Avrupa Birliği, Amerika ve Türkiye

Geride bıraktığımız ayın en önemli gündemi AB oldu. Türkiye’nin AB müzakere çerçeve belgesinin imzalanıp imzalanmayacağı, sürecin başlayıp başlamayacağı  gündeme oturtuldu. Hatta Türkiye’nin büyük TV ve gazeteleri, merkezlerini Lüksemburg’a taşıdılar! AB’den çıkacak kararı, çok büyük sürprizlere gebeymiş gibi sundular.
Oysa ortada hiç de böyle bir durum yoktu. Dünyada olup bitenleri birazcık yakından izleyen, AB sürecini takip eden herkes sonuç hakkında önceden az çok bir fikir sahibiydi; ne AB Türkiye’den sonsuza değin vazgeçebilir, Türkiye’yi elinin tersiyle bir kalemde çizebilir ne de emperyalist tekellerin oyuncağı durumuna düşmüş, tüm varlığını uluslararası tekellerin uzantısı olmaya adamış sermaye düzeni, AB’nin dayattığı koşullara hayır diyebilirdi.
Kaldı ki, AB’nin koçbaşları Fransa ve Almanya, bu kez kendilerini geri planda tutar gözükseler de, kararı çoktan vermişlerdi:Türkiye, ne dışarıda tutulacak ne de tam olarak içeri alınacaktı. Buna çeşitli isimler takılmıştı: “İmtiyazlı ortaklık”, “Hazım meselesi” vb. AB kendinden o kadar emindi ki, işi Türkiye’yi aşağılamaya, itip kakmaya, yerlerde süründürmeye kadar vardırdı. Türkiye’yi idare edenler ve medya  ise, bu aşağılamaları, neredeyse kendisi ve ülke için takdir vesilesi saydı!
AB süreci ve gelişmeler, Türkiye’ye iki biçimde sunuluyordu. Birincisi, Türkiye’nin gelişimi, ilerlemesi, refahı, yarını, kısaca her şeyi, AB’ye girip girmemeye bağlanmıştı. İkincisi de, AB’nin ters tavırlarının nedeninin, Türkiye’nin gücü ve gelişme potansiyelinden duyulan korkudan kaynaklandığı ciddi ciddi söylenebiliyordu! Türkiye o kadar güçlüydü ki, bir girse, AB’yi bir anda zapt edecek, Avrupa’yı teslim alacaktı!
Oysa bütün bankalarının mevcutları topladığında Almanya’nın bir tek bankasının yarısı etmeyen bir ekonomi, Avrupa’yı nasıl teslim alabilirdi? 330 milyar borcu olan bir ülke, bu iktisadi gücüyle, Avrupa’ya nasıl hakim olabilirdi? Gerçekte ise, bırakın Türkiye’nin bu ekonomisiyle Avrupa’ya egemen olmasını, Dünya Ticaret Örgütü kararları, AB’nin dayattığı koşullar, gümrük yasaları, özelleştirmeler, yabancı sermayeye kapıların sonuna kadar açılması ve her türlü ayrıcalığın sağlanması, sıcak para denilen spekülatif sermayenin sınırsızca at koşturması vb. ile Türkiye ekonomisi, çoktan yabancı sermayenin tam denetim ve yönetimi altına girmişti. Öyleydi ki, örneğin sanayide neye, ne kadar yatırım yapılabileceğini, gelişme yönünü, örneğin demir çelik endüstrisinde üretim kapasitesini, tarımda hangi ürünün ne kadar ekileceğini, ne kadarının alınacağını yabancı sermayenin yasaları belirliyordu. Üstelik Türkiye’nin ticaret hacminde ezici üstünlük, Avrupa ile olan ilişkilerdeydi. Türkiye’nin ticaret hacminin yüzde 60’ından fazlası Avrupa ileydi. Diğer yandan ticaret hacminde Avrupa lehine olan fark her geçen gün büyüyor, yani Türkiye, Avrupa’ya bir satarsa, karşılığında beş-on almak zorunda kalıyordu.
Ama buna rağmen, medyada AB’nin Türkiye’nin gücünden korktuğu yazıları ciddi ciddi yazılabiliyordu!
Şüphesiz AB’nin Türkiye’ye ilişkin çekinceleri vardı. Ama bu çekincelerin nedeni, Türkiye’nin gücü değil, Türkiye’nin arkasındaki güçlerdi!

ÇEKİŞMELER VE TÜRKİYE
Günümüzde ABD ile AB arasındaki rekabet, çekişme, pazar kavgası, hegemonya kapışması, dünyanın dört bir tarafında, giderek daha belirginleşen biçimde öne çıkıyor. Egemenlik kavgasında ilişkiler sertleşirken, herkes, kendisinin ilerlemesini, güçlenmesini sağlayacak, yolunu açacak ittifaklar oluşturuyor, rakiplerini zayıflatma manevralarına girişiyor. Çünkü emperyalizm, bir yandan kendi hegemonik alanlarını genişletir, hammadde ve pazar alanları üzerinde daha fazla hakimiyet kurmayı gerektirirken, aynı zamanda, rakipleri zayıflatmayı, açığa düşürmeyi, hammadde ve pazar alanları dışına atmayı zorunlu kılar. Bu, dünyaya hükmetme, egemen olma üzerine kurulu emperyalist sistemin kaçınılmaz sonucudur.
Bu bakımdan Türkiye, enerji kaynakları, yeraltı zenginlikleri bakımından cazip bir ülke olmamasına karşın, stratejik konumu itibariyle her zaman için emperyalizmin hedefindeki ülke konumundadır.
Zaman zaman ortaya sürülen “Türkiye’nin eski önemi kalmadığı”, “önemini yitirdiği” biçimindeki laflar, dünya egemenlerinin Türkiye’yi tam teslim almak ve en küçük bir pazarlık imkanı bırakmamak amacıyla ortalığa saldığı söylemlerden başka bir şey değildir. Çünkü Rusya’nın Akdeniz’e iniş yolu üzerinde bulunan, petrol bölgesinin hemen yanı başında konumlanmış, Avrupa’nın Asya’ya açılan son kapısı durumundaki bir ülkenin önemi yitirmesinden söz etmek, hele hele pazar alanlarının daraldığı, hammadde kaynakları üzerinde kapışmanın en üst düzeye vardığı, emperyalizm açısından dünyanın artık küçük, paylaşım anlamında dar geldiği bugünkü koşullarda, böyle bir savla öne çıkmak, hedef şaşırmaktan başka bir şey değildir.
Emperyalizm için günümüzde en önemli ve hayati şeylerden birisi, enerji kaynaklarıdır. Enerji kaynakları üzerinde söz sahibi olan, egemenlik kuran, bu kaynakları denetimine almış bir ülke, kendi geleceğini bir anlamda garantiye almış demektir. Bu, aynı zamanda, rakipleri üzerinde de büyük bir baskı ve şantaj silahına kavuşması anlamına gelir. Nitekim bugün emperyalist kapışmanın merkezinde enerji sahaları olması, savaşların bu bölgelerde sürmesi bunun kanıtıdır.
Enerji bölgeleri, ağırlıklı olarak Türkiye’nin çevresinde yoğunlaşmıştır. Petrol Körfezi, dünya enerji ihtiyacının karşılandığı ana bölgedir. Enerji kaynakları bakımından diğer bir zengin bölge de, Kafkaslardır. Türkiye, bu bölgelerin tam ortasındadır. Hal böyleyken, tam da enerji sahaların ortasında bulunan Türkiye’nin önemi nasıl azalabilir?
Diğer yandan, şu andaki görünüm itibariyle, dünya üzerinde egemen olmaya çalışan başlıca üç kutup gözükmektedir. Birincisi Amerika’dır ve en güçlü konumdadır. Diğeri, AB. Ötekisi de, şimdilik ilişkileri ve dayanışmaları giderek güçlenen, yer yer ortak hareket etmeye başlayan, Hindistan’la yakınlaşmaya yönelmiş Rusya-Çin’dir. Ekonomik olarak diğer güçlü ülke Japonya ise, şimdilik Amerika ile iyi geçinmeyi tercih etmiştir. Ancak bunun sonsuza dek böyle sürmeyeceği de bilinen bir şeydir. Yarın öbür gün dünya güçler dengelerinin değişme eğilimleri göstermesi, ekonomik gelişmeler, krizler, aşırı üretimden kaynaklanan pazar daralmalarının ortaya çıkartacağı koşullar karşısında, Japonya’nın bugünkü çizgisini sürdüreceğinin hiçbir garantisi olmadığı gibi, ABD’nin baskısından sıyrıldığı anda, yeni yönelimler içersine girmesi kaçınılmaz olacaktır. Çünkü dünya egemenliğine, yağmaya, talana dayanan bugünkü sistemde, hiçbir zaman kalıcı dostluklar, ittifaklar yoktur, olmayacaktır. İttifakları, blokları, dayanışmaları, savaşları yaratan, kapitalist tekellerin içlerindeki sevgi veya nefret duyguları değil, çıkarlardır!
İşte AB, tam da bu hegemonya kavgasında, ABD’ye daha güçlü ve ileri düzeyden kafa tutabilmek amacıyla ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla, Türkiye gibi stratejik bakımdan son derece önemli bir konumda bulunan bir ülkeyi elinin tersiyle itemez. Aksine üstünde daha fazla hakimiyet kurmaya çalışacaktır. Zaten AB’nin Türkiye’ye karşı tavrının arkasındaki neden de budur. Hedef, Türkiye’yi daha fazla kendisine bağlamak ve üstünde daha fazla söz sahibi olmaktır.
ABD için de aynı durum geçerlidir. Onun AB karşısında avantajı, Türkiye ve dünya üzerinde daha fazla söz sahibi oluşudur. Sonuçta, emperyalistler arasında pazarlar ve hammadde kaynakları üstünde ağırlığı ve paylaşımı belirleyen şey, iktisadi güç ve genel olarak güçtür.
Ancak bu, iktisadi bakımdan diğerine göre nispeten daha güçsüz olanın mevcut koşullara teslim olduğu ve olacağı anlamına gelmemektedir. O, bir yandan, daha güçlü olana karşı değişik ittifaklar denerken, diğer yandan, rakibinin sahasına el atmaya çalışmaktan vazgeçmeyecektir, geçmemektedir.
Önümüzdeki tablo tam da budur. Daha fazla güç elde edebilmek amacıyla, esas itibarıyla Almanya, Fransa gibi ülkelerin liderliğinde oluşturulan AB’nin içinde farklı sorunlar vardır. AB’nin her konuda tek bir gövde halinde hareket ettiğini kimse söyleyemez. Örneğin İngiltere, genel olarak, Almanya ve Fransa’nın başını çektiği  kesim tarafından, başında itibaren, Avrupa’nın bir parçası olarak algılanmamaktadır. Zaten İngiltere’nin de böyle bir çabası yoktur. Örneğin, İngiltere’nin AB üyeliği oldukça sıkıntılı bir sürecin sonunda gerçekleşmiş, her iki taraf da, gönülsüz bir birliktelik gerçekleştirmiştir. Mesela İngiltere, hâlâ Euro’ya geçmemiş, hâlâ kendi para birimini kullanmaya devam etmektedir. Yine Irak işgalinde, ABD ile birlikte işgalin ortağı olmuştur.
İngiltere’nin ayrı bir baş çekmeye çalıştığı bilinmektedir. Bu, bugüne has bir durum da değildir. Başından itibaren İngiltere’nin “Amerikancı” çizgisi bilinmekte,  adaylık sürecindeki sancıların, gönülsüzlüğün temelinde de bu yatmaktadır.
Ancak bu ayrı baş çekme, İngiltere’nin tek başına olduğu anlamına gelmemektedir. İngiltere’nin başını çekmeye ve oluşturmaya çalıştığı kampın ipleri ABD’nin elindedir. ABD’nin, AB’ye dair kendi hesapları vardır. Şüphesiz ABD, karşısında güçlü bir rakip istememektedir. Güçlü ve birlikte hareket eden bir AB’nin, ABD’nin tercihi olamayacağı ortadadır. Bu anlamda, ABD, AB’nin zayıflaması, mümkünse dağılması, en azından AB’nin şekilsiz, son derece gevşek, işlemeyen, kararları hayata geçmeyen bir pozisyona düşmesi için çalışmaktadır. Bu faaliyetinin ana unsuru da İngiltere’dir.
Şüphesiz hiçbir ülkede sermaye tekvücut halde hareket etmez. Ve yine şüphesiz, sermaye kendi çıkarları doğrultusunda hareket eder. Kendi içinde egemenlik savaşımı verir. Nitekim bugün İngiltere’de, değişik sermaye gruplarından, Avrupa ile daha yakın hareket edilmesini, Avrupa’nın bir parçası olunmasını isteyenler olduğu gibi, AB içersindeki Almanya, Fransa, İspanya, İtalya vb. ülkelerde de, ABD ile daha yakın durulmasını isteyenler bulunmaktadır. AB, aynı zamanda, bunların da mücadelesini içermektedir.
ABD, İngiltere ile birlikte, AB içersinde kendi etkinlik alanını genişletmek, tabiri caizse, AB’yi işlemez duruma getirmek istiyor. Bunu da ancak içerden yapabileceğini pekala biliyor. Bu amaçla, İngiltere etrafında bir blok oluşturmaya çalışıyor. Türkiye’nin adı, tam da bu noktada devreye giriyor. Çünkü ABD ve İngiltere, Türkiye’yi, bu muhalif bloğun temel ayaklarından birisi olarak konumlandırmaya çalışıyor. İşte Türkiye’nin adı üstünde gürültü kopmasının, bu kadar tartışılmasının, tartışılırken aşağılanması ve itilip kakılmasının ana nedeni budur. Çünkü Türkiye, AB’nin koçbaşı ülkeleri tarafından, ABD’nin “Truva Atı” olarak görülmektedir.
Şüphesiz AB içersinde, ABD ile yakın duran başka ülkeler de vardır. Örneğin İtalya gibi. Ancak gerek coğrafi yakınlık, gerekse ekonomik, ticari ilişkiler yoğunluğu bakımından, İtalya, bir şekilde Almanya ve Fransa tarafında “nötrleştirilebilir” olarak değerlendirilmektedir. Nitekim daha önce aynı konumda bulunan İspanya’da bu gerçekleşmiş, ABD’ye yakın hükümet alaşağı edilmiştir. Aynı pozisyon, İtalya için de geçerlidir. Zaten Berlusconi hükümetinin eskisi gibi dik başlı bir tutum sergileyemediği, ABD ile ilişkilerde daha dengeli bir tavır içersine girdiği bilinmektedir, önümüzdeki dönemde yeniden hükümet olabilmesi zor görünmektedir. Ayrıca İtalya Irak’taki askeri varlığını geri çekmiştir.
ABD’nin yanında görülen Bulgaristan, Polonya gibi ülkelerin ise, pek kıymeti harbiyeleri yoktur. Öncelikle bu ülkeler, gerek ekonomik güçleri gerekse coğrafi konumları itibariyle, Almanya ve Fransa’nın başını çektiği kesime karşı uzun süre kafa tutamazlar. Direnemezler. Üstelik bu ülkelerde Amerikan bağı çok derinlere dayanmamaktadır. En eskisi Polonya’nındır. Polonya’daki karşı devrimin önderlerinden Leh Valessa’nın CIA ile ilişkileri gün ışığına çıkmıştır. Ama bu ülkelerin yönetimleri, gerek ekonomik, ticari gerek askeri gerekse coğrafi konum itibariyle, AB’ye rağmen, ABD ile ittifakı sonuna kadar götürecek güç ve çapa sahip değildir. Zaten gelinen nokta itibariyle, Polonya, Macaristan, Romanya, Çekoslovakya gibi ülkelerin, şimdiden ekonomik olarak Almanya ve Fransa’nın arka bahçesi olmaya başladığı, ekonomik gücün bu ülkelerin eline geçtiği ortadır. Pek çok Alman ve Fransız şirketi, fabrikalarını bu ülkelere taşımakta veya bu ülkelerin işletmelerini, sanayisini almaktadır. Söz konusu ülkeler, AB’nin kapitalistleri için  ucuz emek cennetidir.
Ancak Türkiye’nin konumu, bunlardan çok farklıdır. Bir kere Türkiye, ABD’nin açık ve net etkinliğindedir. Türkiye’deki siyasi iktidarlar bile, ABD’nin tercihine göre oluşmaktadır. Siyasi iktidarların deyimiyle, Türkiye, ABD’nin “stratejik ortağıdır” –Elbette bu sözden, Türkiye’nin ABD’nin stratejik nöbetçisi olduğu anlaşılmalıdır–. Üstelik ABD’nin, AB için beslediği niyetler de bilinmektedir. Bundan dolayıdır ki, İngiltere, Türkiye’yi himayesine almış görünmekte, bir anlamda vasilik yapmaktadır. Bu yüzden de, Türkiye’nin AB macerası, bundan sonra da, hep tartışmalar, itiş kakışlar içersinde geçecek, müzakere sürecinin “ucu açık” kalacak, üyelik meselesi “hazım sorununa” indirgenecektir. Çünkü burada, söz konusu olan hazım sorunu ABD’ye ilişkindir ve AB’nin koçbaşı ülkelerinin ise, ABD’yi hazmetmeye ne niyetleri vardır ne de mideleri o kadar geniştir!.

“UCU AÇIKLIK”IN ANLAMI
Yazının başında da belirtildiği üzere, her şeye rağmen, Türkiye, bir Bulgaristan ya da Polonya değildir. Stratejik konumu ve dünyanın içinde bulunduğu konjonktür, enerjinin hayati önemi, Türkiye’yi, asla üstü bir kalemde çizilemeyecek konuma oturtmaktadır. AB de, Türkiye’yi elinin tersiyle itmeyecektir. Uzun sürece yayılacak ilişki döneminde, Türkiye üzerindeki etkinliğini arttırmaya çalışacaktır. Etkinliğini arttırdığı oranda, açık olan ucun arası kapanacak, etkinliğini arttıramadığı oranda da, “hazımsızlık” kronik bir vaka olacaktır!
En basitinden şöyle düşünülmelidir: ABD’nin önümüzdeki dönemdeki hedefleri arasında İran vardır. Eğer İran’da hedefine ulaşabilirse, Petrol Körfezi’nin tek hakimi ABD olacaktır. Bu ise, elbette, AB’nin, enerji ihtiyacı açısından tam anlamıyla ABD’nin kontrolü altına girmesi, enerji üzerinden baskı ve şantajı her gün, her saat ensesinde hissetmesi demektir. Peki, böyle bir durumda, Türkiye nasıl davranacaktır? Amerika ile hareket edip, İran’a yönelik operasyonlarda görev mi alacaktır, yoksa AB ile birlikte mi davranacaktır?
Mesele, kesinlikle İtalya’nın Irak’a üç-beş yüz asker göndermesi ile karıştırılmamalıdır. ABD, Türkiye’den az sayıda asker değil, topraklarını sonuna kadar emrine vermesini, Türkiye’nin savaş harekat üssü durumuna dönüştürülmesini talep etmektedir. Bu, salt geleceğe ilişkin olasılık değildir. Türkiye’deki bir takım oluşumlarının, yönetimsel bazda örgütlenmiş bazı kuruluşların, bir ABD çalışması olan İran’ın bölünmesi ve bu amaçla uygulamaya konulmuş olan Azerilerin başkaldırısı projesinde rol aldığı bilinmektedir.
Yine aynı şekilde, Kafkasya içlerinde süren Rusya-ABD kapışmasında Türkiye hangi konumdadır? Güçsüzleşmiş, elden ayaktan düşmüş, kendine mecali olmayan bir Rusya’nın, Avrupa’nın da tercihi olduğu düşünülebilir. Ancak güçsüzleşmiş bir Rusya’nın elinden çıkacak Kafkaslar’da güçlü bir ABD, AB’nin tercihi olabilir mi? Peki Türkiye’nin dış politikası, burada nereye oturmaktadır? Şüphesiz ABD’nin politikalarına! Ancak Kafkaslardaki operasyonel faaliyetlerde ABD’nin Türkiye’yi taşeron olarak kullandığı, ilerleyen süreçte kızağa aldığı, işin işine karıştırmadığı da bir gerçektir. Gerek Azerbaycan, gerekse başka yerlerde hep böyle olmuş, Türkiye, kontr faaliyetlerde yol açıcı olarak kullanıldıktan sonra, dışlanmıştır! Peki bunlar, AB için olağan karşılanacak şeyler midir? Ya da soruyu şöyle sormak lazımdır: Bunlar AB’nin dış politika hedefleriyle uygunluk arzetmekte midir?
Şimdi burada akla şu soru gelebilecektir? AB’nin bir bütün halinde hareket ettiği dış politikası mı var? İngiltere, İtalya başka, Almanya ve Fransa başka davranmıyor mu? Ama unutulmamalıdır ki, AB’nin şu anki çizgisini belirleyen hakim güçler Almanya ve Fransa’dır.
İşte “hazım sorunu” da burada başlamaktadır. Türkiye’nin Amerikancı çizgisini AB kabul edebilir mi? Öyleyse “hazım sorunu” lafından pekala şu da anlaşılabilir: AB egemenliğinde Türkiye’yi, ABD’nin hazmetmesi zordur!

AB’NİN “DEMOKRASİ” AŞKI, AKP’NİN AB…
Şüphesiz Türkiye’ye dayattığı koşullar arasında demokrasi maddelerinin de bulunması, AB’nin asıl amaçlarının gizlenmesinin örtüsüdür. Süstür. Elbette bunda, Avrupa halklarının, Amerika’dan farklı olan ve daha köklü demokrasi kültürünün etkisi de vardır. Ama bunda, başka bir şey daha vardır:
AB’nin Türkiye üzerinde gerek ekonomik gerek siyasi gerekse sosyal anlamda etkin olabilmesi, yönetimsel düzeyde söz sahibi haline gelebilmesi için, Amerikan etkinliğinin kırılması, zayıflatılması, en azından sekteye uğratılması şarttır. Bunun için de, iktidarda bulunan kastlaşmış Amerikancıların güçlerinin zayıflatılması, Amerika’nın yönlendirmesi altındaki merkezi otoritenin kırılganlaştırılması, kurumların etkinliğinin zayıflatılması gerekmektedir. Bunlar zayıflatıldığı oranda, Amerikan hakimiyetinin kırılabileceği, tek sesliğin kalkabileceği düşünülmektedir. Nitekim AB’nin, en başından itibaren MGK’ya ilişkin girişimleri, Türkiye halkına demokrasiyi getirmek aşkından değil, kendi uzun vadeli hedeflerinden kaynaklanmaktadır. Çünkü Amerikan etkinliği kırılmadan, dayanak noktaları tahrip edilmeden, AB’nin Türkiye üzerinde tam egemenlik kurması imkansızdır. Ancak bu, o kadar da kolay bir şey değildir. Hele hele ABD’nin ekonomik gücüyle dünya üzerindeki egemen pozisyonu hesaba katıldığında, Türkiye’de onlarca yıldır oluşmuş bir yapının, ekonomik, siyasi örgütlenmenin kısa zamanda dağıtılması çok zordur. Ancak, AB’nin politikalarını belirleyenlerin söylediği gibi, “Türkiye’nin tamamen dışlanması, Amerika’nın kucağına daha fazla oturması ve AB’ye düşmanlaşması anlamına gelecektir. Buna gerek yoktur, Türkiye’nin bir kenarda durması ve kazanılmaya çalışılması iyi olacaktır.”
Öte yandan, AB şartlarının tam olarak hayata geçmeye başlamasıyla birlikte, gümrük duvarlarının sıfırlanması, AB’nin önündeki tüm engellerin kalkması vb., AB’nin hareket alanını genişletecektir. Buradan hareketle, AB, Türkiye üzerindeki etkinliğini arttırmayı düşünmektedir. Ama bu kolay değildir.
Peki, AKP’nin bir anda en ileri düzeyden AB’ci olmasının nedeni nedir? Düne kadar, hocaları Erbakan’ın yanından AB’ye atıp tutanların, AB’yi “Hıristiyan kulübü” olarak nitelendirenlerin, birden sıkı AB’ci olmalarının ardında ne yatmaktadır?
Burada birkaç etken rol oynamıştır.
Birincisi, sermaye çevreleri AB’yi dayatmış, AKP’ye başka bir seçenek kalmamıştır. O koltukta oturmaları için, AB için koşulsuz şartsız çalışacaklardır. Ya da koltuktan vazgeçeceklerdir. Ama AKP de, zaten ekonomik bakımdan büyük sermayeden farklı düşünmemektedir ki! O, bugüne kadar ülkenin başına gelmiş en azgın yabancı sermaye işbirlikçisi siyasal güçtür.
Diğer yandan ise, AKP, iktidar mücadelesinde önüne dikilecek klasik cumhuriyetçi vb. kurumlara karşı, AB’yi arkasına almayı zorunlu görmektedir. AB, onun için bir zırh, korunak, amaçları doğrultusunda ilerlemesini kolaylaştıran bir silahtır. O silahı, AKP, içerdeki engellere karşı kullanmaktadır. Öyle bir hale gelmiştir ki, AKP’ye karşı çıkan, aynı zamanda, AB’ye de karşıymış gibi bir tablo oluşmuştur.
AKP’nin bu derece AB’ci olmasında bir diğer etken ise, ABD’dir. ABD, AB içindeki hesapları bakımından, Türkiye’nin, ne şekilde olursa olsun, AB içinde yer almasını istemektedir. Böylece İngiltere’nin çevresindeki blok güçlenecek, ABD’nin etkinlik ve harekat alanı genişleyecek, sözcüsü çoğalacaktır. Dolayısıyla AB, giderek daha fazla çift başlı görünüme kavuşacak, içindeki çatlaklar çoğalacak, işlerliği arıza yapacaktır.

LÜKSEMBURG’TA NELER OLDU?
Lüksemburg toplantısı, yukarıda özetlenmeye çalışılan tablonun tam anlamıyla hayat bulduğu bir platform oldu. Türkiye adı, AB’nin koçbaşları ile Amerika kapışmasının simgesi olarak bir kez daha öne çıktı. Bu kez, “kötü polis” rolü Avusturya’ya verilmişti. Avusturya bu rolünü oynadı; Almanya ise, Avusturya’yı iknaya çalıştı! Oysa kısa bir süre önce Almanya ve Fransa’nın baskıları karşısında Başbakanını değiştirmiş bir Avusturya’nın, tek başına AB isteklerine kafa tutması düşünülebilir miydi? Elbette hayır. Bu arada, Hırvatistan da aradan çıkartıldı. Türkiye’ye karşı bir pazarlık kozu olarak kullanıldı görünümü sergilendi. Ama bu pazarlık oyununda, Hırvatistan’ın savaş suçları ayıbı örtülürken, karşılığında Türkiye’nin pozisyonunda hiçbir değişiklik olmadı. Hatta Lüksemburg’tan, bir önceki süreçten daha da geri bir pozisyona sürüklenen bir Türkiye çıktı. Her ne kadar örtülmeye çalışılsa da, bu durum, AKP tarafında bile rahatsızlık yaratmış, içerden gelecek baskı ve eleştirileri göğüsleyemeyeceğini düşünen AKP kurmayları, büyük bir tedirginlik yaşamıştı.
Burada devreye İngiltere ve ABD girdi. ABD, daha önce de Türkiye’nin AB’ye kabulü için devreye girmiş, Almanya ve Fransa üzerinde baskı oluşturmaya çalışmış, ancak bu durum, Almanya ve Fransa tarafından açık bir tepkiyle karşılanmış ve basına yansıtılmıştı. Fakat bu kez ABD, devreye Almanya ve Fransa’ya baskı için değil, Türkiye’ye baskı için girdi! Çerçeve anlaşmasının imzalanacağı gece, Beyaz Saray’la Ankara arasında telefon trafiği yaşanmış, Amerika, anlaşmayı imzalaması için Türkiye’ye resmen baskı yapmıştı. Aynı baskıların bir ayağı da İngiltere’deydi. Zaten Lüksemburg’ta Türkiye’nin anlaşmaya rıza göstermesi için baskı yapma görevi, asıl olarak İngiltere’nindi.
Dikkat çekici bir gelişme, daha önce İngiltere ile birlikte Türkiye’nin vasisi rolünü oynayan İtalya’nın, bu kez işin içine hiç girmemesi, karışmaması, oldukça edilgen, tarafsız bir tutum sergilemesi oldu. Bu durum, görüşmelerde başbakanların, hükümet başkanlarının yer almadığı, bu yüzden Berlusconi adının ön plana çıkmadığı biçiminde açıklanamazdı. Çünkü olaya müdahil olmayan İtalya idi. Blair de görüşmelerde yoktu, ama, İngiltere baş rolü oynuyordu!
Çerçeve anlaşmasının imzalanması için ABD’nin devreye girip Türkiye üzerinde baskı uygulaması, aynı şekilde İngiltere’nin tehditvari girişimleri bile, aslında bu anlaşmayla Türkiye’nin neler feda ettiğini göstermesi, yararına mı zararına mı olduğunun anlaşılması bakımından bir fikir veriyordu.
Zaten Çerçeve Anlaşması’nın neler içerdiğini bilen de yoktu. Dışişlerinin birkaç memuru dışında anlaşmanın içeriğinden kimsenin haberinin olmaması, bakanların anlaşma hakkında bir bilgiye sahip bulunmaması, rezaletin bir başka tarafıydı.
Yine zaten daha sonra Çerçeve Anlaşması okununca, anlaşmada genel başlıkların dışında bir şey olmadığı görüldü. Ortada net bir biçimde olan şey ise, AB’nin istediği, Türkiye’nin isteklere boyun eğdiğiydi. Sisteme entegrasyon adı altında, Türkiye, AB’ye tam anlamıyla açılıyor, sanayisinden tarımına kadar her şey, AB’nin denetimi altına giriyordu. Gümrük duvarları yok oluyor, yasalar AB tekellerinin isteklerine göre düzenleniyor, yabancı sermayenin önünde en küçük bir engel kalmıyordu!
Buna karşın, en basitinden, T.C. vatandaşlarının Avrupa ülkelerinde serbest dolaşımı bile yasaktı! Üstelik yakın bir gelecekte serbest dolaşım için hiçbir ışık yoktu. Yani Türkiye yalnızca veriyor, hiçbir şey almıyordu!
Tartışmaların alevlendiği noktalardan birisi, Kıbrıs’tı. Kıbrıs konusunda iki tutum karşımız çıkıyordu. Birincisi AB’nin tavrı, diğeri ABD’nin… AB, Kıbrıs Rum kesimine yakın görünürken, ABD Türk tarafına yakın duruyordu! AB, Kıbrıs Rum kesim üzerinde ayrıcalıklar sağlıyor, ABD ise, Türk tarafında imtiyazlara kavuşuyordu! Ada fiilen bölünmüştü! Rum tarafını tutan AB’ye karşı, ABD, Kıbrıs Türk tarafının hamisi pozlarında ortaya çıkıyordu. Bu arada da, uzun zamandan beri peşinde koştuğu askeri üssü kaptığı, yakında Kıbrıs Türk kesimi tarafında askeri üs açacağı konuşuluyordu!
Ne olmuştu? Hem AB hem ABD kazanmış, Kıbrıs kaybetmişti! Adada hakimiyet, iki tarafın da, yani Rum ve Türk taraflarının elinden çıkmış, fiilen koçbaşların eline geçmişti! Kimbilir, belki de tarihte pek çok görüldüğü üzere, AB ve ABD, bir kez daha anlaşmalı oyunu sergilemiş, her iki halk da, kışkırtılıp teslim alınmıştı! Artık ada asla eskisi gibi olamayacaktı. Orası artık, Akdeniz’in ortasındaki silah deposuna dönecek, Akdeniz’in egemenliği savaşının merkez üssü olacaktı! Tabii, bu arada İsrail’in rolü ve avantajları da unutulmamalıydı. Zaten İsrail’in Kıbrıs’ta çok miktarda arazi aldığı biliniyordu!

BUNDAN SONRASI
Çerçeve Anlaşması’nın başlıkları, Türkiye’nin nasıl teslim alındığını açıkça gösteriyordu. Türkiye, hiçbir şey almadan her istenileni vermişti. Kelimenin tam anlamıyla tam bir teslimiyet anlaşmasıydı. Özetle söylemek gerekirse, Türkiye her şeyi veriyor, hırpalanıyor, aşağılanıyor, itilip kakılıyor, ülkenin gelmişi geçmişi ayaklar altına alınıyor, onuru çiğneniyor ve karşılığında bir şey almıyordu. Alamadığı gibi, alacağına dair bir vaat de yoktu. Türkiye hep verecek, her istenileni yapacak, denetim yetkisi AB’de olacak, bunun karşılığında, AB, Türkiye’ye üyelik konusunda hiçbir garanti vermeyecek, sürecin sonunda “hazımsızlık çekerse”, başka koşullar ortaya çıkabilecekti!
Türkiye, bundan sonrasında, emperyalist egemenlik mücadelesinin daha yoğun yaşanacağı yerlerdendir. Türkiye’yi idare edenler, ülkeyi hem sonuna kadar sömürüye, yağmaya açmışlar, hem de emperyalist kavganın tam ortasına atmışlardır. Bundan sonrası, Türkiye için hep itilip kakılma ve ezilmedir. Sonrası, bugüne kadarki sürecinin devamı olacaktır.
Belanın ortasında bir Türkiye vardır artık.

