RUSYA KUŞATILIYOR!

ABD, Orta Asya ve Kafkasya’da hegemonya arıyor…

Ukrayna ve Kırgızistan’da yaşanan “iktidar değişiklikleri” tartışılırken, Özbekistan’da patlak veren -ve bu satırlar yazılırken bastırılmış görünen- silahlı isyan, Orta Asya ve Kafkasya’nın içine yuvarlandığı derin istikrarsızlık ve kargaşanın altını bir kez daha çizdi.

Kuşkusuz bütün bu ülkelerdeki gelişmeler birbirinden farklı özellikler arz ediyor; örneğin Ukrayna ve Gürcistan’da yaşananları “devrim” olarak selamlayan ABD yönetimi, Özbekistan’daki isyan karşısında daha mesafeli, hatta İslam Kerimov hükümetine “temkinli” destek vermekten çekinmiyor. Yine de, tek tek ülkelerdeki gelişmelerin dayandığı ortak bir dinamik bulunuyor: ABD emperyalizminin hamleleri ve Washington uşağı rejimlerce kuşatılma endişesi içindeki Rusya’nın bu hamleler karşısında verdiği yanıtlar…

ABD’nin bu mücadelede tuttuğu mevziyi anlamak için, yakın geçmişe göz atmakta yarar var. Washington, Varşova Paktı’nın dağılmasının ardından ilk hamlelerini Balkanlar’da gerçekleştirdi. Kâh Avrupalı emperyalistlerin desteği, kâh Moskova’daki “kukla” Boris Yeltsin hükümetinin onayıyla, Batı-Doğu enerji koridorunda kilit rol oynayan Balkan ve Doğu Avrupa ülkeleri, adım adım köleleştirildiler.

İlk adım Yugoslavya’da atıldı ve yıllarca süren kanlı bir iç savaşın ardından, bu ülke “yönetilebilir” dilimlere bölündü. Bosna, Batılı emperyalistlerin, ama özellikle de ABD’nin, fiili “mandası” haline getirildi. Hırvatistan, Avrupalı emperyalistlerin denetimi altına alındı. Ardından Kosova, Sırbistan’dan koparılıp alındı ve halen, uluslararası statüsünün ne olduğu bile bilinmeyen, bu “bölge”ye, Balkanlar’daki en büyük ABD askeri üssü olan Bondsteel kuruldu. Burası, Karadeniz ile Adriyatik arasındaki stratejik yolun üzerinde bulunmakta; aynı zamanda güneydoğu-kuzeybatı hattı üzerinde yer almaktaydı.

ABD destekli Arnavut milliyetçilerin şantajı altında, Makedonya’nın da başına benzer bir şey geldi ve bu ülke topraklarına da NATO kuvvetleri yerleştirildi. Arnavutluk’tan Bulgaristan’a, Sırbistan-Karadağ’dan Romanya’ya, Makedonya’dan Polonya’ya dek Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri, ekonomik, askeri ve siyasi alanlarda bir dizi “görünmez zincir” ile ABD ve Batı Avrupalı emperyalistlerin hükmü altına alındılar.

‘ARKA BAHÇE’DE DURUM
Balkanlar’da çoğu zaman, şu ya da bu ölçüde Batı Avrupalı emperyalistler ile işbirliği yapmak durumunda olan ABD, Orta Asya ve Kafkasya’da, yani Rusya’nın “arka bahçesi”nde yaşanan gelişmelerde belirleyici güç haline geldi. Hazar Denizi’ni merkez alan Rusya-ABD çekişmesi, zamanla bütün yorumcuların “Büyük Oyun” adını taktığı, 1900’lerin başındaki “petrole hücum” dönemini andırır hale geldi. Ne de olsa, Hazar’ın petrol kaynakları Suudi Arabistan ve Irak ile yarışacak güçteydi. Tahminlere göre, 2010 itibarıyla bu denizden günde 3.2 milyar varil petrol çıkarılabilecek. Buna ek olarak Hazar, yılda 4850 milyar fit küp doğalgaz verebilecek durumda.

Tıpkı Ortadoğu’da olduğu gibi, Orta Asya’da da ABD’nin politikaları “enerji” üzerinden şekillendi. Ancak burada amaç sadece bölgenin enerji kaynaklarına el koymak değildi; Rusya, Çin ve Batı Avrupalı rakip emperyalistler için “olmazsa olmaz” nitelikteki bu kaynaklar üzerinde hakimiyet kurmak, bütün bu rakiplerin önünü kesmek, onları denetim altına almak anlamına da geliyordu. Bir iki yıl içinde petrolün varilinin 100 doları aşacağı yönündeki “felaket senaryoları” düşünüldüğünde, bu kaynakların her damlası üzerinde kıyasıya bir çekişmenin çoktan başlamış olduğu anlaşılacaktır.

2001 yılında, ABD Başkan Yardımcısı Dick Cheney’in liderliğini yaptığı “Enerji Görev Gücü”, bir dizi enerji tekelinin yardımıyla kritik bir rapor hazırlamıştı. Bu raporda, ABD petrol tüketiminin 2020 yılında yüzde 30 artmış olacağı, talepteki bu artışın ancak yüzde 25’inin ABD içi üretim tarafından karşılanabileceği belirtiliyordu. Aynı raporda, Ortadoğu’nun küresel petrol arzına katkısının yüzde 25’ten yüzde 60’a yükseleceği tahmin edilmekteydi. Irak’ı işgal planlarının yapılmaya başlanması ile bu raporun “masaya konulması” arasındaki benzerlik, tesadüf değildir.

ABD, Orta Asya ve Kafkasya’nın “kıymetini” ise çok daha önce anlamıştı. Zbigniew Brzezinski, artık meşhur olan “Büyük Satranç Tahtası”nda (1997), “Avrasya’ya egemen olan güç, dünyanın üç gelişmiş ve ekonomik olarak üretken bölgelerinden ikisini ele geçirmiş olacaktır” diyordu. “Kurt stratejist”, aynı kitapta Rusya’nın üçe bölünmesinin “faydalı” olacağını ima etmekteydi: Bir “Avrupa ülkesi” olarak Batı Rusya, Sibirya ve ülkenin geri kalanı… Dick Cheney ise, bir petrol şirketinin yöneticisi olduğu 1998’de verdiği bir demeçte, “Hazar kadar, birdenbire stratejik önemi böylesine artan bir başka bölge olduğunu hatırlamıyorum” demekteydi.

Kısa bir süre sonra; Baltık ülkeleri Estonya, Litvanya ve Letonya, alelâcele NATO üyesi yapıldı ve Rusya’ya sınır olan bu ülkeler, fiilen ABD ordusunun denetimine geçmiş oldu. ABD, Rus sınırlarına dayanmıştı… Malûm “terörle mücadele”nin ilan edilmesiyle birlikte Afganistan’ı işgal altına alan ABD, kısa süre içinde Orta Asya ve Kafkasya’da askeri ve politik nüfuzunu geliştirecekti. “Yeni Büyük Oyun” kitabının yazarı Lutz Kleveman, 2001 sonlarından itibaren birkaç yıl içinde yaşanan gelişmeleri, “Bush, Orta Asya’ya devasa bir askeri yığınak yaparak Rusya’ya karşı kazanılan soğuk savaş zaferini perçinledi, Çin’in bu bölgedeki nüfuzunu denetim altına aldı ve İran’ın boynundaki ilmeği sıkılaştırdı. En önemlisi ise, Hazar bölgesindeki Amerikan petrol çıkarları ilerletildi” diye özetliyordu. Bu arada bir dizi Rus general, ABD’nin bölgedeki askeri varlığı karşısında kaygılarını açıkça ifade etmekteydi. Çin Genelkurmay Başkanı Fu Quanyou ise, ABD’nin Kırgızistan’a yerleşmesinin, Çin’in güvenliğine “dolaysız bir tehdit” teşkil ettiğini belirtiyordu.

Ekim 2001’de başlayan ve halen süren Afganistan işgali, bu enerji planları kapsamında önem kazanmaktaydı. Bu yoksul ülkenin kendi enerji kaynakları fazla sayılmazdı ama kuzey komşuları, küresel petrol ve doğalgaz arzı için “kritik” önemdeydi. Elbette, bu petrol ve doğalgazın sevki için Afganistan gibi komşular gerekliydi!

Hazar Denizi petrolünü Rusya üzerinden sevk etmek, “düşman”ın Orta Asya’daki ekonomik ve siyasi kontrolünü artıracaktı. İran üzerinden kurulacak bir hat, ABD’nin hedef tahtasına koyduğu bu ülkeyi vazgeçilmez kılacaktı. Ancak bir yandan Afganistan, diğer yandan Gürcistan ve Türkiye’nin kullanıldığı enerji hatları, ekonomik açıdan masraflı olmalarına rağmen, “stratejik” hedeflere ulaşılmasını sağlayabilecekti.

Türkiye, Hazar kaynaklarının Batı’ya ulaştırılması için önem taşıyorsa, Afganistan da Doğu’ya ulaşım için önem taşımakta. Üstelik ABD, bu doğu rotasına giderek daha fazla ilgi göstermekte: Güney Asya ülkelerindeki talep patlaması ve rakip yokluğu, Hazar-Afganistan-Pakistan-Hindistan rotasını epey kârlı kılıyor. Bu rota üzerindeki planlar, 1995’te, ABD’li tekel Unocal tarafından hayata geçirilmeye başlandı. Şirket; Türkmenistan kaynaklarının Afganistan ve Pakistan limanları üzerinden Arap Denizi’ne çıkarılmasını öngörüyordu. Ancak bu plan için önce, Afganistan’da şirketin “dediğini yapan” bir rejim gerekiyordu. Eylül 1996’da, Taliban’ın Kabil’i ele geçirmesiyle, bu gereklilik yerine getirilmiş oldu. O dönemde İngiliz Daily Telegraph gazetesi, “Petrol uzmanlarına göre, ABD’nin yakın müttefiki Pakistan’ın Taliban’a bu kadar çok destek olması ve Amerika’nın Taliban’ın fethine sessizce onay vermesinin sebebi, Afganistan’dan geçecek güvenli bir boru hattı inşa etme planı” diye yazmaktaydı.

Unocal yönetimi, Taliban patronlarını ABD’ye davet etti ve bir yandan onları eğlendirirken, diğer yandan, topraklarından geçecek her bin fit küp doğalgaz için 15 sent komisyon önerdi. Unocal’in boru hattı planları, Aralık 1998’e, yani Doğu Afrika’daki ABD büyükelçiliklerinin bombalanmasının ardından rafa kaldırıldı, ancak unutulmadı.

Bu arada, araştırmacı Keith Fisher, Afganistan ile Balkanlar arasındaki “bağlantı”yı dünyaya duyuruyordu: Afganistan işgali; Hazar’dan Avrupa’ya dek petrol ve doğalgaz pompalayacak olan “Koridor 8”in kurulmasını kolaylaştırmaktaydı ve bu enerji koridorunun en kilit unsurları arasında Makedonya ve Arnavutluk gibi Balkan ülkeleri yer almaktaydı.

Afganistan işgalinin enerji bağlantısı, başka gelişmelerle de vurgulanacaktı. İşgal sırasında ABD Başkanı’nın ulusal güvenlik danışmanı olan Condoleezza Rice (bugünkü Dışişleri Bakanı), 1991’den 2001’e kadar Chevron petrol şirketinin yöneticisiydi. İşgalin ardından Afganistan’ın başına geçirilen kukla lider Hamid Karzai, bir zamanlar hem Unocal’in danışmanıydı hem de Taliban’ın Dışişleri Bakan Yardımcısı olarak görev yapmıştı. ABD Başkanı Bush’un “Afganistan özel danışmanı” Zalmay Halilzade ise (ki daha sonra Bush’un Irak özel danışmanlığını yürüttü), Unocal’ın eski yöneticilerindendi.
İsrail gazetesi Ma’ariv, “bu kadar tesadüf” karşısında şöyle yazıyordu: “Afganistan’da kurulan büyük Amerikan üslerinin haritasına baktığımızda, bu haritanın, Hint Okyanusu’na açılması planlanan boru hattının rotası ile tamamen aynı olduğunu görüyoruz.” (14 Şubat 2002)

Birkaç ay sonra, 27 Aralık 2002’de, 3.2 milyar dolara mâl olacak olan Trans-Afganistan boru hattının inşa edilmesi amacıyla Afganistan, Pakistan ve Türkmenistan liderleri bir anlaşma imzaladılar.  Unocal’ın 1990’ların ortasındaki “boru hattı” planı, tam da buydu!

“Terörü bitirmek ve demokrasi getirmek için” işgal altına alınan Afganistan’da kadınların recmedilmesi gibi korkunç cezalar devam eder, silahsız göstericilere yaylım ateş açılır, köyler bombalanırken, Batılı enerji patronları kanlı koridorlarını böyle hayata geçirdiler. Hatırlatmak gerekir ki; 1900’lerin ilk yarısında Afganistan’ın bağımsızlığına kavuşması için destek vermiş olan Türkiye Cumhuriyeti devleti, bu kez bütün gücüyle işgalcilerin yanında yer aldı. ABD başta olmak üzere işgal ordularına lojistik destek vermekle, hava sahasını açmakla kalmadı; Afganistan’a 1000 kadar asker gönderdi, işgal gücü ISAF’ın “komutasını” üstlendi, hatta bir dönem, Hikmet Çetin eliyle işgalin “sivil valiliği”ni üstlenebildi.

GÜRCİSTAN’IN ‘KADİFE DEVRİM’İ
Afganistan işgalinden sonraki en önemli ABD hamlesi, 22 Kasım 2003’te, Gürcistan’dan geldi. Uluslararası asalak-spekülatör George Soros’a bağlı Açık Toplum Vakfı, ABD’nin Tiflis Büyükelçiliği,  “yardım” kuruluşları ve vakıflar USAID ve NED gibilerinin örgütlediği bir “rejim değişikliği”, Eduard Şevardnadze hükümetinin sonunu getirdi. Aslında kendisi de bir “Batıcı” olan ve devrilmesinden iki yıl sonra bile halen “Gürcistan’ın NATO’ya girmesi gerektiği” yönünde vaazlar veren Şevardnadze’nin yerine, yapılan “demokratik” seçimle, yüzde 96 gibi “pek demokratik” bir oy oranıyla, Mikhail Saakaşvili getirildi. ABD eğitimli bir hukukçu olan Saakaşvili’nin eşi –ve muhtemelen kendisi- bir ABD vatandaşıydı, darbede onunla birlikte yer alan Nino Burcanadze parlamento başkanı oldu. İşin ilginci,  Saakaşvili, Burcanadze ve yeni hükümetin diğer “devrimci” mensupları, Şevardnadze’nin iktidarı boyunca önemli roller üstlenmiş isimlerdi. ABD’nin selamladığı darbenin ardından, bir ilk daha gerçekleşti ve Açık Toplum Vakfı, Gürcistan kabinesini maaşa bağladı!

“Neden Gürcistan?” sorusunun yanıtı, yine jeopolitikte yatıyor. ABD’nin büyük umutlar bağladığı Bakü-Tiflis-Ceyhan boru hattı ve Bakü-Tiflis-Erzurum doğalgaz hattı, bu ülkenin başkentinden geçiyor. (3.6 milyar dolara mal olan BTC’nin açılışı, 25 Mayıs’ta gerçekleştirildi.) Karadeniz ile Hazar’ın arasında yer alan Gürcistan; Rusya, Türkiye, Azerbaycan ve Ermenistan ile sınır komşusu.

Ayrıca, Çeçenya ile olan sınırı sayesinde, ABD’nin Çeçenya’daki şeriatçı-Vahhabi milislere verdiği örtülü desteğin devamı açısından vazgeçilmez bir ülke. Her iki boru hattının, Çeçenya sınırındaki Pankisi Geçidi’nden geçiyor olması, bölgedeki etnik çatışmalara farklı bir perspektif sunacaktır kuşkusuz!

Çeçenya’daki şeriatçı-ayrılıkçı gerilla hareketine destek vererek “ulusların özgürlüğü” konusunda nutuklar çeken ABD’li yöneticilerin, sıra Gürcistan’a geldiğinde tam tersi tutum alması dikkat çekicidir.  Nitekim, bu ülkede roller değişmektedir: ABD, Gürcistan’ın “toprak bütünlüğü”nden dem vururken, Çeçenya’yı zor yoluyla da olsa elde tutmaya kararlı olan Rusya; Güney Osetya ve Abhazya’nın Tiflis’ten
ayrılmasını teşvik etmektedir.

Saakaşvili’nin iktidara gelir gelmez verdiği ilk demeç, “Gürcistan devriminin, ülkenin tam bütünlüğe kavuşana dek devam edeceği” yönündeydi. Amerikancı lider, ilk adımı Acaristan’da attı ve birkaç ay içinde, Müslüman Gürcülerin “inatçı” lideri Aslan Abaşidze’yi devirdi. Abaşidze Moskova’ya kaçarken, gözler Güney Osetya ve Abhazya’ya çevrildi. Güney Osetya, Rusya’ya bağlı olan Kuzey Osetya ile birleşmek isterken, Abhazya, 10 yıl kadar önce bağımsızlığını ilan etmiş, ancak kimse tarafından tanınmayan bir bölge. Her iki bölgeye yönelik Gürcü tacizleri, aralıklarla devam ediyor.

Saakaşvili hükümetinin bir başka önceliği, ülkenin NATO’ya üye yapılması oldu. Bu amaçla ülkeye ABD’li ve Türkiyeli “askeri eğitmenler” doluştu, silahlı kuvvetlerin ABD tekelleri tarafından “yenilenmesi” başladı ve en önemlisi, çok sayıda ABD özel kuvvet askeri, yeni provokasyonlar için Gürcistan’a konuşlandırıldı. Bu arada, halen Gürcistan topraklarında bulunan Rus askeri üslerinin boşaltılması için baskı artırıldı.

Mayıs ayı içinde tamamlanan Gürcistan’ın yeni “ulusal güvenlik konsepti”, ülkenin birkaç yıl içinde geldiği noktayı göstermesi bakımından önemli. Bu belgede “mevcut ve potansiyel tehlikeler” olarak “parçalanma, komşu ülkelerdeki çatışmaların Gürcistan’a yayılması, askeri müdahale, Rus askeri üsleri, örgütlü suç ve uluslararası terörizm” sıralanıyor. ABD kılavuzluğunda yazıldığı kesin görünen bu “güvenlik” belgesi, enerji kaynakları açısından Rusya’ya bağımlılığın sakıncalarına dikkat çektikten sonra, “öncelikli politikalar”a geçiyor: Ordunun güçlendirilmesi, toprak bütünlüğünün tekrar tesisi, Avrupa-Atlantik entegrasyonu, dış ilişkilerin güçlendirilmesi… Bu ifadeler, “baş tehdit” olarak Rusya’nın görüldüğünün, Abhazya ve Güney Osetya’yı boğma yönündeki faaliyetlerin tırmandırılacağının ve NATO’ya başvuru sürecinin hızlandırılacağının ilk elden ifadesi. Belgede ABD ile ilişkiler “stratejik ortaklık” olarak tanımlanıyor ve son 10 yıl içinde ABD’nin “yardımları”na övgüler yağdırılıyor. Bu övgülerin en pratik ifadesi ise, Gürcistan’ın Irak ve Afganistan’a gönderdiği yüzlerce asker…

Bu kapsamda, ABD öncülüğünde kurulan, ancak bir süredir işlevsiz olan GUAM blokunun (Gürcistan, Ukrayna, Azerbaycan, Moldova) tekrar canlandırılmasından bahsediliyor. Söz konusu bloka Özbekistan da dahildi, ancak bir süre önce ayrıldı.

Belgenin ilginç noktalarından biri, Ukrayna’da yaşanan Amerikancı “sivil darbe” sürecine atıfta bulunulması: “Gürcistan ve Ukrayna arasındaki ikili ilişkilerde yeni bir dönem başlamıştır” sözleriyle,  yeni Amerikancı müdahalelerin, bu ikili tarafından, teşvik edileceği vurgulanıyor.

Bir başka ilginç nokta ise, NATO üyesi Türkiye’nin “önde gelen bölgesel ortak” olarak tanımlanması. Türkiye ile ilişkiler de “stratejik ortaklık” olarak nitelendiriliyor.

Gürcistan’ın (aslında ABD’nin) kısa vadeli hedeflerinin Abhazya ve Güney Osetya liderliklerinin bir şekilde tasfiye edilmesi ve Rus askeri üslerinin kapatılması olduğu görülüyor. ABD Başkanı Bush, 10 Mayıs tarihinde Tiflis’e yaptığı ziyarette, “toprak bütünlüğü meselesinin çözümünün, NATO’ya giriş için zorunlu olduğunu” söyleyerek, Saakaşvili’ye adeta Osetya ve Abhazya’ya saldırma emri vermekteydi.

Ancak bu iki amacın gerçekleştirilmesi, Gürcistan’ı daha büyük bir etnik kargaşaya sürükleme potansiyeline sahiptir. Çünkü sadece Osetler ve Abhazlar değil, Ermeni azınlık da Rus üslerini bir tür “garanti” olarak görüyor. Ermeni yazar Armen Hanbabyan’a ait şu “eski” satırlar, Ermeni nüfustaki artan tedirginliğin bir ifadesi: “Sadece Orta Asya değil, bütün Transkafkasya, Batı nüfuzuna geçirilmek isteniyor. Kısa bir zaman içinde Amerikalılar ve Türkler Azerbaycan’a doluşacak… Ancak Azerbaycan’ın ABD için güvenli bir alan haline gelmesi için, Karabağ meselesinin çözülmesi ve İran-Ermenistan işbirliğinin bitirilmesi gerek. Rusya’nın çekilmesi, Amerikan ve Türk faktörlerinin sahneye girişi, Ermenistan-İran yakınlaşmasında katalizör rolü oynuyor.” (“Gürcistan Sadece Başlangıç”, Nezavisimaya Gazeta, 18 Mart 2002)

Diğer yandan, Saakaşvili kliği ile rakip klikler arasındaki çekişme, gün geçtikçe tırmanmakta. Geçen Şubat ayında, Gürcistan Başbakanı Zurab Zavia’nın şüpheli ölümünün ardından, Nino Burcanadnze’nin iktidardaki etkisi azaltıldı. Öyle ki, Burcanadze, Acaristan’ın “ele geçirilmesi”nin 1. yıldönümü törenlerine bile başlangıçta çağrılmadı. Devrik lider Şevardnadze döneminde iktidar koridorlarından tasfiye edilen Megrellerin ise, yeni bir hamle için “pusuda beklediğini” söylemek mümkün. Bu arada, şaibeli bir “seçimle” işbaşına gelen Saakaşvili’nin halk nezdindeki desteği yüzde 30’lara düşmüş bulunuyor. Elektrik ve su gibi temel ihtiyaçların dahi karşılanamaması nedeniyle hükümete karşı sokak gösterileri patlak verirken, insan hakları savunucuları, “hiçbir şeyin değişmediğini” söylüyorlar.

Belgede ifade edildiği üzere, ABD’nin Gürcistan’ı avuçta tutması için Türkiye kilit bir ülke. 1997’de imzalanan Türk-Gürcü askeri işbirliği anlaşmasından sonra Türkiye, Gürcü silahlı kuvvetlerine 37.4 milyon dolar ve çok sayıda askeri ekipman bağışladı. Türk egemen sınıflarının “ABD maşası” olarak oynadıkları uğursuz rolü, Rus general Vladimir Romanenko özetliyor ve keskin bir uyarıda bulunuyor: “NATO’nun amacı, Türkiye üzerinden Orta Asya’ya uzanmak. Bunun için, Gürcistan’a ihtiyaçları var. Ve bu ihtiyacı iyi gören Saakaşvili, fırsattan istifade ederek kendi gündemini de ilerletiyor… Ama Batı, Kafkasya milletlerinin niteliklerini anlamıyor. Gelişmelerin patlamayla sonuçlanabileceğini, bütün bölgenin savaşa sürüklenebileceğini görmüyor.” (RIA Novosti, 15 Temmuz 2004)

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan liderliğinde geniş bir heyet, 11 Ağustos 2004’te, Tiflis’i ziyaret etti. Erdoğan burada, “siyasi meselelerde Gürcistan’a tam destek verildiğini, Gürcistan’ın NATO’ya girmesi için arabuluculuk yapabileceklerini” söylüyordu. Kısacası, Kafkasya yangınına “körükle” gidiliyordu!

‘RUSYA EKSİ UKRAYNA’ FORMÜLÜ
ABD’ci müdahaleler açısından “en büyük lokma”nın Ukrayna olduğunu söylersek, doğruyu ifade etmiş oluruz. 2004 yılı sonlarında, birkaç ayı bulan bir “tartışmalı seçim” süreci ile, “denge adamı” olarak bilinen Devlet Başkanı Leonid Kuçma ve onun “halefi” olması beklenen Viktor Yanukoviç safdışı bırakıldı, “Turuncu Devrim’in lideri” olan Amerikancı lider Viktor Yuşçenko, devlet başkanı koltuğuna oturtuldu.

48 milyon nüfuslu Ukrayna, Avrupa’nın en büyük ikinci ülkesi. Sınır komşuları Beyaz Rusya, Moldova, Polonya, Romanya, Slovakya ve Macaristan. Ukrayna aynı zamanda, ilk Rus devletinin köklerinin atıldığı ülke. SSCB döneminde, diğer Sovyet cumhuriyetlerinin “ekmek deposu” olan Ukrayna, Karadeniz’in kuzey sahillerinde yer alıyor ve tarihte uğruna sayısız savaş verilmiş olan Kırım Yarımadası’nı içeriyor. CIA kaynakları, ülkeyi “Avrupa ve Asya arasında stratejik bir nokta” olarak tanımlıyorlar. Bu açıdan; Rusya ve Hazar Denizi enerji kaynaklarının Batı’ya aktarılmasında anahtar ülkelerden biri. Bu açıdan en önemli hat, Odesa-Brody hattı.

Sovyet döneminde Hazar petrolü bu hat üzerinden Avrupa’ya ulaştırılmaktaydı. Bugün de, Rus petrol ve doğalgazının Batı Avrupa’ya naklinde, en önemli hatlardan birini oluşturuyor. Öyle ki, Rus doğalgaz ihracatının dörtte üçü, Ukrayna topraklarından geçiyor. Başkent Kiev’den geçen Dinyeper nehri, Rusya-Beyaz Rusya arasında kilit bir ulaşım yolu. Bununla da bitmiyor: Ülkenin zengin yeraltı ve yerüstü kaynakları arasında kömür, demir, manganez, doğalgaz, petrol, tuz, sülfür, titanyum, magnezyum, nikel, cıva ve kereste bulunmakta.

Ancak Ukrayna, esas olarak, Rusya’nın bir “uluslararası aktör” olma azminin kırılmasının kilidi niteliğinde. Neomuhafazakâr ideolog David Frum bu durumu şöyle açıklıyor: “Rusya artı Ukrayna, Rus İmparatorluğu demektir. Bu imparatorluk ise asla demokratik olamaz.” Demek ki, “Rusya eksi Ukrayna”, Rusya’nın sadece bölgesel bir aktör olmaya indirgenmesinin formülüdür.

Bütün bunlar göz önüne alındığında, Kiev’de patlak veren Rus-ABD çekişmesinin, SSCB’nin dağılmasından sonra iki emperyalist gücü karşı karşıya getiren en büyük olay olduğu söylenebilir. ABD’nin Yuşçenko’ya desteğini vermesinden sonra, iktidara gelebilmek için Rusya’ya yanaşmaktan başka çare göremeyen Başbakan Viktor Yanukoviç, Moskova ile görüşmelerinde çok cazip teklifler sunmuştu: Devlet Başkanlığı’na gelmesi halinde, Rusça’nın ikinci resmi dil yapılması, Rusya ile ekonomik, askeri ve siyasi ilişkilerin, kalıcı kurumlar eliyle güçlendirilmesi gibi… Devlet Başkanı Vladimir Putin’in, bütün gözlemcileri “şaşırtan” bir biçimde, seçimlerden önce üç kez Kiev’i ziyaret etmesinin ardında bu vaatler yatmaktaydı. Kısacası Rusya, Yanukoviç şahsında, ABD’ye karşı “son 15 yılın en büyük fırsatı”nı yakalamıştı.

Ancak seçim sürecinde Yanukoviç aleyhine yürütülen ABD güdümlü kampanya, çeşitli hile ve usulsüzlükler sonucunda, Yuşçenko koltuğa oturuverdi. Gazeteci Ian Traynor, gözlemlerini şöyle anlatıyordu: “Yuşçenko kampanyası bir Amerikan yaratımıydı: Dört yılda dört ülkede (Sırbistan, Gürcistan, Beyaz Rusya, Ukrayna) itaatsiz rejimleri devirmek için kullanılan, gelişkin ve mükemmel uygulanan bir Batı tarzı kitle pazarlaması. ABD’nin Belgrad Büyükelçisi Richard Miles, Sırbistan’da Slobodan Miloseviç’in devrilmesinde anahtar rol oynamıştı. Miles, daha sonra Tiflis’e geçti ve Eduard Şevardnadze’nin devrilmesinde yer aldı. ABD’nin Beyaz Rusya Büyükelçisi Michael Kozak ise (ki kendisi özellikle Nikaragua’daki örtülü operasyonların uzmanıdır), Devlet Başkanı Aleksander Lukaşenko’yu devirmek için benzer bir kampanya yürüttü. Kozak başaramadı, ama bütün bunlardan elde edilen tecrübeler, Kiev’deki zaferde kullanıldı.” (The Guardian)

“Kiev Zaferi’nin” sonuçları, aradan kısa bir süre geçmesine rağmen Rusya tarafından olanca şiddetiyle hissedilmeye başlandı. Birkaç önemli gelişmeyi sıralayalım:

1. Ukrayna’nın kamuya ait doğalgaz ve petrol şirketi Neftegaz Ukrainy’nin yöneticisi Aleksey İvçenko, Türkmenistan’dan Avrupa’ya uzanan yeni bir doğalgaz boru hattı projesine katılabileceklerini söyledi. Böylece Rusya, aradan çıkarılacaktı. Bu amaçla, yeni bir konsorsiyumun kurulması çalışmalarına başlandı.

2. Ukrayna Başbakanı Yuliya Timoşenko, petrolü Rusya’dan satın almaktansa uluslararası piyasadan satın almayı tercih edebileceklerini söyledi.

3. Devlet Başkanı Yuşçenko; Ukrayna, Rusya, Beyaz Rusya ve Kazakistan’ı kapsayan “Ortak Ekonomik Bölge” projesinden çekilmeyi planladıklarını açıkladı.

4. Ukrayna, NATO ve Avrupa Birliği’ne üye olma yönündeki faaliyetlerini hızlandırdı. NATO’nun Ukrayna’yı içine alması halinde, ABD güdümlü bu saldırı ittifakı, Rusya ile 1300 kilometrelik sınırı tamamen kontrol altına almış olacak. (Bu noktada, “Finlandiya sorunu”na kısaca değinmek gerekiyor. 2. Dünya Savaşı’nda Nazilerin yanında yer alan Finlandiya, bugün de ABD ile birlikte hareket etmekte. NATO, Finlandiya limanları ve hava sahasını kullanma talebinde bulunurken, Finlandiya hükümeti de, 2. Dünya Savaşı’nda Rusya’nın eline geçen Karelian Isthmus bölgesini talep etmeye başladı. Kısacası ABD’nin askeri erimi, mevcut NATO sınırlarının da ötesine taşıyor.)

5. Halen Rusya’ya yakın olan doğudaki Donetsk havzası baskı altına alındı. “Demokratik” Yuşçenko rejimi, Donetsk Bölge Meclisi Başkanı Boris Kolesnikov’u tutukladı ve onun serbest bırakılması için gösteri yapanlar aleyhine dava açtı. Yine Rusya’ya yakın işadamlarından Eduard Prutnik’in ortak olduğu NTN televizyonunun başkent Kiev dışına yayın yapma lisansı iptal edildi.

İlginçtir; tıpkı Gürcistan’da olduğu gibi, Ukrayna “devrimi”nin liderleri de birbirlerine girmiş bulunuyorlar! Geçtiğimiz ay içinde Devlet Başkanı Yuşçenko, ülkede baş gösteren benzin sıkıntısı nedeniyle Başbakan Timoşenko’yu suçladı. Gözlemcilere göre Timoşenko (ki kendisi, Rusya Başsavcılığı tarafından rüşvet ve yolsuzluk suçlamalarıyla aranmaktadır), Rusya’ya karşı çok daha hızlı ve sert adımların atılmasını istiyor. Yuşçenko ile, iktidarı kaybetme ve ülkenin doğu-batı olarak ikiye bölünmesi korkusuyla, “daha temkinli” davranmaktan yana.

Bu çekişmede Timoşenko’nun galip gelmesi halinde, kısa süre içinde, geçmişte Rusya ile birlikte girilen bir dizi projenin rafa kaldırılacağı öngörülebilir. Bu projeler arasında; Temmuz 2002’de Ukrayna doğalgaz dağıtım altyapısının geliştirilmesine yönelik Ukrayna-Rusya-Almanya ittifakı, Ekim 2002 ve Ocak 2003’te Gazprom ve Neftegas Ukrainy arasında imzalanan ortaklık anlaşmaları da bulunuyor. Diğer yandan, Türkmenistan-Ukrayna arasında Moskova’nın gözetiminde imzalanan doğalgaz anlaşmalarının iptal edilmesi ve Rusya’nın devre dışı bırakılacağı yeni anlaşmalar imzalanması söz konusu olabilecek. Bu arada, Rusya’nın Ukrayna’da bulunan Karadeniz filosunun da akibeti belirsiz hale gelecek.

ABD, tarih boyunca büyük güçler arasında çekişmeye sahne olmuş bu denize hakim olabilmek için başka adımlar da atıyor. Romanya ve Bulgaristan’ın 2007’de Avrupa Birliği’ne üye olması halinde,  Avrupa’nın yeni sınırları, Karadeniz’e uzanacak. Bu iki ülke, NATO’ya çoktan üye oldular ve her ikisi de, ABD’ye Karadeniz kıyısı ve diğer bölgelerde askeri üsler sunuyorlar. Bu kadar “stratejik” mevzilerin söz konusu olması nedeniyle; Gürcistan veya Ukrayna başta olmak üzere, Rusya’nın “kanat ülkeleri”nde ABD’nin “işi bitirdiğini” söylemek büyük bir yanılgı olacaktır. Rusya, bu ülkelerle olan tarihsel, etnik, ekonomik ve coğrafi bağları sayesinde önemli avantajlara sahiptir. Gürcistan ve Ukrayna’da, sözde “devrim”in liderleri arasında baş gösteren çekişmelerin arka planında, Rusya’nın gölgesi bulunmaktadır.  Rusya’nın önümüzdeki dönemde, gerek Doğu Avrupa, gerekse de Kafkasya ve Orta Asya’da ağırlığını artırması, daha “agresif” bir politikaya yönelmesi beklenebilir.

KIRGIZİSTAN’DA KARGAŞA
Amerikan emperyalizminin son büyük hamlesi, Kırgızistan’da geldi. Kırgızistan’daki Askar Akayev rejiminin, Gürcistan ve Ukrayna’da yaşananların ardından, “koltuk korkusu” ile Rusya’ya yaklaşmaya başlamış olması, uzun süredir arasını iyi tuttuğu ABD’yi tedirgin etmekteydi. Kırgızistan topraklarında, birbirinden birkaç yüz kilometre mesafede, bir Rus ve bir ABD askeri üssünün bulunuyor olması, bölgedeki çekişmenin boyutları hakkında bir fikir verecektir. Akayev’e bağlı meclis, önce, ABD Büyükelçisi Steven Young’u “Ukrayna’dakine benzer bir ayaklanma hazırlamak” ile suçladı. Meclis, daha önce Ukrayna, Gürcistan ve Sırbistan’da görülen Washington güdümlü “gençlik örgütleri”nin ülkede ortaya çıktığını, PORA adındaki bu örgütün Soros Vakfı tarafından fonlandığını, ayrıca Sırbistan’daki OTPOR örgütü ile ilişkili olduğunu belirtiyordu. Ardından, Akayev, Gürcistan’ın artık bağımsız bir ülke olmadığını söyleyerek, bu hükümetin Soros’tan maaş aldığını hatırlattı. Soros bağlantılı vakıf ve “sivil toplum örgütleri”, tasfiye edildiler.

ABD için bardağı taşıran son damlanın, Kırgızistan’daki askeri üsse AWACS keşif uçakları konuşlandırılmasına izin verilmemesi olduğu sanılıyor. Nitekim, bu talebin reddedilmesinden birkaç hafta sonra, başkent ve diğer kentlerde ayaklanmalar patlak verdi.

Yine de, Kırgızistan’daki olayların “yüzde yüz Amerikan imalatı” olduğunu söylemek gerçekçi olmayacaktır. Daha çok, Kırgız halkının yaşadığı işsizlik, açlık, yoksulluk gibi sorunlar nedeniyle “patladığı”, bu patlamanın ABD tarafından uygun kanallara akıtılmak istendiği söylenebilir.

Buna rağmen, “Kırgız devrimi”nin akibeti belirsizdir; Akayev rejiminin baskısı altında güdümlü de olsa bir muhalif hareketin güçlenmesine izin verilmemesi ve halkın ABD planlarına kuşkuyla bakması nedeniyle, bugün iktidarı ele geçirmiş görünen güçler kontrolü ele alabilmiş değiller. Kırsal bölgelerde köylü kitleleri büyük çiftlikleri işgale girişirken, kentlerde işçilerin açlık grevi, yürüyüş gibi eylemleri devam ediyor. Kırgız işçi ve emekçiler, sözde “devrimci”ler tarafından kendilerine verilen vaatlerin takipçisi olduklarını gösteriyorlar. Bu arada, Batı yanlıları da, tıpkı Gürcistan ve Ukrayna’da olduğu gibi, ama rejim değişikliğinden çok daha kısa bir süre sonra, birbirlerine girmiş görünüyorlar.

Yeni hükümetin yetkililerinden gelen “hem ABD hem de Rusya’ya eşit mesafede oldukları” ve “Rusya ile ilişkilerini her zaman çok iyi tutacakları” yollu demeçler, bu ülkede “rejim değişikliği”nin yolunda gitmediğinin ilk göstergeleri oldu. Kırgızistan’daki süreç, belirsizliğini korumakta. 24 Mayıs 2005’te Rus gazetesi Pravda’da yayınlanan başyazı, bu ülkede de Gürcistan ve Ukrayna benzeri gelişmeler yaşandığına işaret ediyordu. Bu makaleye göre, Kırgızistan’daki mücadele, “isyan”ın liderleri Kurmanbek Bakiyev ve Felix Kulov arasında yaşanmaktaydı. 10 Temmuz’da yapılacak olan devlet başkanlığı seçimleri yaklaştıkça, Kulov-Bakiyev çekişmesinin şiddetlenmesi mümkün görünüyor.

ÖZBEKİSTAN’DA DÜŞEN MASKE
Özbekistan’da geçen ay yaşananlar ise, ABD’nin “demokrasi aşkı”nın gerçek yüzünün bir kez daha ortaya çıkmasına vesile oldu. Özbekistan; kuzeyde ve batıda Kazakistan’a, güneyde Türkmenistan ve Afganistan’a, doğuda ise Tacikistan ve Kırgızistan’a komşu. 26.5 milyonluk nüfusuyla, Orta Asya’nın en kalabalık ve en güçlü orduya sahip ülkesi. Dünyanın ikinci büyük pamuk ihracatçısı, aynı zamanda önemli bir petrol ve altın üreticisi. En çok ihracatı Rusya ve Çin’e yaparken, en çok ithalatı Rusya ve ABD’den yapıyor.

“Büyük Oyun”un Özbekistan ayağı, ülkenin enerji kaynaklarının nereye ve hangi yollardan gideceği ile ilgili. ABD yönetimi, Çin’in bu ülkedeki enerji kaynaklarından pay almasına kesinlikle karşı çıkıyor. Bu uğurda, Rusya ile bile işbirliği yapmaya razı. Ancak Moskova, Pekin ile işbirliği yapmaya daha meyilli görünüyor. Şanghay İşbirliği Örgütü’nün (ŞİÖ) 30 Haziran tarihli Zirvesi’nde, Moskova ve Taşkent arasında bir “stratejik ortaklık” anlaşması imzalandı. Pekin ise, Taşkent’e 1.5 milyar dolarlık yardım yapacağını ilan etti. Böylece Özbekistan, Çin tarihinde en çok “yardım” verilen ülke oluyor.

ABD’nin Asya’daki önemli müttefiki Japonya da, Özbekistan’ın enerji kaynaklarıyla yakından ilgili. Japonya Dışişleri Bakanı Yoriko Kawaguchi, 21 Ağustos’ta Taşkent’i ziyaret ederek, Kerimov yönetimine 150 milyon dolarlık kredi verdi. Japonya’nın son birkaç yıl içinde Özbekistan’a verdiği kredi ve “yardım” miktarı, böylece 2 milyar dolara yaklaştı.

