Geride bıraktığımız ayın en önemli gündemi AB oldu. Türkiye’nin AB müzakere çerçeve belgesinin imzalanıp imzalanmayacağı, sürecin başlayıp başlamayacağı gündeme oturtuldu. Hatta Türkiye’nin büyük TV ve gazeteleri, merkezlerini Lüksemburg’a taşıdılar! AB’den çıkacak kararı, çok büyük sürprizlere gebeymiş gibi sundular.
Oysa ortada hiç de böyle bir durum yoktu. Dünyada olup bitenleri birazcık yakından izleyen, AB sürecini takip eden herkes sonuç hakkında önceden az çok bir fikir sahibiydi; ne AB Türkiye’den sonsuza değin vazgeçebilir, Türkiye’yi elinin tersiyle bir kalemde çizebilir ne de emperyalist tekellerin oyuncağı durumuna düşmüş, tüm varlığını uluslararası tekellerin uzantısı olmaya adamış sermaye düzeni, AB’nin dayattığı koşullara hayır diyebilirdi.
Kaldı ki, AB’nin koçbaşları Fransa ve Almanya, bu kez kendilerini geri planda tutar gözükseler de, kararı çoktan vermişlerdi:Türkiye, ne dışarıda tutulacak ne de tam olarak içeri alınacaktı. Buna çeşitli isimler takılmıştı: “İmtiyazlı ortaklık”, “Hazım meselesi” vb. AB kendinden o kadar emindi ki, işi Türkiye’yi aşağılamaya, itip kakmaya, yerlerde süründürmeye kadar vardırdı. Türkiye’yi idare edenler ve medya ise, bu aşağılamaları, neredeyse kendisi ve ülke için takdir vesilesi saydı!
AB süreci ve gelişmeler, Türkiye’ye iki biçimde sunuluyordu. Birincisi, Türkiye’nin gelişimi, ilerlemesi, refahı, yarını, kısaca her şeyi, AB’ye girip girmemeye bağlanmıştı. İkincisi de, AB’nin ters tavırlarının nedeninin, Türkiye’nin gücü ve gelişme potansiyelinden duyulan korkudan kaynaklandığı ciddi ciddi söylenebiliyordu! Türkiye o kadar güçlüydü ki, bir girse, AB’yi bir anda zapt edecek, Avrupa’yı teslim alacaktı!
Oysa bütün bankalarının mevcutları topladığında Almanya’nın bir tek bankasının yarısı etmeyen bir ekonomi, Avrupa’yı nasıl teslim alabilirdi? 330 milyar borcu olan bir ülke, bu iktisadi gücüyle, Avrupa’ya nasıl hakim olabilirdi? Gerçekte ise, bırakın Türkiye’nin bu ekonomisiyle Avrupa’ya egemen olmasını, Dünya Ticaret Örgütü kararları, AB’nin dayattığı koşullar, gümrük yasaları, özelleştirmeler, yabancı sermayeye kapıların sonuna kadar açılması ve her türlü ayrıcalığın sağlanması, sıcak para denilen spekülatif sermayenin sınırsızca at koşturması vb. ile Türkiye ekonomisi, çoktan yabancı sermayenin tam denetim ve yönetimi altına girmişti. Öyleydi ki, örneğin sanayide neye, ne kadar yatırım yapılabileceğini, gelişme yönünü, örneğin demir çelik endüstrisinde üretim kapasitesini, tarımda hangi ürünün ne kadar ekileceğini, ne kadarının alınacağını yabancı sermayenin yasaları belirliyordu. Üstelik Türkiye’nin ticaret hacminde ezici üstünlük, Avrupa ile olan ilişkilerdeydi. Türkiye’nin ticaret hacminin yüzde 60’ından fazlası Avrupa ileydi. Diğer yandan ticaret hacminde Avrupa lehine olan fark her geçen gün büyüyor, yani Türkiye, Avrupa’ya bir satarsa, karşılığında beş-on almak zorunda kalıyordu.
Ama buna rağmen, medyada AB’nin Türkiye’nin gücünden korktuğu yazıları ciddi ciddi yazılabiliyordu!
Şüphesiz AB’nin Türkiye’ye ilişkin çekinceleri vardı. Ama bu çekincelerin nedeni, Türkiye’nin gücü değil, Türkiye’nin arkasındaki güçlerdi!