Şemdinli ve Gerçekler

Şemdinli’de meydana gelen olay, Türkiye açısından yeni bir şey değildi şüphesiz. Ancak ilginç olan tarafı, “kontrgerillanın” suçüstü ve halk tarafından yakalanmasıydı. Asında bu olay bile bölgede yıllardan beri sürdürülen “kontrgerilla faaliyetlerinin, kanlı cinayet ve operasyonların” halk üzerinde oluşturduğu sosyolojik ve psikolojik durum açısından konuyla ilgililerin incelemesi gereken bir sonuçtu. Halk, o kadar şiddete, kanlı oyunlara maruz kalmış, ölümlerle, bombalarla iç içe yaşamıştı ki, artık bombalar bile onlar üzerinde korkutucu etki yapmıyor, panik yaratmıyor, tersine bombanın üstüne koşuyorlardı.
Ama işte bu kez kontrgerilla suçüstü yakalanmıştı ve devlet açısından kıvırtacak hiçbir tarafı yoktu. Görevliler resmi, araç resmi, aracın içindeki belgeler en yetkili makamdan onaylıydı. Öyleydi ki, belgelerde, bundan sonra bombalanacak, yok edilecek hedefler, krokiler, isimler, adresler hepsi açıkça yazılıydı. Buna rağmen, bomba atarken suçüstü yakalananlar, arka kapıdan Tüm Türkiye’nin gözünün içine baka bak serbest bırakılmışlardı.
Aslında bu bile, devlet cenahından ileri sürülen, ‘olayın münferit, bombacıların kendi başlarına hareket eden görev dışına çıkmış şahıslar’ olduğu yönündeki açıklamalarını yalanlıyordu. Öyle olmadığı, bu işlerin yıllardan beri bölgede ve Türkiye’nin her tarafında yapıldığı, sayısız cinayet, bombalama, kışkırtma, linç girişimi gerekleştirildiği görmezden gelinerek, devlet cenahından yapılan “münferit olay” açıklamalarının doğru olduğu varsayılsa bile, “görev dışına çıkıp kendi başlarına hareket etmişler” böyle korunmaz, kaçırılmazdı. Nitekim olayın hemen ardından, Kara Kuvvetleri Komutanı’nın “bombacılara” sahip çıkması, bir anlamda kefil olması, yetmeyip, daha önce köy yakma işlerinden sabıkalı emekli bir harekatçının avukat olarak helikopterlerle taşınması söz konusu açıklamaları açıkça yalanlıyordu.
Olayın ardından, basında “Yeni Susurluk mu” tartışmaları başladı. Oysa bu tartışmanın sunuş şekli bile kendi içersinde hileler içeriyordu. Çünkü yeni Susurluk’un ortaya çıkması için eskisinin tamamen yok olması, ortadan kaldırılması gerekirdi. Ama herkes pekala biliyordu ki, Susurluk’la ortaya çıkan “kontrgerilla, çeteleşme” vak’ası bitmemişti.  Nitekim onca olay, onca cinayet, onca adı geçen çete mensubundan sonra, şu anda söz konusu örgütlenmeden, kanlı cinayet ve provokasyonlardan dolayı içeride yatan kimse yoktu.
Peki onca belgeye, on binlerce sayfalık soruşturma dosyalarına, ortaya atılan o kadar haber ve kanıta ne olmuştu?

GEÇMİŞİ KISACA HATIRLAMA

Türkiye’de kontrgerilla örgütlenmesi Susurluk denilen hadisenin çok öncelerine dayanmaktadır. Eskilere gidilince, ilk akla gelen olaylardan birisi de, 6-7 Eylül olayları olarak anılan, Selanik’te Atatürk’ün evine yönelik saldırı haberleriyle kışkırtılan, İstanbul’da azınlıklara yönelik operasyondur. Daha sonrasında, sayısız kontrgerilla operasyonu Türkiye’nin tarihine damgasını vurmuştur. 1 Mayıs 77, Atatürk Kültür Merkezi’nin yakılması, Çorum, Maraş katliamları… ve bunlara eklenecek sayısız öldürme, bombalamalar…
12 Eylül sonrasında bölgede başlayan hareketlenmeye, devlet, yoğunlaştırılmış askeri operasyonlar, harekatlar, özel timler, kuşatmalar biçimde yanıt vermiş, çözümün tamamen askeri yöntemlerle olacağı fikri egemen kılınmıştır. Öyle hale getirilmiştir ki, bu yöntemin çözüm olmayacağını söylemeye kalkanlar bile “hain” ilan edilebilmiştir!
Askeri çözümün en büyük destekçisi olarak “özel savaş” taktikleri ve örgütlenmesi yaşama geçirilmiştir.
Özel savaş örgütlenmesinin en büyük uygulayıcısı ABD’dir. ABD, özellikle bu yöntemi Latin Amerika’da yoğun biçimde uygulamış bir ülke olarak, deneylerini sürekli “müttefiki” ülkelere aktarmış, seçilen kadroların eğitimlerini gerçekleştirmiştir. Arjantin’den Şili’ye, Salvador’dan Nikaragua’ya kadar, Latin Amerika’nın neredeyse her ülkesi “özel savaş” taktiklerine maruz kalmış, on binlerce insan bu taktiklerin hedef olarak öldürülür, kent merkezleri bombalanır, yakılıp yıkılırken, kontrgerillanın, özel savaş kuvvetlerinin, paramiliter güçlerin finansmanı, yine bu topraklarda yaşayan uyuşturucu çeteleriyle işbirliği yapılarak, onlara uyuşturucu ticaretinde serbestlik tanınarak sağlanmıştır.
Bunlar artık tüm dünya tarafından bilinen, Amerikan Kongresi resmi tutanaklarına geçmiş şeylerdir. Nitekim bu organizasyonlarda ün kazanmış, Amerikan Özel Harp Dairesi yöneticilerinden Albay Oliver North’un yaptıkları ayyuka çıkıp, uyuşturucu ticaretindeki rolü belgelenince, Amerikan Kongresi tarafından soruşturulmak zorunda kalmış ve Albay Oliver North, olanları inkar etmemiş, tersine, bunları yaptıkları için hakaret değil, övgü beklediklerini söylemiştir.
Bir süre sonra da soruşturmanın üstü örtülmüştür.
Gerek Amerikan medyası, gerekse haber ajanslarına yansıyan özel savaş taktikleri, talimnamelerine bakıldığında, Türkiye’de uygulanan yöntemlerin bu talimname, yönetmelik ve örgütleniş biçimiyle birebir çakıştığı görülmektedir. Bunda şaşılacak bir yan yoktur. Çünkü özel harbin ana üssü Amerika’dır ve dünyanın pek çok yerinde bulunan Amerikan müttefiki ülkelerin kontrgerillacıları eğitimlerini burada almış, özel harp daireleri, Amerikan özel harp dairesi ve CIA tarafından örgütlenmiştir. Yine, Latin Amerika’dan Afrika’nın bazı ülkelerine, Uzak Asya’ya kadar pek çok ülkede darbeyle işbaşına gelen Askeri diktatörler mutlaka burada eğitimden geçmiş, örgütlenmiş, güven verenler, önü açılarak, ordunun en üst makamlarına ulaşmış, zamanı geldiğinde, Amerika için darbenin başı olmuşlardır.
Türkiye de, Amerikan özel harp dairesinin yakın kapsama alanındadır. Yukarıda belirtildiği üzere, zaten özel savaş yöntemlerine bakıldığında bile, bu durum net şekilde anlaşılabilmektedir.
Amerikan Özel Harp Dairesi ve CIA tarafından hazırlanan ve eğitimde kullanılan yöntemlerden bazısı şunlardır.
– Halk arasında korku, panik ve güvensizlik yaratmak.
– Toplumun sevilen, sayılan, tanınan kişilerini ortadan kaldırmak.
– Halkın yoğun olarak bulunduğu yerlerde ve mekanlarda bombalar patlatmak.
– Muhalif güçlerin önderlerine karşı suikastlar düzenlemek.
– Muhalif güçleri gözden düşürmek ve halka karşı karşıya getirmek için cinayet, bombalama dahil her türlü eyleme başvurmak.
Bu yöntemler Latin Amerika’da yoğun olarak devreye konulmuş, yalnızca Nikaragua’da bu doğrultuda on binlerce insan, sendikacı, öğretmen, doktor, sağlık görevlisi ve hatta din adamı öldürülmüştür. Hedef Sandinistleri gözden düşürmek, halkı korku, panik ve yılgınlığa sevk etmektir
Bugün Irak’ta da buna uygun faaliyetlerin olduğu, Sünni-Şii çatışması kışkırtılarak, olur olmaz yerde, camilerde, halkın arasında bombalar patlatılarak, direniş gözden düşürülüp, Amerika’nın tam egemenliğinin sağlanmak istediği görülebilmektedir.
Türkiye’ye dönüldüğünde, yıllardır bölgede at koşturan kontrgerilla, toplumun sevdiği, saydığı, tanınan, bilinen insanlara karşı suikastlar gerçekleştirmiş, güpegündüz çarşı ortalarında, insanların en yoğun bulunduğu alan ve mekanlarda cinayetler işlenmiş, bombalar patlatılmış, eli satırlı adamlar dehşet saçmış, yakalanan olmamıştır! Yetkililer hakkında onca belgeye, itirafa karşı soruşturma dahi açılmamıştır.
Susurluk olayıyla beraber açılan soruşturmalar ise, bildik istihbari yöntemlerle, on binlerce sayfalık soruşturmalar, binlerce dosya ve her gün ortaya atılan “yeni bilgilerle” birlikte karmakarışık edilmiş, Susurluk’a karşı başlatılan eylemler zinciri “İrticaya karşı, Laik Türkiye” ile bitmiştir!
Denilebilir ki, Susurluk soruşturmaları gerçeklerin aydınlatılmasına, suçluların cezalandırılmasına, kontrgerilla örgütlenmelerinin feshine değil, suçluların aklanmasına dönüştürülmüş, pek çok katil, bombacı, uyuşturucu kaçakçısı, bu soruşturmalar sonucu “temiz raporu” alarak işlerinin başına dönmüştür.
Bundan dolayıdır ki, şimdi kalkıp da “İkinci Susurluk” vakası demenin manası yoktur. Şemdinli’de açığa çıkan şey, Susurluk kahramanlarının aynen işleri sürdürdüğüdür.
Dolayısıyla meseleye buradan yaklaşılmalıdır.

KİM KARDEŞLEŞMEYE KARŞI
Türkiye’nin yönetimini esas olarak elinde bulunduran iktidar ve dolayısıyla resmi görüş sahipleri, önceleri, ülkede bırakın Kürt sorunu olduğunu kabul etmeyi, Kürt olduğunu bile kabul etmemişler, gelişmeleri, “birkaç çapulcunun işi olarak” göstermeyi tercih etmişlerdir. Bir süre sonra, olaylar büyüyüp şirazeden çıkınca, bu kez, meseleyi dış güçlerin kışkırtması olarak nitelemişlerdir.
Ancak ne tuhaftır ki, olayları dış kışkırtma olarak niteleyenler, meselenin çözümünde yine dış güçlerden, Amerika’dan yardım talep etmişlerdir!
Ancak birazcık sağlam kafayla düşünüldüğünde, bölgede yaşanan gelişmeleri yaratan, kışkırtan eğer dış güçlerse, o sorunu yaratan dış güçler meseleyi neden çözsün sorusu doğallıkla akla gelecektir.
Eğer bu olaylarda dış güçlerin çıkarı varsa, o dış güçler meseleyi çözerek neden kendi çıkarlarına darbe vursun?
Oysa mesele dışarıda değil, bu topraklardaydı. Dış güçlerin bir duhlü varsa, çözümlenmemiş bir sorunu kaşımak, derinleştirmek, işin içinden çıkılmaz hale getirip koz sahibi olmak olabilirdi. Bunu önlemenin en kolay ve akılcı yolu da, o sorunu çözüp, o “kozu dış güçlerin” elinden almaktı.
Ama Türkiye’yi yönetenler hep tersini yapıp, bir anlamda “dış güçlerin elindeki kozları” güçlendirdiler. Şüphesiz “dış güçler” de, “o kozlardan daha fazla nasıl faydalanırız, dediklerimizi nasıl yaptırırız” hesapları içine girdiler!
Oysa herhangi bir “dış güç” bir ülkenin ekonomisine, siyasetine egemen olabilir, pazarları, hammadde kaynaklarını kapabilir, ülkenin zenginliklerini yutabilir, bombalar attırabilir, provokasyonlar yaratabilir; ancak, hiçbir güç, durduk yerde, bir halk icat edemez. Halkların, ülkelerin bölgelerin tarihi, kültürler birikimleri vardır. Bu, bugün istenince yaratılabilecek veya istemeyince yok edilebilecek bir gerçek değildir. Öyle olmadığı, olamayacağı da bugüne kadar görülmüştür.
Meselenin çözümü şuradadır: Bu gerçek kabul edilecek, buna uygun bir yapılanma içine girilecektir. Dünyada hiçbir halk yoktur ki, sonsuza değin kendi iradesi dışında, başkalarının baskısı ve yönetimi altında yaşasın. Buyruklara boyun eğsin.
Oysa halkların varlığını kabul edip, ona göre oluşumlara gitmek, halkların savaş içersinde değil, barış ve kardeşlik içersinde yaşamasını getirir.
Barış ve kardeşlik ise, günde beş vakit “biz kardeşiz, neden kavga ediyoruz” demekle olmaz; nedenleri ortadan kaldırmak, kardeşçe hak eşitliği, özgürlük ve halkaların iradesini tanımak gerekir.
Bir tarafın dilinden kültürüne kadar serbestçe yaşayabildiği, diğer tarafın egemen burjuva yönetiminin kurallarının uzantısı olmaya zorladığı, kendi dil ve kültürünü yaşamayı ve yaşatmayı yasaklandığı koşullar en başından itibaren, kardeşlik ve barış içinde yaşama koşullarını ters yüz edecektir. Bunun sorumlusu da egemen ulusun işbirlikçi egemen sınıfları, burjuva egemenleridir.
Kardeşlik, ancak eşit koşullarda olur. Kardeşliğin yolu, özgürlük ve demokrasiden geçer.
Bunu böyle kabul etmek ve tanımak yerine, meseleyi dış güçlerin bir oyununa indirgemek, teröre bağlamak, kardeşlik gemilerini en baştan yakmakla eş anlamlıdır.
Ve elbette “dış güçler” bu fırsattan faydalanacak, ezilen ulus burjuvazisinin “kıymetli yardımlarıyla” aradaki çatlakları büyütmek için çaba harcayacaktır. Zemin olduğu için, şu veya bu oranda başarılı da olacaklardır.
Nitekim, Amerika’nın ikide bir elindeki sopayı sallayıp, “bölerim ha!” diye alttan tehditler savurması ve işbirlikçi burjuvaziyi ayaklarına kapanmaya zorlamasının nedeni de burada yatmaktadır.
Kürt hareketine yaklaşımın bir de Batı ayağı vardır. Burjuvazi, kendi meselesini, vatan, millet meselesi olarak sunmuş, Batıda Türk milliyetçiliğini kışkırtmıştır. Kışkırtmaya devam etmektedir. Böylece sınıfsal sorunlar nispeten geri planda kalmakta, vatan-millet nutukları altında, işçiler, emekçiler, yoksul köylüler kanlarının son damlasına kadar sömürülmektedir. Türkiye’de son yıllarda yaşanan, işçi, emekçi yığınlara gözü dönmüş saldırganlığın, kazanılmış hakların gaspının, ekonomik, sosyal, siyasi hakların kısıtlanmasının ardında, dünyadaki diğer gelişmelerin yanısıra bu faktör de çok etkili olmuştur. Türk burjuvazisi, vatan-millet yaygaralarıyla işçilere, emekçi yığınlara en gaddar saldırıları gerçekleşmiştir.
Bölgede yaşanan  olaylar, sürekli ve kesintisiz askeri yöntemler, kontrgerilla faaliyetleri, bir yandan Kürt emekçilerin milliyetçilik duygularını kabartırken, diğer taraftan Türk tarafında da aynı duygular yoğun biçimde yaşanmıştır. Bu ise, karşılıklı önyargıları güçlendirmiş, güvensizlikleri kışkırtmıştır. Halkların birliğine, ezilenlerin kardeşliğine darbe vurmuş, egemenler istedikleri gibi at koşturmuştur.
Bu itibarladır ki, bölgede yaşanan olaylara en çok ilgi göstermesi ve sorunu üstlenmesi gereken kesim, Türk işçi ve emekçileridir. Çünkü mesele burjuvazinin elinde kaldığı sürece, kışkırtmalar, provokasyonlar, entrikalar sürecek, bölme-bölünme yaygaraları üstünden oynayan ve yarayı sürekli kaşıyan sermaye, sırf kendi çıkarları için, çözümsüzlüğü bir çözüm olarak görüp o yoldan ilerleyecektir.
Yani kısaca ifade etmek gerekirse, bölgede yaşanan çatışma ve kavga ortamının bir ucu bölge halkına yönelikse ve sindirme, susturma, korkutma, devamlı gerginlik ortamı içersinde yaşatmayı amaçlıyorsa, bir ucu da, Türk işçi ve emekçilerine yöneliktir. Onları milliyetçi duygularla teslim almayı, sınıf çıkarlarını unutturup kendi peşine takmayı ve ülkeyi kafalarına göre yönetmeyi amaçlamaktadır.
Buradan bakıldığında, “bölücü olan kimdir?” sorusunun yanıtı açıktır. Bölünme sopasıyla ülkeyi sürekli bir gerginlik içersinde tutmayı ve oradan politika yapıp kendi ekonomik, sosyal ve siyasi hedeflerini yerine getirmeyi amaçlayan sınıf burjuvazidir. Bölgede yaşananlar, bombalar, kontrgerilla faaliyetleri, bu amaca da hizmet etmektedir.
Şüphesiz burjuvazi tek parça, bütün değildir. İçersinde iktidar için oynayan çeşitli sermaye grupları, klikler bulunmakta ve bunların meseleye bakış açıları ve yaklaşım yöntemleri değişiklikler arzetmektedir. Ancak bu, yöntemlere ilişkin ayrılıklardır ve sonuçta burjuvazi, kendi çıkarları doğrultusunda birleşmektedir. Yoksa bir yandan vatan-millet yaygarası yapan, Kuzey Irak Kürtlerini Türkiye’ye düşman olarak sunan burjuvazinin Kuzey Irak’ta pazar kapma savaşı, ihale yarışı, bu bölgeye buzdolabından çamaşır makinesine, televizyondan ütüye kadar pek çok ürünün buradan gitmesi, Kuzey Irak’ta duvarları Koç’un reklamlarının süslemesi nasıl açıklanacaktır?
Ya da memleket bölünüyor diye yaygara yapan sermayenin İstanbul’u, sahilleri, fabrikaları, telefon telgraf idaresini yabancı sermayeye satmasının açıklaması ne olacaktır?
Bugün bölücülükten söz ediliyorsa eğer, bu halklarda değil, başka yerlerde, sermeyenin politikalarında, her işte parmağı olan Amerika’da aranmalıdır. Yasaklar, baskılar, terör, sürekli sopa gösterme, bölgeyi ve dolayısıyla ülkeyi gerginlik içersinde tutmayı tercih etme, bölücülüğün, ayrımcılığın ta kendisidir. Kardeşleşmenin önündeki temel engellerdir. Bölgede sürdürülen gizli operasyonlar, kontrgerilla faaliyetler ise, kardeşleşmenin önüne dikilmektedir. İki taraf için de ön yargıları, güvensizlikleri kışkırtmakta, halklar arasındaki dayanışmayı engellemektedir. Milliyetçi duyguları kamçılamaktadır. Milliyetçilik ise, halkların kardeşleşmesinin önünde dikilen en güçlü engellerdendir.

ŞEMDİNLİ GERÇEĞİ
Şemdinli olayı, denilebilir ki, bu ülke için bir şans olmuştur. Gerçekler bir nebze olsun açığa çıkmış, Türk halkından bireylerin, önemli olarak işçi ve emekçilerin kafalarında ciddi soru işaretleri oluşmuştur. Kürt sorunun yumuşak karın olduğunu gören ve kendisinin en çok bu noktadan oyulduğunu fark eden AKP kurmayları, olaya bu açıdan bakmışlardır. Bakmak zorundadırlar. Çünkü yumuşak karın burasıdır. Mersin’deki olaylarla başlayan sürecin bir ucunun da kendilerine yönelik olduğunu anlamışlardır. Çünkü burjuva zemini, aynı zamanda, iktidar savaşlarının, hesaplaşmalarının zeminidir. Aslında gerçek iktidar olan, her zaman iktidar peşinde dolanan veya iktidara ortak olmak isteyen militarist güçler, AKP’yi en kolay buradan “oyacaklarını” düşünmüşler ve –örgütlü olarak gerçekleştirilmemişse bile– Mersin’i bir fırsat olarak değerlendirip, harekete geçmişlerdir. Zaten hükümetin bir anda Kürt sorununu keşfedip manevra yapması ve Başbakan’ın Diyarbakır’a gitmesinin nedeni de budur. Çünkü anlamışlardır ki, “Kürt sorunu yok” demek, meseleyi terör soruna indirgemek, “rakip”in sahasına oynamak demektir ve o sahada kaybetmekten başka şansları yoktur. Çünkü mesele bir kere terör sorununa indirgendiğinde, o meseleyle “görevliler terörü bitirmeyecekler, terörle mücadelede zafiyetler yaşanacak, bir süre sonra otorite boşluğu doğacak ve o bilinen güçler boşluğu doldurmak zorunda kalacaklardır!”
Ancak AKP, ne hizmet ne de temsil ettiği sınıflar bakımından bölgedeki sorunları gerçek anlamda çözecek kapasite ve niyette değildir. Çünkü çözüm, ancak işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin, Kürt sorununu, bölge sorunu değil, Türkiye’nin, ülkenin sorunu olarak görüp mücadeleyi üstlenmesiyle mümkündür. Bilinmelidir ki, bölünme politikaları ve “bölücü” yaygaraları burjuvazinin işine gelmektedir. Kardeşlik ve barış ise, işçi ve emekçi sınıfların çıkarınadır.
Birlik ve kardeşlik içinse, bombalar ve kontrgerillar devreden çıkarılmalı, demokrasi ve özgürlükler, gönüllülük esası devreye girmelidir.
Bu bakımdan, Şemdinli olayı, Türkiye emekçi kitleleri için bir şans olmuştur. Şimdi gerçeklerin tümüyle açığa çıkarılması, olan bitenin aydınlatılması, karanlıkta hiçbir şeyin kalmaması için mücadele gerekliliği vardır. Yıllardır çatışmalar, bombalar, kanlı tezgahlar içersinde yuvarlanan ve bugüne kadar 30 binden fazla evladını ve milyarlarca dolarını bu hengamede kaybetmiş Türkiye halkının tüm gerçekleri öğrenmesi hakkıdır.
Hükümet halktan bir şey gizlememelidir. Herşey halkın gözleri önüne serilmeli, insanlarımız dostu düşmanı, temizi kirliyi öğrenmelidir.

Bir İşçi Aydını: Mehmet Kılınçaslan

 

Ne ağıtlar söylendi.

Ne şelaleler gibi çağıldayan gözyaşları döküldü. Son yolculuğuna arkadaşları, yoldaşlarıyla kol kola, işçilerin elleri üzerinde yürüdü.

Ama yaptıkları, geride bıraktıklarıyla işçi sınıfı davasının tarihine ve emekçilerin yüreklerine kazındı.

Deniz Gezmiş, idamından önce babasına yazdığı mektupta; “Önemli olan çok yaşamak değil, yaşadığı süre içersinde fazla şeyler yapabilmektir” demişti. Ne kadar yaşadığından çok, nasıl yaşadığın sorusuydu önemli olan. Ya da kimin için, kimler için, ne için yaşandığı yanıtlanmalıydı.

Adıyaman’ın Besni ilçesinde başlayan hayat yolculuğu İstanbul’a taşımıştı onu. Ülkedeki milyonlarca insan gibi, ona da, ekmek peşinde dolanmak düşmüştü. Deri işçiliğinden sendikacılığa giden yola bir yandan çalışarak, mekruh imalathanelerin basık tavanlı, bol sigara dumanlı odalarından yürümüştü. Fabrikalarda çalışmak… Hep emek gücünü satarak yaşamak… Ve kendi sınıfının gerçeklerini gördükçe, derinlikte yatan nedenleri anlamak, öğrenmek için çabalamak. Öğrendikçe, daha fazla öğrenmek için yanıp tutuşmak ve de ileri atılmak…

Ama neydi onu bu kadar içimizde ve bu kadar ayrı özellikli kılan? Neydi onu sıradan işçiden ve aydından ayıran?

O, sınıfının gerçekleriyle, sınıfsal çatışmalarla hayatın içinden tanışmış, çelişkilerin nedenleri üzerine keşfe çıkmıştı. Ve bunu, sınıfının özellikleriyle, kolektif yaşamın içinden, örgütlü olarak yapacaktı.

İşçi aydınını genel olarak küçük burjuva aydından ayıran en temel özelliklerden birisi buydu zaten. Diğerinin aksine, işçi aydını, kendi yaşamsal, çalışma, mücadele deneylerinden bilirdi ki, tek başına davranmak bir şeyi çözmezdi; Tıpkı fabrikada tek bir işçinin makinesini durdurması veya işi bırakması gibi…İşçi, ancak diğer sınıf arkadaşlarıyla birleşebildiğinde, birlikte davranma güdüsünü elde edebildiğinde ve davranabildiğinde bir güç hale gelebilirdi. Ve işçi, pratik mücadelede gördükleriyle kafasında oluşan kendiliğinden bilinci, Marksist bir parti içersinde güce dönüştürebilir, öğrenir ve öğretirdi. Soyuttan somuta, “ne oluyor”dan, “neden, niçin oluyor”a ve nasıl çözümleneceğine geçiş böyle sağlanırdı.

İşçi bilinci, yalnız örgütlü mücadelenin başarıya ulaşacağını öngörürdü ve işçi, üretim içersinde kendi yaşadıkları ve deneyleriyle bu bilincin kapısını aralardı. Bu bakımdan işçi aydını, küçük burjuva aydından farklı olarak, hep örgütü, hep örgütlü mücadeleyi, sınıf arkadaşlarıyla kol kola yürümeyi bilir ve isterdi. Kendi deneylerini diğer sınıf kardeşlerinin deneyleriyle birleştirir; ona bu olanağı, bilinci sağlayan ve ileriyi gösteren partisinin bir neferi olarak çalışmayı her şeyden fazla önemserdi.

İşçi aydını olmanın temel dürtülerinden birisi, salt pratik yaşamda gördükleriyle, duyduklarıyla, deneyleriyle sınırlı kalmamak, “neden, niçin ve nasıl olacak”a kafa yormak, sınıf çelişkilerinin, sınıfsal ilişkilerin kökenine inmek, bunun için de teorik silaha sahip olmaktı.

İşçi aydını olmaya giden yol, pratikçilikten teoriye, Marksist öğretiye, bilim ve düşünceye kapıları aralamak, öğrenmek ve anlamak için var gücüyle çalışmaktan geçiyordu

Ki, yaşadığımız dönemin temel özelliklerinden birisi, teorinin, özel olarak burjuva kalemşorları tarafından tu kaka edilmesiydi. Elbette bunda dünyada son dönemde yaşanan gelişmelerin, sosyalizmin yenilgisinin büyük rolü olmuş; burjuva ideologlar, bunu sosyalist teoriye karşı bir kampanyaya dönüştürmüş, teoriyle uğraşmak, teorik çalışma, okuma-öğrenme “dinozorluk”la özdeşleştirilmeye kalkılmıştı. Ve şüphesiz bu mevzie, “ekonomizm”i tek mücadele yöntemi olarak görenler gerekli cephaneyi taşımıştı.

Oysa, klasikti, “devrimci teori olmadan devrimci pratik olamaz”dı. İşçi sınıfı, kendini bağlayan zincirlerden, ancak Marksist teorinin aydınlatıcılığında ve ona sımsıkı bağlı kalarak, güncel gelişmelere yaratıcı bir etkinlikle katarak kurtulabilirdi.

Bunu da, bir işçi ancak, küçük burjuva aydından farklı olarak, sızlanmadan, habire şikayet etmeden, mızmızlanmadan, yalnızlıktan yakınmadan, ama kesinlikle örgütlü mücadelede, örgütle birlikte başarabilirdi.

Bilinçli işçi bilirdi ki, o asla yalnız değildi; emek gücünü satarak yaşayan milyonlarca işçi onun sınıf ve dava arkadaşlarıydı ve bugün milyonlarca işçi burjuva politikasının bir uzantısı olmuşsa, gerçeklerin farkında değilse, eksiklik onlarda değildi; bunda, onları yeterince aydınlatamayan, o ortamı yaratmak için yeterince çalışmayan, çalışsa bile gerçekçi taktikler geliştiremeyen, günü gününe, anında ajitasyon propaganda yapıp aydınlatma faaliyeti örgütleyemeyen kendilerinin de payı çoktu.

Elbette bilinçli işçi, her şeyin mutlak iradeye bağlı olmadığını bilir ve bütün her şeyi sübjektivizmden ibaret görmez… Yaşananları, gelişmeleri, tek tek kişilerin yetersizliğine, ilgisizliğine, vurdumduymazlığına yormaz… Dertlenmez, sızlanmaz…Kitaplardan öğrendiğini papağan gibi tekrarlamak yerine, özgün koşullara uyarlamak için kafa yorar ve buna yaratıcılık katar… Zenginleştirir, geliştirirdi. Bu, aynı zamanda kendisinin de gelişimidir.

İşçi aydını bilir ki, her şeyi bilen, her şeye vakıf olan tek kendisi değildir. Hatta, onun en iyi bildiği şey, çok az şey bildiği ve her gün yeni şeyler öğreneceğidir. İşçi aydını, yığınları sürü gözüyle bakmaz. Her şeyi kendisinin bildiğini, kitlelerin ise hiçbir şey bilmeyen saf sürü olduğunu aklına bile getirmez. Tersine yığınların birikiminden, bilgisinden, deneylerinden öğrenmek en önemli yaşam ilkesidir. Çünkü, işçi aydını, işçi sınıfıyla, emekçi kitlelerle, yoksullarla iç içedir; bütündür. Diğer aydından farklı olarak, kendisine özel abartılı misyonlar yüklemez, kendisinin derya deniz, kitlelerin ise damla olduğu kuruntularına girmez; kitleleri derya deniz, kendisini emekçi denizinde bir damla olarak görür. Bıkmadan usanmadan öğrenir, öğretir ve gittikçe çok yönlü, entelektüel bir bilgeliğe erişir. Ve genel olarak da ondaki bilgi ve bilgelik, yaşamın içinde sınanmış bir birikimin ürünüdür.

 

ÖRNEK BİR SINIF SAVAŞÇISI

Genel olarak ölenlerin ardından benzer sözler edilir, ölenin örnek yaşamından, kişiliğinden bahsedilir. Şüphesiz işçi sınıfı davası için çalışmak, yaşamını adamak örnek bir tutumdur. Ama Memet Kılınçaslan gerçekten örnek alınacak bir yaşam çizgisine, gelişime, farklılaşma ve kendi kabuğunu kırarak ilerleme sürecine sahiptir. Bütün bu özellikler, onu, “örnek” olarak farklı kılmaktadır.

O, lafla “günde birkaç devrim nutku atan” sonra bürosuna koşup “kredi-kâr hesapları yapan”, o arada “işçilerin, emekçilerin, yoksulların aymazlığından” dert yanan ya da mor ışıklı barlarda “Oidipus kompleksini” tartışanlardan değildir kuşkusuz. Bugün bir işçi direnişinde, öğlen bir yoksul evinde, akşam bir işçi kahvesinde ya da kenar mahallede emekçilerle bir meyhanededir. Ya da bir dostun, bir komşunun, bir tanıdığın, bir hemşehrinin hasta ziyaretine gidilecek, cenazelerde saf tutulacaktır. Ama her koşulda, mutlaka, günlük gelişmeler izlenecek, emekçilerle konuşulacak, teorik kitap, dergi, makaleler okunacak, günlük işçi gazetesi ve diğer gazeteler taranacaktır. Bir işçi aydını olarak, o, teorinin kıymetini çok, ama çok iyi bilmektedir.

