gözler önüne seriyor.

Bugün AKP’ye Atatürkçülük ilkelerini hatırlatan TÜSİAD’ın kendisi de, 20 Ocak 1997 yılında “Türkiye’de Demokratikleşme Perspektifleri” adıyla yayımladığı ve o dönem çok tartışılan raporunda benzer şeyler önermiş ve aldığı tepkiler karşısında da, tıpkı bugün AKP’nin yaptığı gibi, ortayı bulan bir tavra doğru geri çekilmişti.

TÜSİAD, Türkiye’de Demokratikleşme Perspektifleri başlığı ile yayımladığı raporun ardından gerçekleştirilen tartışmaları topladığı ve kendisine de bir balans ayarı yaptığı “Türkiye’de Demokratik Standartların Yükseltilmesi, Tartışmalar ve Son gelişmeler” adlı kitapta, bu konuda şunları dile getirmişti: “Türkiye’de Demokratikleşme Perspektifleri’nde (TDP) ‘Atatürk ilke ve inkilaplarının gayri ilmi olduğu’, laikliği kaldırmak için parti kurulmasına izin verilmesi fikrinin savunulduğu, Atatürk ilke ve inkilaplarından taviz verildiği ileri sürülmüştür.

TDP’de hiçbir yerde, ‘Atatürk ilke ve inkilaplarının gayri ilmi olduğu’ yolunda bir ifade yer almaz. Rapor’da vurgulanan husus, hukuki açıklık (vuzuh) ihtiyacıdır. Bununla ilgili olarak da dört eleştiri ve değişiklik önerisi grubu vardır. Bunlar, aynen tekrarlamak pahasına şöyledir:
(a) ‘Siyasi Partiler Kanunu (SPK) md. 3 bir başka düzenlemesiyle de tamamen fuzuli bir hüküm getirmiştir: Çağdaş medeniyet seviyesine ulaşma amacı gütmek.’

‘Bir kere, çağdaş medeniyet seviyesine ulaşma amacı gütmek siyasal parti olmanın niteliği ya da koşulu değildir (…)’

‘Atatürk ilke ve inkilaplarına bağlı olarak çalışmak ne siyasal parti olma niteliğiyle ne de bunların vazgeçilmezlik karakteriyle ilgilidir, hatta bunlara yabancıdır.’

‘Öte yandan, Atatürk ilke ve inkilapları hukuki içeriği zor tanımlanabilen, hatta tanımlanamayan bir olgudur. Değil hukuk dünyasında bunu tanımlamak, tarih bilimi açısından bile bu ilkelerin neler olduğu konusunda bir görüş birliği yoktur; olmaması da son derece doğaldır. Bu çeşitliliği görmek için ders kitaplarına bakmak bile yeterlidir.’

‘Eğer siyasal partiler Atatürk ilke ve inkilaplarına bağlı olarak çalışmak zorundaysalar ve bu ilke ve inkilaplar arasında, pek çok kitapta ya da ders kitabında da belirtildiği üzere, örneğin devletçilik ve devrimcilik ilkeleri de yer alıyorsa, o taktirde liberal ve muhafazakar partiler yasa dışına düşmüş olmayacaklar mıdır?’

‘Ayrıca, Atatürk ilke ve inkilaplarına bağlı olarak çalışmak ideolojik ve siyasal bir tercih sorunudur, bunun bütün partilere dayatılması bir kez daha ideolojik, siyasal ve partisel çoğulculuk ilkelerine ters düşer (…)” (Türkiye’de Demokratik Standartların Yükseltilmesi, Tartışmalar ve Son gelişmeler, Aralık 1999, sayfa 53)

Aslında bu uzun alıntı, TÜSİAD’ın, o dönem, basında “TÜSİAD’ın anayasası” olarak sunulan raporda, bugünkü Anayasa tartışmaları öncesinde AKP Milletvekili Prof. Dr. Zafer Üskül’ün dile getirdiği vurguları çağrıştırmaktadır ve görüldüğü gibi, TÜSİAD, 1997 yılında yayımladığı rapora gelen tepkileri değerlendirdiği 1999 yılındaki raporunda da, hem bir toparlamaya giderken, hem de Atatürkçülük konusundaki önerilerini zımnen kabul etmiş olmaktadır. Bu arada, AKP’li Zafer Üskül’ün de, bugün benzer bir tavrı göstererek, Atatürkçülüğün anayasadan çıkarılması konusundaki görüşünde ısrarcı olmadığını vurgulayalım. Prof. Dr. Üskül, 23 Eylül 2007 akşamı TV 8’de, anayasanın tartışıldığı programda, taslağa bu konuda gelen eleştirilere tepki gösterirken, AKP olarak hazırladıkları taslakta Atatürkçülüğün korunduğunu özellikle vurgulamıştır.

Öte yandan, anayasa tartışmaları bakımından, “türban” tartışmalarının gölgesinde bırakılan diğer önemli bir konu olan Kürt sorunu konusunda da, yine, Türkiye burjuvazisinin kaypak tavrını bütün çıplaklığı ile gördük.

Başbakan Erdoğan’ın, Ankara’da, Başbakanlık’ta aydınları kabulünde ve Diyarbakır’da halka seslenirken, Kürt sorunu gerçeğini tanıdığını ve geçmişte bu konuda yapılmış olan yanlışlarla yüzleşeceklerini dile getirmiş olmasına karşın, AKP’nin hazırladığı anayasa taslağında, Kürtlere karşı geleneksel yaklaşım sürmüştür. Resmi dil olarak tanımlanan Türkçe’nin dışındaki dillerde de eğitime olanak tanınmasına gönderme yapılan maddenin bile, “kamu yararı” ve “devletin bölünmez bütünlüğü” gibi genel hükümlerin baskısı altında eritildiği çok açıktır. Bu da, Türkiye burjuvazisinin tipik tutumudur ve TÜSİAD da, 1997 yılında yayımladığı raporda Kürt sorunu ile ilgili geleneksel tutumun esnemesi gerektiğine vurgu yapan önerilerine gelen tepkiler sonrasında, tıpkı bugün Erdoğan ve AKP’nin takındığı tutumu takınmıştı. TÜSİAD’ın 1999 yılında yayımladığı raporun “Kürt sorunu” başlıklı bölümünde, bu konuda şunlar söyleniyordu: “Bu başlık altında getirilen tahlil ve öneriler bazı çevrelerce, ‘Tek Millet Tek Devlet siyasetini yadsıyan görüş ve öneriler’, ‘üniter yapıyı değiştirecek teklifler’, TDP’de ‘Kürtlere federasyon öneren rapor’ olarak algılanıp yansıtılmıştır. Raporun bu konuya ayrılan bölümü şöyle yola çıkmaktadır: “Bu çerçeve içinde ve hukuki planda kalarak, soruyu şöyle formüle etmek mümkündür: Türkiye Cumhuriyeti mevzuatında tek egemenlikli (üniter) devlet ve bölünmezlik ilkeleri kapsamında kalmak kaydıyla, Kürt kimliğini yok sayan ve düzeltilmesi gereken hükümler var mıdır? Varsa nelerdir? Hemen belirtmek yerinde olur ki, ülke anayasa ve yasalarında bu konuda doğrudan doğruya ayrımcı ve dışlayıcı düzenlemelere rastlamak pek kolay değildir. Fakat, dolaylı ifadelerle de olsa, sonuçta ayrımcılık ve dışlayıcılık özellikleri gösteren hüküm ve düzenlemeler de bulunabilir’ (s.152)

