AB anayasası, referandum ve ‘Hayır’ın önemi*

Bu satırları yazdığımız sıralarda AB anayasası için yapılacak olan referandumda “AB anayasasına hayır” oyu verilmesi için yürütülen kampanya bütün hızıyla devam ediyordu. “Hayır” oylarının oranı yapılan kamuoyu yoklamalarınin da gösterdiği gibi “evet” oylarını geçecek derecede giderek artıyor. Ancak kararsız ve sandık başına gitmek istemeyen seçmenlerin sayısı da hâlâ oldukça kabarık.
2004 yılının Ekim ayında Roma’da yapılan AB zirvesinde Chirac’ın da dahil olduğu AB üyesi 25 ülkenin devlet başkanı tarafından imzalanmasına rağmen, bugün AB adını almış olan Avrupa Topluluğu’nun kurucu ülkelerinden Fransa’nın anayasayı reddetmesi ihtimal dışı değildir. AB üyesi ülkelerin çoğunluğu, anayasanın yürürlüğe girmesi için parlamento oylaması yolunu seçerken, 2002 yılında Fransa’da yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerinde  ezici bir çoğunlukla seçimi kazanan Chirac, anayasanın kabulü için referandum yolunu seçti. “Evet” kampının iki büyük gücü, sağ partilerden ve Sosyalist Parti’den bir çok yetkili, Chirac’ın bu tutumunu eleştirerek, onun bu tercihinin ulusal ve uluslararası planda çok ciddi sonuçlara yol açacağını ifade etmişlerdi. Referandum 29 Mayıs’ta yapılacağı için, bir bilanço çıkarmak için vakit henüz erkendir. Ancak, ülkemizin ve sadece Avrupa’nın değil bütün diğer ülkelerin de emekçilerini ve halk kitlelerini bu politik mücadelenin önemi konusunda aydınlatmanın önemi büyüktür. Ilerici güçler için, neo-liberalizme karşı mücadele eden herkes için bu mücadelenin önemi büyüktür. Anayasanın kamuoyuna açıklanması ile birlikte anayasaya hayır kampanyasına girişen, referandumda “hayır”ın kazanması için oluşan geniş ittifaklara dahil olan partimiz için de bu mücadelenin büyük önemi vardır.

ANAYASA, NEO-LİBERALİZMİ KURUMSALLAŞTIRIYOR
Genel olarak bir anayasa, bir devlet aygıtında adalet, yasama, yürütme gibi iktidar organlarının hiyerarşisi ve örgütlenmesi, karar organları, vatandaşların hak ve ödevleri, itiraz merciileri vs. gibi konuları düzenler. Somut politika ayrıntılarına girmeden genel prensipleri kapsayan kısa bir metindir.
AB anayasasının bir politika belirlemesi ve bu politikanın anayasa metninin ayrılmaz parçası olması onun önde gelen özelliğidir. Bu durum iki önemli sonuca yolaçıyor.
Birincisi; belirlenen politikayı bağlaması nedeniyle, politikayı ya da kurumları değiştirmek, anayasanın tamamını değiştirmeden mümkün değildir. Başka bir deyişle, anayasada belirlenen politikayı değiştirmek için anayasayı değiştirmek gerekecektir. Elbette anayasa, Avrupa Konseyi’ni oluşturan hükumetler ve devlet başkanlarının oybirliği şartına bağlı kılarak  değişiklik olasılığını öngörmüştür. Ancak AB’ye mensup 25 ülke ile bu oybirliğini elde etmek mümkün değildir.
İkincisi; anayasada belirlenen politikanın bizzat kendisinin doğasıdır. Metni neo-liberal olarak niteleyen güçler arasında geniş bir görüş birliği vardır. Bu nitelemenin üç temel nedeni vardır:
·    Birincisi; anayasanın politik, sosyal düzenlemelerde ekonomiye öncelik tanınmasıdır. Özellikle III. bölümde görüldüğü gibi, bizzat metnin kendisinde ekonomik meselelere ayrılan bölümün genişliğiyle zaten bu öncelik göze çarpıyor. Bu durum, bütün politik, sosyal çevre sorunlarının, tanınan haklar ve kazanımların ekonomik kriterler engeline takılacağı ve hareket alanının daralacağı anlamına gelir.