ABD-Özbekistan ilişkileri ise, özellikle 1990’larda, Vahhabi güçlerin bölgede aktifleşmesiyle birlikte güçlendi. CIA ve İngiliz gizli servisi MI6, Özbek devlet güçlerini eğitmeye başladılar. 11 Eylül saldırıları ve Afganistan işgali, Özbekistan’ın kıymetini daha da artırdı. ABD Savunma Bakanı Donald Rumsfeld, Şubat 2004’te Taşkent’e yaptığı ziyarette, bu ülkenin “terör karşıtı koalisyonun kilit ülkelerinden biri” olduğunu söylüyor, yeni mali yardım ve krediler vaat ediyordu. Bu arada, Afganistan işgalinin ardından kurulan Karşi/Hanabad Hava Üssü, ABD uçaklarına ev sahipliği yapmaktaydı.

İslam Kerimov rejimi, Fergana Vadisi’ndeki Andican kenti ve civarında geçtiğimiz haftalarda patlak veren “İslami” ayaklanmayı sert bir şekilde bastırdı. Yüzlerce kişinin ölümüyle sonuçlanan bu müdahalenin ardından emperyalist merkezlerden yükselen itirazlar, geçmiş örneklere nazaran pek cılızdı! Dahası, bir NATO komutanı, isyancıların “uyuşturucu tüccarı ve şeriatçı oldukları” suçlamasında bulundu.

KERİMOV KULLANILIP ATILABİLİR Mİ?
Gelinen noktada, Batı’dan gelen kimi itirazların “formalite icabı” olduğunu düşünmemek için bir neden bulunmuyor. Ne de olsa İslam Kerimov rejimi, Afganistan işgali ve sonrasında ABD’ye önemli hizmetlerde bulundu; topraklarını ABD askerlerine ve üslerine açtı. Hatta, CIA ajanlarının “işkence seferleri”nde en çok kullandığı ülkelerden birinin Özbekistan olduğu anlaşıldı. Bu seferlerde, CIA tarafından ele geçirilen “terör şüphelileri”, uygun bir ülkeye götürülüp işkenceli sorgulardan geçiriliyorlar. Böylece, “teknik olarak”, ABD işkence yapmamış oluyor! Geçtiğimiz haftalarda New York Times’ta yer alan habere göre Özbekistan’a bu şekilde “düzinelerce” tutsak götürüldü.

Kuşkusuz, İslam Kerimov’un, Mikhail Saakaşvili veya Viktor Yuşçenko gibi ABD’nin “kayıtsız şartsız desteğine” sahip olduğu söylenemez. Bush yönetimi, hem kendi halkı nezdinde, hem uluslararası kamuoyunda teşhir olmuş bu despotun yerine “daha taze” bir lideri arzu ediyor kuşkusuz; ancak mevcut şartlarda böyle bir alternatif de bulabilmiş değil.

Özbekistan’daki belirsiz durumun, Rusya’nın işine yarayacağı söylenebilir. 1990’dan beri ülkenin başında olan Kerimov, komşularında yaşanan gelişmeleri endişeyle izliyor ve onca yıl ABD’ye hizmet etmiş olan Şevardnadze (Gürcistan) ve Kuçma (Ukrayna) gibi liderlerin, kullanılıp atıldıklarını müşahade ediyordu. Muhtemelen “büyük komşu”ya sığınma ihtiyacı duymuş olacak ki, GUAM blokundan çekildi ve Soros Vakfı gibi “beşinci kol” kuruluşlarına karşı kendince tedbirler almaya başladı.

Rusya’nın Andican isyanı sürecinde Kerimov’a tam destek vermesinin, (bu rejimin devamı halinde), Kerimov’un Moskova’ya daha da yakınlaşmasını sağlayacağı söylenebilir. Ancak tabii, böyle “sallantılı” bir müttefikin ne kadar dayanacağı da bir soru işareti. ABD’nin Afganistan’ın başkenti Kabil ve Kandahar’da kalıcı askeri üsler oluşturma planı hayata geçirilebilirse, Kerimov’a duyulan ihtiyaç azalacak ve “yeni arayışlar” gündeme gelebilecektir.

Bu şartlar altında, diğer bölge ülkeleri de “kadife darbe”lere karşı yeni tedbirler alıyorlar. Tacikistan ve Beyaz Rusya, topraklarına yeni askeri üsler inşa ediyor. Beyaz Rusya, hava savunma sistemlerini güncelliyor. Ayrıca bu yıl içinde, Rusya ve Beyaz Rusya arasında ortak bir bölgesel hava savunma sistemi ile ilgili bir anlaşmanın imzalanması gündemde.

Bütün bu tedbirler karşısında, “yeni hedefin” Beyaz Rusya olduğuna dair işaretler gözden kaçmıyor.  Washington Post gazetesi, bu ülkedeki Amerikan yanlısı “insan hakları savunucusu” İrina Krasovskaya’nın Aralık ve Ocak ayı içinde Washington’a birçok kez gidip geldiğini bildiriyordu.

Mayıs ayı içinde de, Rusya gizli servisleri, bir dizi “hükümet dışı kuruluş”un bu ülkede darbe planladığı suçlamasında bulundu. Federal Güvenlik Servisi (FSB) Müdürü Nikolay Patruşev, Bratislava’da bir araya gelen “bazı yabancı örgütler”în, “yeni kadife darbeler” planladığını belirterek, bu örgütler arasında ABD Barış Kuvvetleri, Suudi Kızılayı ve bazı Kuveytli örgütlerin bulunduğunu söylüyordu. Patruşev’e göre Beyaz Rusya’da darbe gerçekleştirmek için ayrılan 2005 bütçesi, 5 milyon dolar kadardı.

ABD ve Avrupa Birliği tarafından “diktatör” olmakla suçlanan Aleksander Lukaşenko, halen bu iki emperyalist gücün ekonomik, siyasi ve diplomatik ambargosu altında. Batı medyası, Lukaşenko’yu “Avrupa’nın Saddam’ı” olarak nitelendiriyor. Minsk’te yaşanabilecek bir “rejim değişikliği”, Ukrayna’dan sonra Rusya’nın uluslararası bir güç olma planlarına yeni bir darbe indirebilecektir. Bu nedenle olsa gerek, Rusya da elini çabuk tutarak, Beyaz Rusya’yı ekonomik, siyasi ve askeri açıdan kendisine bağlamanın yeni araçlarını yaratıyor.

***
Görüldüğü gibi ABD, Rusya ve Çin’in nüfuzunu azaltmak, bu ülkelerin çok ihtiyaç duyduğu enerji kaynakları ve koridorlarının kontrolünü ele geçirmek için “sonuç alıcı”  adımlar atıyor. Batı Avrupalı emperyalistlerin bu mücadelede alacağı pozisyonun, çekişmenin seyrini belirleyeceği söylenebilir. Nitekim hem Moskova, hem Washington, Avrupa Birliği ile ilişkilerini güçlendirmek için ellerinden geleni yapıyorlar.

Ancak ABD’nin talepleri, bir dönemin sıkı müttefiki olan Batı Avrupalı emperyalistleri rahatsız edecek noktayı çoktan aştı. Emperyalistler arası mücadelenin karakterini daha iyi anlayabilmek ve ABD’nin hedefinde sadece Rusya veya Çin’in olmadığını anlayabilmek için, 11 Mart 2005’te Wall Street Journal gazetesinde yayınlanan habere bir göz atalım. Bu haberde, ABD Savunma Bakanlığı Pentagon’un yeni bir “siyaset belgesi” hazırladığı belirtiliyordu. Belgeye göre Pentagon “ön saldırı doktrini”ni bir adım ileri götürerek, savaşlara daha “proaktif” bir yaklaşım getiriyor ve küresel askeri egemenliğin “bölgesel savaş alanlarının ötesinde” olduğunu vurguluyor. Bu kapsamda; ABD’ye düşman olmayan, ancak “stratejik” görülen ülkelere karşı askeri operasyonlar dahi gündeme gelebilecek.

Wall Street Journal’den aktaralım: Belgenin temeli, ABD’nin, Irak ve Afganistan gibi spesifik alanların çok ötesinde bir küresel mücadele içinde olduğu fikri. Ordu için sunulan vizyon; sırf belli çatışmalara tepki göstermeye odaklanmaktan çıkmış, dünyayı değiştirmeye odaklanmış bir güç olmak, ABD’nin savaş halinde olmadığı ülkelere daha fazla önem vermek.

Bu kapsamda, ABD ordusuna dört temel “görev” biçiliyor:
1. İç terörist tehditleri etkisiz kılmak için, ‘başarısız devletler’ ile ortaklıklar kurmak,
2. Terörist gruplara karşı saldırılar düzenlemek,
3. Çin ve Rusya gibi ‘stratejik bir dönemeçte’ olan ülkelerin tercihlerini etkileyebilmek,
4. Düşman devlet ve terörist örgütlerin kitle imha silahı elde etmesini önlemek.

Birinci hedef bağlamında, dünyanın farklı bölgelerinde “yerel güçleri kontrol ve pasifize etmek” için özel bir askeri güç oluşturulması tartışılıyor. Bu da, çok sayıda ülkeye, oradaki “başarısız devlet”i kurtarmak için (mesela Özbekistan!) askeri danışmanlar ve özel kuvvetler göndermek, ABD çıkarlarını gözetecek “yerel ordular” kurmak anlamına geliyor. Bu orduların görevi, ABD’ci rejimlere karşı halk muhalefetini bastırmak olacak.

Belgede Çin ve Rusya’dan “potansiyel tehdit” olarak bahsediliyor ama “gayrı resmî” rakipler arasında Fransa, Almanya ve Japonya da sıralanmış. Bu “cephe”ye karşılık, “ortak”lar olarak İngiltere, Avustralya, İsrail ve Kanada’dan bahsediliyor.

Uzmanlar, bu belgede NATO veya BM gibi “uluslararası ittifak”ların neredeyse hiç yer almadığına dikkat çekiyor. Örneğin, askeri analist Loren Thompson, “Clinton yıllarında koalisyon savaşı, stratejimizin merkez unsurlarından biriydi. Şimdi ise yönetim, Avrupalılardan neredeyse hiçbir şey beklemiyor” demiş. (Los Angeles Times)

Görüldüğü gibi ABD, Avrupalı “ortak”larına hiç de dostça yaklaşmıyor. Fransa ve Almanya’nın Balkanlar, Doğu-Orta Avrupa ve Kafkasya politikalarını önümüzdeki dönemde bu yaklaşıma karşı yeniden saptamaları halinde, Türkiye’yi çevreleyen bölgedeki hakimiyet savaşı, daha da fazla kızışacaktır. Bu şartlar altında, Türkiye’nin, birkaç yıl içinde boyası dökülmekte olan, pamuk ipliğindeki ABD’ci rejimlere destek vermesi, tıpkı Irak ve Filistin’deki işgallere verilen destek gibi, bölge halklarının ülkemize karşı duyduğu tepkiyi artıracaktır. Türkiye, AKP Hükümeti ve Genelkurmay eliyle, hem Ortadoğu’da, hem Kafkasya ve Orta Asya’da “ateşin içine” sürülmektedir. Bu gidişatı durdurabilecek tek şey, ülkenin gerçekten bağımsız bir bölge politikası izlemesidir.

2005 1 Mayıs’ının gösterdikleri

1 Mayıs, işçi sınıfı ve emekçiler açısından tarihsel olduğu kadar, sınıf mücadelesinin güncel seyrine ilişkin sunduğu veriler açısından da vazgeçilmez bir önem taşır. Hazırlık döneminden başlayarak, 1 Mayıs günü gerçekleşen gösterilere uzanan zaman diliminde, sürdürülen tartışmalar esnasında, işçi ve emekçilerin sermaye ve burjuvaziye karşı aktüel talepleri, genel taleplere göre sivrilerek öne çıkar. Doğal olarak, ülkeden ülkeye taleplerde farklılıklar görülür. Uzun yıllar boyunca ileri kapitalist ülkelerde, asıl olarak varolan sosyal hakların daha da ilerletilmesi talebi öne çıkarken, bağımlı geri ülkelerde sendikal ve siyasal örgütlenme özgürlükleri ve bu temelde grev, genel grev vb. talepleri öne çıkardı. Bir dönemden beridir, ileri kapitalist ülkelerle bağımlı ülkeler işçi ve emekçilerinin 1 Mayıs’ta ortaya attıkları taleplerde benzeşme öne çıkmaya başlamıştır. 2005 1 Mayıs’ı, giderek artan benzeşmenin artık tümüyle aynılaşma noktasına ilerlediğini gösterdi.
Dünya ölçeğinde milyonların, ülkemizde –74 merkezde düzenlenen– yüz binlerce işçi ve emekçinin katıldığı gösterilerde atılan sloganlar ve dile getirilen taleplerin merkezini, çalışma hayatının kuralsızlaştırılması (esnek çalışma, sendikasızlaştırma, taşeronlaştırma dayatmaları vb.), özelleştirmeler, sosyal hak gaspları, düşük ücret dayatmaları vb. oluşturuyordu.

***
Türkiye işçi sınıfı ve emekçi halkı, 1 Mayıs 2005’e, emperyalizmin ülkemiz üzerinde ekonomik, siyasi ve askeri açılardan yoğun dayatmaları altında girdi. Ülkenin IMF ile 3 yıllık dönemi kapsayan yeni bir stand by anlaşmasının imzalanmasına zorlanması; Ermeni sorunu, Kürt sorunu ve Kıbrıs gibi meselelerin kaşınarak İncirlik Üssü başta olmak üzere, ABD taleplerinin kabul ettirilmek istenmesi, yine benzer biçimde, Avrupa Birliği’nin giderek artan talepleri, bu çerçevede ilk söylenecek şeylerdir.
Bütün bu talepler ve dayatmalar karşısında, AKP Hükümeti ve işbirlikçi sermaye çevreleri tam anlamıyla biat ederek, teslimiyetçi bir tutum takındılar. “Dışarıya karşı” teslimiyet ve diz çöküş, “içeriye”, yani halka ve emekçilere karşı sürdürülen sömürü ve baskı politikalarının daha dizginsiz bir hal alacağı anlamına gelmekteydi.
Nitekim bugün İncirlik Üssü ABD’nin istediği koşullarda hizmete açılmış, IMF ile işçi sınıfı ve emekçi halka deli gömleği giydirme anlamına gelen 3 yıllık yeni stand by anlaşması imzalanmış, AB’ye de istediği “güvenceler” verilmiştir.
Türk Ceza Kanunu’nda (TCK) yapılan değişiklikler, Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’nin, tehdidin “dış”tan değil, artık (yoksulluk ve işsizliğin yol açacağı sosyal patlamalar biçiminde) “iç”ten geleceği yönlü değerlendirmeler ışığında “yenilenme”si (Seydişehir’de özelleştirmecileri işyerlerine sokmayan işçilere yönelik polis ve jandarma saldırısı, bu yenilenmenin ne menem bir şey olacağının ip uçlarını vermiştir) ise, egemen sınıfların, baskı politikalarına karşı oluşacak emekçi ve halk muhalefetini etkisiz kılmaya yönelik attığı adımlardır.

BİRLİK VE KARDEŞLİK
1 Mayıs, işçi ve emekçiler bakımından, emperyalizmin ve işbirlikçi gericiliğin artan  saldırılarına karşı ilk barikatı oluşturmanın bir imkanı durumundaydı. Bu ne ölçüde başarıldı? Bugünkü gelişmelere bakılarak, bu soruya olumsuz yanıt vermek mi gerekir? Sınıf mücadelesinin sorunlarının, “Gordiom”u tek bir vuruşla çözen “İskender kılıcı” misali, darbeci tarzda, tek bir grev, gösteri veya mitingle çözülemeyeceğini, çözüm ve başarının, iniş ve çıkışlarla karakterize diyalektik bir süreç izleyerek sağlanabileceğini savunanlar açısından, soruya verilecek yanıt olumlu olmak durumundadır.
Birinci olarak; 2005 1 Mayısı’nın Kürt illerini de kapsayacak biçimde bugüne kadarki en yaygın kutlama olması, işçi ve emekçilerin AKP Hükümeti ve sermaye cephesinin politikalarından duydukları hoşnutsuzluğun ve bu politika ve uygulamalara karşı taşıdıkları mücadele potansiyelinin boyutlarını göstermiştir. Bu durum, her vesileyle “biz ne yapalım, taban mücadeleye gelmiyor” diyerek, işçi ve emekçileri suçlayan her renkten sendika bürokrasisi ile “işçi sınıfının oynayabileceği devrimci bir rol kalmadı” diyerek işçi sınıfının dışında farklı arayışları örgütlemeye soyunan liberal solcuların yalan ve sahtekarlıklarını net biçimde göstermiştir. Tabanın kararlılığı Trakya başta olmak üzere, pek çok bölgede, yerel emek platformlarının örgütlenmesini beraberinde getirmiş, sendikal hareketin sermayeye karşı yeni mevziler edinmesini sağlamıştır. Şüphe yok ki, bu kazanımın doğmasında, 1 Mayıs’ın yerel düzeylerde yagın şekilde kutlanmasının rolü büyüktür. 
İkincisi; Kürt ulusal hareketi ile sınıf hareketinin birliğinin sağlanmasının emek ve demokrasi mücadelesi bakımından tayin edici önemi herkes tarafından kabul edilmektedir. 2005 1 Mayısı’nda, Kürt illerinde, halkların kardeşliği talebinin yanına sınıf dayanışması ve kardeşliğini koyarak alanlara çıkan Kürt ulusundan işçi ve emekçiler, bu yönlü istek ve eğilimlerini göstermişlerdir. Kürt işçi ve emekçilerinin attığı bu adımın, birliğin sağlanmasında, bugüne kadar atılan adımlara göre devasa önemi görülmelidir.
Güncel bir olay çok daha açıklayıcı olacaktır: Bayrak provokasyonu ile tırmandırılan gerici şoven dalganın asıl hedefinin, Türk, Kürt ve her milliyetten işçi ve emekçilerin ekmek ve özgürlük talepleri olduğu ve gerici dalganın ancak ortak sınıf tutumuyla hareket edildiği oranda kırılabileceği kabul ediliyorsa (tartışılmaz bir doğrudur); 2005 1 Mayısı, bu noktada da bir birikim yaratmıştır. Olumlulukların daha da ileriye taşınabilmesi için, Kürt emekçilerinin 2005 1 Mayısı’nda uzattığı el, Türk işçi ve emekçileri tarafından karşılıksız bırakılmamalıdır. Görev, bu noktada, sınıf bilinçli işçilere, mücadeleci sendikacılara ve en başta da sınıf partisine düşmektedir.
Üçüncü olarak; hemen tüm kutlamalarda katılımcıların yaş ortalaması oldukça düşük, katılımcıların çoğu gençti. Bu yüzden, 2005 1 Mayısı’na genç bir 1 Mayıs demek yerinde olacaktır. Öğrenci gençlik içinde liseli gençliğin yaygın katılımı, hükümetin eğitim politikalarının bu alanda doğurduğu tepkiyi açıktan gösteriyordu. Öğrenci gençliğin durumuna ilişkin değerlendirme, ayrı bir yazı konusudur. Biz burada, asıl olarak, işçi, işsiz gençlik üzerinde durmak istiyoruz.
Her tür haktan yoksun biçimde çalışan genç işçiler, taşıdıkları derme çatma denebilecek pankart ve dövizlerde kuralsız çalıştırmaya karşı sendika, sigorta, 8 saatlik işgünü, insanca yaşamaya yetecek düzeyde bir ücret ve insan onuruna yakışan koşullarda çalışma özlemlerini dile getirmişlerdi. Bu taleplerin 1 Mayıs alanına bu yıl geçmişten çok daha yaygın bir biçimde taşınmış olması, özellikle genç işçi kuşaklarının sınıfın mücadele tarihini öğrenmeye yöneldiklerini göstermektedir. Sınıfın sendikalarda örgütlü bölüklerinin; genç işçilerin taleplerinin elde edilmesinde kendilerine düşen rolü daha ileriden görmelerini sağlamak bakımından da, 2005 1 Mayısı kazandırıcı olmuştur.

İŞÇİNİN ESERİ
Bu gibi olumlulukların yanında, önemli eksiklikler de vardı. Bunların başında, emekçi tabanındaki dinamizme ve Kürt demokratik hareketinde sınıf ve emekten yana takınılan ileri tutuma rağmen, kutlamalara katılan işçi sayısının olması gerekenin gerisinde kalması geliyordu.
İşçi ve emekçilere karşı samimi olunacaksa, eleştiri ve değerlendirme yaparken, öncelikle bu nokta üzerinde durulmalıdır. 1 Mayıs öncesi, işçi hareketi ve sendikal hareketin istikrarsız bir seyir izlemesi, bu eksikliği izah etmeye yetmez. Kaldı ki, istikrarsızlık, “ölü toprağı sessizliği” ya da “yaprak kımıldamıyor” anlamında bir durgunluk olarak nitelendirilemez. İstikrarsızlık, öncelikle, sermayenin saldırıları karşısında, hareketteki birleşme ve politikleşme düzeyinin eksikliği sonucu sürekliliğin sağlanamayışını ifade eder.
Nitekim, aynı dönemde, SEKA direnişi, TEKEL işçilerinin eylemleri, BES’in iş bırakma eylemleri, sağlık emekçilerinin eylemleri, Eğitim-Sen’in kapatılmasına karşı eylemler, işten atmalara karşı eylemler, sendikal örgütlenme çabaları vb., (hareketteki istikrarsızlık sonucu) her ne kadar, birleşip genel bir eyleme dönüşmemiş olsa da, sendikal hareketin oldukça canlı bir süreç izlediğine delaletti. Bu durum, 1 Mayıs’ta alınacak doğru bir tutumla, o ana kadar başarılamayanı (hareketin birleşmesi ve giderek istikrarlı bir hareket olmaya doğru ilerlemesini) başaracak birikimin oluşturulabileceğini göstermekteydi.
Ne var ki, işçiler bu yönlü girişimlerinde yalnız kaldılar. İşçilerin çabaları, sendika bürokrasisinin hareket üzerindeki etki ve denetimini tümüyle kırmaya ve 1 Mayıs’a çok daha geniş işçi katılımını sağlayarak, moral güç birikimini daha ileri mevzilere taşımaya yetmedi.. 1 Mayıs alanlarında sık tanık olunan “bu birliğimiz 1 Mayıs’la sınırlı kalmasın, işyerlerine de taşınsın” sözleri, işçilerdeki birleşme isteğini gösterdiği gibi, kendi gücünü gördüğü oranda moral bulduğunu da bir kere daha göstermiştir.
Ancak, işçiler;
a-    1 Mayıs’ın 2004 yılında olduğu gibi bölünerek kutlanmasına izin vermediler.
b-    Kortejlerde yürüyen işçi sayısı az olsa da, hemen tüm sendikaların 1 Mayıs alanlarına gelmesini sağladılar.
c-    1 Mayıs’ın yaygın şekilde kutlanması onların eseri oldu.

SINIF, SINIF PARTİSİ VE SINIF-DIŞI “SOL”
İşçi sınıfı 1 Mayıs’ı örgütlerken, sınıfın partisi bu çabalara içtenlikle katılmaya ve destek vermeye çalıştı. 1 Mayıs’ın ortak kutlanmasında sınıf partisinin bir önceki yıl aldığı doğru tutum, ön açıcı ve birleştirici oldu. Bir yıl boyunca sürdürülen ideolojik ve politik mücadele, SEKA işçilerinin tüm emek güçlerini birleştiren eylemiyle sınıf mücadelesinin canlı pratiği tarafından da doğrulanınca, bu yıl, marjinal “sol grup”lar dışında, sendikal ve siyasal cepheden kimse, ayrı alanlarda 1 Mayıs fikrini savunamadı. Ülke düzeyinde yaygın kutlamalar örgütlenmesinde partinin işçileri cesaretlendiren tutumu büyük rol oynamıştır. Tek merkezde ya da olmadı, bölgesel düzeyde kutlamayı savunanlar, işçilerde gelişen bu direnç karşısında, geri adım atmak zorunda kaldılar. Talepler ve sloganların genellikten kurtularak, işyerlerine/sektörlere özgü (acil talepler biçiminde) bir içeriğe bürünmesinde de, partinin çabaları etkili oldu.
Ancak fabrika, işyeri ve üretim birimlerinde yürütülen parti çalışmasının yeterli derinliğe ulaşamadığı, ve bu nedenle, sendika bürokrasisinin bu alanlardaki etkisinin kırılmasının sınırlı düzeylerde kaldığı bir gerçektir. Sınıf partisinin örgüt ve üyelerinin, sınıfa karşı duydukları sorumluluk gereği, bu sorun üzerinde irdeleyici olacakları muhakkaktır.
2005 1 Mayısı’nda sınıf partisinin yanı sıra, işçilerin ve emekçilerin çabalarına destek veren diğer bir politik hareket, 1 Mayıs’ın Kürt illerinde de yaygın biçimde kutlanmasında ciddi bir rol oynayan DEHAP oldu. Geriye kalanlar, her 1 Mayıs’ta olduğu gibi, “yıllık şov”larını yaptılar. Sadece kendilerini ifade eden bayraklar, flamalar, şapkalar, atkılar, fularlarla zenginleştirilmiş, “vudu ayinleri”ni aratmayacak türde ritüeller eşliğinde, sınıf dışılığın envai çeşit örneklerini sergilediler. Ancak, aralarında tavrı ve tutumuyla hepsinden ayrışan biri vardı ki, dağlara taşlara… Adıyla müsemma TKP.
Bir bölümü, tüm dikkat ve enerjisini, yıl sonu müsameresine hazırlanan mektep çocukları misali, kendi gösterisine yoğunlaştırır; bir bölümü, sınıfın dışında nasıl mümkün oluyorsa, “Devrimci 1 Mayıs Platformu” kurduğunu iddia ederken; TKP, kendisine, işçi sınıfını hizaya sokma misyonu biçmişti. Diğerlerinin hakkını yemeyelim; sınıf dışılığın doğal bir sonucu olarak, kendileri çaldılar, kendileri oynadılar. Kendilerince “1 Mayıs’ı kızıllaştırdılar”. Ancak hiçbiri, araya polis kordonu çekerek, işçilerin karşısına geçip, ayrı kürsü kurarak, kendi mitinglerini yapmadı. İşçilerin kürsüsüne “mikrofonu kısın” diyerek, işçilerin sesini boğmaya yeltenmediler. Bu onur TKP’ye ait oldu!
TKP yaptığının doğru olduğunu yazan bir kitap biliyorsa, adını bize de söylesin. Bakalım, hem komünist, hem de işçi sınıfına karşı konumlanmak bir arada nasıl oluyormuş! Ancak, tırnak içi komünistlerinin, bu saptamamızın dışında olduğunu da belirtelim. Sınıftan kopuk, “üst tabaka devrimciliği” ve “solculuğu”nun sınıf hareketi karşısında ne kadar gerici bir rol oynadığı /oynayabileceği, TKP’nin “2005 1 Mayıs eylemi”yle bir kere daha görülmüştür.

DESTEK VE YARDIM
Özetlemek gerekirse, 2005 1 Mayısı’nda; birinci olarak, Kürt ulusal hareketi ile sınıf hareketinin birleşme imkanlarının düne göre çok daha gelişkinliği; ikinci olarak, tabandaki işçi ve emekçilerin güçlü mücadele isteği, iki olgu olarak, öne çıkmıştır. Sendika bürokrasisine iş kalsa, yaygın kutlamalar yerine, geçen yıl olduğu gibi bölünmeyi körükler, olmadı, tek merkezde yapılacak bir “etkinlik”le işi geçiştirmeyi tercih ederdi. Sendika bürokrasisini, zevahiri kurtarmak adına da olsa, mevcut adımları atmaya zorlayan şeyin, işçi ve emekçilerin sermayenin saldırılarına karşı mücadele edilmesi noktasında tabandan geliştirdiği güçlü istek olduğu görülmeden, yapılacak bütün değerlendirmeler, atılacak tüm adımlar havada kalacaktır.
Ülkemizin en temel sorunlarının başında Kürt sorunu gelmektedir. Bu sorunun çözümsüzlüğünden en büyük zararı, Türk, Kürt ve her milliyetten işçi ve emekçiler görmektedir. Kürt sorununun demokratik halkçı tarzda bir çözüme kavuşması için, 1 Mayıs’ta yükselen birlik ve kardeşlik duygusu daha da ilerletilmelidir.
Öte yandan, sınıfın, organize sanayi bölgelerinde her haktan mahrum, örgütsüz biçimde çalışan, yürüttüğü sendikalaşma, ücret ve çalışma koşullarının iyileştirilmesi mücadeleleriyle en dinamik kesimini oluşturan genç kuşağının, kendilerini ifade eden pankartlarla çeşitli siyasi grupların kortejlerinde yürümeleri, yön bulmakta zorlandıklarını ve kendi doğal sınıf mecrasına girmek için yardım beklediklerini göstermiştir.
Sınıfın ileri unsurları, mücadeleci sendikacılar ve sınıf partisinin üyeleri, işçilerin günlük mücadele ve eylemi içinde, 1 Mayıs’ta öne çıkan ve yukarıda vurgulanan olgular çerçevesinde ihtiyaç duyduğu yardım ve desteği işçi ve emekçilere vermelidir.
AKP hükümetinin imzaladığı yeni stand by anlaşmasıyla IMF’ye ve emperyalist merkezlere verdiği taahhütler ortadadır. İşçi sınıfına ve halka tam anlamıyla bir “deli gömleği” giydirilmek istendiği de ortadadır. Seydişehir’de işçilere ve halka vahşice yapılan saldırıların arkasındaki IMF ve onun güdümündeki hükümet ve sermaye çevrelerinin kararlılığını görmek gerekir. Eğitim Sen’in kapatılma kararı, TCK’da yapılan yeni düzenlemeler, Ermeni ve Kürt sorunu vesile edilerek şovenizmin sürekli biçimde kışkırtılması, emek ve demokrasi güçlerine yönelik yeni bir saldırı dönemine girildiğini göstermektedir.
Aynı kararlılıkla karşı konulmadığı sürece, baskı ve saldırıların ardı arkası kesilmeyecektir. Seydişehir işçileri üzerlerine düşen yapmış, gerekli tavrı göstermiştir. Özelleştirmeye muhatap işkolları başta olmak üzere, işçi, memur tüm sendikalar, Seydişehir işçilerinin başarısı için, temenni dileklerinin ötesine geçen bir sınıf tutumunu ortaya koymalıdırlar. Sınıf tarzıyla verilecek destek ve dayanışma, işçi hareketi ve sendikal harekette yaşanan istikrarsızlıkların giderilmesinde olumlu bir rol oynayacak, işçi hareketi sermayenin saldırılarına birlik halinde karşı koyma yeteneğini, bu eylem ve mücadeleler içinde kazanacaktır.
Bunu başaracak dinamizm ve isteğin işçi ve emekçilerde fazlasıyla var olduğu, 1 Mayıs 2005’te açık biçimde görülmüştür.

Gençlik çalışmasının bazı yönleri üzerine

Başlığından da anlaşılacağı gibi, bu yazı, gençlik çalışmasını genel olarak, bütün yönleri ile ele alıp değerlendirmeyi amaçlamamaktadır. Yapılmaya çalışılacak olan, gençlik çalışmasında özellikle son dönemde iyice belirginleşmiş ve düzeltilmek üzere parti gündemine alınmış olan bazı hatalı yaklaşımları ele almak, bunların nasıl aşılabileceğini yeniden hatırlatmak, yanısıra, güncel bazı politik mücadele sorunlarına değinmek olacaktır.

GENÇLİĞİN ÖRGÜTLENMESİ VE MÜCADELEYE SEFERBER EDİLMESİ PARTİNİN SORUNUDUR
Gerek son yapılan Konferans’ın belgelerine yansıyan, gerekse de tek tek il örgütlerinin raporlarında yer alan çarpıcı bir tespit bulunuyor. Bilindiği gibi, bu, “gençlik çalışmasının gençliğe emanet edildiği” tespitidir. Kuşkusuz sınıfın partisi gençliğe güvenmekte, onu komünizme kazanmanın mücadelesini vermektedir. Ancak sınıfın devrimci partisinin gençlik çalışmasının tüm sorumluluğunu gençliğe emanet etmek gibi bir anlayışı –günlük pratik çalışmanın ağırlığının gençlerin omuzuna binmesi farklı bir şeydir– bulunmamaktadır. Parti, diğer alanları olduğu gibi, gençlik çalışmasını da, yakın bir önderlik çizgisi izleyerek geliştirme ve yönetme doğru anlayışına sahiptir. Ancak doğru anlayışa sahip olmak, gençlik çalışmasının sorunsuz yürüdüğü anlamına gelmemektedir. Bu doğru anlayışın pratiğe geçirilmesinde bazı sorunlarla karşılaşıldığı, bu sorunların çözülmemesi durumunda, gençlik çalışmasının ilerleyen ve gelişen, geniş gençlik yığınlarını mücadeleye seferber eden ve örgütleyen bir çalışma olarak gerçekleşemeyeceği bilinmektedir.
Bazen “olanaksızlıklar”ın ardına sığınılarak, bazen de “kolaycılığa” kaçılarak, gençlik örgütü ve çalışması, bazı parti belgelerinde de ifade edildiği gibi, pratikte gençliğe havale edilebilmektedir. Bu konuda izlenen yöntem ise, son derece “masum”dur: X ilinde bir gençlik yönetimi bulunmaktadır ve bu yönetim genç bir sekretere sahiptir. Atılan adım, genellikle bu gençlik yöneticisini parti il yönetimine almak –bu aşağıda da açılmaya çalışılacağı gibi yanlış değildir-, böylece gençliği onun aracılığı ile yönetmek olmaktadır. Bunu yaparken, genellikle böylece gençliğe daha yakın olduğumuzu, gençliğin sorunlarına daha ciddi çözümler getirebileceğimizi düşünüyoruz. Oysa bu adımı atarken, bu adımı diğer adımlarla desteklemediğimiz için, diğerleri bir yana, iki önemli hata yapmış oluyoruz. Bu iki önemli hatanın birincisi; partinin gençlik sorunundan uzaklaşmasını beraberinde getirmekte, ikincisi ise; genç kadroların yetişmesi, şekillenmesi ve eğitiminde çarpıklıkların ortaya çıkmasına yol açmaktadır.
Birincisinden başlayalım. Parti, diğer çalışma alanlarında olduğu gibi, gençlik alanında da, kendi kurduğu gençlik örgütüne yakın bir önderlik çizgisi izlemek zorundadır. Özellikle, gençlik çalışmasının, işçi sınıfı içindeki çalışma gibi, özen ve dikkatle yürütülmesi gereken bir çalışma olduğunu dikkate aldığımızda, bu zorunluluk daha bir anlaşılır olacaktır. Parti –yerel örgütleri de, kendi alanlarında–, genel olarak gençlik kitlelerin durumunu, eğilimlerini, ülkedeki politik gelişmelerin seyrini en ileriden bilebilecek örgüt durumundadır. Parti, gençliğin durumunu, gençlik çalışmasının sorun ve ihtiyaçlarını derinlemesine irdeleyebilir, döneme ilişkin görevler çıkarabilir, gençlik sorununu sürekli gündem yaparak, bu alana ilgisini sürekli olarak canlı tutulabilir. Devrimci sınıf partisinin bu konuda zengin bir tecrübeye ve birikime sahip olduğu, ayrıca engin bir mücadele deneyimi olduğu bilinmektedir.
Burada denilecektir ki; sınıf partisi, bu birikim ve tecrübesini zaten genç yoldaşlarla paylaşmaktadır, gençlik de, bu tecrübeyi özümsemekte istekli olmalıdır. O halde, onları böyle görevlendirmekte ne sakınca olabilir ki? Böylece parti gençleşmiş olmuyor mu? Bu kısmen doğrudur. Yani parti birikimi ve tecrübesini genç yöneticilerle paylaşmakta ve onların da gelişmesine, işleri omuzlamalarına yardımcı olmaktadır. Ancak her dönemin tecrübesinin farklı olduğunu, olayların ve hareketin gelişmesinden genel sonuçlar ve görevler çıkarmanın, partinin günlük çalışmasının bir parçası olduğunu hatırlatmak gerekir. Kuşkusuz, genç yöneticiler de, bulundukları organlarda partinin bu yöndeki kararlarının oluşmasına katılmaktadırlar. Ancak onların, ideolojik donanım ve tecrübe olarak, henüz öğrenme sürecinde oldukları, katkılarını sınırlı ölçüde yapabilecekleri unutulmamalıdır.
Pratik uygulamada ise, bu durum tersine dönmekte, sadece genç yoldaşların parti yönetimine getirdiği bilgiler üzerinden –kuşkusuz bu bilgilerin, hem de fazlasıyla gelmesi son derece önemlidir– kararlar alınmakta, görevler belirlenmekte, sonuçta, bunların uygulanması da, parti yönetimine katılmış gençlik yöneticisine havale edilmektedir. Böylece parti örgütü, gençlik sorunlarını irdeleme, çözümler üretme “yükünü” sırtından atmakta, gençlik sorununa iyi bir çözüm getirdiğini düşünmeye başlamaktadır. Bu tarz bir yaklaşımın, gençlik sorunlarını anlama, gençlik örgütünün doğru bir çizgide gençlik yığınlarına yaklaşmasını sağlama ve gençliği parti çizgisine kazanmada başarılı olamayacağı açıktır.
Sorunun çözümünün, parti yönetici organlarında gençlik sorununun gereken ağırlıkta ele alınmasında, gençliğin sürekli gündem yapılmasında, parti organında gençlikten görevli bir partilinin bulunmasında ve bu görevlinin organda bulunan gençlik yöneticisi ile birlikte gençlik çalışmasını yürütmesinde yattığı, bilinemez değildir. Böylece parti, hem gençlik yönetimine, hem de gençliğin örgütünün diğer organlarına daha yakın olacak, gençlik çalışmasının daha güvenli, çok yönlü ve zenginleşmiş olarak yürütülmesine azami katkıyı sağlayacaktır. Bu durumun genç yönetici yoldaşların işlerini kolaylaştıracağını, gençlik örgütü içerisinde partiye olan güveni ve inancı artıracağını söylemeye gerek bile yoktur.
Ayrıca vurgulamak gerekir ki; partinin gençlik örgütüne yaklaşımı, örneğin illerde, yönetimlerin, burada belirtilmeye çalışıldığı gibi, soruna yaklaşması ile sınırlı değildir. Parti, gençliğe “her kademede” yakın önderlik yapmakla yükümlüdür. İlçe örgütleri, varsa semtlerdeki parti örgütleri, gençlik örgütü ile böyle bir ilişki içerisinde olmak zorundadır. Gençlik içerisinde “parti organları” oluşturmak da, ancak böyle pratik bir çalışmanın üzerinden olanaklı olabilir. Aksi takdirde, gençlik içerisindeki parti organları, çalışmanın ilerlemesinin bir ifadesi olarak ortaya çıkmayacak, sorun, bir başka düzeyde kendisini üretmeye devam edecektir. Burada olması gereken, partinin her kademedeki yönetici organlarının, gençlik mücadelesini, çalışmasını –bu çalışmanın özü; gençlik yığınlarının harekete geçirilmesi ve örgütlenmesidir. Bu amaç için belirlenen görevler, gençlik örgütünün çalışmasına temel yapılmak zorundadır– gençlik örgütünün sorunlarını sürekli gündem yapması, çalışmayı ilerletmesi, bu çalışmanın üzerinden gençlik örgütü içerisinde parti organlarını oluşturmasıdır. Vurgulamak gerekir ki, anlayış ve tutum değişmeden, sorunlar çözülemez.
Kısacası, partinin, gençliğin enerji ve dinamizmine, gençleşmeye; gençliğin de, deneye, tecrübeye, yakın yardıma ihtiyacı bulunmaktadır. Bugün bunlar pratik çalışmada ayrı ayrı yerlerde durmakta, gençlik çalışmasından gerekli verimin alınmasını önleyebilmektedir. Öncelikle düzeltilmesi gereken budur.
İkinci olarak; sınıfın partisi gençliğe güvenmekte, onun, partinin tecrübe ve birikiminden azami ölçüde yararlanmasına özen göstermektedir. Ancak pratikte, gençlik çalışmasının, gerekli yardım yapılmadan, parti sorumlulukları yerine getirilmeden, genç kadroların omuzuna bindirilmesi, onlarda yanlış yaklaşım ve anlayışların uç vermesine yol açabilmektedir. Ayrıca bu, gençleşme sorununa yanlış bir yaklaşımı da ifade etmektedir. Gençliğin, kendine güven, ataklık, üstlendiği işi yerine getirebilmede iyimserlik gibi, önemli olumlu özelliklerinin olduğu bilinmektedir. Ama bu olumlu özellikler, eğer parti tarafından doğru geliştirilemez, iyi yönetilemez ve iyi bir parti eğitimi ile birleşmezse, kendini beğenmişliğe, sekterliğe, üstlenilen görevlerin sindirilerek yerine getirilememesine yol açabilmektedir. Kuşkusuz bu, bugün için bu ciddi bir tehlike değildir. Ancak gençliği görevlendirme ve eğitmede mevcut pratik çizgi düzeltilmezse, bu tip eğilimlere yol açan zeminin güçlenebileceğini gözardı edemeyiz. Burada, bu sorunun doğrudan “gençlikten kaynaklanmadığı”, ama partinin gençlik örgütüne yaklaşımının zaaflarından kaynaklandığının altı bir kez daha özellikle çizilmelidir. Bu nedenle genç yoldaşları suçlamak, parti sorumluluklarını yerine getirmemek ve kolaycılık olacaktır.
Gençlik örgütü, sempati ve eğilim duyan her genci kazanmayı hedefleyen kitlesel bir örgüt olarak şekillenmek durumundadır. Bu, doğal olarak, işçi sınıfı dışındaki emekçi sınıflardan da gençlerin gençlik örgütüne katılması anlamına gelmektedir. Bu gençlerin, kendi sınıflarının alışkanlık ve davranış biçimlerini beraberinde getirecekleri gözardı edilemez. Sekterlik, rekabet vb. özellikler bir gençlik örgütünde rastlanabilecek özelliklerdir. Ancak gençlik örgütü, aynı zamanda bir okuldur ve gençler, burada, mücadeleyi olduğu gibi, dayanışma, özveri, sebat, kararlılık vb. gibi işçi sınıfına özgü özellikleri de partinin yardımıyla öğrenecekler, mücadele içinde eski sınıf alışkanlıklarından kurtulacaklar, kendilerini ileri bilinç ve tutumla donatacaklardır. Bütün bu gelişmelerin, partinin yakın önderliği olmadan gerçekleşmesinin olanaklı olmadığı, olamayacağı anlaşılır bir durumdur. Parti nasıl gençlik sorununu “ikincil bir sorun” olarak ele alma lüksüne sahip değilse, gençliğin görevlendirilmesi ve eğitimi sorununu da ikincil bir sorun olarak göremez.