Eğer örnek bir bilinçli işçiden, işçi aydınından söz edilecekse, bunun en iyi örneklerinden birisi, Memet Kılınçaslan’dır.

Ne yazık ki, erken bir zamanda ve aniden aramızdan ayrılmıştır.

Gerisinde ise, gerçekten örnek ve incelenecek bir yaşam bırakmıştır.

Yeni Bir Cinayetin Ardından

Uzun zamandır hedef haline getirilip infaz için altyapısı hazırlanan Hrant Dink cinayeti gündeme birkaç eksende damgasını vurdu.

Dink’in öldürülmesi.

Milliyetçilik.

Cinayet biçiminin Yargıtay baskınıyla benzerlikleri, Uğur Mumcu, Bahriye Üçok vb. suikastlarından faklılığı.

Ve son dönemlerin en kalabalık yürüyüşünün gerçekleştirilip, yüz binlerce insanın sokaklara dökülmesi.

Uğur Mumcu, Bahriye Üçok, Muammer Aksoy suikastlarında da büyük kalabalıklar toplanmıştı, ancak bu kez söz konusu olan, kendisi bir Ermeni olan Hrant Dink’ti. Kitleler Hrant Dink’e sahip çıkmışlar, “Hepimiz Hrant Dink’iz, Hepimiz Ermeni’yiz” pankartlarını açmışlardı. Ülkenin özellikle son dönemlerde içine sürüklenmeye çalışıldığı aşırı şoven, ırkçı milliyetçilik ortamında… Dahası Ermeni soykırım tartışmaları üzerinden yürütülen iç ve dış kaynaklı kampanyalar, bunun üzerinden milliyetçilik bombardımanının başlatılması, mahkemelerin bile basılıp linç koşullarının hazırlanması göz önüne alındığında, Hrant Dink’in cenazesi vesilesiyle sahiplenilen pankart ve sloganların ne kadar ileri düzeyde olduğu daha iyi anlaşılabilir.

Aslında cenazeyi sırtlayanlarca, halkın ortaya koyduğu erdemli tavırla, Türkiye’nin dünya nezdinde içine düşürüldüğü itibarsızlığı aşmada, Türkiye halkı hakkında kafalarda oluşan kötü imajı bir miktar düzeltmede de önemli bir adım atılmıştır.

Daha somut söylemek gerekirse, kendisine milliyetçiyim diyen, “milliyetçilik zırhı” altında ülkeyi karanlıklara sürükleyen iktidarların, derin güçlerin, egemen gücü arkasına almışların yarattığı kötü imaja halk el koymuştur.

Hatta halkın bu erdemli duruşu karşısında, ceplerine binlerce dolar maaşları koyup ahkam kesen ve ‘bu halktan bir şey olmaz’ diye işin içinden sıyrılıp, sistemin, ortamın ve de içinde yer aldıkları medyanın, basın yayın organlarının bütün suçunu halkın sırtına yüklemeye kalkanlar bile, “galiba umut var” demeye başlamışlardır!

Oysa burada sorulması gereken soru şudur: Halkın acaba bu türden yazar çizerlerden, köşelerinden ahkam kesip halkı suçlu ilan edenlerden, medyadan umudu var mıdır?

Demek ki, halk, barış ve kardeşlik, bir arada yaşama için onlardan ve siyasal otoriteden umudunu kesmiştir ki, sokaklara dökülmüştür.

Ama yine de soru şuradadır: Bundan sonra neler olacak, gelişmeler hangi istikamette sürecektir?

 

SUİKASTIN ARKA PLANI

En başta belirtilmeli ki, Hrant cinayeti göstere göstere gelmiştir. Öylesine göstere gösteredir ki, senaryolu film gibi, sahneler adım adım birbirini takip etmiş ve hedefteki kişi öldürülmüştür. Ancak film burada bitmemiş, bu kez, cinayetin yöntemi, örgüt bağlantısı olup olmadığı, dış güçler vb. göndermeleri türünden kafa karıştıracak bombardıman başlatılmıştır.

Oysa Hrant cinayeti, geçmişi gerilere dayanan sürecin noktalarından birisidir.

Kürt sorunu üzerinden sürdürülen ve ülkeye yayılan şovenizmin devamı olarak Ermeniler de işin içine katılmış, Ermeni milliyetçiliğinin katkıları ve bunu kullanma fırsatını kaçırmayan emperyalizmin çabaları, Türkiye siyasal iktidarının her zamanki her şeyi inkar eden tavrıyla mesele büyümüş; bunlara Kıbrıs eklenmiş, AB’nin kışkırtıcı tarzı da kullanılarak, dünyada herkesin Türk’e düşman olduğu fikri sürekli işlenmiş, “Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur” noktasına gelinmiştir.

Bu slogan, yani Türk’ün Türk’ten başka dostu olmadığı, dünyanın hep birlikte el ele vererek Türkiye’yi bölüp parçalama planları yaptığı paranoyası yıllardır vurgulanarak, halklar arasında zaten yıllardır biriken güvensizlik ve kuşku tohumları en üst düzeye çekilmiştir.

Hiç şüphesiz bu kışkırtma ve şovenizmin yayılmasında emperyalizmin payı ihmal edilemez. Emperyalizmin daha fazla köleleştirmek, kendi önünü açmak, kendi aralarındaki rekabeti başka ülkeler üzerinden sürdürme çabaları; ya da başka bir deyişle stratejik bakımdan nispeten önemli konumdaki ülkeleri emperyalist rekabette pazarlık alanı olarak seçmesinin, içteki şovenizmin kışkırtılmasında önemli rolü olmuştur.

Örneğin ABD ile AB arasındaki rekabetin alanlarından birisi de Türkiye’dir. Türkiye’nin stratejik konumu; Rusya’nın Akdeniz’e inen yolu üzerinde bulunması. Avrupa ile Asya’yı birleştiren köprü konumu…Petrol Körfezi’nin hemen dibinde olması… Ayrıca Rusya içlerinde Türk derin devleti aracılığıyla bazen Amerikan taşeronluğu kapsamında, bazen çıkarlar ortaklaşarak entrikalar çevirebilirliği ve elbette zaman zaman Türkiye egemenlerinin emperyal heveslerinin kabarması, Rusya içlerinden Ortadoğu’ya, Uygur Türkleri aracılığıyla Çin’e kadar boyundan büyük işlere kalkışması sivri okların kendisine çevrilme nedenlerinden bazılarıdır.

Elbette Türkiye egemenleri, bağımlı, kölece dış politikanın sonuçlarını içeriye böyle, gerçekte olduğu gibi değil, başka türlü, “herkes bize düşman, herkes bizi mahvetmek istiyor” biçiminde yansıtırlar. Buna, içteki ekonomik politikaların daha vahşileşmesinin yarattığı tepkinin oluşturacağı emekçilerin birleşme ve bu politikalara karşı çıkma tehdidi eklenir. Sermaye şovenizmi kışkırtır. Irkçı, şovenist, milliyetçi propagandayla birlikte içte düşmanlar yaratarak, halkın birlikteliğinin, sınıf çelişkileri etrafında birleşebilme ihtimalinin, birlik yönelimi ve bu yöndeki adımlarının önüne set çekmeye çalışır.

Gerçekten de, aslında “bölme”, “bölüp yönetme” ustası olan burjuvazinin kendi deneylerinden çok iyi bildiği üzere, ulusal sorunları öne çıkmış toplumlarda sınıf çelişkileri nispeten geriye düşebilir. Burjuva politikalarına yedeklenmiş emekçi yığınların kendi somut sınıfsal talepleri etrafında birleşmeleri güçleşir.

Bu, aynı zamanda, tüm dünyada burjuvazinin yönetiş biçimidir. İçte ve dışta düşmanlar yaratmak, korkutarak korkuluklarla yönetmek! Kendi korku ya da sınıfsal çıkarlarını ülkenin korkuları veya çıkarlarıymış gibi pazarlamak yakın örnekleriyle görülmüştür; uluslararası kapitalizm yıllarca halkları “komünizm korkusuyla” yönetmiş, aynı zamanda bu korkutmayı birbirlerine karşı kullanmışlardır.

Yine mesela, ABD, Irak’ın çok tehlikeli olduğu, Saddam’ın acayip bir top yaptığı, bu topu bir ateşlediğinde Amerika’nın çok fena olacağı gibi abuk bir şeyi bile korkutma aracı olarak kullanabilmiştir!

Hatta bu kadarla kalmamış, uzaylı garip ve zalim yaratıkların dünyayı mahvetmek için istila etmesi üzerine sayısız film çevrilmiştir. Böylece dünyasal düşmanlara uzay da eklenmiştir. Yani, insanlar havadan, karadan, uzaydan kuşatılmıştır!

Elbette emperyal (yayılmacı) veya emperyalizme bağlı politikalar burjuva politikalardır. Sonuçlarına da egemenlerin katlanması gerekir. Ama bu politikaların sonuçlarına halkın katlanmasını ister burjuvazi ve kendi çıkarlarını tüm ülkenin çıkarları gibi yansıtır. Örneğin Kerkük petrollerinde gözü vardır. Kerkük’ü “vatan” “millet” meselesi olarak öne sürer. Yığınları peşine takmaya çalışır.

Ya da Kerkük petrollerine ABD’nin, dünya petrol tröstlerinin el koymasına hiçbir itirazı yoktur, destekler; ama o petrollerden yerli halkın pay almasına bozulur! Yoksa, diyelim İzmir veya Ankara ya da İstanbul’da gecekonduda oturan, asgari ücrete talim eden hangi emekçinin aklına gelir ki, Kerkük’e el koymak? Hangi emekçinin Kerkük ve petrollerinde üç kuruş çıkarı olabilir? Hangi emekçinin karını gözeteceği petrol şirketi vardır?

Şüphesiz egemen politikalar, dünyadaki koşullara, daha büyük egemen ülkelerin ihtiyaçlarına, bağımlılık düzeyine, egemen sınıfların kendi arasındaki ilişkilere, günün gereksinmelerine vb. göre değişir. Dozu artar veya azalır.

Ama burjuvazi milliyetçilik oyunundan hiç vazgeçmez ve vazgeçmeyecektir.

Elbette bunun dozunu belirleyen tek şey, burjuvazinin ihtiyaçları, istemleri değildir. Çünkü egemen olmasına, elinde pek çok araç, aygıt bulunmasına karşın, her şey kayıtsız şartsız burjuvazinin elinde ve iradesinde değildir. Halkın, emekçi yığınların örgütlülük düzeyi, bilinç faktörü, saldırılar karşısında uyanık durma, güçleri birleştirme, burjuva politikasının emekçi yığınlarca reddi, milliyetçilik dalgasının ve oyunların püskürtülmesinde belirleyici noktalardan birisidir. Emekçi yığınlar, burjuva politikasının devamı olan milliyetçilik ve şoven duygulardan arındığı, buna karşı bilinç silahını geliştirdiği ve örgütlendiği oranda oyunlar bozulur. Bu, aynı zamanda barış, kardeşlik ortamının hakim olması demektir.

Nitekim Hrant Dink’in cenaze töreninde ortaya çıkan tablo bunun en güzel kanıtı olmuştur. Onca şoven kışkırtmaya, karşı karşıya getirme çabalarına, yıllardır kurgulanan ve işlenen ırkçı propagandaya karşın, kitleler Ermeni halkıyla bir sorunları olmadığını ortaya koymuş ve açıkça egemenlere, “bizim bir sorunumuz yok, sizin oyunlarınıza alet olmayacağız, kendi başınızın çaresine bakın” mesajını vermiştir.

Hatta öyle olmuştur ki, törene dışarıdan katılan, kendi çaplarında milliyetçi olan Ermeni temsilcileri bile bu tablodan etkilenip, barış mesajları vermişlerdir. Demek ki, barışın yolu halkların kendilerini ortaya koymasından geçmektedir. Peki, kalıcı barış ve kardeşlik için tek bir cenaze töreni, bir gösteriye çok sayıda insanın katılması yeterli midir?

Ya da bundan sonrasında neler olması beklenebilir?

Şüphesiz halkın bu tepkisi, –Gelibolu feribotunun kaçırılması türünden ve birkaç maçta görüldüğü türden daha “kitlesel” karşı tepkilere neden olsa da– milliyetçi, ırkçı, şoven politikalar ve çevrelerde nispi bir gerileme etkisi yaratacaktır. Ancakkk… Halkın tepkisi sürekli ve örgütlü hale gelemedikçe, bilinçlerde kalıcı birikim ve aydınlatma yaratılmadıkça, ırkçı, şoven çevreler yeniden kafalarını kaldırıp tezgahlarını sürdüreceklerdir.

Düşünün, Hrant Dink’in cenazesinde oluşan tablo, yüz binlerin bir araya gelmesi Kürt sorununa dönük de olabilse, Türk kökenli emekçiler, aydınlar şovenizmi kışkırtanlara karşı, barış, kardeşlik, herkes ve her kesim için eşit haklar temelinde özgürlük ve demokrasi taleplerini haykırsa, bunun yaratacağı kardeşleşme duygularını, bugüne kadar birikmiş önyargılarda kırıklık olmasını hangi güç engelleyebilir ki?

Bu yapılamadığı sürece bilinen güçler, bilinen oyunlarını yeniden sahnelemeye devam edecektir.

Ki, bunun niyeti şimdiden, halk tepkisinin en üst düzeyde olduğu zamanda bile açıkça görülmektedir.

Tipik olan yeniden sahnelenmekte, cinayetin “örgütsüz küçük çocukların”, “Milliyetçi duygulu birkaç gencin işi olduğu” tezi yükselen bir tempoyla piyasaya sürülmekte, Amerikan patentli “yalnız kurt” teorileri gazete sayfalarından şırınga edilmektedir.

Devletin resmi makamlarınca ısrarlı bir biçimde “cinayetin arkasında örgüt olmadığı” açıklamaları birbirini izlemektedir.

Tablo meydandadır: Trabzon’daki linç olayında, Rahibin öldürülmesi sırasında görevde olan, linci halk tepkisi olarak gören, Rahip cinayetinde örgüt bağlantısı bulmayan il yetkilileri halen görevdedir veya terfi etmişlerdir!

Ama o linç tezgahının da öncesi vardır. Mersin’deki Nevroz sonrasında ısrarla işlenen bir “bayrak yırtma” olayı olduğu yönündeki propaganda… Bozüyük olayları… Hep bütünün parçaları olarak vizyona konmuştur. Şovenizm adım adım kışkırtılarak Trabzon noktasına gelinmiş, Trabzon ve İstanbul’da resmi ağızlar “halk tepkisi”, “duyarlı vatandaş tepkisi” olarak nitelendirdikleri linci onaylamış ve bir anlamda teşvik etmişlerdir. Sonrasında, aynı kışkırtma ve örgütlü provokasyonlar 301. maddeden yargılananlara döndürülmüş, mahkemeler basılarak linç gösterileri yapılmış, bunlara en küçük bir müdahalede bulunulmamıştır! Ne de olsa “Bunlar halk tepkisidir. Anlayışla karşılamak, onların duygularını anlamak gerekir ve zaten bunlar örgütsüzdür!”

Oysa silahlı suikastların ardından yangından mal kaçırma telaşıyla “örgüt yok” açıklaması yapanlar, duvara tebeşirle, kurşun kalemle yazı yazdı diye liseli çocukları örgüt kurmaktan mahvetmişlerdi!

Burada linç, Rahip cinayeti, profesyonel suikast silahları, ormanda atış talimleri, mahkeme basmalar, Hrant Dink’in katli, örgütsel gösterge olmuyordu, ama örneğin Manisa’da kurşun kalem veya tebeşir örgüte delil olmaya yetiyordu! Bu ne yaman çelişkiydi!

Oysa ırkçı şoven ortamı hazırlayanlar, milliyetçilik gazını verenler, bunu uzun bir süreç olarak değerlendirip doz doz arttırıp eyleme dökenler, tetikçi bulabilecek en verimli toprakları belirleyip çalışmalarını burada yoğunlaştırıp, linççileri aklayanlar, örgüt yok diyenler toplam olarak düşünüldüğünde, ortada devasa, koordineli bir örgütün olduğu açık değil mi?

Onu en yakından tanıyan arkadaşlarının deyimiyle “Başbakanın adını bilemeyecek bir çocuğun” Hrant Dink’i bilmesi, iz sürmesi, hem de Hrant Dink gündemden düştükten birkaç ay sonra onu öldürmek için harekete geçmesi “duygulu bir çocuk işi” mi?

Hem bu işlerde ille de emir komuta zincirinin direkt devreye girmesi şart değil ki. Görünmeyen eller ortamı hazırlar, birileri arka tarafın güvenliğini sağlar, birileri maniplasyon yapar, birisi de tetiğe basar. Böyle olmuştur. Üstelik olay bazılarının dediği gibi amatörce değil, gayet profesyonelce yürütülmüş, tetikçi ortada bırakılıp en kısa zamanda yakalanması sağlanmıştır! Böylece olay kapanacak, derinlerde bir şey aranmayacaktır. Tetikçi ise, en fazla ortalıkta kovboyculuk oynayan mafya özentisi “abisinin” adını verecek, belki bir iki genç daha içeri alınacak, ötesine karışılmayacaktır! Bu, aynı zamanda derinlerin aklanmasıdır!

Peki bu çocukları bu ortama sürükleyenler… Onları “duygulu” hale getirenler… Linci “halk tepkisi olarak değerlendirip yol verenler…Mahkeme basanları kahraman gibi piyasaya sürenler… Onlar ne olacaktır?

Hatırlanmalıdır, Mersin’de mahkemede pankart açtıkları için gençler yıllarca ceza almıştır? Ya İstanbul’un göbeğinde mahkemelerde terör estirenlere ne yapılmıştır?

Eğer mesele salt “Komiser Colombo” yaklaşımıyla ele alınıp sonuca varılmaya kalkışılacaksa, bu, zaten işin başında olayı saptırmak, arkadaki asıl elleri saklamak olacaktır. Uğur Mumcu’da şöyle olmuştur, Bahriye Üçok’da böyle olmuştur, bunda ise böyledir, demek ki eller farklıdır demek, art niyetsiz olunsa bile, en hafif deyimiyle aptallıktan başka bir şey değildir. En azından şu soru sorulmalıdır: Burada ve diğerlerindeki amaç nedir? Bu cinayetler kime, neye hizmet etmektedir? Kim ki, siyasal cinayetleri yönteme, cinayetin işlenişindeki teknik ayrıntılara indirgiyor, elinde büyüteçle parmak izi arıyorsa, en iyi ihtimalle, o suçun ortaklarındandır; büyütecini küçük noktalara çevirip büyük hedefleri gizlemeye çalışmaktadır.

Yok, eğer bazılarının ısrarla söylediği gibi, bu cinayetten ülke zarar gördüyse, emperyalistler ellerine koz geçirdiyse ve dolayısıyla olayın tezgahı, tezgahın kilidi dış güçlerde aranacaksa, o zaman bunu söyleyenler el fenerlerini milliyetçiliğin üzerine tutsunlar ve milliyetçilik denen şeyin nasıl “dış güçlere hizmet ettiğinin”, ülkeye ve halklara nasıl zarar verdiğinin altını çizsinler!

Ya da, emperyalizmin ayrılıkçılık, bölme oyunlarını engellemek, onlara bu fırsatı vermemek, kozu ellerinden almak için içerdeki nedenselliklerin çözümüne gitsinler. Kürt sorununu Amerika’ya havale etmek yerine, inisiyatifi ele alıp kalıcı barış için çözümler üretsinler. Barış ve kardeşlik için egemen, egemen olmayan ayrımı yapmadan, eşit ve özgür koşullarda birlikteliğin yolunu açsınlar.

Çünkü “Kürt sorunu yoktur”, “Ermeni sorunu yoktur” demekle sorun yok olmuyor. Yok dedikçe, sorun başkalarının, “dış güçlerin” Türkiye’ye karşı kullandığı sorun haline dönüşüyor.

O zaman da, ikide bir Amerika kapısına gidip, “hadi benim Kürt sorunumu çöz”, “Ermeni meselemi hallet” diye yalvarmak zorunda kalınıyor. İyi ama, madem dış güçler Türkiye üzerinde oyunlar oynuyor, karanlık senaryolar üretip ülkeyi güçsüz düşürmeye, diz çöktürmeye çalışıyor, o zaman, o dış güçler neden o sorunu çözüp Türkiye’yi rahatlasınlar? Bölgede güçlü bir Türkiye istemeyen o dış güçler, neden sorunları çözülmüş güçlü Türkiye istesinler?

 

BUNDAN SONRASI

Türkiye halkı Hrant Dink suikastının ardından koyduğu tavırla büyük bir işe imza atmıştır. Ayrımcılığa, milliyetçilik etiketli karanlık oyunlara, halkların birbirine kırdırılmasına onay vermediğini, değişik etnik köken, ırk, mezhep, dinden halklarla bir arada kardeşçe yaşama isteğini, daha da ötesinde karanlıklara dur diyeceğini göstermiştir.

Şüphesiz bu, tüm ülke açısından büyük bir moral ve güven kaynağı olmuştur. Bu tavır, yazının başında da söylediğimiz gibi, aynı zamanda ülkemizin dış dünyada hızla sıfırlara doğru giden prestijini toparlamıştır.

Papa suikastı, Rahip suikastı, aydınların vurulması, Sinagog bombalanması, milli maçta rakip oyunculara saldırı görüntüleri. Hrant Dink Suikastı vb. Türkiye’nin dış dünyadaki itibarını sıfırlara indirdiği gibi, başka halklarda Türkiye insanının “vahşi”, “uygarlık dışı” vb. biçimde algılanmasına neden olmuştu. Hrant Dink’in ölümünde Türkiye halkının gösterdiği tutum, sokaklara dökülen insanlar, o dibe vuran itibara, kafalarda oluşan Türkiyeli profiline en azından “dur” deyip olumlu bir düşünce katmıştır.

Hiç şüphesiz herkesçe malum olan kirli eller, bu büyük tepki sonrasında, sürat kontrolü yapmak, en azından vites düşürmek zorunda kalacaklardır. Ama her şeyin tek yürüyüşle halledileceğini sanmak da fazla saflık olacaktır.

Öte yandan yüz binlerin aynı talepler ve sloganlar ardında birleşmesi, günümüz açısından demokrasi mücadelesinin nasıl önem kazandığını, demokrasi taleplerinin aciliyetini, halkın barış ve kardeşlik talepleri etrafında birleşebildiğinin görülmesi bakımından önemlidir.

Suikast ve sonrasında ortaya çıkan tutumların gösterdiği bir başka önemli şey de, 2007’nin oldukça sert, uç noktalarda kamplaşmalara zemin hazırlayan organizasyonlarla dolu geçeceğidir. Amerika’nın Ortadoğu planları, Irak’taki gelişmeler, K. Irak faktörü,  Ermeni Soykırım Yasası, Türkiye-AB, ABD-AB ilişkileri, Kıbrıs meselesi, egemen klikler arasında rekabet, Cumhurbaşkanlığı seçimleri vb. etkenler göz önüne alındığında, içerde daha fazla şovenizme sarılma, milliyetçiliğin kışkırtılması, buna uygun eylemlerin örgütlenmesi ihtimali büyüktür. Daha fazla siyasi cinayet, daha fazla provokasyon, etnik kökenli çatıştırma girişimleri kimseyi şaşırtmamalıdır.

Bunu püskürtmenin tek yolu da, emekçi yığınların, işçilerin, gençlerin şovenizmin etkisinden arındırılıp, daha fazla demokrasi, özgürlük ve çetelerin ortaya çıkartılıp cezalandırılması talebiyle öne çıkmalarıdır.

Bu ise, daha geniş aydınlatma, gerçekleri ortaya koyma kampanyaları ve sürekli, sistemli ajitasyon, propaganda ve teşhir faaliyetiyle… Hrant Dink’in cenazesinde olduğu gibi, yüz binlerce insanın sokaklara dökülmesi, arkalarında onları destekleyen milyonlarca yüreğin bulunması, daha da önemlisi, bunun fabrikalara yayılması ile mümkündür.

Aksi takdirde, hafızaların zayıflığına güvenen bu bilinen güçler tezgahlarına devam edecek, sokaklar, caddeler, üniversiteler daha fazla kana sahne olacaktır.

Bölgesel Aktörler, Bölgesel Hesaplar

Türkiye’nin de içersinde bulunduğu coğrafyanın bilinen tarihini çok soyut biçimde özetlemek gerekirse, bölgenin tipik özgeçmişini; kan ve savaşlar.. gelenler gidenler.. iktidarlar ve devrilenler biçiminde ifade etmek mümkündür. Elbette diğer faktörlerin yanı sıra, bunda, bölgenin bir geçiş yolu üzerinde bulunmasının önemi büyüktür ve bu yüzden de gelen gideni eksik olmamaktadır. Dün egemen olan yarın yeniktir, dün zaferler kazanan yarın kaçan orduların başındadır! Dün bereketli topraklar, ipek yolları, stratejik konumlanmalar, baharat savaşları.. bugün enerji hegemonyaları, enerji savaşları… Savaşlar hep sürmektedir. Oysa dün için “ilkel”, “bağnaz”, “barbar”; bugün içinse “modern” denmektedir!

Yüzyıllar, kavimler, kabileler, beylikler, imparatorluklar gelip geçmiştir, bugünse emperyalist (ve yayılmacı bölgesel) güçler işgal arabalarını bölgenin üzerinde bir kez daha kanla, barutla, “modern teknolojik silahlar”la gezdirmekte, her gün yeni hesaplar, enerjiye egemen olma stratejisine bağlı yeni taktiksel karmaşık planlarla bölge daha kaotik çukurların içinde yuvarlanmaktadır.

Bölgede herkesin bir hesabı vardır. Kağıt üzerinde bakınca, herkesin hesabı, planı kendisi için mükemmeldir! Ancak sadece şu geride kalan üç beş yıllık süreçte bile öylesine açık ve net görülmüştür ki, kağıt üzerindeki hesapların genel olarak yaşamda tam anlamıyla uygulanma şansı olmamakta, her uygulanamayandan sonra yeni planlar yapılmaktadır. Buna, Amerika da dahildir. Doğal olarak bölgesel müttefiklerinin de hesapları şaşmakta, bu “kahraman” müttefikler kendilerini bazen o plan tavası içersinde kavrulurken bulmakta, bazen kendi pozisyonlarının sallantıya girdiğini görünce yan çizmekte, bazen arka taraftan dolanıp plana çomak sokmaktadırlar! Dün ABD’nin gözünde “bir numara” olanlar, sonra arkaya düşmekte, kendilerini kurban edilme korkusu sarmaktadır!

Ama altını kalınca çizerek söylemek gerekirse, hani o eskiden sıkça söylenen “ABD planı yapar, herkes ona mutlak uyar… ABD ne derse o olur” laflarının gerçek yaşamla tam da örtüşmediği, bu kez daha açık biçimde yaşamın kendisi tarafından kanıtlanmakta, böylece güya “karşı teori yapacağım” diyerek ABD’ye neredeyse tanrısal yenilmez güçler vehmedenlerin yarı ilahi teorileri toz dumana karışmaktadır.

Elbette ABD hâlâ en büyük emperyalist güçtür ve elbette hesapları büyüktür. Ama tüm bunlar, onun her istediğinin yerine geleceği, her istediğini kolayca, engelsizce başaracağı anlamına gelmemektedir. Tersine, Irak işgalinden bu yana sayısız plan ve proje ortaya çıkmıştır. Bunun nedeni, bir önceki projelerin bölgesel güçler, dengeler, çıkarsal beklentiler nedeniyle tam uygulanamaması, sakatlanmasıdır. Ama yine de tüm bunlar, ABD’yi geri döndürmeyecektir. Çünkü emperyalist olmanın objektif koşulları, dünya egemenliği peşinde koşmanın onu sürüklediği şartlar ve bölgesel çıkarlar, bölgeye egemen olma zorunluluğu, onun planları kadar vazgeçilmez ve büyüktür.

İşte bu yüzden de; yani bölgedeki sürekli değişen planlar, ittifaklar, bölgesel aktörlerin güç pozisyonları nedeniyle, bölge hakkında analiz yapmanın eskime, güncelliğini kaybetme riskleri fazlasıyla mevcuttur. Çünkü aktörler her gün değişik adımlar atmakta, üç gün önce Azeri mebuslara “provokatör” diyen Tayip Erdoğan’ın, üç gün sonra Azerbaycan’a koşup, kan kardeşiyiz mealinde nutuklar atması gibi değişken tutumlar sergilenmektedir! Ve bu tablodan sonra, Erdoğan ve adamlarının yarın başka yerde ne diyeceğini, mesela Ermenistan’a koşup, düzeltme yapmayacağını kim bilebilir?

Ya da, bir kaç yıl öncesine kadar Kuzey Irak’a savaş ilan edecek duruma gelenlerin, bugün “Tarihi Fırsatlar”dan bahsetmesi mesela!

Ya da Sadr’ın Türkiye’de ortaya çıkması!

Veya Kafkasları kuşatmaya yönelik Amerikan planı çerçevesinde NATO tatbikatının bölge ülkelerin rağbet etmemesi nedeni ile fiyaskoya dönüşmesi!

Bu yüzdendir ki, bölgesel gelişmeler hakkında en güncel yazılar bile son noktası konduğunda eskimiş kalabilmektedir.

Ama her şeye karşın, son görünen resme ışığı tuttuğumuzda, bölge hakkında önümüzdeki sürece ilişkin gerçekten karanlık renklerin hakim olduğu bir kompozisyon ortaya çıkmaktadır. Irak işgaliyle bölgeye huzur geleceğini söyleyenler, şimdi bölgeyi de kapsayan biçimde, ama Kafkasları kuşatıp Pakistan üzerinden Uzak Asya’nın üzerine doğru alçalan karanlık bulutlara bakıp, “barış şimdi de uzak Asya’ya geliyor” mu diyeceklerdir?

TÜRKİYE, IRAK VE KÜRTLER

En kestirmeden işaret edilecek olura, Türkiye’deki “Kürt açılımı”nın, “tarihi fırsat”ın tam da ABD’nin Irak’tan çekilme hazırlıklarına giriştiği, bunun için uygun ortamı yaratmak peşine düştüğü dönemde yoğunlaşması ve öncesindeki temizlik operasyonları, işin ipuçlarını görebilmek için yeterlidir aslında.

Herkes bir açılımdan bahsetmektedir. Ancak kimin ne tarafa açıldığıdır önemli olan! Ve meselenin gerçekten ne biçimde çözüleceğinin yönünü, bu açılımın özü belirleyecektir. Türkiye’nin Kürt açılımı, esas olarak Kuzey Irak’a yönelik ve ona bağlı bir açılım olarak şekillenmektedir. Hatta bu stratejide, Kuzey Irak Kürt idaresinin yedeklenerek, Türkiye Kürt temsilcilerinin kuşatılması, kıstırılması, verilecek incik boncuklarla yetinmelerini sağlayıp, karşılığında koşulsuz şartsız bir teslimiyet düşünülmektedir! Elbette bu kadar bir açılım olmasında bile, ya da başka bir ifade ile “kart-kurt” edebiyatından bugünlere gelinmesinde temel neden, bölgede yıllardır verilen mücadele ile inkar edilen gerçekliğin inkar edilemez hale gelmesi, her türlü karşı yöntemin denenmesine rağmen, konunun ateşinin, söneceğine, giderek daha da harlanmasıdır. Yoksa eğer mesele bastırabilmiş olsaydı, şimdi bu konuların hiçbiri konuşuluyor olmayabilecek, belki Kuzey Irak meselesinde, egemenler, Amerika’nın taleplerine daha kolay “evet” deyip adapte olabileceklerdi.

Ayak sürtülmesinde neden, Amerikan çıkarları ile yerli çıkarların karşı karşıya gelmesi, bir taraf için iyi olanın diğer taraf için sakıncalı olmasıdır. Yoksa ucu kendilerine dokunmasa, Türk egemenleri açısından, Irak parçalanmış, bölünmüş, Kürt devleti kurulmuş – o kadar da anlamı olmayacaktır. Hele bir de “pastadan pay kapma” işin içersine girince, her yol mubahtır. Üstelik güçlü bir tek ülke yerine parçalara ayrılmış küçük küçük komşu ülkeler, gayet cazip bir tercih nedenidir! Ancak söz konusu olan, Kuzey Irak Kürt oluşumun içeriye yansımasının getireceği sonuçlardır! Ve nereden bakarsanız bakın, sadece Türk egemenleri açısından değil, bölgedeki ülkeler açısından sakıncalı ve nerede duracağı belli olmayan bir süreçtir bu. Bölünmeler bir kez başlayınca, dalgaların nerelere kadar yayılıp, hangi kıyıları dövüp, hangi kayaları sarsıp eriteceğinin, nerelerde duracağının hiçbir garantisi yoktur! Çünkü bölgenin demografik yapısı her ülkeye göre çeşitli biçimde dağılmış durumdadır. Bu dağılım, bazen etniksel, bazen dinsel mezhepsel bir dağılmadır ve herkesin kendi içinde çalkalanan, kaşınan derdi ve endişeleri bulunmaktadır!