Bundan sonra önerilenler şu şekilde sıralanmıştır: Özel adlar, dil yasakları, ana dil, düşünce özgürlüğü, basın, yayın ve sanat ürünleri, dernek faaliyetleri, radyo-tv yayınları, siyasi partiler konularında bazı liberalleştirmeler (s.153-159). Bunların da hepsi üniter devlet yapısı içindedir. (Türkiye’de Demokratik Standartların Yükseltilmesi, Tartışmalar ve Son gelişmeler, Aralık 1999, sayfa 60)

TÜSİAD, bugün, bu görüşlerinin bile gerisine düşmüş bulunuyor ve Kürt sorununa, ağırlıklı olarak “terörle mücadele” sorunu olarak yaklaşıyor. Onun tavrındaki bu değişimi, AKP’nin yaklaşımında da benzer biçimde izlemek mümkündür. Erdoğan da, Kürt sorunu ile yüzleşme sözünden, Kürtlere tamamen yüz çevirme konumuna gelmiş bulunuyor. Generaller ve onlara dayanan kesimlerin bu konuya “terörle mücadele” yöntemi dışında yaklaşılmasına baştan karşı çıktıkları da dikkate alındığında, Türkiye burjuvazisinin, bugün küçük nüanslar dışında, Kürt sorununa yaklaşımda ortaklaştığı açıktır.

Bu noktada etkili olan diğer bir faktörün de, daha önce, Türkiye burjuvazisinin geleneksel noktalarda esnemeye gitmesini dayatan AB’nin, 11 Eylül’ün ardından “güvenlik devleti” kriterlerini benimseyerek, aslında Türkiye’deki rejimin kriterlerine yaklaşmış olmasıdır. Dolayısıyla Türkiye burjuvazisi, bir üyesi olmak için çırpındığı AB’den bu konuda gelen baskıların hafiflemiş olmasını da, bu konuyu ağırdan almak, geçiştirmek bakımından bir olanak olarak görmekte ve değerlendirmektedir.

AKP’nin taslağında Kürt sorunundaki nüansların neler olduğunu ise, taslağı hazırlayan heyette yer alan öğretim üyelerinden Prof. Levent Köker’in şu açıklamalarında görmek mümkün: “Değiştirilemez maddelerden ilkinde ‘Türkiye devleti bir cumhuriyettir’ deniyor. Bunda zaten değiştirilecek, tartışılacak bir şey yok. 2.’nci madde ‘Türkiye Cumhuriyeti’nin başkenti Ankara’dır, dili Türkçedir’ diyor. ‘Dili Türkçedir’ ifadesi, 1982 anayasasının yaptığı düzenleme. Türkiye Cumhuriyeti’nin bundan önceki anayasaları hep ‘devletin resmi dili’nden bahseder; yani ‘Resmi dili Türkçedir’der. Devletin zaten dili olmaz. Devlet tüzel bir kişiliktir, hukuki bir varlıktır; dolayısıyla hukuki varlığın insan gibi dili olmaz, hukuki dili olur, onun da adı ‘resmi dil’dir. Biz de buna açıklık getirmek istedik. 1924, yani Atatürk döneminin anayasasına ve 1961 anayasasına uygun olarak… Zaten hukuk mantığı da onu gerektiriyor. Türkiye’de bir sürü insanın ana dili farklı. Kürtçe, Lazca, Çerkezce konuşan var. Bir sürü hiç Türkçe bilmeyen vatandaşımız var.

Köker’in dikkat çektiği ve “değiştirilirse, ben de, heyetteki diğer arkadaşlarımız da üzülürüz” diyerek anlattığı diğer değişiklik ise, 12 Eylül anayasasının en çok tartışılan maddelerinden olan “vatandaşlık” maddesiyle ilgili. Prof. Köker, bu maddenin yazımındaki kendileri açısından hassaslığı şöyle anlatıyor: “Mevcut anayasamız diyor ki; Türk devletine vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkes Türk’tür. Bu hüküm 1961 anayasasının da kabulü. Fakat bu hüküm günümüzdeki çağdaş eğilimler hesaba katıldığında ve Türkiye Cumhuriyeti’nin de yaşadığı Kürt sorunu göz önüne alındığında, demokratik açılımlara izin vermeye müsait bir hüküm değil. Buradaki tanımın hukuki olduğu söyleniyor ama, pek hukuki durmuyor aslında. Biraz daha geriye dönersek, 1924 anayasasındaki hükme bakarsak; orada deniyor ki: Türkiye ahalisine vatandaşlık bakımından din ve dil farkı gözetilmeksizin Türk denir. Çok önemli farklar var iki ifade arasında. Birincisi ‘Türk devleti’ diye bir devletten bahsedilmiyor, ‘Türkiye ahalisi’nden bahsediliyor.” (NTVMSNBC, 21:16 TSİ 19 Eylül 2007)

Başbakan Erdoğan’ın, bilim heyetine hazırlattığı taslağı kamuoyuna açıklarken, üniversitelerde türban yasağının kaldırılmasına ağırlık vermesi ve taslağa gelen eleştiriler konusunda ise, “Henüz ortada bizim diyerek açıkladığımız bir taslak da yok” biçimindeki sözleri, Erdoğan’ın ve partisinin sıkıştıkları noktada, bilim heyetini üzmekte bir sakınca görmeyeceklerinin bir işareti sayılabilir. Bir dönem Başbakanlık İnsan Hakları Danışma Kurulu Başkanlığı görevini yürüten Prof. İbrahim Kaboğlu ile aynı ekipte yer alan Prof. Dr. Baskın Oran’ın hazırladıkları “Azınlıklar Raporu” nedeniyle görevlerinden oldukları, başlarına gelmeyen kalmadığı, Başbakan Erdoğan ve AKP kurmayları tarafından kolaylıkla ortada bırakıldıkları hatırlandığında, bugün daha farklı olması için bir gerekçe de bulunmuyor.