SEMT ÇALIŞMASI VE GENÇLİĞİN KAZANILMASI
Özgürlük Dünyası’nın gerek Nisan sayısında, gerekse de bazı önceki sayılarında semt çalışması ve buralardaki gençlik çalışması çeşitli yönleriyle işlendi. Burada bu çalışmanın bazı yönlerine yeniden dikkat çekmekle yetinilecektir. Düzenin çürümüşlüğü ve çaresizliğinin en iyi görülebileceği yerlerin başında emekçi semtleri gelmektedir. Büyük kentlerin özellikle emekçi semtlerinin, hoşnutsuzlukları içten içe kaynayan geniş gençlik kesimlerini barındırdığı çok iyi bilinmektedir. Yine çok iyi bilinmektedir ki, düzene olan öfke ve hoşnutsuzluklarına rağmen, bu gençlik yığınları tepkilerini doğru kanallara akıtamamakta, gençliğin küçümsenmeyecek bir kitlesi, demagojilerin, estirilen rüzgarların etkisiyle, gerici akımlara yönelebilmektedir. Kestirmeden ifade edilecek olursa, eğer gençlik işçi sınıfının davasına kazanılacak, onun yedek gücü olacaksa, emekçi semtleri, gençlik çalışmasının mutlaka ve başarıyla yerine getirilmesi gereken alanlardır. Bu çalışma, semtteki işsiz gençlik kitleleri içerisinde, orta öğrenim kurumlarında, lise ve varsa diğer okullarda, işyeri ve atölyelerde genç işçiler arasında, kısacası, sokak sokak sürdürülmesi gereken bir çalışmadır.
Bu alanların her birinin kendine özgü sorun ve taleplerinin olduğu gözardı edilemez. Elbette tüm semt gençliğini ilgilendiren ortak talep ve istekler de bulunabilir. Örneğin spor alanlarının yapılması, geliştirilmesi, kültürel etkinlikler için olanakların sağlanması, meslek edindirmeye yönelik kurs ve olanakların sağlanması vb. Özellikle işsiz gençler arasında bu ve benzeri taleplerin yaygınlaştırılması, gençler arasında, bunları elde etmek üzere talepler öne sürülmesinin sağlanması, semtlerdeki gençlik çalışmasına yeni olanaklar ve geniş bir zemin kazandıracaktır. Sürdürülen gençlik evleri ve dernekler kurma çalışması, kuşkusuz gençlik çalışmasını bir mekana indirgeme, onun dinamiklerini sınırlandırma anlayışına kapalı olmalıdır. Bu olanaklardan yararlanmak, ancak asıl çalışma alanlarının gençlik kitlelerinin geniş safları olduğu bilinmek durumundadır. Sokak sokak çalışmak, bu çalışma üzerinden sokak sokak örgütlenmek zorunludur; bu çalışmada, gericiliğin propagandası ile yüz yüze gelmiş gençlik yığınlarının içinde bulundukları durumun ve geleceklerinin nerede olduğunun bilincine varabilmeleri için, bu durumun sorumlularının ne ve kimler olduğunu, alternatifin ne olduğunu, başka bir dünyanın kurulabileceğini, bunun için birlikte mücadelenin zorunluluğunu anlatabilir, kurtuluşun yolunu işaret ederek, bu mücadele içerisinde ilerleyebilmelerini sağlayabiliriz. Bu çalışmanın ancak çok yönlü ve geniş bir perspektifle yürütülürse başarılı olacağı ortadadır.
Bazı büyük illerde, özellikle semtlerde, gençlik alanında “kalıcı güçler” edinme konusunda yaşanan sıkıntılar bilinmektedir. Bu konuda genellikle şöyle bir yöntem izlenmektedir: Yaz dönemlerinde üniversitelerden genç militanlar semt çalışması için görevlendirilmekte, bu çalışma belli bir canlanma yaratmakta, ancak okulların açılması ile birlikte, yeniden hemen hemen başlanılan yere dönülmektedir. Bu tip planlar ve görevlendirmeler elbette yanlış değildir. Burada sorun, genellikle çalışmaya hangi perspektifle yaklaşıldığı noktasında düğümlenmektedir. Dışarıdan giden genç kadrolar, çalışmayı kendilerinde merkezileştirecek, bütün sorunlara koşacak, “genç kurtarıcılar” gibi mi hareket edecek, yoksa ilişki kurdukları, kazandıkları gençlerin kendi alanlarının sorumluluğunu üstlenmelerine, çalışmayı yürütmelerine yardım mı edecek? Birinci durumda, genç güçlerin birikmesi, onların çalışma içerisinde tecrübe kazanması, işleri üstlenmesi hemen hemen olanaksız olurken, ikinci durumda, az da olsa, birikmiş güçlerin iş yapması, örgütlenmesi, düzenli ilişki ve yardımla bu çalışmanın genişleyip ilerlemesi olanaklı olacaktır. Ayrıca orta öğrenim çalışmasındaki kısmi ilerleme, semtlerde kalıcı güçler edinme, genç liselilerin bu çalışmada görevlendirilmesi gibi olakları da genişletmiş durumdadır. Bu olanağı da verimlilikle kullanmak gerekiyor.
Semtlerde çalışmanın yürütülmesi için, başta günlük gazete olmak üzere, var olan pek çok olanak eğer iyi değerlendirilebilirse, emekçi semtlerindeki geniş gençlik yığınlarının kazanılamaması için hiçbir neden bulunmamaktadır. Güne gazetesini satmakla, onu geniş yığınlarla buluşturma çabası ile başlayan bir genç, kuşkusuz geleceğin iyi bir partilisi olmaya adaydır. Emekçi semtlerinde tek bir gencin bile gericiliğin ve sermayenin ağına takılması, sadece genç bir yaşamın heba olması anlamına değil, ama işçi ve emekçi halkın enerjisinin eksilmesi anlamına da gelmektedir. Emekçi semtlerindeki gençliğin sermaye ve gericiliğin demagoji ve yalanlarına yedeklenmemesi, enerjisini, fedakarlığını ve coşkusunu emekçi halkın kurtuluşuna adaması, gençlik çalışmasının mutlaka başarması gereken çok önemli bir görevdir.

İŞÇİ GENÇLİK ÇALIŞMASI ÜZERİNE BİRKAÇ SÖZ
İşçi gençlik çalışması, özellikle genç işçilerin yoğun olarak çalıştıkları organize sanayi siteleri vb.’deki çalışma ve bu çalışmanın sorunları üzerine parti basınında pek çok belge, bilgi bulunuyor. Ayrıca ihtiyaç olduğunda, başka bir yazıda sadece bu alanda yürütülen çalışmayı değerlendirmek olanaklı olabilir. Burada, sadece yaz dönemini planlamak açısından dikkati çekmek için, çok kısa olarak bazı hatırlatmalarda bulunmak gerekiyor. Organize sanayi siteleri ve bölgeleri, işçi gençlik çalışmasının mutlaka başarıyla yürütülmesi gereken alanlar olarak, pek çok kez gündemimize girdi. Bu alanda bazı başarılı adımlar atıldığı gibi, zorluklara göğüs gerememe, alanı terketme, uzun süre yeniden gündeme almama, çalışmayı sıfırlama, düpedüz bu çalışmayı unutma gibi olumsuz gelişmeler de yaşandı. Kuşkusuz bu çalışma, mutlaka ve sabırla yürütülmesi gereken bir çalışma. Çalışmanın ele alıp planlanmasından görevlendirmelere, görevlendirilenlere yardım etmekten istikrarlı bir biçimde çalışmayı yürütmeye kadar, pek çok sorunumuz bulunuyor. Ancak ısrar edildiğinde, çalışmanın ilerlediği ve geliştiği de bir gerçek. Eğer gençlik örgütünün omurgası işçi gençliğe dayanacaksa –ki bu, aynı zamanda, çalışmada, mücadelede istikrar, gençlik örgütünün savrulmalara daha kapalı olması anlamına da gelmektedir–, bu çalışma, mutlaka gerçekleştirilmesi gereken bir çalışmadır.
Tatil döneminin başlayacak olması, ihtiyaç olan yerlerde işçi gençlik çalışmasını yeniden planlama ve somut adımlar atma konusunda yeni olanakları beraberinde getiriyor. Genç aydın kuşaktan, işçi gençlik çalışmasında yararlı olabileceklerin bu çalışmada görevlendirilmesi, genç kadroların bu çalışma için teşvik edilmesi ve cesaretlendirilmesi, bazı yerlerde çalışmanın başlatılması, bazılarında ise güçlendirilmesi için atılması gereken adımlar arasında yer almaktadır. Bilmek gerekiyor ki, genç aydın kuşağının, bugün genç işçilere bu çalışma ile yapabileceği yardımın yerini hiçbir şey tutamaz. Genç işçilerin, kendi sınıflarının en dinamik kesimleri olarak, mücadeleci, sınıf bilinçli iyi savaşçılar olarak yetişmelerine yardım, hem işçi hareketinin geleceği için, hem de partinin gençleşmesi için son derece büyük önem taşımaktadır.
Bu çalışma için adım atıldığında, genç işçiler arasından son derece yetenekli, yeni bir dünya kurmak için mücadeleye istekli militanların çıktığını deneyimlerimiz kanıtlamaktadır. Bu gençler, doğru bir yardımla, yürütülen çalışmanın sorumluluğunu üstlenebilirler. Dışarıdan giden genç aydınlarda da, kuşkusuz buradan sınıfa katılma, kendisini sınıfın kurtuluşuna adama eğilimleri çıkacaktır ve ayrıca bu, sistematik olarak teşvik edilmesi gereken bir durumdur. Bunlar için asıl çalışma alanının genç işçi çalışması olması doğaldır. Her durumda önemli olanın, yetenekli genç işçilerin kendi işlerini, yani alandaki çalışmanın sorumluluğunu üstlenmelerine yardım etmek olduğu, çalışmanın başarısını en iyi ölçecek kıstasın da bu olduğu unutulmamalıdır. Bu alandaki sorunların bolluğu, bizi, ‘hemen bir direniş örgütleme’nin cazibesine teslim olmaya götürmemelidir. Bunun için yeterince zaman da, fırsat da zaten olacaktır. Çalışma, bu durum ortaya çıktığında, hareketi o alanda ileriye itecek, işçi hareketine kazanımlar sağlayacak geniş bir perspektifle yürütülmek zorundadır.
Sonuç olarak ifade edebiliriz ki, burada kısaca ve ana hatları ile işlenen sorunlar, gençlik çalışmasında yeniden önümüze gelmiş olan, çözülmesi zorunlu bazı önemli güncel sorunlardır ve bu sorunları çözmek üzere atılacak adımlar, gençlik çalışmasına ivme kazandıracak, gözle görülebilir ilerlemelerin yolunu açacaktır.

ŞOVEN DALGA VE BUNA KARŞI MÜCADELE
Ülkemiz, mevcut sorunları nedeniyle, gericiliğin malzeme bulmakta pek zorlanmadığı bir ülkedir. Ancak gericiliğin kullandığı her sorun, aynı zamanda, iktidar iddiasıyla faaliyet yürüten bir partinin karşı çözümleri üretmek zorunda olduğu, bu sorunlar da, üzerinden, işçi sınıfını, emekçi halkı ve gençliği eğitip ilerletme yükümlülüğünün olduğu sorunlardır. Yani atlanıp üstünden geçilemezler, yok sayılamazlar. Mevcut sorunların kaynağını gösterebilmek ve çıkış yollarını işaret edebilmek gerekmektedir. Kürt Sorunu, Ermeni Sorunu, Kıbrıs Sorunu, AB ve ABD ile ilişki, Türkiye’nin bölgedeki durumu vb. gibi sorunlar, bunların başlıcalarıdır. Her sorunun kendi özgünlüğü vardır ve sınıfın devrimci partisi, genel olarak ülkenin bağımsızlığını, halkların kardeşliğini, diğer ulusların haklarına saygıyı, demokrasi ve eşitlik temelinde sorunların çözülmesini, emperyalist ve gerici kışkırtmaların açığa çıkarılmasını, emekçi kitlelerin bu konularda kazanılmasını ve harekete geçirilmesini hedefleyen bir politik çalışma yürütmektedir.
Bu sorunların bazıları dönem dönem öne çıkmakta, gericilik, bunun üzerinden şövenist bir rüzgar estirmeye girişmektedir. Son olarak, “bayrak provokasyonu” ile Türk şövenizmini kışkırtan gerici bir dalga yaratılmaya çalışıldı. Bu dalga kısmen etkili de oldu. Gençliğin bu şövenist kışkırtmaların hedef kitlesi arasında yer aldığını söylemeye sanırız gerek bulunmuyor. Gericilik, her meselede olduğu gibi, bu sorunlarda da, gençliği kendi yedek gücü yapmaya çalışıyor, onu şövenizmle zehirleme girişiminde bulunuyor. Bu sorunlar özellikle yüksek öğrenimde hemen yankısını bulabiliyor. Gericiliğin bu alanda attığı ilk adım hemen hemen hiç değişmiyor. Kazanıp örgütlediği gençleri ilerici, devrimci gençlik kesimlerinin üzerine salarak, onları dağıtmayı, geniş gençlik kesimlerini sindirmeyi ve etkisi altına almayı hedefliyor. Yani gericilik, güçlü olduğunu düşündüğü alanda hemen saldırıya geçme, ilerici, devrimci güçleri erken bir çatışmaya çekerek, onlarla geniş gençlik kesimleri arasında ayrışma yaratma, sınır çekme ve bu güçleri tecrit ederek boğma taktiği izliyor. Saldırı için öne saldığı kesimlerin ardında bütün bir düzen ve devlet ilişkileri sistemi bulunduğunu, herhalde ayrıca kanıtlamaya gerek yoktur. Yani saldırıları, rasgele ortaya çıkmış, bir avuç kandırılmış gencin keyfi davranışları olarak yorumlamak yanlış olacaktır.
Bu durum, doğal olarak, “o halde, ne yapmak gerekir?” sorusunu öne çıkarıyor. Gericiliğin harekete geçirdiği güçlerle çatışmaya mı girilecek, yoksa farklı bir yol mu izlenecek? Bu sorunun son dönemlerin önemli sorunlarından biri olduğu yadsınamaz. Bu sorunun anahtarı, gericiliğin ne yapmak istediğini doğru yanıtlamakta yatmaktadır. Bir önceki paragrafın ortasından itibaren gericiliğin ne yapmak istediği kısaca yanıtlanmaya çalışıldı. Burada, şu soruyu da sorarak, durumun daha iyi anlaşılmasına yardımcı olabiliriz. Bu soru, “hedef kim?” sorusudur. Gericiliğin hedefi, sadece, üniversitelerde sayıları son derece sınırlı olan ilerici, devrimci güçler midir? Bu soruya yanlış olarak “evet” yanıtı verilirse, doğal olarak, “kendini savunma ve çatışma” çizgisi izlemek kaçınılmaz olmaktadır.
Eğer bu soruya “bugün biz, kitlelerin ileri kesimlerini oluşturuyoruz, onları ülkenin sorunları konusunda aydınlatmak, bağımsızlıkçı, demokratik bir çizgiye, sosyalizme kazanmak gibi bir görevimiz, sorumluluğumuz bulunuyor; saldırı, bizi bu görevden alıkoymayı, tecrit etmeyi, kazanmak istediğimiz kitleyi gericiliğin peşine takmayı hedefliyor, yani, asıl hedef kitlelerdir” yanıtı veriliyorsa, o zaman yapılması gereken farklıdır. Doğal olarak yapılması gereken iş, geniş, kesintisiz, istikrarlı bir kitle çalışmasına yönelmektir. Gençlik kitleleri ile canlı ve kalıcı bağlar kurmaya çalışmak, bu bağların gericilik tarafından kesilmesine engel olacak bir çalışma yürütmek gerekmektedir. Gericiliğin saldırı ve provakasyon çabalarını püskürtmenin en etkili güvencesi, geniş kitle bağlarıdır. Eğer bu bağlar varsa, gericilik, saldırı için, üç-beş kez düşünmek zorunda kalacaktır. Yok eğer buna rağmen saldırıyorsa, karşısında, örgütlenmiş çok geniş bir kesim bulacak ve saldırı kuşkusuz orada ezilecektir. Öyleyse, çalışmada ve mücadelede kitle çizgisi izlemek, gericiliğe verilecek en etkili yanıt olacaktır. Aksi bir durum, düellocu bir çizgiye götürecek; ilerici, devrimci güçleri geniş kitlelerden tecrit edecektir. Böylesi erken bir bölünme, kaçınılması gereken bir durumdur. Alnımızda damgayla kitlelere gidemeyiz, gitsek de başarı şansımızı büyük ölçüde yok etmiş oluruz.
Gençlik kitlelerini gericiliğin kullandığı sorunlar konusunda bilinçlendirmek için pek çok yol ve yöntemin olduğu bilinmektedir. Gençlerle yüz yüze konuşmaktan, panel ve konferanslar düzenlemeye, bildiri ve broşür dağıtmaktan, birlikte ilerici bir kültürel etkinliğe gitmeye, sınıf ve anfi konuşmalarından, derslerin doğal ortamını kullanmaya kadar kadar pek çok yol ve yöntem bulunmaktadır. Burada kilit sorunun, ilgili alanda gençlikle sürekli canlı ve kalıcı ilişkiler içinde bulunmak olduğu açıktır. Örneğin, şöyle bir tartışma geniş kesimlerle yürütebildiğimizi varsayalım; konu milliyetçilik olsun. Tartışma başlıklarını şöyle açalım: Ülkenin ABD ile ilişkileri ne durumdadır, ülkeden ne istenmektedir, uluslararası finans kuruluşları ile yapılan anlaşmaların gerçek içeriği nedir, milliyetçilik etiketi kullanan hükümetler ve devlet bugüne kadar hangi tutumu almıştır, yurtseverlik çizgisi ile şövenist bir çizgiyi ayıran noktalar nelerdir, emperyalizme ve büyük devletlerin baskısına karşı ülke çıkarlarının savunulması yurtseverlik olabilirken, Kürt halkının ezilmesini savunmak yurtseverlik olabilir mi, ya da yurtseverlik diğer milliyetler ve halklar üzerinde kendi milliyeti için ayrıcalık ve imtiyazlar talep edebilir mi, çokça sözü edilen ülkenin bölünme tehlikesi şövenizme varmış milliyetçilikle önlenebilir mi, yoksa eşit hakları savunan bir kardeşlik çizgisi mi izlemek gerekir? vb vb. Böylesi bir tartışmayı başarıyla yürütebildiğimiz bir alanda, gericiliğin yüzündeki tüm perdeleri çekip almamız işten bile değildir. Zorluklar elbette olacaktır. Ama hiçbir şey olanaksız değildir. Burada sorun, bunu gerçekleştirmek üzere adımlar atmakta ve bu adımları ısrarla ilerletmeyi başarabilmekte düğümlenmektedir.

Sınıfa kendini dayatmanın bir örneği: TKP ve 1 Mayıs

Konumuz 1 Mayıs. Ancak 1 Mayısı 1 Mayıs olarak tartışmayacağız. 2005 1 Mayısına ilişkin değerlendirmeyi ÖZGURLUK DÜNYASI sayfalarında ayrıca bulacaksınız. Bu makalede 1 Mayıs, yalnızca tartışmanın hareket noktası, zemini olacak. 1 Mayıs’a belirli bir yaklaşımı tartışacağız.
Aslında tartışma konusu, 1 Mayıs ya da 1 Mayıs’a yaklaşımla sınırlı da değildir. Tartışılan, tartışılması gereken; işçi sınıfına ve sınıf mücadelesine yaklaşımdır. İşçi sınıfı ve örgütlenmesi, mücadelesi, partinin sınıf mücadelesine müdahalesi, öyleyse kuşkusuz politika, kuşkusuz sınıf politikası, bu politikanın zemini ve dayanakları, partisi ile sınıfın ilişkisi, kendiliğindenlikle politika ilişkisi, sınıfın acil gündelik talepleri ve birliği karşısındaki tutum, devrimci özne –bütün bu temel önemdeki sorunların tartışılması için 2005 1 Mayısı zorlayıcı olmuştur. 2005 1 Mayısı, böyle bir tartışmayı dayatmıştır.
Kuşkusuz 2005 1 Mayısında ortaya çıkan ve tartışılması gereken başka yanlar yok değildir. Ancak amacımız ne külli bir 1 Mayıs değerlendirmesi ne de sınıf mücadelesinin tüm sorunlarını tartışmak.
Bu 1 Mayıs’ta, bir çevre, öncesinden başlayarak, bağıra dayata ayrı ve özel bir tutum açıklamış ve uygulamıştır. Bu tutumu sadece savunmamakta, ama yüceltmekte ve “tek devrimci” tutum olarak propaganda etmektedir. Çevre; TKP ya da “Yurtsever Cephe”dir. 1 Mayıs’taki tutumu, ayrı, ama tamamen apayrı olmayan, asıl 1 Mayıs’la bağlantısız bir alanda değil, aynı alanda ve ona bitişik, kendi kürsüsü ile kendi mitingini düzenlemek olmuştur.

2003’TEN 2005’E
TKP ya da bir süre önce yedeklediği adıyla “Yurtsever Cephe”’nin, bu yıl 1 Mayıs’ta ortaya koyduğu ayrılık ve aykırılık, görünüş olarak, Nisan’dan başlayarak açıkladığı tutum üzerinden, tartışacağımız nedenleriyle şekillendi. Dünya ve hele Türkiye 1 Mayısları tarihi dikkate alındığında garipsenecek bir tutum olduğu şüphesizdir. Türkiye 1 Mayısları tarihinde, gerçi –bir girişim örneğine bu yıl da tanıklık edilen– kürsü işgallerine varıncaya kadar ayrılık ve aykırılıklar görülmemiş değildir. Ancak 2005’teki TKP ayrılıkçılığı türünden gariplik ve ayrılıkçılığın doğruluğunu kanıtlayıp yüceltmeye yönelik garip nedenlere dayalı iddia ve tartışmalarla bir “ilk”e tanık olunduğu ortadadır. Bunları göreceğiz; ancak yine de, yakın geçmişe bakıldığında, garip olanın garipsenmemesi gerektiği söylenmelidir. Son üç yılın 1 Mayısları karşısındaki TKP pozisyonu, hem çelişkilidir ve TKP tarafından açıklanmaya muhtaçtır, hem de bu çevrenin işçi sınıfı ve sınıf mücadelesi karşısındaki genel pozisyonunun açıklayıcılığına gerek kalmadan, bir ölçüde açıklayıcıdır.
2003 1 Mayısı’nda, TKP Çağlayan’da –2005’te ayrı miting gerekçesi yaptığı– “sendika bürokrasisi ile birlik” halindedir. Gerçi “komünist ayrılıkçılığı” elden geldiğince ortaya koymuş; miting alanına yakın ilçe binası önünde toplanma ve dağılma görüntüsü altında yarı-ayrı miting hevesini açığa vurmuş, alanda “kahrolsun sendika ağaları” sloganı atarak “görevi”ni yerine getirmiştir. Ama yine de, “sendika bürokrasisinin peşine takılmama” gerekçesiyle işçilerin birliğine karşı açıktan tutum almamıştır. İşçilerin birliğine ve birlik ihtiyacına biçimsel olarak gösterilen tahammülün ardında, 2005 1 Mayıs ayrılıkçılığının 2005 Nisanı’nda oluşmadığını, ama 2005’e 2003’ten gelindiğini belirten ciddi bir ayrılıkçı yöneliş vardır. 2002 1 Mayısı’nda pek ortaya çıkmayan, ama herhalde kendine güveni arttıkça gelişen ve 2005’te işçi sınıfı ve mücadelesine, sınıfın birlik ihtiyacına açık bir reddiyeye varan bir ayrılıkçılık. Bir “kendisi-için”lik.. Bir “kendini-severlik”!
Çelişki ortadan kaldırılmayı beklemektedir: Sınıfa ve sınıf mücadelesine değil “kendine ilişkin” nedenlerle açıklanacak olsa bile, TKP’nin 2003 ve hele 2002 1 Mayıs tutumuyla 2005 tutumu neden farklıdır?  Türkiye’nin, işçi sınıfı ve sınıf mücadelesinin koşullarının, farklı tutumları zorunlu kılacak tayin edici değişmelere uğradığı ileri sürülemeyeceğine göre, TKP tutumları niçin farklılaşmıştır? Burada, TKP’nin sadece kendisine ilişkin; ya kavrayışının ya sınıfla önemli bir ölçüde birleştiğini varsaydığı örgütlenmesinin ya da “gücüne güven” türünden TKP maneviyatına dair etkenin farklılaşmasından söz edilebilir. Hangisidir?
2002 ve 2003 ile 2005 1 Mayısları arasında farklılaşan TKP tutumunun, sınıfa ve sınıf mücadelesine ilişkin nesnel değil, ama TKP’ye özel öznel nedeni ya da nedenleri olduğu sır değildir. Nedir bunlar?
TKP, bu yıl, 1 Mayıs öncesinde, kutlamalara ilişkin, sendikalara 4 koşul ileri sürmüştür. Ancak soru şudur: Bu şartlar, neden 2002 ya da 2003’te ileri sürülmemiştir? O tarihlerde sendikalarda henüz bürokrasi mi yoktur, yoksa AB’cilik ya da örneğin CHP’lilik mi? Veya sendikalar, TKP şartlarından olan, ülke çapında yaygın kutlamalar değil, merkezi ve “tek 1 Mayıs” mı düzenlemiştir? 2002 ve 2003’te, TKP’nin 2005 koşullarından hiçbirinin karşılanmadığı ve yine sendikaların düzenlediği 1 Mayıs mitingine TKP’nin koşulsuz katıldığı bilinmektedir. TKP 2005’te mi devrimcileşmiştir? Eskiden yeterince devrimci olmadığından mı koşul ileri sürmeyerek ayrı kutlama yapmamış, AB’cilik, CHP’cilik vb.’den kendisini ayırma ihtiyacı duymamıştır? Yoksa TKP’nin kavrayışı mı değişmiş veya derinleşmiştir?
Bir açıklama şart görünüyor. Bizce, 2005 ayrılıkçılığı 2003 1 Mayıs tutumunda içerilidir, denemesi yapılmış, ama TKP net bir ayrılıkçılığa ancak 2005’te cesaret edebilmiştir.
Arada 2004 1 Mayısı vardır ve başka kaynakların yanı sıra, o da, bir yönüyle TKP’nin “cesaret birikimi”ne hizmet etmiştir.
2004 1 Mayısı’nda, ülkenin başka yerlerinde ayrışma pek görünmese bile, İstanbul’da iki ayrı kutlama gerçekleşmiş; hem sendika konfederasyonları hem de asıl önemlisi, işçi ve emekçiler bölünmüştür. Ayrılık ve bölünmenin birden çok nedeni olmakla birlikte, işçi sınıfının birlik, dayanışma ve mücadelesi ile ilişkisi olumlu değil olumsuz olan, kaçamak arayışındaki sendika bürokrasisinin kendi arasındaki rekabeti öne çıkarışı üzerine de oturan ve ayrılık görüntüsünü oluşturan “alan” tartışması, sınıfı ve birlik ihtiyacını yoksayan, devrimciliği mülkiyetinde gören küçük burjuva “solcu” “devrimci 1 Mayıs”çılığıyla örtüşerek, içinden çıkılamaz hal almış, işçi ve emekçilere, birlik bayramlarında bile birlik çok görülerek, bölünme dayatılmıştır. Bürokratik sendikal kaçamak, çekişme ve rekabetle sarmalanan, alanın “lekelenmişliği”nden hareket etme görüntüsündeki “solculuk” ve “devrimci 1 Mayıs” politikası, işçi sınıfı ve mücadelesinin ihtiyaçlarına rağmen rağbet bulmuş, sonuçta, iki ayrı kutlamaya varılmıştır. TKP, kuşku yok ki, sınıfın bölünmesinin “sol” saikli tertipçileri arasında yer almış, “daha sol” görüntülü kutlamaya katılmıştır.
2004’te yolu açılmış olan; ayrı kutlamalar ve sınıfın bölünmesi kadar, politika ve 1 Mayıs’ın politikleştirilmesi adına işçi ve emekçilere dayatmaların da meşrulaşmasıdır. 2004 kutlamalarını “damgalayan” solculuk kisvesi ardındaki DİSK, KESK ve sınıf-dışı “solcu”ların ayrılıkçı dayatmasının izini 2005’te neden TKP sürmesindi! Üstelik o “komünist parti”ydi. Sorun sınıf adına politika ise, en iyisini o bilir ve o yapardı! Kendisini sınıfın yerine koymaysa, en çok onun hakkıydı! Bu kez sınıf tamamen bir tarafta TKP bir tarafta kalmış –ne gam… O, sınıfın en ileriden temsilinden sorumlu değil mi! İşçi sınıfı farkında olsa da olmasa da, çıkarlarını en ileriden o bilip savunmuyor mu? Sınıfı AB’cilere, CHP’lilere bırakacak değil ya! Sınıf tutum almıyorsa, TKP alır; alır başını gider ve bu, işçi sınıfını AB’cilere, CHP’lilere, sendika bürokrasisine terk etmek olmaz!
2004 23 Nisanı’nda Sol dergisinde, “DİSK ve KESK’in pusulasız ve devlet güdümlü sendikaların kuyruğundaki 1 Mayıs hazırlıkları” eleştirilerek iki Konfederasyon’un “bölücülük”e teşvik edildiği “1 Mayıs Önemlidir” başlığı altında şöyle denmişti:
“Artık devrimciler, 1 Mayıs kutlamalarını inisiyatifsiz ve programsız sendika bürokrasisinin eline bırakmama gereği üzerine daha ciddi bir şekilde düşünmek durumundadırlar. Sermaye sınıfı tarafından yönlendirilen sağcı sendikaların kuyruğuna takılarak 1 Mayısların belirsiz ve plansız bırakılması kabul edilebilir değildir.”
2005 1 Mayısı’ndaki anlayışları, 2004 için de geçerliydi. Sınıfın birliğinin savunma ve bunun için çalışma yerine, sınıf yerine, sendika bürokrasisi ileri sürülmüş, onların sağcılığı-solculuğu konu edinilmiş, yetinilmeyerek, “sağcı ve solcu sendikalar”ın farklı tutum alışları kışkırtılmış ve iki ayrı 1 Mayıs tertipçiliği yapılmıştır. Ama burada, henüz, örneğin DİSK’in AB’ciliğinden söz açma yoktur! CHP’ciliğinden de! Ve yine 2004’te, henüz, kendisinin ayrı mitingini düzenleme tutumu yoktur. Cesaret sorunu vardır, ama tercih sorunu da vardır: “Sol olsun çamurdan olsun” politikasıyla, TKP, AB’ciliği, CHP’liliği bugünkünden farklı olmayan DİSK (KESK de sayılabilir) vb. ile birlikte, “solcuların birliği”ni, “kendi” mitinginden de işçilerin birliğinden de önde tutmuştur.* Birlik günlerinde “işçiler bölünüyormuş, bölünsün, solcular birleşiyor ya” düşüncesiyle davranmıştır. İşçi sınıfı ile değil, bir dizi sınıf-dışı solcuyla dayanışma halinde, elde ettiği; sınıfa rağmen, onun adına ve onun yerine geçirdiği kendisinden menkul “solculuk”, “devrimcilik”, “devrimci politika” yapma özgürlüğüyle işçiyi bir tarafa kendisini bir tarafa koyan kendi “devrimci 1 Mayısı”nı düzenleme özgürlüğü olmuştur. Ya da sanıları! 2004 1 Mayısıyla, “devrimciler”in kararı kesinleşmiştir artık!
2005 ayrılıkçılık özgürlüğünün kökleri ve vurguları 2004’tedir. Aynı makalede yazılmıştır: “1 Mayıs 2004 (…) devrimci kimliğini ve önemini sosyalist hareketle kazanacaktır. 1 Mayıs, birlik, mücadele ve dayanışma gücünü NATO’ya, özelleştirmelere ve işbirlikçilere karşı mücadele yürüten komünistlerle kazanacaktır.”
Önemli olanın işçi sınıfı ve hareketi değil “sosyalist hareket” ve güç kaynağının işçi sınıfı değil “komünistler” olduğunu varsaymaktadırlar! TKP’nin kafasındaki devrimci özne karmaşası yeni değildir, 2005 1 Mayısında oluşmamıştır.
Ve 2005’te “solculuk” ve “solcuların birliği” adına yaptıkları bu vurgunun gereğini 2005’te kendi adlarına yapmışlar; bayramlarını kutlamak üzere miting alanında toplanan işçilere sırtlarını dönerek ve kendi “saf komünist” ya da “saf yurtsever” ayrı mitingini düzenleyerek, “sosyalist hareket”, 1 Mayıs’a “devrimci kimliğini ve önemini” “kazandırmıştır”! Görülmüştür ki, “solcuların birliği”ne verdikleri önemi işçilerin birliğine vermemekte, işçilerin birlik ihtiyacını “sosyalist hareket”in “devrimcileştiriciliği” iddiasıyla yoksaymakta, sıfırlamaktadırlar. Peki, soru: “Sosyalist hareket” neyi ve kimi devrimcileştirecektir? Yoksaydığı, bizzat kendisinin böldüğü ve bundan üzüntü bile duymadığı ve tersine bölünmesini devrimcileşme saydığı işçi sınıfı ve hareketini değil mi? Yoksa kendi kendini devrimcileştirme mi?

PARTİ VE VARLIK NEDENİ
Konuyla sınırlarsak, 2005 1 Mayısı öncesi ve sonrası bir aylık tüm TKP yayın külliyatı sınıfın birliği sorununun üzerini kalın bir çizgiyle çizen ya da bu birliği TKP/Yurtsever Cephe çizgisinde birleşip TKP mitingine katılan birkaç işçinin tutumunda ifadelendiren TKP şartlarıyla, ayrı miting gerekçelendirmeleri ve haberleriyle doluyken, makalesi alanında tek olan Haluk Yurtsever’in, 27 Nisan tarihli “Komünist”te, “Birlik” başlığı altında şu yazdıklarında bir aklıselim ve belirli bir sınıf yaklaşımı vardır:
“..işçi sınıfının en büyük sorunu, hem tarihsel, hem de güncel olarak sermaye karşısında ondan bağımsız, ona karşıt bir sınıf olarak birlik içinde hareket edememesidir. (…) Ama işçi sınıfı marjinal ve çaresiz bir kitle değildir. Tersine, toplumsal üretimin ve toplumsal yaşamın anahtarı işçi sınıfının ellerindedir. Gücünün kaynağı, birliğinin temeli buradadır. Nesnelliği, konumu, çıkarları ve geleceği ortak ve kurtuluşçu olan işçi sınıfının büyük birliğine hizmet etmek komünistlerin varlık nedenidir.”
Evet, Türkiye işçi sınıfı henüz “sermayeden bağımsız bir sınıf olarak birlik içinde” hareket edememektedir. Ve işçi sınıfının birliği, tüm yakıcılığıyla, en temel ihtiyaç halindedir. Üstelik işçi hareketi, istikrarlı ve yüksek bir düzeyde seyretmemekte; işçi sınıfı, şurada-burada kendisine yöneltilmiş saldırılara tepki verme ve genel karakteri itibarıyla iktisadi/sendikal bir dizi hak için lokal küçümsenmeyecek sayıda tutum alma ve mücadeleye rağmen, birleşik bir hareket oluşturmaktan uzak kalmakta ve hatta belirgin dayanışma sorunları yaşamaktadır.
Ancak işçi sınıfının çaresiz olmadığı da kesindir. Sınıfın birlik sorununu aşması kaçınılmazdır; onu buna zorlayan sermaye ve kapitalizmin kendisidir. Ve Yurtsever’in dediği gibi, toplumsal üretim ve yaşamın anahtarı işçi sınıfının ellerindedir; gücünün kaynağı kadar birliğinin temeli de buradadır. Ve Yurtsever’in bağladığı yer de tamamen doğrudur: Komünistlerin varlık nedeni, işçi sınıfının birliğidir. Sınıfın ve sömürülenlerin en geniş yığınlarını birleştirmeye çalışmayana, tutumları, taktikleri vb. buna hizmet etmeyene komünist denmez!
Aktardığımız sözlerin sahibi Yurtsever, bir TKP üyesi olarak, eğer bu yıl 1 Mayıs’ta TKP/“Yurtsever Cephe”nin tüm çıplaklığıyla işçi sınıfının birliğini ve dolayısıyla “komünistlerin varlık nedeni”ni hiçe sayan “taktiği”ni içine sindirebiliyorsa, sorun bundan sonra başlıyor demektir. TKP’nin yaklaşımı, ne türden bir “varlık nedeni”ni yansıtmaktadır?
Genel sorun ya da asıl ihtiyacın, işçi hareketiyle sosyalist hareketin birliği ve sosyalist işçi hareketinin yaratılması olduğu bilinir. İşçi sınıfının politik hareketi ve bu hareketin dayanağı olarak işçilerin bağımsız sınıf partisi olarak politik birliği, işçi hareketi ve birliğinin en üst düzeyde gerçekleşmesidir. TKP, sınıfın bu en üst düzeyde birliğinin, herhalde olmuş-bitmiş ve TKP içinde ya da etrafında gerçekleşmiş bir süreç bile değil, bir olgu olduğu düşüncesindedir! Ya da hayalhanesinin bu denli geniş olmaması ihtimali de vardır: Gerçekleşmiş olduğu kadarıyla, “TKP olarak” bu birliğin, işçi sınıfının her türlü talep ve birliğinin, örneğin acil iktisadi/siyasal talepleri ve sendikal birliğinin karşısına dikilip dayatılabileceği yaklaşımındadır! Bu iki ihtimalden birinin benimsenmemiş olması halinde, TKP’nin, kendisini, 1 Mayıs’ta işçi sınıfına, talep ve ihtiyaçlarına, –somut olarak gerçekleşmesini; yönetimlerini, yaklaşım ve tutumlarını vb. beğenip beğenmemesinden bağımsız olarak– sendikal düzeydeki birliklerine dayatması ve sırtını tümüne dönmesinin açıklaması yapılamaz. Ama iki halde de, durum vahim demektir. İkisi de, yalnızca sınıfın, talepleri ve birlik ihtiyacının değil, ama sınıf partisi fikri ve öğretisinin de boydan boya reddi anlamını taşır. Yurtsever’in dediği gibi, komünistlerin ve bir adım daha atılarak, sınıf partisinin varlık nedeni ile çelişir. Partisi, başka tüm görevleri bir yana, en başta işçi sınıfının birliğine hizmet için vardır, yeterince dağıtıcı ve bölücüsü olan sınıfı dağıtmak, bölmek, örgütlerini hiçe saymak için değil.