Ancak Kuzey Irak’taki bir oluşumun ülkeye yansıması sendromu, Türkiye ile Amerikan çıkarlarını karşı karşıya getirmekte, sorunlar çıkmaktadır. Oysa ABD, Irak’ta düzenlemeyi yapıp, kendisine sapına kadar bağlı yönetimleri oluşturup çekilmeyi istemektedir. Elbette bu, “ben gideyim de, haklar kendi kaderlerini istekleri gibi tayin etsinler, bağımsız olsunlar”dan kaynaklı bir istek değil, bölgesel yeni harekatlara, yeni işgal ve cephelere duyulan gereksinimden kaynaklanan bir zorunlu çekiliştir!

Kaldı ki, hiçbir ülke bir başka ülkeyi sonsuza değin askeri işgal altında tutamaz. Askeri işgalin varlığı, yerel halkların öfkesinin kontroldan çıkması için yeterli bir nedendir. Hiçbir halk sonsuza değin askeri işgal altında tutulamaz, kuşatma zinciri bir yerinden mutlaka patlar. Öte yandan, ateşi maşa ile tutmak varken elle tutmaya kalkmak da aptallık olacaktır. Kaldı ki, yeni sömürgecilik tam da buna dayanır.

ABD, Irak işgali ile sadece Irak’ta değil, tüm bölge ülkelerindeki etkisini sağlamlaştırmış, diğer rakiplerini bölgeden püskürtmüş, enerjide “tek tabanca” kalmayı başarmıştır. Elbette İran hâlâ onun dışındadır ve dolayısıyla hedefindedir. Ancak, bölgedeki en köklü ve sağlam temellere dayanan ülkelerden birisi olan İran, öyle kolay yutulacak lokma değildir. Hele Irak işgali ile dünyada en sevilmeyen ülke durumuna gelmişken, ABD’nin, şu sıralar İran’a direkt askeri bir çıkartma yapması zor görünmektedir.

Ancak bu görüntü, ABD için sonsuza değin katlanılacak bir durum değildir. Kaldı ki, İran halkının ana kesitini oluşturan Şiiler, bölgede önemli bir dağılım göstermektedir. 69 milyon civarındaki İran’ın 68.7 milyonu, yani  %90’u Şii’dir;  61.8 milyon. Pakistan halkının yüzde %20’si, Afganistan’ın yüzde 19’u, Suudi Arabistan’ın yüzde 10-15’i, yani yaklaşık 3 milyon kadar insan Şii’dir ve bunlar ülkenin petrol bölgesinde yaşamakta ve genel olarak petrol üretim tesislerinde işçi olarak çalışmaktadırlar. Nitekim Suudi Arabistan’daki ilk grev bu bölgede yaşanmış, işçiler daha iyi iş koşulları talebi ile ilk direnişi gerçekleştirmişlerdir. Suudi krallarının canını sıkan ve onları sürekli diken üstünde oturtan bölgedir burası. Bu yüzdendir ki, Irak’ta bir bölünmenin kendisine değişik biçimde yansımasından endişe eden ülkelerin başında gelmektedir, Suudi Arabistan. Irak’ın toprak bütünlüğünün korunması isteğinin altında da bu yatmaktadır.

Yine Kuveyt’in yüzde 30’u, Bahreyn’in yüzde 75’i, BEA’nın yüzde 62’si, Katar’ın yüzde 16’sı, Umman’ın yüzde 1’i Şii’dir. Tıpkı Suudi Kralları gibi, bu ülkelerin yönetimleri de Irak’ın bölünmesine karşıdırlar, çünkü böyle bir bölünmede bölgede dengelerin tamamen değişebileceği endişesini taşımaktadırlar. Böyle bir olasılıkta bölgede dengelerin İran lehine bozulacağı korkusu, hem ABD, hem İsrail, hem de onlara yandaş bölge kralları, prensleri için ürkütücü ve asla düşünülemeyecek bir tablodur.

Elbette mezhepsel anlamda bir bölgesel etkinliğin öyle kolayca sağlanamayacağı ortadadır. Öyle olsaydı, Irak-İran savaşında Iraklı Şiilerin Saddam’a karşı İran’ın yanında durmaları ve ayaklanmaları gerekirdi. Ama hiç de öyle olmadı!

Ya da başka bir örnekle, Avrupalı Hıristiyanların tek vücut olmaları gerekirdi, ancak dünya savaşlarının kendi aralarında başladığı açıktır! Ama yine de bölgedeki mezhepsel oluşumlar, İran’ın etkinliği açısından, bölge ülkelerini ve ABD’yi düşündüren önemli bir faktördür.

Irak’a gelince; toplam nüfusun %70-75’si Arap, %10-15’ü Kürt, %13’ü Türkmendir ve geri kalanlar Asuri ve diğer etnik gruplara mensuptur. %97’si Müslüman olan halkın geri kalanı, diğer dinlere mensuptur. Müslümanların %65’i Şii, %35’i Sünni’dir.

Irak’ta merkezi bir kukla hükümet kurulmuştur. Ancak hâlâ tam anlamıyla etkin değildir ve itibarı yoktur. Üstelik hükümet içinde temsili kuvvetler arasında derin çatlaklar, anlaşmazlıklar ve birbirlerini “sallamama” durumları mevcuttur.

Çünkü ABD işgalinin yarattığı en önemli ve keskinleşen sorunlardan birisi, Irak’ı oluşturan halkların gerek etnik, gerek dinsel, mezhepsel düzeyde birbirlerine karşı biriken ve büyüyen öfkeleridir. Elbette halkların birbirine karşı güvensizliği, rekabeti, husumeti, bir anda ortaya çıkmış değildir. Tarihten gelen, özellikle Saddam ve önceki yönetimlerin uygulamalarının biriktirdiği sorunlardır. Ancak ABD işgal döneminde bu çatlakları bilinçli biçimde büyütmüş, kendisine karşı birleşik halk muhalefetinin yerine halkların birbirlerini yemesinin kendi yönetimi için kolaylık olacağını varsaymış, bizzat provokatif eylem ve kışkırtmalarla bu işi örgütlemiştir!

Öyle ya, halkların birbirleri ile kıyasıya rekabet etmeleri, ruhen ve bedenen bölünmeleri, birbirlerine rakip olmalarının ABD için hiçbir sakıncası yoktur. Tersine, bu tabloyu bilinçli olarak oluşturan, bizzat ABD’nin kendisidir. Kendisi karşı birleşmiş halk güçleri yerine birbirlerini yiyen halk güçleri, ABD için güzel ve son derece “modern” bir tablodur!

Elbette bu, sadece Irak sınırları için geçerli bir tercih değildir. Misal, Türkiye ile Kuzey Irak’ı, Kuzey Irak Kürt oluşumu ile Türkiye’yi korkutmak, hizaya getirmek, bunu bir koz olarak sürekli elinde tutmak ABD için önemli bir silahtır ve bugüne kadar bu kozu yeri geldiğince kullanmış ve kullanabileceğini göstermiştir.

Bugün ABD için ihtiyaç, uygun biçimde Irak’tan çekilmektir. Ancak yukarıda da belirtildiği üzere, bunun alt yapısını hazırlamak şarttır. Bu alt yapı için ABD’ye en lazım ülke de Türkiye’dir. Çünkü Irak’taki son tablo, halkların birbirlerine düşmanca tutum aldıkları ve meydan boş kaldığında, her an ortalığın savaş meydanına dönüşebileceği görüntüsü vermektedir. Araplar, Kürtler, Şiiler, Sünniler birbirlerine karşı hiç de iyimser tutum içinde değildir. Oysa, ABD’nin çekilebilmesi için, en azından kendine bağlı hükümeti sağlama alması, belli oranda da olsa, otoritesini sağlaması gereklidir. Bunu, en çok da, Kuzey Irak bölgesi için yapmalıdır. Çünkü enerjinin etkin olduğu ve gelecekte kendisine dayanak olarak yararlanabileceğini varsaydığı bölge burasıdır ve ülkedeki guruplar arasında enerjin paylaşımı üzerinde hâlâ bir konsensüs sağlanabilmiş değildir. Tersine, hükümet ve Kürt temsilcileri arasında ipler gerilmektedir.

Kürtler bölgelerindeki enerji gelirinin aslan payını kendileri almak istemektedirler. Irak’taki diğer oluşumlar ise, esas olarak Sünniler, buna şiddetle karşı çıkmaktadırlar. Ne de olsa enerji kaynaklarının çoğu Kürtler ve Şiilerdedir ve Sünnilere bir şey kalmamaktadır.  Enerji gittikten sonra, Kuzey Irak dışındaki bölgelerin ekonomik çıkmaza düşeceği ortadadır.

Kuzey Irak Kürt Yönetimi, kendi bölgesinde yer alan enerji kaynakları ile ilgili her türlü tasarruf ve karar alma hakkının kendisinde olduğunu söylemekte, bu sözlere diğer gruplar tarafından şiddetle karşı çıkılmaktaydı. Öyle ki, bazen bu tam bir gerileme neden olmaktaydı.

Örneğin…

Irak Petrol Bakanı Hüseyin El Şehristani, Barzani’ye Irak petrolünün tüm Iraklılara ait olduğunu söylerken, Kuzey Irak Özerk Kürt Bölgesi Enerji Bakanı Hawrami, “Irak Petrol Bakanı Hüseyin Şehristani’nin Kürdistan Bölgesi’nde yapılanlar üzerinde kontrolünün olmadığını” dile getirerek bir nevi meydan okudu.

Bunun üzerine, El Şehristani acele Erbil’e koştu, Kürt bölgesel yönetimin yetkilisi Neçirvan Barzani ile Erbil’deki toplantının ardından düzenlediği basın toplantısında, “Irak petrolü tüm Iraklılarındır. Petrol boru hatlarının birleştirilmesini kararlaştırdık. Biz bu toplantıda petrol kuyularının geliştirilmesini ve güçlendirilmesini konuştuk. Bütün Irak’ın petrolünü birbirine bağlamayı ve dışarıya çıkan petrolün tek bir yerden kontrol edileceğine dair konuştuk ve anlaştık. Bu konudaki teknik konuları Bağdat’ta yapacağımız toplantılarda belirleyeceğiz” diye açıklamada bulunarak, kendince son noktayı koydu. Ancak gelişen süreçte yaşanan gelişmeler son noktanın bu olmadığını, anlaşamazlıkların sürdüğünü, çünkü herkesin beklentisinin farklı olduğunu ortaya serdi.

Daha sonra Kuzey Irak Enerji bakanı Hawrami şöyle diyordu:

İki petrol anlaşması imzalamaya hazırız. Şu anda 20 yabancı petrol şirketi Kürdistan Bölgesinde iş yapıyor. 20 şirket daha gelecek yılda anlaşma yapmak için yolda.

Buna, Irak Yönetiminin yanıtı sert oldu: Irak hükümeti kuzeydeki bölgesel yönetimin yabancı şirketler ile imzaladığı sözleşmelerin ‘yasadışı ve geçersiz’ olduğunu açıkladı.

Buna karşın, yine Kürt Bölgesi Enerji Bakanı Hawrami, Türkiye’ye yönelik mesajında şöyle diyordu:

Eğer Türkiye bizimle ilişki kurarsa, kendisinin daha fazla çıkarına olur. Irak’ın kuzeyinde petrol arama ve üretim için Bağdat’a gitmesi sonuç vermez. Çünkü Bağdat muhatap değil, bize ulaşmak için bir aracı olabilir. Oysa bu konuda bizimle doğrudan ilişki kurabilir. Bağdat, petrol arama ve üretim sözleşmesi yapamaz. Aynı şekilde, bizi de herhangi bir sözleşme yapmaya zorlayamaz. Bağdat’ın rolü, sadece bizim yaptığımız sözleşmelerin sözleşme şartlarına uyup uymadığını denetlemek ve onaylamaktan ibaret.

Böylece Hawrami, hem merkezi hükümete rest çekiyor, hem de Türkiye egemenlerine para dolusu selamlar gönderiyordu!

Elbette bu durum, Türkiye egemenlerinin ağzını sulandırıyor!

Şüphesiz Hawrami’nin de bizzat yazıcısı olduğu Irak petrol yasası bazı şeylerin altını çiziyor, ancak otoritenin tam olmadığı, aradaki güvensizliklerin had safhaya ulaştığı bir yerde, kanunların belirlenmesi ve uygulanmasında, kitap ne yazarsa yazsın, esas olarak güç ilişkileri ve dengeleri egemen oluveriyor.

Peki, bu koşullarda ABD Irak’tan nasıl çekilecekti? Bunun için temel dayanaklara ihtiyacı vardı ve bunların başında Türkiye geliyordu, doğal olarak.

Bir kere, en başta, Kuzey Irak’ın komşusu Türkiye idi ve aradaki husumetlerin giderilmesi gerekiyordu. Çünkü bir tarafta Türkiye, diğer tarafta Irak’ın diğer halklarının düşmanlığı ile kuşatılmış bir Kuzey Irak oluşumunun çok uzun vadeli bir geleceği olmayacağı, en azından komşusal ve çevresel sıkıştırmalarla bunaltılan bu oluşumun uzun vadede çok da hayır getirmeyeceği ortadaydı. Nitekim durumun farkında olan Kuzey Irak Kürdistan Bölge Yönetimi Başbakanı Yardımcısı Ömer Fettah, ABD askerlerinin Kürt bölgesinde uzun süreli olarak kalması için Washington’la anlaşma yapmak istediklerini söyledi. Bu bile, Irak’taki tablonun nasıl karışık ve riskler içerdiğini, ortalığın güllük gülistanlık olmadığını göstermektedir.

Üstelik düşmanlıklarla kuşatılmış Kuzey Irak’ın esas anlamda batıya açılma yolu Türkiye üzerinden olabilirdi. Öte yandan, Kafkaslar içlerinde de yoğun biçimde çalışan hem oradaki enerji kaynakları üzerinde söz sahibi olmak, hem de rakibi Rusya’yı sıkıştırmak ve zayıflatmak isteyen ABD için, Kafkaslar, Türkiye, Irak üzerinden İsrail’e uzanacak bir hat kurulması, hem kendisi, hem de en yakın müttefiki İsrail için son derece önemliydi.

Türkiye ile Kuzey Irak’ın arasının bulunması, belli noktalarda uzlaşı sağlanması, bu bakımlardan son derece önemliydi. Türkiye ile belli oranlarda anlaşmış bir Kuzey Irak, en başta Türkiye’nin sıkıştırmasından kurtuluyordu. Daha da ötesinde, arkasına Türkiye’yi almış bir Kuzey Irak oluşumunun, ülkede kendisine husumetle bakan etniksel, mezhepsel gruplara karşı daha güvenli hareket edebilme şansı vardı. En azından, sıkışmış pozisyonu belli oranlarda rahatlayacaktı.

Kuzey Irak’ın, coğrafi durum itibari ile denize çıkışı yoktu, daha ziyade iç kesimlerde sıkışıktı ve bir dışa açılım kapısının olması gerekiyordu. Türkiye, bu iş için uygundu. Öte yandan, Kuzey Irak, yeni imara girişilen ve bu yeni yapılanma çerçevesinde, enerjiden gelen para ile de büyük işlerin ve paraların dönmeye başladığı bir yerleşim bölgesi olarak, gerek müteahhitlik, gerekse ticari açıdan yeni bir pazar özelliği taşıyor, bu da Türk burjuvazisinin ağzını sulandırıyordu. Şimdiden Kuzey Irak ile küçümsenmeyecek ticari bağlantılara girmiş pek çok patron bulunuyordu. Öyleyse karşılıklı çıkar ilişkileri yoluyla bu mesele halledilebilirdi!

Böyle bir çözümle bölgede etkin ve güçlü konuma sahip olan İran’ın da eli zayıflatılmış olacaktı. Ki, bu nokta, ABD açısından son derece önemliydi. Yukarıda sıraladığımız bölgedeki demografik dağılım göz önüne alındığında, İran’ın geniş bir kapsama alanında etkin olduğu ve olabileceği riski zaten vardı. Üstelik, bölgedeki krallar, prensler, emirler, yani yönetimler tarafından sevilmeyen İran’ın, halklar üzerinde büyük bir prestiji vardı. Kısaca söylemek gerekirse, ABD ve İsrail için en çetin rakipti. Kuzey Irak, Türkiye yakınlaşması ile İran’ın burası üzerindeki eli zayıflatılmakta idi.

Bu başlıca nedenlerden dolayı, Türkiye ile Kuzey Irak Yönetimi arasında yakınlaşma sağlanmalıydı.

AÇILIMIN ÖN AÇILIMI

Ancak bunun için Türk egemenlerinin hem Kuzey Irak Kürt Devleti’nin Türkiye’ye yansımalarının getireceği olası sorunlar için güvence almaları, kendilerini rahat hissetmeleri gerekiyordu. Diğer yandan da, ülkedeki Kürt sorunu, artık salt “Kürtlerin sorunu” olmaktan çıkıp ülke sorunu haline gelmişti. Dolayısıyla içte de bir takım açılımların yapılması elzemdi.

Elbette bu açılım, söylemler ve girişimler yeni değildi. Bu işin böyle yürümeyeceği, yıllardır süren pratik tarafından ispatlanmıştı. “Bir avuç çapulcu terörist”, “bir avuç dış güçlerin maşası” hikayeleri kesmiyordu artık. Karşıda giderek büyüyen ve halklaşan bir güç vardı.

Açılım söylemleri ve denemelerine Özal’dan başlanarak, Mesut Yılmaz döneminde ve daha sonrasında Tayyip Erdoğan tarafından girişilmişti; ama bu girişimler, her seferinde değişik propaganda ve onu destekleyen provokatif eylemler ve iç gıcıklayıcı, bol göz yaşlı gösteriler yoluyla savaş ve kan yanlısı iç odaklar tarafından püskürtülmüştü.

Hafızalar biraz yoklanınca anımsanacaktır, ne zaman barışa doğru biraz yaklaşılsa, barış konusu gündeme gelse, ateşkese yaklaşılsa, birleri bir kanlı eylem yapıyor, bombalar patlıyor ve medyanın büyük katkısıyla ortalık doz dumana karışıp, yumuşayan hava püskürtülüyordu.

Ayrıca tıpkı Kuzey Irak Kürt devleti ile olduğu gibi, ABD, Türkiye’nin Ermenistan ile de arasının düzelmesini istiyordu. Böylece Rusya’nın sıkıştırmasından kurtulacak Ermenistan, kendi yanında daha rahat biçimde saf tutabilecekti! Yani, bu kez Rusya’ya karşı bir ittifak zincirinin parçası olabilecekti. Tüm girişimler her seferinde püskürtülüyordu.

Peki, püskürtenler kimlerdi?

Devlete dayanmış bir avuç çapulcu mu?

Elbette hayır.

Bunu yapabilmek, hem devlette, hem medyada, hem askeri anlamda güçlü olan ve politikalar belirleyen bir gücü, dev bir örgütlülüğü gerektirirdi.

Nitekim öyleydi. Bu, tam da şimdilerde içeri alınan, belli oranlarda tasfiyesi yapılan kontr örgütlenmenin, ya da Gladyo’nun kendisiydi.

Şimdi yeniden tekrarlamaya gerek yok. Bu örgüt, kısaca NATO tarafından kurulan bir örgüttü ve o günkü koşullarda stratejisi, birincil dereceli düşman olarak tespit edilen  “komünizme” yani Sovyet’lere karşı halkı kışkırtmak, ABD’nin, NATO’nun, büyük sermayenin çıkarlarını savunmak ve ileri karakolluğunu yapmaktı. O zaman milliyetçiliğe gerek vardı. Yalan yanlış propagandalar, kışkırtıcılıklar, suikastlar, bozkurt karşı komando kampının örgütlenmesi ve demokrasi güçlerinin üzerine paramiliter kuvvetler olarak salınması, toplu katliamlar, 1 Mayıs Taksimler, Maraşlar, Çorumlar vb. tam da Gladyo’nun kitabına göre örgütlenmiş eylemlerdi. Ve nihayetinde 12 Eylül geldi. Sonrasında da, devletin büyük ve etkin gücü idi, bu kez Kürtlere karşı konumlanmıştı.

Peki, neden Kuzey Irak Kürt oluşumunu kendisine müttefik sayan ABD, burada farklı davranıyordu? Hemen başından belirtelim ki, önceleri Talabaniler Sovyetlere yakındı ve en büyük desteği oradan alıyordu. Sovyetler çökünce saflaşmalar değişti. Unutulmamalı ki, Halepçe katliamında kullanılan gazları, kimyasal silahları Irak’a veren ABD idi ve bu katliam karşısında ABD özel bir tepki göstermemişti! Daha önceki dönemlerde de İngilizler, Kürtleri ortada bırakıvermişlerdi. Demek ki, emperyalist politikalarda, müttefikler, farklı zaman ve koşullarda farklı ilişkiler kurulabilmektedir. Ya da daha doğru biçimde ifade etmek gerekirse, emperyalistlere dayanarak güvenli bir gelecek inşa etmek mümkün değildir.

Türkiye Kürt hareketi ile ABD’nin kalıcı anlamda müttefiksel ilişkisi olmadı. Türkiye Kürt hareketi, hiçbir dönemde ABD’nin uzantısı gibi davranmadı, bu da, ABD’nin hiçbir zaman hoşuna gitmedi. Hiç şüphesiz bunda bölgedeki dengelerin, uluslararası ilişkilerin, Türkiye ile ABD yakınlığının, Kürt hareketini oluşturan temel güçlerin Türkiye sosyalist hareketinden etkilenmiş ve yoksul kesimlerden olmalarının önemli rolü vardı. Bundandır ki, yani, ABD’nin Türkiye Kürt hareketine hakim olamamasından, bölgede asıl olarak Barzani-Talabani’yi öne çıkarmasından ve Kürtleri bu eksen etrafında toparlamayı istemesinden dolayıdır ki,  Öcalan bizzat ABD tarafından yakalanıp Türkiye’ye teslim edildi. Böylece bölgede Barzani-Talabani liderliği öne çıkartılacak, PKK’nın etkisi zayıflatılacak, sıkıştırılarak ve başka bir yol olmadığı gösterilerek, ABD’nin yanında yer almaları sağlanacak, Kürtlere, sizin liderleriniz Barzani-Talabini’dir  mesajı verilecekti!

Nitekim bu kadarla da kalmadı, ABD, PKK içinde kendi hizip ve ya hiziplerini yaratmaya kalktı. Belli sayıda unsurlar bu faaliyetten etkilense ve hareketten kopsa da, etkisi çok küçük çaplı olabildi. Aslında böylece bir kere daha kağıt üzerindeki parlak projeler, pratik tarafından geçersiz kılındı.

ABD ve tüm emperyalist güçlerin en çok yararlanmaya çalıştıkları şey, halklar arasındaki rekabetler, anlaşmazlıklar, tarihsel kuşku ve ön yargılardır. Emperyalist siyaset bunlardan yaralanmakla kalmaz, bizzat bunların öne çıkması için örgütleyici görev yapar. Ancak, Türkiye’deki Kürt meselesinin dış güçlerin bir oyunu olduğunu söylemek ne kadar da yalan ve aptalcadır! Kürt halkını emperyalistler yaratmamış, uzaydan getirip gıcık olsun diye Türkiye ve bölgeye koymamıştır! Böyle bir sorun vardır, çözüme kavuşturulmadığı için de, ABD ve diğer emperyalistler, çözümlenmemiş bir meseleyi ellerine koz olarak almışlardır. Öyleyse yerel egemenlerin, çözmedikleri bir mesele için yaygara yapmaya hakları yoktur. Üstelik yaygarayı kopartanlar, daha da vahimini yapmışlar, meselenin çözümünü, bu meseleyi imal ettiklerini söyledikleri ABD’ye, emperyalistlere havale etmişlerdir! Ne kadar da trajikomik!

ABD ve diğer emperyalistler de ikramı ret etmeyerek, bu meseleden hem Türkiye’yi hizaya getirmek için faydalanmışlar, hem de PKK’yı kendi saflarını çekmek için yollar denemişlerdir.

SON OPERASYONLARIN KÜRT MESELESİ VE BÖLGE İLE İLGİSİ

“Komünizme karşı” mevzilenen ve o konsept dahilinde örgütlenip eğitilen kontrgerilla, yeni süreçte ihtiyaca yanıt vermediği gibi, zarar da veriyordu.

Şimdi buraya bir parantez açıp, kısaca vurgulayalım: “ABD, NATO’nun kurduğu bir örgüt neden onlara ters düşsün? ABD ve NATO tasfiye ediyor, o zaman tasfiye edilenler, ABD ve NATO’ya karşı, belli oranlarda millici, antiemperyalist güçlerdir” demek, dünyadaki bu tür oluşum ve sonuçları hakkında en küçük bir fikir sahibi olmamak demektir. Unutulmamalıdır ki, ABD’nin de bizzat devlet içinde değişik klikleri, güç sahipleri vardır ve bunlar zaman zaman çatışır, birbirlerini tasfiye ederler. Bu, tasfiye edilenin ABD karşıtı olduğu anlamına mı gelir?

Bir dönemin ihtiyaçları ve konseptine göre örgütlenilip eğitilen örgüt, uzun yıllar sonra kemikleşmiş, aynı zamanda kendi başına büyük bir merkez olmuştur. Artık ellerinde muazzam bir güç, yetkiler, olanaklar vardır ve üstelik iktidar kendiliğinden bırakılamayacak kadar tatlıdır. Onların elinde üniversitelerden medyaya, mafyadan kaçakçılara, İsrail’den Kafkaslara kadar muazzam derin bir güç ve ilişkiler toplanmıştır artık. Üstelik ellerinden gelip geçen sermaye dudaklar uçuklatacak kadar büyümüştür. Kapitalizmde ise, para belirleyici güçtür, satma, satın alma aracıdır. Bir zamanlar kontrgerillanın finansmanı için yapılan uyuşturucu işinin gelirleri, artık o örgütlenmede yer alanların kişisel sermayelerine eklenmiş, haraçlar gasplar sıradan günlük işler haline gelmiştir. Vurmakta, kırmakta, bir el işaretiyle insanlar yok edilip çukurlara atılmakta, bombalamakta, kimseye tek bir kelimelik hesap vermemekte, “vatansever medya aracılığıyla” “kamuoyuna” istedikleri gibi yön vermektedirler. Üstelik bunu vatan-millet adına yapmaktadırlar!

Uyuşturucu, katliamlar, provokasyonlar, kanlı mafyalar, haraç mezatlar, kardeş savaşlarını örgütlemeler –  Ne göz yaşartıcı bir vatan savunması!

Oysa “vatan-millet savunması” adına ortalığı kana bularken, aslında halkı birbirine düşürüp düşmanlaştırarak, “dış güçlere” en iyi biçimde hizmet ediyorlardı! İstikrarsızlık, halklar arasında düşmanlık, güvensizlik, artan önyargılar, rekabet, şovenizm… “Dış güçler” için o dönemde bundan daha iyi ne olabilirdi? Üstelik düne kadar birlikte Maraş, Sivas, 1 Mayıs Taksim katliamlarını örgütleyip ortalığı kana bulayan, Kafkas içlerine dalış operasyonları yapanlar, Çeçenleri örgütleyip kontrgerilla timleri oluşturanlar, İran içlerine yönelik Azeri Kurtuluş Orduları kuranlara yardım yataklık edenler, İsrail’le silah anlaşmaları yapanlar, NATO, ABD kamplarında özel harp eğitimi alanlar, şimdi patronlarını “dış güç” ilan ediveriyorlardı!

Üstelik barış demek, bu kanlı örgüt için pozisyonlarının değişmesi, geri planlara itilmeleri ve işsizlik demekti! Savaşsız ve rantsız bir dünya! İkinci sınıf bir kontr eskisi muamelesi! Elden giden güç! Katlanılması ne kadar da zordu!

Oysa ABD ve NATO için konsept değişmiştir artık. O Ortadoğu ve Kafkaslarda tek güç olmak istemekte, kendine uygun yeni dizaynlara girişmektedir. Ilımlı İslam konsepti gündemdedir. Örnek ülke olarak Türkiye seçilmiş, buna uygun yapılanmaya gidilip yeni iktidar işbaşına getirilmiştir!

Ilımlı İslam konsepti, ABD’ye karşı, emperyalist yağma ve talana karşı ılımlı ülkeler ve halklar demektir kısaca! ABD’nin sadık kölesi olma ve bunu ilahi adalet, tanrısal buyruklar adına yapma!

Radikalizm kullanılabildiği ölçüde ABD için her zaman el altında olması gereken yedek güçtür. Ancak radikalizm bazen denetimden çıkmakta, terse dönmekte, düşünsel radikalizmi de doğurabilmektedir!

Radikalizm nedir ABD için denirse; mesela İsrail’e karşı Filistin’inin yanında yer almak, katlanılması zor bir radikalizmdir! Ya da enerji kaynaklarının yerel halkların çıkarına kullanılmasının istenmesi! Emperyalist yağmaya karşı çıkılması… Yine mesela özelleştirmeler yolu ile yerel kaynakların yabancı sermayenin yemliğine geçmesine karşı durulması… Oooo! Ne kadar da feci bir radikalizmdir!

Yine örneğin, Fethullah Gülen hazretleri ABD’nin Irak işgalini destekler, işgale karşı çıkan ve mücadele eden halkı tanrı adına lanetlerken ne kadar da ılımlıdır!

Kontrgerilla’nın bir bölümün tasfiyesi, mevcut Ilımlı İslam iktidarının önünün açılması, elinin rahatlatılması ile ABD’nin yeni planları çakışınca, yani çıkarlar üst üste oturup, diğerleri ise ellerindeki gücü terk etmek istemeyince, yani bir anlamda iktidarsal erk çatışması ortaya çıkınca, gündeme geldi.

Yine hatırlanmalıdır, ABD’nin gerek Azerbaycan üzerinden İran’a yönelik faaliyetlerinde, gerekse Latin Amerika’daki kontr örgütlenmelerde en önemli isimlerden ve örgütleyicilerinden olan Albay North da Amerikan “yüce adaleti” önüne çıkarılmış, Kongre tarafından sorgulanmış ve emekliye ayrılmıştı. Ama kimse onun için, Amerikan karşıtı olduğu için bu hallere düştü demedi!

Böylece mevcut iktidarın ve dolayısıyla ABD’nin bölgesel yeni konseptine ayak uyduramayanların, ellerindeki muazzam gücü bırakmak istemeyenlerin tasfiye zamanı geldi. Bu, aynı zamanda bölgesel yeni açılımın ön hazırlıklarından birisiydi. Ama aynı zamanda ABD’nin “benim ayaklarım bana karşı çıkamaz, yoksa sonu böyle olur” mesajının başka versiyonuydu!

AKP’nin bir başka hesabıysa, Türkiye’deki Kürtlerin din sayesinde birliğini sağlayarak desteğini almaktı ve bunda da iddialıydılar. Ancak bu hesap tutmadı, özellikle son yerel seçimlerde herkes dersini aldı. Ve dehşetli planlar bir kez daha bozuldu.

Eğer AKP düşlediği oyu alabilseydi, şimdi belki de başka şeyler konuşuluyor olacak, açılım ilanı, “tarihi fırsatlar” bu denli söz konusu olamayacaktı. Öyle ya, AKP fazla oy olarak açılımın nasıl olacağını göstermiş olacak, “tarihi fırsat” olarak da önümüze Kürt açılımı değil, İslami açılım konacaktı!

Diğer yandan, Kuzey Irak’ta bir Kürt konferansı gündemdeydi. Ama yerel seçim sonuçları sadece buradakini değil, bölgesel planları da bozdu. Bu konferansta ABD, PKK’sız bir konferans düşünüyordu. Ya da ehilleştirilmiş ve yola getirilmiş bir PKK… Yani bu yollarla, baskılarla, kuşatmalarla kendi yörüngesine çekilmiş, bir PKK… AKP’nin ve Türk egemenlerinin gönlünden geçeni söylemeye gerek bile yok!

AKP’nin Kürt açılımından anladığı, esas anlamıyla buydu; her şeyi ABD’ye havale eden bir anlayış! Kendi ülkesinin sorununun çözümünü bile başkalarına bırakarak, aslında inisiyatif ve karar sürecini başkalarının eline terk ediyorsun! En büyük sorun dediğin şeyi başkalarının eline koz olarak veriyor ve o sorun üzerinden diz çöktürülüyorsun!