·    Ikincisi; neo-liberalizmin temel prensibi olan “serbest ve çarpıtılmayan rekabet” deyimi 448 maddeden oluşan anayasa metni boyunca takıntı derecesinde tekrarlanıyor. Bu cümle, toplumun her alandaki itici motor gücü, tek zenginlik kaynağı ve zenginliklerin paylaşılması ve denetlenmesinin tek aracı olarak tanımlanmıştır. Anayasa metninde bunu gösteren birçok madde  sayabiliriz.
·    Üçüncüsü; AB üyesi hükumet ve parlamentoların uymak zorunda olduğu yasaları öneren, yasa gücünde olan kural ve düzenlemeleri dikte ettiren Avrupa Komisyonu, Avrupa Konseyi, Avrupa Merkez Bankası gibi iktidar organları seçimle oluşturulan organlar değildir. Lobilerin danışmanlık yaptığı bu organlar, içerikleri ve içinde bulundukları ortam itibarıyla neo-liberalizmi zaten sindirmişlerdir. AB üyesi yeni ülkeler tarafından atanan yeni komiserlerin tamamı kendi ülkelerinde özelleştirmeleri gerçekleştiren eski bakan ya da büyük uluslararası tekellerin yünetim kurulu üyeleridirler.
Bu nedenle anayasanın, neo-liberalizmi, AB’nin mümkün olabilen tek politikası olarak tanımladığını ve bu politikaya kurumsal bir nitelik kazandırdığını söylüyoruz. Sadece bu nedenle olsa dahi, anayasa reddedilmeyi hak etmektedir.
AB anayasası, bugün sayıları 25’i bulan üye ülkelerin hepsinde geçerli olan AB’nin yasal temelini oluşturacaktır. Bu kurumsal oluşum, ne birçok devletin tek bir devlet şeklinde ortaklığı anlamına gelen bir federasyondur ne de, çok benzese de, merkezi bir iktidara bağlı bağımsız devletlerin birliği olan bir konfederasyondur.
Anayasa meseleleri, kapitalist toplumda sınıflar arasındaki güç dengelerinin yansımasıdır. Örneğin, 1947 tarihli Fransız anayasası, burjuva toplumun sınıfsal niteliğine dokunmadan, devrimci, ilerici ve komünistlerin, nazi faşizmiyle işbirliği yapan burjuvaziye karşı oluşturdukları ulusal ve uluslararası güç dengesini gözetmekteydi. Bu güç dengesi, halk kitleleri lehine bir dizi ekonomik, politik, sosyal tebirlerin alınması ve bu tedbirlerin anayasaya kaydedilmesiyle kendini ifade etmiştir.
AB anayasası, halklara ve emekçilere karşı tekellerin, emperyalist güçlerin lehine  oluşturulacak bir güç dengesini gözetiyor. Bir yandan Avrupa çapında yürürlüğe sokulan kurumlar aracılığıyla askeri imkanlar dahil olmak üzere daha çok ekonomik, politik imkanı tekellerin ve devletlerin hizmetine sunarken öte yandan katıksız bir biçimde tekellerin hizmetindeki hükumetler üstü kurumlar lehine halkın elindeki politik imkanları kısıtlıyor.
Bu anayasa, AB tarafından dikte ettirilen tüm yasal düzenleme metinleri gibi hiyerarşik olarak ulusal hukukun üzerindedir. AB anayasası ile tekeller, çıkarlarını korumak için ulusal ve uluslararası düzeyde ek olanaklara sahip olacaklar. Anayasayı reddederek tekellerin diktatörlüğüne ve neo-liberalizme son vermiş olmayacağız, ancak bu metnin onlara ek olanaklar sağlamasını engellemiş olacağız.