TKP NE YAPMIŞTIR?
TKP’nin 1 Mayıs sonrası değerlendirmesi şöyle başlıyor:
“2005 yılı 1 Mayıs kutlamalarına, anti-emperyalizm, halkların kardeşliği ve sosyalizm damgasını vurdu. Türkiye işçi sınıfının başkenti İstanbul’da, Kadıköy Altıyol’da toplanan onbinlerce emekçi, yurtsever ve komünist, hep bir ağızdan ‘Bu memleket bizim’ sloganını haykırdı. 1 Mayıs’ın ardından akıllarda en çok kalanlar, TKP ve Yurtsever Cephe’nin çağrısıyla alanda kurulan devrimci kürsü ile bu ülkede 1 Mayıs’ların sendikaların içini boşalttığı eylemlerden başka biçimlerde kutlanabileceğini göstermeleri oldu. (TKP web sitesi ve “Komünist”, 6 Mayıs)
TKP’ye bakılırsa, İstanbul’da 1 Mayıs, TKP/”Yurtsever Cephe” ayrılıkçı 1 Mayıs mitinginden ibarettir. Yüz binlik katılımıyla asıl 1 Mayıs kutlaması, TKP yayınlarında, suçlamalarda değinme dışında hiç yer bulamamıştır. 1 Mayıs’a tüm önem ve anlamını “kazandıran” TKP olmuştur! İşçiler mi? Onlar o gün yanlış yerde durmuşlardır, TKP ve birkaç arkadaşlarının katıldığı mitingine bakıp kendiliğinden TKP saflarına koşacaklardır! İşte “diğer miting”e ilişkin karşılaştırmalı “tespitler”:
“Yurtseverlerin ‘selam’ gönderdiği, ‘pahalı ses sistemi’ ile dikkat çeken diğer 1 Mayıs kürsüsüne ise, yıllardır olduğu gibi sendika bürokrasisinin, CHP’ciliğin, AB’ciliğin ve işbirlikçiliğin dayanılmaz hafifliği damgasını vurdu. Bu ‘renksiz’ kürsüye inat, 1 Mayıs’ı Yurtsever Cephe ve Türkiye Komünist Partisi’nin çağrısı ile, kızıl rengin ve sosyalizm vurgusunun hakim olduğu alanda kutlayan yurtseverler ve komünistler, gelecek dönemi geniş bir eylem ve dinamik bir çalışma programı ile karşılayacak olmanın bilinciyle enerji ve umut biriktirdiler; birbirlerine daha sıkı çalışma, daha sıkı örgütlenme sözü verdiler, geleceğe, devrime ve sosyalizme olan inançlarını tazelediler.” (Agy.)
Ayrı TKP mitinginin sayısal katılımını tartışmayalım. Kimseyi kırmayalım ve sorun, nicelik tartışması ve grupçu bir “yarışçılık” çerçevesinde kayıp gitmesin. Abartıcılık iyi değildir, “on binlerce” sıfatına katılımcıları bile inanmayacaktır; ama diyelim ki öyle olsun!
Asıl sorun şudur: TKP mitingine katılanlar, hangi yönleriyle karakterize olmaktadırlar? Katılımcılar kimlerdir? “Emekçi, yurtsever ve komünist”ler! “Yurtsever ve komünistler”in yanı sıra TKP mitingine kaç “emekçi” katılmıştır? Herhalde sınıfın belirli bir parçasının katılımını en grupçu TKP’li bile iddia etmeyecektir. Sayısı bir yana, kuşkusuz bazı emekçiler TKP mitingine de katılmış olmalıdır. 1 Mayıs mitinglerinde, en radikal küçük burjuva solculuğuyla malul grupların kortejleri de dahil, tüm kortejlerde, mutlaka emekçiler yer almıştır. Sorun, şuradadır ki, TKP mitingine katılmış olmasında anormallik olmayan az sayıda emekçinin ayırdedici özelliği, TKP’li ya da yandaşı olmaktır. Katılımcıların “emekçi, yurtsever ve komünist” olarak tanımlanışı problemlidir: İstisnalar dışta tutulursa, katılımcılar arasında, “yurtsever ve komünist” ya da sempatizanı olmayan, “emekçi” olarak tanımlanabilir kimse bulunmamaktadır. Ayrıca “emekçi” vurgusu gereksizdir; katılımcılar politikleşmiş unsurlardır –yandaşlık ilişkisi çerçevesinde katılanları da kapsayarak–  “yurtsever ve komünist” olarak tanımlanmaları doğru olandır.
Katılımcılarına ve niteliklerine ilişkin söylenenler, TKP anlayışını da yansıtmaktadır; şu olumsuz farkla ki, o, politikleşmiş işçi ya da kendi deyişiyle “emekçi”yi, geri kalan “yurtseverler ve komünistler”le birlikte, henüz politikleşmemiş asıl kitlenin karşısına koymakta, yerine geçirmektedir. Örnek vermek gerekirse:
Aktarılan yazı, katılımcılardan söz ederken, “on binlerce emekçi, yurtsever ve komünist” diye başlamakta ve “yurtseverler ve komünistler” diye devam etmektedir. TKP, kendisi, mitinginin “komünistler ve yurtseverler”in mitingi olduğunu söylemekte, “renksiz kürsü”sü ile 1 Mayıs mitinginden “devrimci kürsü”sü ile kendi ayrı mitinginin farkını da buradan kurmakta ve açıklamaktadır: “Enerji ve umut biriktiren”, “birbirlerine… söz veren”, “inançlarını tazeleyen” “komünist ve yurtseverler”in, bu tür ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik mitingi!.. Kendi ihtiyaçları dışında, işçi ve emekçilerin herhangi ihtiyaçlarını dikkate bile almayan, bu ihtiyaçları karşılamayı sorun edinmeyen politik unsurların mitingi.
Ama K. Okuyan, politik unsarlarla işçi sınıfını aynılaştırmada, dolayısıyla politik unsurlarının sınıfın ana kitlesini politikleştirme ve sosyalizmle işçi hareketini birleştirme görevinden uzak durmasında ısrar ederek, 1 Mayıs konuşmasında şunları söyleyebiliyor:  “‘1 Mayıs işçilerindir’ sözünü sık sık işitiyoruz. Ne kadar ilginç! Burada toplananlar kim? Burada toplananlar işçiler ve onlardan yana, emekten yana insanlar değil mi?”
Sorun kalmıyor! Her tutum alışta işçi sınıfını birleştirme ve kazanmayı görev edinmeye, her durumda devrimci taktiği en başta buradan kurmaya gerek olmuyor, zaten TKP bayrağı altında toplananlar ya işçi ya da işçiden yana olanlar! “İşçiden yana” hissetmelerine bir şey söylenemez, iyi duygudur; gereğini yapmak, yana olduklarını söyleyenlere düşer. “İşçi” sözcüğünü lafın arasına sıkıştırmakla idare edilemez. Kendi mitingine katılmış birkaç işçiyi göstererek, henüz sendika bürokrasisinin, AB’ciliğin vb. etkisinden kurtulmamış ve kurtulmak için, sosyalistlerin, sınıf partisinin aydınlatıcı ve kazanıcı görevlerini üstlenmelerine ihtiyaç duyan işçi yığınlarına sırt dönülmemesi ve her halükarda içlerinde ve aralarında yer alınması gerekir.
Bunlardan anlaşılacak olan, TKP’nin işçi sınıfını birleştirme ve kazanma, işçi yığınlarını ve hareketini politikleştirme diye bir sorununun olmadığı ya da başka bir deyişle, “kazanma” ve “örgütlenme” sorununu, tek tek işçi kazanmaya indirgediğidir. Başka türlü, ayrılıkçı mitingine katılmış birkaç işçi ile yetinme ve onları göstererek, “Ne kadar ilginç! Burada işçi var” demenin açıklaması yapılamaz.

DEVRİMCİ ÖZNE KİM?
TKP kuşkusuz politika yapıyor. Bir politik mücadele yürütüyor. Sorun, bunun ne tür bir politik mücadele olduğundadır. TKP, kendi politik mücadelesini yürütmektedir. Bu, en ileri noktasında, ideolojik sağlamlığına ve içeriği doğru belirlendiğine inanılan –ve bunlarla birlikte– sınıf karakterini kararlaştıracağı sanılan, zaten TKP mitingine katılmaya hazır (üye, sempatizan ya da buna yakın; belirli bir politik eğilime sahip) birkaç “emekçi”nin bu mitingte yer alışıyla yetinen “TKP’nin politik mücadelesi”dir.
TKP, kendi ideolojik yönelimi ve politikasının doğruluğuna olan inancından hareketle, kendisine ilişkin önkabulünü veri alarak, politikasının, örneğin ayrı 1 Mayıs mitinginin işçi ya da “emekçi” karakterde olduğunu ileri sürmektedir. Maddeden düşünceye değil düşünceden maddeye idealist bir yaklaşımdır bu. Şöyle söylenmektedir:
“Burada sınıf kardeşliği geçerlidir. Burada işçi sınıfının çıkarları geçerlidir. Burada memlekete sahip çıkan işçi sınıfının sözü geçerlidir..” (K. Okuyan, 1 Mayıs konuşmasından)
İnanç ve niyet olarak iyidir. Ama soyuttur, somutluğu yoktur, maddesi yoktur. “Geçerli”liklerin garantisi ve dayanağı, işçi sınıfının kendisi değildir, nesnel olarak işçi sınıfı değildir; TKP’dir, onun istek ve inançlarıdır. Böyle bir öngörü iyi olmasına iyidir, ama nesnellikle çelişik niteliğiyle, baştan sakatlıdır; sınıfa, kardeşliğine, çıkarlarına ve sözüne bunca sadakat ilanı, TKP ve 1 Mayıs politikasını yanı başında toplanan işçilere sırtı dönüklükten kurtaramamıştır. Kurtaramamıştır; çünkü TKP’nin ölçütü, kararlaştırıcısı, nesnel olarak işçi sınıfı, çıkarları ve kardeşliği değil, TKP’nin bunlara yüklediği kendi öznelliğidir. Kendi tutum ve yaklaşımlarını sınıfın tutum ve yaklaşımları varsaymaktadır.
Bu, kuşkusuz çocukçadır. TKP ve politikalarının sınıf-dışılığı bir yana bırakılarak, sınıf ile partisi arasındaki ilişki düşünüldüğünde, sınıfın bir parçası olan partinin, kendisini oluşturan sınıfın azınlığının sahip olduğu sınıf bilinci ve örgüt düzeyiyle sınıfın geri kalanından farklılıştığı ve buradan, sürekli kılınması zorunlu olan, sınıfın geri yığınlarını kendi düzeyine yükseltme görevinin çıktığı bilinir. Partisi ile işçi sınıfı arasındaki bu farklılık, insanlar arasındaki işbölümüne son verilip “her yönden gelişmiş evrensel bir hazırlıktan geçmiş ve her şeyi yapabilen insanlar”a varılıncaya, dolayısıyla parti gereksizleşinceye ve aynı süreçte, tüm sınıf farklılıklarıyla birlikte, işçi sınıfı da tarihten silininceye kadar, azalarak sürecektir. Ancak o zaman sınıfla partisi arasında farklılık tümüyle aşılacak, ama geride, ne sınıf ne de parti kalacaktır. Ancak bugünden, gelişmiş komünizmin gelecekteki sonuçlarını var sayarak, işçi sınıfı ile partisi arasındaki farklılıkları ve partinin sınıfı kendi düzeyine yükseltme görevini yok saymak, TKP gibi, partinin olduğu yerde sınıfı, çıkarları, sözü vb. ile var kabul etmek ve politikasının sınıfı “yansıttığı”nı düşünmek idealistçedir ve Lenin’in deyişiyle, “dört yaşındaki bir çocuğa yüksek matematik öğretmeye benzer”.
1 Mayıs 2005’in somut tablosu; birkaç emekçinin katılımı ve “yüksek” politikasıyla TKP’nin bir yanda ve “kardeşliği, çıkarları, sözüyle burada” dediği işçi yığınlarının diğer yanda durduğu, TKP’nin kendisi işçilerden tecrit ettiği şeklindedir. Ve TKP, mücadelesinin “işçi sınıfının politik mücadelesi” olduğu iddiasındadır!
A. Güler örneğin, “1 Mayıs 2005’te bir dizi oyunu bozmak için buradayız… Bizim politikamız belli… biz sözümüzü önemsiyoruz… Biz faşizmden korkmuyoruz, faşizme karşı mücadele ediyoruz. Biz emperyalizmden medet ummuyoruz, emperyalizme karşı yurtseverliği örgütlüyoruz. Biz halkların birbirine düşürülmesi karşısında AKP’den, AB’den demokrasi veya eşitlik beklemiyoruz.” demektedir, 1 Mayıs konuşmasında.
Niyetler yine iyidir. Bunca dejenerasyon, uzlaşmacılık ve düzende yer arayış ortamında, sözüne önem vermek, faşizmden korkmamak, emperyalizmden medet ummamak vb. iyidir. Sorun şurada ki, TKP, niyetler ardında, sınıf mücadelesinin öznesini kaydırmakta, tarihsel devrimci özne oluşunu işçi sınıfının elinden alarak, kendi uhdesinde toplamaktadır: “Biz”.. “Biz”.
Bu “özne kayması”, ayak-üstü yapıldığı ileri sürülebilecek bir miting konuşmasıyla sınırlı değildir. Örneğin “Emekçi yurtseverliği için somut olanak” başlıklı “Komünist” makalesinde, “Bu bir sınavdı ve bu sınavdan alnımızın akıyla çıktığımız için..” (6 Mayıs) denmektedir. Ele alış, eğer sınavsa, 1 Mayıs’ın işçi sınıfının değil ama TKP’nin sınavı olduğu şeklindedir.
Ve daha ileriden bir başka sınıf-dışılık: “TKP, bir siyasi parti olarak, kendi üye ve yandaşlarını biraraya getirdiği her gösteri, etkinlik ve eylemi anlamlı kılmakla yükümlüdür.” (K. Okuyan, “Komünist”, Eylem sorumluluğu…, 6. Mayıs)
TKP’nin bir siyasi parti olduğu kuşkusuz; ama burada, Okuyan, TKP’nin bir komünist parti olmadığını, hele bir sınıf partisi hiç olmadığını yüksek sesle ilan etmektedir. Öncelikle, kendi “burada toplananlar işçi değil mi? Ne kadar ilginç” sözünü kendi ilginç kılarak geçersizleştiren Okuyan, ikrar etmektedir: Bu, TKPnin “üye ve yandaşlarını bir araya getirdiği” eylemdir! Ve “tüy dikmekte”dir: TKP’nin eksen aldığı ve anlamlı kılmakla yükümlü olduğu işçi sınıfı, çıkarları, sözü, kardeşliği vb. değil, “üye ve yandaşlarının eylemi”dir. TKP, politikayı, işçi sınıfı, çıkar ve talepleri üzerinden, tüm sömürülen yığınlar ve emekçi halk ve talepleri üzerinden değil, ama kendisi, üye ve yandaşları üzerinden yapmaktadır. Politikası, sınıf politikası değildir, bu politikada sınıf ve çıkarlarıyla taleplerine en küçük bir yer yoktur, sınıftan kopuk, sınıf-dışı bir politikadır.
TKP’nin temel bir zaafını oluşturan, politika ile sınıf ilişkisi ve sınıf mücadelesine müdahale algılayışını hastalıklı kılan bu özne kayması, öncelikle, politikanın, nesnel sınıf güçleri ve güç ilişkilerinden bağımsız bir “çekişme” ve “didişme” olarak anlaşılmasına götürmektedir. Öte yandan, sınıf mücadelesi ve toplumsal-siyasal koşullar ve ortamın, partinin bir parçasından başka şey olmadığı işçi sınıfı yerine TKP “üye ve yandaşları” perspektifinden değerlendirilmesini ve bunun gereği olan türden “müdahale”yi koşullamakta; sonuçta TKP, sınıfın birliğini, hareketinin ilerlemesini ve kazançlarını değil, “kendi üye ve yandaşları”nın eylemini, “enerji ve umut birikimi”ni, “inanç tazelemesi”ni vb. gözeterek, işçi sınıfının eylemini “anlamlı kılma” yerine kendi kendisini anlamlı kılmaya yönelmektedir. Ama partisi, işçi sınıfının parçası olduğu ve onun birliğini ilerlettiği, bu birliği parti birliğine yükseltmeye ve sınıfı devrim ve sosyalizme kazanmaya çalıştığı kadarıyla ve o ölçüde anlamlıdır. Ya da H. Yurtsever’in dediği gibi, partinin varlık nedeni, sınıfın birliğine hizmettir. Kendi üyelerine, kendisine hizmet değil!

SINIF, POLİTİKA, ÖRGÜT VE GÜNDEM (TALEPLER)
TKP’nin yayınlarında hep “yüksek politika” görürsünüz, ama hiç işçi sınıfının çalışma ve yaşam koşullarına, somut gündelik taleplerine, bu talepler için mücadelesinin koşulları ve müdahale edilerek ilerletilmesine, bu mücadelenin gündemi ve sınıfın ve sınıf mücadelesinin ihtiyaçlarına dair hemen tek lafa rastlayamazsınız. TKP, politik alanı, apayrı, sınıfın kendiliğinden hareketiyle kopuşuk ve öyle olması gerekli bir alan sayar. Politik mücadeleyi, sınıftan ve kendiliğinden hareketinden bağımsız, acil gündelik talepleriyle ilişkisiz kendisi yürütür, politika adına sınıfa dışarıdan seslenir. “Bilinç dışarıdan verilir” doğrusunu, tam bir dışarıdanlık olarak anlar; hem bilinci bütünüyle aydınlara ısmarlar, hem de işçi sınıfının karşıt ve ara sınıflarla, devletle, emperyalizmle, ezilen uluslarla vb. karşı karşıya ya da yan yana geldiği, bütün sınıf ilişkilerinin nedeni ve niçiniyle bilgisini edinebileceği ulusal ve uluslararası toplumsal-siyasal ilişkiler alanından, “iktisadi mücadele alanının dışından” “bilinç taşıma” yerine, sınıfın dışında yürütmeye yöneldiği kendi politik mücadele ve çağrılarının kendiliğinden sınıf içinde rağbet bulmasını umar. “Bilinç taşıma” ya da sınıfı aydınlatma için uğraşmaz, bu amaçla sınıfın ileri unsurlarını (en başta bu unsurlardan olması gereken parti üyelerini), sınıf kardeşlerine siyasal gerçekleri açıklamayı sürekli kılınmış bir kampanya olarak yürütmeye yöneltip, buna uygun olarak, sınıf içinde, fabrikalar ve işletmelerde vb. görevlendirmez, parti örgütlenmesini buradan kurmaz, buradan örgütlenmeye girişmez. Genel ve soyut bir “örgütlenme” anlayışına sahiptir.
Örneğin, A. Güler, 13 Mayıs’ta “Komünist”te “Doğrulanıyoruz” başlığı altında şunları yazar: “Komünistlerin mücadelesinde en önemli sabit örgütlenmek, çoğalmaktır… herhangi bir etkinliğin, eylemin, kampanyanın başarı ölçütü, sonrasına ne devrettiği ile ölçülür. Devredilenler listesinde örgütlülüğün gelişmesi, sınıf mücadelesinin yeni kadrolar ve dostlarla buluşması en üst satırlarda yer almalıdır.”
“Örgütlenmek, çoğalmak”… Her eylemin, kampanyanın vb. başarı ölçütü, elbette “örgütlülüğün gelişmesi”dir, elbette “yeni kadrolar ve dostlarla buluşma”dır. Ancak eğer tartışılan, sınıfı temsil iddiasındaki bir parti ve onun içinde yer aldığı eylemler ise, bu “genellik” ve soyutluk ile idare edilemez. “Eylem ya da kampanya, işçilerin birleşmesine ve işçi hareketinin gelişmesine ne denli hizmet etmiştir?” sorusunun ardından, küçümsemek bizden uzak olsun, ancak şuradan-buradan tek tek kişilerden öte, “kaç yeni işçi, burjuvazinin ve örneğin sendika bürokrasisinin etkisinden uzaklaşmış ve yüzünü politikaya ve kuşkusuz sınıf partisine dönmüştür”, “kaç işyeri/fabrikada örgüt kurmak üzere adım atılmış ya da kurulmuştur” sorularının olumlu yanıtları gelmelidir; çünkü “yeni kadro ve dostlar” en başta buradan çıkacaktır. Bu tür sınıf yaklaşım ve tutumu, yanı başında toplanan işçilere sırt çevirmeye izin vermez. Tersine bunun; fabrikasından işçilerin alana gelişlerini kolaylaştırmak üzere, sınıfın yüzyüze olduğu saldırıların teşhiri yanında, talepleri ve bu talepler etrafında birleşme ihtiyacı savunularak yürütülecek 1 Mayıs’a yönelik fabrika/işyeri çalışması ve çağrıları sürecinde, işçi yığınlarıyla politika tartışılabileceği, bu çalışmaya bağlanmış siyasal teşhirin bir anlamı olabileceği ve buradan bir politikleşme beklenebileceği, burjuvazinin olduğu kadar sendikal bürokrasinin de zehirli etkilerinin ancak bu çalışma içinde giderilebileceği bilinerek, tüm 1 Mayıs çalışmasının “toplar damarının”, fabrikadan alana, işçi yığınlarının içinde, sınıfın nabzıyla aynı ritmde atmasını zorunlu kılacağı ortadadır.
Ama, hayır! TKP örgütlenme seferberliğindedir, bundan işçilerin haberi bile yoktur!
İşçi sınıfı, emekçiler örneğin özelleştirme saldırısıyla yüz yüzedir. SEKA kapatılmak istenir, saldırıya uğrar. Bitlis’ten, Adana’dan, Malatya ve İstanbul’dan TEKEL işçileri SEKA’yı desteklemek ve TEKEL’e ilişkin özelleştirme saldırısını püskürtmek üzere direnişe geçer. SEKA’yı TEKEL destekler, ama TKP’den ancak direnişin sonuna doğru ses çıkar, Yurtsever Cephe SEKA’yı ziyaret eder. Bu kadar.
Kamu Yönetimi Temel Kanunu gündeme gelir, sosyal güvenlik sistemi çökertilmeye uğraşılır, hastaneler devredilir. Asgari ücret kaldırılmaya, işçi atmanın “masrafları” kısılmaya çalışılır, yine özelleştirilmek istenen Seydişehir Alüminyum işletmesi, tüm Seydişehir halkı saldırıya uğrar, işçilerin ücret sorunu vardır, sendikal örgütlenme talep ve mücadelesi vardır, kamu işletmelerinde TİS süreci gündemdedir vb. vb.. TKP ilgi göstermez, işine bakar.
İşçi sınıfının, emekçilerin, dolayısıyla ülkenin gündemi başkadır, TKP’nin gündemi başka. Sayılanlar, farklı bir sürecin sorunları değildir. Bayrak provokasyonu, linç girişimlerinin yayılmak istenmesi, eşitsizliğin dayatılması ve Kürt sorununun yeniden yaygın operasyonların konusu edilmesi vb. siyasal sorunlarla ve ABD’nin İncirlik, AB’nin sair dayatmalarıyla birlikte, bunlar, 1 Mayıs öncesi, sırası ve sonrasında sınıfın ve ülkenin gündemidir. Ama TKP için yokturlar. “Komünist” yayınlarda işçi sınıfının ve emeğin gündemine ilgi gösterilmezken, “TKP’nin gündemi” üzerine tefrika halinde yazılar yayınlanır. Bu yazılarda “doğru odaklanma” üzerinde durulur: “Türkiye’de sorun, devrimci olanakları görmek değil, bu olanaklarla gerçek bir ilişki kurmak, onlarla temas etmektir… Türkiye gibi ülkelerde, doğru odaklanma, işçi sınıfının iktidara talip olan devrimci bir yönelime girmesi için yeterlidir ve eğer gerçekçi olmaya devam edeceksek, tek koşuludur.” (K. Okuyan, “Komünist”, TKP’nin Gündemi-2, 15 Nisan)
İşçi sınıfının, halkın gündemi ve bu kapsamda “TKP’nin görevleri” değil, gündemi! TKP kuşkusuz kendi gündemini belirlemekte özgürdür! Ama bu durumda, “işçi sınıfının çıkarları, kardeşliği, sözü” vb. türü araya sıkıştırılmış lafların bir tarafa bırakılması, işçi ile TKP iddia edildiği kadar “özdeş”se, hakkı verilerek, “TKP’nin çıkarları, TKP kardeşliği, TKP sözü” kavramları kullanılması yerinde olacaktır!
“Doğru odaklanma”, “merkezi görev” ya da “kavranacak halka” veya taktik yerine kullanılıyor görünmektedir. Bu anlamıyla önemli olduğu kesindir; ama “işçi sınıfının iktidara talip olan devrimci bir yönelime girmesi için” “yeterli”, hatta “tek koşul” olduğu ileri sürülemez. Partinin “doğru odaklanması”, görevlerini doğru belirlemesi ya da taktiği, tek bir koşulda “anlamlı” ve amaca hizmet eder olabilir: İşçi sınıfının gündemi üzerinden kurulduğunda, öyleyse, kesinlikle savunulmasıyla yetinilemeyecek sınıfın acil gündelik taleplerinden hareketle ve doğruluğu, her adımda sınıfı ve halkı birleştirmeye hizmet edip etmediği ölçütüne vurulup sınanarak ve aksayan yönleri buradan düzeltilerek ele alınıp uygulandığında. “Doğru odaklanma” için, öncelikle kimin “odaklanacağı” sorusu doğru yanıtlanmalı, yanıt “işçi sınıfı” olarak verildikten sonra, partinin de, sınıfın doğru odaklanması açısından katkısı ölçüsünde kendisini doğru “odaklandırabileceği” anlaşılmalıdır. Ancak bu, “yüksek politika”nın, sınıf ve halk adına politika yapma tutumunun terk edilmesini zorunlu kılar. Bu niyet hiç yoktur:
“Türkiye’de burjuva partilerinin, hükümetlerin emperyalizme hizmet yarışının tadı tuzu kaçacak. Çünkü yurtseverler, emekçiler adına, aydınlar adına, halkımız adına bunların yakalarında olacaklar.” (“Komünist”, Ölüm Yok ki, 13 Mayıs)
“Komünistler” ya da yerine ikame edilen “yurtseverler”, emekçiler ve halk adına davranmakta ve politik mücadeleyi “adına hareket etme” olarak sürdürmeye uğraşmakta ısrarlılar! TKP, bir türlü, olması gerektiği gibi hareket edip, gerçek bir işçi ya da komünist partisinin, şüphesiz az-çok değişen her koşulda taktik yenilenme ya da “doğru odaklanma”nın gereklerini yerine getirerek, sınıfı ve mücadelesini birleştirmek ve yön vermekten ibaret asli görevine uygun davranmamaktadır.
Bunu, partiyi işçi sınıfının geri düzeyine geri çekme ya da sendikal politika yapma olarak algılamaktadır. TKP’nin, sınıfın, –Amerikan ve Avrupa aşağılama ve dayatmaları vb.’nin yanında–, özelleştirme, işyeri kapatmalar, ücret, asgari ücret, sendikal örgütlenmeye ilişkin taleplerle mücadeleye atılmasına da neden olan gündemini “sendikal gündem” ve bu tür mücadeleleri “sendikaların işi” saydığı bellidir; bu nedenle “yüksek ve saf politika” yapmaktadır. Oysa işçi sınıfının politik mücadelesinin, acil gündelik taleplerinin sağladığı zemin dışında ve bu taleplerden hareket etmeden yapılabilirliği yoktur. Ve sınıf politikasının, bu nedenle, gelişme merkezleri, en başta işyerleridir, fabrikalardır. Bu nedenle, gerçek bir işçi ya da komünist partisi açısından fabrikalar, buraların kaleleri haline getirilmesi vazgeçilmezdir. Ve parti örgütlenmesi ve sorunlarına soyut ve “yüzer-gezer çevreler” üzerinden genel çözümler aranamaz; her halükarda bir sınıf partisinin fabrika/işyeri örgütleri –sınıf politikası yapabilmesini de olanaklı kılmak üzere– başlıca dayanağıdır. Başka türlü, başkaları politik mücadele yürütebilir, ama işçi sınıfı değil.
Emperyalizme karşı mücadele mi? “Emekçiler adına”, “halk adına” “yakaya yapışmak”la olmaz. Karar vermek gerekir. Emperyalizmin karşısına kim dikilecek, emperyalist tahakkümü kırmak, emperyalist saldırıları püskürtmek hangi güç ya da güçler tarafından üstlenilecek ve başarıya ulaştırılabilecektir? Bu güç, TKP ya da herhangi başka parti veya örgüt müdür, yoksa emperyalizmle karşıtlık halindeki Türkiye halkı ve onun en ileri unsuru olarak, nesnel çıkarları itibariyle, yalnızca emperyalizmle değil, ama kapitalizmle de zıtlık halinde ve mücadele yeteneğinde olan işçi sınıfı mıdır? Emperyalizm kime saldırmaktadır? TKP’ye mi, işçi sınıfı ve halka mı? Örneğin IMF dayatmaları kime yöneliktir? Özelleştirmeler, emperyalist yağma, esnek çalışma, hastanelerin, eğitimin piyasaya bağlanması, emeklilik yaşının 68’e, pirim gün sayısının 9 bine çıkarılması ya da Türkiye’nin Ortadoğu’da savaşa sürüklenmeye çalışılması vb. TKP’yi mi hedefine koymuştur? Borç kıskacı TKP’ye karşı mı kurulmuştur?
İşçi sınıfı, onlarca, hatta yüzlerce acil gündelik talebi üzerinden emperyalizme karşı mücadeleye yönelebilir. Hatta bunu kendiliğinden gerçekleştirebilir. Yatağan işçileri, özelleştirme karşıtlığından hareketle “Bağımsız Türkiye” talebini sloganlaştırmışlardı. Şimdi TEKEL işçileri, “TEKEL vatandır, satılamaz” noktasındadırlar. İşçi sınıfı bir yana, Bergama köylüleri, siyanürlü altına karşı mücadeleleri içinde, “Kahrolsun emperyalizm” noktasına geldiler. Türkiye halkının yüzde 80-90’ının emperyalizmden nefret ettiği biliniyor. Kendiliğinden mümkün olmayan, sosyalizm için mücadeledir; emperyalizme karşı, sosyalizm perspektifiyle, kapitalizmin sınırlarına hapsolmayacak içeriğiyle mücadele, kendiliğindenliğin işi değildir. Ama sınıf mücadelesi sınıf güçleri arasında mücadeleyse, şurası kesindir ki, sendikal siyaset ya da kendiliğindenliğin aşılması gerekçe gösterilerek, emperyalizmin “yakasına” halihazırdaki politik güçlerin, örneğin TKP ya da “Yurtsever Cephe”nin “yapışması”nı öngörmek, saçmalamakla eş anlamlıdır.
Sorun, başta işçi sınıfı olmak üzere, halkın emperyalizmin karşısına nasıl dikileceğindedir. En başta işçi sınıfının emperyalizmin karşısına dikilmesini sorun edinmeyerek, sınıf ve emekçiler adına kendini görevli sayan TKP’nin, bu “nasıl”ı sorun edinmesini beklemek, kuşkusuz beyhudedir.
Yanıt, TKP’nin başını çevirip bakmadığı yerdedir. İşçi sınıfı –ve kuşkusuz Türkiye halkı–, acil gündelik talepleri etrafında birliğini sağlayıp mücadele ettikçe, yalnızca kendi gücüne güven duymakla kalmayacak; gereğini, ancak bu mücadele içinde ve acil talepleriyle bağlantısı kuruldukça kolaylıkla kavrayacağı, taleplerinin asıl hedefi ve gericiliğin esas kaynağı emperyalizme karşı mücadeleye yönelecektir.
Burada, yine, fabrika/işletmeler sorununa gelinir dayanılır: İşçi sınıfı, “avere gezenin boş kalfası” değildir. Oradan oraya “seyyar” dolanmaz. Kapitalizm üretim anarşisidir, bilinmeyen pazar için üretimdir. Ama kapitalizm, aynı zamanda toplumsal üretimdir ve toplumsal üretim tek tek fabrikalarda örgütlenmiştir. Sosyal alanda proletarya-burjuvazi karşıtlığı olarak şekillenen toplumsal üretimle mülk edinmenin kapitalist biçimi arasındaki kapitalizmin temel karşıtlığı, kendini, üretimin tek tek fabrikalardaki örgütlülüğü ile tüm toplum ölçüsünde üretim anarşisi arasındaki karşıtlık olarak yeniden üretmektedir. Toplumsal emek, sermaye egemenliğinde fabrika ve işletmelerde örgütlendirilmiştir. İşçi sınıfı, üretim, değişim ve bölüşümün tüm toplumsal süreçlerinde, siyasal, ideolojik, kültürel.. tüm toplumsal alanlarda yüz yüze olduğu burjuvazi ve egemenliğiyle, emperyalist dayatmalarla vb. başlıca burada karşı karşıya gelir. Sınıf talepleri burada şekillenir.
İşçiler sağdan soldan yürüyüp gelip, herhangi platformda birleşmezler. TKP’nin, taleplerine değer vermeyerek, sınıf dışında varettiği platform etrafında birleşmeleri olanağı yoktur. Sınıfın politik bir platformda birleştirilmesi emek işidir. Ve bu emek, en önemli bölümüyle, –işçilerin sermaye ve kapitalizm tarafından kendilerine yabancılaştırılarak birleştirildiği alan olan– fabrika ve işyerlerinde harcanmadığında, işçilerin acil gündelik talepleri etrafında birleşmelerine yardım ve talepleri uğruna mücadelelerinin ilerlemesine katkı ve destek sağlamak üzere kullanılmadığında, bu taleplerle onların kaynağı ve hedefi (kapitalist sistem) arasındaki ilişkiyi kurmak için hiç harcanmaz. Sorun, işçilerin etrafında birleşebilecekleri gündelik talepleriyle, kapitalizm, burjuva devlet, emperyalizm vb. arasındaki ilişkiyi kurabilmektir. Bu ilişki nesneldir ve gündelik teleplerin ortaya çıkmasına neden olarak, her gün binlerce olup-biten, dolaysızca kapitalizmin ürünü, sermaye ve emperyalizmin egemenliğinin dayatılmasıdır. Bu bağ, istenirse, kolay kurulabilir. Ve kurulması, işçi sınıfının politikleştirilmesinin tek geçerli yoludur. Burjuva, küçük burjuva solculuğunun anlamak istemediği şey budur. Bunu, NATO karşıtı politik mücadeleyi kendisi üstlenerek, “sapan ve eldivenler”le barikatları kendisi kurar, ama başta işçi sınıfı olmak üzere halkın, barikatlarını da kurmaya hazırlanması için, acil gündelik talepleri üzerinden politikleşmesine çalışmayarak, radikal solculukla “Atılım”cılar vb. yaparken, 1 Mayıs’ta aynı şeyi, tek farkla, yasal bir miting aracılığıyla, radikal-olmayan solculukla TKP yapmıştır. Aralarında radikalizm dışında farklılık yoktur.
Atılımcılar, geçen yıl NATO İstanbul toplantısı günlerinde, “Devrimcilerin, komünistlerin silahlı eylemleri, ezilen emekçi halkların devrimci iradesini örgütlüyor” diyor, “…tüm mücadele araçlarını cüretle kullananların ezilenlerin iradesini açığa çıkarmada, egemenleri zorlamada kazandıkları başarılar…” ve “Girilmez denilen yerlere girenlerin, yapılamaz denilenleri yapanların ezilenlerin bilincinde örgütledikleri değişim..”den söz açıyorlardı. (Bkz. Ö.D., s. 149) TKP’nin de, araçları değişik, ama mantığı aynıdır; onlar da, örneğin “işçi sınıfının bağımsız kimliğini pekiştirmek için” ayrı 1 Mayıs mitingi düzenlemişlerdir. Sınıftan ayrı durma ve ayrılıkçılık tutumu ortaktır, kendini sınıfın yerine ikame etme tutumu ortaktır, “adına” hareket etme tutumu ortaktır, politikayı, politika yapmayı ve politik mücadeleyi sınıfa, sınıflara değil kendine özgü sayma ve “kendi” politikasını yapma tutumu ortaktır. Şunları yazmışlardır:
“Bizim tercihlerimiz de belli. Diyarbakır’daki emekçiye de, Edirne’dekine de aynı hedefi gösteriyoruz: Gücünüzü Kadıköy’de birleştirin!
“Bu birlik sağlanacaktır. Bu birlik, sermayeye, onun temsilcilerine karşı sağlanacaktır. Bu birlik, ABD emperyalizmine ve onunla birlikte Avrupalı emperyalistlere karşı sağlanacaktır.
“TKP, işçi sınıfını parçalara ayıran, Avrupa Birliği’ni emekçi kitlelere masum bir odak olarak göstermeye çalışan konfederasyon yöneticilerinin peşine takılmak için değil, işçi sınıfının bağımsız kimliğini pekiştirmek için Kadıköy’dedir.” (“Komünist, 1 Mayıs Tercihlerimiz, 27 Nisan)
TKP’nin de “birlik” sorunu var! Hem de politik birlik.. Emperyalizme karşı birlik. Ve “emekçiler”in birliği. Ama bunun için fabrikalarda, işyerlerinde uğraşmıyor, bunu gereksiz buluyor. İşçi ve emekçilerin acil gündelik talepleriyle ilgilenmiyor. Mitingler, hem de 1 Mayıs’ta olduğu türden, işçiler başka bir yer ve platformda birleşirken, onlara sırtını dönmüş ayrı mitinglerini vb. düzenleyerek, kendi politik platformunu “yüksek” sesle ilan etmekle yetinip kendi “bağımsız” politikasını yaparak “işçi sınıfının bağımsız kimliğini pekiştirme” peşine düşüyor ve bunu olanaklı sanıyor! İşçilerin talepleri üzerinden politikleştirilmesi için, bu taleplerle politik hedef ve amaçların bağıntısını kurmak için çaba harcamak yerine, “komünist” hedef ve amaçların bir “köşe”de bağırılmasının “sınıfın bağımsız kimliğini pekiştirme için” uygun ve yeterli olduğunu düşünüyor. Sınıf, dayatılmış toplumsal çalışma ve yaşam koşullarıyla boğuşarak, sorun ve talepleriyle bir yanda duruyor; TKP mi, o, düşünüyor, saptamalar vb. yapıyor, politika belirliyor ve uyguluyor ya da “kendi çalıyor kendi oynuyor”! Ve tıpkı Atılım gibi, bu tutumuyla, sınıfın politik olarak ilerleyeceğini, birleşeceğini vb. tasarlıyor. Bu nedenle, kurduğu ayrı “kürsü”, “bağımsız kimliği pekiştirici” politikayı TKP yaptığı için, “işçi sınıfının kürsüsü” oluyor! Böylelikle sendika bürokrasisinin peşine takılmaktan da kurtulacağına inanıyor. Ama işçiler onların peşinde kalıyor. Her şeyden önce onlara terk edilmiş oluyor.
Aynı şeyi K. Okuyan da dile getiriyor: “…birliği sağlamak gibi zor bir hedef var. Bu zorlu görevin hakkından gelmek için, çok çalışmak, işçileri seferber etmek gerekiyor. Ağırlık koymak gerekiyor. Ve ‘bu sendikaların işidir’ sözünün arkasına sığınmamak gerekiyor.” (K. Okuyan, 1 Mayıs konuşmasından)
Sınıfın sendikal birliğini ve az-çok sendikal örgütlülüğünü bile gözetmeyen TKP’nin iddiası büyük: Sınıfın politik birliğini gerçekleştirecek! Gerçekten TKP’nin işi zor. “İşçileri seferber etmek” için daha çok çalışması gerekecek! Başlıca, talepler üzerinden fabrika/işyeri çalışması yürütmeden, talepler üzerinden politikaya bağlanmaya yönelmeden, ne denli “ağırlık” koyarsanız koyun, “doğru”luğuna ve sınıfının çıkarlarını yansıttığına inandığınız politikaların sözünü ne denli ederseniz edin, ne çağrılar ve kaç miting yaparsanız yapın, işçilerin kulağı size kapalı kalacak, seferber edilmeleri ve politik platformunuzda birleşmeleri bir türlü gerçekleşmeyecektir. Tersine, bu tutumla konacak “ağırlık”, birleştirici” değil, bölücü olacaktır. Nitekim öyle olmuştur. Bu tür bir platforma, ancak, okuyup/yazarak, düşünerek, entelektüel faaliyeti üzerinden katılanlar olabilir. Bu bile tartışmalıdır. Çünkü bunca kendinden menkullük, kendini beğenmişlik ve ayrılıkçılık, sınıfa tepeden bakıcılık iticidir, aydınlar açısından bile itici gelecektir. Az-çok başarılı olmasının dayanağı, özellikle Türkiyeli aydınlar üzerinde etkili, tarihsel kökleri, İttihatçılar’da, hatta daha öncesinde olan, gelenekselleşmiş, işçi sınıfı ve halktan kopukluk ve tepeden bakma eğilimidir.
Öte yandan, işçi sınıfının birliği, tabii ki sendikaların işi değildir. TKP türü dışarıdan ve “adına” politika yapma benimsenmeyip sınıfa bağlı kalındığında, “iş”, kuşkusuz sendikalara bırakılmış olmaz. Tersine, sendikal bürokrasinin teşhiri, sınıfın politikleşmesi açısından –hatta bugünkü koşullarda, sadece bu da değil, başarılı bir iktisadi mücadele açısından da– olmazsa olmazlardandır. Bu teşhir, sınıfın taleplerinden hareket eden ve ancak buraya oturabilecek, burjuvazinin, devleti vb. ile sınıf egemenliğinin, ulusal ve uluslararası sınıf ilişkilerinin içeriğinin, işçiler ve talepleriyle bağlarının vb. açıklanmasından ibaret teşhir faaliyetinin bir parçasını oluşturur.
Son bir örnek verip geçelim:
“Türkiye işçi sınıfının, ülkenin siyasal gündeminin liboş-faşo ikilemine sıkıştırılmasıyla özetlenen senaryoyu delmesi, gerçek, içi dolu, kitlesel bir yeni taraf oluşturması gerekiyordu. Yurtsever Cephe 1 Mayıs 2005’de bu görevin altından kalkabileceğinin somut kanıtlarını dosta düşmana göstermiş bulunuyor.” (“Komünist”, Emekçi yurtseverliği için somut olanak, 6 Mayıs)
Gereken ne? “İşçi sınıfının kitlesel bir yeni taraf oluşturması”. Yapılan ve olan ne? İşçi sınıfının yerine “Yurtsever Cephe”nin bunun “altından kalkabileceğini…göstermiş” olması! Birbirinin ardından gelen iki cümle, özneyi kaydıran kargaşa yatağı!
“Adına” davranmakla olmaz. Peki, “dışarıdan bilinç taşıma” mı, partinin politikleştiriciliği mi? Kasıt bu mu? Öyleyse, bırakın sendika bürokrasisi ve zehirli etkisini ileri sürerek sendikal birliği bile küçümsemeyi, bırakın bürokrasisinin etkisinde ve sendikal alanla da sınırlı olsa, sınıfın az-çok örgütlülüğünü yoksayıp dağıtıcılığı! Somut durumuyla işçi sınıfı ve somut durumuyla olanaklarının üzerinden yürünmesi, hem zorunlu hem de kaçınılmazdır. Ve zaten dönüştürülmesi gereken sınıfın bugünkü somut durumu, ilerletilmesi ve dönüştürülmesi gereken ise, birliği ve örgütlenmesidir. Sınıf politikası burada işlevseldir. Öyleyse, haydi fabrikalara. Haydi sınıfın gündelik mücadelesinin yardımına koşmaya ve taleplerinden tutmaya, haydi sınıf mücadelesine katılmaya!
Ancak TKP’nin burjuva sosyalizmi “kitabı”nda bu yazmamaktadır. Politikayı “yüksek”ten yapacak, örgütü “yüksek”ten kuracaktır! İşçi yığınları ve mücadeleleri içinde değil. Tutumunda, işçi hareketi ile sosyalist hareketi birleştirme ihtiyacının zerresi yansımamaktadır. İşçi sınıfı ve hareketinden ayrı olarak, sadece “sosyalist hareketi” örgütleme çabasındadır. Doğal sonuç olarak, örgüt sorununa gelindiğinde, tüm idealistliğiyle, “komünist parti”yi, düşünce örgütü olarak anlamaktadır. Dayanağı fiilen işçi sınıfı olmayan, işçilerin ileri unsurlarından oluşmayan, düşünceleri üzerinden bir araya toplanmış öğrencilerin, aydınların vb., sınıf ve ihtiyaçlarıyla ilişkisiz sosyalizm fikirleri etrafında, bir “düşünce kulübü” olarak birleşmesine “komünist parti” demektedir.
İşte A. Güler’in sözleri: “Komünistlerin mücadelesinde en önemli sabit örgütlenmek, çoğalmaktır. Marx’ın deyişiyle egemen sınıfın düşüncesinin aynı zamanda egemen düşünce olması bir yasa. Bunun karşı ağırlığını ‘burjuvazinin kendi mezar kazıcılarını üretmesi’ oluşturuyor. Biri sömürü düzenini, diğeri ise sömürü düzeninin yıkılışını mutlaklaştıran ve ilk bakışta birbirlerini dışlar görünen bu ikilinin arasındaki çelişkiyi çözmek, komünist parti örgütlenmesinin emekle büyütülmesinden başka ne olabilir?” (“Komünist”, Doğrulanıyoruz, 13 Mayıs)
Topluma, sınıf mücadelesine, kapitalizmin çelişkisine, partiye ancak bu denli idealistçe yaklaşılabilir! “Kapitalizmin mezar kazıcısı” proletarya değil, düşüncesi oluyor. Kapitalist karşıtlık emek-sermaye ya da proletarya-burjuvazi karşıtlığı değil, iki düşünce arasındaki karşıtlık oluyor ve parti, bu çelişkiyi çözmek için gerekiyor! Ve örgütlenmesinin dayanağı olarak, işçi sınıfı hiç gerekmiyor, sosyalizm düşüncesinin savunulması yeterli sayılıyor! Ne işi olacak TKP’nin fabrikada.?.. Ve TKP sınıfın gündelik talepleri ve mücadelesine niçin ilgi göstersin? Neden doğru düşünsel temellere sahip olmayan sendikal örgütlenmesine değer biçsin?

