TBMM’nin yeni çalışma dönemine girmesiyle birlikte, hükümetin, IMF’ye çıkartmayı taahhüt ettiği –fakat meclisin tatile girmesi nedeniyle çıkartamadığı– yasa değişiklikleri gündemin ilk sırasına yerleşti. Değişikliklerin başında sosyal güvenlikle ilgili yeni düzenlemeler geliyor. Sosyal güvenlikle ilgili düzenlemeleri, kıdem tazminatını ortadan kaldıracak “Kıdem Tazminatı Fonu” kurulması, Kamu Yönetimi Temel Kanunu, Yeni Personel Rejimi gibi milyonlarca işçi ve memuru doğrudan ilgilendiren düzenlemeler takip ediyor.
Son dönemde peş peşe yapılan özelleştirmeler, hükümetin IMF’ye ve uluslararası sermaye cephesine verdiği sözleri tutmada oldukça gözükara hareket edeceğini göstermektedir. İşçi ve emekçiler, bu yeni saldırı dalgası karşısında nasıl hareket edecektir? Mevcut anlayış ve eğilimleriyle saldırıları püskürtebilecek midir? Bu ve benzeri sorular, işçi hareketi ve sendikal hareketin yakın dönemine ve bugününe bakmayı zorunlu kılıyor.
SENDİKAL HAREKETİN DURUMU
İşçi sınıfı ve kamu emekçileri, uluslararası sermaye cephesi ve işbirlikçileri tarafından en büyük hak kayıplarına uğratıldıkları bir dönemi yaşıyorlar. Ülkenin en değerli ve stratejik varlıkları özelleştirmeler yoluyla uluslararası ve yerli tekellere peşkeş çekilir, taşeronlaştırma uygulamaları hızla yaygınlaştırılır, işçi kıyımları sürerken; düşük ücret ve maaş artışları dayatılır, kamu emekçilerini de kapsayacak şekilde iş güvencesini ortadan kaldıracak adımlar hızla atılırken; konfederasyonlar ve sendikalar cephesinden bu saldırıları püskürtebilecek bir tavır henüz geliştirilebilmiş değildir.
Saldırıları püskürtecek olanın, işçi ve emekçilerin (emek cephesinin) birleşik mücadelesi olduğu fikri üzerinde kimsenin bir kuşkusu bulunmamaktadır. Ne var ki, sendikal saflarda söylem düzeyinde sağlanan bu birlik, bir türlü pratiğe dökülüp ete kemiğe bürünememektedir.
Özelleştirmeye muhatap olan işkollarında örgütlü T. Haber-İş, Petrol-İş, Tek-Gıda-İş, Hava-İş gibi sendikaların düne göre daha mücadeleci bir tutum içine girmiş olmaları, sık sık birleşik eyleme vurgu yapmaları da, –önemli olmakla birlikte– durumu değiştirmeye yetmemektedir. Çünkü, birleşik eyleme ne kadar sık vurgu yapılsa da, sendika yönetimleri geleneksel bürokratik çizginin dışına çıkmamakta, çözümü sermaye ve hükümetle “uzlaşarak” ya da en ileri haliyle “hukuk- yargı” zemininde verilecek “mücadelelerle”* dipnot1çözme tutumunu bir türlü terk etmemektedirler. Hal böyle olunca, eylemler lokal düzeyde kalmakta, mücadele ortaklığı sağlanamamakta, saldırı nereye gelirse –dün SEKA ve Seydişehir’de, bugün Telekom ve Tüpraş’ta olduğu gibi– o bölümün hareketlendiği bir durum yaşanmaktadır. Sendika bürokrasisinin pompaladığı, mevcut koşullarda saldırıları püskürtmenin neredeyse tek biçiminin hukuk mücadelesi olduğu fikri, giderek ileri işçileri de kapsayarak, işçiler arasında da yaygınlaşmakta; bu durum, işçi hareketi üzerinde mücadele dinamiklerini tahrip ederek, atalete yol açan bir rol oynamaktadır.