Mantık da bir harikadır! Onlar “bölücü örgütü muhatap alamazlar!” Ama ABD’yi muhatap alırlar! Ne kadar da komik!

Fakat seçim sonuçları, bir kez daha kağıt üzerindeki parlak planları boşa çıkardı. Konferans yapılamadı!

Şimdi Kürt açılımı bir kez daha gündemdedir. Bu kez engellerden bir bölümü tasfiye edilmiş ve yol nispeten daha rahat gibidir. Ancak, buradan tüm farklı kliklerin tasfiye edildiği sonucu çıkmamalıdır. Ama yine de şahin kanadının bir bölümü şimdilik operasyonu yemiş, kolu kanadı budanmıştır. Ancak kökten tasfiye öyle kolay değildir. Baksanıza şunun şurasında on beş yirmi yıllık korucuların tasfiyesi bile olamamaktadır! Hal böyleyken, onlarca yıldır hem de ABD ve NATO tarafından kurulan ve belli bir güce ve yaygınlığa sahip bir örgütün tasfiyesi öyle birkaç harekette mümkün olmayacaktır.

Ayrıca tasfiye edenler, bu örgütün ne kadarını tasfiye etmek istemektedirler ki? Burası da ayrı bir sorudur. Var olan bir örgütü kökten yıkıp yeniden kurmak mı, yoksa uç unsurları tasfiye edip, var olan örgütü yeni konsepte uygun hale getirip yeni mevzilenmelere gitmek mi? İhtiyaçları olduğu ve olacağı, kontrgerillasız edemeyecekleriyse kesindir.

Ama şöyle ya da böyle, Türkiye için açılım önemli bir fırsattır ve bu ülkenin yıllardır süren gerginlik ve kışkırtmalardan sonra soluklanmaya, barışa ihtiyacı vardır. Şüphesiz gerçek anlamda yakınlaşma ve kardeşleşmenin ABD eli ile olmayacağı, böyle bir çözüm sürecinin eninde sonunda farklı zamanlarda yeniden karışıklık dönemine döneceği aşikardır. Ancak böyle bir açılım yoluna girmek bile ilerisi için bazı adımların düzeltilebileceği umudunu beraberinde getirmektedir. Her şeye rağmen ilerleme ilerlemedir ve kanlı, kışkırtıcı, düşmanlaştırıcı ortamdan çok daha iyidir!

Diğer yanda Kafkaslar giderek daha fazla ısınmakta, ABD, AB, Rusya bölgeyi kontrol altında tutabilmek için her gün satranca benzer hamleler yapmakta, birbirlerini kollamakta, yoklamakta, ittifaklar yaratıp kendi geleceklerini nispeten sağlama alırken, rakiplerini püskürtmek istemektedirler.

Uzak Asya ise, her gün daha fazla altında kazanlar kaynayan ve gelecekteki çatışmaların merkezi olma adayı bölgedir. ABD için ne Çin, ne de Hindistan kendi başına bırakılacak küçük ülkeler değildir. Üstelik bu bölge, mali açıdan da en hızlı büyüyen bölgedir.

Çevresinde bu kadar gelişmeler varken ve hepsinin içinde ve başrol oyuncusuyken, ABD’nin Irak’tan yavaş yavaş çekilip yeni mevzilere yönelmesinde şaşılacak bir yan yoktur.

Ancak sorun şuradadır: nasıl çekilinecek, geride nasıl bir tablo kalacaktır?

Nasıl çekilinecek sorusu, askeri kuvvetlerin hangi yollardan nasıl çekileceğine ilişkin değildir. Nasıl çekilinecek sorusundaki püf noktası, geride kendi açısından nasıl güvenli ve kendisine bağlı yapı oluşturulacağıdır.

TÜRKİYE’YE BİÇİLEN ROL

Türkiye gerek stratejik, gerek tarihsel geçmişi bakımdan bölgede belli bir etki gücüne sahiptir. Her şeye rağmen kabul edilmeli ki, bölgedeki halkların da izlediği bir ülkedir. Hiç şüphesiz bunda, Körfez bölgesindeki ülke kralları, prensleri ve şeyhlerinin Amerikan kuzusu rolünde olmalarının getirdiği itibarsızlık ve güvenilmezliklerinin payı çoktur.

Aslında ABD karşıtı olarak ve İsrail ile uzlaşmayarak, halklar nezdinde bölgede en çok prestije sahip olan ülke İran’dır.

Zaten bunun da etkisiyle ve elbette yukarıda sıralan diğer faktörlerin katkısıyla, Ilımlı İslam operasyonu yapılıp, projeye uygun iktidar işbaşına getirilerek, Türkiye, bir alternatif ve İran’ı izole edici bir rolle öne sürülmüştür! Türkiye, yine aynı nedenlerle, –bugün, artık başarıyla uygulanamamış ve eskimiş– Genişletilmiş Ortadoğu Projesi’nin “Eş Başkanı” olmuştu!

Belli ölçülerde önü temizlenen AKP, bölgede lider olma iddiasıyla çıkmıştır. Türkiye, eskiye göre daha aktif bir bölge siyasetine yönelmiş, klasik akmaz bulaşmaz dış politikasını geri bırakmıştır. Elbette bunun başlangıcı onlara ait değildir; Özal öncü hocalarıdır!

Anımsanacaktır; Özal’ın bölgesel hayali, Kürdistan üzerinden bölgede lider ülke olmaktı. Bu hayali, gerçek olamayacak kadar afakiydi. Ama Özal, böyle bir şeyi ihtimal dahilinde görüyor ve Amerikan gazıyla da buna uygun bir yapılanmaya gidebilmek için çalışıp, Talabani Barzani ile görüşmeler sürdürüyor, Kandil’e elçiler gönderiliyordu.

Son gelişmelere bakınca, akla gelen sorulardan birisi de budur. AKP de aynı hayalin peşinde midir? Üstelik, Kuzey Irak’la yakınlaşma çerçevesinde bazı çevreler tarafından “Osmanlılık”a göndermeler yapılıp, bu hayaller canlı tutulmaya, “bölgesel lider” gazları verilmeye çalışılmaktadır.

Kaldı ki, Türkiye egemenlerinde yayılmacı/emperyal hevesler er zaman diri olmuş, bazen bu yönde kalkışmalara girişilmiş, ya da bu hevesler ABD ve AB tarafından önce kullanılıp, sonra başlara çuval geçirilerek, ‘bu işi ciddi sandınız galiba’ mesajları verilmiş, kimsenin haddini aşmaması gerektiği uygun biçimlerde bildirilmiştir!

Örneğin, Kafkaslarda, ABD, bölgedeki ilişkilerini bildiği Türkiye’den çok yararlanmış, şimdi operasyona uğrayan derin örgüt tepe tepe kullanmış, yol açıldıktan sonra Türkiye’ye kapı gösterilmiştir!

Benzer roller, şimdi AKP eli ile bölgede devreye sokulmaktadır. Hamas’la görüşmeler, esas olarak, onları uslu çocuklar olmaya davet ve teşvik biçiminde görülmektedir. Ya da Sadr’ın Türkiye’ye gelmesi, çok açık biçimde anlaşılmıştır ki, ABD’nin rızası ile olmuştur. Böylece, hem Kuzey Irak’a, Kürtlere de ince mesaj verilmiştir!

Ama yine de biçilen ısmarlama elbise her bedene uymamaktadır. İsrail’in Filistin saldırısında olduğu gibi, AKP’nin arabulucu olma isteğini sallayan olmamıştır. Gerçi arabulucu rolündeki Mısır’ın bölge halkları üstündeki itibarı sıfır bile değil, eksidir!

Yine İran, AKP’nin arabulucu edalı girişimlerine, “herkes işine baksın” yanıtını vermiştir.

Başka bir örnek de, Rusya ile Gürcistan arasındaki savaşta yaşanmış; AKP anında öne atılarak bütün dünyaya diplomasi dersi vermeye kalkışmış, ama her iki taraftan da muhatap bile bulamamıştı.

Tüm bunlar, sözle pratik arasında büyük farklar olduğunu, “büyük bölge lideri” olmanın, gazetelerde propaganda yapmak gibi olmadığını göstermiş ve AKP’nin dış politika “mucizeleri” etrafta gülüşmelere neden olmuştu! Demek ki, aktif “büyük dış politika”nın sadece ABD ve emperyalizmin izin verdiği ve biçtiği rol kadar bir hükmü vardı!

Nitekim büyük “bölge lideri” dış politikanın tam da ABD’nin isteklerine göre şekillendiği, ya da şekillendirilmeye çalışıldığı görülüyor. Ermenistan girişimi buna uygun bir yönelimdir, amaç da Ermeni kardeşliği falan değil, Ermenistan’ın Rusya’nın etkisinden alınıp, yeni bir cephe açılmasıdır. Şüphesiz halklar arasındaki düşmanlıklar zayıflasın, bu istenir şeydir, ama böyle bir projenin amacı bu değil, uzun vadede sinsi hesaplarla bölgesel dengelerin değişimi ve daha fazla farklı halkları etkileyecek bir karışıklıktır.

Ama ne olmuştur? Ermenistan’la yakınlaşacağım derken, Azerbaycan ile kafa kafaya gelinmiştir! Vay Türki, İslami politikaların haline! Bu kez, Azerbaycan Rusya’ya daha fazla yakınlaşmıştır! Demek kurgulu “lider ülke” olmanın bedeli, ne İsa’ya ne Musa’ya yaranamamaktır! Ya da Ermenistan’la yakınlaşınca ABD memnun oluyor, ama bu kez başka ülkeleri kaybediyorsun. Onları gözetsen, bu kez büyük patron bozuluyor! İçerdeki pozisyonlar sarsılıyor!

O zaman da, şu “lider ülke” meselesi sorgulanıyor: İsrail Filistin işinde arabulucu olma laflarına yüz verilmiyor. İran sana kendi işine bakmanı tavsiye ediyor, Gürcistan, Rusya muhatap bile almıyor. Dolayısıyla bu nasıl bir liderlik oluyor? Komik ama gerçek!

Öyleyse şu gerçek ortaya çıkıyor; AKP, Türkiye’nin ihtiyacından çok, Amerikan ihtiyaçlarına göre dış politika adımları atıyor! Ama bu adımları içerdeki dengeler de belirliyor. Yani bu politik yönlenmeler, “olanaklar” dahilinde yerine getirilmeye çalışılıyor. Bu çerçevede de Amerika’nın Irak çekilişini kolaylaştırıcı politikalar gündeme geliyor. Çevre ülkelere ve gruplara bu yönde örnek olunmaya çalışılıyor ve uyarılar yapılıp “ılımlı” olmaya davet ediliyor!

ABD ise, bir yandan Irak’tan çekilmeye hazırlanırken, Orta ve Uzak Asya’ya dümen kırıyor. Şimdilerde hedefte Pakistan var gibi görünüyor. Bilindiği gibi, ABD ile Pakistan arasında sorunlar var gibi yansıyor. Neden olarak da, Pakistan’daki “sert” İslam’ın yükselmesi gösteriliyor. Ancak ABD’nin meselelere yaklaşım ve çözüm yöntemleri işin içine katılarak olaya yaklaşıldığında, dikkat çekilen konuları, noktaları değil, gölgede bırakılan planları kurcalamak gerekiyor. Mesele, tek başına Pakistan mıdır, yoksa Pakistan üzerinden bölgeye yönelik daha kapsamlı stratejik yerleşme senaryoları mıdır? Çünkü oldukça uzun zamandan beri, ABD’nin, genel olarak Uzak Asya, özel olarak da Çin’in yükselişinden rahatsız olduğu biliniyor. Pakistan operasyonu ile başka kuşlar da vurulmuş oluyor. Rusya daha da sıkıştırılarak, Çin ve Uzak Asya bağlantıları denetime alınıyor. Öte yandan, ABD’nin Ortadoğu’daki en büyük hedeflerinden biri olan İran da bu senaryodan nasibini alıyor. Çünkü bölgede yükselen akım olarak Şiilik, İran Pakistan hattında yoğundur. Her ne kadar Afganistan ile İran sorunlu görünse de, bu durum, söz konusu bölgede Şiiliğin güçlü olduğu gerçeğini değiştirmemektedir. ABD’nin Pakistan’a yönelik sertleşmesine, bu ayrıntılar işin içine katılarak yaklaşmak gerekmektedir.

Bilindiği üzere, kısa bir zaman önce Svat Vadisi krizi yaşanmıştı. ABD Svat vadisini bombalamış ve Pakistan’ı suçlamıştı. Oysa biraz geçmişe gidilince Svat vadisini bu hale getirenin ABD olduğu çok iyi bilinmektedir. Afganistan işgali sırasında Rusya’ya karşı Afganistan genelinde ve özel olarak da burada Taliban’ı örgütleyip Rusya’nın önüne diken ABD’nin ta kendisidir. Üstelik Pakistan Devlet Başkanı Asaf Ali Zerdari, Taliban’ın CIA tarafından kurulduğunu, 2001’de Usame Bin Ladin’i yakalayıp ABD’ye teslim ettiklerini, ancak Amerika’nın serbest bıraktığını açıkladı. Bu açıklama, konuyla az çok ilgisi olan kimseyi şaşırtmadı. Çünkü geride kalan yıllarda, Usame Bin Ladin’in Arabistan’da böbrek tedavisi gördüğü ve CIA yetkililerinin kendisini ziyaret edip sağlığı ile yakından ilgilendikleri biliniyordu.

Afganistan’da ve Svat vadisinde Taliban’ı örgütleyen bizzat Amerika’nın kendisi idi ve sonra, önce Ruslara karşı kullandığı bu örgütlenmeyi bahane ederek, Afganistan’ı işgal etmişti. Yani etinden, sütünden, derisinden, kılından tüyünden faydalanmak tam da buna denirdi işte! Şimdi o Amerika, “Taliban’ı engellemediği için” Svat vadisini bombalıyor, Pakistan’ı tehdit ediyordu. “Barışçıl Obama”, Pakistan’da savaşmak için, Kongre’den 400 milyar dolar ödenek talep etmişti.

Peki, bu işin ucu Türkiye’ye dokunur mu?

Bir süre sonra, ABD, Pakistan’daki “insanlık dramı” için Türkiye’den askeri destek talep ederse kimse için şaşırtıcı olmaz! Belki de bunlar çoktan konuşulmuştur! Öyle ya, her şey insaniyet içindir!

HERKESİN HESABI KENDİNE

Savaş tanrılarının genişleyip büyüyen tablolarına bakınca, okların Orta ve Uzak Asya’ya çevrildiği görülüyor. Böylece ABD’nin Irak’tan çekilme isteğinin altındaki nedenler, şimdi daha iyi anlaşılabiliyor.

Ortada ürkütücü bir tablo görünüyor, kırmızı noktalı hatlar genişliyor. Petrol bölgesi bombalarla sarsılıyor, Kafkaslarda ilişkiler giderek gerginleşirken, yerel ölçekli savaşlar çıkıyor, tehditler havada uçuşuyor. Bu kadarla da kalmıyor, şimdi Orta ve Uzak Asya da savaş tanrılarının kapsama alanına giriyor.

Peki, ama ABD bu kadar çok cephede nasıl mücadele edecek, nasıl başa çıkacak? Ne de olsa her şey planlardaki gibi yürümüyor. Örneğin son olarak, NATO’nun Rusya’ya yönelik düzenlemek istediği tatbikat fiyasko ile sonuçlandı!

Örneğin bir süre öncesine kadar NATO’ya gireceği konuşulan Azerbaycan, bu düşüncesinden vazgeçiyor, tersine son Ermenistan meselesi ile Rusya’ya yakınlaşıyor.

Buna karşın, yine de ABD cepheyi genişletiyor, Rusya’yı daha fazla ve yakından kuşatmaya çabalıyor; Afganistan işgali derken, Pakistan üzerinden Çin’i kıstırmaya yönelik hamlelere hız veriyor.

Aslında dünyadaki gelişmeleri az çok takip edenler, önümüzdeki dönem çatışmaların merkezinin Uzak Asya olacağı noktasında birleşiyorlardı. Çünkü dünyadaki ekonomik gelişmelerin merkezi giderek bu bölge oluyor, örneğin Çin, devasa nüfusuna karşın, hızlı gelişimi ve sürekli büyümesi ile ABD başta olmak üzere diğer emperyalistlerin dikkatlerini üzerinden eksik etmiyordu. Afganistan işgali, Rusya ve bu bölgeye yönelik bir hamle idi. Şimdi gündeme gelen Pakistan operasyonları, ABD’nin bölgede artık çok daha fazla etkin olmak isteğini ortaya koyuyor.

Buna karşın, Çin ve Rusya’nın yakın ilişkisi ve henüz çok kemikleşmiş olmasa da esas olarak geleceğe yönelik Şanghay İşbirliği Örgütü var. En son olarak da, Çin ve Rusya, ABD doları yerine yerel ve bölgesel bir paradan söz ettiler. Şüphesiz böyle bir şeyin gerçekleşmesi hemen mümkün değildir, ancak daha önceleri kimse böyle şeylerden söz edemezdi. Ama böyle bir gelişmenin hayat bulması, başlı başına bir kesişme noktası olur ve ortalık tam karışır.

Bu açıklamalar, en azından geleceğe ilişkin niyetleri ortaya koyuyor, önümüzdeki süreçte havaların nasıl ısınacağının işaretlerini somut biçimde veriyor.

Ekonomiler daralıyor. Dünya emperyalistler için küçülüyor, yeni yağma alanları, yeni pazarlar isteniyor. İşler kızışıyor. Ve savaş tamtamlarının sesi daha geniş alanda duyuluyor. Emperyalistler, savaş lordları, haritaların başında daha fazla zaman geçiriyor, askeri kırmızı oklar daha fazla yöne açılıyor. Hal böyle olunca, emperyalist işbirlikçisi ülke yönetimleri de arada sıkışıyor; bir yanda efendiler, diğer yanda halklar. Efendileri dinlemeye kalktığında karşısına halklar çıkıyor; halkların baskısı, işbirlikçileri, emperyalist efendiler karşısında fena sıkıştırıyor.

Türkiye ise, bir yanda ABD talepleri, öte yanda AB istekleri, üstte Rusya, burada Irak, orada İsrail… grift ilişkilerde yol almaya çalışıyor. “Bölgesel lider ülke”, “aktif dış politika”, en küçük bir ezber dışı durumlarda çuvallıyor.

Önümüzdeki dönem dünya açısından her açıdan zor ve sıkıntılı geçeceğe benziyor!

kafkaslar neden şimdi ve nereye kadar?

  

Kafkaslardaki son ve hızlı gelişmeler, bazı, ama aslında her zamanki çarpıtıcı çevre ve kişilerin, “yüksek ihtisas yapmış analizci takımı”nın dediği gibi, “sadece önünü göremeyen, maceracı Şaakvaşvili’nin başının altından çıkmış bir hesapsızlık hatası” olarak değerlendirilebilir mi?

Eğer TV ekranlarına yansıyan Şaakvaşvili’nin o kaçış görüntüleri olmasaydı, belki bu abukluğu daha rahat kullanabilir, macera, hesap hatası gibi savları ileri sürmeye devam edebilirlerdi. Ancak, hem de yanında başka bir devlet adamı var ve kameralar önünde tam da cesaret gösterisine çıkıp halkına “Rusya’dan korkmayın”, Rusya’ya da “benden korkun”, mesajı verir, posta koyarken, yukarılarda sadece bir helikopterin motor uğultusunu duyup tabana kuvvet kaçmaya başlayan “korkak” –korkağın da ötesinde kafası sıyrık adam profiline herkesleri ikna eden– bir adamdan elbette kendi başına böylesi çıkışlar beklenemeyeceği açıktı.

Öyleydi ki, Şaakvaşvili tüm heybetiyle Rusya’ya posta koyuyor, vatandaşları gaza getirmeye çalışıyor, ama o sırada tepelerde bir yerlerde bir helikopter motorunun uğultusu duyuluyor, “yiğit ve korkusuz lider”in o anda suratı değişiyor, açıklamayı, meydan okumayı, posta koymayı, halka cesaret aşılamayı ve yanındaki Fransız bakan misafirini bırakıp tabana kuvvet kaçmaya başlıyordu. Öyle kaçıyordu ki, yanındaki korumalar ona yetişemiyorlardı! Yetişseler, liderlerini koruyacaklardı, ama korumak için koruyacakları kişiyi yakalamaları gerekiyordu!

Tam bir komedi yaşanıyordu. Sonunda, korumalar birkaç koldan kovaladıktan sonra, üstüne atladıkları lideri yere yatırıp korumaya çalıştılar!

Ki, burada, neden korudukları sorusu da ayrı bir mizah konusuydu. Duyulan, sadece bir helikopter motorunun uğultusuydu! Bu durumda, ortaya, “yüce ve korkusuz özgürlük sevdalısı lideri” motor uğultusundan korumaları gibi bir tablo çıkıyordu ki, nereden baksanız traji-komik bir hadise!

Motor gürültüsünden tırsıp son düzlükte depara kalkan ve yakalamasalar 100 metrede olimpiyat rekorunu kıracak görünen “cesur ve posta koyucu lider”, ertesi gün durumunu kurtarmak için kameralar önüne geçtiğinde, bileği sarılıydı. Bu durumda bir savaş gazisi sayılabilir miydi? Kaçarken düşmüş, elini incitmişti. Olsundu. Amerika için her şey feda olsundu!

Tam vatanını kahramanlar gibi savunacakken, yüz metreci sprinterlara taş çıkartacak biçimde, vatanı matanı, eşi dostu, misafirlerini, halkı malkı bırakıp tabana kuvvet kaçan üstün cesaretli bir lider!

Bu görüntüler, posta koyucunun bugüne kadar verilmek istenen imajına fena halde posta koymuştu! Onu parlatmaya çalışan, demokrasi ve özgürlükler kahramanı ilan edenler bile, bir motor sesinden tabana kuvvet kaçan birisinin kahramanlık masallarına artık kimseyi inandırmanın güçlüğünü biliyorlardı!

Elbette bu olay, son çatışmayı Şaakvaşvili’nin gözü karalığının doğurduğu hesap hatasıyla açıklamaya çalışanların işini zora soktu. Böyle bir hikayenin inandırıcılığını da işin başında bitirdi.

Bundan sonradır ki, hatanın bir bölümünü ABD’nin hesap hatalarına bağlamayı seçenler çıktı ortaya.

Hitler’in işgallerini bile, hesap hatası yapmak, hatta delilikle açıklamaya kalkanların olduğu bir kapitalist analizciler dünyasında, elbette buna da şaşmamak gerekirdi. Öyle ya, dünyadaki olayları, savaşları, işgalleri, emperyalist kapitalist sitemde, onun aşırı kâr peşinde dolaşmasından, hammadde kaynakları ve pazar alanlarına el koyma iştahı ve zorunluluğundan, emperyalistler arası rekabet ve hegemonya kavgalarından kopartıp, kişisel hesap hatalarıyla, maceracılık ve kişisel açgözlülüklerle açıklamaya kalkanlardan başka ne beklenirdi ki?

Nitekim savunulacak durumu kalmayan Şaakvaşvili’nin bu kaçışı, bizim “çok satan, etkili” gazetelerin sayfalarında bile alayla karşılandı. Gürcistan’ın son kalkışması pek tasvip edilmedi. Bunun nedenlerinde birisi, elbette Türkiye’nin stratejik konumu, Rusya ile komşu olup, bu güçlü komşu ile en azından daha sorunsuz bir arada yaşama mecburiyetinin ağır basması, diğer yandan da Türkiye’nin Rusya ile ticari ilişkileri, enerji bağlantıları, Türk patronların bu ülke ve çevresinde süren işleri ve de medya patronu durumundaki kişilerin bu ülke ile iş yapmaları olmuştu.

En azından şu görülmüştü ki, –hadi Rusya’yı bir kenara koyalım– bölgedeki ülkelerle Rusya’ya rağmen, Rusya dışlanarak, hele hele karşıya alınarak iş yapmak en azından şimdilik mümkün değildi.

Ama öte taraftan da ABD’ye sapına kadar bağımlılık, NATO’ya üyelik vardı. Tam anlamıyla iki arada kalma durumu…

En kötüsü de buydu; yaşamın nispeten daha normal olduğu zamanlarda işler nispeten daha kolay yürüyebiliyordu. Ama sıkışık durumlarda, her iki tarafı da aynı oranda memnun etmenin, aradan sıyrılmanın, başka bir deyişle iki tarafa da buseler verip idare etmenin zorluğu ortadaydı.

Peki, Gürcistan-Rusya kapışması nasıl ve hangi nedenlerle ortaya çıkmış, bugünlere nasıl gelinmişti? Bugünlere gelinmesinde hangi etkenler rol oynamıştı? Bundan sonra neler olabilecekti?

Bunları anlamak için yine ve bir kez daha başa dönmek, neden ve nasılların arka planına, hangi “zorunlu ihtiyaçların” bugünlerde rol oynadığına ve bundan sonra daha fazla biçimde oynayacağına göz atmak gerekiyor.

 

GERÇEK NEDEN: EMPERYALİZMİN KARAKTERİ

 

Bir kere, hemen başında altını çizerek söylemek gerekiyor ki, bu kanlı savaşlar, hegemonik mücadeleler, otomatiğe bağlamış kapitalist analizcilerin, kulaktan dolma yazı yazanların dediği gibi, kişisel hırsların, hataların, yanlış hesaplamaların eseri değil, bizzat emperyalist kapitalist sistemin sonucu, ama kaçınılmaz bir sonucudur. Yakın zaman diliminde yaşanan ve özellikle etrafımızda gelişen savaşlar, çatışmalar zincirinin gelişimi de, giderek genişleyecek bölgesel sıkıştırmaların, büyük hesaplaşmaya doğru gidişin ön adımlarıdır.

Oysa hatırlanacak olursa, “küreselleşme”yi pazarlayanlar ilk başta şunu söylüyorlardı: Artık savaşlar olmayacaktı! Çünkü “küreselleşme” medeniyeti her tarafa götürecek, demokrasi ve özgürlükler her tarafa yerleşecek, insanlar ve ülkeler konuşa konuşa anlaşacaklardı. Ama bu sözler soğumadan Irak işgali başlamış ve “medeni küreselleşmenin insanları yakıp kavuran akıllı bombaları barışçıl biçimde” sahneye konmuştu!

Elbette hammadde kaynakları üzerindeki hakimiyet mücadelesi, pazar alanlarını ele geçirme ve buralardan rakipleri kovma savaşı, bununla kalmayacak, dört bir yana yayılacak, dünya dar gelmeye başlayacak, yeni haritalar gündeme gelecekti.

Çünkü emperyalist kapitalizmin bugünkü temel ihtiyacı, enerji kaynaklarının elde tutulmasında yatıyordu. Öyleydi ki, enerji olmadan ne ilerleme, ne gelişme oluyor, enerjiyi elinde tutamayanlar daha savaşımın başında arka sıralara düşüyorlar ya da enerjiyi elinde tutanların bir nevi vesayeti, tahakkümü altına gidiyorlardı. Yani, “sopa” enerjiyi elinde tutanların elindeydi ve diğerleri onların kabul edebildiği oranda yol alabileceklerdi.

Elbette böyle bir tablo, diğer emperyalistlerin gönüllü ve sessizce kabul edip, kaderlerine boyun eğebileceği bir şey değildi. Hegemonik mücadelede onlar da, kendilerine göre, mevcut güçleri, ekonomik göstergeleri oranında yeni çıkışlar arayacak, arayışlarını sürdürecek, yeni ittifaklar, anlaşmalar, yakınlaşmalar, gizli veya açık oluşumlar peşinde koşacaklardı. Bunları yaparken, bir yandan kendi durumlarını ilerletme, manevra alanlarını genişletme peşinde koşarken, diğer yandan da egemen emperyalistin zayıflaması için çaba harcayacaklardı.

Bugün enerji alanları üstünde, yanımızdaki Ortadoğu’da süren savaşların, tezgahların, oyunların gerçek nedeni de buydu.

Ortadoğu ki, yeryüzündeki petrol ve hammadde kaynaklarının önemli bölümü oradaydı; bu bölgeyi elinde veya denetiminde tutan emperyalist, hem enerji açısından kendini güvenceye alıyor, hem de rakipleri üzerinde güçlü bir koz elde ediyordu.

Nitekim tablo tam da böyleydi. Petrol bölgesi üzerinde ABD’nin ağırlığı vardı. Suudi Arabistan, Katar, Bahreyn, Kuveyt gibi ülkeler ABD tarafından kuşatılmış, krallar, prensler, taht çevresi öyle ya da böyle teslim alınmıştı. Geriye “baş ağrıtan” Irak ve İran kalmış; Irak ortaya konan senaryo ile ele geçirilmişti. Irak’ın ele geçirilmesiyle birlikte bu ülkede etkin yatırımları bulunan Fransa gibi ülkeler kapı dışarı edilmiş, bu ülkeyle ileri ilişkileri bulunan Japonya’ya yol gösterilmiş, Çin başını eğmek zorunda kalmış, Almanya’ya kaderine boyun eğmek düşmüştü.

İran üzerindeki hesaplar ise devam ediyor, bu ülke dört koldan sıkıştırılmaya çalışıyordu. Henüz ortada açık bir savaş durumu yoksa da, her an olabilecekmiş gibi yaratılan hava, ABD’nin sık sık yaptığı açıklamalar, tansiyonun sürekli yüksek, ortamın gergin tutulması, bu kuşatmanın taktik ayaklarından birisiydi. Böylelikle bir yandan İran sürekli hedefte tutulurken, bir yandan da bu ülke ile ilişkisi olanlar baskı altına alınıyor, “ayağınızı denk alın” mesajları veriliyor, ilişkilere sınırlama getiriliyordu. Nitekim en son olarak Fransa, petrol devi Total, Almanya’nın dev inşaat firmaları vb., İran ile yaptıkları anlaşmaları iptal edip geri çekildiklerini açıklamışlardı. Daha kestirme ifade ile, bu yöntemle, en azından İran ile ilişkide olan ülkelerin ilişki düzeyini ve sınırlarını yine ABD belirliyordu.

Petrol bölgesi böylece karadan denetim altına alınırken, çevresel kuşatma da sürüyor, Afganistan işgali ile İran diğer yandan da sıkıştırılırken, bir yandan da Rusya ile Çin arasına giriliyordu.

Ekonomik olarak değilse de, Afganistan, stratejik açıdan önemli bir köşe noktasıydı.

Çünkü Rusya ile yakınlaşan Çin ve de diğer bir büyük pazar alanı ve Hint Okyanusuna açılan büyük kapı olan Hindistan arasında önemli bir noktadaydı. Aynı zamanda, buradan, Tacikistan içlerine ve daha içerilere sızma işleminin yapıldığı üs gibiydi.

Dolayısıyla Ladin hikâyesine bu açıdan bakmakta fayda ve zorunluluk vardı. “Ladin tehdidi”, aslında en fazla ABD’nin işine geliyordu. Nasıl ki, 11 Eylül İkiz Kuleler düzenlemesi ABD’nin dünyada hegemonik yeni planının başlangıç noktasıysa ve sonrasında her şey bunun etrafında formüle edilmiş, ABD’nin dünya egemenliğinin yegâne dayanağı olmuşsa, “Ladin tehdidi de” bu senaryonun içindeki önemli bir unsurdu: Bir türlü yakalanamayan “kurnaz ve müthiş örgütçü Ladin”, ABD’nin bölgede kalmasının en önemli dayanağı ve bahanesiydi ve bu açıdan bakıldığında, “Ladin efsanesi”nin ABD’ye zarar mı verdiği yoksa “küresel hegemonik amaçlarının uzantısı mı olduğu daha açık görülebiliyordu. ABD’nin elinde sismik araçlardan, casus uçaklara, uydu izleme araçlarına kadar her şey vardı, çok sayıda aşiret ve bunlara mensup bölgeyi avuçlarının içi kadar iyi bilen binlerce yerli ajan emirlerinde çalışıyor, karşılığında uyuşturucunun dünyaya ortak dağıtımına izin veriliyor, ama “Kurnaz Ladin” bir türlü bulunamıyordu! Ortadaydı ki, Amerika’nın ihtiyacı sürdüğü sürece bulunamayacak, ABD ise onu aramak için işgale devam edecekti!

Kimbilir yarın kaçan Ladin’in peşinden Pakistan’a ya da başka yere girecekti! Maksat, dünyayı “Ladin belası”ndan kurtarmaktı! Söz konusu insanlığa hizmet olunca, Amerika hiçbir fedakarlıktan kaçınmazdı!