TKP’NİN 1 MAYIS ŞARTLARI
Bu “adına” hareket etme ve özne kaymasında, sınıf ve politik mücadele ve ikisi arasındaki ilişkinin ele alınmasında, düşüncenin önceliğinde beliren sınıf-dışılık, özel olarak, TKP’nin 1 Mayıs’a ilişkin sendikalara şart koşmasıyla, bu şartlardan birini oluşturan ve bu parti tarafından öteden beri savunulup uygulanan “tek merkezi 1 Mayıs” tutumunda yansımıştır.
TKP MK 15 Nisan’da “Konfederasyon ve sendika yönetimlerine
açık mektup” yayınlamış ve 1 Mayıs kutlamaları için 4 şart ileri sürmüştür:
“1) 1 Mayıs’ın temel gündem maddesi olarak AB emperyalizmine karşı mücadelenin yükseltilmesini ve ortak çağrı metninde işçi kitlelerin Avrupa Birliği’ne ve ABD’ye karşı mücadeleye çağrılmasını, 2) 1 Mayıs’ın tek merkez olarak İstanbul Kadıköy’de düzenlenmesini, 3) 1 Mayıs’ta CHP’yi neredeyse bir organizatör durumuna getiren gereksiz uygulamalardan kaçınılmasını, 4) Konfederasyon başkanlarının 1 Mayıs mitinginde konuşma yapmamalarını öneriyoruz.”
Sormuştuk: Neden geçen yıl ya da 2003’te değil, bu yıl şart koşma? Önceki yıllar TKP’nin şartları yerine mi getiriliyordu?
Ve ileri sürülen şartlar, ayrı TKP mitingini gerekçelendirmek için değilse nedendir?
Konfederasyon ve birkaçı dışında sendika yönetimlerinin tutumları ortadadır. K. Okuyan’ın 1 Mayıs konuşmasında “Geçen yıl… yanında durduk, başka devrimci güçlerle birlikte 1 Mayıs’ı kurtardık” dediği DİSK ve KESK, “AB emperyalizmi”* karşısında mücadeleyi yükselten pozisyonda mıdır? DİSK Başkanı örneğin bir AB eşgüdüm komisyonu eşbaşkanı değil midir? CHP’li değil midir, 2002 3 Kasım seçimlerinde CHP’den milletvekili adaylığına başvurmamış mıdır? KESK, AB ile ortak eğitim vb. düzenlememekte midir? Tutarlı olmak gerektir! TÜRK-İş ve HAK-İŞ’in de AB’ye ve düzen partilerine yaklaşımları bellidir. Yalnızca bu şart açısından bile, TKP’nin açık konuşması gerektiği ortadadır. AB karşısında tutarlı bir noktada bulunmayan sendika yönetimlerinin, TKP istedi diye, hemen kendilerine çeki-düzen verip hizaya geçecekleri umulamaz. TKP ayrı miting düzenlemeyi kafasına koymuştur, mugalata yapmaktadır.
Asıl önemli olana gelince.. Sendika yönetimleriyle işçilerin birbirine karıştırılması ve yönetimler ileri sürülerek sendikalı işçilerin görmezden gelinmesi vahim olandır. Bir sınıf partisinin asıl ilgi alanı, devrimci özne olmasının yanında, sınıf partisinin, yalnızca ideolojik ve politik değil, örgüt olarak da dayanağı olması gereken işçi sınıfı olmak zorundadır. Ve işçi sınıfı, yalnızca 1 Mayıs’lar ya da herhangi gösteriler vb. esnasında değil, genel olarak sendika bürokrasisi ile yüzyüzedir. Emperyalizm karşısında beklenti yayıcılık, işçileri düzene bağlama, demokrasi mücadelesi saptırma, hak mücadelesini yokuşa sürme vb. onlardadır. Grev ve direnişleri onlar tarafından baltalanmakta, her adımlarında onlar tarafından arkadan hançerlenmekte olan işçiler, ancak birleşerek yeterli gücü oluşturduklarında, “aşağıdan” baskıyla, bürokrasiyi az-çok işlevsizleştirebilmektedirler. Sadece emperyalizme karşı mücadele değil, az-çok başarılı ücret artışı vb. talepli grev ve direniş bakımından da, sendika bürokrasisi ve zehirli etkisinin üstesinden gelinmesi gerekli olmaktadır.
Sendika bürokrasisi ve zehirli etkisi karşısında bir sınıf partisinin yapması gereken, şart ileri sürmek olamaz; ama işçi sınıfının yerel, ulusal ve giderek uluslararası düzeyde dayanışması, birliği ve mücadelesinin ilerlemesine katkı sağlamak olabilir. Bu, başka şeylerin yanında, sendika bürokrasisi ve işçiler üzerindeki burjuva etkisinin giderilmesi için sınıfa yardım etmektir de. Önceden söylendiği gibi, bu, işçilerin politikleşmesi sürecinden başka bir şey değildir.
İşçiler ne denli dayanışmalarını geliştirir, birlik olur ve sermayeye karşı mücadeleye yönelirse, sendika bürokrasisinin etkisi o kadar, ama ancak buradan kırılabilir. Ve 1 Mayıs, tam da işçilerin birlik, mücadele ve dayanışma günü olarak, buna hizmet edecek bir günken, TKP, sendika bürokrasisi ve etkisinin panzehiri olan işçilerin birlik, mücadele ve dayanışma ihtiyacını görmeyip işçilere sırt çevirmiş, sözde bürokrasiyi ileri sürerek, sınıfın bürokrasinin etkisinde kalmasına hizmet etmiştir. “İleri” amaç; ama işçiler yerine ve adına politika yapmaya soyunarak varılan tam tersi, geri ve gerici sonuç!
Gündelik talepleri etrafında işçilerin birleşmesi için elinizden gelen yardımı yapmazsanız, ancak sermayeye karşı mücadelesi içinde olanaklı olabilecek, işçilerin “kapitalist sınıfın kahyaları”nın işlevlerini, emperyalizm ve düzen partileri yandaşlıklarını görüp tanımasını ve etkilerini kırmak için inisiyatif almasını da teşvik edemezsiniz. Bu, bir mitingle olacak iş değildir. İşçi sınıfı içinde sistemli ve sürekli kılınmış günlük çalışmayı gerektirir. Bu olmadan, işçilerin bürokrasiyi de dışlayan ve onu zorlayacak olan birliği ve bağımsız örgütlenmesinin ilerlemesine yardım ve emperyalizm ve partileriyle birlikte kapitalist düzenin teşhiri, sınıf partisinin başlıca işlevi kılınmadan, bürokrasiye şart koşarak, sonuç alınacağını sanmak aklıevvelliktir. Abesle iştigaldir. Mitinglerde vb. sendika bürokratlarının konuşmasının önünü kesmek istiyorsanız, şart koşmak yerine, gereğini yapmak zorundasınız.
Ve bürokrasiyi eleştirir ve onunla mücadele ederken, ona kalsa hiç kutlama yapmayacağını (geçmiş yıllarda toplantı bile düzenlemedikleri çok olmuştur) ya da kapalı salonlarda yasak savacağını ve mitingi bile aşağıdan, işçilerden gelen baskıyla ve hoşnutsuzluklarının hedefi olmamak için düzenlediğini bilerek, davranırsınız. Mitingin asıl yönünü ve özünü AB ya da CHP vb. destekçiliği oluşturmadıkça, miting özel olarak bu hedeflerle düzenlenmedikçe, aşağıdan gelen baskıyla değiştirilememiş miting konuşmacılarının –fabrikalarda, sendikalarda çok duyduğunuz ve zaten mücadele ettiğiniz*– AB ve düzen partilerine ilişkin gerici açıklamalarına takılıp kalmazsınız. Mitinge, işçilerin birlik ve mücadelesini geliştirip geliştirmediği açısından yaklaşırsınız.
Ve son bir soru: İşçilerin birlik, dayanışma ve mücadele gününde bir mitingte bile yan yana bulunmaya katlanamadığınız sendika bürokrasisine, fabrikalarda ve sendikal çalışmada nasıl katlanacaksınız? Yoksa gerici sendikalarda çalışmayacak mısınız? Bürokrasinin, işçi örgütleri olan sendikalarda ve sendikal mücadelede de emperyalizm ve CHP vb. partiler karşısında aynı tutumu aldığından emin olabilirsiniz. Üstelik kendinizi fazla açığa vurursanız, sizi işten attırırlar. Ne yapacaksınız? Kendi ayrı mitinginizi düzenlediğiniz gibi, kendi ayrı sendikalarınızı mı kuracaksınız? (Tutarlılık bunu gerektirir.) Böyleyse, Lenin’le de hesaplaşmak zorunda olduğunuz ortadadır, ama işçilerin tümden sendika bürokrasisinin etkisine terk edilmiş olacağı kesindir.

SON ŞART: “TEK VE MERKEZİ 1 MAYIS”!
Şart ileri sürülerek, sendika bürokrasisinden emperyalizme ve düzene karşı çıkmasının istenmesi türünden abesliği bir yana, “tek ve merkezi 1 Mayıs” isteğinin kendisi, gerekçeleriyle birlikte, sınıf-dışılığın ilanıdır. Söylenenler şunlardır:
“…işçi sınıfının 1 Mayıs bayramını ülke çapında tek merkezde kutlaması gerektiğini savunuyoruz. Çok sayıda kente bölünmüş eylemlerin emekçilerin birleşik gücünü sergilemek, ortak bir mesajı en etkili biçimde kamuoyuna iletebilmek açısından yararsız, hatta zararlı olduğunu düşünüyoruz… Türk-İş de KESK de en önem verdikleri konularda düzenledikleri kitle gösterilerini ülke çapında tek merkezde yaparlarken, 1 Mayısların parça bölük bir duruma terk edilmesini nasıl yorumlayacağız? Yoksa 1 Mayıs önemsiz bir gün mü? 1 Mayıs’ta söyleyecek sözümüz yok mu? Üstelik bu yıl 1 Mayıs’ın pazar gününe denk gelmesi de değerlendirilmesi gereken bir avantajdır. Türkiye’de kamuoyu üzerinde bir etki yaratacak tek 1 Mayıs mitinginin İstanbul’da düzenlenen olacağı tecrübeyle sabittir.” (Açık Mektup’tan)
“Kitlesellik için akla gelmesi gereken ilk şey güçleri birleştirmektir. 1 Mayıs düzenleyicileri, ne hikmetse, ‘ne kadar çok miting, o kadar az etki’ denklemini anlayamamaktadır. Önceki yıllarda iş günü şehirler arası yolculuk zor gelirken, 2005’te insanların pazar günü dinlenme hakkına saygı öne çıkacağa benziyor!” (A. Güler, 1 Mayıs’a doğru, 15 Nisan 2005)
Ve 1 Mayıs’ın ardından: “TKP ‘tek ve devrimci 1 Mayıs’ diyor. Bugüne kadar bu perspektifin hakkı olan güç, etkinlik ve kitleselliği her defasında biraz daha ilerlettik. Ancak bu ilerleme 1 Mayıs’ı sahiplenen diğer parti, çevre veya kurumlar üzerinde çekici bir etki yaratmıyorsa, artık nedenlerden biri de ‘mümkün olan en fazla sayıda 1 Mayıs’ politikasının TKP’yle nicel rekabet endişesini gideriyor olmasıdır. ‘Çok 1 Mayıs’ başkalarına göreli nicel zayıflığın mazeretini hediye etmektedir: ‘İstanbul’da daha azdık, ama biz her yerdeydik…’ Bizim savunumuzun haklılığı pratikte ne kadar doğrulanırsa, yani biz ne kadar güçlenirsek, bu mazeretin cazibesi artıyor!” (A.Güler, “Komünist”, Negatif Diyalektik, 6 Mayıs)
Hareket noktası-1: 1 Mayıs önemli!
Hareket noktası-2: Söylenecek söz var!
Hareket noktası-3: Mesaj en etkili biçimde kamuoyuna iletilebilmeli!
Hareket noktası-4: Türkiye’de kamuoyu üzerinde bir etki yaratacak tek 1 Mayıs mitingi İstanbul’da düzenlenen olacaktır!
Hareket noktası-5: ‘ne kadar çok miting, o kadar az etki’dir, yaygın 1 Mayıs kutlaması etkisiz, hatta zararlı olacaktır!
Hareket noktası-6: Kitlesellik için güçler tek bir yerde birleştirilmeli!
Hareket noktası-7: Üstelik 1 Mayıs Pazar gününe denk geliyor ve işçiler çalışmıyor!
Hareket noktası-8: ‘Mümkün olan en fazla sayıda 1 Mayıs’ politikası TKP’yle nicel rekabet endişesini gideriyor!
Sonuç: İstanbul’da tek, merkezi ve devrimci 1 Mayıs mitingi düzenlenmelidir!
Akıl alır gibi değil!
1 Mayıs kuşkusuz önemlidir ve zaten bu nedenle, mümkün olan her yerde işçi sınıfının birlik, mücadele ve dayanışmasının ilerlemesi için 1 Mayıs kutlanmalı, işçilerin ülke çapında, çalıştıkları ve yaşadıkları her yerde 1 Mayıs’larını kutlama hakkı olmalıdır. Bu hak, örneğin Seydişehir işçisinden “esirgenmemeli”, alana çıktıklarında, bunun, 1 Mayıs’ın önemini eksilttiği düşünülmemeli; tersine birliklerini ve özelleştirmeye karşı mücadelelerini güçlendireceği bilinmelidir. Nitekim, örneğin güçlü Trakya 1 Mayısı bunu başarmış, 1 Mayıs hazırlığı içinde yerel emek platformu aşağıdan yenilenmiştir. Örnekler çoktur.
Söylenecek söz olduğu açıktır. Bütün partilerin ortak varlık nedenlerinden biri budur. Ancak işçilere de sözlerini söyleme olanağının tanınması ve önünün açılması, bunun için olabilir her düzeyde birliklerinin ve eylemli hale gelişlerinin desteklenmesi, sınıf partilerinin ayırt edici özelliği ve bir diğer varlık nedenidir. Her şey bir yana, sınıf partilerin sözlerinin havada kalmaması, ama ete kemiğe bürünmesi ve işçilerin politikleşmesinin olanağı buradadır. Ve sosyalistlik iddiasındaki partileri, sözlerini söylemek için 1 Mayısları bekler, bu nedenle tek miting öngörür ve üstelik sözlerini bildiklerince ve kesilmeden söyleme imkanı bulmak üzere ayrı miting düzenlerlerse, söyleneceklere ihtiyaçları kesin olan işçiler, bu sözleri maalesef duyamayacaklardır. Sınıf partisi sözlerini, başta işçiler olmak üzere, sömürülen yığınların bütün çalışma ve yaşam koşulları sürecinde, en başta fabrika ve işyerlerinde, işçi sınıfının bir parçasını oluşturan ileri unsurlarının örgütü olarak, sınıfın saflarındaki çalışmasını sürekli ve sistemli kılarak, her saat, her dakika söylemek durumundadır. Sadece İstanbul’da ve sadece mitinglerde değil. Kitleselliğin kaynağı da, şuradan-buradan tek tek “adam” toplayıp İstanbul’a taşımakta değil, ama en başta fabrika ve fabrika çalışmasındadır.
Üstelik 1 Mayıs, sınıfın parti olarak örgütlenmiş ileri unsurlarının –ne kadar önemli olursa olsun– “söz söyleme günü” olmadığı gibi, Marksist olduğuna inanan ve sınıf adına politika yapmaya soyunan partilerin söyleyecekleri söze göre şarta bağlanacak gün hiç değildir; işçi sınıfın birlik, mücadele ve dayanışma günüdür. Kendilerini sınıfa dayatma uğraşındaki partilerin değil, sınıfın günü. Dolayısıyla 1 Mayıs kutlamaları, herhangi partinin şartlarına bağlanamayacağı gibi, varlığına da bağlanamaz. Sınıf partisinin ve şartları, aslında sendika yönetimlerine değil, işçilere yönelik olan herhangi partinin şurada ya da burada örgütlü –ve söz söyleme şansı–olup olmaması; işçilerin birlik, mücadele ve dayanışma günlerine sahip çıkmaları durumunda, herhangi yerde, fabrikadan alanlara, mahallelerden ilçelere, illere 1 Mayıs kutlamalarının engeli olamaz, işçiler kendi sözlerini söyleyeceklerdir. Hiçbir parti, kendisini, sözünü ve örgütlülüğünü sınıfa dayatma hakkına sahip değildir, bu hakkı kendinde göremez.
“Kamuoyuna mesaj” ve “kamuoyunu etkileme” hiç dikkate alınmazlık edilemez. Ancak 1 Mayıs “kamuoyu bayramı” değil, işçi bayramıdır. Üstelik Marksizm ve sosyalizm adına, kim ki “hedef kitlesi”ni “kamuoyu” olarak saptıyorsa, işçi sınıfıyla ilgisi olmadığı kadar, kendisini, eyleminin kılavuzu olmakla tanımladığı işçi sınıfını tartışmasız devrimci özne kabul eden Marksizmle de, işçi sınıfının davasından başka bir şey olmayan sosyalizmle de ilgisi yok demektir. Marksizm “kamuoyu”nun dünya görüşü değildir, ama işçi sınıfınındır. Söylenecek söz ya da mesajlar, genel kamuoyunu hiçe saymayacaktır kuşkusuz; ama havaya ya da ortalığa, kim alırsa ona iletilmeyecektir.
Her şey somuttur. Toplum kapitalist bir örgüttür. İşçiler tek tek fabrikalarda örgütlüdür, köylüler köylerinde, şehir yoksulları, işsizler, emeğiyle geçinenler, işçilere göre gevşek de olsa, çeşitli biçimlerde örgütlüdürler: Hastanelerde, okullarda, sair devlet dairelerinde, çarşılarda, mahallelerde, sokaklarda… Bu, düzenin kapitalist örgütlülüğüdür, sömürü ve zora dayalıdır. Doruğunda egemen burjuvazi ve burjuva devlet yer alır. Sorun, bu örgütlülüğün dönüştürülmesidir; ve kamuoyunun düşünsel dalgalanmalarıyla gerçekleşmeyecektir. İşçi ve emekçilerin sendikalarında vb. kendiliğinden kurmaya yöneldikleri kendi örgütlülükleri, düzen değişikliği için bir olanaktır. Ve gerekli olan kendiliğindenliğin ötesine geçebilmektir. Ancak bu, kendiliğindenliğin görmezden gelinmesiyle başarılamayacağı gibi; kapitalizmin dayattığı ve işçilerin burjuvazi ve egemenliğiyle karşı karşıya geldiği fabrika vb. türden örgütler yok sayılarak, fabrikada, sendikada devrimci çalışma yürütülmeden, sözler buralarda söylenmeden, ama kamuoyu etkilenmeye çalışılarak mek parmak ilerlenemez.
Üstelik, bu çalışma olmadan, az-çok örgütlü “kamuoyu”nun etkilenmesi de olanaksızdır. Siz bir “söz” söylersiniz, doğru yer ve zamanda, uygun tarzla söylerseniz dinlenir de. Ama fabrikasında, sendikasında, mahallesinde, köyünde, çarşı-pazarında, camisinde, okulunda ve hele medya da hesaba katıldığında, burjuvazi ve sendika bürokrasisi vb. türünden adamları, düzen partilerinin örgütleri, camilerde hoca efendiler, hemşehriler ve örgütleri… 24 saat tersini, burjuva fikirleri, geleneksel olanları anlatır durur. Sözünüzün etkisi anında uçar gider. Sorun “kamuoyu”ysa, onun, sizden çok daha güçlü, çünkü sürekli, çünkü sistemli kılınmış, çünkü örgütlü etkileyicileri, yapıcıları vardır. Başa çıkmanızın, sözünüzün kalıcı etki sağlamasının ve sonunda kapitalizmin alaşağı edilebilmesinin tek yolu, başta fabrika, kapitalist türden örgütleri kendi kalelerinize dönüştürmek üzere, sürekli, sistemli, örgütlü bir çalışma ve söz söylemeyi, işçilere ve halka dayatılmış çalışma ve yaşamın örgütlendiği yerlerde yapmanızdır. Bu, sınıfın sınıfa karşı, halkın emperyalizm ve gericiliğe karşı dikilmesinin de tek yoludur. “Söz”, kamuoyuna, ortalığa değil, fabrikalarda, sendikalarda, okullarda, hastanelerde, –yaşam alanlarında sürdürülen çalışma ve söylenen sözle de beslenerek– işçi ve emekçilerin çalıştığı ve ürettiği, burjuvazi ve egemenliğiyle asıl karşı karşıya geldiği ve örgütlü birlik ve üretime müdahale olanağıyla gerçek bir dönüştürücü güce dönüşebileceği çalışma alanlarında söylendiğinde etkili olabilir. Kamuoyu da buradan etkilenebilir, asıl etkileyicisi, –sendikal örgütlülüğüyle bunu başaran Zonguldak madencilerinin eylemi hatırlansın– örgütlü ve hareketli işçiden başkası değildir. Öyleyse söz söylenirken, öncelikle işçiler üzerindeki etkisi gözetilecek ve aralıklarla, mitinglerde vb. söylenmekle yetinilmeyecek, fabrikalarda vb., başta işçi sınıfının çalışma –ve yaşam– alanlarında sürekli söylenecek ve işçilerin ülke düzeyinde çalışıp yaşadıkları bilinerek, bir tek İstanbul’da söylenmesi düşünülmeyecektir. Bunun 1 Mayıs ya da İstanbul’un önemiyle ilgisi yoktur. İstanbul’a önem veren sosyalizm iddialı parti, kadrolarını İstanbul ağırlıklı yerleştirir, İstanbul fabrikalarında, sömürülen yığınların çalışma ve yaşam alanlarında çalışmaya ağırlık verir. Ama hele dün İzmit ve SEKA’nın, şu günlerde örneğin Seydişehir’in az önemli olduğunu kim söyleyebilir? Üstelik SEKA işçisinin oluşturduğu –deyim yerindeyse– “işçi kamuoyu”nun etkisiyle, onun açtığı yoldan yürüyen Seydişehir işçisinin sesi ve sözünün TKP’ninkinden önemsiz olduğunu kim iddia edebilir?
“‘Ne kadar çok miting, o kadar az etki’dir, yaygın 1 Mayıs kutlaması etkisiz olacaktır!” görüşü, “kamuoyu”nu ve “kamuoyuna seslenme”yi ölçüt alışının yanı sıra şu açıdan da saçmadır ki, 1 Mayıs kutlamasının sahibi, dayanağı ve gücü, oradan oraya taşınabilen TKP vb. üye ve sempatizanları değil, işçi sınıfıdır; ve olacak dua değildir, ama sendikal bürokrasi bile tüm imkanlarını kullansa, kendi fabrikasında, ilçe ve ilinin alanlarında 1 Mayıs kutlamasına katılabilecek işçileri tek bir merkeze, İstanbul’a taşıyamaz. Üstelik, “taşıma suyla değirmez dönmez”. İşçi yığınları, çalışma ve yaşamlarının nesnel koşulları dolayısıyla oradan oraya dolaşmazlar, buna yatkın değillerdir. Söylenmişti; işçi sınıfına fabrikasında örgütlülük dayatılmıştır ve tüm dayatılanları, burjuva egemenliğini, dayatılmış örgütlülüğü kendi örgütüne dönüştürerek aşabilir. Özel durumlar dışında, İstanbul’a, Ankara’ya gelmeleri sağlanabilecek olanlara, “taşıma kıta” muamelesi etmek, bu açıdan amaçla çelişir. İstanbul’a vb. gelme eğilimi gösterebilecek işçilerin, kendi fabrika, ilçe ve illerinde kalıp, isteseler bile İstanbul’a vb. taşıyamayacakları sınıf kardeşlerini en yakın kutlamaya götürmeye çalışmaları, 1 Mayıs’a çok daha fazla işçi katılımını olanaklı kılacak, işçilerin hem birliğini hem örgütlülüğünü ilerletecek, gücünü artıracaktır. İşçilerin birliği, gücü ve kitleselliği, “taşımacılık”tan geçmez.
İşçilerin eylem alanı fabrikası, çevresi, en yakın alanlardır. Ders için 15-16 Haziran’a bakılabilir. Kavel, çevresini hareketlendirerek, Sungurlar aynısını yaparak, Kartal’dan, Topkapı’dan vb. yola çıkanlar, benzer biçimde yürüdüler. Yürüyen, “taşıma kıtalar” ya da “kamuoyu” değil, fabrikalarından boşalan işçilerdi.
Aynı nedenle, 2005 1 Mayısı’nın Pazar’a denk gelmesi ise, olumlu değil olumsuz faktördür. İşçiler, fabrika ve işyeri örgütlülükleri üzerinden gerçekleşebilecek birliklerini 1 Mayıs alanlarına daha kolay yansıtır, sendikal birliğin de katkısıyla, bu örgütlülükleriyle alana kolay çıkarlar. Tatil günüyse tek başlarınadırlar. Fabrikadaki birliklerinin gücünden yararlanamayacaklar, zaten işi sıkı tutmayacak yönetimleriyle gevşek sendikal örgütlülüklerinin de etkisi azalacak ve daha çok politik eğilimleriyle 1 Mayıs’a gelenler, gelecektir.
“‘Mümkün olan en fazla sayıda 1 Mayıs’ politikası TKP’yle nicel rekabet endişesini gideriyor!” düşüncesi ise, megalomanlara özgüdür! “‘Çok 1 Mayıs’ başkalarına göreli nicel zayıflığın mazeretini hediye etmekte”miş, “İstanbul’da daha azdık, ama biz her yerdeydik.” denebilecekmiş! “TKP ile rekabet”! Bu, herhalde daha çok sınıfın devrimci partisine yönelik ileri sürülmektedir! Tek ve merkezi kutlamaya, sadece kutlamaya değil, genel olarak “güç taşıma”ya başlıca sınıf partisi karşı çıkmakta ve işçilerin olduğu her yerde çalışma ve eylemi, yaygın 1 Mayıs kutlamasını, başlıca sınıf partisi savunup uygulamaktadır. İşçi sınıfı hangi sorunlarla yüz yüze, sınıfın devrimci partisi ne ile uğraşmakta, nelere önem vermekte ve soruna nereden yaklaşmakta, TKP ne ile uğraşmaktadır! Varsa yoksa TKP! İşçi sınıfı mı, birliği mi, politikleşmesi mi? Geçiniz! Dünyanın merkezinde TKP durmaktadır! Sınıfın yerine de o vardır, tek birlik de odur, politikayı da o yapar. Kendinden menkul, iflah olmaz sınıf-dışı dar solculuk!

Ermeni sorunu üzerine değinmeler

Her sene olduğu gibi, bu sene de, 24 Nisan tarihi yaklaşırken, Ermeni Soykırımı tartışmaları başladı. Bu sene tartışmalar daha yoğun oldu  Çünkü, bu sene Ermeni Soykırımının başlangıç tarihi kabul edilen 24 Nisan 1915’in 90. yıldönümüydü, ve Türkiye’nin AB’ye giriş süreci içinde olması , sorunun tartışılması için uygun bir siyasi ortam kabul edilebilirdi , ayrıca AB çevrelerince de Türkiye’yi sıkıştırmak için bu konu önemli bir vesile sayılabilirdi.
Tabii, yine her sene olduğu gibi, özellikle ABD’de Ermeni diasporasının etkili olduğu eyaletlerde anma törenleri ve eyalet meclislerinden karar çıkarma ya da meclislerde bu konuda konuşmalar yapma girişimleri ile Türkiye yetkililerinin bu girişimleri önleme çabalarına tanık olundu.
Bu sene, diğerlerinden farklı olarak, meclislerden karar çıkarma ya da kınama konuşmaları yapma girişimleri, sadece ABD ile sınırlı kalmadı. Avrupa’nın pek çok ülkesinde de Ermeni Soykırımını kınayan karar ve konuşmalar gündeme geldi.
Türkiye’nin devlet yetkilileri de, 90. yılın önceki yıllardan farklı olacağını hesaplayarak, ellerini fazla çabuk tutmasalar da, önlemler aldılar.
Devlet, Ermenilerin iddiaları karşısında, bu yıl; Ermenileri muhatap almama, iddialara cevap vermeme, “bu meseleyi benim karşıma çıkarırsan, seninle ilişkilerimizde zedelenmeler olur” tutumunu bıraktı.
ABD ve AB karşısında, ekonomik ve siyasi olarak “eli mahkum” durumuna düşen siyasi iktidar, Türkiye’nin bu meseleyi de tartışmaktan kaçmayacağını ilan etti.
Böyle bir politika için kendince tedbirler almıştı. Daha 12 Eylül darbesi günlerinde devlet arşivlerindeki aleyhteki belge ve bilgiler imha edildiğinden, Ermeni sorunu ile ilgili belgelerin herkes tarafından incelenebilmesi için devlet arşivlerinin incelemeye açılacağı ilan edildi. Ayrıca, Ermeni iddialarını “bilimsel metodlar”la çürütmek için, bilimadamlarından bir ekip oluşturuldu. Bunlara bir de kitap yazdırıldı.
Bu hazırlıklardan sonra, Başbakan Tayyip Erdoğan, yeni resmi politikayı ilan etti. Türkiye Ermenistan ile ilişkilerini iyileştirmek istiyordu, 90 yıl önce yaşananlar bu ilişkileri etkilememeliydi ve tarihte yaşananları iki taraftan bilimadamları özgürce tartışmalı ve gerçekler açığa çıkarılmalıydı.
İlk bakışta, Erdoğan’ın yaklaşımı demokratik ve sorunu çözücü bir yaklaşım gibi görünüyordu.
Ama, Erdoğan’ın yeni politikayı açıklamasından bu yana geçen süre zarfında, Erdoğan ve Türkiye egemenlerinin bu yaklaşımlarında samimi olmadıkları açıkça görüldü.
Türkiye egemenleri, politikalarını iki olasılık üzerine kurmuşlardı. Nasıl olsa, Ermenistan’da yönetimde olan milliyetçi Ermeni parti ve politikacıları, Türkiye’nin uzattığı eli geri çevirir ve akademi çevrelerinin konuyu tartışmasına razı olmazdı. Akademisyenlerin tartışmasına razı olsalar bile; tartışmalara katılacakların belirlenmesi, bunlara yapılacak itirazlar, tartışmaların yönteminin belirlenmesi yıllar sürecek bir süreç olacaktı. Bunlar halledilse bile, tartışmalar da yıllar sürebilirdi. Sonuçta, bütün dünya Türkiye’nin tartışmadan kaçmayan, sorunun çözümüne olumlu yaklaşan taraf olduğunu görecek; ama sorun tartışılmayacak ve çözülmeyecekti.
Hükümet ve egemen güçlerin Ermeni politikası kimseyi ikna etmedi. Kısa süre içinde de AKP Hükümeti’nin foyası ortaya çıktı.
Erdoğan Ermenistan ile ilişkilerin geliştirilmesi için hiçbir ön koşul ileri sürmediklerini söylemişti, ama, Ermenistan yetkililerinin sınırın açılması talebi karşısında, hemen koşullar sıralanmaya başlandı. Ermenistan, önce 1920 Kars Antlaşması’nı tanımalıydı. Ve Türkiye’den toprak talep etmemeliydi. Bunlar karşılanmadan Ermenistan sınırının açılması söz konusu olamazdı.
Oysa, Türkiye’nin ileri sürdüğü iki talep de, sınırın açılması için zorunlu talepler olamazdı. Gelmiş geçmiş bütün siyasi iktidarlar, yıllardır, Suriye’nin, Yunanistan’ın, SSCB’nin Türkiye’den toprak talep ettiğini ileri sürer, ama Türkiye’nin bu üç ülke ile de sınırları açıktır ve ilişkileri de Ermenistan’dan daha iyidir. Örneğin ABD, hala, Türkiye’nin kuruluş anlaşması olarak kabul edilen Lozan Anlaşmasını tanımamaktadır, ama Türkiye egemenleri, altmış senedir, ABD ile ilişkilerini en üst düzeyde sürdürmektedir. Yani Ermenistan sınırının açılması için AKP Hükümeti’nin ileri sürdüğü koşullar, ilişkileri iyileştirmek istememenin gerekçeleridir.
Egemen güçlerin, Ermeni sorununun akademisyenlerce serbestçe tartışılması önerisinde de samimi olmadığı, kısa sürede anlaşılmıştır. Ermeni sorununu resmi görüşten farklı değerlendiren bütün akademisyenler ve aydınlar, başta medya olmak üzere, egemenlerin her türlü araçları ile karalanmış ve baştan “hain”, “satılmış” ilan edilmiştir. Resmi teze karşı olanların, bütün baskılara rağmen, Boğaziçi Üniversitesi’nde düzenlemek istedikleri bir konferans ise, Hükümet ve YÖK’ün baskısı ile engellenmiştir.
Türkiye egemen güçlerinin, Ermeni sorununu çözmek istememesi, emperyalist devletlerin işine gelmektedir. Başta ABD olmak üzere, (son yıllarda pek çok Avrupalı devlet de ABD’ye eklendi) Fransa ve diğer devletler, Ermeni sorununu Türkiye’nin yumuşak karnı olarak değerlendirmekte ve Türkiye’den bir takım tavizler koparmak, bazı politikalarını kabul ettirmek için, Ermeni sorunundan yararlanmaktadır.
Aslında ABD ve Fransa’da emperyalist güçler tarafından desteklenmese ve Türkiye’ye karşı ellerinde bir kart olarak değerlendirilmesi Ermeni diasporasının siyasi etkisi de çok etkili değildir.
Her 24 Nisan yaklaştığında, Türkiye iktidarının temsilcileri, ABD ve Fransa başta olmak üzere, emperyalistlere, meclislerinden bir tasarı ya da karar geçirmemeleri için yalvarmaktadır. ABD’de, yalvarma ve lobi faaliyetlerine, Türkiye’nin yanına İsrail Devleti ve lobisi de katılmaktadır. Emperyalistler, her 24 Nisan’da, Ermeni sorununun meclislerinde Türkiye aleyhine çok güçlü bir şekilde ele alınmaması için, Türkiye’den taviz üzerine taviz koparmaktadır. İsrail de, elbette, yardımlarının karşılığını fazlasıyla almaktadır. Bu sene, ABD’de Ermeni sorununun çok gürültülü bir şekilde gündeme gelmemesinin karşılığı olarak, ABD, AKP Hükümeti’ne, İncirlik Üssü konusunda, son birkaç senedir atmakta nazlandığı imzayı attırmıştır. AB ise, daha önce pek çok kere başka nedenlerle yaptığı gibi, Ermeni sorununu gündeme getirerek, Türkiye’nin başka konularda pazarlık yapmasının önünü tıkamakta ve AB’ye üye olma sürecinde bu gibi konuları gerilim gerekçesi yaparak, diğer tartışma konularını ötelemektedir. Türkiye, AB ile, Ekim ayında, AB müktesabatına uyum için müzakere masasına oturacaktır. Ama, binlerce sayfalık müktesabat tartışmalarından çok, bu masada, yine, şimdiye kadar olduğu gibi, Türkiye; Kürt sorunu, Ermeni sorunu, Kıbrıs sorunu, Ege sorunu vb. ile karşılaşacaktır. Elbette, AB de, samimi olarak bu sorunların cözümünü talep etmemekte, çözüm yolları aramamaktadır. AB’nin politikası, Türkiye’nin çözmekten korktuğu ya da çözemediği sorunları, Türkiye ile pazarlıkta kendi lehine kullanmaktır. Nitekim, yıllardır demokrasi sorununu Türkiye’ye karşı kullanan AB, demokratik hiçbir ilerleme ve iyileştirme söz konusu olmadığı halde, Kopenhag Kriterleri tamamlanmıştır diyerek, Türkiye’ye 17 Aralık’ta müzakere günü vermiştir. AB, Ermeni sorununu, muhtemelen bundan sonra, daha önceleri olmadığı kadar Türkiye’nin gündemine getirecektir.
Ermeni Soykırımı sorunu, denebilir ki, Ermeni diasporasının varlık nedenidir. Elbette, dünyanın çeşitli yerlerine göç etmiş Ermenilerin torunları, 90 yıl önce dedelerine, ninelerine yapılanları unutmak istemeyecektir. Dedelerine, ninelerine yapılanların unutulmamasını, kınanmasını talep edeceklerdir. Ama, bu talepler, onların, ABD ve Fransa gibi ülkelerde bir arada olmalarının, bir etnik grup olarak varlıklarını korumaları ve sürdürmelerinin, lobi faaliyetleri yapabilmelerinin temelini de oluşturmaktadır. Bu şekilde, etnik varlıklarını, siyasi bir güç olarak da, vatandaşı oldukları bu ülkelerde kullanabilmektedirler. Herhalde ABD ve Fransa’da yaşayan Ermenilerden aklı başında hiç kimse, “bir gün Türkiye Devleti yıkılır da, biz de, dedelerimizin topraklarına gideriz ve kendi devletimizi kurarız” diye düşünmüyordur. SSCB dağıldıktan sonra bile, Ermenistan’a gelip yerleşen ABD’li ve Fransa’lı Ermeniler olmadığına göre, diasporadaki Ermenilerin, bir gün Anadolu’ya dönmeyi tasarladıklarını düşünmek, pek gerçekçi olmaz.
Ermeni tehciri sırasında Suriye’ye sürülen Ermenilerden sağ kalanların bir kısmı Suriye ve Lübnan’a yerleşirken, büyük çoğunluğu da, ABD ve Fransa’ya göç etmişti. ABD ve Fransa’da yaşayan Ermenilerin üçüncü, dördüncü kuşak gençleri, bugün içinde yaşadıkları topluma asimile olmuş durumdadır.
Ermenistan ise, ekonomik durumu kötü, doğal kaynaklara sahip olmayan, askeri gücü de ancak Azerbaycan’a yeten bir ülkedir. Bu nedenle, ne Türkiye’den toprak talep etmektedir, ne de böyle bir talebi olsa bile bu talebini elde edecek güce sahiptir. Elbette, ileride ne olacağını bilmek mümkün değildir. Ama, hiçbir ülke, dış politikasını, “şu ülke ileride güçlenecek ve benden toprak talebi olacak ya da beni yok edecek” spekülasyonu üzerine kuramaz.
Üstelik iç güçlere dayanmayan talepler gerçekleşebilir değildir. Bu açıdan bakıldığında, geçmiş bir yana, bugün, Türkiye’nin Ermeni nüfusu çoktandır birkaç büyük ile toplanmış durumdadır ve ülkenin hiçbir bölgesinde, ciddiye alınabilir bir toprak (ve devlet) talebine dayanaklık edebilecek bir yoğunluk oluşturmamaktadır. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak çoğunlukla İstanbul’da yaşayan, sayıları iyice azalmış Ermenilerin, Türkiye için bir tehdit olduğunu iddia etmek için, sadece kötü niyetli olmak gerekir.
Bu nedenlerle, Türkiye egemenlerinin Ermeni sorununu çözmek istemeyişinin nedeni, “devletin yıkılması”, “ülkenin parçalanması” vb. olamaz. Ermenistan ile ilişkilerini geliştirmeme ve sınırları açmama politikası, şoven gericiliğin ulusal tahammülsüzlüğünün yanında, esas olarak, Azerbaycan ile ilişkileri sıkıntıya sokmamak içindir. Azerbaycan, Türkiye için yağlı bir lokmadır. Azerbaycan’ın petrol kaynaklarına sahip olması, Azerbaycan’da çok sayıda Türkiye’li işadamının faaliyet göstermesi, ordusunun Türk Ordusu tarafından yeniden yapılandırılması vb.’nin yanı sıra “Türkler ve Azeriler tek ulus, iki devlettir” söylemi ile, iki ülke arasında ilişkilerin geldiği boyut ve Türkiye burjuvazisinin gelecekteki beklentileri, Türkiye egemen güçlerinin, bu ilişkileri, Ermeni sorununu çözmek için kolayca bozulamayacak ilişkiler olarak görmesine neden olmaktadır. Ayrıca, Ermeni sorunu, içte, emekçi halkı bölerek ve korkutarak yönetmek açısından kolayca vazgeçilemeyecek bir etkendir. Yıllardır “dış güçler ülkemizi bölmek istiyor. Sevr anlaşması ile çizilen haritaya göre, Türkiye’yi parçalayıp Ermenistan ve Kürdistan kuracaklar” propagandası yapan egemen güçler, Türk halkını yedeklemeyi ve yönetmeyi kolaylaştıran bu propagandanın etkilerinden kolayca vazgeçmek istemiyor.