“Hayır” için yürüttüğümüz kampanya, tekellere ve onun egemenlik aygıtlarına karşı yürüttüğümüz mücadelenin parçasıdır.

GERİCİ DEĞERLERLE YOĞRULAN BİR ANAYASA
“Evet” taraftarları politik ve sosyal hakları içerdiği için bu metnin çok önemli olduğunu göstermeye çalışıyorlar. Metnin bu niteliğinin önceki anlaşmalara oranla büyük bir yenilik olduğunu iddia ediyorlar.
Bir yandan konuyu dikkatle inceleyince bu iddiaların yalandan ibaret olduğu ortaya çıkıyor. Anayasa metninde açıklanan haklar, ülkemizin mevcut anayasasındaki haklara ve bir çok uluslararası  metne göre geridir.
Öte yandan anayasa metninin özel bir yöntem seçerek söylediklerine oldugu gibi, söylemediklerine de dikkat edilmelidir. Örneğin –hiç kimse uymasa da– mevcut Fransız anayasasında “çalışma hakkı” diye birşey var. Avrupa anayasasında ise bir hak olarak çalışmaktan sözedilmemekte, arzu edene “çalışabilme özgürlügü” tanınmaktadır. Aradaki fark bir kelime oyunundan ibaret değildir. Daha önce elde edilmiş ve tanınmış bir hak ve hukuktan, bir “olasılığa” geçiş durumu var burada.
Diğer bir örnek kadın haklarıdır. Kadınlar ve erkekler arasında hak eşitliğini tanıma konusunda anayasa cimrilik yapmıyor. Ancak kadının toplumdaki rolü konusunda, evlilik hakkını tanıyıp!, boşanma hakkından ise bahsetmeyerek “geleneksel” bakış açısını korumaktadır. Kürtaj karşıtlarının bir mücadele sloganı haline getirdikleri “yaşam hakkına saygı”dan bahsederken, doğum kontrol ve planlama hakkını görmezden gelmektedir.
Genel bir biçimde ilan edilen hakların hiçbirisi uygulama ve uyma zorunluluğu olmayan haklardır.
Sosyal haklara gelince, anayasa metnindeki asgari içerik, bir çok ülkenin ulusal anayasasında  yeralan kazanılmış bir dizi hakkı dahil etmeyi “unutuyor”.
Anayasa metnindeki sosyal hakların, asgari niteliğine rağmen, üye ülkelerin hepsinin uymak zorunda olduğu bir temel olma özelliği de yoktur. Gerçektende sosyal haklar alanında, üye ülkelerin hukuksal düzenlemeleri AB anayasası üzerinde öncelikli bir konuma sahiptir. Ingilizlerin bu alandaki bazı muafiyetlerini biliyoruz. Hiçbir Ingiliz hükumeti uluslararası bir kurumun sosyal haklar alanında kendilerine herhangi bir dayatmada bulunmasını kabul etmez.
Bu Anayasa ile Avrupa düzeyinde uygulanan sosyal haklar kavramının bizzat kendisi bir muafiyet konusu oluyor. Anayasanın sosyal hakları Avrupa çapında en üst düzeyde eşitleyeceğini iddia etmek bir yalandan ibarettir. Sosyal haklar alanında üye ülkelerin ulusal hukuklarının Anayasaya göre önceliğini tanıyarak Anayasa, böylesi bir eşitleme ihtimalini tamamen ortadan kaldırıyor.
Her alana uygulanan “serbest ve çarpıtılmayan rekabet” prensibinin, sosyal haklar alanında emekçiler lehine elverişli düzenlemelerin bulunduğu ülkelerin yasal düzenlemelerini emekçiler aleyhine aşağıya doğru çekmek için bir baskı unsuru rolü oynayacağını unutmamak gerekir. Başka bir deyimle, her durumda, hep hakları geriye çekme egilimi vardır.