ÇEKİŞMELER VE TÜRKİYE
Günümüzde ABD ile AB arasındaki rekabet, çekişme, pazar kavgası, hegemonya kapışması, dünyanın dört bir tarafında, giderek daha belirginleşen biçimde öne çıkıyor. Egemenlik kavgasında ilişkiler sertleşirken, herkes, kendisinin ilerlemesini, güçlenmesini sağlayacak, yolunu açacak ittifaklar oluşturuyor, rakiplerini zayıflatma manevralarına girişiyor. Çünkü emperyalizm, bir yandan kendi hegemonik alanlarını genişletir, hammadde ve pazar alanları üzerinde daha fazla hakimiyet kurmayı gerektirirken, aynı zamanda, rakipleri zayıflatmayı, açığa düşürmeyi, hammadde ve pazar alanları dışına atmayı zorunlu kılar. Bu, dünyaya hükmetme, egemen olma üzerine kurulu emperyalist sistemin kaçınılmaz sonucudur.
Bu bakımdan Türkiye, enerji kaynakları, yeraltı zenginlikleri bakımından cazip bir ülke olmamasına karşın, stratejik konumu itibariyle her zaman için emperyalizmin hedefindeki ülke konumundadır.
Zaman zaman ortaya sürülen “Türkiye’nin eski önemi kalmadığı”, “önemini yitirdiği” biçimindeki laflar, dünya egemenlerinin Türkiye’yi tam teslim almak ve en küçük bir pazarlık imkanı bırakmamak amacıyla ortalığa saldığı söylemlerden başka bir şey değildir. Çünkü Rusya’nın Akdeniz’e iniş yolu üzerinde bulunan, petrol bölgesinin hemen yanı başında konumlanmış, Avrupa’nın Asya’ya açılan son kapısı durumundaki bir ülkenin önemi yitirmesinden söz etmek, hele hele pazar alanlarının daraldığı, hammadde kaynakları üzerinde kapışmanın en üst düzeye vardığı, emperyalizm açısından dünyanın artık küçük, paylaşım anlamında dar geldiği bugünkü koşullarda, böyle bir savla öne çıkmak, hedef şaşırmaktan başka bir şey değildir.
Emperyalizm için günümüzde en önemli ve hayati şeylerden birisi, enerji kaynaklarıdır. Enerji kaynakları üzerinde söz sahibi olan, egemenlik kuran, bu kaynakları denetimine almış bir ülke, kendi geleceğini bir anlamda garantiye almış demektir. Bu, aynı zamanda, rakipleri üzerinde de büyük bir baskı ve şantaj silahına kavuşması anlamına gelir. Nitekim bugün emperyalist kapışmanın merkezinde enerji sahaları olması, savaşların bu bölgelerde sürmesi bunun kanıtıdır.
Enerji bölgeleri, ağırlıklı olarak Türkiye’nin çevresinde yoğunlaşmıştır. Petrol Körfezi, dünya enerji ihtiyacının karşılandığı ana bölgedir. Enerji kaynakları bakımından diğer bir zengin bölge de, Kafkaslardır. Türkiye, bu bölgelerin tam ortasındadır. Hal böyleyken, tam da enerji sahaların ortasında bulunan Türkiye’nin önemi nasıl azalabilir?
Diğer yandan, şu andaki görünüm itibariyle, dünya üzerinde egemen olmaya çalışan başlıca üç kutup gözükmektedir. Birincisi Amerika’dır ve en güçlü konumdadır. Diğeri, AB. Ötekisi de, şimdilik ilişkileri ve dayanışmaları giderek güçlenen, yer yer ortak hareket etmeye başlayan, Hindistan’la yakınlaşmaya yönelmiş Rusya-Çin’dir. Ekonomik olarak diğer güçlü ülke Japonya ise, şimdilik Amerika ile iyi geçinmeyi tercih etmiştir. Ancak bunun sonsuza dek böyle sürmeyeceği de bilinen bir şeydir. Yarın öbür gün dünya güçler dengelerinin değişme eğilimleri göstermesi, ekonomik gelişmeler, krizler, aşırı üretimden kaynaklanan pazar daralmalarının ortaya çıkartacağı koşullar karşısında, Japonya’nın bugünkü çizgisini sürdüreceğinin hiçbir garantisi olmadığı gibi, ABD’nin baskısından sıyrıldığı anda, yeni yönelimler içersine girmesi kaçınılmaz olacaktır. Çünkü dünya egemenliğine, yağmaya, talana dayanan bugünkü sistemde, hiçbir zaman kalıcı dostluklar, ittifaklar yoktur, olmayacaktır. İttifakları, blokları, dayanışmaları, savaşları yaratan, kapitalist tekellerin içlerindeki sevgi veya nefret duyguları değil, çıkarlardır!