AKP, bu kısmi düzenlemeleri bile kaldıramayan çevrelerin baskısı altında, kolaylıkla onlardan da vaz geçebilir ve hatta baskıların yoğunluğuna göre, “Bu bizim değil, bir bilim heyetinin taslağı” deyip, taslağın siyasi sorumluğunu da, tamamen onu hazırlayan bilim heyeti üyelerinin üzerine atabilir.

SENDİKAL HAKLAR KONUSUNDA 12 EYLÜL RUHU KORUNUYOR

AKP’nin anayasa taslağında, sendikal haklar konusunda da 12 Eylül ruhunun korunduğu dikkati çekiyor. Sendika hakkına “milli güvenlik ve kamu düzeni” tehdidi yeni taslakta da sürerken, kamu çalışanlarının toplu sözleşme ve grev hakkı tanınmıyor. Anayasa taslağındaki sendikal haklar, 1982 Anayasası’nın biraz ilerisinde, ancak 1961 Anayasası’nın çok gerisinde.

Taslağın 47. maddesi, 1961 Anayasası’na benzer biçimde, “çalışanlar ve işverenler, önceden izin almaksızın sendikalar ve üst kuruluşlar kurma, bunlara serbestçe üye olma ve üyelikten çekilme haklarına sahiptir” ifadesine yer veriyor. Ancak taslak, 1961 Anayasası’nda yer almayan iki önemli sınırlamaya yer veriyor. Bunlardan birincisi, “aynı zamanda ve aynı iş veya hizmet kolunda birden fazla sendikaya üye olunamaz” şeklindeki yasak. Diğeri de, sendika kurma hakkının, milli güvenlik, kamu düzeni, başkalarının hak ve hürriyetlerinin korunması ile suç işlenmesinin önlenmesi sebepleriyle sınırlanmasına imkan tanınmasıdır.

Geçtiğimiz yıllar boyunca, grev hakkının “milli güvenlik” gerekçesiyle sık sık ihlal edilmiş olduğu, hatta bu ihlalin genelleştiği dikkate alındığında, bunca sınırlamaya yer veren yeni taslağın gerici niteliği hakkında kolaylıkla bir fikir edinilebilecektir.

Taslağın toplu iş sözleşmesi ve grev haklarıyla ilgili hükümleri, 1982 Anayasası’na göre kimi ilerlemeleri içeriyor görünmesine karşın, bu maddede de önemli kısıtlamalara yer veriliyor. Madde, toplu iş sözleşmesi ve grev hakkını sadece işçiler için güvence altına alırken, kamu çalışanlarının toplu iş sözleşmesi ve grev hakkına yer vermiyor. Taslak, halen 1982 Anayasası’nda yer alan ve kamu emekçileri tarafından haklı olarak tepkiyle karşılanan “toplu görüşme” hakkına da yer veriyor. Taslak, mevcut Anayasa’da yer alan siyasi amaçlı grev, dayanışma grevi, genel grev, işyeri işgali, işi yavaşlatma, verimi düşürme gibi grev yasaklarını anayasadan çıkarmakla birlikte, toplu iş sözleşmesi ve grev hakkının milli güvenlik, kamu düzeni ve genel sağlık gibi nedenlerle sınırlanabileceğini ön görüyor.

Ayrıca, 1961 Anayasası’nda ve hiçbir uluslararası sözleşmede yer almayan ve bir hak olarak kabul görmeyen lokavt, AKP’nin taslağında korunuyor.

TKP, ANAYASA TARTIŞMASINA KEMALİZM AÇISINDAN KATILDI

Kürt sorunu konusunda kısmi rötuşlarla sınırlı tutulan ve sendikal hak ve özgürlükler açısından da 12 Eylül’ün ruhunu koruyan düzenlemeler içeren AKP’nin taslağı, tüm bu özelliklerine rağmen, kendisini ‘sol’da tarif eden kimi kesimler tarafından bile, “Kemalizm’e” karşı tutumu açısından değerlendiriliyor. Örneğin, sanal gazete ‘Sol’da, TKP Genel Başkanı Aydemir Güler, “Kemalizm’in dramı” başlıklı yazısında şöyle diyor: “Anayasanın değiştirilemez maddelerine dokunulamayacağı gibi, kimse bunlarla çelişen madde de ortaya atamayacaktır. Bu değerli akademi ve hukuk adamları, 12 Eylül Anayasasının kaç maddesinin ‘sosyal hukuk devleti’ ilkesiyle uyum içinde olduğunu bugüne kadar hiç düşünmüş veya söylemişler midir?

Bu argümanlar AKP’ye yönelik kemalist bir muhalefeti olanaklı olmaktan çıkarmakta, aşılmaz iç çelişkilere gömmektedir.

Ve bitmemektedir! Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi türban konusunda daha önce karar almış ve Anayasamız uluslararası hukuk niteliği kazanan böyle bir kararla çelişemezmiş. Bunu akıl edene yıldızlı bir bravo hediye edilmelidir. Farkında mısınız; bağımsızlıkçı kemalizm, türbana direnmek adına dış dinamiklere yaslanmaktan başka çare bulamamaktadır!

İsteyen Türkiye Cumhuriyeti’nin bugüne kadar uluslararası hukuku kaç kere ihlal ettiğini araştırsın, isteyen de uluslararası hukukun emperyalizmin en ahlaksız suçlarının hizmetine kaç kez koşulduğunu…

Türkiye emperyalizm tarafından tasfiye yoluna sokulmuşken, buna direnmesi beklenen düzen içi akım ve kurumların emperyalizmden yardım dilenmesi pek hoş bir manzara oluşturmaktadır!