***
Ermeniler de, Kürtler gibi, Anadolu’nun yerli halklarındandır. Türkler Anadolu’ya geldikleri zaman, bu iki halkı burada bulmuşlardır. Türklerin Bizans ordularıyla savaşlarında, Kürtler ve Ermeniler, Türklerin yanında saf tutmuştur. Bütün bir Osmanlı İmparatorluğu boyunca da, Kürtler, doğuda Osmanlı devletinin sınırlarının bekçiliğini yaparken, Ermeniler, sanatkarlık ve zanaatkarlıkları ile Osmanlı kültüründe önemli yer edinmiş, siyasi tutum olarak da  Osmanlı yöneticilerinin yanında ve yönetsel aygıtın içinde yer almışlardır. İçlerinde en tanınmışı Mimar Sinan olan, pek çok Ermeni ustası, Anadolu”nun imarında belirleyici roller oynamıştır.
Ulusal boğazlaşma ve çatışmalar, kapitalizmle birlikte, burjuvazinin pazar talebi ve kavgası olarak tarihte boy göstermiştir. Daha önce din adına ve kral için yapılan savaşların yerini, ulus adına, uluslar arasında savaş ve çatışmalar almıştır.
Kapitalizmin gelişmesiyle, Batıya göre daha geri olan Osmanlı devleti, zayıflamaya ve güç kaybetmeye başladıktan sonra, Batılı sömürgeci kapitalist devletlerin göz koyduğu bir pazar haline gelmiştir. Osmanlı, bu dönemde, bir taraftan Kuzey Afrika ve Avrupa’da toprak kaybederken, diğer taraftan toprakları içinde ulusal ayaklanmalara sahne olmuştur. Osmanlı topraklarında da kapitalizmin, önce batıda gelişmesi, ulusal ayaklanmaların batıdan başlamasının nedenidir. Yunan ve Bulgar ayaklanmaları ve bunlardan güç alan Arnavut ayaklanması ulusal ayaklanmalardır.
Elbette Osmanlı topraklarındaki bütün ulusal ayaklanmalar, emperyalistler tarafından desteklenmiştir, ama bu durum, ulusal başkaldırıların kaçınılmaz olduğu ve pek çok durumda ilerici rol oynadıkları gerçeğini değiştirmez.
Osmanlı topraklarındaki ulusal topluluklar olarak, Rumların, Ermenilerin ve Kürtlerin durumu ise, Yunan ve Bulgarlardan farklı olmuştur. Kürtler, Yunan ve Bulgarlar gibi, belirli bir toprak üzerinde toplu yaşadıkları halde, bu bölgede kapitalizmin gelişmemesi dolayısıyla, Yunan ve Bulgarların ulusal talepleri gibi taleplerin ortaya çıkması gecikmiş ve ulusal bir başkaldırı yirminci yüzyıla kadar olmamıştır.
Rumlar ve Ermeniler ise, Anadolu’da belirli bir bölgelerde yoğunlaşmaktan çok, diğer etnik gruplardan halklarla birlikte ve iç içe yaşamıştır. Ermenilerin Doğu ve Kuzeydoğuda, Rumların ise Batı Anadolu’da belli bir yoğunluğu söz konusu olsa da, durumları, Yunanistan, Bulgaristan, Mısır, Libya, Arabistan vb.’den farklıdır. Üstelik Osmanlı’nın son günlerine gelindiğinde, ekonominin önemli mevzilerinde de, Ermeniler, Rumlar ve Yahudiler bulunmaktadır.
Osmanlı aydınları, özellikle Osmanlı ordusu içindeki subaylar içinde Batıdan etkilenerek filizlenen milliyetçilik, önce Osmanlı milliyetçiliği olarak gelişirken, daha sonra, Türk milliyetçiliği olarak boy atmıştır.
Giderek, Osmanlı’nın çöküşe yöneldiği koşullarda Osmanlıcılığın çözüm oluşturamadığı ortaya çıktıkça, egemen güçler içinde, Türk milliyetçiliği ve Türklük  baskın gelmiştir.
Ermeniler, Birinci Dünya Savaşı sırasında Ruslarla işbirliği yaptıkları gerekçesi ile, Anadolu’dan Suriye’ye tehcir edilmiş ve bu tehcir sırasında, yüzbinlerce Ermeni yaşamını yitirmiştir.
Rumlar ise, Kurtuluş savaşı sırasında işgalci Yunun Ordusu ile işbirliği yaptıklarıı gerekçesi ile, Yunanistan’la Türkler karşılığı değişilmiş ve Anadolu’dan düpedüz kovulmuştur.
1915 de Ruslarla işbirliği yapan, Rus Ordusu’nun yanında savaşan ya da silahlı gruplar oluşturup Türk ve Kürt köylerine saldıran Ermeniler olmuştur, ama yüzbinlerce Ermeni, böyle bir eylem içinde olmamıştır. Aynı biçimde, işgalci Yunan ordusuna katılan, işgalcilerle işbirliği yapan ve Türk köylerine saldıran Rumlar da olmuştur, ama yine yüzbinlerce Rum, bu eylemlere katılmamıştır. Buna rağmen, İttihat Terakki ve Türk milliyetçiliği, Ermeni ve Rum çetelerini, Anadolu’yu Ermeni ve Rumlardan temizlemek için fırsat bilmiştir.
Birinci Dünya savaşı ve Kurtuluş Savaşı sonrası, Türkiye’nin etnik coğrafyasında önemli değişiklikler olmuştur.
1915’te yaşananların, İttihat ve Terakki hükümetinin yaptıklarının, adı ne olursa olsun, onaylanamayacağı ortadadır. Bugünden bakıldığında, yaşanan, tarihsel bir haksızlıktır. Kınanması gerektir. Hiçbir katliamın haklı nedeni olmaz. Ancak bundan Türkiye halkının sorumlu tutulamayacağı da kesindir. Bütün bir halk suçlanamaz. Soykırım, katliam ya da neyse, bunu gerçekleştiren İttihat ve Terakki iktidarıdır, egemen burjuvazidir. Halkın bu katliamla bir ilgisi yoktur. Çok sayıda Ermeninin komşuları Türkler tarafından tehcirden olduğu kadar öldürülmekten de kurtarıldığı bilinmektedir. Halklar, burjuva egemenler tarafından kışkırtılmadığı ve yönlendirilmediği sürece, etnik, dinsel ayrım gözetmeden bir arada yaşar, yaşamıştır. Tıpkı şimdi Kürt ve Türk emekçilerinin aynı fabrikada, aynı işyerinde, aynı mahallede birlikte çalışıp birlikte yaşadığı, sevinci ve kederi paylaştığı gibi, 1915’te de Ermeni, Rum, Kürt ve Türkler birlikte yaşayıp, aynı sevinci, kederi ve kaderi paylaşıyorlardı. Hemen herkesin dedesi, ninesi, anılarında, bir Rum komşusundan, bir Ermeni ustadan söz eder.
Fakat, bugün Ermeni sorununun özü, 1915’te soykırım oldu mu-olmadı mı meselesi değildir. Halklar, yaşamlarını tarihin tozlu ve kirli sayfalarına kapanarak sürdürmezler. Evet, Ermeniler tarihsel bir haksızlığa uğramışlardır. Geri dönülemeyeceğine göre, önemli olan bugündür, iki halk, iki ulus arasındaki bugünkü ilişkiler ve bu ilişkilerin hakça, eşitçe ve karşılıklı saygıya dayalı olarak düzenlenmesidir.
Birinci olarak, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan ve Türkiye’de yaşayan Ermeniler üzerindeki her türlü baskı ve ayrımcı uygulamaya son verilmesi, Ermenilere “içimizdeki düşman” muamelesi yapılmaması zorunludur. Lozan anlaşmasının zorlaması ile değil, ülkemizin vatandaş ve sahilerinden olmaları dolayısıyla, Ermenilerin her türlü kültürel, etnik hakları tanınmalı ve yasalarla güvence altına alınmalıdır. Sosyal ve siyasal alanda bütün haklardan eşit olarak yararlanmaları sağlanmalıdır.
Komşumuz olan ve tarihsel haksızlık da içinde, sorunların yanında, aramızda tarihi bağlar da bulunan Ermenistan ile dostane ilişkiler geliştirilmelidir. Ermenistan ile sınırlar açılmalı, hava ve kara yolu ile yolculuk edilmesi kolaylaştırılmalı, iki ülke arasında diplomatik ilişkiler kurulmalı, elçilik ve konsolosluklar açılmalı, her iki ülkenin okul kitapları ve diğer yazılı yayınlarından birbirine karşı düşmanlık içeren kısımlar çıkarılmalı, halklar arasında ilişkilerin gelişmesi için kültürel, sanatsal ortak etkinlikler düzenlenmeli, bunun için tedbirler alınmalıdır.
Ülkemizde yaşayan yurttaşların etnik aidiyetlerine karşı propaganda yasaklanmalı ve etnik aşağılamayı içeren yazı ve sözler yasal yaptırımlara konu edilmelidir. Aynı şekilde, komşularımıza yönelik düşmanlık ve aşağılayıcı ifadeler içeren propaganda da yasal yaptırımların konusu olmalıdır.
İşçi sınıfı ve emekçilerin etnik ayrılıklardan, düşmanlıklardan çıkarı yoktur. Onun düşmanı sınıfsaldır. Burjuvazi, Ermeni, Türk, Kürt ayrımı yapmadan işçi sınıfını sömürmekte ve baskı altında tutmaktadır. Baskıdan ve sömürüden kurtulmak için, işçi ve emekçilerin Türk, Kürt, Ermeni, Rum ayrımı yapmadan birleşmesi ve burjuvaziye karşı mücadele etmesi zorunludur.
İşçi sınıfının sömürüsüz, sınıfsız, sınırsız dünyasında etnik farklılıklar, sadece insanlığın çeşitliliği ve ilerletici özellikleri olarak kabul görecektir.

Latin Amerika’da değişim isteği

Kısa bir süre önce, Latin Amerika’nın Pasifik kıyısındaki küçük ülkesi Ekvador’da yaşananlar; bütün bir yarı kıtanın sorunları, özlemleri, kavgası ve dinamiklerini bir kez daha ortaya koyan ve yansıtan bir özellik taşıyordu.
Ne oldu Ekvador’da?
2002 yılında yapılan seçimlerde, ezilen emekçi halkın özlemlerini dile getirerek, onların desteğini alan eski Albay Lucio Gutierrez, devlet başkanlığına seçilmişti. Onyıllarca, askeri yönetimler ya da Hristiyan Demokrat veya Sosyal Demokrat etiketini kullanan oligarşi partileri tarafından yönetilen bir ülkede, Gutierrez’in, emekçi halk taleplerini ifade eden kişi olarak ve üstelik de muz plantasyonlarının sahibi bir mülti milyardere karşı seçim kazanması, emekçi halk saflarında bir zafer olarak algılanmıştı.
Ekvadorlu devrimciler ve yerli kızılderili halk örgütleri de Gutierrez’i seçim kampanyasında desteklemiş, zaferinden sonra da hükümette yer almayı kabul ederek destek sunmuşlardı.
Ama işin rengi, çok kısa sürede belli oldu. 2000 yılındaki büyük halk isyanının öne çıkarıp “adam ettiği” Gutierrez’in, hiçbir politik tecrübesi ve programı yoktu. İktidar hırsı tatmin olup koltuğa oturduktan sonra, emperyalizme teslim olup, işleri de kurulu hazır devletin çelik çekirdeğine devretmekten başka bir şey yapmadı. ABD tekellerinin ve IMF başta olmak üzere uluslararası finans kurumlarının dayatmalarına uygun ekonomik politika, Amerika’nın bölgedeki çıkarlarına uygun politik-askeri çizgi dışına çıkılmadı. Temel tüketim maddelerine zam, özelleştirmeler, “plan Kolombiya”nın bir unsuru olmayı kabullenme vb. Gutierrez’in çizgisi oldu.
Tabii ki bu durum, onu desteklemiş olan halk kitlelerinin saflarında büyük bir hayal kırıklığına yolaçtı. Önce komünistler, ardından da yerli-kızılderili halk hareketi, Gutierrez hükümetine verdikleri desteği geri çektiler. Eski isyancı Albay, parlamentoda ancak gerici partilerin desteğiyle ayakta kalabilen bir azınlık hükümeti ile baş başa kaldı.
Halkın talepleri ise, olduğu gibi duruyordu ve çok zaman geçmeden kitleler yeniden sokağın yolunu tuttular.
İktidar hırsına aşırı ölçüde kapılan Gutierrez, Anayasa Mahkemesi ve Yüksek Seçim Kurulu vb. gibi bazı devlet kurumlarını, kendinden öncekilerin yaptığı gibi, kendi adamları için bir arpalık olarak kullanmaya kalkıştığında, burjuva partilerin kerhen verdiği desteği de yitirdi. Sistemin esasına dokunulmaksızın, bir dönem de ‘sol’cu birisinin başkan olmasına tahammül göstermeyi kabul etmiş olan oligarşi, sistemin temel kurumlarıyla oynanmasına göz yummayacağını hemen belli etti.
2004 yılı Aralık ayında, Anayasa Mahkemesi ve Yüksek Seçim Kurulu mensuplarının değiştirilmesi ile birlikte, bir kurumsal kriz patlak verdi. Gutierrez ve yandaşlarıyla, geleneksel oligarşi partileri arasındaki kayıkçı kavgası, üç dört ay sürdükten sonra, Nisan ayı başında, eski hırsız diktatörlerin ülkeye geri dönmelerine izin verilmesiyle birlikte zirvesine ulaştı. Bu son karara halk büyük bir tepki gösterdi ve sokağa çıkarak, Gutierrez ülkeden defoluncaya kadar eylemlerine devam etti.

ÜSTÜSTE ÜÇ DEVLET BAŞKANI SOKAK HAREKETİ İLE YIKILDI
Gutierrez, halkın sokaktaki mücadelesi nedeniyle kaçmak zorunda kaldı. Ama olayların seyri öyle bir görüntü yarattı ki, bu işten karlı çıkanlar, Gutierrez ile sahte bir kayıkçı döğüşüne girmiş olan hristiyan ve sosyal demokratlar oldular. Devrik başkanın yerini, sokak eylemleri esnasında sözde eleştirmen pozisyonuna geçen yardımcısı aldı.
Ekvador halkı, böylece, üst üste üçüncü devlet başkanını da, görev süresi dolmadan ve sokak hareketiyle kovmuş oluyor. Daha önce de 1997’de Abdala Bucaran, 2000’de Jamil Mahuad, halk isyanları nedeniyle görevi bırakıp kaçmak zorunda kalmışlardı.
Halk iş istiyor, daha iyi ücret istiyor, temel tüketim mallarına ikide bir fahiş zam istemiyor, ekonomik durumun düzeltilmesini talep ediyor, bölgede ABD emperyalizminin elinde maşa olunmamasını, komşu Kolombiya’ya karşı Ekvador topraklarında ABD askeri üssü bulundurulmamasını talep ediyor. Gençlik, özgür ve mutlu bir gelecek talep ediyor.
Bir avuç oligarkın ve ABD yetiştirmesi bir askeri kastın yönettiği bu küçük ülke, kaynamaya devam ediyor. Talepler olduğu gibi duruyor, özlemler giderilmiş değil.
Üç burjuva gerici hükümeti yıktıktan sonra, şimdi sıra artık, halkın istem ve özlemlerini gerçekten yansıtan, onu temsil eden bir hükümetin kurulmasına gelmiş bulunuyor. Halkçı Demokratik Hareket (MPD), bu talebi, “halkın tüm kesimlerini temsil eden ve onun istemlerini gerçekleştirmeyi kendisine program yapan bir hükümetin kurulması” şeklinde ifade etmiş bulunuyor.
Ekvador, tüm yarı kıta çapında olup bitenlerin bir prototipi durumundadır. Öteki ülkelerdeki kaynaşmalar, ondan geri kalır değildir.

BÜTÜN LATİN AMERİKA MÜCADELE ALANI
Latin Amerika, ulusal ve sınıfsal mücadelelerin yoğun ve yaygın olarak yaşandığı bir bölgedir. İşçilerin ve emekçi halkların kısmi ya da toplu mücadele içerisinde olmadıkları hiçbir bölge ülkesi yoktur neredeyse.
Bu mücadeleler, neoliberal politikalara, emperyalist bağımlılığa karşı sürdürülüyor. Artan sömürüye, derinleşen krize, emperyalist kurumların müdahalelerine karşı yürütülüyor.
Arjantin’den Meksika’ya ve Orta Amerika ve Karayipler’e kadar, tüm Güney Amerika, benzer sorunları ve benzer bir süreci yaşıyor. Emperyalist sömürü ve baskı; yoksulluğun artmasına, işsizliğe, güvencesizliğe, çöken bir sistemin neden olduğu tüm ahlaki moral kokuşmuşluğa, artan dış borçlara, “yeniden yapılandırma planları”na, kamu işletmelerinin ve sosyal sigortanın özelleştirilmesine neden oluyor.
Dolayısıyla, şehir ve kır emekçileri de kıta çapında, bu duruma tepki gösteriyor, öfkelerini çeşitli biçimlerde ifade ediyorlar. Tekelci kapitalizmin hizmetindeki uluslararası kuruluşların dayattıkları “yeniden yapılanma” planları ve yolsuzluk, çürüme; neoliberalizme karşı güçlü kitlesel mücadelelere yol açtı. Toplumsal değişim isteği daha güçlü olarak ifade edildi. Anti-oligarşik, demokratik, sol ve devrimci güçler, gösterilere, grev ve eylemlere, halk isyanlarına ve hatta silahlı mücadelelere önderlik ettiler.
Kolombiya’da emperyalizm işbirlikçisi devletin ordusu ve milisleriyle, esas olarak köylülüğe ve köylü gençliğe dayanan gerilla hareketleri arasındaki silahlı savaş, elli yıldır sürüyor. Bir taraftan da, giderek bir kördüğüme dönüşen ve emekçi halk saflarında umutsuzluk eğilimlerinin ortaya çıkmasına, silahlı grupların saflarında yozlaşmaya sebep olan, gericiliğin aralıksız sosyal siyasal saldırıları için meşruiyet kılıfı olarak kullandığı bu girdaptan çıkış yolu arayışları da sürüyor. Onun yerine, işçilerin köylülerin, gençliğin ve öteki emekçi tabakaların kitlesel mücadeleleri, kendi mecrasında ve bir başka coşkuyla uç veriyor. Özgür bir Kolombiya için ve emperyalist müdahalelere karşı emekçi halk muhalefeti gelişiyor. İçerisinde sendikaların, köylü ve gençlik örgütlerinin, semt koordinasyonlarının yer aldığı birleşik halk cephesi tarzında mücadele örgütleri kuruluyor.
Venezuela’da halkın oylarıyla işbaşına gelmiş olan Chavez hükümeti, emperyalist müdahalelere ve gericiliğin tüm çabasına rağmen ayakta kalmayı bildi. Başvurulan her halk oylaması, Chavez’e olan desteğin artarak devam ettiğini gösterdi. Chavez yönetimi, emperyalizme ve oligarşiye karşı direnmeye devam etti, ulusal egemenliği savunan yurtsever bir tutum takındı ve önceki hükümetlerin hiç kulak asmadıkları bazı emekçi halk taleplerine olumlu yönde yanıt verdi. Eğitim, sağlık alanında ilerlemeler kaydetti, en yoksullara maddi destek temin etti, toprak reformu doğrultusunda adımlar attı. Geçen yılın Ekim ayında yapılan bölgesel seçimlerde, Chavez’ciler, 22 bölgenin 20’sini ve Başkent Caracas belediye başkanlığını kazandılar. Girdiği her seçimden büyük bir yenilgiyle çıkmış olan emperyalizm işbirlikçisi gerici muhalefet, şimdi artık başsız kalmıştır. Son seçimlerde ortaya çıkan sonuçlar, hem emperyalizm ve hem de tüm güçlerini ortaya koyan basın-medya organlarının tüm imkanlarına sahip olan gerici muhalefet için de bir yenilgidir. Emekçi halkın istemlerine sahip çıkan, taleplerine de az çok yanıt veren Chavez yandaşları için de büyük bir başarı olmuştur.
Arjantin halkı, 2001 yılında, De la Rua hükümetinin neoliberal açlık ve sefalet saçan politikasına karşı, “argentinazo” ayaklanmasına girişti. Arjantin gibi zengin kaynaklara ve küçümsenmeyecek bir sanayi temeline sahip bir ülke, yıllarca IMF’nin kobayı olarak kullanıldıktan sonra, iflas ilan etme noktasına gelmişti. İşçiler, işsizler, yoksul semtlerin açları, gençler ve hatta krizden büyük ölçüde zarar gören orta tabakalar, isyanlarıyla, tüm gericileri şaşkına çevirdiler. Hükümet istifa etmek zorunda kaldı. Kısa bir süre içerisinde birkaç tane hükümet değişti. Peroncu Kirchner, bu hareketin coşkusuna yaslanarak iktidara geldi ve bazı konularda adımlar atmak zorunda kaldı. Şimdi, iki taraf da, biraz soluklanma evresindedir. Arjantin, dipten gelen güçlü halk hareketlerine gebe bir ülke olmaya devam ediyor.
Yarı kıtadaki bir başka önemli gelişme ise, Brezilya’da, ABD emperyalizminin ve oligarşinin manevralarına rağmen, Lula da Silva’yı işbaşına getiren güçlü halk hareketidir. Değişim isteğini ve demokratik taleplerini hâlâ gündemde ve canlı tutan bu hareket, Latin Amerika’nın bugünkü toplumsal koşullarında önemli bir yer tutmaktadır.
Lula hükümeti iki çizgi arasında bulunmaktadır. Bir taraftan, Brezilya büyük burjuvazisi ve emperyalizm alanını genişletirken, öte tarafta da, işçi ve halk hareketi Lula’dan, tutarlı olmasını, verdiği sözlere bağlı kalmasını talep etmektedir. Geçen haftalarda topraksız köylülerin, başkent Brasilia’ya kadar yaptıkları yürüyüş, bu bakımdan anlamlı idi. Milyonlarca evsiz ve topraksız insanı temsilen başkente yürüyen 15 bin kadar emekçi, Lula’dan verdiği söze sadık kalmasını talep ettiler. Aksi takdirde, ülke çapında toprak işgallerine yeniden girişeceklerini ilan ettiler.
Topraksızlar hareketi ve komünist kollektiflerin, ileri emekçi örgütlerinin etkili olduğu bölgelerde, geçen yılın Ekim ayında yapılan seçimlerin sonuçları da benzer mesajlar vermişti. Seçimlerde 5562 belediyeden 3123’ünü hükümeti destekleyen partiler kazandılar. Toplam oyların % 64’ünü elde eden bu partiler, 26 eyalet başkentinden 20’sini de kazandılar. Ama Lula’nın partisi PT (Emekçiler Partisi), Porto Allegre ve Sao Paulo gibi iki büyük ve önemli kenti ve sol muhalefetin güçlü olduğu birçok yerleşim birimini kaybetti.
PT’nin, IMF diktelerini aşmayan çizgisi eleştirildi ve sandıkta cezalandırıldı. Ama halk, hâlâ umudunu yitirmiş değildir. Şimdilik Lula’nın iktidarına karşı açık mücadele yerine, onu, verdiği sözlere sahip çıkmaya davet eden bir mücadele çizgisi egemendir. Devamı, izlenip görülecek.
Şili’de yıllarca süren faşist karanlığın hesabı, yavaş yavaş sorulmaya başlanıyor. Pinochet askeri diktatörlüğünden sonra, “yumuşak geçiş” gerçekleştirme göreviyle işbaşına gelen Hristiyan Demokratlar ve Sosyal Demokratların yarattıkları hayal kırıklığına karşı tepki giderek büyüyor.
Demokratik Sosyal İktidar Hareketi (PODEMOS), ilk ulusal kurultayını 2004 yılı Haziran ayında gerçekleştirdi. PODEMOS içerisinde, Şili Komünist Partisi, MIR, Manuel Rodriquez Hareketi, Şili Komünist Partisi-Proleter Eylem, Sosyalist Alternatif gibi çok sayıda örgüt yeralıyor. PODEMOS, hem faşizan sağ eğilimli Alianza (ittifak) grubuna, hem de Sosyalist Parti, Hristiyan Demokratlar ve diktatörlük döneminin suçları üzerine sünger çekmek isteyen Concertacion (uzlaşma) grubuna karşı, sol ve demokratik güçlerin cephesi olarak kuruldu. Ve katıldığı ilk seçimlerde oyların yaklaşık %10’unu toplayarak, üçüncü politik güç haline geldi.

BOLİVYA: “AYAĞA KALK VE ASLA DİZ ÇÖKME!”
Bolivya’daki halk hareketleri esnasında, en çok atılan slogan bu. Bolivya, 1985’ten itibaren büyük bir özelleştirme, işten atma ve saldırı dalgasının yürürlüğe konduğu bir ülke. Bir önceki dönemde, askeri cuntalar vasıtasıyla halk hareketi ve sol zaten ezilmiş bulunuyordu. Sol adına hareket eden sözde sosyal demokratlar ise, neoliberal politikaların yürütücüleri oldular.
Ülke, uzun yıllar boyunca, tam anlamıyla yağmalanıp ezildi. 8 milyonluk nüfusun önemli bir kısmı yoksulluk içerisinde yaşıyor; kırlık bölgelerde köylüler günde 1 Bolivano (10 cents) gelir ile geçimlerini sürdürmeye çalışıyorlar. Kişi başına milli gelir, 20 yılda, 940 dolardan 960 dolara çıkmış. Ülkenin 5.5 milyar dolar dış borcu var ve milli gelirinin % 30’u dış borç ödemelerine gidiyor.
80’li yıllardaki özelleştirme dalgası sırasında, tüm devlet işletmeleri, petrol-gaz işletmesi, madenler vb. özelleştirilmiş; 25 bin madenci sokağa atılmıştı. Ve ardından, özelleştirme vurgununu organize eden çete, bu kez de devletin başına geçmişti. Ekim 2003’deki halk hareketi ile ülkeden kovulan ve doğruca ABD’ye giderek efendilerine sığınan Sanchez de Lozada, özelleştirme mafyasının da başını çekmişti.
Bu arada yoksul halkın, köylülerin, yerli kızılderililerin saflarından doğan ve ona dayanan yeni bir sol hareket ortaya çıkıyor. 2000 yılı Nisan ayında, Başkent La Paz ve öteki bazı büyük kentlerin içme suyu tesislerini işleten ABD tekeli Betchel’e karşı isyan, yeni bir başlangıç teşkil ediyor ve Betchel tekeli, halkın mücadelesiyle ülkeden kovuluyor. Halk yeniden, kendi gücüne güven duymaya ve örgütlenmeye başlıyor. Atalarının sömürgecilere karşı isyan geleneğini hatırlayan, ondan beslenen ve esas olarak da şehir yoksulları ve yerli kızılderili köylülere dayanan hareket, kendine özgü mücadele yöntemleri de geliştiriyor: Açlık grevleri, şehirlerin kuşatılması ve işgali, isyan…
2002 yılı Haziran ayında yapılan seçimlere, bu yoksul halkın adayı olarak katılan yerli lider Evo Morales, oyların % 20.5’unu alarak ikinci oldu. Sanchez de Lozada ise, % 22 oyla cumhurbaşkanı seçildi.
Bu seçimlerde, Evo Morales’in liderliğini yaptığı Sosyalizme Doğru Hareketi (MAS) ve yerli kızılderili hareketi Pachacuti (MIP), parlamentoya 41 temsilci gönderdiler. Parlamento, ilk defa, yerlilerin dilleri ile konuşma ve tartışma yapmasını kabul etmek zorunda kaldı. (Türkiye parlamentosunda kürtçe konuşulmaya ve tartışılmaya başlanması gibi birşey bu.)
2003 yılı Ekim ayında Bolivya Petrol ve gazını işleten konsorsiyum (Repsol, YPF, British Energy ve Panamercan Energy’den oluşuyor), doğal gazın ABD’ye satılmasını neredeyse mecbur kılan girişimde bulununca, halk hareketi de buna karşı, “gaz savaşları”nı başlattı. Ülke çapında bir halk isyanı yaşandı, olaylarda 100’den fazla kişi öldü, 500’den fazlası da yaralandı. İsyanın hedefi durumuna gelen cumhurbaşkanı Sanchez de Lozada, ülkeyi terkedip, ABD’ye, efendilerinin yanına sığındı.
MAS, bu dönemde, hareketin dinamiklerine yaslanarak iktidara doğru ilerleyebilecekken, anayasal legaliteyi tercih etti ve bu durumda, Lozada’nın yerine, yardımcısı Carlos de Mesa geldi. Mesa, Lozada’nın saldırgan üslubunu terketmekle birlikte, neoliberal politikasını devam ettirdi.
Üstelik, 2003’deki bu gelişme, muhalefet içerisinde çatlaklara yolaçtı. Evo Morales’in uzlaşmacı anayasal meşruiyet çizgisine tepki gösteren işçi sendikası COB ve Tarım işçileri sendikası CSUTCB, Morales’le yollarını ayırdılar, onu ihanetle itham ettiler.
Ama Bolivya halkının talepleri de ortadan kalkmış, mücadele isteği de azalmış değil. Son olarak, bu yılın Ocak ayında, bu kez de, içme suyu şebekesi işleten Fransız tekeli Suez, bir halk hareketi ile Bolivya’dan kovuldu.
Şimdi, bu yaz aylarında, yerel ve bölgesel seçimler var. 2007’de ise, cumhurbaşkanlığı seçimleri. Morales kendi stratejisine uygun davranıyor. Bakalım halk sabredecek mi?

URUGUAY: 150 YILLIK TAHTEREVALLİ SONA ERDİ
31 Ekim 2004’de yapılan seçimlerin daha ilk turunda oyların yüzde ellisinden fazlasını alan Sosyalist Tabare Vazquez, devlet başkanlığına seçildi. Parlamentodaki sandalyelerin çoğunluğunu da, kısa adı EP-FA olan Encuentro Progresista-Frente Amplio (İlerici Buluşma-Geniş Cephe) adayları kazandı. Böylece Uruguay’da, 150 yılı aşkın süredir, ilk defa oyun bozulmuş ve ilerici, halkçı bir aday seçimleri kazanmış oluyordu. Üstelik, on yıllardır tahterevalli usülü ile ülkeyi yöneten iki sistem partisi, ittifak yapmış olmalarına rağmen, ikinci tura bile kalmayı başaramadılar. Bu durum, halk saflarında sistem partilerine duyulan güvensizliği ve bıkkınlığı, bir an önce düzlüğe çıkıp biraz nefes alma isteğini, halkçı söylemlerle kampanya yürüten adaydan beklenti ve umudu vb., birçok şeyi aynı anda yansıtmaktaydı. Uruguay halkı, seçimlerden bir süre önce de, uluslararası tekeller ve Dünya Bankası’nın, işbirlikçi gericiliğin tüm çabalarına karşın, referendumda suyun özelleştirilmesine karşı oy kullanmış ve öteki Latin Amerika ülkelerine örnek teşkil etmişti.
Emperyalizmin ve işbirlikçi oligarşinin onyıllardır durmadan yağmaladığı Uruguay, 1999’dan itibaren ise, komşu Arjantin’de olduğu gibi, birkaç yıla yayılan derin bir ekonomik kriz döneminden geçti. 1998’de milli gelirin % 34’ünü oluşturan kamu borçları, 2002’de % 93 düzeyine yükseldi. Aynı dönemde, milli gelir, % 17.5 oranında geriledi. Tüketim % 20.2, ihracat % 19.8, ithalat % 37.3, yatırımlar % 50.9 oranında azaldı. Enflasyon % 30’ları aşkın düzeyde gerçekleşti. 1998-2004 arası dönemde, reel ücretler % 23 oranında düştü. İşsizlik, 1998’de % 10 iken, 2003’de % 17’ye çıktı. Düşük ücretle yarım gün çalıştırılanların oranı % 20’den, % 44.6’ya yükseldi. 2003 verilerine göre, Uruguaylıların % 41’i (18 yaşından küçüklerin % 60’ı) yoksuldur. Aktif nüfusun % 40’ının herhangi bir sosyal güvencesi yoktur.
İşte bu vahim ekonomik tablo, uzun bir süredir tabandan örülüp gelişen bir örgütlenme ile birleşince, seçimlerdeki bilinen sonucun ortaya çıkması mümkün oldu.

TABANDAN ÖRGÜTLENEREK GELİŞEN BİR HAREKET
Ekim 2004 seçimlerini kazanan Frente Amplio (Geniş Cephe), 1971 yılında, yurtsever bir asker olan Genereal Liber Seregni liderliğinde ve birçok çevrenin katılımı ile kuruluyor. Hıristiyan Demokrat Parti’den, Komünist Parti’ye, Sosyalistlerden küçük Troçkist gruplara kadar geniş bir çevrenin içinde yeraldığı Geniş Cephe, başından itibaren, bir örgütler birleşmesi (kaynaşması) değil, ittifakı olarak planlanmış. Kuruluş programında, toprak reformu, bankaların ve büyük sanayi kuruluşlarının, dış ticaretin millileştirilmesi, ulusal bir sanayi politikası izlenmesi, uluslararası politikada “kendi kaderini tayin ve müdahale etmeme” tutumuna uygun davranılması, yoksul halkın sağlık, eğitim, konut sorunlarının çözülmesi vb. gibi konulara yer veren Cephe, 1971 seçimlerinde % 18.6 oranında oy almış.
1973’deki askeri darbenin hedeflerinden biri olan Geniş Cephe’nin yönetimi ve militanları ağır baskılara maruz kalmışlar. Cephe’nin başkanı General Seregni, bütün askeri yönetim dönemi boyunca, 11 sene hapis yatmış. 1984’de, cunta döneminin ardından yapılan ilk seçimlerde ise, % 22.1 oranında oy almış.
1980’li yıllar, hem Uruguay’daki politik gelişmeler ve hem de Geniş Cephe’nin bileşimi bakımından önemli yeniliklerin yaşandığı bir dönemdir. Önceki dönemde, uzun yıllar boyunca silahlı gerilla savaşı yürüten Tupamaros gerilla hareketi, bu yıllardan itibaren politika ve yöntem değiştirerek, açık politik mücadele yürütmeye karar verdi. Eski Tupamaros gerillalarının kurduğu Halkçı Katılım Hareketi (Movimiento de Participacion Popular), Geniş Cephe’nin en büyük gücü durumuna geldi. Eski gerilla liderleri, senatör Jose Mujica ile milletvekili ve şimdiki meclis başkanı Nora Castro, Geniş Cephe’nin önde gelen iki lideri durumundalar.
Geniş Cephe içerisinde, şu anda, ulusal düzeyde örgütlenmesi olan 19 parti ve örgüt ile yerel düzeyde örgütlü onlarca grup ve komite yeralıyor.
Devlet Başkanlığına seçilen sosyalist eğilimli Tabare Vazquez ise, bütün bu parti ve grupların, ismi üzerinde mutabakat sağladıkları hakem rolünde bulunuyor. 1989 yılında Başkent Montevideo’nun belediye başkanlığına seçilen Vazquez, 1994 seçimlerinde % 31.8, 1999 seçimlerinde de % 40 oranında oy toplamıştı. Ve eğer bu kez de seçimleri yitirirse, politikayı bırakacağını açıklamıştı.
Tabare Vazquez yönetimi, işe, “acil sosyal plan kararnamesi”ni ilan ederek başladı. Böylece, emekçi halka yönelik seçim vaadlerinin bir kısmının yerine getirilmesi planlanıyor. Ama, kararnamenin öngördüğü işlerin finansmanının nasıl saglanacağı, bir sorun olarak ortada duruyor. Zira Vazquez, Amerika Birleşik Devletleri’nin ve uluslararası finans çevrelerinin şimşeklerini üzerine çekmemek ve daha baştan itibaren vetolarına muhatap olmamak için, başkan yardımcılığına, finans çevrelerinin güvendikleri bir isim olan Danilo Astori’yi getirdi. Astori, seçimlerden önce Washington’a giderek, borçların ödeneceğine ve önceden imzalanan anlaşmalara uyulacağına dair güvence verdi.
Şimdi, Tabare Vazquez yönetimi, “iki cami arasında” bulunmaktadır. Bir tarafta, kendisine destek verip yönetime getiren emekçi halk kitlelerinin yüz yıllık özlemlerini ifade eden talepler var. Kendi programına az çok sadık kalmak var. Ortaklarının ve en başta da Geniş Cephe’nin % 20’sini temsil eden eski Tupamaros’ların baskısı var. Önceden ilan edildiği gibi, Küba ile normal ilişkilere girerek, emperyalizmle yolları bu bakımdan ayırma var. Öteki bölge ülkeleri (Şili, Arjantin ve Brezilya) ile, bölgesel ekonomik ittifak olan Mercosur çerçevesinde yakın ilişkilere girerek, ulusal ve bölgesel çıkarlara az çok uygun bir politika izlemek var… Bir de, seçim vaadlerini, programını, kendi geçmişini tümden unutarak, emperyalizm ve oligarşinin çıkarlarına dokunmamak ve hatta iktidar aşkına, onlara sessizce boyun eğmek var.
Uruguay’da, bu her iki yol da mümkündür. Seçim kazanan ittifakın içinde, IMF’nin güvendiği adamlar ile Teçaco’nun eski genel müdürleri de var, eski silahlı gerilla hareketinin liderleri, sendikacılar, kitle hareketi militanları da. Geniş Cephe’nin en büyük güvencesi ise, şimdiye kadarki halkçı örgütlenme modelidir. Hareket, çok yaygın bir şekilde, mahallelerde “taban komiteleri” şeklinde örgütlenmiş bulunuyor. Bu komitelerin ve Cephe’ye açık destek vermiş olan sendika konfederasyonu PIT-CNT’nin, sapma ve halkın istemlerinden uzaklaşmaları frenleyecek bir etkisinin olması bekleniyor.
Tabare Vazquez ve Geniş Cephe, emekçilerin özlemlerine yanıt veren halkçı bir politika izledikleri sürece, tabii ki, emperyalizmin, oligarşinin ve uluslararası finans çevrelerinin saldırı ve sarsma girişimlerine maruz kalacaklar; ama Venezuela örneğinde olduğu gibi, halkın desteğiyle direnme ve ilerleme imkanlarına da sahip olacaklardır.        