İşte AB, tam da bu hegemonya kavgasında, ABD’ye daha güçlü ve ileri düzeyden kafa tutabilmek amacıyla ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla, Türkiye gibi stratejik bakımdan son derece önemli bir konumda bulunan bir ülkeyi elinin tersiyle itemez. Aksine üstünde daha fazla hakimiyet kurmaya çalışacaktır. Zaten AB’nin Türkiye’ye karşı tavrının arkasındaki neden de budur. Hedef, Türkiye’yi daha fazla kendisine bağlamak ve üstünde daha fazla söz sahibi olmaktır.
ABD için de aynı durum geçerlidir. Onun AB karşısında avantajı, Türkiye ve dünya üzerinde daha fazla söz sahibi oluşudur. Sonuçta, emperyalistler arasında pazarlar ve hammadde kaynakları üstünde ağırlığı ve paylaşımı belirleyen şey, iktisadi güç ve genel olarak güçtür.
Ancak bu, iktisadi bakımdan diğerine göre nispeten daha güçsüz olanın mevcut koşullara teslim olduğu ve olacağı anlamına gelmemektedir. O, bir yandan, daha güçlü olana karşı değişik ittifaklar denerken, diğer yandan, rakibinin sahasına el atmaya çalışmaktan vazgeçmeyecektir, geçmemektedir.
Önümüzdeki tablo tam da budur. Daha fazla güç elde edebilmek amacıyla, esas itibarıyla Almanya, Fransa gibi ülkelerin liderliğinde oluşturulan AB’nin içinde farklı sorunlar vardır. AB’nin her konuda tek bir gövde halinde hareket ettiğini kimse söyleyemez. Örneğin İngiltere, genel olarak, Almanya ve Fransa’nın başını çektiği kesim tarafından, başında itibaren, Avrupa’nın bir parçası olarak algılanmamaktadır. Zaten İngiltere’nin de böyle bir çabası yoktur. Örneğin, İngiltere’nin AB üyeliği oldukça sıkıntılı bir sürecin sonunda gerçekleşmiş, her iki taraf da, gönülsüz bir birliktelik gerçekleştirmiştir. Mesela İngiltere, hâlâ Euro’ya geçmemiş, hâlâ kendi para birimini kullanmaya devam etmektedir. Yine Irak işgalinde, ABD ile birlikte işgalin ortağı olmuştur.
İngiltere’nin ayrı bir baş çekmeye çalıştığı bilinmektedir. Bu, bugüne has bir durum da değildir. Başından itibaren İngiltere’nin “Amerikancı” çizgisi bilinmekte, adaylık sürecindeki sancıların, gönülsüzlüğün temelinde de bu yatmaktadır.
Ancak bu ayrı baş çekme, İngiltere’nin tek başına olduğu anlamına gelmemektedir. İngiltere’nin başını çekmeye ve oluşturmaya çalıştığı kampın ipleri ABD’nin elindedir. ABD’nin, AB’ye dair kendi hesapları vardır. Şüphesiz ABD, karşısında güçlü bir rakip istememektedir. Güçlü ve birlikte hareket eden bir AB’nin, ABD’nin tercihi olamayacağı ortadadır. Bu anlamda, ABD, AB’nin zayıflaması, mümkünse dağılması, en azından AB’nin şekilsiz, son derece gevşek, işlemeyen, kararları hayata geçmeyen bir pozisyona düşmesi için çalışmaktadır. Bu faaliyetinin ana unsuru da İngiltere’dir.
Şüphesiz hiçbir ülkede sermaye tekvücut halde hareket etmez. Ve yine şüphesiz, sermaye kendi çıkarları doğrultusunda hareket eder. Kendi içinde egemenlik savaşımı verir. Nitekim bugün İngiltere’de, değişik sermaye gruplarından, Avrupa ile daha yakın hareket edilmesini, Avrupa’nın bir parçası olunmasını isteyenler olduğu gibi, AB içersindeki Almanya, Fransa, İspanya, İtalya vb. ülkelerde de, ABD ile daha yakın durulmasını isteyenler bulunmaktadır. AB, aynı zamanda, bunların da mücadelesini içermektedir.