Anayasa metninin hiçbir bölümünde laiklik bir referans olarak görünmediği gibi, laik devletlerin varlığı da tanınmıyor. Kiliseyi AB’nin muhatabı olarak Anayasaya dahil ediyor, kilise ile “açık, saydam ve düzenli ilişkiler”in kurulacağını söylüyor.
Politik haklara gelince, Anayasa metninde yeraldığı şekliyle imza kampanyası hakkının demokratik bir ilerleme olduğunu iddia etmek oldukça zordur. Gerçekten de Anayasa metnine göre, bir milyon kişinin imzaladığı bir metin Avrupa Komisyonu’na gönderilebilir, ancak Komisyon’un buna cevap verme ve takip etme zorunluluğu bulunmuyor.
İktidar gücünün esas organlarının seçimle oluşturulmadığını daha önce yukarıda belirtmiştik. Kararları, yanlarında uzmanlarla desteklenen devlet ve hükumet başkanları, bakanlar, Avrupa komiserleri alıyorlar. Avrupa Parlamentosunun tek yetkisi, Avrupa Komisyonu tarafından sunulacak yasa taslaklarını oylamaya sunarak kabul ya da reddetme yetkisidir. “Rekabet kurallarının uygulanmasını” ve “iç pazarın işleyişinin” kefili olan Anayasa, çeşitli karar organlarının, karar alabilmesi için bir dizi kural belirliyor. Bu kurallar, AB üyesi ülkeler arasında, her ülkenin nüfusuna bağlı dengeleri hesaba katarak bir eşitlik görüntüsü vermeye çalıştığı için çok karmaşıktır. Devletler, emperyalist güçler, hem bu emperyalist güçlere hem de ABD emperyalizmi başta olmak üzere başka emperyalist güçlere bağımlı olan kapitalist ülkeler, arasındaki güçler dengesinin bir nevi yansımasıdır.
Ama yine de, her ülkenin Avrupa Komisyonuna  bir komiser atamasına olanak tanıyarak “küçük ülkeler”e yapılan jest ya da bu ülkelere herhangi bir kararı bloke etme olanağı sunan mekanizma, meselenin esasını gizleyemiyor. Meselenin esası şudur:
Neo-liberalizmin kurumsallaşması, her zaman en büyük tekellerin, en güçlü emperyalist devletlerin çıkarınadır. Dünya emperyalist sisteminin krizi koşullarında onların politikaları uygulanıyor.
Güçlü emperyalist devletler, diğer ülkeler üzerinde baskı yapabilmek için sayısız araca ve olanağa sahipler.
Bu eşitsizlik her alanda kendini gösteriyor. Örneğin, ortaklık kriterleri , AB’ye giren Doğu Avrupa ülkelerine uygulanırken,  Alman ve Fransız emperyalizmleri kendilerini bu kriterlerden muaf tutabiliyorlar. Doğu Avrupa hükumetlerinin bu kriterleri harfiyen uygulaması, ekonomilerinin önemli dayanaklarının özelleştirilmesinin sosyal felaketlere yolaçması, geçmişin mirası olan sosyal hakların ve köylülüğün bir kısmının tasfiyesi, özellikle gençler arasında olmak üzere işsizliğin patlaması v.s ile sonuçlanmıştır.
Büyük emperyalist güçlerin ikiyüzlülüğünün doruk noktası, bu ülkeleri –- bilinçli olarak bu ülkelerin yöneticileri ile halkını birbirine karıştırarak- neoliberalizm yönünde daha ileri gitmek isteyen ülkeler olarak göstermeleridir !