İşçi hareketi ve sendikal hareket, “uzlaşmacılık” illetinin yanında bir de “havalecilik” illetiyle muzdarip haldedir. Herkes, “topu” bir üsttekine atmaya yönelmekte, kimse sorumluluk üstlenmemektedir. “Havalecilik”, daha işyerlerinden başlamaktadır. Yeri geldiğinde kendisine “ileri işçi” sıfatını yakıştıran tabandaki pek çok unsur, tıpkı sendika üst yönetimleri gibi, “konfederasyonlar genel eylem kararları alsınlar, iş biter” demektedir. “Top”, aşağıdan yukarıya, Türk-İş’e kadar, bu söylemler eşliğinde zıplatılarak gelmekte, Türk-İş bürokrasisi de, her seferinde sendikalara dönerek, “eylem kararlarını gelin alalım, siz eylem yaptınız da biz gelmedik mi” diyerek ve tabii, bu arada, gelenekselleşen biçimiyle, “işyerlerinde bildiri okuma”, birkaç bölgede “salon toplantıları yapma” kararı eşliğinde, topu yeniden sendikaların kucağına geri vermektedir. Nitekim, bu mizansen, son Türk-İş Başkanlar Kurulu Toplantısı’nda bir kere daha yaşanmıştır.
KAMU EMEKÇİLERİ
Kamu emekçileri alanında da, son toplugörüşme sürecinde hükümetin çizdiği çerçevenin dışına taşılamamış; kamu emekçileri sendikal hareketinde mücadeleci damarı oluşturan KESK, diğer konfederasyonları zorlayarak daha mücadeleci bir zemine çekecek bir mücadele hattını, en başta kendisi oluşturamamıştır. Bunda, dışa fazlaca yansımamış olsa da, KESK’te son genel kurulun sonuçlarından memnun kalmayan çevrelerin KESK’i iç mücadeleye zorlayan tutumları belli düzeyde rol oynamıştır. Kamu emekçileri alanında da, işçi sendikalarında olduğu gibi, konfederasyon düzeyinde mücadele birliği sağlamak eskisi kadar kolay olmamaktadır. Bu alanda da lokal eylemler öne çıkmakta, “havaleci yaklaşımlar” giderek yaygınlaşmaktadır.
YEREL SENDİKAL PLATFORMLAR
’89 Bahar eylemleri öncesinde gündeme gelen ve sınıf hareketinde ilerletici bir rol oynayan yerel sendikal platformlar da, –son dönemde Ankara dışta tutulduğunda– etkisiz bir konuma sürüklenmişlerdir. Bu durumun yaşanmasında, sendika merkezlerinin ve özellikle konfederasyonların, önce cepheden saldırdıktan sonra, bu yolla istedikleri sonuca ulaşamayınca, dönüp, bu oluşumları kendi eklentileri haline getirmeye yönelik “taktik manevraları” önemli rol oynamıştır. Yerel sendikal platformların bugünkü etkisiz konuma sürüklenmelerinde tek etken, bu olgu değildir. Denebilirse, bu durumu da koşullayan çok daha önemli olguların altını çizmek gerekir ki; bu, hem yerel ve hem de genel olarak sendikal hareketin bugünkü durumunun değişmesi bakımından da ipuçları içermektedir.
a- Siyasi hak taleplerin önemi
Bilindiği gibi, ’89 Bahar Eylemleri, öncelikle ileri işçilerin ve bir kısım genel merkez yönetimleri dışta tutulursa, daha çok şubeler düzeyindeki mücadeleci sendikacıların ve işyeri temsilcilerinin çabaları üzerinde serpilip gelişti. ’89 eylemlerinde, her ne kadar TİS süreci ve buna bağlı olarak ücret artışları için mücadele öne çıkmış gibi görünse de; harekete temel karakterini veren, bu taleplerin yanı sıra, Anayasa ve yasalarda demokratik dönüşümü hedefleyen taleplerdi. Hem geniş işçi toplantılarında kürsülerden dile getirilen hem de pankartlarda yazılanların başında, “12 Eylül Anayasasına hayır”, “1821-1822 Sayılı Sendikalar Yasası ve 1475 Sayılı İş Kanunu demokratikleşsin”, “İşkolu ve işyeri barajlarına hayır”, “Referandum müessesi getirilsin”, “Söz, basın örgütlenme özgürlüğü”, “Genel grev hakkı” gibi can alıcı siyasi hak talepleri gelmekteydi. Taleplerin içeriği, hareketin birliğini oluşturmada temel etken durumundaydı. ’89 Bahar Eylemleri, sendikal hareketin tepelerinden örgütlenmedi. Tersine, ileri işçilerin, mücadeleci sendikacıların inisiyatif ve sorumluluğunda, fabrikalar ve işyerleri temelinde gelişti, önce yerel düzeylerde, giderek ülke düzeyinde birleşti. Hatırlansın, ’89 TİS görüşmelerinde hükümet %60 artış önerir, Türk-İş ve sendika genel merkezleri %80 artışın pazarlığını yaparken, işçilerin aşağıdan gelen baskısıyla, TİS, %140 artışla bağıtlanmıştı. Dolayısıyla, bugün, aşağıdan yukarıya, her düzeyde, bir üst kademeyi işaret eden “… karar alsın iş biter, biz hazırız” söylemlerinin tutarlı bir tarafı yoktur.