ABD, İngiltere ile birlikte, AB içersinde kendi etkinlik alanını genişletmek, tabiri caizse, AB’yi işlemez duruma getirmek istiyor. Bunu da ancak içerden yapabileceğini pekala biliyor. Bu amaçla, İngiltere etrafında bir blok oluşturmaya çalışıyor. Türkiye’nin adı, tam da bu noktada devreye giriyor. Çünkü ABD ve İngiltere, Türkiye’yi, bu muhalif bloğun temel ayaklarından birisi olarak konumlandırmaya çalışıyor. İşte Türkiye’nin adı üstünde gürültü kopmasının, bu kadar tartışılmasının, tartışılırken aşağılanması ve itilip kakılmasının ana nedeni budur. Çünkü Türkiye, AB’nin koçbaşı ülkeleri tarafından, ABD’nin “Truva Atı” olarak görülmektedir.
Şüphesiz AB içersinde, ABD ile yakın duran başka ülkeler de vardır. Örneğin İtalya gibi. Ancak gerek coğrafi yakınlık, gerekse ekonomik, ticari ilişkiler yoğunluğu bakımından, İtalya, bir şekilde Almanya ve Fransa tarafında “nötrleştirilebilir” olarak değerlendirilmektedir. Nitekim daha önce aynı konumda bulunan İspanya’da bu gerçekleşmiş, ABD’ye yakın hükümet alaşağı edilmiştir. Aynı pozisyon, İtalya için de geçerlidir. Zaten Berlusconi hükümetinin eskisi gibi dik başlı bir tutum sergileyemediği, ABD ile ilişkilerde daha dengeli bir tavır içersine girdiği bilinmektedir, önümüzdeki dönemde yeniden hükümet olabilmesi zor görünmektedir. Ayrıca İtalya Irak’taki askeri varlığını geri çekmiştir.
ABD’nin yanında görülen Bulgaristan, Polonya gibi ülkelerin ise, pek kıymeti harbiyeleri yoktur. Öncelikle bu ülkeler, gerek ekonomik güçleri gerekse coğrafi konumları itibariyle, Almanya ve Fransa’nın başını çektiği kesime karşı uzun süre kafa tutamazlar. Direnemezler. Üstelik bu ülkelerde Amerikan bağı çok derinlere dayanmamaktadır. En eskisi Polonya’nındır. Polonya’daki karşı devrimin önderlerinden Leh Valessa’nın CIA ile ilişkileri gün ışığına çıkmıştır. Ama bu ülkelerin yönetimleri, gerek ekonomik, ticari gerek askeri gerekse coğrafi konum itibariyle, AB’ye rağmen, ABD ile ittifakı sonuna kadar götürecek güç ve çapa sahip değildir. Zaten gelinen nokta itibariyle, Polonya, Macaristan, Romanya, Çekoslovakya gibi ülkelerin, şimdiden ekonomik olarak Almanya ve Fransa’nın arka bahçesi olmaya başladığı, ekonomik gücün bu ülkelerin eline geçtiği ortadır. Pek çok Alman ve Fransız şirketi, fabrikalarını bu ülkelere taşımakta veya bu ülkelerin işletmelerini, sanayisini almaktadır. Söz konusu ülkeler, AB’nin kapitalistleri için ucuz emek cennetidir.
Ancak Türkiye’nin konumu, bunlardan çok farklıdır. Bir kere Türkiye, ABD’nin açık ve net etkinliğindedir. Türkiye’deki siyasi iktidarlar bile, ABD’nin tercihine göre oluşmaktadır. Siyasi iktidarların deyimiyle, Türkiye, ABD’nin “stratejik ortağıdır” –Elbette bu sözden, Türkiye’nin ABD’nin stratejik nöbetçisi olduğu anlaşılmalıdır–. Üstelik ABD’nin, AB için beslediği niyetler de bilinmektedir. Bundan dolayıdır ki, İngiltere, Türkiye’yi himayesine almış görünmekte, bir anlamda vasilik yapmaktadır. Bu yüzden de, Türkiye’nin AB macerası, bundan sonra da, hep tartışmalar, itiş kakışlar içersinde geçecek, müzakere sürecinin “ucu açık” kalacak, üyelik meselesi “hazım sorununa” indirgenecektir. Çünkü burada, söz konusu olan hazım sorunu ABD’ye ilişkindir ve AB’nin koçbaşı ülkelerinin ise, ABD’yi hazmetmeye ne niyetleri vardır ne de mideleri o kadar geniştir!.