İNŞA HALİNDEKİ BİR SÜPER GÜCÜN ANAYASASI
Daha önce de belirttiğimiz gibi, AB Anayasası, her ikisinin de özelliklerini kendinde toplayarak ne bir süper Avrupa devleti ne de gerçek bir konfederasyon kurulmasını öngörüyor. Karar organlarına (Avrupa Komisyonu, Konseyi, Avrupa Merkez Bankası gibi) hükumetler üstü ayrıcalıklar tanıyor, ve üye ülkelerin tamamına neo-liberal dogmaları ve kuralları dayatıyor. Böylece genel olarak AB’ni, özel olarak da üye ülkelerin her birini dünya ölçüsünde neo-liberalizmin bir halkası haline getiriyor ve ona mahkum ediyor.
Anayasanın öngördüğü AB, kendi içine kapalı bir yapı değildir. Bir ya da birkaç emperyalist gücün egemenliğindeki emperyalist bloklar, emperyalist güçler arasındaki rekabetin bir bileşenidir.
Bu ülkelerin hepsinin, özellikle de SSCB ve COMECON’un dağılmasından sonra ortaya çıkan Doğu Avrupa ülkelerinin, neo-liberalizmin uygulanma alanına ve emperyalizmin dünya sistemine hızlı bir şekilde zorla dahil olmasının aracıydı ve aracı olmaya devam ettiğini söyleyebiliriz.
Bu özelliklerinden dolayı, inşâ halindeki bir emperyalist bir blok olduğunu ve her emperyalist blok gibi AB’nin de sadece ekonomik, politik, diplomatik yollarla değil, askeri gücüne de dayanarak egemenlik kurma amacında olduğunu söyleyebiliriz.
Bu durum, AB’nin ABD emperyalizmine ve onun politik-askeri aracı olan NATO’ya karşı tutumunu da gündeme getirmektedir.
AB’ye üye 25 ülkeden 20’si aynı zamanda NATO üyesidir.  ABD emperyalizminin Irak’a savaş ilan ettiği esnada AB üyesi 7 ülkenin devlet başkanı Bush’a hitaben bir destek mektubuna imza atmıştı. ABD yönetimi bu çatlaktan faydalanarak “yaşlı” ve “yeni” Avrupa’ya gönderme yapma imkanı bulmuştu.
AB Anayasasının uzunca bir maddesi “ortak güvenlik ve savunma politikasına” adanmıştır. Bu politika, AB içerisindeki egemen emperyalist güçlerle (özellikle Fransız ve Alman emperyalizmi) ABD emperyalizmi arasındaki güçler dengesinin ve ilişkilerinin ayrıntılarını ifade etmektedir.
Anayasa, Avrupa Konseyi’nde oybirliği ile karar altına alınabilecek “süreç içinde belirlenecek ortak bir savunma politikası” öngörmektedir. Ancak ardından bu politikanın “üye ülkelerden bazılarının güvenlik ve savunma politikalarının özel karakterini, NATO üyesi olmaktan kaynaklanan yükümlülüklerini bozmayacağını” ve NATO’nun politikasının “AB anayasasının belirlediği ortak güvenlik ve savunma politikasıyla uyumlu olduğunu” ifade etmeyi de unutmaz.
Aynı bölümde, “üye ülkeler, askeri kapasitelerini süreç içinde arttırırlar” dedikten sonra Avrupa’da bir silah sanayisinin geliştirilmesi için Avrupa Silahlanma Ajansı’nı ön plana çıkarır.
Nihayet, üye ülkelerden bazılarının askeri alanda “AB çerçevesinde sürekli ve örgütlü bir işbirliği” niyetini not eder.
Bu nitelikleriyle anayasayı reddetmek için dört başka neden daha sayabiliriz:
·    Birincisi, ABD emperyalizminin hakimiyetinde bulunan, paylaşım savaşlarının ve zenginlikleri talan etmesinin ve egemenlik kurmasının aracı olan politik-askeri pakt NATO ile AB arasındaki ilişkileri kurumsallaştırıyor. Böylece, üye ülkelerden bazılarının tarafsızlığını ise dikkate bile almıyor.