12 Eylül kapitalist Türkiye Cumhuriyeti’ni korumak ve kollamak adına atılmış bir adımdı. Mührü ilk teslim ettiği Turgut Özal ise, Türkiye’nin devrini doldurmuş olduğunu düşünmesiyle bir öncü, piyasa ve emperyalizm hayranlığıyla bir rekortmendi.

28 Şubat laisizmi koruyacaktı. Türkiye ilericiliğini gerici kanserin yayılması karşısında tamamen korunmasız hale getirdi.” (20 Eylül 2007, Perşembe)

Aslında son cümle, TKP açısından da bir “drama” işaret ediyor. Çünkü, TKP’nin 28 Şubat’tan bu yana izlediği siyaseti bilenler, laiklik adına 28 Şubat’a karşı hayırhah bir tutum izlediğini hatırlayacaklardır. Ayrıca Güler’i, Kemalistlerin dramı kadar, Kürtlerin ya da emekçi sınıfların durumu, belli ki, eşit düzeyde ilgilendirmiyor. Elbette ki, TKP çevresinin anayasa sorununa, sadece, AKP’nin Kemalizm’e karşı tutumunun eleştirisiyle sınırlı baktığını iddia etmiyoruz. Ancak, bu bakış açısı, “ismi” geçmişten devralınan TKP’nin cumhuriyetin kuruluşundan itibaren Kürt sorunu ve İslami gelişim karşısındaki tutumunun izlerini taşıyor. “Bölücü ve irticai terör” paranoyasının izini içeren bir bakış açısının, bugünkü anayasa tartışmalarında demokrasi ihtiyacını öne alan bir tutum takınamamasında yadırganacak bir durum da bulunmuyor. Siyasal İslamcı gericilikle açıktan hesaplaşmakla, diğer temel demokratikleşme sorunlarını gölgeleyecek biçimde “laiklik” tartışmasına kilitlenmek arasında derin bir fark bulunuyor. İkincisi, aslında statükocu, darbeci geleneğe bir ucundan eklemlenmek anlamını içeriyor. Herhalde bu gelenek kast edilerek söylenen “Türkiye emperyalizm tarafından tasfiye yoluna sokulmuşken buna direnmesi” beklentisi, bu eklemlenmeyi açıklamaktadır!

YENİ ANAYASA ESKİ ANAYASALARA DAYANARAK YAPILABİLİR Mİ?

AKP’nin taslağı konusundaki tartışmalardaki en ciddi sorunlardan birisini de, referans olarak, sürekli daha önceki anayasalara gidilmesi, tartışmanın, böylelikle, Türkiye’nin zaten antidemokratik olan şu ana kadarki anayasal geleneğinin içine hapsedilmesi oluşturuyor. Örneğin Cumhuriyet’ten bu yana, hiçbir anayasanın çözüm yeteneği gösteremediği Kürt sorunu konusunda, geçmiş anayasal deneyimler arasında tercihler yaparak bir sonuç alınamayacağı son derece açıktır.

Bugün yürürlükte olan 12 Eylül cunta anayasası, elbette 1961 Anayasası’na göre daha geridir, ancak Cumhuriyet’in kuruluşuyla birlikte kabul edilen ilk anayasadan bu yana değişmez olarak benimsenen maddeler de, bugünkü sorunların kaynağındaki anlayışa işaret etmektedir. TKP’nin de dokundurmaya yanaşmadığı bu resmi anayasacılık anlayışı terk edilmeden, demokratik bir anayasanın inşası da mümkün olmayacaktır.

Bugün Türkiye’nin birikmiş sorunlarına çözüm üretebilecek bir anayasa, Kürt sorununun demokratik çözümünün önünü açacak düzenlemeleri içermek zorundadır.

Öte yandan, laiklikle ilgili tartışmalar, inanç ve vicdan özgürlüğü açısından ele alınarak, bu alanda bir çözüm yoluna girilebilir. Bu tartışmalar içinde pek gündeme getirilmek istenmeyen Diyanet İşleri Başkanlığı gibi kurumlar da, bu tartışmaya dahil edilmelidir. Laik bir devlette, bir mezhebi desteklemek üzere kurumsallaştırılan Diyanet İşleri gibi bir kurumunun olamayacağı açıktır. Öte yandan sınırlama ve yasakların korunması ve fiiliyatta uygulanmasa da eski anayasada yer alan tüm sosyal güvence ve haklara ilişkin maddelerin kaldırılıp atılarak neo-liberal yeni taslakta bunlara yer verilmemesi bir yana; grev hakkının önündeki bütün engellerin yanı sıra, ifade ve örgütlenme özgürlüğü önündeki yasakların kaldırılması, sosyal hakları korunması ve geliştirilmesiyse, demokratik olduğu az-çok ileri sürülebilecek bir anayasa açısından olmazsa olmazlardandır ve “demokrasi” lafı edilecekse, benimsenmeden edilemez.

Ayrıca kültür, bilim ve çevre konularındaki neo-liberal yağmacı ve ideolojik olarak da denetleyici yaklaşımların terk edilmesi, bu konudaki düzenlemelerin konunun muhatabı olan odalar ve kurumların talepleri, görüşleri alınarak gerçekleştirilmesi zorunluluğu ise ortadadır.

AKP’nin ilerici bir anayasa yapamayacağı, hem siyasal geleneği, hem sınıf karakteri bakımından açıktır ve şu ana kadarki pratiği de bunu doğrulamaktadır. TÜSİAD ve TİSK gibi büyük sermaye örgütleri de, neo-liberal ekonominin önündeki sınırları tamamen kaldıran düzenlemeler dışında, halkın ihtiyaç duyduğu özgürlükleri “güvenlik” kaygılarına feda etmeye açıktırlar ve bunu ilan etmiş bulunmaktadırlar.

İşçi sınıfı ve emekçilerin örgütlü güçleri, demokrasiden yana olan kesimler ve resmi şablonlarla değil, halkın ihtiyaç duyduğu demokratik bir anlayışla hareket eden aydınlar, bu açıdan zorlayıcı ve değiştirme yeteneği olan güçlerdir.