“UCU AÇIKLIK”IN ANLAMI
Yazının başında da belirtildiği üzere, her şeye rağmen, Türkiye, bir Bulgaristan ya da Polonya değildir. Stratejik konumu ve dünyanın içinde bulunduğu konjonktür, enerjinin hayati önemi, Türkiye’yi, asla üstü bir kalemde çizilemeyecek konuma oturtmaktadır. AB de, Türkiye’yi elinin tersiyle itmeyecektir. Uzun sürece yayılacak ilişki döneminde, Türkiye üzerindeki etkinliğini arttırmaya çalışacaktır. Etkinliğini arttırdığı oranda, açık olan ucun arası kapanacak, etkinliğini arttıramadığı oranda da, “hazımsızlık” kronik bir vaka olacaktır!
En basitinden şöyle düşünülmelidir: ABD’nin önümüzdeki dönemdeki hedefleri arasında İran vardır. Eğer İran’da hedefine ulaşabilirse, Petrol Körfezi’nin tek hakimi ABD olacaktır. Bu ise, elbette, AB’nin, enerji ihtiyacı açısından tam anlamıyla ABD’nin kontrolü altına girmesi, enerji üzerinden baskı ve şantajı her gün, her saat ensesinde hissetmesi demektir. Peki, böyle bir durumda, Türkiye nasıl davranacaktır? Amerika ile hareket edip, İran’a yönelik operasyonlarda görev mi alacaktır, yoksa AB ile birlikte mi davranacaktır?
Mesele, kesinlikle İtalya’nın Irak’a üç-beş yüz asker göndermesi ile karıştırılmamalıdır. ABD, Türkiye’den az sayıda asker değil, topraklarını sonuna kadar emrine vermesini, Türkiye’nin savaş harekat üssü durumuna dönüştürülmesini talep etmektedir. Bu, salt geleceğe ilişkin olasılık değildir. Türkiye’deki bir takım oluşumlarının, yönetimsel bazda örgütlenmiş bazı kuruluşların, bir ABD çalışması olan İran’ın bölünmesi ve bu amaçla uygulamaya konulmuş olan Azerilerin başkaldırısı projesinde rol aldığı bilinmektedir.
Yine aynı şekilde, Kafkasya içlerinde süren Rusya-ABD kapışmasında Türkiye hangi konumdadır? Güçsüzleşmiş, elden ayaktan düşmüş, kendine mecali olmayan bir Rusya’nın, Avrupa’nın da tercihi olduğu düşünülebilir. Ancak güçsüzleşmiş bir Rusya’nın elinden çıkacak Kafkaslar’da güçlü bir ABD, AB’nin tercihi olabilir mi? Peki Türkiye’nin dış politikası, burada nereye oturmaktadır? Şüphesiz ABD’nin politikalarına! Ancak Kafkaslardaki operasyonel faaliyetlerde ABD’nin Türkiye’yi taşeron olarak kullandığı, ilerleyen süreçte kızağa aldığı, işin işine karıştırmadığı da bir gerçektir. Gerek Azerbaycan, gerekse başka yerlerde hep böyle olmuş, Türkiye, kontr faaliyetlerde yol açıcı olarak kullanıldıktan sonra, dışlanmıştır! Peki bunlar, AB için olağan karşılanacak şeyler midir? Ya da soruyu şöyle sormak lazımdır: Bunlar AB’nin dış politika hedefleriyle uygunluk arzetmekte midir?
Şimdi burada akla şu soru gelebilecektir? AB’nin bir bütün halinde hareket ettiği dış politikası mı var? İngiltere, İtalya başka, Almanya ve Fransa başka davranmıyor mu? Ama unutulmamalıdır ki, AB’nin şu anki çizgisini belirleyen hakim güçler Almanya ve Fransa’dır.