·    Ikincisi, AB’nin çıkarlarını korumak için sınır ötesi operasyonları da öngören askeri bir gücün geliştirilmesini teşvik ediyor.
·    Üçüncüsü, silahlanma yarışına, uluslararası ilişkilerin militaristleşmesine ve emperyalistler arası bir savaş tehlikesinin giderek büyümesine aktif olarak katılıyor.
·    Dördüncüsü, doğası gereği askeri gücünü, emperyalizmin egemenliğine ve onun politikası neo-liberalizmden kurtulmak için mücadele eden halklara karşı, emperyalist sistemin muhafazasının hizmetine sunuyor.
Anayasayı reddetmek, aynı zamanda, inşa halindeki bu emperyalist güce karşı mücadele etmek ve adalet, barış ve Avrupalı olan ya da olmayan her halkın kendi ekonomik-toplumsal sistemini tayin hakkı için dünya halklarının yanında mücadeleyi tercih etmektir. Neo-liberalizmin diktatörlüğüne karşı mücadele etmektir.

CHİRAC – RAFARİN – SEİLLİERE VE AB ANAYASASINA HAYIR
Fransa’da son yıllarda uygulanan politikalar ile AB anayasası arasında çok yakın bir ilişki olduğu açıkça ortadadır. Chirac-Rafarin-Seilliere’in  politikalarının giderek artan şekilde reddedilmesi anayasaya muhalefeti güçlendirirken, aynı muhalefetin artması, Chirac-Rafarin-Seilliere’in politikalarının reddini de güçlendirmektedir.
Bu karşılıklı etkileşim, en fazla, referandumda hükumet politikalarına bir cevap vermeye hazırlanan seçmenleri “ne için seçim yapıldığını unutmamaları” konusunda uyaran sağdaki partilerin ve Sosyalist Parti’nin yöneticilerini endişelendirmektedir.
Referandumda “hayır” çağrısı yapanların yelpazesi oldukça geniştir. “Evet” çağrısında bulunan partilerin içinde bile bazı küçük gruplar “hayır” etrafında kampanya yürütmeye devam ediyorlar. CGT sendikasının, politik bir sorun olduğu için herhangi bir çağrıda bulunmama şeklinde olan resmi tutumu, sendika tabanının aktif faaliyeti sonucunda Başkanlar Konseyi’nde reddedildi. İşçiler, neo-liberal politikaların sonuçlarına ve özellikle son günlerde gündemde olan tamamen anayasanın mantığı ile aynı doğrultuda olan Bolkestein  direktifleri gibi AB direktiflerine karşı hergün mücadele edip, onu teşhir ederken, sendika merkezinin “biz politikaya karışmayız” bahanesinin ardına sığınarak anayasaya kendiliğinden bir destek sunmasını kabul edemezlerdi. CGT’deki bu gelişmeden sonra, birçok sendika merkezi, anayasaya karşı çağrıda bulundular.
Anayasayı red eğilimi, köylüler arasında da oldukça güçlüdür. Fransız kapitalist köylülüğü –orta ve büyük köylü– “AB sayesinde” palazlanarak, dünyada önemli bir konuma ulaştı. Küçük köylülüğün tamamen tasfiyesinin, orta köylülüğün de boğazına kadar borçlanmasının bu gelişmeye eşlik ettiğini ifade etmek gerekir.
Köylülerin hangi nedenle anayaya hayır dediklerinin detayına girmeden, köylülerin tutumunun, kırın önemli kesimlerini de beraberinde sürükleyeceğinin altını çizmek gerekir.
Yine kadın hareketi de anayasaya hayır için seferber oldu. Kadınların, toplumda, neo-liberal politikalar ve onun halk karşıtı sonuçlarından en fazla etkilenen kesimi olduğunu söylemek gerekir. Kadınlar, aynı zamanda, bu politikalara eşlik eden gericiliğin yükselişinin sonuçlarına da maruz kalıyorlar.