Karadan bu kuşatma sağlanırken, elbette, deniz yolları da boş bırakılmayacaktı. Ortadoğu petrollerinin Uzakdoğu’ya sevkiyatının tek deniz yolu olan Hint Okyanusu da Amerikan harp gemilerince kontrol altına alınmıştı. Amerikan 7. Filosu; Carl Winson uçak gemisi, ona eşlik eden füze taşıyan 12 savaş gemisi, 8 denizaltısı ile birlikte toplam 42 gemilik ve 25 bin kişilik asker sayısı ve  füze sistemleriyle başlı başına bir savaş üssü niteliğindeydi.

Ayrıca Theodore Roosvelt uçak gemisi, savaşa hazır ve nazır olarak bölgedeki diğer bir savaş üssü niteliğindeydi.

Bu kadarı da yetmiyordu. Petrol Körfezi’nde mevzilenen 5. Filo, 14 gemi, denizaltı ve 8 bin askeri personeli ile Petrol Körfezi’ni ve Akdeniz’in girişini denetim altına almıştı.

Ayrıca Hint Okyanusu’ndaki Diego Garcia askeri üssünde 350 civarında savaş uçağı hazır kıta bekliyordu.

Bunun anlamı şuydu: Ortadoğu petrol kaynakları ve nakil yolları ABD’nin denetimi altındaydı.

Bir başka anlamı da, bölgenin ve denizlerinin ABD savaş üssü haline geldiğiydi.

Yani şöyle diyordu ABD: Burada, bu bölgelerde, denizlerde her şey benimdir, benden izinsiz ve bana rağmen kimse bir şey yapamaz. İtiraz edenin enerjisini düğümlerim!

Aslına bakılırsa, bu bile, başlı başına savaş kışkırtıcılığının kendisiydi. Ama emperyalizm güce dayanıyordu ve güç kimdeyse efendi oydu!

Ancak bu, işin bir yönüydü. Diğer yönünde ise, diğer kapitalist, emperyalistler için böyle bir tahakküm, tek taraflı denetim, kabul edilebilecek, en azından sessizce kabullenilip boyun eğilecek, sonsuza dek katlanılacak bir durum değildi. Üstelik dünyanın en hızlı gelişmesinin ibresi Uzakdoğu’ya, doğu Asya’ya kaymış, en hızlı enerji talebi buradan gelmeye başlamıştı. Çin, Japonya, Kore, Hindistan, Tayvan gibi ülkelerin enerji ihtiyacı durmadan büyüyordu. Bu büyüme, aynı zamanda, petrole daha fazla bağımlılık, dolayısıyla petrol kaynaklarına bağımlılık demekti. Bunun ucu da, nihayetinde Amerika’ya dayanıyordu.

Şüphesiz yapılacak tek şey, yeni arayışlara girmek, enerji ihtiyacının karşılandığı kaynakları ve yolları çeşitlendirmek, uzun vadede enerji kaynakları üzerinde söz sahibi olmak, kısa vadede tek yere bağımlılıktan mümkün olduğunca kurtulmaktı. Elbette bu da, kesin çözüm, enerji ihtiyacında ve doğal olarak sanayi üretiminde tam bağımsızlık demek değildi, ama tek kaynağa ve ülkeye bağımlıktan çıkmak, en azından olasılık hesaplarını çeşitlendirmekti.

Üstelik yukarıda sözü edilen Uzak Asya ülkeleri, enerji kaynakları bakımından, daha doğrusu petrol ve doğal gaz rezervleri bakımından zengin değildi. Çin, petrol ihtiyacının küçük bir bölümünü kendi rezervlerinden karşılayabiliyor, bu rezervler de ağırlıklı olarak, rakiplerin sürekli kaşıdığı ve huzursuzluk merkezi haline getirdiği bölgelerinde bulunuyordu. Günlük ortalama 3,6 milyon varili kendisi üretirken, tüketimi 9 milyon varile yaklaşıyordu. Bu ise, günlük yaklaşık 5,5 milyon varil kadar bir açık demekti ve ihtiyacın ne kadar büyük olduğu ortadaydı. Asıl zenginlik kömürdeydi ve Çin, enerji ihtiyacının büyük bölümünü buradan karşılıyordu. O kaynak ise, çevre kirliliği yaratıyor diye, Çin’in sıkıştırıldığı noktalardan birisiydi. Öyleydi ki, son olimpiyatlar, Amerika ve Avrupa ülkeleri tarafından adeta Çin’in kömürle enerji üretimine karşı propagandaya çevrilmiş, petrol ve doğalgaza dönüş için zorlanmasının, baskı altına alınmasının paspaye bir aracı durumuna getirilmişti. O denli yoğun bir propaganda yapılmış, bu propaganda öyle “insani” objeler ve simgelerle desteklenmişti ki, söz konusu propagandacı ülkeler, sporcularını, ağızlarında oksijen maskeleriyle sokaklarda dolandırmaya kalkmış, hatta sporcularının bu ülkeye gitmekle sağlıksal sorunları yaşayabileceğini ileri sürerek, olimpiyatlara katılıp katılmamayı tartıştırmıştı! Ne kadar sporcu sağlığına önem veren, insan sağlığını önde tutan bir tablo değil mi? Sanki sporcuları hormonlayıp kendi çıkarları için sağlıksızlığa, ölümlere sürükleyenler onlar değilmiş gibi! Sanki adı amatör, kendisi profesyonel olan yarış sporlarında, uluslararası yarışmalara katılıp da doping kullanmayan bir ülke, bir yarış sporcusu kalmış gibi! İşi genlerle oynamaya kadar vardırmamışlar gibi! Bu bakımdan olimpiyatlar tartışılacaksa, bu noktadan tartışılması lazımken, her şeyi, ülkeleri, insanları, sporu ve sporcuları kirletenlerin, hava kirliliğinden şikayet etmesi ne kadar aşağılıkça! Bu tablo ve arkadaki amaçları görünce, masum gibi duran bir isteğin ardındaki asıl nedenler, insanın tüylerini diken diken edebiliyor. Ama zaten kendisini Kyoto anlaşmasına laf olsun diye imza koymaktan bile kaçınan, evreni her bakımından en çok kirleten, kimyasal nükleer bombalar üretip ülkelerin üstüne atan ve satan Amerika’nın çevreye bu kadar duyarlı oluvermesinde bir iş olduğu belli ve bunu da en masumane görüntülü olimpiyatlarda sahnelemesi, aslında her şeyin ne kadar kirletildiğinin göstergesi değil mi?

Bölgedeki diğer önemli gelişen sanayi devi Japonya ise, neredeyse petrole tamamen bağımlıydı. Bu yüzden de, bugüne kadar, ABD ile karşı karşıya gelmeden sessiz ve derinden gitmeyi yeğlemişti.

Bu durumda, enerji için, bu ana bölge dışında kalan daha az üretime sahip diğerlerini saymazsak, geriye Kafkaslar kalıyordu ve emperyalist kapışmanın yaşanacağı diğer önemli bir bölge, kaçınılmaz olarak burasıydı.

Hem petrol, hem doğalgaz rezervleri bakımından zengin olan bu bölge, aynı zamanda başka nedenler dolayısıyla da kapışıcıların gözlerinin daima üzerinde olduğu coğrafyadaydı.

Bir kere her ne kadar dağılmış, eski sosyalist birlik bütünlükten uzaklaşmış, halklar arasındaki barış, kardeşlik, paylaşım ve dayanışmanın, özgürlüğün yerini, haklar arası rekabet, sürekli bölgesel alt üst oluşlar, debelenmeler, daha fazla egemenlik, güç olma istekleri almış olsa, buna bağlı olarak emperyalist kamplara biat etme ya da ettirilme eğilimleri açıkça ortaya çıksa da, bölgenin lideri durumdaki Rusya’nın tarihsel kökleri, tarih boyunca oynadığı etkin rol, birikim, etkinlik öyle kolayca dağılacak, bir üfleyişte toz duman olacak zayıflıkta değildi.

Öte yandan da, bölge, stratejik olarak da, tam da dönemin gelişen bölgesi Avrasya’nın önemli yerinde ve geniş coğrafyada şu veya bu biçimde etkin ve denetim olanaklarına sahip olup, Asya ile Avrupa’nın tam ortasında, geçiş yolunda bulunuyordu.

Ve enerji sahaları, stratejik konum ve tarihsel etki gücü ve birikim bir araya geldiğinde, ortaya, öyle kolay burun kıvrılamayacak bir tablo çıkıyordu.

 

KAFKASLAR VE RUSYA

Elbette bu unsurlar, başta ABD olmak üzere diğer emperyalistlerin de gözünden kaçmıyordu. Aklı olan herkes tahmin edebiliyordu ki, dağılmanın ilk şoku, moralsizliği, güven bunalımı ortadan kalktığında, Rusya, bir biçimde daha aktif olabilmek adına harekete geçmek için daha fazla zaman kaybetmeyecekti.

Tam da bunun için, en başta ABD, Rusya’nın toparlanmasına öyle uzun boylu izin vermeyi hiçbir zaman düşünmeyecekti. Sıkışmış Rusya’yı daha fazla sıkıştırmak, alabildiği kadar teslim alabilmek, daha fazla yerlerde süründürmek için tekme üstüne tekme atacak, çelmeler takacak, rakibini dört bir yandan kuşatmaya çalışacaktı.

Nitekim öyle olmuş, ABD bazen direkt kendisi, bazen NATO, bazen AB veya Türkiye gibi ülkelerin egemen güçlerini devreye sokarak, yarma harekatına çoktan girişmişti. Çok uzaklara gitmeye gerek bile yok, örneğin ABD’nin şu an açık manevralar yaptığı, gidişatı şekillendirmeye çalıştığı, bölgesel karışıklıkları yürüttüğü Gürcistan, Azerbaycan gibi ülkelerin ordularının eğitiminde Türkiye önemli görevler almıştı. Bu ordular kime karşı eğitilmişti acaba?

Ama bu arada Rusya’nın başına Putin gelmiş, daha ilk günden daha aktif bir politika yürüteceğinin sinyallerini verip, en azından şimdilik bölgesel, ama daha sonra toparlandıkça daha geniş sahalarda, dünya yüzeyinde güç olmaktan vazgeçmeyeceğini ilan etmişti.

Bu sırada bir şey daha olmuştu; Amerika Irak’ı işgal etmiş, bölgedeki en önemli petrol kaynaklarını kendi açısından güvenceye almış, savaş, bölgesel gerginlikler, İran üzerine yöneltilen tehditler, vurmasa da her an vuracakmış gibi yaratılan hava, spekülatif tezgahların güçlü bir ayağı olarak devreye girmiş, petrol fiyatları tarihte görülmemiş biçimde yükselmişti.

Şüphesiz, petrol üzerinde ana kontrolü elinde tutan ABD, İngiliz petrol tekelleri için bu istenmiş, yaratılmış bir zaferdi. Ve bu vesileyle, Irak işgaline yönelik Amerikan ve İngiliz petrol ve silah tekellerinin aşırı isteklerinin nedeni daha somut olarak gözler önüne seriliyordu.

Nitekim petrol şirketleri tarihlerinde aklına bile getiremeyecekleri düzeyde kârlara erişmişler, en çok kazanan sektörler listesinde en başa geçmişlerdi. Hatta öyle olmuştu ki, aşırı para kazanmaları diğer sektördeki aktörlerin tepkisini çekip eleştiriler başlayınca, kendilerini savunma durumunda kalmak gibi komik bir durum yaşanmıştı Amerika’da.

Öyle paralar kazanılmıştı ki, son dört-beş senelik dünya kapitalist siteminin nispeten istikrarlı döneminde bu bol paranın büyük katkısı olmuş, para bolluğu, bağımlı ülkelere yüksek faizlerle borç olarak akıtılmış ya da o ülkelerin en değerli kaynakları, işletmeleri, bankaları ele geçirilmiş, bu ülkeler daha fazla borçlandırılmış, sanki o ülkelerde de ekonomi istikrara girdi, gelişme oluyor havası yaratılmıştı. Ama bu süpekülasyona, vurguna, aşırı üretime dayanan “parlak” günler, aynı zamanda yakın büyük krizin de habercisi ve garantisiydi.

Gelişme rakamlarının şişirildiği son dört beş yıllık dönemde, aslında şöyle geriye bakıldığında, en yakın örnek olarak Türkiye’de olduğu gibi, toplam borçlar birkaç misli artmış, bu arada ülkenin en değerli kaynakları, işletmeleri, bankalar vb. elden gitmiş, geriye borç içinde batık bir iskelet kalmıştı. Ve bütün bu tablo, “çok parlak bir büyüme ve kalkınma rakamları”yla” pazarlanmıştı! Öyle büyük ve muhteşem bir “kalkınma”ydı ki bu, memleketin ya da genel olarak yoksul ülkelerin en değerli varlıkları elden gitmiş, taşı toprağı satılmış ya da rehin edilmiş, borçları birkaç yıl önceye göre dört misli katlanmış, ödenemez duruma gelmişti. Satılanlardan gelen paralar ise, yeniden borç ödemeye ve müteahhitlik işlerine, yollara, köprülere, yüksek gökdelenlere yatırılmış, bir başka deyişle, asıl olarak üretken olmayan sermaye olarak “değerlendirilmiş”ti. Tüm bunlara karşın, dünyada birkaç sektör aşırı kârlanmış, petrol ve silah tekelleri vurgunu vurmuştu.

 

RUSYA-AVRUPA İLİŞKİLERİ

Fakat hayat tek taraflı işlemiyordu elbette. Amerikan-İngiliz petrol şirketleri, silah üreticileri, dev bankalar, aracı kurumlar paraları koyacak yer bulamaz, keyifle göbeklerini kaşır, dişlerini parlatıp yeni avlar peşine düşer ve de bol keseden krediler dağıtıp, “hava”dan para peşine düşer ve aşırı üretim dizginsiz hal alırken, elde olmayan başka bir şey oluyordu, kaçınılmaz olarak. Düşman safta gördükleri Rusya, İran gibi enerji kaynakları zengin ülkeler de, bu vurgundan paylarını alıyordu.

Böylece iskelete döndü dedikleri Rus ekonomisi canlanıyor, parasal bolluktan aslan payını alıyor, çok uzun zaman kendini toparlayamaz denilen ülke, hızla toparlanıyordu. Bu durum, aynı zamanda, Putin’in işini içte ve dışta kolaylaştırıyor, enerji kaynakları üzerinde söz sahibi olmanın avantajıyla, ABD’ye karşı, başka ülkelerle manevra yapma olanağı yaratıyordu.

Nitekim bir yandan AB ile yakınlaşan ilişkiler, enerji anlaşmaları, diğer yandan Şanghay İşbirliği Örgütü, federasyon içersinde değişik ülkelerle yapılan ticari, askeri, ekonomik işbirliği anlaşmaları vb., bu amaca yönelik adımlardı.

AB ile özellikle son dönemde geliştirilen enerji anlaşmaları, bu yakınlaşan ilişkilerin göze çarpanıydı ve genel olarak söz konusu ilişkilerin temelini enerji meselesi oluşturuyordu. Yunanistan üzerinden İtalya’ya ulaşacak boru hattı ve diğer alternatif hatlar, projelerde bizzat Almanya’nın aktif olarak rol alması, bu ilişkinin en göze çarpanıydı. Elbette bu projenin içersinde Gürcistan’da önemli bir role sahip gözüküyordu; ama yılların kurtları, AB’nin koçbaşları, bu işin Rusya’ya rağmen olamayacağını iyi biliyor, Rusya ile karşı karşıya gelmekten, ona rağmen oyunlardan özenle kaçınmaya çalışıyordu.

Nitekim bunun en çarpıcı örneklerinden birisi, son Gürcistan olayında İtalya’nın tavrıydı. Malum, İtalya son dönemlerde Amerika’nın sözcüsü gibi hareket eder olmuştu. Hatta ABD’nin Avrupa Birliği içersindeki manevra, harekat ve operasyonel girişimlerde İngiltere ile İtalya başı çekiyordu. Ancak, son Gürcistan olayında İtalya’nın sesi çok fazla çıkmamış, yaygara yapmadığı, olayı birkaç diplomatik mesajla geçiştirdiği, Almanya ve Fransa’dan ayrı hareket etmediği görülmüştü. İşte bunun başlıca nedeni, Gürcistan’ın karşısında Rusya olması ve son dönemde girişilen enerji koridoru anlaşmaları idi.

Elbette Avrupa ile Rusya arasında hızla gelişen diğer ticari ilişkilerin payını, Avrupalı tekel ve dev şirketlerin bu bölgede büyük yatırımlara girişmelerini de, bu tabloya eklemek gerekmektedir. Sonuçta, devasa boyutta ticari ilişkiler tablosu gözümüzün önüne gelir. Avrupa’nın bu tabloyu kolayca elinin tersiyle itmesinin çok zor olduğu da anlaşılabilir. Ayrıca bütün enerji ihtiyacının ABD’nin denetimde olmaktan şikayetlenen Avrupa’nın, bu alternatif ve önemli güzergahı bir anda elinin tersiyle itmesi mümkün olmadığı gibi, böyle bir niyeti de yoktur. Tersine o, alternatif güzergahları çoğaltmak peşindedir.

 

ŞANGHAY İŞBİRLİĞİ ÖRGÜTÜ

Rusya, Çin, Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan tarafından kurulan bu örgüte Özbekistan katılmıştır. İran, Moğolistan, Hindistan, Pakistan ise, şimdilik gözlemci statüsünde katılmaktadır. Örgütün başını ise, Rusya ve Çin çekmektedir. Değişik çevrelerce her ne kadar NATO’ya karşı kurulduğu öngörülmesine rağmen, şimdilik NATO’ya alternatif olabilecek güçten yoksunsa ve ABD ile sıcak bir çatışma peşinde koşuyor gözükmekten kaçınsa da, taraflar arasında yapılan anlaşmaların içeriği de göstermektedir ki, bu örgüt, sadece ticari değil, esas anlamda siyasi ve askeri bir işbirliği örgütü görünümündedir. Çünkü imzalanan anlaşmaların temelindeki, “bölgedeki ‘terörist ayrılıkçı faaliyetlere karşı’ birlikte hareket etme” vb. gibi özetlenebilecek maddeler dikkate alındığında, niyet apaçık ortadadır.

Yine Çin, enerji ihtiyacı için, Rusya ve Kazakistan ile işbirliği yaparak, buralardan alınan petrol ve doğalgaz’ın Pasifik’e taşınması için harekete geçmiştir. Projenin yanında, arkasında, bazen açıktan bazen çekingen de olsa, Japonya, Kore, Singapur gibi ülkeler de bulunmaktadır. Şüphesiz Çin için, bu, tek kutuplu bağımlılıktan birkaç kutuplu bağımlığa geçiştir, ama yarın öbür gün dengeler değiştiğinde, bu kez, bu iki ülke “kafa kafaya” gelecektir. Ve böylece, bir kez daha emperyalist savaş ve kavgaların nedeninin hegemonik mücadele, yeraltı ve üstü kaynaklarına sahip olmanın olduğu tüm açıklığıyla ortaya çıkmaktadır.

Son Rusya-Gürcistan olayı sonrasında ŞİÖ bir kez daha toplanmış, ama toplantıdan ABD’ye karşı sert bir ses çıkmamıştır. Zaten çıkması da düşünülemezdi. Çünkü ne Çin, ne diğerleri henüz ABD ile “kafa kafaya” gelecek bir pozisyon içersinde değillerdi. Onların bugün ihtiyacı olan, gelecekteki daha sıcak dönemlere hazırlanmak, mevziler tutmak ve şu geçiş dönemini nispeten kavgasız, ABD ile karşı karşıya gelmeden atlatmak, toparlanmak ve ilerleme sürecini geliştirmekti. Şüphesiz bu yolun sonunda, kaçınılmaz olarak ABD ile karşı karşıya gelinecek, askeri seçenek ön plana çıkacaktı, ama o an, şimdiki an değildi. Bundan dolayıdır ki, ŞİÖ’den daha sert, “kılıçları çeken” bir tutum beklenemezdi. Nitekim öyle oldu, yumuşak bir geçiş yapıldı.

Çin’in bu konuda, ama esas olarak Güney Osetya ve Abhazya’nın bağımsızlık ilanına sessiz kalışı ve açık destek vermemesine başka bir neden olarak, Tayvan sorunu gösterilebilir. Çin’in başında Tayvan sorunu vardır. Uzunca bir süredir Tayvan’ın bağımsızlığı meselesi gündemde tutulmakta, ısıtılıp ısıtılıp Çin’in karşısına getirilmekte, Çin ise Tayvan’dan vazgeçmeye yanaşmamaktadır. Güney Osetya ve Abhazya’yı tanımaya kalkışması halinde, önüne Tayvan’ın bağımsızlık sorununun sürüleceğinden adı gibi emindir. Bu yüzden de, Çin, ABD ve İngiltere’nin onaylamadığı bağımsızlık meselelerine şimdilik ilgi gösteremeyecek kadar sıkıntıdadır. Üstelik Tayvan meselesine ilaveten uzun süredir rakipleri tarafından kaşınan ve içerden faaliyet sürdürülen Uygur Özerk Bölgesi vardır ki, buradaki mikserin parçalarından birisi de Türkiye yönetimleridir.

Ancak ŞİÖ’nün şimdiki bu tavrına bakıp, bundan sonra da her şeyin böyle gideceği anlamı çıkarılamaz. Yarın-öbür gün, taraflar kendilerini daha hazır hissettiklerinde, mevzileri tahkimi sağladıklarında ve nihayetinde o kaçınılmaz gün geldiğinde, şüphesiz başka dilden konuşacaklardır. Ne de olsa bu örgüt süs için, arada bir toplanıp hasbıhal etmek için kurulmuş bir örgüt değildir. Karşılıklı saflaşmaların sonucu ortaya çıkan bu örgütler, yarınki kapışmaların ön habercisi, başka bir deyişle sert ve kapsamlı kapışmaların ön hazırlıklarından başka şeyler değildir.

 

NEDEN ŞİMDİ, NEDEN GÜRCİSTAN

Bu çerçeveyi çizdikten sonra, “neden şimdi, neden Gürcistan” sorusu daha kolay ve anlaşılır bir yanıt bulmaktadır.

Rusya ve Kafkaslar, dünyanın enerji kaynakları bakımından en zengin bölgelerindendir. Buraya sahip olan, egemenlik kuran, etkin rol kapan, hem kendine daha güvenli bir gelecek sağlamakta, hem de rakipleri üzerinde önemli bir avantaja, üstünlüğe ve şantaj silahına sahip olmaktadır.

Bu bölge, aynı zamanda Petrol Körfezi’ne karşı güçlü bir alternatif olup, ABD’nin enerji tahakkümü, şantajı altında olanlar için dayanılmaz bir cazibe merkezi, enerji yollarını çeşitlendirme sahasıdır.

Aynı zamanda, burası, enerji kaynakları deposu olduğu kadar, yeri ve konumu itibarıyla Avrupa ile Asya’nın ortasındaki karargah gibidir ve olağanüstü stratejik öneme sahiptir.

Dişleri dökülmüş gibi sunulan Rusya, tarihsel birikiminin yanı sıra petrol fiyatlarının muazzam yükselmesinin etkin katkısıyla, bakıma alıp çürükleri elden geçirdiği, dolgu yaptırdığı ve uçlarını keskinleştirdiği dişlerini göstermiş, silkinmiş, kendine gelmiş, şimdilik gücü oranında, dişine göre olanları ısıracağını, henüz ısıramayacaklarına da yeni dişleri, yani ısırma potansiyelini göstermiş, eski, bölgesel güç konumu için kolları sıvamıştır. Üstelik, onun, işe sıfırdan başlamak gibi bir pozisyonu yoktur. Bölgenin en eski ve uzmanlaşmış merkezidir, bölgede kendisine çok sayıda dayanak vardır ve Amerika’dan çok daha büyük avantajlara sahiptir.

Tekrar toparlanmaya başladıktan sonra, askeri, diplomatik, ticari ataklara girişmiş, ŞİÖ’nün kurulmasında etkin rol oynamış, Çin ile ilişkileri geliştirmiş, AB ile yakınlaşmıştır.

Buna karşın ABD, bölgede hiç boş durmamış, yıllardan beri süren kuşatma, yarma, içerilere sızma, iç karışıklar çıkarma, bölgede istikrasızlığı egemen kılma oyunlarını sergileyedurmuştur. Kendine göre en zayıf halkalardan işe başlamış, Çeçenistan atakları sürerken Azerbaycan içlerine dalmış, buradan Rusya’ya karşı hamlelere girişmiş, NATO’yu devreye sokmaya çalışmış, aynı zamanda buradan nüfusunun bir bölümü Azeri olan İran içlerinde Azerileri kışkırtma ve örgütleme faaliyetleri yürütmüş, bu faaliyetlerde ünlü Amerikan kontr-gerillacı Albay Oliver North bizzat kurucu ve örgütleyici görev yapmış, kışkırtıcı “Özgür ve Bağımsız Azeri Kurtuluş Radyosu”ndan İran Azerilerine dönük “insani yayınlar” yapılmıştı. Yani özel kuvvetlerin eğitimine, bunların İran içlerine sızdırılmasına, radyodan başlayıp propaganda faaliyetlerinin çeşitlendirilmesine kadar hiçbir fedakarlıktan kaçınılmamıştı!

Hesapta Azerbaycan’ın NATO’ya katılması vardı. Ama son anda Azerbaycan NATO’ya hemen girmeye çekince koymuş, böylece bölgedeki dengeleri göz önüne alacağını hissettirmişti.

Hiç şüphesiz bu süreçte, ABD’ye, buralarda daha etkin olabilmek ve daha kısa yoldan giriş yapabilmek için yardımcı kuvvetler, yatakçılık yapacaklar lazımdı. Aranan kan ise Türkiye’de mevcuttu.  Ve o mevcutlu Türkiye yönetimleri, ABD’nin bu bölgedeki en yakın operasyonel destekçileri, karanlık operasyonların aktif taşeronuydu. Elbette onlar bunu, Amerika için değil, “ Birleşmiş, Kaynaşmış Büyük Türki Dünyası” için yapıyorlardı!

Gerçi Büyük Türki hayallerinden daha büyük hayallere ve realiteye sahip olan Amerika, zamanı geldiğinde büyük Türki hayallerinin kıçına tekmeyi basıyor, Türkiye’nin emperyal heveslerine teskereyi verip gönderiyordu! Ama olsundu! Onlar büyük Türki dünyası için çarpışmaya devam edeceklerdi! Nerede ihtiyaç varsa oraya koşacaklar, Bugün Çeçenistan’da, Azerbaycan’da, yarın Uygur Özerk Bölgesi’nde, ihtiyaca uygun mevkilerde mevzileneceklerdi!

Mesela Azerbaycan ve Gürcistan’da da biraz böyle olmuş, Amerika, Azerbaycan ve Gürcistan ordularının eğitimini Türkiye vermiş, sonra iş yoluna koyulunca, görevi kendisi almış, “Gürcü vatanseverler” Irak’a eğitime götürülüp eğitilmişler, Rusya ile çarpışma sırasında geri gönderilmişlerdi! Emperyal hevesleri hüsrana uğrayan Türkiye’ye ise, ikinci bir ihtiyaç emrine kadar evine yollanmıştı.

Amerika’nın diğer yoğun bir şekilde içeri daldığı ülkelerden birisi de Ukrayna idi. “Kadife”ydi, “turuncu”ydu derken, Amerikan maşası yönetimler başa geçirilmiş, Gürcistan, Ukrayna, Azerbaycan hattında giderek genişleyecek bir platform öngörülmüştü.

Gürcistan’da, Amerika’da yetiştirilip atanmış bir yönetici olan Şaakvişvili iktidara getirilmişti. “Genç, atak, cesur, gözü kara ve özgürlükçü lider” olarak takdim edilen Şaakvaşvili, başından itibaren “özgürlük-bağımsızlık” adına, ama ABD’ye bağlanmak ve bölgeyi ateş hattına çevirmek için provokatif rol sütlenmişti. Varlık nedeni Amerika idi ve bütün eylem planı onun tarafından düzenlenmişti. AB ile ilişkilerde de, devamlı Rusya’nın arkasından dolanan bir işlev üstlenmişti. Şüphesiz birkaç dalda oynamayı seven, ABD’nin zayıflamasını, ama aynı zamanda Rusya’nın da güçlenip karşılarına çıkmasını istemeyen Avrupa için de iyi ve kullanabilir bir nesneydi Şaakvaşvili’nin varlığı. Bunun için, Gürcistan’ın içinde bulunduğu enerji hattı projeleri planlanmıştı. Ama Avrupa bunu yaparken, kartlarını dikkatli oynamayı yeğliyor, Rusya ile direkt karşı karşıya gelmekten ince kıvırmalarla kaçınıyordu. Çünkü eğer alternatif enerji güzergahları peşinde koşuyor, belalısı ABD’nin zayıflamasını istiyorsa, başka çaresi yoktu.

Diğer yandan Şaakvaşvili, acil olarak NATO’ya katılmak istiyor, ABD de, bunun için AB’ye bastırıyordu.

NATO’ya girmiş bir Gürcistan, hem Şaakvaşvili hem ABD için iyi bir güvence olacak, daha rahat hareket edilebilecekti. Ancak Avrupa, yani başta Almanya ve Fransa, Güney Osetya ve Abhazya sorunlarıyla başı dertte bir Gürcistan’ı içeri almaya şimdilik çok istekli değildi. Çünkü bu sorunlarla içeri gelen bir Gürcistan, Güney Osetya ve Abhazya meselesini NATO meselesi haline getirecek, olası bir Gürcistan-Rusya kapışmasında otomatikman NATO ve dolayısıyla Avrupa, Gürcistan yanında Rusya’ya karşı devreye girmek zorunda kalacaktı.

Bu ise, Avrupa’nın işine gelmez, ABD’nin ise memnuniyetle gelirdi.

Diğer yandan seçimler yaklaşıyor, Şaakvaşvili hızla puan kaybedip, etkiliğini yitiriyordu. Seçimleri kazanabilmesi, ancak dış destek ve yeni agresif hamlelerle mümkündü, dolayısıyla NATO’ya girmeye muhtaçtı. Ancak ABD, Avrupa, NATO desteğiyle ayakta kalabilir gözüküyordu.

Diğer taraftan, Ukrayna’daki son gelişmeler, ABD için hiç de iyi sayılmazdı. Genişlemeyi umarken, eldekileri kaybetmek de vardı.

Nitekim Gürcistan olayından hemen sonra, İngiliz Dışişleri Bakanı Milibend Ukrayna’yı ziyaret etti ve Rusya’ya karşı koalisyon oluşturma konusunda mutabakata varıldı.

Ardından Dick Cheney Ukrayna’ya koştu.

Bu girişimler, Gürcistan’a destek olduğu kadar, Rusya’nın Gürcistan’a indirdiği kararlı yumruğun Ukrayna’da yarattığı moralsizliği, çekingenliği, tedirginlik ve kararsızlığı aşmak için planlanmış destek ve “gaz verme” ziyaretleri olarak da nitelendirilebilirdi.

Ancak yine de Viktor Yushchenko’nun durumu sallantıda. Başında bulunduğu koalisyon çöktü. Yakında seçimler var ve Yushchenko’nun kazanması zor görülüyor. Yushchenko, bu manevralarıyla seçim için destek arıyor.

Ama elbette iş Yushchenko’nun istekleri ile bitmiyor. Çünkü, Ukrayna halkının büyük çoğunluğu NATO’ya açıkça karşı.

Ayrıca Ukrayna’nın batısında Yushchenko etkinken, doğu ve güney bölgeleri ise Viktor Yanukoviç’in yanında ve doğu ve güney bölgeler ayrılmayı da talep ediyor. Üstelik zenginlik de bu bölgelerde.

Gürcistan olayları söz konusu olunca, en çok Kırım Yarımadası ve buradaki –Yushchenko’nun tartışma konusu ettiği ve kapanmasını istediği– Rus deniz üssü gündeme getirildi. Ancak işler, ABD ve yanlıların sunduğu kadar basit değil elbette. Çünkü Kırım’ın nüfusunun yüzde 60’tan fazlası Rus… Üstelik Rusya, Kırım’ın kendisinin olduğunu iddia ediyor ve burayı istediği gibi denetimi altında tutup kullanıyor.

Görüntüye bu pencereden bakınca, Şaakvaşvili’inin neden şimdi harekete geçtiği, neden Gürcistan’ın koçbaşılık yaptığı daha kolay anlaşılabiliyor.

Şaakvaşvili, ABD tarafından güdümlü bir uyduydu, NATO desteği, kendi geleceği, güvenceler vb. için bu işi yapmaya mecbur bırakılmış, yani başka bir ifadeyle, Amerika, çıkarları ve hegemonik amaçları için ilk kurşunu atmıştı.

Yoksa bazılarının demeye çalıştığı türden bir “hesapsızlık”, “gözü karalık” gibi bir durum yoktu.