İşte “hazım sorunu” da burada başlamaktadır. Türkiye’nin Amerikancı çizgisini AB kabul edebilir mi? Öyleyse “hazım sorunu” lafından pekala şu da anlaşılabilir: AB egemenliğinde Türkiye’yi, ABD’nin hazmetmesi zordur!
AB’NİN “DEMOKRASİ” AŞKI, AKP’NİN AB…
Şüphesiz Türkiye’ye dayattığı koşullar arasında demokrasi maddelerinin de bulunması, AB’nin asıl amaçlarının gizlenmesinin örtüsüdür. Süstür. Elbette bunda, Avrupa halklarının, Amerika’dan farklı olan ve daha köklü demokrasi kültürünün etkisi de vardır. Ama bunda, başka bir şey daha vardır:
AB’nin Türkiye üzerinde gerek ekonomik gerek siyasi gerekse sosyal anlamda etkin olabilmesi, yönetimsel düzeyde söz sahibi haline gelebilmesi için, Amerikan etkinliğinin kırılması, zayıflatılması, en azından sekteye uğratılması şarttır. Bunun için de, iktidarda bulunan kastlaşmış Amerikancıların güçlerinin zayıflatılması, Amerika’nın yönlendirmesi altındaki merkezi otoritenin kırılganlaştırılması, kurumların etkinliğinin zayıflatılması gerekmektedir. Bunlar zayıflatıldığı oranda, Amerikan hakimiyetinin kırılabileceği, tek sesliğin kalkabileceği düşünülmektedir. Nitekim AB’nin, en başından itibaren MGK’ya ilişkin girişimleri, Türkiye halkına demokrasiyi getirmek aşkından değil, kendi uzun vadeli hedeflerinden kaynaklanmaktadır. Çünkü Amerikan etkinliği kırılmadan, dayanak noktaları tahrip edilmeden, AB’nin Türkiye üzerinde tam egemenlik kurması imkansızdır. Ancak bu, o kadar da kolay bir şey değildir. Hele hele ABD’nin ekonomik gücüyle dünya üzerindeki egemen pozisyonu hesaba katıldığında, Türkiye’de onlarca yıldır oluşmuş bir yapının, ekonomik, siyasi örgütlenmenin kısa zamanda dağıtılması çok zordur. Ancak, AB’nin politikalarını belirleyenlerin söylediği gibi, “Türkiye’nin tamamen dışlanması, Amerika’nın kucağına daha fazla oturması ve AB’ye düşmanlaşması anlamına gelecektir. Buna gerek yoktur, Türkiye’nin bir kenarda durması ve kazanılmaya çalışılması iyi olacaktır.”
Öte yandan, AB şartlarının tam olarak hayata geçmeye başlamasıyla birlikte, gümrük duvarlarının sıfırlanması, AB’nin önündeki tüm engellerin kalkması vb., AB’nin hareket alanını genişletecektir. Buradan hareketle, AB, Türkiye üzerindeki etkinliğini arttırmayı düşünmektedir. Ama bu kolay değildir.
Peki, AKP’nin bir anda en ileri düzeyden AB’ci olmasının nedeni nedir? Düne kadar, hocaları Erbakan’ın yanından AB’ye atıp tutanların, AB’yi “Hıristiyan kulübü” olarak nitelendirenlerin, birden sıkı AB’ci olmalarının ardında ne yatmaktadır?
Burada birkaç etken rol oynamıştır.
Birincisi, sermaye çevreleri AB’yi dayatmış, AKP’ye başka bir seçenek kalmamıştır. O koltukta oturmaları için, AB için koşulsuz şartsız çalışacaklardır. Ya da koltuktan vazgeçeceklerdir. Ama AKP de, zaten ekonomik bakımdan büyük sermayeden farklı düşünmemektedir ki! O, bugüne kadar ülkenin başına gelmiş en azgın yabancı sermaye işbirlikçisi siyasal güçtür.
Diğer yandan ise, AKP, iktidar mücadelesinde önüne dikilecek klasik cumhuriyetçi vb. kurumlara karşı, AB’yi arkasına almayı zorunlu görmektedir. AB, onun için bir zırh, korunak, amaçları doğrultusunda ilerlemesini kolaylaştıran bir silahtır. O silahı, AKP, içerdeki engellere karşı kullanmaktadır. Öyle bir hale gelmiştir ki, AKP’ye karşı çıkan, aynı zamanda, AB’ye de karşıymış gibi bir tablo oluşmuştur.