 

sınır ötesine taşan bir yıl sona ererken…

  

Türkiye, 2007’yi, sınır ötesi hava harekatlarıyla kapatıyor. Ve şu ana kadarki işaretler, bu harekatların 2008’e sarkan yönünün, politik, diplomatik ve ekonomik etkileriyle de sınırlı olmadığı gösteriyor. Görünen o ki, tüm bu etkilerle birlikte, bu hava harekatları 2008’de de devam edecek.

Washington’da yapılan Bush-Erdoğan görüşmesinin ardından, ABD’nin Türkiye’nin sınır ötesi operasyonuna “anlık istihbarat” vereceğinin açıklanmış olması ve PKK’nin Bush tarafından “ortak düşman” olarak nitelendirilmesi, Türkiye yönetenleri, medyası ve gerici sermaye partileri cephesinde ciddi bir “moral etki” yaratmıştı. Türkiye’nin PKK’ye sınır ötesi operasyon düzenlemesine izin vermediği gerekçesiyle ABD’ye küskün, kırgın ve hatta biraz da “kızgın” olan “çılgın Türkler”, ABD Başkanı’nın bu tavrıyla yatışmış, ABD’nin “sadık müttefiki” rolü, bu çevrelerce yine büyük bir gönüllülükte sahiplenilmişti. ABD’nin istihbarat ve diplomatik desteğiyle 2007’nin son 15 günü içinde arka arkaya gerçekleştirilen hava saldırıları, “sahte anti-Amerikancılar”ın maskelerini düşürüp, onları yeniden ABD’nin saflarına kazandırdı.

Sınır ötesi hava harekatlarıyla girilen süreç, sadece irili ufaklı sağ ve “sol” milliyetçi parti ve hareketler için değil, devletin zirvesi bakımından da yeni bir döneme girildiğinin işaretlerini veriyor. Örneğin devletin zirvesinden en rahat haber alan gazetecilerden biri olan Milliyet’ten Fikret Bila’nın, “Türkiye-ABD ilişkilerinde yeni dönem” üst başlığı ve Çuval artık geride kaldı (25 Aralık 2007) başlığı ile manşetten verilen yazısı, bu gelişmeleri ele alıyordu. Bila, ABD’nin verdiği istihbarat doğrultusunda K.Irak’ta PKK’ya yönelik art arda operasyon düzenlenirken devletin zirvesinde işte bu tür yorumlar yapılıyor dedikten sonra, şöyle devam ediyor: Yapılan değerlendirmelerde hakim görüş şöyle: 1 Mart tezkeresinin geri çevrilmesi ve çuval olayından bu yana iki ülke ilk kez birbirine bu kadar çok yakınlaştı. ABD’nin tavır değişikliği ve somut işbirliğine yönelmesi ilişkilerdeki sıkıntının geride kaldığını gösteriyor.

Bu değerlendirmeleri aktaran Bila, devletin zirvesinde henüz belirlenmiş, mutabık kalınmış, sonuçlandırılmış bir metin olmadığını, ancak çalışmaların sürdüğünü belirttikten sonra, Ancak devlet katında, özellikle güvenlik cephesinde benimsenen temel anlayışı yansıtabiliriz.

Bileşik kaplar etkisi

Devletin, PKK’yla mücadelede ‘bileşik kaplar’ etkisi gösterecek üç ayaklı bir anlayışı benimsediğini söyleyebiliriz:

1- PKK’nın dağ kadrosuyla silahlı mücadeleyi sürdürmek, istihbarat alındığında operasyonlara devam etmek,

2- PKK’ya katılımı en aza indirecek önlemleri hızla yürürlüğe koymak,

3- Eşzamanlı olarak dağ kadrosunu indirmeye yönelik önlemler almak.

Devletin güvenlik otoriteleri, bu üç ayağın aynı anda çalıştırılmasının PKK üzerinde ‘bileşik kaplar’ etkisi göstereceği düşüncesinde.

‘Nasıl’ sorusuna verilen yanıt şöyle:

PKK’ya katılımı azaltacak önlemler devreye girerse, dağdan inme eğilimi de artar. Örgüte katılımın azaldığını gören dağ kadrosu da dağdaki koşullardan kurtulmaya çalışır. Dağdan inme başlarsa, PKK’ya katılmayı düşünenler de bundan vazgeçer.

Bir yandan örgüte katılımı frenleyecek olanaklar geliştirilir, dağdakiler inme eğilimine girer, diğer yandan da dağdaki silahlı güce karşı etkili operasyonlar sürdürülürse, bileşik kaplar gibi PKK aynı anda aşağı çekilir.

 

1 MART’IN “YÜKÜNDEN” KURTULMAK

TBMM’nin 1 Mart 2003’te işgalci Amerikan güçlerinin savaşta Türkiye topraklarını kullanmasına ve Türk askerlerinin de Irak’a girmesine karşı çıkışı, hem AKP kurmayları hem de işbirlikçi Türkiye medyası tarafından hep bir “stratejik hata” olarak görülmüştü. Hürriyet’in Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök’ün, o tezkerenin geçmesi için yazdığı ve halktan, demokrasi ve emek güçlerinden gelen baskılar sonucunda tezkerenin reddedilmesinin ardından da devam ettiği yazılar hâlâ hafızalarda. Bu, elbette onun sadece kişisel görüşünün değil, medyanın hakim kanadı ile devletin içindeki çok önemli bir kesimin de görüşünün ifadesiydi. Başbakan Erdoğan da, zaman içinde bu konudaki serzenişlerini daha açık bir dille ifade etmeye başlamıştı. Örneğin, Başbakan ve AKP lideri Tayyip Erdoğan, tezkerenin reddinin dördüncü yılı olan 1 Mart 2007’deki bir televizyon konuşmasındaki söyleşisinde, 1 Mart’ta verilen kararın doğru olmadığını, Türkiye’nin bu nedenle Irak’ta denklem dışı kaldığını savmuştu.

Erdoğan’ın bu değerlendirmesine, Beyrut Stratejik Araştırmalar Merkezi Direktörü Muhammed Nureddin, Birleşik Arap Emirlikleri gazetesi Haliç’te, 1 Mart tezkeresi kimseyi utandırmasın (12 Mart 2007) başlıklı yazısıyla yanıt verdi. “Irak savaşına girmediği için Ankara’nın Kuzey Irak denkleminin dışında tutulduğunu ima eden Erdoğan yanılıyor. Türkiye savaşa girseydi yasaları çiğnemekle kalmayıp, Araplarla ilişkilerini de zedeleyecekti. Üstelik bu şikâyetlerin kaynağı savaş değil, Türkiye’nin kendi Kürt politikası” saptamasını yapan Muhammed Nureddin, Türkiye açısından kınanması gerekenin Kürtler değil, ABD olması gerektiğini de vurguladı.