YENİ DALGA DİPTEN GELİYOR
Latin Amerika, son elli yılda, hem emperyalizmin bağımlı ülkelere ve ezilen uluslara karşı politikaları bakımından, hem de günahı ve sevabıyla ezilen emekçi halkın ve gençliğin anti-emperyalist mücadelesi ve direnişi bakımından, bir nevi laboratuvar görevi gördü. Bu yarı kıta, Yanki emperyalizminin sınır tanımaz zorbalığını, işgalleri, darbeleri, anti-demokratik baskıcı rejimleri yaşadığı gibi, anti-emperyalist güçlerin ve gençliğin muzaffer devrim yürüyüşlerine de tanık oldu.
Mücadele ve örgüt biçimleri, taktikleri bakımından; koyu karanlık ve gericilik yıllarının zorunlu kıldığı asgari ayakta kalma biçimleriyle yetindiği gibi, devrimle veya bazen seçimle, ülkenin kaderini elinde tutacak pozisyonlar da elde etti.
Örneğin, bir önceki dönemde, 70’li, 80’li yıllarda, yarı kıtanın hemen tüm ülkelerinde silahlı gerilla hareketleri gündemde iken, bugün bu tür mücadele, sadece Kolombiya’da ve bilinen zorluklarıyla, hâlâ varlığını devam ettiriyor.
Latin Amerika ülkeleri, 90’lı yıllar boyunca uzun bir gerileme ve anti-komünist dalganın zirvesine çıktığı, emekçi halk saflarında umutsuzluğun, sol saflarında sapmaların etkin olduğu bir dönemi yaşadı. Şimdi, son birkaç yıldır başlayan ve gelişen yeni dalga, geçmiş dönemlerin tüm tecrübelerine de sahip olarak ilerleyen ve dipten gelen daha kapsamlı bir dalgadır.
Bir kere, Latin Amerika, yoksul ve yorgundur. İliklerine kadar sömürülmüş, tahkir edilmiş ve onuru ayaklar altına alınmıştır. Latin Amerika’da 400 milyon nüfusun 200 milyonu yoksulluk koşullarında yaşıyor.
Ama, emperyalizme karşı kuvvetli bir nefret vardır. Halk ve gençlik, sonuna kadar anti-emperyalist (anti-Amerikan)dır. ABD’nin tüm kıtaya dayattıgı Serbest Ticaret Bölgesi (ALCA) projesi, esas olarak, halkların anti-emperyalist mücadelesi nedeniyle kadük duruma düşmüştür. Brezilya başta olmak üzere, kıtanın birçok ülkesi, böyle bir pakta imza atmayacaklarını belli etmişlerdir. Şimdi, onun yerine, tek tek ülkelerle TLC’ler (serbest ticaret anlaşmaları) imzalanması dayatılmaktadır. Amerikan emperyalizminin bölge ülkelerini daha engelsiz ve serbestçe yağmalamasının yolunu açacak olan bu anlaşmalara karşı da, güçlü kitlesel bir hareket vardır kıta çapında. Emekçi halk kitleleri ve hatta çoğu kez orta tabakalar ve varolduğu kadarıyla ulusal burjuva kesimler, emperyalizmin talanı karşısında, ulusal çıkarları ifade eden ekonomik önlemleri ve ülkenin bağımsızlığını daha çok talep eder hale gelmektedirler. Yani halk ve ezilen uluslar, gringoların şahsında, emperyalizme derin bir nefret beslemekte ve her fırsatta bunu ifade etmektedir.
Yine aynı şekilde, bu ülkelerde nöbetleşe olarak iktidarı paylaşan emperyalizm işbirlikçisi oligarşi partilerine de zerre kadar güven kalmamıştır. Burjuva devlet aygıtı, çoğu kez ordu kurumu da dahil olmak üzere, açıkça yozlaşmış ve çürümüştür.
Devrimci hareket, tüm yarı kıtada henüz güncel bir alternatif olmamakla birlikte, gelişmektedir. En önemlisi, dipten gelen halk muhalefeti, parti ayırımına fazla itibar etmeden, işin özüne bakmaktadır. Yani daha iyi bir yaşam, refah, özgürlük ve bağımsızlık talep etmektedir.
Seçimlerde, halkın bu istek ve özlemlerini dile getiren adayların destek görmesinin nedeni de budur. Chavez gibi bir burjuva yurtseverinin destek almasının, halkın desteğiyle ayakta kalabilmesinin sırrı da, buradadır. Küba devrimininki de öyle..
Halk, sözünden cayanları, vaadlerini unutanları da affetmiyor. Arjantin’de De la Rua, Peru’da Toledo, Ekvador’da Gutierrez, Brezilya’da Lula, Şili’de Lagos buna örnektir.
Latin Amerika, bütün bu badire ve deneylerden geçerek, adım adım doğru yola doğru ilerlemektedir. Hayal kırıklıkları da yaşanıyor ve yaşanacak. Bunun, yeniden sağa ve hatta aşırı sağa ve askeri darbe heveslilerine yaramaması önemlidir.
Şimdi, hayal kırıklığına uğrayanlar, daha sağa değil, çoğunlukla daha sola eğilim gösteriyorlar. Brezilya seçimlerinde, Lula yönetiminin tutarsızlıklarını mahkum etmek isteyenlerin, Porto Allegre’de ve bazı başka kentlerde olduğu gibi, halka daha yakın adaylara yönelmesi, buna örnektir. Devrimci işçi, emekçi partilerinin üzerinde duracakları zemini ve dikkatlerini yöneltecekleri yeri göstermesi bakımından önemlidir, bu durum.
Velhasıl, tüm Latin Amerika’da halk, çok değişik mücadele süreçlerinden geçerek, sokakta, grevde, cephede, sandık başında, ileriye doğru adımlar atıyor. Ve bu mücadele birikimlerinin hepsi, halkın eğitimine, deneyim kazanmasına ve giderek iktidarı değiştirme bilincinin yerleşmesine yol açmaktadır. Tabii ki, şu veya bu ülkede elde edilen seçim başarıları, henüz mücadelenin finali anlamına gelmemektedir. Final, eğer toplumda köklü bir degişiklikse, bunun yolu, kuşkusuz kapitalizmi ve işbirlikçilerini yıkmakla olacaktır. Latin Amerika, düşe kalka gerçek finale doğru gidilmekte olduğu ve karanlık gericilik yıllarının ebedi olmadığının somut bir örneğini bize sunmaktadır. Dünyanın krallığına soyunmuş haydut ABD emperyalizminin burnunun dibinde cereyan eden bu gelişmeler, dünyanın öteki kıta ve bölgelerinde aynı düşmanla karşı karşıya bulunan ve ona karşı mücadele eden ezilen uluslara ve emekçi halklara da güç katmakta, moral vermektedir.

Futbol: Egemenlerin en tatlı oyuncağı

Futbolda bir sezon daha geride kaldı. Tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de geniş
kitlelerin ilgi odağı olan ve sezon boyunca ülke gündeminin üst sıralarındaki yerini
koruyan futbol, kuşkusuz sezonu şampiyon olup mutlu sonla tamamlayan
kulüp kadar, bu işin çeşitli rantlarından nasiplenenleri de sevindirdi.
Örneğin, Fenerbahçe’nin şampiyonluğundan kendisine de pay çıkarmanın hesabına
girişen medya hiç zaman yitirmeden, “Şampiyonluğun Öyküsü”, “Şampiyonluğun
Fotoromanı” gibi tefrikaları devreye soktu bile.
Daha birkaç hafta öncesine kadar toz duman içinde koparılan yaygaralardan,
karşılıklı suçlamalardan, yüz kızartıcı iddialardan ise şimdi eser yok… Ne oldu onca
iddiaya, suçlamaya? Şampiyon belli oldu ya, artık sakin olma ve onun rantından
nasiplenme zamanı…
Günümüzde profesyonel futbolun, yayın hakları, hasılat, kombine bilet ve sayısız ürün
satışı, reklamlar, röportajlar, sponsorlar gibi türlü rant kaynaklarıyla koca bir
endüstriyel alan haline gelmesi, bu alana iştahla bakanların sayısını hızla çoğaltıyor.
Düzen egemenlerinin, çok boyutlu beklenti ve çıkarları gereği futbola gösterdikleri
yoğun ilgiyi olağan karşılamak mümkün. Ancak toplumun emeği ile geçinen düşük
gelirli kesimlerinin de futbola, en az bu işin kaymağını yiyenler kadar ilgi göstermesi,
üzerinde uzun uzun düşünülmesi gereken bir durum. Tuttuğu takımın
kazanmasından alacağı manevi haz dışında futboldan hiçbir çıkarı olmayan
kesimlerin, bir kulübe, belki de hayatta hiçbir şeye olmadığı kadar derin duygularla
bağlanması nasıl açıklanabilir? Futbolun kendine özgü büyüsü bir yana, bu ilginin
psikolojik, sosyolojik ve kültürel nedenleri de var elbette.
Ama ne olursa olsun; birileri için hayatlarının en önemli mutluluk ya da hüzün kaynağı
olabilecek kadar geniş manevi değere sahip futbolun, başka birileri için çok büyük
maddi çıkarlar elde etmenin keyifli bir aracı olduğu tartışılmaz.
Futbol, kitleleri adeta hipnotize etmiş gibi peşinden sürüklerken, diğer yandan
mutlak kazanmacı anlayışın baskısı altında şekillenen, sporun özüne yabancılaşmış
kültürüyle, takımlar ile kurulan en masumane gönül bağına bile sarsıcı darbeler
vuruyor artık.

YİTİRİLEN  DEĞERLER

Profesyonellikle birlikte futbolun bambaşka mecralara sürüklendiği, bambaşka
hesapların nesnesi olmaya başladığı ise hiç kimsenin inkar edemeyeceği kadar
açık bir gerçek. Yeşil sahadaki mücadele, dökülen ter, ortaya konan çaba, ancak
galip gelinirse bir anlam kazanıyor. Çünkü herkes aslında galibiyetin maddi
getirisinin peşinde. Yenilen ise, bu yenilgiyle saha dışında da neler kaybettiğini
biliyor ve üzüntünün ötesinde tam bir yıkıma uğruyor. Kazanmaya koşullandırılmasının
yanı sıra, beklenti ve hedeflerinin büyük tutulması, bir spor müsabakasını
kaybetmekten duyulabilecek normal bir üzüntünün çok çok fazlasını yaşamasına
neden oluyor.
İşin sportif kısmını da düşünen, bu anlamda futbola farklı kaygılarla yaklaşan kimseler
ise neredeyse hiç kalmadı gibi. Mutlak kazanma kültürünün etkisiyle etik
değerlerden alabildiğine uzaklaşmış bir futbol ortamında, sportmence ve onurlu
mücadeleyi ön planda tutan yaklaşımların ne yazık ki artık hiçbir geçerliliği ve değeri
yok.
Lafa gelince, bu duruma karşı çıkan ya da futbolun geldiği bu noktadan hiç hoşnut
olmayan çok sayıda kişi varmış gibi görünse de, iş ciddi ciddi futbolun günümüzdeki
işlev ve misyonunun sorgulanmasına geldiğinde, nedense konu hakkında yorum
yapmaya hevesli pek kimse ortalarda görünmüyor.
Şiddet, kavga, küfür, şike hatta cinayet gibi yaşanan onca olumsuzluğa karşın,
futbolun estetik ya da eğlenceli yanlarını ön plana çıkararak onu masum göstermeye,
idealize etmeye çalışanların sesi hâlâ daha gür çıkıyor. Tek derdi, tiraj ve reyting
olan medya, güzellikleri sunma görüntüsü altında, futbolu makyajlama işinin de başını
çekiyor.
Oysa oyun niteliğini neredeyse tümden yitirmiş ve artık düpedüz bir rant aracına
dönüştürülmüş futbol, bu haliyle, esaslı bir sorgulanmayı, hatta deyim yerindeyse
ipliğinin pazara çıkarılmasını çoktandır hak ediyor.

ŞİRKET-MÜŞTERİ İLİŞKİSİ

Sahada kazanmanın, rant pastasından daha büyük dilim kapmak anlamına
gelmesine bağlı olarak futbol kültürü de kaçınılmaz olarak değişmeye başladı.
Centilmence, sportmence, onurlu ve dürüst mücadele gibi kaygılar bir kenara
fırlatılırken, futbolun ekonomik rantından mümkün olan en büyük pastayı nasiplenme
hedefiyle birlikte, “ne pahasına olursa olsun kazanma” anlayışı, futbol kültürüne tam
anlamıyla damgasını vurdu. Sporun ruhu ve felsefesiyle tamamen çelişen böyle bir
kültürün, böyle bir yaklaşımın, kaçınılmaz sonucu olarak, şiddet, şike, teşvik primi,
doping gibi yozlaşmışlıklar, giderek futbolda daha çok boy göstermeye başladı.
Aslında paranın borusunun öttüğü bir toplumsal düzende, büyük bir ekonomik rant
oluşturan profesyonel (endüstriyel) futbola her türlü kirli elin uzanması, hiç de şaşırtıcı
değil. Rant pastası büyüdükçe, futbolun içinde dönen tezgahların çoğalması da bu
bağlamda doğal karşılanmalı.
Kulüplerin giderek birer ticari şirket haline dönüşmesi, taraftarları da ister istemez
müşteri konumuna sürüklüyor. Kulüp yöneticileri, sponsorlar ve işin içindeki diğer
şirketlerin, taraftarların kulübe olan gönül bağını sömürmek için kullanmadıkları
yöntem kalmıyor. Sürekli olarak çıkarılan yeni ürünler, ekonomik niyetleri ortaya
koyuyor. Formalar sık sık değişiyor. Çünkü her yeni forma yeni bir pazar anlamına
geliyor. Galip gelinen önemli bir maçın ardından birkaç gün içinde, o maçın anısına
çıkarılan formalar piyasaya sürülüyor ve galibiyetin rantı daha bir katmerleniyor.
Kulüpler diğer yandan, yurdun dört bir yanına açtıkları dükkanlar ya da gezici tırlar
aracılığıyla, pazarı daha da genişletme çabalarını sürdürmekten geri durmuyorlar.
Gelişen iletişim teknolojisi ile birlikte pazarlama yöntemleri de giderek çeşitleniyor.
Örneğin son dönemlerde, futbolcunun gol attığı forma, kalecinin penaltı kurtardığı
eldiven gibi malzemelerin internet üzerinden açık artırma ile satılışına tanık oluyoruz.
Görüldüğü gibi kulüpler, forma sevgisini, renk aşkını paraya tahvil etmek konusunda
oldukça kararlı ve azimliler.
Avrupa futbolunun en yetkili kurumu olan UEFA’nın belirlediği ekonomik kriterlere
uygun bir mali yapıya sahip olma zorunluluğu da kulüpleri bu tür ticari girişimlerde
bulunmaya zorluyor.

BIR YANILSAMA

Endüstriyel futbol ortamında şirketleşen ya da şirketleşme yolunda adım atmaya
çalışan kulüplerin adeta birer soygun mekanizmasına dönüştüğü gerçeğini
görmezden gelerek, bazı kulüpleri, “emekçi takımı”, “işçi sınıfının takımı” gibi
payelerle etiketleme gayretkeşliği ise son derece boş, safiyane ve gereksiz bir
çaba. Bu tür yanılsamalar, aldatmacalar ancak taraftarlıklarına gerekçe arayanların
gözünde bir anlam taşıyabilir. Rant hedeflerinin, ticari hesapların temel belirleyici
olduğu bir futbol ortamında hiçbir takım, “emekçi” ya da ” işçi sınıfı” takımı olarak
nitelendirilemez. Bu kulüplerde yönetici sıfatıyla kimlerin görev yaptığını görüyoruz.
Çoğu yönetici aynı zamanda işletme sahibi kapitalist patron. Kendi işletmesinde
çalıştırdığı işçilerin, emekçilerin canına okuyan biri, nasıl oluyor da “emekçi
takımı”nda yöneticilik yapabiliyor?
Ayrıca bu yöneticilerin mafya çeteleriyle ne kadar senli benli oldukları, karşılıklı çıkar
ilişkisi kurdukları da sır değil. Mafya çetelerinin desteği, onların gözünde sağlam bir
güvence. Hedeflenen başarıya ulaşmak adına, yeri geldiğinde mafyadan yardım
istemek, zaten yöneticiliğin önde gelen görevlerinden sayılıyor.
Taraftar profiline bakarak da, bir kulübün emekçi takımı olduğu iddia edilemez.
Kuşkusuz emekçiler de bir takıma gönül verebilir ama bu durum hiçbir zaman o
takıma “emekçi” niteliği kazandırmaz. Formalara alınan reklamlardan neredeyse
takımların amblemleri bile görünmezken, böyle yakıştırmalarda bulunmak son
derece ilginç.
Ne yazık ki bu konuda; futbolcusu, teknik adamı, yöneticisi ve taraftarıyla,
emekçilerin kendi takımlarını kuracakları günlerin yakın olmasını dilemekten başka
yapacak bir şey yok şimdilik.

TARAFTARLIK SORGULANMALI

Futbola gösterilen yoğun ilgiyi, ekonomik rant yanında, politik ve ideolojik açıdan da
kendi çıkarlarına tahvil etmek isteyen düzenin egemenleri, sahip oldukları kitle
iletişim araçlarının da yardımıyla doğrusu bu işi, hakkını vererek yapıyorlar. Esas
hedef ekonomik rant gibi görünse de, işin politik ve ideolojik boyutu da gözden
kaçırılmamalı. Bu açıdan, futbolun özellikle ve öncelikle taraftarlık kavramı üzerinden
düzen egemenlerine sağladığı hizmetlerin ivedilikle sorgulanması önem kazanıyor.
Günümüzde ne yazık ki pek çok insan, medyanın da önemli rol üstlendiği çok büyük
çaplı bir yönlendirme faaliyetinin etkisinde kalarak fanatik birer taraftar olmaktan
kendini alamıyor. Tutulan takımın durumu, yaşamın en öncelikli kaygıları arasında yer
almaya başladığı zaman, işin rengi de yavaş yavaş değişmeye başlıyor. Taraftarlık
dozunun masumane gönül bağından fanatizm boyutuna yükselmesi, bir süre sonra,
kaçınılmaz olarak futbola yönelik hastalıklı bakışı doğuruyor. Bir insan ne kadar
fanatik taraftar olursa, o oranda bilincini, mantığını ve sağlıklı düşünebilme yetisini
yitiriyor ve tam da düzen egemenlerinin istediği gibi yaşamla, futbol ve tuttuğu takım
dışında bağ kurmakta zorlanan, alabildiğine sığ bir insan haline geliyor.
Hastalıklı bakışın içselleştirilmesiyle işlerin nerelere vardığını ise hemen her hafta
statlarda yaşanan olaylardan görüyoruz. Kavga, dövüş, küfür artık neredeyse futbol
maçlarının olmazsa olmazı gibi sıradan ve olağan kabul ediliyor. Aslında tribünlerde
yaşanan şiddet, futbolun düzen egemenlerine ideolojik anlamda nasıl hizmet
ettiğinin en önde gelen göstergesi.
Medya aracılığıyla gerginleştirilen spor ortamında, taraftarlık olgusu üzerinden
kışkırtılarak, yapay ayrımlar tuzağına düşen aynı sınıfın insanları, birbirlerini düşman
olarak görmeye başladıkları an, düzen egemenleri ellerini ovuşturmaya başlıyor.
Kentler ve insanlar arasına atılan düşmanlık tohumlarıyla, bir anlamda sınıfsal
çatışmanın yerini, yapay ayrımlara dayalı düşmanlıklar ve çatışmalar alıyor.
Hayat kavgası içinde ortak idealler uğruna omuz omuza mücadele etmesi gereken
aynı sınıfa ait insanlar, futbol fanatizminin bilinç bulandırıcı etkisiyle birbirlerine, yok
edilmesi gereken düşman gözüyle bakabiliyorlar. Fırsatını bulduklarında da vahşet
boyutunda şiddetin uygulayıcısı olabiliyorlar. Taraftar gruplarının uyguladığı böylesi
anlamsız bir şiddeti, birilerinin büyük bir zevkle izlediğinden hiç kimsenin şüphesi
olmasın.
Sınıfsal kargaşaya tribünlerden başka bir örnek… Toplumsal yaşam içinde hiçbir
zaman yan yana gelmeyecek farklı sınıflara ait, çıkarları farklı insanların, aynı takıma
gönül verdikleri için tribünlerde nasıl tek bir yürek olduklarından, takımlarının
kazanması uğruna coşkuyla kaynaşmalarından, “kader birliği” etmelerinden övgüyle
söz ediliyor. Her türlü lükse ve konfora sahip korunaklı locasında içkisini
yudumlayarak maçı izleyenle, kale arkasındaki ucuz tribünlerde yeri geldiğinde
titreyerek, yeri geldiğinde güneş altında pişerek maçı izleyen garibanın “kader
birliği”, maçın bitiş düdüğü ile birlikte son buluyor halbuki. Onlar stad dışında
birbirinden çok farklı dünyaların insanları. Bu anlamda, bölümlere ayrılmış tribünler,
sınıflara bölünmüş toplumun küçük bir modeli gibi.
Futbol üzerinden düşmanlık ya da kader birliği etmenin kimlerin işine yaradığı açık
değil mi?

TRİBÜNLERDE ŞOVEN RÜZGARLAR

Futbolun ekonomik rantı kadar politik rantından da yararlanmak isteyen milliyetçi
gerici kesimlerin, elde bayrak, dilde şoven tezahüratlar eşliğinde tribünlerde tam
kadro boy göstermesi de hiç şaşırtıcı değil.
Özellikle uluslararası nitelik taşıyan karşılaşmalar öncesi ve sonrasında medyanın da
katkısıyla estirilen milliyetçi, şoven rüzgarlar, bu kesimlerin yelkenlerini alabildiğine
şişiriyor. Bayrak ve İstiklal Marşı gibi ulusal sembolleri, uluslararası nitelik taşımayan
maçlarda bile bıkmadan usanmadan istismar etmek ne anlama geliyor peki?
Milliyetçi gericilik, kendisine en çok stadyumlarda “kan” buluyor. “Bayrağımıza
hakaret ettiler” diyerek gözlerini kırpmadan 2 Leeds United taraftarını Taksim’de
bıçaklayarak öldürenler de “milliyetçi duyarlılığa” sahip futbol seyircileriydi elbette.
Ellerde bayraklar, dillerde kanlı, intikamlı, ölümlü tezahüratlar… Günümüzdeki
egemen futbol anlayışına yakışan bir manzara.
Tribünler, milliyetçilik kadar, binlerce kişinin koro halinde ettiği, feodal erkek
jargonunun en “nadide” parçaları olan küfürlerle, düzenin cinsiyetçi, baskıcı,
köhnemiş ahlak anlayışının da, yeniden üretildiği mekanlar aynı zamanda.
Günümüz futbolunun bu sportif kaygılardan uzak cinnet hali içinde medyanın rolünü
de iyi algılamak gerekiyor. Medya, yeri gelir ortamı gererken de, yeri gelir futbolun
güzelliklerini ön plana çıkarırken de aslında tek kaygıyla hareket ediyor: Reyting ve
tiraj. Çıkarı neyi gerektiriyorsa onu haber yapan, çıkarı nasıl gerektiriyorsa öyle
haber yapan ya da çoğu zaman olduğu gibi haberi tamamen uyduran medyadan
daha değişik bir futbol ortamı, daha başka bir futbol anlayışı ya da daha farklı bir
futbol kültürü için çaba göstermesini beklemek saflık olmaz mı?

ÖNEMLİ OLAN OYNAMAK

Aslında sportif amaçlarının dışına taşmamak koşulu ile oynandığında futbol
gerçekten de büyük keyif veren bir etkinlik. Diğer spor dallarıyla olduğu gibi futbolla
da en sağlıklı ilişki ancak onu uygulamakla kurulabilir. Yani aslında en amatörce
düzeyde de olsa futbol oynayabilmek, bu işin seyircisi ya da taraftarı olmaktan çok
daha önemli. Ama maalesef bu bilince sahip olanların sayısı yok denecek kadar az.
İnsanlar para vermeden spor yapabilecekleri halka açık alanlara kavuşmaktan çok,
tuttukları takımın büyük stadlar yapmasını önemsiyorlar.
Futbolla ilgiyi, sportif değerleri koruyup yaygınlaştırma ve sağlıklı olma hedefi
üzerinden değil de salt taraftarlık üzerinden kurmanın, egemenlerin değirmenine su
taşımak anlamına geleceği hiçbir zaman unutulmamalı.
Ve her zaman, futbolu izlemenin değil, oynamanın yolları, olanakları aranmalı.

AB anayasası, referandum ve ‘Hayır’ın önemi*

Bu satırları yazdığımız sıralarda AB anayasası için yapılacak olan referandumda “AB anayasasına hayır” oyu verilmesi için yürütülen kampanya bütün hızıyla devam ediyordu. “Hayır” oylarının oranı yapılan kamuoyu yoklamalarınin da gösterdiği gibi “evet” oylarını geçecek derecede giderek artıyor. Ancak kararsız ve sandık başına gitmek istemeyen seçmenlerin sayısı da hâlâ oldukça kabarık.
2004 yılının Ekim ayında Roma’da yapılan AB zirvesinde Chirac’ın da dahil olduğu AB üyesi 25 ülkenin devlet başkanı tarafından imzalanmasına rağmen, bugün AB adını almış olan Avrupa Topluluğu’nun kurucu ülkelerinden Fransa’nın anayasayı reddetmesi ihtimal dışı değildir. AB üyesi ülkelerin çoğunluğu, anayasanın yürürlüğe girmesi için parlamento oylaması yolunu seçerken, 2002 yılında Fransa’da yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerinde  ezici bir çoğunlukla seçimi kazanan Chirac, anayasanın kabulü için referandum yolunu seçti. “Evet” kampının iki büyük gücü, sağ partilerden ve Sosyalist Parti’den bir çok yetkili, Chirac’ın bu tutumunu eleştirerek, onun bu tercihinin ulusal ve uluslararası planda çok ciddi sonuçlara yol açacağını ifade etmişlerdi. Referandum 29 Mayıs’ta yapılacağı için, bir bilanço çıkarmak için vakit henüz erkendir. Ancak, ülkemizin ve sadece Avrupa’nın değil bütün diğer ülkelerin de emekçilerini ve halk kitlelerini bu politik mücadelenin önemi konusunda aydınlatmanın önemi büyüktür. Ilerici güçler için, neo-liberalizme karşı mücadele eden herkes için bu mücadelenin önemi büyüktür. Anayasanın kamuoyuna açıklanması ile birlikte anayasaya hayır kampanyasına girişen, referandumda “hayır”ın kazanması için oluşan geniş ittifaklara dahil olan partimiz için de bu mücadelenin büyük önemi vardır.

ANAYASA, NEO-LİBERALİZMİ KURUMSALLAŞTIRIYOR
Genel olarak bir anayasa, bir devlet aygıtında adalet, yasama, yürütme gibi iktidar organlarının hiyerarşisi ve örgütlenmesi, karar organları, vatandaşların hak ve ödevleri, itiraz merciileri vs. gibi konuları düzenler. Somut politika ayrıntılarına girmeden genel prensipleri kapsayan kısa bir metindir.
AB anayasasının bir politika belirlemesi ve bu politikanın anayasa metninin ayrılmaz parçası olması onun önde gelen özelliğidir. Bu durum iki önemli sonuca yolaçıyor.
Birincisi; belirlenen politikayı bağlaması nedeniyle, politikayı ya da kurumları değiştirmek, anayasanın tamamını değiştirmeden mümkün değildir. Başka bir deyişle, anayasada belirlenen politikayı değiştirmek için anayasayı değiştirmek gerekecektir. Elbette anayasa, Avrupa Konseyi’ni oluşturan hükumetler ve devlet başkanlarının oybirliği şartına bağlı kılarak  değişiklik olasılığını öngörmüştür. Ancak AB’ye mensup 25 ülke ile bu oybirliğini elde etmek mümkün değildir.
İkincisi; anayasada belirlenen politikanın bizzat kendisinin doğasıdır. Metni neo-liberal olarak niteleyen güçler arasında geniş bir görüş birliği vardır. Bu nitelemenin üç temel nedeni vardır:
·    Birincisi; anayasanın politik, sosyal düzenlemelerde ekonomiye öncelik tanınmasıdır. Özellikle III. bölümde görüldüğü gibi, bizzat metnin kendisinde ekonomik meselelere ayrılan bölümün genişliğiyle zaten bu öncelik göze çarpıyor. Bu durum, bütün politik, sosyal çevre sorunlarının, tanınan haklar ve kazanımların ekonomik kriterler engeline takılacağı ve hareket alanının daralacağı anlamına gelir.
·    Ikincisi; neo-liberalizmin temel prensibi olan “serbest ve çarpıtılmayan rekabet” deyimi 448 maddeden oluşan anayasa metni boyunca takıntı derecesinde tekrarlanıyor. Bu cümle, toplumun her alandaki itici motor gücü, tek zenginlik kaynağı ve zenginliklerin paylaşılması ve denetlenmesinin tek aracı olarak tanımlanmıştır. Anayasa metninde bunu gösteren birçok madde  sayabiliriz.
·    Üçüncüsü; AB üyesi hükumet ve parlamentoların uymak zorunda olduğu yasaları öneren, yasa gücünde olan kural ve düzenlemeleri dikte ettiren Avrupa Komisyonu, Avrupa Konseyi, Avrupa Merkez Bankası gibi iktidar organları seçimle oluşturulan organlar değildir. Lobilerin danışmanlık yaptığı bu organlar, içerikleri ve içinde bulundukları ortam itibarıyla neo-liberalizmi zaten sindirmişlerdir. AB üyesi yeni ülkeler tarafından atanan yeni komiserlerin tamamı kendi ülkelerinde özelleştirmeleri gerçekleştiren eski bakan ya da büyük uluslararası tekellerin yünetim kurulu üyeleridirler.
Bu nedenle anayasanın, neo-liberalizmi, AB’nin mümkün olabilen tek politikası olarak tanımladığını ve bu politikaya kurumsal bir nitelik kazandırdığını söylüyoruz. Sadece bu nedenle olsa dahi, anayasa reddedilmeyi hak etmektedir.
AB anayasası, bugün sayıları 25’i bulan üye ülkelerin hepsinde geçerli olan AB’nin yasal temelini oluşturacaktır. Bu kurumsal oluşum, ne birçok devletin tek bir devlet şeklinde ortaklığı anlamına gelen bir federasyondur ne de, çok benzese de, merkezi bir iktidara bağlı bağımsız devletlerin birliği olan bir konfederasyondur.
Anayasa meseleleri, kapitalist toplumda sınıflar arasındaki güç dengelerinin yansımasıdır. Örneğin, 1947 tarihli Fransız anayasası, burjuva toplumun sınıfsal niteliğine dokunmadan, devrimci, ilerici ve komünistlerin, nazi faşizmiyle işbirliği yapan burjuvaziye karşı oluşturdukları ulusal ve uluslararası güç dengesini gözetmekteydi. Bu güç dengesi, halk kitleleri lehine bir dizi ekonomik, politik, sosyal tebirlerin alınması ve bu tedbirlerin anayasaya kaydedilmesiyle kendini ifade etmiştir.
AB anayasası, halklara ve emekçilere karşı tekellerin, emperyalist güçlerin lehine  oluşturulacak bir güç dengesini gözetiyor. Bir yandan Avrupa çapında yürürlüğe sokulan kurumlar aracılığıyla askeri imkanlar dahil olmak üzere daha çok ekonomik, politik imkanı tekellerin ve devletlerin hizmetine sunarken öte yandan katıksız bir biçimde tekellerin hizmetindeki hükumetler üstü kurumlar lehine halkın elindeki politik imkanları kısıtlıyor.
Bu anayasa, AB tarafından dikte ettirilen tüm yasal düzenleme metinleri gibi hiyerarşik olarak ulusal hukukun üzerindedir. AB anayasası ile tekeller, çıkarlarını korumak için ulusal ve uluslararası düzeyde ek olanaklara sahip olacaklar. Anayasayı reddederek tekellerin diktatörlüğüne ve neo-liberalizme son vermiş olmayacağız, ancak bu metnin onlara ek olanaklar sağlamasını engellemiş olacağız.
“Hayır” için yürüttüğümüz kampanya, tekellere ve onun egemenlik aygıtlarına karşı yürüttüğümüz mücadelenin parçasıdır.

GERİCİ DEĞERLERLE YOĞRULAN BİR ANAYASA
“Evet” taraftarları politik ve sosyal hakları içerdiği için bu metnin çok önemli olduğunu göstermeye çalışıyorlar. Metnin bu niteliğinin önceki anlaşmalara oranla büyük bir yenilik olduğunu iddia ediyorlar.
Bir yandan konuyu dikkatle inceleyince bu iddiaların yalandan ibaret olduğu ortaya çıkıyor. Anayasa metninde açıklanan haklar, ülkemizin mevcut anayasasındaki haklara ve bir çok uluslararası  metne göre geridir.
Öte yandan anayasa metninin özel bir yöntem seçerek söylediklerine oldugu gibi, söylemediklerine de dikkat edilmelidir. Örneğin –hiç kimse uymasa da– mevcut Fransız anayasasında “çalışma hakkı” diye birşey var. Avrupa anayasasında ise bir hak olarak çalışmaktan sözedilmemekte, arzu edene “çalışabilme özgürlügü” tanınmaktadır. Aradaki fark bir kelime oyunundan ibaret değildir. Daha önce elde edilmiş ve tanınmış bir hak ve hukuktan, bir “olasılığa” geçiş durumu var burada.
Diğer bir örnek kadın haklarıdır. Kadınlar ve erkekler arasında hak eşitliğini tanıma konusunda anayasa cimrilik yapmıyor. Ancak kadının toplumdaki rolü konusunda, evlilik hakkını tanıyıp!, boşanma hakkından ise bahsetmeyerek “geleneksel” bakış açısını korumaktadır. Kürtaj karşıtlarının bir mücadele sloganı haline getirdikleri “yaşam hakkına saygı”dan bahsederken, doğum kontrol ve planlama hakkını görmezden gelmektedir.
Genel bir biçimde ilan edilen hakların hiçbirisi uygulama ve uyma zorunluluğu olmayan haklardır.
Sosyal haklara gelince, anayasa metnindeki asgari içerik, bir çok ülkenin ulusal anayasasında  yeralan kazanılmış bir dizi hakkı dahil etmeyi “unutuyor”.
Anayasa metnindeki sosyal hakların, asgari niteliğine rağmen, üye ülkelerin hepsinin uymak zorunda olduğu bir temel olma özelliği de yoktur. Gerçektende sosyal haklar alanında, üye ülkelerin hukuksal düzenlemeleri AB anayasası üzerinde öncelikli bir konuma sahiptir. Ingilizlerin bu alandaki bazı muafiyetlerini biliyoruz. Hiçbir Ingiliz hükumeti uluslararası bir kurumun sosyal haklar alanında kendilerine herhangi bir dayatmada bulunmasını kabul etmez.
Bu Anayasa ile Avrupa düzeyinde uygulanan sosyal haklar kavramının bizzat kendisi bir muafiyet konusu oluyor. Anayasanın sosyal hakları Avrupa çapında en üst düzeyde eşitleyeceğini iddia etmek bir yalandan ibarettir. Sosyal haklar alanında üye ülkelerin ulusal hukuklarının Anayasaya göre önceliğini tanıyarak Anayasa, böylesi bir eşitleme ihtimalini tamamen ortadan kaldırıyor.
Her alana uygulanan “serbest ve çarpıtılmayan rekabet” prensibinin, sosyal haklar alanında emekçiler lehine elverişli düzenlemelerin bulunduğu ülkelerin yasal düzenlemelerini emekçiler aleyhine aşağıya doğru çekmek için bir baskı unsuru rolü oynayacağını unutmamak gerekir. Başka bir deyimle, her durumda, hep hakları geriye çekme egilimi vardır.
Anayasa metninin hiçbir bölümünde laiklik bir referans olarak görünmediği gibi, laik devletlerin varlığı da tanınmıyor. Kiliseyi AB’nin muhatabı olarak Anayasaya dahil ediyor, kilise ile “açık, saydam ve düzenli ilişkiler”in kurulacağını söylüyor.
Politik haklara gelince, Anayasa metninde yeraldığı şekliyle imza kampanyası hakkının demokratik bir ilerleme olduğunu iddia etmek oldukça zordur. Gerçekten de Anayasa metnine göre, bir milyon kişinin imzaladığı bir metin Avrupa Komisyonu’na gönderilebilir, ancak Komisyon’un buna cevap verme ve takip etme zorunluluğu bulunmuyor.
İktidar gücünün esas organlarının seçimle oluşturulmadığını daha önce yukarıda belirtmiştik. Kararları, yanlarında uzmanlarla desteklenen devlet ve hükumet başkanları, bakanlar, Avrupa komiserleri alıyorlar. Avrupa Parlamentosunun tek yetkisi, Avrupa Komisyonu tarafından sunulacak yasa taslaklarını oylamaya sunarak kabul ya da reddetme yetkisidir. “Rekabet kurallarının uygulanmasını” ve “iç pazarın işleyişinin” kefili olan Anayasa, çeşitli karar organlarının, karar alabilmesi için bir dizi kural belirliyor. Bu kurallar, AB üyesi ülkeler arasında, her ülkenin nüfusuna bağlı dengeleri hesaba katarak bir eşitlik görüntüsü vermeye çalıştığı için çok karmaşıktır. Devletler, emperyalist güçler, hem bu emperyalist güçlere hem de ABD emperyalizmi başta olmak üzere başka emperyalist güçlere bağımlı olan kapitalist ülkeler, arasındaki güçler dengesinin bir nevi yansımasıdır.
Ama yine de, her ülkenin Avrupa Komisyonuna  bir komiser atamasına olanak tanıyarak “küçük ülkeler”e yapılan jest ya da bu ülkelere herhangi bir kararı bloke etme olanağı sunan mekanizma, meselenin esasını gizleyemiyor. Meselenin esası şudur:
Neo-liberalizmin kurumsallaşması, her zaman en büyük tekellerin, en güçlü emperyalist devletlerin çıkarınadır. Dünya emperyalist sisteminin krizi koşullarında onların politikaları uygulanıyor.
Güçlü emperyalist devletler, diğer ülkeler üzerinde baskı yapabilmek için sayısız araca ve olanağa sahipler.
Bu eşitsizlik her alanda kendini gösteriyor. Örneğin, ortaklık kriterleri , AB’ye giren Doğu Avrupa ülkelerine uygulanırken,  Alman ve Fransız emperyalizmleri kendilerini bu kriterlerden muaf tutabiliyorlar. Doğu Avrupa hükumetlerinin bu kriterleri harfiyen uygulaması, ekonomilerinin önemli dayanaklarının özelleştirilmesinin sosyal felaketlere yolaçması, geçmişin mirası olan sosyal hakların ve köylülüğün bir kısmının tasfiyesi, özellikle gençler arasında olmak üzere işsizliğin patlaması v.s ile sonuçlanmıştır.
Büyük emperyalist güçlerin ikiyüzlülüğünün doruk noktası, bu ülkeleri –- bilinçli olarak bu ülkelerin yöneticileri ile halkını birbirine karıştırarak- neoliberalizm yönünde daha ileri gitmek isteyen ülkeler olarak göstermeleridir !