AKP’nin bu derece AB’ci olmasında bir diğer etken ise, ABD’dir. ABD, AB içindeki hesapları bakımından, Türkiye’nin, ne şekilde olursa olsun, AB içinde yer almasını istemektedir. Böylece İngiltere’nin çevresindeki blok güçlenecek, ABD’nin etkinlik ve harekat alanı genişleyecek, sözcüsü çoğalacaktır. Dolayısıyla AB, giderek daha fazla çift başlı görünüme kavuşacak, içindeki çatlaklar çoğalacak, işlerliği arıza yapacaktır.
LÜKSEMBURG’TA NELER OLDU?
Lüksemburg toplantısı, yukarıda özetlenmeye çalışılan tablonun tam anlamıyla hayat bulduğu bir platform oldu. Türkiye adı, AB’nin koçbaşları ile Amerika kapışmasının simgesi olarak bir kez daha öne çıktı. Bu kez, “kötü polis” rolü Avusturya’ya verilmişti. Avusturya bu rolünü oynadı; Almanya ise, Avusturya’yı iknaya çalıştı! Oysa kısa bir süre önce Almanya ve Fransa’nın baskıları karşısında Başbakanını değiştirmiş bir Avusturya’nın, tek başına AB isteklerine kafa tutması düşünülebilir miydi? Elbette hayır. Bu arada, Hırvatistan da aradan çıkartıldı. Türkiye’ye karşı bir pazarlık kozu olarak kullanıldı görünümü sergilendi. Ama bu pazarlık oyununda, Hırvatistan’ın savaş suçları ayıbı örtülürken, karşılığında Türkiye’nin pozisyonunda hiçbir değişiklik olmadı. Hatta Lüksemburg’tan, bir önceki süreçten daha da geri bir pozisyona sürüklenen bir Türkiye çıktı. Her ne kadar örtülmeye çalışılsa da, bu durum, AKP tarafında bile rahatsızlık yaratmış, içerden gelecek baskı ve eleştirileri göğüsleyemeyeceğini düşünen AKP kurmayları, büyük bir tedirginlik yaşamıştı.
Burada devreye İngiltere ve ABD girdi. ABD, daha önce de Türkiye’nin AB’ye kabulü için devreye girmiş, Almanya ve Fransa üzerinde baskı oluşturmaya çalışmış, ancak bu durum, Almanya ve Fransa tarafından açık bir tepkiyle karşılanmış ve basına yansıtılmıştı. Fakat bu kez ABD, devreye Almanya ve Fransa’ya baskı için değil, Türkiye’ye baskı için girdi! Çerçeve anlaşmasının imzalanacağı gece, Beyaz Saray’la Ankara arasında telefon trafiği yaşanmış, Amerika, anlaşmayı imzalaması için Türkiye’ye resmen baskı yapmıştı. Aynı baskıların bir ayağı da İngiltere’deydi. Zaten Lüksemburg’ta Türkiye’nin anlaşmaya rıza göstermesi için baskı yapma görevi, asıl olarak İngiltere’nindi.
Dikkat çekici bir gelişme, daha önce İngiltere ile birlikte Türkiye’nin vasisi rolünü oynayan İtalya’nın, bu kez işin içine hiç girmemesi, karışmaması, oldukça edilgen, tarafsız bir tutum sergilemesi oldu. Bu durum, görüşmelerde başbakanların, hükümet başkanlarının yer almadığı, bu yüzden Berlusconi adının ön plana çıkmadığı biçiminde açıklanamazdı. Çünkü olaya müdahil olmayan İtalya idi. Blair de görüşmelerde yoktu, ama, İngiltere baş rolü oynuyordu!
Çerçeve anlaşmasının imzalanması için ABD’nin devreye girip Türkiye üzerinde baskı uygulaması, aynı şekilde İngiltere’nin tehditvari girişimleri bile, aslında bu anlaşmayla Türkiye’nin neler feda ettiğini göstermesi, yararına mı zararına mı olduğunun anlaşılması bakımından bir fikir veriyordu.
Zaten Çerçeve Anlaşması’nın neler içerdiğini bilen de yoktu. Dışişlerinin birkaç memuru dışında anlaşmanın içeriğinden kimsenin haberinin olmaması, bakanların anlaşma hakkında bir bilgiye sahip bulunmaması, rezaletin bir başka tarafıydı.