Gençler, eşitsizlikleri daha da derinleştiren, eğitim ve öğretimi kapitalist işletmelerin hizmetine sunan eğitim sistemindeki reformlarla anayasada belirlenen yönelimler arasındaki ilişkiyi görmeye başladılar. Anayasanın anti-demokratik yapısına, anayasanın hemen hemen sadece “sermaye ve malların serbest dolaşımından” bahsetmesine rağmen, Schengen anlaşmasında yeralan düzenlemelerin yeniden ele alınıp daha da kısıtlanması, tabir yerindeyse, göçmen adaylarının denize atılmasına, gençlerin ilk hedefte yeraldığı polis devletinin güçlenmesi anlamına gelen adli ve polis teşkilatlarının işbirliğinin geliştirilmesine karşı duyarlılar. Nihayet, anayasanın teşvik ettiği silahlanmayı anlamakta güçlük çekiyorlar. Anayasaya “hayır” için kampanya yürüten örgütlerin önündeki en önemli sorun, gençleri oy kullanmaya ikna etmektir.
Başından bu yana, “anayasaya hayır” kampanyası, esas olarak, neo-liberalizm karşıtı güçler tarafından yürütüldü. “Evet” kampının, anayasaya karşı çıkan sağ ve faşist partileri “hayır” kampının tek sözcüsü yapmak için harcadığı çabalara rağmen, bu partiler, bu hareketlenmenin çok uzağındadırlar. Bu çabanın bir parçası olarak, hükumet, Sosyalist Parti yöneticilerinin de onayını alarak, resmi propaganda kampanyası döneminde, televizyon kanallarını, hayır cephesinin temsilcisi olarak iki milliyetçi şoven sağ partiye, Le Pen’in ırkçı faşist partisine ve bir de Fransa Komünist Partisi’ne açma kararı verdi. Anayasaya “hayır” eğiliminin bu şekilde şeytani oyunlara alet edilme girişimi, “evet” kampının referandum sonucundan ne derece korkuya kapıldığının bir göstergesidir.

PARTİMİZİN TUTUMU VE ÇALIŞMASI
Partimiz, AB anayasası meselesine başından beri büyük önem verdi. La Forge, 2002 yılının Kasım ayından bu yana, AB anayasasının tehlikeleri konusunda dikkatleri çekti .  Haziran 2003’te Selanik’te yapılan AB zirvesinde anayasa meselesinin masaya yatırılmasından itibaren, ulusal ve uluslararası planda, “anayasaya hayır” fikrini sistemli olarak işledik ve gazetemizin 2003 yılının Aralık ayında yayınlanan sayısı, “ilerici, enternasyonalist ve halkçı bir HAYIR için Anayasa konusunda referandum” talebini içeren kapakla çıktı.
Partimiz, başından bu yana, tekellerin ve gericiliğin Avrupası’na karşı çıkmıştır ve AB’nin kuruluşunun, halklara, halk kitlelerine, işçi sınıfına karşı yürütülen emperyalist bir girişim olduğunu teşhir etmiştir. Bu anayasanın, uluslararası planda artan faşizm tehlikesine de paralel olarak, AB’nin kuruluşu sürecinde nitel bir adım oluşturduğu tartışılmaz bir gerçektir.
Ülkemizde gelişen muhalif hareketin üç temel özelliği var:
·    Toplumun, şimdiye kadar AB’nin kuruluşuna karşı çıkmayan ve konuya ilgisiz kalan ya da ilgisiz kalmasa da, somut olarak bu kuruluş sürecine nasıl engel olacağını bilemeyen tabakalarını ve kesimlerini sürükleyerek kitlesel bir karakter kazanmıştır.
·    “Hayır” etrafında toplanan politik ve toplumsal güçlerin büyük çoğunluğu, “başka bir Avrupa”, “sosyal, ilerici, halklarla dayanışmacı bir Avrupa” vb. söylemlerini taşıyorlar.