Ya Amerikan çıkarları için ileri çıkacak ya da “tası tarağı toplayıp” yalnızlığına ve geleceksizliğine teslim olacaktı. Ama o kadar yaptığı şeyden sonra, öyle rahat rahat köşesine çekilemezdi elbette.

Amerika’nın bir diğer hesabı oydu ki, eğer burada bir çıkış noktası yakalanabilirse, Ukrayna ve Azerbaycan da işin işine katılabilirdi. Azerbaycan’ın başına bir Karabağ sorunu sarılmış, oradan Rusya, buradan ABD kurcalayıp duruyordu ve bu alan, aynı zamanda, Ermenistan’ın saflara tam kazanılması mücadelesinin ön arenası idi.

Gürcistan çıkışında, hesapların içersinde olan diğer bir nokta da, AB idi. AB ile Rusya yakınlaşıyor, enerji köprüleri kuruluyor, AB yeni alternatif yollarla ABD’ye olan bağlılığı nispeten azaltmaya çalışıyordu.

Gürcistan’ın ABD yönlendirmeli bu çıkışı, aynı zamanda, AB’ye karşı bir nota, ayağını denk alması, işi fazla ileriye götürmemesi için verilmiş bir mesaj olarak da değerlendirilebilir kuşkusuz. Böylece ABD, Şaakvaşvili maşasıyla, AB’ye Rusya ile ilişkilere fren koyması, iki taraf arasında seçim yapması –aslında kendisi ile Rusya arasında seçim yapması– ikazını yapmıştır.

Nitekim Gürcistan-Rusya kapışmasının ilk günlerinde, Avrupa olaylara direkt cepheden atlamamış, bir-iki diplomatik klasik açıklamanın dışında çok tarafgir yaklaşmamış, ancak sonradan, ABD’nin baskısı ve tavır almaya zorlamasıyla sesini yükseltmiş, işin içinde olduğu mesajlarını vermiş, ama bu durumda bile, dengeli ve oldukça diplomatik bir dil kullanmaya özen göstermiştir. Bu tavır, Amerika’dan kopmamış görünen, onu kızdırmamaya dikkat eden, ama tam karşı cepheden Rusya ile de ipleri kopartmayan, hatta bir noktaya kadar gidip, onu kızdıracak söylemlerden kaçınan bir ince çizgide gelişmiştir.

Gürcistan’ın çıkışındaki bir başka hesap, askeri açıdan bilinen bir taktik uygulama olarak kendisini hissettirmektedir. Bu taktik, rakibin gücünü, silahlarını, askeri yeteneklerini, son durumunu pratikte görme ihtiyacıdır. Aynı zamanda, kararlılık ve cesaret yoklamasıdır.

Rusya’nın toparlandığı biliniyordu. Putin’in çıkışlarından askeri anlamda da toparlanıldığı izlenimi tüm dünyaya yayılıyor, üstelik Putin yeni gelişkin füze sistemlerinden, şimdiye kadar üretilmemiş bombalardan bahsediyordu. Bu ne kadar gerçekti? Restorasyonun ardından Rus ordusunun en çok yara alan, deformasyona uğrayan kurumlardan birisi olduğu biliniyordu. Ordu silahlarının, toplara, helikopterlere varıncaya kadar, hem de filolar halinde nasıl satışa sunulduğu, depoların, ambarların nasıl boşatıldığı, cephaneliklerin nasıl yağmalandığı filmlere kadar konu olmuştu. Peki, son durum nasıldı acaba? Askeri yetenek ne düzeydeydi? Harekât ve manevra kabiliyeti nasıldı? Silah ve mühimmat durumunda gelinen son nokta hakkında bir fikir edinilebilir miydi? Putin’in meydan okuyan ve kendisine güvenen nutuklarının arka planı nasıldı?

Gürcistan’ın bu çıkışına, ABD’nin bu tür yoklama hesaplarını dahil etmek yerinde olur. Çünkü askeri taktiklerde bunlar her zaman vardır.

Ama harekatın ardından, Rusya’nın askeri açıdan da toparlanmış olduğu, hızlı harekat kabiliyetine eriştiği, kararlılık bakımından da kendini kanıtladığı söylenebilir.

Son gelişmelere Rusya açısından bakıldığında, kısa vadede kârlı çıktığı belirtilebilir. Uzun vadeli hesaplamaları ise, zamana bırakmak doğru olandır.

Bir kere, Rusya, kararlığını ve gücünü gösterme fırsatı bulmuş ve bunu iyi değerlendirmiştir. Bölgedeki ülkelere “ben hâlâ bölgenin en güçlüsüyüm, ayağınızı denk alın” mesajını açıkça vermiştir. Buradan, Azerbaycan, Ukrayna gibi ülkelerin çıkartacağı dersler olmuştur. En azından ABD yanlıları üzerinde bir baskı unsuru olmuş, öyle rahat hareket edemeyeceklerini göstermiş, kararsızlar üzerinde ciddi bir ağırlık koymayı başarmıştır Rusya, yandaşlarına ise moral ve güven vermiştir. Aynı zamanda, AB’nin koçbaşlarına, bölgede kendisine rağmen öyle uzun vadeli hesaplar yapılamayacağını bir kez daha hatırlatmıştır.

Ancak, yine de Rusya, koşulların ve işi daha ileriye götürüp çatışmayı genişletmenin kendisine fayda sağlamayacağının, şimdilik o aşamada olmadığının da farkındadır. Şimdi ona en gerekli olan şey, zamandır.

Nitekim kapılarını yabancı sermayeye açan, uluslararası işbirliklerine giden Rusya’ya, finans kuruluşlarının, tekellerin bir yanıtı olmuş, birkaç günde ülkeden çekilen 17 milyar dolarla piyasalar sarsılmış, borsa tepetaklak aşağı yuvarlanmış, ekonomik göstergeler aşağı doğru seyre geçmiştir.

Eh, kapitalist dünyada yarışan, ayıyla yatağa giren pençeleri göze alacaktır elbet. Emperyalist kapitalist tekeller de, böylece Rusya’ya mesajı vermiş, “haddini bilme” uyarısını yapmıştır.

 

TÜRKİYE’NİN DURUMU

Şüphesiz Rusya-Gürcistan kapışmasından, coğrafi konumu, bölgedeki grift ilişkileri ve ekonomik bağlantı ve bağımlılıkları bakımından gelişmelerden en çok başı ağrıyacak ülke Türkiye idi.

Birincisi, Türkiye, Rusya’nın yakın komşusu, onun Akdeniz’e iniş yolu üzerindeydi. Öte yandan da, NATO üyesi, ABD’nin en yakın müttefikiydi.

Ayrıca zaman zaman içinde emperyal hevesler kabarıyor, boyundan büyük işler yapmaya kalkışıyor, elini kolunu bölgeye uzatıyor, karanlık işlerin aktörü oluyordu.

Gürcistan, Azerbaycan, Çeçenistan, Özbekistan vb.’ne kadar, pek çok ülkede sızma harekatları yapıyor, derin devlet denilen devletin kontr güçlerinin bölgesel ayakları aktif bir şekilde faaliyet gösteriyordu. Ergenekon olayında bile basına küçük çapta sızdığı gibi, bölgede, silahtan uyuşturucuya, değişik türden örgütlenmeler ve çalışmalar içersine giriliyor, her türlü karanlık ilişkinin merkezinde görev yapılıyordu. Hatta denilebilir ki, direkt veya dolaylı olarak ABD’nin bu ülkelerde ileri karakolu gibi çalışılıyor, kanallar açılıyor, ilişkiler sağlanıyor, “mayın tarama bölüğü” işlevi görülüyordu. Elbette bu operasyonel işlerde kendine yontma da oluyordu.

Ancak Rusya durumun pekala fakındaydı, zaman zaman Türkiye’yi sert biçimde uyarıyordu.

Bölgedeki operasyonların bir başka ayağı da Fethullah tarikatıydı. Okullar aracılığıyla içte faaliyet gösteren, bu ne olduğu bilinen ağlak suratlı adamın başındaki teşkilat, bölgedeki yarma ve Amerikancı yayılmacı ayağının önemli unsurlarından birisiydi. Ve nitekim Rusya, bu okulların CIA’nın uzantısı olduğunu söyleyerek, faaliyetini yasaklamış bulunuyor.

Bir yandan bunları yapan Türkiye, bir yandan da Rusya ile ilişkileri iyi tutmaya çalışıyordu. Çünkü enerji açısından hem zorunluluk vardı, hem de Rusya ile ticari ilişkiler gelişmiş, büyük rakamlara ulaşmıştı.

Öyle ya, ticaret denilen şey, uluslararası ilişkiler için hem satın alma, yanına çekme, hem rüşvet, hem de baskı ve şantaj aracı niteliğinde işlev görmüyor muydu? Türkiye, doğalgazının yüzde 65’inden fazlasını Rusya ve Kafkaslardan alıyordu. Buna karşın, bu ülkede ve çevresinde müteahhitlik, gıda, tekstilde önemli işler almış, büyük gıda ihracatı yapıyordu. Rusya’ya olan ihracat, toplam 10 milyar doları bulmuştu. Bunlara ilaveten, Türkiye turizminin motor gücü bu ülkelerden gelen turistlerden oluşuyordu.

Diyelim Rusya Türkiye’den gelen gıda ürünleri üzerinden hafif bir yoklama yaptı, iş yavaşlattı. Gümrüklerde bir anda binlerce TIR’lık kuyruklar oluşuyor, mallar çürümeye başlıyor, depolar dolup taşıyor, ürünler üreticinin elinde kalıyordu. Rusya’nın veto etmesi halinde milyarlarca dolarlık inşaat işleri elden giderdi.

Bu yüzden de, Rusya ile “kafadan” karşı karşıya gelmek, Türkiye için istenilecek bir hadise değildi.

Ayrıca bu hükümet yakınlarının bölgede önemli işleri vardı ve bu işlerin bir bölümüne bizzat ülkenin en tepesindekiler aracı olmuş, iş bağlamışlardı!

Öte yandan, Rusya güçlü bir komşu idi. “Kafa kafaya” gelmek, öyle gözü kapalı biçimde göze alınacak bir şey değildi.

Ama bu tarafta da Amerika vardı. O da, domates, patlıcan biber, satıp, don gömlek ihracat etti diye bir müttefikinin kendisine sırt dönmesini kabul edemezdi. İstekler ve beklentiler “fanila don satmak”tan büyüktü. Müttefiklik, “fedakarlık”, Amerikan çıkarları için mücadele gerektirirdi. Yoksa paşa, asker, sivil hükümet, medya dengeleri değişebilirdi!

Bu arada, Gürcistan-Rusya kapışmasında, Türkiye tarafında ikinci bir Şaakvaşvili vakası yaşandı. Bakan Kürşat Tüzmen, Rusya’nın ticari engellemesine karşın, kısasa kısas yapılması çıkışını yaparak, politika ve dış ilişkiler konusunda ne kadar “dahi” bir yetenek olduğunu kanıtladı! Üstelik gözlerinin önünde Şaakvaşvili çıkışı ve ardından Rusya’nın ona dersini vermesi yaşanmışken… Tüzmen, bu işi, mayoyu çekip denize atlamak, kaya diplerinde zıpkınla balık peşinde koşturmak sanmış olsa gerekti, ancak yine de, bu çıkışıyla kendi istikbaline de noktayı koymuş, kendi ipini çekmiş oldu. Rusya ile bu derecede ileri ticari ilişkileri olan, enerji konusunda bu derece bağımlı Türkiye’de, seçimlerden sonra, eğer bu hükümet hâlâ işbaşında kalırsa, “ikinci” bir garip Şaakvaşvili vakası olan balıkadam Tüzmen’in yeni hükümette en azından Rusya tarafından istenmeyeceği ortadadır.

Öte yandan, Türkiye, bölgedeki ilişki ve kamplaşmaların sonuna kadar içindeydi ve tarafını seçmişti.

Bakü-Tiflis-Ceyhan boru hattı… Bakü-Tiflis-Erzurum doğal gaz boru hattı devredeydi ve Rusya’nın gözü zaten Türkiye’nin üzerindeydi.

Üstelik yeni bir hat gündemdeydi ve ABD bunun için bastırıyordu: Kafkas-Ortadoğu-İsrail boru hattı…

Aslında bu hat, Türkiye egemenlerinin ve onların sözcülerinin “enerji üssü olduk” sallamalarının sonuydu. Bir anlamda, bölgesel pozisyonunu elinden alan bir plandı ve Türkiye, bu kez Amerikan ve İsrail ayağının basit bir taşeronu duruma düşüyor, hem Kafkaslar, hem Ortadoğu, hem de Hindistan-Çin bölgelerindeki her hesaplaşmanın içine direkt olarak giriyordu. Bir taşla, en kritik tüm bölgesel kapışmaların merkezine oturmak, az bir başarı değildi ve şimdi, bu başarılmak isteniyordu! Böylece NATO belasının yanına yeni büyük bir bela ekleniyor, ülke toprakları Amerikan İsrail taşeronluğuna kurban ediliyordu. Peki, Bakü-Tiflis-Ceyhan ve Bakü-Tiflis-Erzurum hatlarına yapılan onca milyon dolarlık masraf ne oluyordu?

Amerikan müttefiki, NATO üyesi olunca bunların lafı olmaz, hizmetkârlığın maliyet hesabı tutulmazdı!

Oysa son kapışmada, NATO üyesi olmanın ne büyük belalar taşıdığı yakından bir kez daha görülmüş, ileriki dönemde kaçınılmaz olacak büyük kapışmada Boğazların nasıl merkez olacağı bir kez daha ispatlanmıştı. Üstelik işler kızışınca, nispeten olağan zamanlardaki esnek politikalar sökmez, Amerika daha açık ve net biçimde hizmet için bastırır, NATO hizmetkarlığı zorunlu kılardı.

Diyelim, Gürcistan NATO üyesi oldu. Olası Rusya saldırısında, bu saldırı NATO’ya yapılmış sayılacağından, Türkiye’nin Gürcistan’ın yanında yer alması, mesela Boğazları Rusya’ya kapatması, NATO gemilerine sonuna kadar açması zorunlu olacaktır.

Bu durumda Rusya Türkiye kapışması, sırf Amerikan ve NATO çıkarları için karşımızda durmaktadır. Ve bunun adı da, emperyalizm emrindeki dış politikanın kaçınılmaz sonucudur.

Son olaylar bir kez daha göstermiştir ki, Türkiye’nin başı, NATO üyeliğinden dolayı her an ve her zaman derttedir. Ve bölge, bundan çok daha büyük olaylara, çatışmalara gebedir. NATO’dan çıkış olmadıkça, bu uluslararası oyunların parçası ve kurşun askeri olmak mecburidir.

 

BUNDAN SONRAKİ HESAPLAR VE SIKIŞTIRILMIŞ TÜRKİYE VE ERMENİSTAN İŞLERİ

Rusya çabuk ve kararlı hareket etti, Gürcistan’a “dersini” verdi. Peki bölge yatıştı mı? Ya da film buraya kadar mıydı?

Hiç şüphesiz böyle bir şeyi savlayabilmek için en azından cahil ya da aptal olmak gerekir. Enerji bu kadar önemliyken, emperyalizm kaynakları ve pazarları eline geçirmek için savaşırken, bundan başka da bir yolu yokken ve de Kafkaslar enerji deposuyken, bu oyunun burada duracağını söylemek aptallıktan başka nedir ki?

Tersine, Gürcistan’ın çıkışı ön yoklama niteliğindedir ve giderek derinleşecek bölgesel bunalımların, kapışmaların, hesaplaşmaların minik bir işaretidir.

Ne Amerika orada duracak, konumuna razı olacak ve ne Gürcistan, Ukrayna, Azerbaycan, Ermenistan üzerine hesaplarından vazgeçecek, ne de NATO üyeliğinden mahkum Türkiye geri duracaktır.

Üstelik dünya emperyalist kapitalist sitemi bir kez daha bir devrevi büyük krizin eşiğindeyken, ekonomik bunalım kapıya dayanmış, çıkış için yeni kaynaklar, yeni pazarlar, yeni hegemonya alanları gerekliyken, bölgenin sükûna kavuşacağını düşünmek, bu işlerden hiç anlamamak, kapitalist sistemi hiç tanımamak ya da işi saptırmak demektir.

Oysa sükûn bir yana, işler çok daha fazla kızışacaktır.

NATO üyeliğiyle, Boğazlar ve Karadeniz üzerinden Türkiye ateşin ortasındadır.

Bağımsız Abhazya’yı kazanmak, Batı’nın yanına çekmek, en azından içerde sorunlar çıkartmak için, bu ülke ile yakın ilişkiler nedeniyle, ABD tarafından Türkiye’ye aktif görev verilebilir. Ne de olsa Türkiye, yıllardır buralarda derin ilişkilere sahiptir, birikimi vardır! Eğer böyle olursa, Çeçenistan işinde olduğu gibi, Türkiye, Rusya ile bir kez daha karşı karşıya gelebilir.

Peki, Türkiye hükümetinde birden kabaran Ermenistan aşkına ne demeli?

Öyle ya, Gül’ün bundan beş-on sene önceki konuşmalarına bakınca, içinde nasıl bir Ermeni düşmanlığı beslediği açıktır. Peki, ne olmuştu da Gül birden değişmiş, maçı bahane ederek Ermenistan’a koşmuştu! Gül ve onun nezdinde hükümetteki bu ani “halkların kardeşliği” sevdasının nedeni neydi acaba? Beş-on sene öncesine kadar “en kafir düşmanlar listesinde” ene başlarda olan Ermenistan’la ilgili, bir gecede aniden vahi inip yüreklerine kardeşlik aşkı mı dolmuştu?

Kafkaslardaki kapışmanın, mevzi elde etmenin yansımasından başka bir şey değildi aslında olup bitenler. Ermenistan “mecburen” Rusya’ya yakın görünüyordu. Mecburiyeti, Azerbaycan ile Karabağ meselesinden kapışık olması, ayrıca Türkiye ile ilişkilerinden dolayı kapalı bir alana hapsedilmesi, Rusya’dan başka çıkış yolu olmayıp zorunlu mahkumiyet içinde olmasıydı. Oysa ABD, Ermenistan’ı yanında görmek, aktif bir katılımcı olarak saflara kazanmak istiyordu. Ancak gerek Azerbaycan ilişkileri, gerekse coğrafi durumu, Ermenistan’ın saflarda açıktan yer almasını engelliyordu.

Diğer yandan Ermenistan-Azerbaycan uyuşmazlığı Rusya’nın da işine geliyor, iki tarafa karşı da bu kozu elinde tutuyor, bir nevi silah olarak kullanıyordu. Aynı silahı, ABD de elinde tutmaktan geri durmuyordu elbette. Ama Ermenistan’ının başka çıkış kapısı olmaması, Rusya’ya mecburiyetinin en önemli nedenlerinden birisiydi. Oysa Türkiye gerekli kolaylığı gösterse, kapıyı açsa, Ermenistan’ın Rusya’ya bu anlamda bağımlılığı bir ölçüde azalacak, daha rahat hareket etme olanağına kavuşup, Amerika için yeni kazanım olanağı doğacaktı.

İşte bu yüzdendir ki, ABD, Türkiye’ye, Ermenistan kapısını açması için bastırıyordu. Bu anlamda, bu kapı, aslında Rusya’ya karşı açılan bir kapı olacaktı objektif olarak.

Meselenin özeti aslında buydu. Nitekim medyadaki patentli Amerikan yazarçizer takımının bu işe dört elle sarılmasında, kardeşlik şampiyonu kesilmelerinde, işte bu Amerikan gereksinimleri rol oynamıştı. Yoksa ABD Irak’ı işgal eder, ortalığı kan gölüne çevirir, bombaları yağdırıp çoluk çocuk katlederken komşularla kardeşlik aklına gelmeyen, aksine işgali ve kan dökülmesini savunanların, birden komşuyla kardeşlik yanlısı kesilmesinin başka ne gibi açıklaması olabilirdi?

Peki, şimdi akla şöyle bir soru gelebilir:

Amerikan planı diye Ermenistan-Türkiye yakınlaşmasına karşı çıkmak mı gerekir?

Elbette hayır.

Ancak şunun bilinmesi gerekir, bu yolla halklar arasında barış olmaz. Bu yol, barışa değil, aslında uzun vadede, Türkiye ile Ermenistan arasında değilse de, daha kemikleşmiş bölgesel kamplaşmalara, dolayısıyla yeni büyük kapışmalara, yani Rusya’yı kuşatma, bölgedeki Amerikan varlığını güçlendirmeye hizmet eder.

Yoksa halkların kardeşliği falan emperyalist akbabaların umurunda değildir. Böylece, Türkiye, başka bir taraftan da işin içine çekilmekte, bölgesel hesaplaşmaların aktif bir vurucu timi görevinde yeni fonksiyonlar üstlenmektedir!

Belki de şu en basit soruyu sormak, meselenin geleceğini anlayabilmek için iyi olacaktır? Amerika’nın içinde yer aldığı hangi şey barışa hizmet etmiştir? Hangi girişimleri halkları kardeşleşmeye götürmüştür?

Bu yönde örnek yoktur, ama ABD’nin içinde yer aldığı tüm plan ve harekatlarda hep kan ve barut, halklar arasında düşmanlık ve birbirinin boğazına sarılmak vardır.

Bu bakımdan değerlendirildiğinde, Gül’ün Ermenistan’a gidişi, masumane bir girişim değil, Amerika’nın bölgesel planlarının uzantısı, emperyalist politikaların devamıdır. Ve buradan barış, kardeşlik değil, daha kapsamlı mecralara akan oyunlar çıkar.

Ve son söz olarak, bir şey daha acı biçimde karşımızdadır:

Emperyalist politikaların uzantısı durumundaki ülke yönetimi, Türkiye’yi dört bir yandan belaya sürüklemekte, daha fazla sıkıştırılmasına yol vermektedir.

Bunları gizlemek için savrulan “bölgesel güçlü aktör oluyoruz” vb. türden söylemlerin içeride halkı kandırmaya yönelik palavralardan başka bir değeri yoktur. Emperyal hevesler açısından ise, dünyadaki kapışma buna imkan tanımamaktadır. Herkes boyu kadar, gücü kadar harekete edecektir. Kaldı ki, Türkiye açısından sonuçta son sözü Amerika söylemektedir. Nitekim Gürcistan-Rusya kapışmasının ardından, Türkiye’nin ortaya attığı Kafkas İşbirliği projesi başlamadan bitmiş, hükümetin bu girişimi komiklikten öteye gidememiştir. Öyle ya, nispeten normal zamanlarda arada beride idare edilebilen durumlar, ortalık kızışıp saflar netleşmek için zorlanınca, idare edilemez hale gelir. Efendiler laf değil iş ister. Verilen desteklerin bedelinin geri dönüşümünü bekler. Emperyalist politikaların uzantısı olmaktan başka seçenek tanınmaz.

O zaman Türkiye nerelere sürükleniyor?

Gürcistan-Rusya kapışması ilk kurşun niteliğindedir. İkinci ve sonraki kurşunların ne zaman, nerede patlayacağı henüz belli değildir. Ortadoğu zaten karışıktır. Buna eklenecek Kafkaslar hesaplaşmasının, Çin, Hindistan, uzak Asya’yı içine alarak genişleyeceği şimdiden bellidir. Bir başka belli olan şey ise, NATO üyesi Türkiye ateşin ortasındadır ve giderek daha büyük belaların içine sürüklenmektedir.

 

***

Sonuç olarak söylemek gerekirse; Rusya ve Çin şimdilik tuttukları yolda, daha engelsiz, çatışmasız, özellikle ABD ile direkt karşı karşıya gelmeyen bir seyir istemektedir.

Görünen o ki, taraflar, bir süre daha, dolaylı yollardan, aracılar vasıtasıyla karşı karşıya geleceklerdir.

Ve yine görünen o ki, ABD, tarafları asla rahat ve kendi başlarına bırakmayacak, onlara dümdüz bir yolda geçiş imkanı tanımayacaktır. Ama bu süre, tarafların asıl büyük kapışmaya hazırlık sürecidir ve koşullar, emperyalizmin egemen olma, yağmacı karakteri, dünyayı o büyük kapışmaya sürüklemektedir. Zaten enerji ve hammadde kaynaklarının, pazar sahalarının ele geçirme zorunluluğun olduğu emperyalist kapitalist sistemde başka da bir yol yoktur.

 

Bölgesel karışıklıklar, etnik kapıştırmaların yükseleceği bir döneme doğru… İran, Çin ve diğerleri…

Yugoslavya etnik kapıştırmaların arasında parçalanan ve aynı zamanda düşmanlaştırılan halkların yakın bir örneğiydi. Onlarca yıl bir arada şu ya da bu biçimde, ama savaşmadan, kapışmadan yaşamış halkların ülkesinin nasıl parçalanıp, o insanların, sanki hiçbir arada yaşamamışçasına, birbirlerine karşı ölümcül öfke ve intikam kusmaları, aslında bir bakıma emperyalizmin her zaman kullandığı, ama günümüzde ve önümüzdeki süreçte daha yoğunlukla kullanacağı güncel taktiğin bu olacağının işaretiydi; Elbette, Irak işgali vb. türden klasik yöntemler dışlanmadan…

Avrupa –ağırlıklı  olarak Almanya– ile ABD arasındaki paylaşım pazarlığının sonucunda Yugoslavya’nın hali yalın biçimde ortadadır; iç bağlantılar, örgütlenmeler, satın almalar, işbirlikçiler ve elbette muazzam para gücüyle oluşturulan propaganda, silahlanma yoluyla, halkların birbirlerine düşmanlaştırılması, vuruşturulması faaliyetleriyle parçalanan ülkenin kana bulanmış külleri üzerine o emperyalistler gelip oturmuştur.

Üzerinden zaman geçip, öfke nöbetleri yerine akıllar çalışmaya, parçalanmış ruhlar serinkanlı biçimde gerçeklerle yüz yüze gelmeye başlayınca, halklar soracaklardır kendilerine: Biz neden dövüştük? Sonuçta ne oldu? Biz kendi aramızda savaştık, tepemize emperyalist yamyamlar oturdu! Biz kaybettik, onlar kazandı!

Nitekim son zamanlarda, benzer biçimlerde halklar arasında rekabet kullanılarak, çıkarlardan kaynaklı burjuva sorunu olmasına karşın, egemenlerin sanki halkın sorunuymuş gibi öne sürdükleri talepler ve dışarıdan su gibi paralar akıtılarak organize edilen fon ayaklanmaları sayesinde ülkelere, bölgelere müdahalelerde yoğunlaşmalar görülüyordu. Rusya Federasyonu içleri, mavili, morlu, turunculu fon “devrimleri” ile sarsılıyor, bunlar, “insanlığın özgürlüğe koşuşu” olarak medya silahıyla dünyaya duyuruluyordu… Oysa bu fon “devrimleri” işin başlangıcı idi ve bir kez emperyalizmin ağına düşmüşler için, ileride ve gerektiğinde daha büyük kullanılmalar onları bekliyordu. Birer süngüydü onlar artık ve tüfeğin önünde ilk öne sürülen olarak ona bağımlıydılar.

Nitekim sonradan o fon “devrimleri”nin rüzgarına kapılanların, bu kez bölgesel hesaplaşmaların önüne süngü gibi sürüldüğü, bölgesel çatışmaların basit ve uzaktan kurmalı kafasız oyuncağı durumuna geldikleri görülecekti.

Hiç şüphesiz büyük ve karmaşık oyunlar oynanıyordu. Ülkeler, emperyalist çıkarların planlarıyla yeniden masalara yatırılıyor, bölgesel zenginlikler, haritalar yeniden dizayn edilmeye, en azından şekillendirilmeye çalışıyordu.

Dizaynın  çeşitli ayakları, hamleleri vardı elbette. Dizayn çalışması  demek, hemencecik rakibin üstüne silahla yürümek değildi. Onu çevresel kuşatmalar yoluyla kıstırmak, çembere almak, tecrit etmek, kendine bağımlı kılmak ya da en azından kendi vesayeti altında yaşamaya zorlamak ve bunun için de zayıflatma taktiklerini sürekli gündemde tutmak; sınıfsal özden yalıtılmış bölgesel ve yerel iç karışıklıklar, istikrarsızlık vs. –tümü bu kapsamda kullanılmaktaydı.

Burada hemen altını  çizmek gerekir ki, bunlar, emperyalistlerin istekleridir. Planlarıdır. Ancak hayat her zaman koşulsuz şartsız önceden planlamalara, isteklere uygun yürümemektedir. Bölgesel güçler, ülkesel çıkarlar, iktidarsal hesaplar ve elbette karşı rakipsel hamleler planların pek çoğunu sakat bırakmakta, bazen hevesler kursaklarda kalmaktadır.

Sadece son Irak işgalinde ABD’nin kaçıncı plan üzerinde konuştuğunu göz  önüne almak bile, hayatın kendi dinamiklerinin planları nasıl sakatladığını göstermek açısından önemli bir deneydir: Önce Irak işgali ve bütün bir Irak… Ardından İran’ı kuşatıp ona yönelme… Sonra İran işinin sarpa sarıp ertelenmesi, çünkü İran’a girip çıkamama… Sonra birkaç parçaya bölünmüş bir Irak haritası… Olmadı, yeniden birleşik özerk Irak…vb.  Yani kısaca, masa başı parlak planlar, ipe serili unutulmuş elbiseler gibi solmakta, eskicinin yolunu tutmaktadır.

Elbette istikrarsızlık, iç kargaşa, kontrol altında tutulduğu ve yönlendirebildiği sürece egemen emperyalist için tercih nedenidir, ancak bu işin sürekli olarak ve sonsuza dek tek taraflı kontrol altında tutulabileceğin hiçbir garantisi yoktur.

İRAN’DA ASLINDA NE OLMUYOR?

İran’daki seçimlerin ardından meydana gelen olaylar hakkında çok şey yazıp söylendi. Egemenlerin güçlü bir silah olarak kullandığı medya aracılığıyla estirilen rüzgarlara bakılırsa, İran’daki rejim devrildi devrilecektir!

O zaman meseleyi daha yakından anlayabilmek için belki de öncelikle yanıtı verilmesi gereken soru, egemen medyanın söylediği gibi, “İran’da neler oluyor” değildir, ama “neler olmuyor” sorusuna yanıt aramaktır. Böylece çok karmaşık gibi görünen veya öyle gösterilen İran’da olan bitenlere daha kestirmeden yanıt verilebilecektir.

Bir kere hemen başında söylemek gerekir ki, İran’daki olaylar, “dış güçler” tarafından organize edilen ve tamamıyla dışarıya bağlanacak olaylar değildir. Bu anlamıyla bazılarının dillendirmeye ve yaygınlaştırmaya çalıştığı gibi, “turuncu devrim”, “mavi devrim”, “yeşil devrim”lerle alakası yoktur. Ancak, İran için fırsat kollayan ve her olanağı kendi lehlerine değerlendirme peşinde olan emperyalist güçlerin olaylara müdahil olmadıklarını, faydalanmaya çalışmadıklarını söylemek de aptalcadır.

Evet, olayların başlangıcı emperyalist güçler tarafından organize edilmemiştir. Daha doğrusu, halihazırda emperyalist güçler, İran içinde etkin kuvvet ve kudrete erişememişlerdir. Ama, olaylar bir kez başlayınca da, ondan sonuna kadar faydalanmak, olanakları kendi lehlerine çevirmek için çalışmaktan, en azından yeni fırsatlar yaratmaktan da geri durmamışlardır ve durmayacaklardır. Ya da masa başlarında planladıkları hedeflere bir adım daha yaklaşabilmek için, cetvellere, pergellere bu kez daha iştahla sarılmışlar, yeni rezervlere gitmişlerdir.

Peki, İran’daki seçim sonrası olayların ardında yatan nedir? Egemen medyanın yaymaya çalıştığı gibi, rejime yönelik bir ayaklanmadan söz edilebilir mi? Ya da, basitçe bir klik savaşımı mıdır bu olaylar?

Şüphesiz bir klik savaşımıdır, ama meseleyi bu kadar yüzeysel ele almak, her şeyi açıklamaya ve bundan sonrasında neler olabileceğini tahmin etmeye yeter mi?

O zaman en başa dönerek, “İran’da neler olmuyor” sorusuna yanıt aramak en iyisi olacaktır.

İran’daki olaylarda, bir tarafta Ahmedinejat ve ona açık destek veren Ali Hameney, karşı tarafta ise, kendilerine reformcu denilen Musevi, Kerrubi, Rezai, Hatemi ve Rafsancani vardır.  Bunlardan Ali Hameney ve Ahmedinejat’a muhafazakar, diğerlerine ise reformcu deniliyor. Peki, acaba, “reformcular”ın “reform” istekleri nedir? “Reform” ile ne anlatmaya çalışmaktadırlar? Ya da bunlar İran’daki rejim muhalifleri midir?