Yine zaten daha sonra Çerçeve Anlaşması okununca, anlaşmada genel başlıkların dışında bir şey olmadığı görüldü. Ortada net bir biçimde olan şey ise, AB’nin istediği, Türkiye’nin isteklere boyun eğdiğiydi. Sisteme entegrasyon adı altında, Türkiye, AB’ye tam anlamıyla açılıyor, sanayisinden tarımına kadar her şey, AB’nin denetimi altına giriyordu. Gümrük duvarları yok oluyor, yasalar AB tekellerinin isteklerine göre düzenleniyor, yabancı sermayenin önünde en küçük bir engel kalmıyordu!
Buna karşın, en basitinden, T.C. vatandaşlarının Avrupa ülkelerinde serbest dolaşımı bile yasaktı! Üstelik yakın bir gelecekte serbest dolaşım için hiçbir ışık yoktu. Yani Türkiye yalnızca veriyor, hiçbir şey almıyordu!
Tartışmaların alevlendiği noktalardan birisi, Kıbrıs’tı. Kıbrıs konusunda iki tutum karşımız çıkıyordu. Birincisi AB’nin tavrı, diğeri ABD’nin… AB, Kıbrıs Rum kesimine yakın görünürken, ABD Türk tarafına yakın duruyordu! AB, Kıbrıs Rum kesim üzerinde ayrıcalıklar sağlıyor, ABD ise, Türk tarafında imtiyazlara kavuşuyordu! Ada fiilen bölünmüştü! Rum tarafını tutan AB’ye karşı, ABD, Kıbrıs Türk tarafının hamisi pozlarında ortaya çıkıyordu. Bu arada da, uzun zamandan beri peşinde koştuğu askeri üssü kaptığı, yakında Kıbrıs Türk kesimi tarafında askeri üs açacağı konuşuluyordu!
Ne olmuştu? Hem AB hem ABD kazanmış, Kıbrıs kaybetmişti! Adada hakimiyet, iki tarafın da, yani Rum ve Türk taraflarının elinden çıkmış, fiilen koçbaşların eline geçmişti! Kimbilir, belki de tarihte pek çok görüldüğü üzere, AB ve ABD, bir kez daha anlaşmalı oyunu sergilemiş, her iki halk da, kışkırtılıp teslim alınmıştı! Artık ada asla eskisi gibi olamayacaktı. Orası artık, Akdeniz’in ortasındaki silah deposuna dönecek, Akdeniz’in egemenliği savaşının merkez üssü olacaktı! Tabii, bu arada İsrail’in rolü ve avantajları da unutulmamalıydı. Zaten İsrail’in Kıbrıs’ta çok miktarda arazi aldığı biliniyordu!
BUNDAN SONRASI
Çerçeve Anlaşması’nın başlıkları, Türkiye’nin nasıl teslim alındığını açıkça gösteriyordu. Türkiye, hiçbir şey almadan her istenileni vermişti. Kelimenin tam anlamıyla tam bir teslimiyet anlaşmasıydı. Özetle söylemek gerekirse, Türkiye her şeyi veriyor, hırpalanıyor, aşağılanıyor, itilip kakılıyor, ülkenin gelmişi geçmişi ayaklar altına alınıyor, onuru çiğneniyor ve karşılığında bir şey almıyordu. Alamadığı gibi, alacağına dair bir vaat de yoktu. Türkiye hep verecek, her istenileni yapacak, denetim yetkisi AB’de olacak, bunun karşılığında, AB, Türkiye’ye üyelik konusunda hiçbir garanti vermeyecek, sürecin sonunda “hazımsızlık çekerse”, başka koşullar ortaya çıkabilecekti!
Türkiye, bundan sonrasında, emperyalist egemenlik mücadelesinin daha yoğun yaşanacağı yerlerdendir. Türkiye’yi idare edenler, ülkeyi hem sonuna kadar sömürüye, yağmaya açmışlar, hem de emperyalist kavganın tam ortasına atmışlardır. Bundan sonrası, Türkiye için hep itilip kakılma ve ezilmedir. Sonrası, bugüne kadarki sürecinin devamı olacaktır.
Belanın ortasında bir Türkiye vardır artık.