b- Planlı çalışma
Sendikal hareketin geneline ilişkin olmasa da, yerel platformların başarılı olduğu dönemlere bakıldığında, yukarıda da vurgulandığı gibi, taleplerin oldukça net formüle edildiği ve bir çalışma planına sahip olunduğu görülmektedir. Yerel sendikal platformların, yeniden aynı rolü oynayabilmeleri bakımından ilk yapmaları gereken şey budur. Bilindiği gibi, yerel sendikal platformlar, önce işçi sendika şubeleri platformları olarak gündeme geldi; sonra kamu emekçileri sendikalarını da kapsayarak genişledi. Organize Sanayi Bölgelerinde her türlü güvenceden yoksun hak mücadelesi veren işçiler çeşitli dönemlerde platformların gündemine girmelerine karşın, bu alana ilişkin belirsizlikler, kafa karışıklığı, plan yoksunluğunu beraberinde getirmiş; bu nedenle, günümüzde işçi hareketi ve sendikal hareketin en mücadeleci ve en dinamik kesimini oluşturan genç işçi kuşağı sendikal hareketin organik bir parçası haline gelememiştir. Bu kesimi kapsamayan bir sendikal hareketin, hem yerel hem de genel düzeyde yeni ve direngen bir mücadele mevzisi oluşturması mümkün görünmemektedir.
BÜNYEVİ ZAAFLAR
Özgürlük Dünyası okurlarının yakından bileceği üzere, işçi hareketi ve sendikal harekete ilişkin yapılan değerlendirmelerde, hareketin “bünyevi zaaflarına” sıkça vurgu yapılmaktadır. Çünkü biliyoruz ki, bu zaaflar giderilmeden, harekette istikrar ve devamlılık sağlamak mümkün değildir. Hareketin bugünkü temel problemi de, gelip bu noktada düğümlenmiştir. İşçi hareketi ve sendikal hareketin tarihinden gelen ve bu yönüyle bünyevi bir özellik gösteren zaafları, özetle iki başlık altında toparlamak mümkündür. Birinci olarak; hareketteki siyasallaşma düzeyinin olması gereken noktalara ulaşamamasıdır. ’89 Bahar Eylemleri, Büyük Zonguldak madenci eylemi, ’90 1 Mayısı gibi, sınırlı düzeylerde de olsa siyasi perspektifle hareket edildiği dönemler, işçi ve emekçi hareketinin mücadele birliği de sağlanmakta, hareket, sermaye cephesi karşısında ileri mevziler tutabilmektedir. Ancak, bu dönemler çok sınırlı kalmakta, siyasi perspektifle hareket etme refleksi çok çabuk yitirilmektedir. Bu andan itibaren, ana gövdenin talep ve eylemleri güdükleşerek, hareket hızla ekonomist, sendikal platforma “evrilmek”tedir.* * dipnot2 Bu noktada, ikinci zaaf kendini göstermekte; işçi hareketi ve sendikal hareket, çetin mücadeleler içinde eğitip örgütlediği ileri unsurlarını muhafaza ederek, bir sonraki mücadele dönemine taşıyamamaktadır. ’89 sonrasında olduğu gibi, ya burjuvazi sınıfın ileri kesimlerini tam bir kıyıma uğratmakta ya da işçiler tarafından sendika yönetimlerine getirilen bu kesim, siyasi perspektif kaybına bağlı olarak, sendikal bürokrasinin sunduğu “olanaklar” karşısında fazlaca direnemeyerek, kısa bir zaman diliminde sendika bürokrasisinin bir “parçası” haline gelmektedirler.