Nureddin’in bu değerlendirmeleri, 1 Mart tezkeresinin, Türkiye’ye Ortadoğu ve Arap coğrafyasındaki komşularının gözünde kazandırdığı itibarı göstermesi bakımından anlamlıdır. Ayrıca benzer değerlendirmelerin dünyanın birçok başka ülkesinde de yapıldığı, 1 Mart tezkeresinin reddiyle birlikte dünya kamuoyunun dikkatlerinin Türkiye’ye çevrildiği açıktır. Dolayısıyla, 1 Mart tezkeresi, uzun yıllar sonra Türkiye Meclisi’nin, Türk dış politikasına dair –elbette ki güçlü bir sokak baskısıyla– aldığı en onurlu karardı.

NATO’ya girilmesiyle birlikte, hem askeri, hem siyasi, hem de ekonomik olarak yörüngesini belirlerken, hep ABD emperyalizmine angaje olmaya koşullanmış olan Türkiye egemenleri için, 1 Mart tezkeresi ürkütücü bir gerçeklikti.

“Çuval olayı”nın ise, ABD emperyalizminin hem 1 Mart’tan duyduğu rahatsızlığa ilişkinin tepkinin bir ifadesi, hem de Türkiye’nin Irak’ın kuzeyine ilişkin “kırmızı çizgileri”nin geçersizleştirilmesine yönelik diplomatik bir hamle anlamına geldiği biliniyordu.

Türkiye’de, 1 Mart’ın arkasında, en tutarlı olarak, onun reddinin gerçek sahipleri olan demokrasi ve emek güçleri durdular. Onun dışında, generaller ve AKP iktidarı bakımından, 1 Mart’ın, bir an önce etkilerini “üzerimizden atmamız gereken” bir yük olarak görüldüğü çok açıktı. Yukarıda da vurgulandığı gibi, buna, PKK’ye karşı mücadelede Türkiye’ye gerekli desteği vermediği gerekçesiyle ABD’ye “kırgın ve kızgın” olan “sağ” ve “sol” milliyetçi çevreleri de eklemek gerekiyor. 2007’nin sonlarına yaklaşırken gerçekleşen Bush-Erdoğan görüşmesi, bu çevreler açısından bu havayı değiştiren bir milat gibi oldu. Bush’un PKK’den “ortak düşman” olarak söz etmesi ve “arkasından” ABD desteğiyle ve ABD’nin 1. Körfez Savaşı sırasında yaptığının yöntem olarak bir benzerini içeren hava harekatı, artık Bila’nın yazısında da görülen, “Türkiye-ABD ilişkilerinde yeni dönem” değerlendirmelerinin devletin zirvesinde hakim olmasını getirdi.

Bu gelişmenin, Türkiye’nin, bulunduğu bölgedeki geleceği bakımından kendisine başka ilişkiler arama ve başka dengelere yönelmeye yönelik kısmi ve kuşkusuz içe sinmeyen eğilimlerini de frenleyip, ABD politikalarına tam teslimiyeti getireceğini söylemek, bundan sonrası açısından bir kehanet olmayacaktır. Bu açıdan, Türkiye-ABD ilişkilerinde, 1991 öncesi “pürüzsüz dönemine” dönüşün başladığı söylenebilir.

 

THE ECONOMİST’İN HABERİ

Bush-Erdoğan görüşmesi konusunda dünyanın etkin basın organları da, tartışma yaratan kimi haberlere yer verdiler. Örneğin, İngiliz Dergisi The Economist, Sınır ötesi operasyonlar başlığı altındaki haberinde, “Başbakan Erdoğan’ın, George Bush’a bazı sözler verdiği sanılıyor. Bunlar, Kürlerin bölgesel hükümetinin tanınmasını ve PKK savaşçıları için daha liberal bir affı içeriyor” iddiasında bulundu.

Türkiye’nin Kuzey Irak’ta son yılların en büyük sınır ötesi harekatını gerçekleştirdiğine işaret eden dergi, Irak’taki Amerikan işgalcilerinin, böyle bir operasyonun yapılmasını önlemek için son aylarda büyük bir çaba göstermelerine karşın Türkiye’nin en üst düzey generalinin, Amerikalıların sadece hava operasyonuna onay vermediğini, aynı zamanda gerekli istihbarat sağladığını söylediğini yazdı.

Bunun hassas bir balans ayarının sonucu olabileceğini belirten dergi, şunları yazdı:

Belki Amerika ve Türkiye bir anlaşma yaptı. Amerika’nın sınırlı Türk operasyonlarına desteği ve Iraklı Kürtlerin PKK’ya karşı harekete geçmeleri emrini verme sözünün karşısında Türkiye’nin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın George Bush’a bazı sözler verdiğine inanılıyor. Bunlar, Kürtlerin Irak’taki bölgesel hükümetinin tanınmasını ve PKK savaşçıları için daha liberal bir affın getirilmesini içeriyor.

Önceki affın sonuç vermediğini öne süren dergi, Şimdi hükümet, şiddete karışmayan tüm PKK savaşçılarını af edebilir. 20 yıldır asilere karşı verilen mücadelenin ardından Türkiye, askeri önlemlerin tek başına Kürt sorununu çözemeyeceğini biliyor değerlendirmesinde bulundu.

Derginin bu haberi, Türkiye kamuoyunda, başta CHP ve MHP olmak üzere, Kürt sorununda şoven politikalarında en küçük bir esneme göstermeyen parti ve güçler açısından, AKP Hükümeti’ni sıkıştırmanın vesilesi yapıldı.