·    Özellikle işçi sınıfı ve halk kitleleri içinde etkin olan, anayasanın neo-liberal özü ile sağcı hükümetin politikaları arasında bağlantı kuran güçlü bir akımın bulunması.
İşçi sınıfının partisi olarak, politik çizgimizi belirlemek için, bu değişik özellikleri dikkate aldık. Partimizin çizgisini şöyle özetleyebiliriz:
·    Bu anayasayı engellemek için referandumda “Anayasaya hayır” çıkması için aktif, kitlesel bir kampanya yürütmek.
·    Anayasaya hayır temeli üzerine inşaa edilen “Hayır için birlik” inisiyatiflerine katılmak. AB ile ilgili olarak “ilerici, sosyal AB” vb. gibi reformist hayalleri yayanların da bu komitelerin içinde bulunması, oluşan bu birliklere katılmamızın önünde engel teşkil etmez. Bu meseleyi temel bir ayrılık sorunu haline getirmek, kendini kitlelere tanıtmak zorunda olan partimizin, bu muazzam hareketin tamamen dışında kalması anlamına gelecekti.
·    Yukarıda söylenilenleri dikkate alarak, kitlesel bir propaganda faaliyeti aracılığıyla partimizi geniş kitlelere tanıtmak, politikalarımızı geliştirmek.
Partimiz bulunduğu her yerde bu politikaya atılganlık ve birlik içinde sarıldı. Anayasayı red eden muhalefetin, her alanda, kitle mücadelesinin her cephesinde kendini ifade etmesini teşvik etti. Dünyanın bütün halklarını ilgilendiren bu mücadeleye uluslararası bir boyut vermek için, aynı zamanda, kardeş partilerin ülkemizde bulunan güçlerinin ve genel olarak uluslararası komünist hareketin desteğini aldı.

SONUÇ OLARAK
Referandum sonucunda anayasaya “hayır” çıkması, daha önce karşılaşılmayan yeni bir politik duruma yolaçacaktır. Öncelikle, ulusal planda, sırayla hükümet koltuğuna oturan temel politik güçler olan sağ partiler ve Sosyalist Parti, büyük bir politik yenilgiye uğramış olacaklardır. Özellikle sağ partiler, referandum sonrasında, hiç bir şey olmamış gibi davranamazlar. Sadece başbakanın geleceği değildir tartışma konusu olan, aynı zamanda, şimdiye kadar yürütülen politikalara da verilen şamar gibi bir cevap olacaktır. Sosyalist Parti açısından da, parti yönetiminin ve “sosyal liberal” politikalarının tartışmasız biçimde reddi anlamına gelecektir.
Öte yandan, bu zaferin asıl yaratıcısı olan işçi ve halk hareketi, neo-liberal politikaları etkisiz kılma mücadelesinden daha da güçlenerek, güçlerini birleştirerek çıkacaktır.
“Evet” için yapılan muazzam propagandayı boşa çıkarama başarısını göstermiş olacaktır. Liberalizm ve onun sosyal liberal versiyonunun alternatifi ekonomik politika meselesi tartışmaya açılacaktır.
Uluslararası planda, anayasanın Fransa tarafından reddi, anayasanın genel kabulü süreci üzerinde etkide bulunacaktır. Şimdiden, referandumda “hayır” çıkması ihtimalinin, anayasayı kabul biçimi ne olursa olsun, diğer ülkelerinde ilgisini çektiğini görüyoruz. Emekçilere ve halklara vermek istediğimiz esas mesaj, Fransa’daki referandumda çıkacak “hayır” sonucunun zaferinin, dünyanın her tarafında, halkların, tekellerin diktatörlüğüne, emperyalist devletler ve onların neo-liberal politikalarının karşı verdiği mücadelesinin zaferinin parçası olduğudur.

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