İŞÇİ HAREKETİ VE SENDİKAL HAREKETİN MÜCADELE DİNAMİKLERİ
Buraya kadar söylenenlerden hareketle, işçi hareketi ve sendikal hareketin, gerek bünyevi zaaflarının yol açtığı tahribat, gerekse aktüel durumu nedeniyle, sermaye cephesinin dönemsel saldırılarının üstesinden gelemeyeceği sonucuna varmak yanıltıcı olacaktır. Öncelikle, mücadeleleri lokal düzeylerde kalsa da; sendikalaşmak, daha iyi bir ücret ve çalışma koşulları elde etmek, taşeronlaştırmayı önlemek, özelleştirmeleri durdurmak için dövüşen ve mücadele eden bir işçi sınıfı vardır. SEKA ve Seydişehir işçilerinin mücadeleleri tazeliğini korumaktadır. Telekom, Erdemir, Tüpraş, Petkim, Tekel işçileri özelleştirmeye karşı her gün değişik biçimlerde eylem yapmaktadırlar. Diyarbakır Akyıl işçileri, tabanda işçilerin birliği sağlandığında, patronların dize getirilebileceğini gösterdiler. Kamu emekçileri, özelde KESK, mücadeleci bir mihrak olma özelliğini korumaktadır. Örnekler çoğaltılabilir. Hergün, şurada ve burada, sendikalaşma, ücret, sosyal ve hatta siyasal haklar için lokal işçi, memur vb. eylemleri yaşanmaktadır. Ancak, mesele, mücadele içindeki bu güçlerin birleşmelerinin nasıl sağlanacağı üzerinde düğümlenmektedir. Emek Platformu, birleşme ihtiyacını karşılayacak, ortak hareketi örgütleyecek en uygun oluşum olma özelliğini taşımakla birlikte, sendika bürokrasisinin bilinen tutumları nedeniyle, bu başarılamamaktadır. Hal böyleyken, “Emek Platformu, toplansın, karar alsın” demenin, en azından bugün için, fazlaca kıymeti harbiyesi yoktur. Bu tutum, fiilen ipe un sermektir.
İşçi sınıfı, gerek uluslararası gerekse kendi ulusal mücadele tarihinden öğrenmesini ve yararlanmasını bilerek ilerleyebilir. Tarihsel tecrübe, kazanımla biten büyük işçi eylemlerinin; birinci olarak, fabrikalar ve işyerleri temelinde birliğin sağlam temellere oturtularak, inisiyatifin her durumda işçilerin ellerinde kalması sağlanarak, ikinci olarak, sınıfa karşı sınıf (siyasi) perspektifinden hareketle, sınıfın ana gövdesini birleştirecek (ekonomik ve siyasal) talepler için mücadele fikri öne çıkartılarak, ve üçüncü olarak da, sermaye ve burjuvazinin emekçileri bölmeye yönelik hamlelerini boşa çıkartacak çalışmalar cesaretle örgütlenerek başarıldığını göstermektedir. Diğer yandan, genel grev, genel direniş gibi birleşik eylemlerin, işçi sınıfının birbirinden bağımsız gibi görünen, lokal mevzi direniş ve eylemlerinin diyalektik bir süreç izleyerek ilerleyip gerçekleştiğini unutmamak gerekir. Bu yüzdendir ki, “lokal eylem ve direnişlerle bir yere varılamaz” diyerek, işçi ve emekçilerin sermayeye karşı verdiği günlük mücadeleleri küçümseyen eğilimlerin iler tutar bir yanı yoktur. Öyleyse, hangi düzeyde olursa olsun, “yakınmacı” eğilimlere prim tanınmamalıdır.