Bush-Erdoğan görüşmesine dair The Economist’in gündeme getirdiği haber, AKP Hükümeti’nin “eve dönüş” yasası hazırlıklarıyla birlikte değerlendirilebilir. Birçok çevre de, söz konusu haberi, hükümetin bir süredir gündemine aldığı TCK’nın 221. maddesindeki değişiklik hazırlığıyla birlikte değerlendirdi. Hükümet yetkililerinin yaklaşımı açısından şu ana kadar kamuoyuna yansıyanın, daha önce çıkartılan ve kabul görmeyen içerikleriyle işlevsiz kalan “pişmanlık yasaları”ndan bir farkı bulunmuyor. Ancak buna rağmen, CHP Genel Başkanı Baykal, hükümeti Kürt sorunu üzerinden sıkıştırmak adına, henüz hazırlık aşamasındaki bu geri düzenlemeyi bile “ateşi benzinle söndürmeye” benzetti. (12 Aralık 2007). CHP lideri, 24 Aralık akşamı katıldığı bir televizyon programında da, PKK’ye karşı düzenlenen sınır ötesi hava operasyonlarını olumlu bulduklarını dile getirirken, “En güç şey, Hükümeti terörle mücadele konusunda ikna etmekti” değerlendirmesinde bulundu. MHP’nin yaklaşımının da bu minvalde olduğu açıktır ve her iki parti de Genelkurmay’ı kutlarken, hükümeti de “terörle mücadeleden taviz vermeme” baskısı altında tutmayı kendilerine temel bir politika edinmiş durumdadır. CHP ve MHP genel başkanları, daha ilk sınır ötesi operasyonda, bu adımı “olumlu” ancak “geç kalınmış” bir adım olarak değerlendirdiler.

Tüm bu gelişmeler, iktidar ve muhalefetiyle burjuva partilerin yaşadığı çürüme ve çöküşün de göstergelerini oluşturuyor. İktidarı ve muhalefetiyle, generallerin politikalarına angaje olmuş olan burjuva partiler, aslında bu yönleriyle, siyasi parti olma gerekçelerini de terk etmiş durumdalar.

Sınır ötesi operasyonun bir uzantısı olarak, içeride DTP’ye yönelik yoğunlaştırılan baskı partinin genel başkanının tutuklanmasına ve Anayasa Mahkemesi’nde partinin kapatılması davasının açılmasına kadar vardırılmış, PKK ile birlikte DTP’nin de tasfiyesine girişilmiştir. Kürt halkının oylarıyla Meclis’e girmiş olan DTP’li vekiller, iktidarı ve muhalefetiyle sermaye partilerinin günlük hedefi halinde gelmiş bulunmaktadır. Sermaye medyasının tutumu da bu yöndedir.

 

İÇERİDEKİ VE DIŞARIDAKİ KÜRT POLİTİKASI

Sınır ötesi harekatın “PKK’nin kökü kazınana” kadar sürmesi, içeride de “DTP’nin tasfiye edilmesi” planını yürütenler, Kürt sorununun çözümü konusunda oluşmuş imkanları da tüketmeye girişmiş bulanmaktadır.

AKP Hükümeti’nin Kürtlere yönelik temel politikasının, DTP’yi kendi seçmeni gözünde yıpratma, itibarsızlaştırma ve giderek bölge illerinde onun yerini alma üzerine kurulu olduğunu açıktır. DTP’ye yönelik siyasi linç girişiminin, Meclis’in açıldığı ilk günden başlayarak Başbakan Erdoğan tarafından yapılan açıklama ve dayatmalarla başladığı bilinmektedir. Bölge illerinde, Gülen cemaatinin “genç işadamları derneği”, “sivil yardım kuruluşları” eliyle yürütülen girişimler ve yapılan sistemli yardımlar, AKP ile dirsek teması halinde sürmektedir ve generaller de, bu çalışmalara, “terörle mücadele” politikalarının bir gereği sayarak, dolaylı –dokunmayarak– destek verme konumundadırlar. Kürt kimliğinin ve taleplerinin tanınması, demokratik çözüm olanaklarının önünün açılmasına yönelik düzenlemeler yerine “İslam kardeşliği” içinde sorunu eritmeye yönelik politika, “terörle mücadele” adı altında yürütülen politikanın bölge illerindeki kolu durumundadır.

Türkiye yönetenlerinin, ABD ile kurulan ilişkinin de bir gereği olarak, Irak’ın kuzeyindeki bölgesel Kürt Yönetimi’ne yönelik politikasını, zaman içinde onu tanımaya doğru kaydırması muhtemel gözükmektedir. Bunun, The Economist’in haberinde de olduğu gibi, ABD’nin Türkiye’ye verdiği desteğin bir karşılığı olması da şaşırtıcı değildir. ABD; batağa saplandığı bir bölgede nispi bir temel dayanağını, Türkiye’nin “kaprisleri” yüzünden yitirmek istememekte, bu durumu, kendisinin Ortadoğu ve tüm bölge üzerindeki uzun vadeli çıkarları açısından sakıncalı görmektedir. Bu açıdan bakıldığında, Ankara siyasetinin zamanla Irak’taki Kürt yönetimiyle belirli bir uyuma doğru gelişip bu zemine oturması ihtimali güç kazanırken, Türkiye’nin kendi Kürtleriyle kurduğu ilişkinin de tamamen denetim altında tutucu bir boyutta sürmesi muhtemel gözükmektedir. Bugüne kadar, Irak’ta bir Kürt devleti oluşumunun kendi Kürtlerinde de bu türden eğilimlerini ve duyguları güçlendireceği endişesini taşıyan Türkiye egemenleri, bundan sonra da bu endişenin doğal bir sonucu olan adımlar atacaklardır. Şu an için yürürlükte olan politikanın, ülkenin güneyinde ve doğusundaki Kürtleri AKP üstünden devlet politikasına “kazanmaya” yönelik olduğu görülmektedir.

 

ENVERVARİ HAYALLER VE YENİ ROLLER

TSK’nın yürüttüğü “sınır ötesi” harekatın 2008’de de bir süre daha süreceği tahmin edilirken, bu gelişmelerin, Türkiye’nin, ABD’nin Irak ve bölge politikasındaki yeni rolünü de şekillendirici bir yöne doğru evrilmesi muhtemel gözükmektedir. Gelişmelerin seyrine göre, ilişkiler daha belirginleştikçe detaylandırılabilecek olan bu eğilimin bir yönü Türkiye’yi işgalci ABD güçlerinin yardımcı kolu durumuna sokmayı içerirken, diğer bir yönü de, ABD’nin uzun bir süredir hedefe koyduğu İran’a yönelik politikalarında anlam bulmaktadır.