Reformcu denilenlerin geçmişteki kartvizitlerine bakıldığında, reform söylemlerinin, bilinen reformizme uygun olmadığı görülmektedir. İsmi en önde geçenlerden Musevi, Humeyni’nin iktidara geldiği ilk yıllarındaki başbakanıydı. Yani, bugünkü rejimi kuran önde gelen ekipten birisi, Humeyni’nin dava arkadaşı, sadık dostu ve başbakanı. Yani, bugünkü rejimin kurucusu ve tutucularındandır.

Gösterilerin ve Musevi’nin arkasındaki “kare”nin asıl “ası” olan Rafsancani, eski devlet başkanıdır. Bu kadarla da kalmamaktadır, o, aynı zamanda, İran’daki en üst organ olan ve ruhani lideri değiştirebilme yetkisine sahip “konsey”in üyesidir.

Gösterilerin arkasındaki diğer bir etkili isim olan Hatemi ise, iki dönem İran devlet başkanlığı yapmıştır.

Yine muhalif kesim içersinde yer aldığı söylenen ve seçimlerde de aday olan Kerubbi, iki dönem meclis başkanlığı görevinde bulunmuş, sistemin önemli ayaklarından birisidir.

Adaylardan diğeri, Muhsin Rezai ise, sitemin omurgasını ve bir anlamda güvencesini oluşturan Devrim Muhafizları Ordusunun komutanıydı. Gerçi muhalif olmasına karşın, gösteriler sırasında öne çıkmaktan özenle kaçındığı gözlendi.

Şimdi bu tabloya baktığımızda, başkaca bir şeye gerek kalmadan, ortada rejim karşıtı, rejimi tümden değiştirmeye yönelik bir resmin olmadığı kolayca anlaşılabilmektedir. Yani bir başka deyişle, her iki taraf da, rejimin etkili isimlerinden oluşmakta, İran İslam Cumhuriyeti ile ilgili, rejimin temellerine yönelik bir hesaplaşma içinde bulunmamaktadırlar.

Peki, ama “reform” talepleri neyi kapsamaktadır? İran’da “reform” denince, dışarıdan bakanın aklına, hemen, rejimin günlük yaşantı kurallarında bazı değişikliklerin, yumuşamanın olması vb. gelmektedir. Zaten medyadan yansıtılan da budur. Kadınların başlarını açmaları, erkeklerle eşit biçimde yaşamaları, batıya benzer bir yaşam vb. gibi…

Ancak reformcu tabir edilen muhalif önderlerin yukarıda değindiğimiz geçmişlerine ve ideolojik köklerine baktığımızda, bugünkü rejimi kuran ve sürdüren kişiler olarak, bunların, kadınların başlarının kapalı olmasından rahatsız olacakları gibi bir çıkarsamanın ne kadar aptalca olacağı ortadadır. Gösteriler sırasındaki bir tartışmada, Ahmedinejat’ın söylediği gibi, “vakti zamanında kravatları makasla kesen” insanlardır onlar.

Ya genel olarak kadınların durumu?

İran, yalnızca bölgedeki değil, yeryüzündeki yaşayan en eski uygarlıkların üzerinde yükselen, sağlam temelleri ve birikimleri olan bir ülkedir. Üstelik Şah’ın devrilmesinde en etkili kesimlerden birisi kadınlar olmuştur. O ayaklanmalarda en önde yürüyen kadınlardır. Böylece, kadınlar, o dönemde, daha da yoğunlaşarak, politikanın içinde, Şah’ın devrilmesinde örgütlü ve aktif biçimde yer almışlardır. Nitekim, son gösterilerde de yine kadınlar en öndedir. Yani, bir başka deyişle, İran’da kadınlar evden dışarı adımını atamaz, ağzını açamaz diye bir şey söz konusu değildir.

O zaman, mevcut yönetimle gösterilerin ardındaki muhalif önderler arasındaki çelişkiler nelerdir?

Doğal olarak, iş, paranın paylaşılmasına gelip dayanmaktadır.

Ahmedinejat yoksul bir aileden gelmektedir ve politik ününü, asıl olarak, Bağdat Belediye Başkanlığı sırasında yoksullara yaptığı yardımlarla sağlamıştır.

Devlet başkanı  olduktan sonra da, petrol gelirlerinden halka verilen yüzde onluk payı yüzde on beşe yükseltmiş, asgari ücreti yükseltmiş, tarımda sübvansiyonları arttırmış, üreticiye ürün fiyat bazında destek olmuş, yoksul semtlere daha fazla yatırım götürmüştür. vb.vb.

Öte yandan, bölgede, Filistin ve Lübnan başta olmak üzere, İsrail ile vuruşan güçlere her türlü yardımı yapmış, gerek maddi gerekse manevi olarak onların yanında yer almış, ABD ve Batı ile her zaman ve hiç geri basmadan dişe diş bir mücadeleye girmiştir.

Musevi ve Rafsancani kesimi ise, İran’da, orta ve üst sınıfları temsil etmektedirler.

Ahmedinejat’ın sözünü ettiği gibi, onların zamanındaki yolsuzluk iddiaları  hiç de boş değildir ve Rafsancani zamanında, İran’da, onlar kendi zenginlerini yaratmışlardır. Üstelik en önemli petrol ülkelerinden birisi olmasına karşın, İran’da, yoksulluk hâlâ önemli bir meseledir, buna karşın “malı götüren” ve hızla zenginleşip köşeyi dönen sayısız isim ve aile mevcuttur. İslam Cumhuriyeti’dir, İslam kardeşliği temel felsefedir, ancak yoksullar ekmek peşinde dolanırken, bir avuç zengin zümre malı götürmektedir! Ne güzel bir kardeşlik!

Rafsancani ve Musevi İran’ın zenginleri arasındadır. Zaten TV’lere yansıyan görüntülere bakıldığında, gösterilere katılanların orta sınıf, küçük burjuva kesimlerden oldukları kolaylıkla anlaşılabiliyordu. Mesela İran Devrimi’nde başrolü oynayan petrol işçileri, eylemlere hiç yüz vermemişti. Buna karşın, Rafsancani ve Musevi’nin ticari dolaşımdan dolayı sıkı bağı olan çarşı kesimi işin içindeydi.

Musevi ve Rafsancani’nin “reform”dan kast ettikleri asıl şey, artık anlaşılabileceği üzere, ekonomik pay kapmada daha fazla söz sahibi olmalarıydı. Bunun için, örneğin petroldeki devletçiliğin gevşetilerek, özelleştirmelerin yapılması, batı ile daha geniş çerçevede ilişkiler kurulması, sermaye ortaklıklarına gidilmesiydi.  Musevi ve Rafsanci’nin şu sözleri ilgi çekiciydi: “Paramız, Filistin ve Lübnan halkına yardım adı altında çarçur edilmesin; HAMAS ve Hizbullah’a gereğinden fazla önem vermeyelim; İran ve İran halkına öncelik tanıyalım!

Bu, aynı zamanda, bir yandan İran’ın bölgesel rolüne ilişkin bir yeni politikanın dile getirilişi olduğu kadar, batı dünyasına bir ince mesaj olarak da değerlendirilebilir. Petrol sahalarının özelleştirilip üzerlerine konmak ve belli ölçülerde batılı sermaye ile entegre olmak peşindeki bir düşüncenin, Filistin ve Lübnan halklarına yapılan para yardımlarına karşı çıkma nedeni olarak İran halkını öne sürmesi komiktir elbette!

Bunu tersten okursak: “Bütün paralar bizim cebe!” diye yorumlamak pekala mümkündür.

Nitekim petrol işçileri, seçimlerde Musevi’ye hiç yüz vermemişlerdir. Bunun nedeni son derece açıktır; işçiler, Musevi’nin özelleştirme politikalarını ret ediyorlar ve bunu da açık biçimde dile getiriyorlardı.

Hiç şüphesiz burada, her ne kadar özelleştirmeci ve batı ile ekonomik entegrasyondan yana olsalar da, Musevi ve Rafsancani’nin “bizim” Tayyip Erdoğan ve Özal vb. gibi özelleştirmeci ve entegrasyoncularla aynı çizgide olmadıkları, ulusal değerlere hâlâ önem verdikleri, ‘yabancı tekeller gelsin her şeyimizi yağmalasın’ düşüncesinde olmadıklarının altı çizilmelidir. Ancak o entegrasyon ve özelleştirme yoluna bir kez girildiğinde, sonunun nasıl olacağı da az çok tahmin edilebilmektedir.

Üzerine gürültüler kopartılan seçimlere, yani seçimlerde hile yapılıp yapılmadığına gelince…

Ahmedinejat ile Musevi arasındaki oy oran ve sayısında öyle büyük bir fark vardır ki, bunu hile ile açıklamak zaten mümkün değildir. Hile yapılmış olmaz mı? Elbette mümkündür. Ama olmuş olsa da, seçim sonuçları üzerinde belirleyici bir etkisinin olmadığını şimdilerde Batı dünyası bile kabul etmiştir.

Kaldı ki, seçimi Ahmedinejat’ın açık farkla kazanması, kimse için sürpriz olmamıştır. Sonucun bu civarda olacağı zaten biliniyordu. Örneğin seçim öncesi Amerikalı Free Tomorrow ile American Strategy adlı iki kuruluş, İran’da yaptıkları seçim araştırmasında, Ahmedinejat’ın oylarının Musevi’nin oylarını ikiye katlayacağını tespit etmiş ve bu tespitleri Washington Post’ta yayınlanmıştı.

Dolayısıyla, seçim sonuçları beklentilere uygundu, ama yine de Musevi ve ardındaki Rafsancani, en azından bir dahaki seçimlere yatırım olsun diye, orta ve zengin sınıfların desteğini arkalarına alarak ortaya çıkmışlardı.

Musevi ve Rafsancani’ye bir başka önemli destek ise, merkezi kentteki üniversite öğrencilerinden gelmişti. Üstelik, internet, bu desteğin gelişiminde önemli bir yere oturmuş, yine özellikle Amerikan ve İngiliz medyası, örneğin “saygın, tarafsız BBC” gösterilerin genişlemesi için candan bir gayret göstermişti!

Anlaşılmıştı  ki, bundan böyle ABD’nin üzerinde yoğunlaşacağı en etkili kesimlerden birisi de üniversite gençliği olacaktı!

Peki, bu kadar şeyden sonra, İran’da neler olabilirdi?

Tamam, muhalefet, rejime muhalefet değil, klik çatışması, iktidardan parsa kapma uğraşı, yani rejim içi bir sorun vb. idi, ama İran’da her şey eskisi gibi mi gidecekti?

Hiç şüphesiz, bu konuda kesin bir yargıya varmak için çok erkendir. Ancak yine de kabul etmek gerekir ki, bazı şeyler sarsılmış, taşlar yerinden oynamıştır.

Örneğin en azından, bu süreye kadar asla tartışılmaz olan “ülkenin ruhani lideri, yol göstericisi, Şii inancına göre beklenen Gaip İmam’ın yeryüzündeki temsilcisi, Mehdi’nin vekili Ali Hameney’in Ahmedinejat’ın yanında yer alması, meşhur Cuma hutbesi ile tavrını açık ve net biçimde ortaya koyması, buna karşın öbür tarafın yollarına devam etmesi, bu dokunulmaz kurumun dokunulmazlığını bir anda alıp götürmüştür!

Böylece, iktidar ve para hırsı Mehdi’nin temsilcisine, maddi dünya uhrevi dünyaya ağır bastı!

Başka bir deyişle, inancın köklerini sarstı.

Sonuç olarak, İran’da her şeyin bir anda yerle bir olacağını düşünmek ne kadar aptalcaysa, hiç bir şeyin değişmediğini söylemek de o kadar safça olur. Üstelik, İran isyanlar ülkesidir.

Ancak kesin olan bir şey varsa, ABD ve diğer emperyalistler, artık buraya yönelik “içerden” hesaplarını daha da yoğunlaştıracaklar, açılan çatlaklar üzerinden nasıl ilerleyebileceklerinin taktik planları üzerinde daha fazla kafa yoracaklardır.

Örneğin, üzerinde şimdi daha fazla kafa yoracakları konu şu olacaktır; Acaba bu iç sarsıntı İran’da etnik bir çatlatmaya, kızıştırmaya dönüştürülebilir mi?

Öyle ya, son zamanlardaki moda çatışmalar, kızıştırmalar, bu temel üzerinde yoğunlaşmaktadır. Acaba hazır kolonlar esnemiş, Tahran ufak ufak sallanmışken, etnik yapılanmalar üzerindeki faaliyetler hızlandırılabilir mi? Buradan ABD’ye “ekmek” çıkar mı? Hiç şüphesiz ağababalar bunun üzerinde çalışmaya hız vermişlerdir.

Peki, İran’da bu mümkün müdür?

İRAN’DAKİ ETNİK YAPILANMA

70 milyonluk bir nüfusa sahip olan İran’da 90’dan fazla dil ve lehçe konuşulmaktadır.  Buradan bakınca, ABD için iyi “ekmek” çıkar gibi görünmektedir! Ki, zaten ABD uzun yıllardan beri bu “cevheri” kaşımak, “ekmek” çıkarmak, etnik milliyetçiliği kışkırtmak, aradaki çelişkilerden faydalanmak için sıkı bir çalışma içersindedir.

Örneğin, Amerikan emperyalizminin, İran nüfusunun önemli bölümünü oluşturan Azeriler üzerine özel bir çalışması mevcuttur. Daha yıllar öne, ABD kontrasının önemli ismi Albay Oliver North bizzat Azerbaycan’da bu iş için bulunmuş, buraya yönelik Azeri Kurtuluş Radyosu kurulmuş, özel yayınlar yapılmış, ayrıca Azeri Kurtuluş Örgütü kurulmuştur.

Ancak, çok su alır gibi görünen bu etnik yapıdan şimdiye kadar kayda değer bir iş çıkmamıştır. Bunun nedeni, çok eskilere dayanan İran kültürel yapısında İranlılığın ağır basması (“Türkiyelilik” kavramına karşı çıkan, bunu bölünmek olarak kabul eden dangalaklara duyurulur), etnik yapılara için geniş bir dil, edebiyat, kültürel özgürlüğün sağlanmasıdır.

İran’ın resmi dili Farsçadır. Ancak, yerel ve etnik dillerin medyada, edebiyatta yazılı veya sözlü olarak kullanılmasının önünde hiçbir engel olmadığı gibi, okullarda, ders kitaplarında yazılıp çizilmesi, öğretilmesi serbesttir.

Örneğin Farsça dışında, İran’da, Azerice, Arapça, Kürtçe, Ermenice basılmış pek çok eser vardır.

Dinsel anlamda da geniş bir hoşgörü olup, Şiiliğin dışındaki inançlara da geniş bir serbestlik vardır.

Ayrıca, azınlıklar, Şah döneminde Amerika’dan büyük kazıklar yemiştir, Şah’ın etnik kimlikler üzerindeki vahşi uygulamalarının Amerikan desteğiyle olduğunu kimse unutmamıştır.

Ama yine de tüm bunlar ABD’nin etnik kimlikler üzerinde çalışmasına engel değildir elbette. Bu geniş etnik yapı içersinde nüfus bakımından nispeten fazla olanlar Azeriler, Kürtler, Türkmenler, Araplar ve Belucilerdir.

Azeriler, İranlılıkta, bütünleşik bir yapı oluşturmaktadır ve ABD’nin onca çabasına karşın etnik milliyetçiliği gündeme getirmemişlerdir. Şii Kürtleri, zaten İranlılıkla bütündür. Sünni Kürtler, zaman zaman kıpırdansa da, son eylemlerde yer almamışlardır. Ancak ABD için potansiyel olma ihtimalini kaybetmemiştir ve üzerlerinde çalışılan kesimdir.

İran için sıkıntı kaynağı olabilecek kesim, Belucilerdir. İran’ın en yoksul ve geri kalmış bölgesinde, Afganistan Pakistan sınırında bulunan bölgede yaşayan Beluciler’in bir bölümü de Afganistan ve Pakistan’da yaşamaktadır. Aslında, bu bile, başlı başına bir sorundur İran için. Çünkü Afganistan ve Pakistan’da neler döndüğünü herkes çok iyi bilmektedir.

Taliban ve El Kaide’nin Afganistan ve Pakistan’da güçlenmesi, o bölgeyi de etkilemiş, bu fraksiyonlar Beluciler içersinde güç kazanmışlardır.

Diğer yandan, Afganistan’daki uyuşturucu trafiği buraya da yayılmış, zaten yoksul olan bölge, uyuşturucu ve silah trafiğinin merkezlerinden birisi haline gelmiştir. Bu bakımdan, bölgedeki gelişmelerden en çabuk etkilenen bir bölgedir burası. Bölgede Amerika’nın nasıl çalıştığı hesaba katıldığında, etnik, dinsel, mezhepsel kızıştırmanın önemli potansiyel ayaklarından birisi olarak burası hemen akla gelmektedir.

Bu bakımdan, son seçim karmaşasının ardından, durumdan istifade etmek, çatlakları büyütmek ve yaymak isteyecek ABD ve diğer emperyalist güçler için başvurulacak, üzerinde kafa yorulacak noktalardan birisi etnik farklılıklar olacaktır ve olmaktadır kuşkusuz. Bu itibarla önümüzdeki dönem, bölgenin bu gözle izlenmesinde ve her etnik kalkışmaya, “ulusların kendi kaderini tayin hakkı” diye ve özellikle de burjuva basının yaygaralarının da etkisiyle balıklama atlamamakta fayda vardır. Elbette ulusların, halkların gerçekten kendi kaderlerini tayin hakkı için mücadele edebileceklerini de göz ardı etmeden!

ÇİN-UYGUR MESELESİ

Özgürlük Dünyası’nı sıkı takip edenler, bundan bir kaç sene öncesinden başlayarak, Uygur Özerk Bölgesi’ndeki havanın kızışık ve kışkırtıcı olduğuna, kızıştırmada Türk ajanlarının payı bulunduğuna, bu yüzden Çin’in Türk Hükümetlerini birkaç kez sert bir biçimde uyardığına birkaç ayrı yazıda dikkat çekildiğini anımsayabileceklerdir. Bu yüzden de, Uygur bölgesinde yaşanan son kanlı olaylar, meseleyi bilenler için sürpriz olmamıştır. Tersine, beklenen bir durumdur bu.

Son olaylar, emperyalistlerin rakiplerini ürkütmek, hizaya getirmek için etnik kışkırtma silahına artık daha fazla başvurduklarının ve vuracaklarının görülmesi açısında önemlidir.

Uygur Özerk Bölgesi, ABD ve Çin açısından stratejik öneme sahip bir bölgedir ve bu bölgede ABD ya da daha somutlaşmış bir ifadeyle CIA ve  “düşünce kuruluşu”, “fon” gibi adlarla faaliyet gösteren diğer Amerikan istihbarat kuruluşları yoğun bir çalışma içersindeydi. Hiç şüphesiz Türklük kimliğinin verdiği avantajla, aynı yerde, Türkiye’nin de şu veya bu biçimde, bağımsız veya ABD ile omuz omuza ya da taşeron olarak çalışmaları mevcuttu.

Yine, neredeyse ABD’nin Asya şubesi gibi çalışan Pakistan istihbarat örgütü ISI’nin de, CIA ile birlikte, Uygur Kurtuluş Örgütü, İslam Reform Partisi, Doğu Türkistan Ulusal Birlik İttifakı, Doğu Asya Uygur Cihad Partisi gibi fabrikasyon örgütlere mali ve eğitimsel destek sağladığı biliniyordu.

Yine mesela bağımsızlık fedaisi gibi lanse edilen ve kahramanlaştırılan Rabia Kader’in kartvizitinin kefalet bölümünde ABD imzası olması, bazı şeyleri yalın biçimde açıklıyor.

Rabia Kader, Çin’in zengin kişilerinden biri haline gelip, Çin Ulusal Kongresi’ne kadar yükseliyor. Ne de olsa Çin de, paranın egemenliğiyle birlikte uluslararası ekonomiye entegre olmuştur, para sahipleri güç sahipleridir ve sistem tarafından sevilmektedir! Ancak Rabia Kader, ABD’ye gizli bilgileri verdiği gerekçesiyle casusluk suçundan yargılanıp hapse atılır. Altı yıl kadar hapiste kalır. Buna karşın ABD’nin Kader’e sevgisi artarak sürer, serbest bırakılması için çeşitli kereler başvurular yapılır. Sonunda, dönemin ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice, bizzat Çin’e giderek görüşmeler yapar ve Kader’i bir nevi elleriyle içerden çıkartıp, ABD’ye götürür. Kader’e ABD vatandaşlığı verilir. Kader, Amerika’da bulunan Uygur-Amerikan Derneği’nin ve Dünya Uygur Kongresi’nin başkanlığına getirilir. Bu söz konusu Kongre, Çin’in Uygur bölgesindeki olayların sorumlusu olarak gösterdiği örgütlenmedir.

Bu iki derneğin parasal destekçisi de, Amerikan National Endowment for Democracy, kısaca NED adlı kuruluştur. Bu kurumun iki derneğe geçen yıl 550 bin dolar yardımda bulunduğu, Washington Post’ta yazılmıştır. Ayrıca buralara başka kuruluşlardan, Saroz vakıflarından parasal destek sağlandığı bilinmektedir. Bu yardım yapan kuruluşlar, bir CIA yetkilisinin söylediği gibi, “eskiden bu tür işleri gizli yapardık, şimdi bu örgütlerle yasal hale getirdik” dediği türden kuruluşlardır.

Başka destekler de vardır kuşkusuz. Örneğin “bağımsızlık kahramanı” Rabia Kader’in eşi Sıdık Ruzi, Saros’un bir radyosu olan Radio Free Europe’de çalışmaktadır! Dolarlar… Maaşlı işler… Ne mutlu dolarla bağımsızlık kahramanı olana!

OLAYLARIN ARDINDAKİ  ASIL NEDENLER

Bir kez daha uzun uzun tekrarlamamak için kısaca özetlemek gerekirse; Çin dünyada yükselen ekonomidir. Yalnızca Çin değil, genel olarak Uzak Asya ekonomik anlamda yükselmektedir ve şu kriz döneminde bile, belli ölçüde kaçınılmaz olarak etkilenseler de, –çünkü sonuçta dünya emperyalist kapitalist sisteminin bir parçası, halkalarından biridir ve Batıyla ekonomik olarak iç içe geçmiş olduklarından etkilenmek kaçınılmazdır– hala canlıdır ve belli oranlarda büyümeyi sürdürebilmektedir. Hiç şüphesiz bu büyüme, ABD’nin ve diğer büyük emperyalistlerin kontrolünde olduğu ve çizmeyi aşmadığı sürece katlanılabilir durumdur. Ancak ekonominin kendi kuralları vardır ve emperyalist kapitalist sistemde eşit büyüme diye bir şey söz konusu değildir. Üstelik büyüyen Çin, bölgeyi kontrol altına almak için yoğun bir çaba içersindedir ve bölgedeki tarihsel misyonu ve ağırlığı nedeni ile avantajları bulunmaktadır. Elbette rakipler bunun farkındadır ve onlar, var olan ilişkileri nedeni ile Çin’i dört bir yandan sıkıştırmakta, belli sınırlar içersinde tutmak istemektedir.

Çin ve diğer bölge ülkeleri ise, kendilerini bir anlamda sağlama almak, geleceğe ilişkin olabileceklere hazırlıklı olmak için hamleler yapmakta, yeni ittifaklara girişmektedirler.

Örneğin Çin, Rusya ile yakınlaşmaktadır. Ancak iki emperyalist ülke için yakınlaşma sınırsız değildir, kontrollü ve şüpheci bir yakınlaşmadır bu. Buna karşın, Çin’in, örneğin Japonya ile rekabeti keskinleşmekte, bir başka bölgesel güç olduğunu kanıtlamak isteyen Hindistan, her zaman rolünü hatırlatmak için bahaneler bulup, bu iki ülkeyi rahat bırakmamaktadır.

Tüm dünyada olduğu gibi, Çin ve Uzak Asya’nın en büyük ihtiyacı enerjidir ve bu talep büyüme ile birlikte durmadan ve hızlı biçimde artmaktadır.

Çin, enerji ihtiyacının ana bölümünü Ortadoğu’dan, Körfez bölgesinden karşılamaktadır. Bu bölge ve petrol yolu Hint Okyanusu ise, ABD’nin denetimindedir.

Çin’in kendi enerji üretimi sınırlıdır. Ve üstelik enerji üretilen bölge Uygur Özerk bölgesine yakındır! Çin, enerji ihtiyacının bir bölümünü kömürden karşılasa da, bu, giderek yetersiz kalmaktadır.

Dolayısıyla, Çin’in ve diğer bölge ülkelerinin enerji ihtiyaçları için alternatif yollara ihtiyacı vardır. Yoksa ABD’nin elinde sürekli tehdit altındadır.

Çin, bu doğrultuda, Rusya, Kazakistan ve Türkmenistan’la özel anlaşmalar yapmakta, yeni enerji koridor ve yolları için yatırımlara gitmektedir. Örneğin, Rusya ile yapılan anlaşmayla, Çin, Rus devlet petrol şirketi Rosneft ve yine devletin petrol boru hattı şirketi Transeft’e 25 milyar dolar verecek, buna karşın Rusya, 2011 yılından başlamak üzere, 20 yıl boyunca, Çin’e yıllık 20 milyon ton petrol akıtacaktır. Bu, önemli bir rakamdır ve Çin’in şu anki petrol ithalatının yüzde 8’ine denk gelmektedir.

Bu kadarla da yetinmeyen, içinde bulunduğu üretim süreci ve ihtiyaçları nedeniyle yetinemeyen Çin, kesenin ağzını açmış, Kazakistan ve Türkmenistan ile de önemli anlaşmalara imza atmıştır.

Kazakistan’la yapılan anlaşma gereği, Çin 10 milyar dolar verecek, karşılığında enerji yatırımlarında bulunacaktır.

Yine Türkmenistan ile yapılan anlaşma uyarınca, Özbekistan üzerinden Çin’e uzanan doğal gaz boru hattı projesi hayata geçiriliyor. Bu proje, Çin tarafından finanse ediliyor.

Ayrıca Çin, Kazakistan ve Türkmenistan’da bazı petrol ve doğal gaz kaynaklarını satın almış bulunuyor.

Hiç şüphesiz bu anlaşmalarda, Rusya’nın bir biçimde onayı bulunuyor. Herkesin kabul ettiği gibi, bölgede Rusya’dan habersiz ve ona rağmen iş yapabilmek çok zor görünüyor.

Yine üzerinde uzunca zamandır çalışılan Rus, Kazak, Türkmen petrol ve doğalgazının  Çin’e ve Pasifik’e uzatılmasını öngören enerji hattı gündemdedir.

Tüm bunlar, Çin için enerjide tek yönlü bağımlılığın azalması, farklı alternatiflerin olması demektir.

Aynı biçimde, bu, Rusya için de bir avantajdır, Çin’in ve Uzak Asya’nın kendisine bağımlılığın artması için fırsattır.

Görüldüğü  üzere, denklemler çok yönlüdür ve hamleler satranç tahtasındakine benzemektedir.

Ancak Rusya, Kazak, Türkmen petrol ve doğal gaz boru hatlarının geçtiği yer, Uygur Özerk Bölgesi’dir. Bu açıdan bakınca, Uygur bölgesinin nasıl stratejik bir öneme sahip olduğu daha iyi görülebilir.

Bölge, yani Rusya, Kafkaslar ile Çin civarı, Afganistan işgali ile ABD tarafından belli anlamda kontrol altına alınmıştır. Pakistan’ın da ABD yörüngesinde olduğu hesaba katılırsa, ortada nasıl taktik hamlelerin döndüğü, kaçınılmaz olarak döneceği daha açık görülebilir. Bir de bunlara, huzursuz, sürekli karışıklıklar yaşayan, güvenliğin zayıfladığı Kafkaslar ile Çin arasına giren Uygur Bölgesi eklendiğinde, Çin’in tüm bu alternatif enerji yolu hamlelerinin ne kadar güvenceli olacağı tartışmaya açık hale gelmektedir.

Öyleyse, şimdi neden, o küçük (1.3 milyar nüfusuyla Çin karşısında 7 milyonluk) Uygur bölgesinin bu kadar gündeme geldiği ve üzerinde fırtınalar koparıldığı daha yalın biçimde anlaşılmaktadır.

HALKLARI BEKLEYEN TEHLİKE

Tüm bu emperyalist-kapitalist çıkar, pazar, hegemonya hesaplarında kabak halkların başına patlamaktadır. Savaşlar, istilalar, satın almalar, satmalar vb.

Hiç şüphesiz bunlara, para babalarının halkları birbirine düşmanlaştırmaya yönelik karanlık etnik, milliyetçi kışkırtmaları kullandığı da eklenmelidir. Elbette bu tür kışkırtmalara egemenler her zaman başvurmuşlardır. Bölünmüş, birbirlerine düşmanlaştırılmış halkları yönetmenin daha kolay olduğunu, milliyetçilik silahının burjuva bir silah olduğunu sermaye gayet iyi bilmektedir çünkü.

Ancak son dönemdeki gelişmelere bakıldığında, bu silahın yakın dönemden başlayarak, önümüzdeki süreçte daha yoğun kullanılacağı anlaşılmaktadır.

Dünya egemenlere küçük gelmektedir artık. Çünkü dengeler değişmekte, güçler kendi içlerinde devinimler yaşmaktadır. Kimse olduğu yerden memnun değildir.

Bu yeni hamleler, kendi hegemonya alanlarını genişletmek, aynı zamanda rakiplerini sıkıştırmak, püskürtmek amaçlıdır. Ne de olsa, enerji kimin elinde ve denetimindeyse, güçlü olan odur; bu, aynı zamanda rakiplerinin tepesinde salladıkları kılıçtır.

Üstelik kriz fena vurmuştur. Ve yine bilinmektedir ki, böylesi krizler bazıları için gerileme nedeni, bazıları içinse fırsattır. Birileri zayıflar, birileri güçlenir. Bu ise, yeni arayışların artması, saldırganlığın hızlanması demektir.

Dünya, bu yağma ve paylaşım kavgasında hızla büyük kapışmalara doğru sürüklenmektedir. Ancak büyük emperyalistler şu an itibar ile birbirlerine kaşı direkt cepheden savaşacak durumda değillerdir, şu an için henüz bunun şartları oluşmamıştır. Kapışmalar, dolaylı yoldan, birbirlerini kuşatarak, kıstırarak, zayıflatarak, çevresel yollardan olmaktadır. Yugoslavya’nın parçalanması, ABD’ye yakın durmayan Irak’ın işgal edilerek yönetimin ipe götürülmesi, İran’ın içerden farklı yollar aranarak zayıflatılmaya çalışılması, Rusya’ya karşı mavili, turunculu “devrimler”, Gürcistan’ın kışkırtılması, Ermenistan kapısı, Afganistan işgali, Pakistan’ın yerlerde süründürülmesi vb vb…

Tüm bunlar, ABD ve diğer güçlü emperyalistlerin önümüzdeki dönemde etnik milliyetçilik silahına daha fazla başvuracağını göstermektedir. Halkların birbirine karşı kışkırtılması, önyargıların daha fazla öne sürülerek milliyetçilik yaftası adı altında insanların kırdırılması, çatlaklardan egemenlik için faydalanılması vb.

Üstelik kimin kimle vuruşacağı, kimin kimle düşmanlaştırılıp yakınlaştırılacağı sürekli değişebilmektedir.

Ama kesin olan bir şey varsa, bu kanlı planlardan geriye kanlı bir halklar coğrafyası kalmasıdır. Örneğin, Irak… Şimdi orada Arabı, Kürdü, Şiisi, Sünnisiyle, birbirlerine düşman ve ilk fırsatta birbirlerini boğazlamaya hazır bir toplumsal bölünmüşlük tablosu vardır ve yarın ne olacağını kimse bilememektedir.

Örneğin dün düşmanlaştırmaya çalışılan Türklerle Kürtleriyle Türkiye-Kuzey Irak, bugün yakınlaştırılmaktadır. Ama peki yarın?

Öyleyse tek çare, halkların gerçek anlamda kaderlerine sahip çıkması, oyunları bozması, aralarındaki rekabete son vererek, egemen olma heveslerinden vazgeçip, herkese gerçek anlamda özgürlük, herkese gerçek anlamda demokrasi şiarının yaşama geçmesidir. Başka da bir yol yoktur. Yoksa önümüzdeki dönemin etnik milliyetçi savaşlarında kanı dökülen halklar olacak, o kan denizi üzerinde savaş ağaları kadehlerini kaldırarak başarılarını kutlayacaklardır!

 

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