Bugün de sermayenin saldırılarını bu perspektif ve tutumla yapılacak çalışmalarla püskürtmek mümkün olabilecektir. Egemenler, bir yandan uluslararası sermayenin istekleri doğrultusunda emekçi sınıflar ve halk üzerindeki ekonomik saldırılarını yoğunlaştırır, ABD emperyalizminin Genişletilmiş Ortadoğu Projesi’ne (GOP) ülkemizi bağlayan adımları atarken, öte yandan da, emekçileri ve halkı bölecek girişimleri devreye sokmaktadırlar. Kürt sorununda linç gösterileri eşliğinde estirilen şoven gerici-milliyetçi kışkırtmalar, bunun bir tezahürüdür. Bu gerici şoven dalgayı etkisizleştirecek teşhir ve aydınlatma faaliyetlerinin sınıf içinde örgütlenmesi, öncelikle yapılması gereken işlerin başında gelmektedir. İşçi ve emekçilerin acil ekonomik, sosyal taleplerinin yanında acil demokratik, siyasal talepleri de her fabrika toplantısında, işçi toplantılarında, her düzeydeki sendikal platformların gündemindeki yerini almalıdır. Bu bakımdan, yerel sendikal platformların bir yenilenmeye tabi tutulmaları gerekliliği ortaya çıkmaktadır.
Yukarıda da vurgulandığı üzere, “yakınmacı”, “havaleci” eğilimlere prim tanınmamalıdır. Hele bu eğilimlere, tabanda, “ileri” işçi diye tabir edilen kesimlerde, hiç tahammül edilmemelidir.. Hakim sınıfların yönelimleri dikkate alındığında, işçi ve emekçiler açısından, yakın dönemin politik gündemini, –emeğin iktisadi, sosyal, siyasal haklarının gaspına yönelik yasal düzenlemelere karşı hak mücadelesiyle birlikte– emperyalizme karşı bağımsızlık, gericileşmeye karşı demokrasi mücadelesi ve bununla bağlantılı olarak, Kürt sorununun kardeşlik temelinde demokratik halkçı çözüme kavuşturulması oluşturacaktır. İşçi ve emekçiler emperyalizme karşı bağımsızlık talepleri için mücadele etmedikçe, bu mihraklardan gelen (özelleştirme, taşeronlaştırma, esnek çalışma, KYTK, yeni personel ve sağlık rejimi vb.) neoliberal ekonomik, sosyal, siyasal saldırıların ardı arkası kesilmeyecektir. Gerici dalga püskürtülmedikçe, emekçilerin hak arama yollarının önündeki engelleri oluşturan antidemokratik yasalar geçerliliğini koruyacaktır. Kürt sorunu, demokratik halkçı çözüme kavuşmadığı sürece, Türkiye’ye diz çöktürmek için, dışta emperyalistlerin; emekçileri baskı altına almak, tipik “böl-yönet” politikalarını uygulamalarının hizmetinde, içte de egemenlerin elinde bir alet olarak iş görecektir.
Sınıf partisinin üyeleri, sınıf bilinçli işçiler, mücadeleci sendikacılar, işçi ve emekçi hareketinin sorumluluğunun öncelikle kendi omuzlarında olduğunu bilerek, bütün büyük görkemli eylemlerin günlük “basit” işlerin yerine getirilmesinin üzerinde yükseldiğini unutmayarak, çalışmalarını örgütlemelidirler.
Dipnot1: Hukuk mücadelesi elbetteki sonuna kadar verilmelidir. Ancak, sınıf mücadelesinin tarihi, hukuk zemininde (masada) kazanmak için, önce üretim sürecinde, sokak ve alanlarda verilen grev ve direniş gibi mücadelelerle kazanmak gerektiğini öğretmektedir.
Dipnot 2. Şüphesiz, bu söylenenlerden, işçi hareketinin siyasallaşma düzeyinde bir ilerleme olmadığı sonucu çıkarılmamalıdır. Özelleştirmeleri “vatan satıcılığı” olarak nitelemeleri, kendilerine yönelik saldırıların merkezinin IMF’ye kadar uzandığını attıkları her sloganda ifade etmeleri, işçilerin bilincindeki siyasal ilerlemeleri göstermektedir. Anlatılmak isten, sınıfın ana gövdesini birleştirecek platformun inşasında yaşananlar üzerinedir.