Türkiye’nin işbirlikçi egemenleri, kendilerine hem istihbarat hem de diplomatik yönden açık bir destek veren ABD’den gelecek talepler karşısında çekinceli davranma “lükslerini” artık tamamen kaybetmiş durumdadırlar.

Kaldı ki, ABD’nin işgali altında bulunan ve dünyanın dikkatlerinin üzerinde olduğu bir bölgeye, o bölgenin hava sahasına ABD’nin izniyle giren tek bölge gücü olmak, Türkiye egemenlerinin “Envervari” damarını da yeniden kabartmaktadır, kabartacaktır. Bu açıdan da değerlendirildiğinde, bölgenin diğer büyük gücü İran karşısında elini güçlendirmek, onun etki alanlarını kendi etki alanı haline getirmek, Türkiye yönetenleri açısından, ABD işaretine gerek kalmadan tercih edilebilecek bir gerçekliktir.

ABD emperyalizminin politikalarına bağlı olarak, ülkeler ve halklar arasına nifak sokma, gerilim çıkarma konusunda mahir olan CIA gibi kuruluşların, bundan sonraki süreçte, İran ile Türkiye arasındaki ilişkileri gerecek, Türkiye’nin bu açıdan da ABD’nin bir “maşası”na dönüşmesini sağlayacak girişimlerde bulunmaları şaşırtıcı olmayacaktır.

“Laiklik” anlayışlarını geçmişte ABD’nin “yeşil kuşak” projesine dayandıran, onun içinde eriten Türkiye’deki sözde “zinde güçler”in, ABD’nin bugün yürüttüğü politikalara uygun bir biçimde İran’a yönelik bir kampanyanın “ağına düşmeleri” hiç de şaşırtıcı olmayacaktır.

Tüm bu ihtimaller, içine girdiğimiz yeni yılda ya da sonrasında ortaya çıkabilecek olan gelişmeler arasında değerlendirilebilir. Ve elbette, Türkiye egemenlerinin kendi arasındaki ilişki ve çatışmalardan, bölgesel güçlerin ilişkileri, onlarla Türkiye’nin işbirlikçi egemenlerinin kurduğu ilişkinin seyrine kadar bir dizi faktör, başka bazı gelişmelerin açığa çıkmasına da vesile olabilecektir.

2008 açısından kesin olan şey ise, Kürt sorununun çözümü başta olmak üzere, Türkiye’nin bütün temel sorunlarının, ancak emek ve demokrasi güçlerinin, ezilen halkların ve onların örgütlerinin mücadelesiyle çözülebileceği gerçeğidir.

Hangi taraftan olursa olsun, ABD’ye bağlanan ümitler, sonuçta bu ümidi taşıyanlara ya büyük hayal kırıklıkları yaşatmakta ya da onları ABD politikalarının bir unsuruna dönüştürmektedir.

Bugün Kürt sorununun çözümü için verilen mücadelenin bir yönü Türkiye’nin inkarcı egemenleriyle mücadeleye, diğer yanı da ABD emperyalizmine karşı mücadeleye bağlanmak durumundadır.

2007’nin sonlarına doğru, ezilenler cephesinde bu eğilimin işaretleri de görülmeye başlanmıştır. Sınır ötesi operasyon eylemlerinin bir ucu ABD Konsolosluklarına siyah çelenk bırakma biçiminde gerçekleşmiş, operasyon karşıtı bütün eylemlerde ABD de hedefe konulmuştur.

Bu eğilim, 2008 ve sonrası açısından güçlendirilmesi gereken eğilimdir. Türkiye’nin Kürt sorununun, köklerinin de, çözüm imkanlarının da “içeride”, ülke içinde olduğu kesindir. Türkiye’nin Türk ve Kürt emekçileri, barış ve demokrasi güçleri, ancak bu gerçeğin bilinciyle, önümüzdeki dönem ortak mücadelelerini daha da güçlendirerek, çözümü yakalayabilirler.

Türkiye’nin Kürt sorununun, içerideki ortak mücadeleyle çözüme ulaştırılması, bölge halkları açısından da ciddi bir moral etki yapabilecek ve halkların kurtuluş yolu emperyalist planların dışında aranmaya çalışılacaktır.

Bugün Kürt sorunu nasıl ki işbirlikçi egemen sınıfların ve onların partilerinin, kurmaylarının izlediği yöntemlerle uluslararası bir sorun haline gelmişse, aynı ilişkinin doğal bir sonucu olarak, bu sorununun, içeride, işçi ve emekçilerin, barış ve demokrasi güçlerinin ortak mücadeleleriyle çözülmesi ya da demokrasi mücadelesinin ciddi bir yükselişiyle çözüm yoluna girmesi, emperyalist ilişkiler zincirine de büyük bir darbe indirmiş olacaktır. Bu, hemen kazanılabilecek ve başarılabilecek bir şey olmayabilir, ancak bu yolda verilen ısrarlı mücadeleler, bizi kuşkusuz bu başarıya her gün biraz daha fazla yaklaştıracaktır.

Ankara’nın ‘Kürt planı’ ve dış politikada Özal taktiklerine dönüş

Türkiye’nin Irak’ın kuzeyinde gerçekleştirdiği ve yer yer düzenlediği hava operasyonlarıyla da devam ettiği harekât ile eş zamanlı olarak, Ankara-Kuzey Irak-ABD üçgeninde gelişen ilişkiler, hem Türk dış politikası açısından, hem de bölge dengeleri bakımından önemli özellikler içeriyor. Türkiye’de devletin zirvesinde, generallerle hükümet arasında, eş güdüm içinde gerçekleştirilen harekât sürecinde gerçekleştirilen Milli Güvenlik Kurulu (MGK) toplantılarında, Irak’taki Kürt yönetimine yönelik üslupta da bir değişime gidildiği görülüyordu. Bu harekât için AKP Hükümeti’ni uzun süre sıkıştıran bir siyaset izleyen ve Irak’taki Kürt liderlerle görüşülmesine kesinlikle karşı çıkan, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt’ın dahi, bugün Irak’taki Kürt yönetimine sıcak sayılabilecek mesajlar göndermiş olduğuna bakıldığında, öncesine göre farklı bir sürecin gelişmeye başladığını söylemek mümkündür.

 

 

 

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