İNŞA HALİNDEKİ BİR SÜPER GÜCÜN ANAYASASI
Daha önce de belirttiğimiz gibi, AB Anayasası, her ikisinin de özelliklerini kendinde toplayarak ne bir süper Avrupa devleti ne de gerçek bir konfederasyon kurulmasını öngörüyor. Karar organlarına (Avrupa Komisyonu, Konseyi, Avrupa Merkez Bankası gibi) hükumetler üstü ayrıcalıklar tanıyor, ve üye ülkelerin tamamına neo-liberal dogmaları ve kuralları dayatıyor. Böylece genel olarak AB’ni, özel olarak da üye ülkelerin her birini dünya ölçüsünde neo-liberalizmin bir halkası haline getiriyor ve ona mahkum ediyor.
Anayasanın öngördüğü AB, kendi içine kapalı bir yapı değildir. Bir ya da birkaç emperyalist gücün egemenliğindeki emperyalist bloklar, emperyalist güçler arasındaki rekabetin bir bileşenidir.
Bu ülkelerin hepsinin, özellikle de SSCB ve COMECON’un dağılmasından sonra ortaya çıkan Doğu Avrupa ülkelerinin, neo-liberalizmin uygulanma alanına ve emperyalizmin dünya sistemine hızlı bir şekilde zorla dahil olmasının aracıydı ve aracı olmaya devam ettiğini söyleyebiliriz.
Bu özelliklerinden dolayı, inşâ halindeki bir emperyalist bir blok olduğunu ve her emperyalist blok gibi AB’nin de sadece ekonomik, politik, diplomatik yollarla değil, askeri gücüne de dayanarak egemenlik kurma amacında olduğunu söyleyebiliriz.
Bu durum, AB’nin ABD emperyalizmine ve onun politik-askeri aracı olan NATO’ya karşı tutumunu da gündeme getirmektedir.
AB’ye üye 25 ülkeden 20’si aynı zamanda NATO üyesidir.  ABD emperyalizminin Irak’a savaş ilan ettiği esnada AB üyesi 7 ülkenin devlet başkanı Bush’a hitaben bir destek mektubuna imza atmıştı. ABD yönetimi bu çatlaktan faydalanarak “yaşlı” ve “yeni” Avrupa’ya gönderme yapma imkanı bulmuştu.
AB Anayasasının uzunca bir maddesi “ortak güvenlik ve savunma politikasına” adanmıştır. Bu politika, AB içerisindeki egemen emperyalist güçlerle (özellikle Fransız ve Alman emperyalizmi) ABD emperyalizmi arasındaki güçler dengesinin ve ilişkilerinin ayrıntılarını ifade etmektedir.
Anayasa, Avrupa Konseyi’nde oybirliği ile karar altına alınabilecek “süreç içinde belirlenecek ortak bir savunma politikası” öngörmektedir. Ancak ardından bu politikanın “üye ülkelerden bazılarının güvenlik ve savunma politikalarının özel karakterini, NATO üyesi olmaktan kaynaklanan yükümlülüklerini bozmayacağını” ve NATO’nun politikasının “AB anayasasının belirlediği ortak güvenlik ve savunma politikasıyla uyumlu olduğunu” ifade etmeyi de unutmaz.
Aynı bölümde, “üye ülkeler, askeri kapasitelerini süreç içinde arttırırlar” dedikten sonra Avrupa’da bir silah sanayisinin geliştirilmesi için Avrupa Silahlanma Ajansı’nı ön plana çıkarır.
Nihayet, üye ülkelerden bazılarının askeri alanda “AB çerçevesinde sürekli ve örgütlü bir işbirliği” niyetini not eder.
Bu nitelikleriyle anayasayı reddetmek için dört başka neden daha sayabiliriz:
·    Birincisi, ABD emperyalizminin hakimiyetinde bulunan, paylaşım savaşlarının ve zenginlikleri talan etmesinin ve egemenlik kurmasının aracı olan politik-askeri pakt NATO ile AB arasındaki ilişkileri kurumsallaştırıyor. Böylece, üye ülkelerden bazılarının tarafsızlığını ise dikkate bile almıyor.
·    Ikincisi, AB’nin çıkarlarını korumak için sınır ötesi operasyonları da öngören askeri bir gücün geliştirilmesini teşvik ediyor.
·    Üçüncüsü, silahlanma yarışına, uluslararası ilişkilerin militaristleşmesine ve emperyalistler arası bir savaş tehlikesinin giderek büyümesine aktif olarak katılıyor.
·    Dördüncüsü, doğası gereği askeri gücünü, emperyalizmin egemenliğine ve onun politikası neo-liberalizmden kurtulmak için mücadele eden halklara karşı, emperyalist sistemin muhafazasının hizmetine sunuyor.
Anayasayı reddetmek, aynı zamanda, inşa halindeki bu emperyalist güce karşı mücadele etmek ve adalet, barış ve Avrupalı olan ya da olmayan her halkın kendi ekonomik-toplumsal sistemini tayin hakkı için dünya halklarının yanında mücadeleyi tercih etmektir. Neo-liberalizmin diktatörlüğüne karşı mücadele etmektir.

CHİRAC – RAFARİN – SEİLLİERE VE AB ANAYASASINA HAYIR
Fransa’da son yıllarda uygulanan politikalar ile AB anayasası arasında çok yakın bir ilişki olduğu açıkça ortadadır. Chirac-Rafarin-Seilliere’in  politikalarının giderek artan şekilde reddedilmesi anayasaya muhalefeti güçlendirirken, aynı muhalefetin artması, Chirac-Rafarin-Seilliere’in politikalarının reddini de güçlendirmektedir.
Bu karşılıklı etkileşim, en fazla, referandumda hükumet politikalarına bir cevap vermeye hazırlanan seçmenleri “ne için seçim yapıldığını unutmamaları” konusunda uyaran sağdaki partilerin ve Sosyalist Parti’nin yöneticilerini endişelendirmektedir.
Referandumda “hayır” çağrısı yapanların yelpazesi oldukça geniştir. “Evet” çağrısında bulunan partilerin içinde bile bazı küçük gruplar “hayır” etrafında kampanya yürütmeye devam ediyorlar. CGT sendikasının, politik bir sorun olduğu için herhangi bir çağrıda bulunmama şeklinde olan resmi tutumu, sendika tabanının aktif faaliyeti sonucunda Başkanlar Konseyi’nde reddedildi. İşçiler, neo-liberal politikaların sonuçlarına ve özellikle son günlerde gündemde olan tamamen anayasanın mantığı ile aynı doğrultuda olan Bolkestein  direktifleri gibi AB direktiflerine karşı hergün mücadele edip, onu teşhir ederken, sendika merkezinin “biz politikaya karışmayız” bahanesinin ardına sığınarak anayasaya kendiliğinden bir destek sunmasını kabul edemezlerdi. CGT’deki bu gelişmeden sonra, birçok sendika merkezi, anayasaya karşı çağrıda bulundular.
Anayasayı red eğilimi, köylüler arasında da oldukça güçlüdür. Fransız kapitalist köylülüğü –orta ve büyük köylü– “AB sayesinde” palazlanarak, dünyada önemli bir konuma ulaştı. Küçük köylülüğün tamamen tasfiyesinin, orta köylülüğün de boğazına kadar borçlanmasının bu gelişmeye eşlik ettiğini ifade etmek gerekir.
Köylülerin hangi nedenle anayaya hayır dediklerinin detayına girmeden, köylülerin tutumunun, kırın önemli kesimlerini de beraberinde sürükleyeceğinin altını çizmek gerekir.
Yine kadın hareketi de anayasaya hayır için seferber oldu. Kadınların, toplumda, neo-liberal politikalar ve onun halk karşıtı sonuçlarından en fazla etkilenen kesimi olduğunu söylemek gerekir. Kadınlar, aynı zamanda, bu politikalara eşlik eden gericiliğin yükselişinin sonuçlarına da maruz kalıyorlar.
Gençler, eşitsizlikleri daha da derinleştiren, eğitim ve öğretimi kapitalist işletmelerin hizmetine sunan eğitim sistemindeki reformlarla anayasada belirlenen yönelimler arasındaki ilişkiyi görmeye başladılar. Anayasanın anti-demokratik yapısına, anayasanın hemen hemen sadece “sermaye ve malların serbest dolaşımından” bahsetmesine rağmen, Schengen anlaşmasında yeralan düzenlemelerin yeniden ele alınıp daha da kısıtlanması, tabir yerindeyse, göçmen adaylarının denize atılmasına, gençlerin ilk hedefte yeraldığı polis devletinin güçlenmesi anlamına gelen adli ve polis teşkilatlarının işbirliğinin geliştirilmesine karşı duyarlılar. Nihayet, anayasanın teşvik ettiği silahlanmayı anlamakta güçlük çekiyorlar. Anayasaya “hayır” için kampanya yürüten örgütlerin önündeki en önemli sorun, gençleri oy kullanmaya ikna etmektir.
Başından bu yana, “anayasaya hayır” kampanyası, esas olarak, neo-liberalizm karşıtı güçler tarafından yürütüldü. “Evet” kampının, anayasaya karşı çıkan sağ ve faşist partileri “hayır” kampının tek sözcüsü yapmak için harcadığı çabalara rağmen, bu partiler, bu hareketlenmenin çok uzağındadırlar. Bu çabanın bir parçası olarak, hükumet, Sosyalist Parti yöneticilerinin de onayını alarak, resmi propaganda kampanyası döneminde, televizyon kanallarını, hayır cephesinin temsilcisi olarak iki milliyetçi şoven sağ partiye, Le Pen’in ırkçı faşist partisine ve bir de Fransa Komünist Partisi’ne açma kararı verdi. Anayasaya “hayır” eğiliminin bu şekilde şeytani oyunlara alet edilme girişimi, “evet” kampının referandum sonucundan ne derece korkuya kapıldığının bir göstergesidir.

PARTİMİZİN TUTUMU VE ÇALIŞMASI
Partimiz, AB anayasası meselesine başından beri büyük önem verdi. La Forge, 2002 yılının Kasım ayından bu yana, AB anayasasının tehlikeleri konusunda dikkatleri çekti .  Haziran 2003’te Selanik’te yapılan AB zirvesinde anayasa meselesinin masaya yatırılmasından itibaren, ulusal ve uluslararası planda, “anayasaya hayır” fikrini sistemli olarak işledik ve gazetemizin 2003 yılının Aralık ayında yayınlanan sayısı, “ilerici, enternasyonalist ve halkçı bir HAYIR için Anayasa konusunda referandum” talebini içeren kapakla çıktı.
Partimiz, başından bu yana, tekellerin ve gericiliğin Avrupası’na karşı çıkmıştır ve AB’nin kuruluşunun, halklara, halk kitlelerine, işçi sınıfına karşı yürütülen emperyalist bir girişim olduğunu teşhir etmiştir. Bu anayasanın, uluslararası planda artan faşizm tehlikesine de paralel olarak, AB’nin kuruluşu sürecinde nitel bir adım oluşturduğu tartışılmaz bir gerçektir.
Ülkemizde gelişen muhalif hareketin üç temel özelliği var:
·    Toplumun, şimdiye kadar AB’nin kuruluşuna karşı çıkmayan ve konuya ilgisiz kalan ya da ilgisiz kalmasa da, somut olarak bu kuruluş sürecine nasıl engel olacağını bilemeyen tabakalarını ve kesimlerini sürükleyerek kitlesel bir karakter kazanmıştır.
·    “Hayır” etrafında toplanan politik ve toplumsal güçlerin büyük çoğunluğu, “başka bir Avrupa”, “sosyal, ilerici, halklarla dayanışmacı bir Avrupa” vb. söylemlerini taşıyorlar.
·    Özellikle işçi sınıfı ve halk kitleleri içinde etkin olan, anayasanın neo-liberal özü ile sağcı hükümetin politikaları arasında bağlantı kuran güçlü bir akımın bulunması.
İşçi sınıfının partisi olarak, politik çizgimizi belirlemek için, bu değişik özellikleri dikkate aldık. Partimizin çizgisini şöyle özetleyebiliriz:
·    Bu anayasayı engellemek için referandumda “Anayasaya hayır” çıkması için aktif, kitlesel bir kampanya yürütmek.
·    Anayasaya hayır temeli üzerine inşaa edilen “Hayır için birlik” inisiyatiflerine katılmak. AB ile ilgili olarak “ilerici, sosyal AB” vb. gibi reformist hayalleri yayanların da bu komitelerin içinde bulunması, oluşan bu birliklere katılmamızın önünde engel teşkil etmez. Bu meseleyi temel bir ayrılık sorunu haline getirmek, kendini kitlelere tanıtmak zorunda olan partimizin, bu muazzam hareketin tamamen dışında kalması anlamına gelecekti.
·    Yukarıda söylenilenleri dikkate alarak, kitlesel bir propaganda faaliyeti aracılığıyla partimizi geniş kitlelere tanıtmak, politikalarımızı geliştirmek.
Partimiz bulunduğu her yerde bu politikaya atılganlık ve birlik içinde sarıldı. Anayasayı red eden muhalefetin, her alanda, kitle mücadelesinin her cephesinde kendini ifade etmesini teşvik etti. Dünyanın bütün halklarını ilgilendiren bu mücadeleye uluslararası bir boyut vermek için, aynı zamanda, kardeş partilerin ülkemizde bulunan güçlerinin ve genel olarak uluslararası komünist hareketin desteğini aldı.

SONUÇ OLARAK
Referandum sonucunda anayasaya “hayır” çıkması, daha önce karşılaşılmayan yeni bir politik duruma yolaçacaktır. Öncelikle, ulusal planda, sırayla hükümet koltuğuna oturan temel politik güçler olan sağ partiler ve Sosyalist Parti, büyük bir politik yenilgiye uğramış olacaklardır. Özellikle sağ partiler, referandum sonrasında, hiç bir şey olmamış gibi davranamazlar. Sadece başbakanın geleceği değildir tartışma konusu olan, aynı zamanda, şimdiye kadar yürütülen politikalara da verilen şamar gibi bir cevap olacaktır. Sosyalist Parti açısından da, parti yönetiminin ve “sosyal liberal” politikalarının tartışmasız biçimde reddi anlamına gelecektir.
Öte yandan, bu zaferin asıl yaratıcısı olan işçi ve halk hareketi, neo-liberal politikaları etkisiz kılma mücadelesinden daha da güçlenerek, güçlerini birleştirerek çıkacaktır.
“Evet” için yapılan muazzam propagandayı boşa çıkarama başarısını göstermiş olacaktır. Liberalizm ve onun sosyal liberal versiyonunun alternatifi ekonomik politika meselesi tartışmaya açılacaktır.
Uluslararası planda, anayasanın Fransa tarafından reddi, anayasanın genel kabulü süreci üzerinde etkide bulunacaktır. Şimdiden, referandumda “hayır” çıkması ihtimalinin, anayasayı kabul biçimi ne olursa olsun, diğer ülkelerinde ilgisini çektiğini görüyoruz. Emekçilere ve halklara vermek istediğimiz esas mesaj, Fransa’daki referandumda çıkacak “hayır” sonucunun zaferinin, dünyanın her tarafında, halkların, tekellerin diktatörlüğüne, emperyalist devletler ve onların neo-liberal politikalarının karşı verdiği mücadelesinin zaferinin parçası olduğudur.

‘Üçüncu yol’a bütünlüklü bakabilmek

İngiltere seçimlerini Tony Blair’in liderliğindeki İşçi Partisi’nin bir kez daha kazanması, Türkiye medyasının hem neoliberal hem de sosyal demokrat kalemlerinin bazılarınca oldukça olumlu karşılandı. Olumlu yaklaşımcılara göre, muhafazakâr Margaret Thatcher’dan sonra, Tony Blair’in İşçi Partisi’nin İngiltere’de üst üste üçüncü defa seçimi kazanmasından alınacak çok ders var. Bu yorumlara göre, “İngiltere halkının ‘solcular iş bilmezler, ekonomiyi yönetemezler’ ön yargısını kıran Blair ve arkadaşları solu yenilediler, ‘solcular da ekonomiyi iyi yönetebilir’ kanaatini vererek iktidara geldiler, iyi de yönettiler ve bunun için üçüncü defa seçimleri kazandılar. Öyleyse bu başarıdan mutlaka ders çıkarılmalıdır.”
Seçim sonuçlarından herkesin kendi ideolojik duruşuna ve donanımına göre dersler çıkaracağı muhakkak. Neoliberal köşe yazarları, seçim sonuçlarından çıkardıkları derslerle, CHP’ye liberal “akıl vermeye” başladılar. Akıl veren liberallere göre, “demokrasi”de bazı sorunları sağ, bazı sorunları “sol” daha iyi çözer. Türkiye’nin böyle bir iktidar nöbetleşmesi yapamamasının, Türkiye’de demokrasinin “sol” kanadının bulunmaması anlamı taşıdığını düşünen bu liberal akılcılara göre, böylesi bir kanat eksikliğinin sorumlusu CHP’dir. Ve CHP, şu sonucu çıkarmalıdır: “Blair ve arkadaşları hem ‘ekonomi dili’ni iyi konuştu, hem muhafazakâr değerlerle barışıktılar. CHP’nin de, İşçi Partisi gibi kendini yenilemesi ve halkla barışık olması gerekir.” Bu düşünceyi paylaşanlar, sistemin, AKP’nin uyguladığı siyasi ve ekonomik politikaları, üzerine “sosyal sos” ekleyerek hayata geçirecek, “sol” gözüken partiye olan ihtiyacını CHP’nin karşılamasını istemektedirler. 
“Blair”ci sosyal demokrat “kimlikli” yazarlar da, Irak işgali gibi 21. yüzyılın ilk büyük savaş suçunu Bush’la paylaşmasına karşın, Blair’in zaferinin temelinde yatan politik anlayışının “sol” tarafından örnek alınması gerektiğini savunuyorlar. Söz konusu politik anlayışın teorisyeni, “Üçüncü Yol” kitabının yazarı Anthony Giddens’in “sosyal piyasa ekonomisi” kuramlarının dikkate alınmasını öneriyorlar. Giddens’e göre, günümüzde “sol” savunmacı bir kimliğe bürünmüş, sağ ise, gelenek ve göreneğin önlerine çıkardığı engeller ne olursa olsun, piyasa güçlerinin serbestçe işlemesini savunarak radikalleşmiştir. Bu durumda “sol”, her iki çizginin dışında, “Üçüncü Yol” u izleyip, küreselleşmenin sosyal boyutunu ihmal etmeden, neoliberal politikaları dizginlemeye yönelmelidir. Bizim “Blair”ci sosyal demokratlar da, bu yolu tavsiye ediyorlar.
Hem liberallerin hem de sosyal demokratların birleştikleri nokta, Anthony Giddens’in “Üçüncü Yol”u. Yani; devletçilikten ayrılan, liberal politikalara bir-iki sosyal boyut ekleyen, küreselleşmeyi reddetmeyen “sosyal piyasa modeli” fikrinde birleşiyorlar. “Blair’in başarısı nedir? Ortada bir başarı var mıdır? Türkiye için uygulanabilecek bir model midir?” sorularından önce, “Üçüncü Yol” un temel tezlerinin ne olduğunun cevaplandırılması gerekiyor.

NAMIDİĞER ‘PİYASA SOSYALİZMİ”
Blair, iktidar yürüyüşünde, 21. yüzyıla dönük, üzerinde uluslararası düzeyde mutabakat sağlanmış merkez sol bir proje olarak, “Üçüncü Yol” un yaratılması gerektiğini vurgularken, yoğun tartışmaları da beraberinde getirmişti. 1997 seçimleri öncesi, “sol”un bir “iç reform” geçirmesi gerektiğini düşünen Tony Blair, İşçi Partisi içinde sendikaların etkisini kırmış, parti ekonomik programını piyasa ekonomisine göre belirlemişti. İktidarı süresince, Thatcher’ın özelleştirme politikalarını sürdürdü, piyasa ekonomisini kararlılıkla uyguladı. Thatcher’dan farklı olarak, sağlık, konut ve sosyal yardım gibi politikalara biraz daha fazla önem verdi.
Blair’in “piyasa sosyalizmi” diye de adlandırılan modeli, kaynağını, Giddens’in “Üçüncü Yol” tezlerinden alıyordu. “Üçüncü Yol”, politik değerler, ekonomi, yönetim, ulus ve refah devleti olgularına yeni açılımlar getiriyordu! Buna göre*:
1. Küreselleşme, kültürel farklılık, bilimsel ve teknolojik değişim vb. meselelerde yaşanan değişim, sağ-sol gibi ayrımları anlamsızlaştırmıştır. Bu çerçevede, “Üçüncü Yol”, merkezin modernleştirilmesi çabasıdır. Bu süreç, sosyalist, toplumcu bir sosyal adalet anlayışını kabul etmekle birlikte, sınıf siyasetini reddetmekte, sınıflararası bir destek zemini aramaktadır. “Üçüncü Yol”, otoriterliğe karşı çıkmakta, fakat kendisini de salt neoliberal bakış açısından ayırarak, yönetimi reddetmemekte. Neoliberallerin ileri sürdüğü “yönetim özgürlüklerin düşmanıdır” tezinin tersine, kaynakların ortak kullanımını sağlayabilecek yönetimlerin, özgürlükleri geliştirileceğini savunmaktadır.
Burjuva sosyalizminin tüm varyantları gibi, “Üçüncü Yol” da, somut ve nesnel sınıfların üstünde bir siyaseti vaat ediyor. Ne var ki, adı ne olursa olsun, bu burjuva öğretilerin tümü, farklı sınıfların nesnel varlığını ortadan kaldırma kudretinden yoksundur. Sınıflar var oldukça, sınıflar arasındaki çelişki de var olacaktır. Sınıflar arasındaki çelişkilerin varlığında, sermaye birikiminde yaşanan her tıkanmanın, egemen sınıf lehine düzenlemeleri beraberinde getirmesi kaçınılmazdır. “Üçüncü Yol”’un sosyal adalet anlayışı, sermaye açısından işler iyi giderken işleyebilir ve kısmen aldatıcı olabilir. Fakat işlerin tersine gitmesi ve sermaye birikimi sürecinde tıkanma yaşanması halinde, nelerin olduğunu tarih defalarca göstermiştir.
2. Ekonomik alanda, “Üçüncü Yol”, yeni bir karma ekonomi anlayışından yanadır. Bu karma ekonomi, devlet ve özel sektör arasında denge gözeten eski karma ekonomi anlayışından farklıdır. Toplumsal hayatta, ekonomik olanla ekonomik olmayan arasında denge sağlama iddiasındadır. “Üçüncü Yol”, hükümete düzenleyici bir rol biçmektedir. Örneğin tekelciliğin tehdidi söz konusu olduğunda, rekabetin korunması için hükümet müdahale eder, yasal düzenlemeler yapabilir.
“Üçüncü Yol” un temel sorunlarından biri de, burada yatmaktadır. Piyasa güçlerinin serbest hareketi için yapılan düzenlemelerin yaratacağı yıkıcı rekabet ortamında işçilerin düşeceği duruma, “Üçüncü Yol” nasıl bir çözüm bulacak? Maliyetleri düşürmek için az sayıdaki işçi ile çok daha fazla üretim gerçekleştirme arayışındaki sermayenin yoğun sömürüsü altındaki işçi, toplu sözleşmelerle mi korunacak! “Üçüncü Yol”, bu konuda, “işçilerin fiziksel ve sözleşmeye dayalı koşulları iyileştirilmeli” tezini savunuyor. Peki, küresel rekabet esnek çalışmayı dayatır, toplu sözleşme hakkını ortadan kaldırırken, işçi, nasıl ve hangi araçlarla haklarını koruyacak? Küreselleşmenin ekonomik kurallarına karşı çıkılmadan –ki “Üçüncü Yol” karşı çıkmıyor–, hem Türkiye tekstil sanayi işçilerinin hakları korunup hem de ülke tekstil ürünlerinin Çin tekstil sanayi ürünleriyle rekabeti nasıl sağlanacak?!
3. Tarihsel olarak, sosyal demokratlar, devlet ve hükümetin alanını genişletmeye çalışırken, neoliberaller, bu alanı olabildiğince daraltmaya çalışmışlardır. Bu çabaları, “sorun hükümettir” ya da “çözüm hükümettir” anlayışı olarak değerlendiren “Üçüncü Yol”, devlet ve hükümetlerin yeniden yapılandırılmasının gerekliliğini ileri sürer. Yeniden yapılandırma sürecinde, devlet demokratikleştirilmelidir. “Üçüncü Yol”’un demokrasi anlayışına göre, güç, yukarı ve aşağı doğru dağıtılmalıdır. “Üçüncü Yol”un “gücün aşağıya doğru dağıtılması”ndan kastı, demokrasinin merkezden yerelliğe ve bölgelere doğru genişletilmesidir. “Gücün yukarıya doğru dağıtılması”ndan kastı ise, merkezden uluslararasılaşmaya doğru açılma, yani, gücün uluslararası kurumlara dağıtılmasıdır. Kamu etkinliklerinde saydamlık, referandum, doğrudan demokrasi olanaklarını genişletmek gibi ifadeler, “Üçüncü Yol”un demokrasi anlayışının temel taşlarını oluşturmaktadır. Bu temel taşların sivil toplum kurumları aracılığıyla yerli yerine oturtulması öngörülmektedir.
Giddes’in bu tezini, uluslararası sermaye, “yönetişim” kavramıyla aynen savunuyor. Dünya Bankası, IMF gibi uluslararası kurumlar, Giddens’in kavramlarına uygun işleyiş için yasal düzenlemelerin yapılmasını ülkelere şart koşuyorlar. Örneğin, Türkiye’nin, uluslararası anlaşmalara göre, hayata geçirmesi zorunlu olan Kamu Yönetimi Temel Kanunu, şu kavramlarla tanımlanıyor: “Yerelleşme, etkinlik, açıklık, saydamlık, hesap verebilirlik, kaynakların verimli kullanılması.” Bu yasayla, tam da Giddes’in bahsettiği gibi, gücün yerele kaydırıldığı, piyasaların işleyişini kolaylaştırıcı, “düzenleyici” bir devlet işleyişi öngörülüyor.
Yasanın Meclis’in gündemine gelmesiyle birlikte, kendisini emekten, demokrasiden yana sayan kesimlerden de, yasaya, “ilerici”, “bürokrasiyi azaltıcı, halka hizmeti kolaylaştırıcı”, “demokrasiyi geliştirecek unsurlar içeriyor” gibi nitelikler atfedilmişti. Bu kesimlerin yasaya destek gerekçeleri, şöyle özetlenebilir: Merkezi yönetimi, birçok alanda uygulama ve yukarıdan temsil konumundan çıkarıp küçültmesi, rol dağılımını yerellere doğru genişletmesi, yasanın desteklenmesini gerektirir. Yerel idare ve inisiyatiflere katılım, karar ve temsiliyet olanağı getiren yasa; devlet ve siyasetin sivilleştirilmesini sağlayacaktır. Yasa, devlet-birey, devlet-toplum ilişkilerinin yeniden düzenlenmesi ve birey haklarının devlet karşısında korunması açısından yeni bir alan açacaktır. Bu da, bireysel, sosyal hak ve özgürlüklerin genişlemesi, özlük haklarının korunması anlamına gelir. Yerel idari yapıların yetkilerinin artırılması, “yerinde çözüm” yaklaşımına güç kazandıracaktır.
Yasanın hangi sınıfın, hangi güçlerin stratejisinin bir unsuru olduğuna bakmaksızın yapılan değerlendirmeler, ister istemez, Giddens’le örtüşen ve yukarıdaki özete benzer sonuçlara götürür.
Bu yasa, çok açıktır ki, Türkiye’nin egemenlerinin ve uluslararası sermayenin ihtiyaçlarını karşılayan, Türkiye ile uluslararası sermaye güçlerinin entegrasyonuna hizmet eden bir yasa olarak hazırlanmıştır. Egemen sınıflar, kendi sistemlerini değiştirmek için, ekonomide, siyasette, hizmetler alanında önemli değişiklikler yaparken, bunu idari yapıyla tamamlamak, yapılan işlerin idari yapıdaki karşılığını da oluşturmak durumundadır. Dolayısıyla; “illerin özerklik kazanması”yla amaçlanan, yerel, ulusal, uluslararası sermayenin oluşturduğu “özel sektöre” bağımlı yeni küçük merkezler yaratmaktır. Yerelleşme ile birlikte, yönetme yetkisi, “yönetişime” dönüşecek. Yerel yönetimler, yönetişim aracılığıyla, özel sektörle birlikte, yönetiyormuş gibi yapacak, gerçekte yöneten ise, sermaye olacak. Birbiri ile rekabet etmeleri, katma değer yaratmaları beklenen her ilin yönetimleri, özel sektörün belirlediği yerel projeleri uygulayacak. Yönetişimde, güçlü olan belirleyici olacak. Belirleyici olan, sivil toplum kuruluşlarını da kontrolünde tutan sermaye olacak. Yönetişim anlayışı, güç-iktidar-çıkar ilişkilerinin yeniden üretildiği yeni birimler oluşturacak. Kapalı kapılar ardında gerçekleştirilenler, bundan böyle, “saydamlık” adına, hukuki meşruiyet üzerinden açıktan gerçekleştirilecek.
4. Modern ulus devletlerin yükselişinden önce, ülkeler, sahip oldukları politik aygıtların yetersizliği nedeniyle, kesinleşmemiş sınırlara sahiptiler. “Üçüncü Yol” un tezine göre, bugünün ulus devletlerinin sahip oldukları sınırlar, diğer alanlarla karşılıklı bağlar ve her türden uluslarüstü gruplaşmalarla girdikleri ilişkiler nedeniyle, yeniden kesinliklerini kaybetmektedirler ve Avrupa Birliği bunun en tipik örneğidir. “Üçüncü Yol”, karmaşık (kozmopolit) bir ulus oluşturma sürecini savunuyor. Başkasına karşıtlıkla oluşturulan yalıtkan ulus kavramının yerini, artık kapsayıcı, açık ulusal kimlikler almalıdır. Bu tümüyle modernleştirici bir süreçtir.
Yaşanan savaşlar, işgaller ve gelişmeler, emperyalistler arası çelişkilerin sürdüğünü, Giddens’in bahsettiği sürecin, ulus devletlerin aşılması değil, işlev değiştirmesi anlamına geldiğini gösteriyor.
5. Refah devletini sonuna kadar savunma çizgisine de, neoliberallerin refah sistemini güvenlik sorununa indirme anlayışına da karşı çıkan “Üçüncü Yol” un refah devleti, bir taraftan risk ve güvenlik arasında, bir taraftan da bireysel ve kolektif sorumluluk arasında köprü olma iddiasındadır. Riske karşı sigorta prensibi korunurken, diğer taraftan da, riskin harekete geçirici yanı kullanılmalıdır! Bu model, aynı zamanda, uluslararası yoksulluk, eşitsizlik, aile sorunları, tam istihdam gibi koşulları da göz önünde bulundurmalıdır.
Kağıt üzerinde bu iddiaları öne süren “Üçüncü Yol” un teorisyeni Giddens, maalesef, yükselen eşitsizliklerle nasıl baş edileceği, evrensel bir sağlık yardımının nasıl oluşturulacağı, iş toplumuna doğru mu gidiyoruz yoksa ondan uzaklaşmakta mıyız gibi temel soruların cevaplarını vermiyor.
“Üçüncü Yol”un sadece temel tezlerini ele alıp, genel hatlarıyla dikkat çektiğimiz çelişkilerinin, pratikte nasıl açığa çıkıp görünür olduğu, İngiltere’de yaşanlar üzerinden görülebilir.

“ÜÇÜNCÜ YOL”UN İNGİLTERE SERÜVENİ
Blair, Margaret Thatcher ve halefi John Major’ın başbakanlığında geçen 18 yıllık uzun Muhafazakâr Parti iktidarının ardından, 1997 seçimlerinde, yüzde 43 oy oranı ve büyük parlamento çoğunluğu ile iktidara geldi. İktidara gelişi sonrasında, ‘Yeni Sol’un (“Üçüncü Yol”) dünya prömiyerini yapan lider, yeni “Sol” anlayışını, “Sadece işçi sınıfının değil, tüm ulusun başbakanı olacağım” gibi cümlelerle pazarladı. Parti tüzüğündeki ‘kamu mülkiyetinin vazgeçilmezliği’ni, yani devletçiliği esas alan 4. Madde’yi değiştiren Blair, artık çalışan kesimin sendikal taleplerine ilgi göstermezken, sendika liderlerine; “Size de, patronlara da aynı uzaklıktayız” diyordu. Fakat Blair’in sosyalizmle liberal serbest piyasa ideolojisinin harmanlanmasından oluşan “Üçüncü Yol”unun, ‘daha geniş bir sosyal tabana’ değil de, ‘işverenlere’ yaradığı anlaşıldıkça, işçi sendikaları ile parti arasındaki gerilimler arttı.
2001’deki seçimleri de, oyları gerilemesine ve Avam Kamarası’ndaki sandalye sayısı düşmesine rağmen, zaferle sonuçlandıran Blair, bu zaferinin ardından, bir önceki seçimde kullandığı “Eğitim, Eğitim, Eğitim”, “Önce Okullar ve Hastaneler” vb. sloganları bir kenara bıraktı. İkinci döneminde, savaşlara para ayırmayı seçti. ‘BM’yi sollayarak’, Irak’a 45 bin asker yolladı. Dış politikada, İngiltere’yi “Avrupa’nın merkezine” yerleştirme iddiasının yerini Washington’ın yanında savaş politikasının alması, Blair’e karşı muhalefeti yükseltti. Savaş karşıtlarının muhalefetine ve Kraliyet Başsavcısı’nın savaştan önce bu savaşın “gayrimeşru” olduğuna dair yazdığı raporun tam seçim arifesinde kamuoyuna açıklanmış olmasına rağmen, Blair, son seçimi yine de kazandı. Üstelik üst üste üçüncü kez seçilme rekorunu egale ederek!
İngiltere, savaş koalisyonunun ABD’den sonraki ikinci büyük aktörü olmasına rağmen, savaş karşıtı kamuoyunun da çok güçlü olduğu bir ülke. Seçim tartışmaları, büyük ölçüde Irak savaşı ekseninde yürütüldü. Blair, geçen seçime oranla büyük oy kaybetti, iktidar olmasına rağmen, Blair’in liderliği tartışma konusu oldu, ama sonuç olarak, İngiltere’de Irak savaşı tartışmasına rağmen, hiçbir şey değişmedi. Neden değişimin olmadığı ve Blair’in üçüncü kez seçimi kazandığı yönündeki sorulara verilen yanıtlar, iki noktada toplanıyor: Ekonomideki başarılar ve muhalefetin yetersizliği.
Muhalefetin yetersizliği tespiti, “Muhafazakârlara ne oldu?” ve “Güçlü savaş muhalefeti siyasi bir alternatif oluşturamadı mı, yoksa savaş suçlusu Blair’i cezalandırmak istemedi mi?” sorularının cevaplandırılmasını zorunlu kılıyor. Birinci sorunun yanıtı; “Muhafazakârlar, İşçi Partisi’nin muhafazakârlığına çarptılar”dır. Tony Blair liderliğindeki İşçi Partisi, iktidarı süresince alabildiğine sağa savrulduğu için, muhafazakârların politikalarını anlamsız kıldı. Bu açıdan varlık gösteremeyen Muhafazakâr Parti, diğer Batı ülkelerinde olduğu gibi, “göç” teması etrafında yabancı karşıtı bir propaganda ile oy toplamaya çalışmaktan öteye gidemediği için, yetersiz kaldı. 
Savaş muhalefetinde ise, ağırlıklı olarak, “savaş karşıtı muhalefet İşçi Partisi’ne oy vermemeye dönüşürse, karşı taraf güçlenir, dahası, sosyal politikalardan medet uman kesimler  cezalandırılmış olur” fikri öne çıktı. Irak politikalarına karşı çıkmakla birlikte, “sosyal politikaları hâlâ çok önemli” diyen bu ağırlıklı grup, İşçi Partisi’nin ekonomik alanda başarılı olduğunu savunuyor. Irak savaşında Blair önderliğindeki İşçi Partisi’nin sorumluluğunun her şeyin önünde gelmesi gerektiğini düşünenler, “savaş suçlusuna oy verilmemesi” çağrısı yaptılarsa da, azınlıkta kaldılar.
Muhalefetin yetersizliğinin yanı sıra, Blair zaferinin ikinci gerekçesi olarak ekonomi politikalarındaki başarıların(!) gösterildiği, yukarıda belirtilmişti. Verilere göre, işsizlik ve yoksulluk sınırının altında kalanlar azaldı. Yüzde 10’luk “en yoksul kesim”in milli gelirdeki payının daha da küçülerek, yüzde 3.3’e düşmesini, yoksullarla zenginler arasındaki uçurumun büyümesini, ne Blair ne de Blair’i alkışlayan neoliberaller pek önemsiyor. Blair’in özelleştirme programının, ulusal sağlık sistemini parçalamış, Batı Avrupa’daki en kötü ulaşım ve altyapı sistemini yenilememiş olması pek tartışılmıyor. Bu başarının(!) mimarının 1997’den beri Hazine Bakanı olan Gordon Brown olduğunu ve Blair’in yıprandığı için, liderliği ekonominin patronu Brown’a bırakması gerektiğini düşünenlerin sayısı, hiç de az değil. 
Tüm bunların yanı sıra, Blair’in iktidarda kalabilmesi, egemen sınıfın, karşısındaki hareketin mücadeleyi sonuna kadar götürme kararlılığı içinde olmadığını ve seçeneğinin bulunmadığını bilerek, bildiğinde diretmesi durumunun bir sonucudur. Burjuvazinin, alternatifi ve kararlılığı olan bir sınıf mücadalesi karşısında yenilmemek için “taviz”ler verdiği, mücadeleyi sönümlendirmek ve yolundan saptırmak amacıyla yeni taktikler geliştirdiğini, tarih defalarca göstermiştir. İkinci Dünya Savaşı sonrası yaşananlar, tarihin en somut örneklerini oluşturmaktadır.
Bir yandan, omurgasını Sovyetler Birliği’nin oluşturduğu müttefiklerin faşizmi yenilgiye uğratması sosyalizmin otoritesini dünya ölçeğinde artırırken, diğer yandan, uluslararası işçi hareketi de güçlenmekteydi. Savaş ve savaş sonrası dönemin askeri, ekonomik ve politik sonuçları, sınıflar arası güç dengesini emperyalizmin ve her türden gericiliğin aleyhine değiştirmişti. Kapitalist ülkelerdeki işçi ve emekçiler, hem ekonomik talepleri hem de demokratik, sosyal hak ve özgürlüklerin genişletilmesi talepleri için mücadelelerini yükseltmişlerdi. ABD’de binlerce ekonomik talepli grevler yaşanırken, Almanya başta olmak üzere, Avrupa ülkelerinde 1946 ve 1947 yıllarında politik grevler yoğunlaşmıştı. Ayrıca İkinci Dünya Savaşı, uluslararası işçi ve sosyalist hareketin bölünmüşlüğünü aşmak için de oldukça elverişli koşullar yaratmıştı. Böylesi bir ortamda, emperyalist güçlerin, işçi ve emekçi halkların artan talepleri karşısında kayıtsız kalmalarının bedelinin çok ağır sonuçlara yol açma olasılığının yüksek olması, onların yeni tavizler vermelerini kaçınılmaz hale getirmişti. Söz konusu tavizler ‘sosyal devlet’ uygulamalarıyla dünya gericiliğinin uluslararası stratejisinin bir parçası olarak verildi. Emperyalist kapitalizm, böylelikle, politik temellerini yenilemenin koşullarını da yarattı. Bugün ise, İngiliz emperyalizminin, gerek İngiltere’deki işçi hareketinin düzeyi, gerekse de uluslararası emek mücadelesinin durumu açısından, bildiğinden şaşmasını gerektirecek bir durum söz konusu değil.

BLAİR’İN EKONOMİK BAŞARISININ SIRRI!
Blair’in ekonomi politikalarının başarılı olup olmadığı sorusunun cevabına, ilk seçim zaferi öncesindeki ekonomik göstergelerle başlanmalıdır. İngiliz ekonomisinin; resmi verilere göre, İkinci Dünya Savaşı sonrasının en iyi durumunu yaşadığı, Gayri Safi Milli Hasıla’nın (GSMH) yüzde 2 ila 3 arasında büyüdüğü, istatistik oyunlarıyla gerçek rakam düşük gösterilse de, işsizliğin göreceli olarak azaldığı, enflasyonun yüzde 3’ün altında seyrettiği ve ülkenin hâlâ yabancı yatırımlar açısından baş sıralarda durduğu koşullarda, Blair, ilk seçim zaferine imza atmıştır.

Blair’in ekonomik göstergeler iyiyken gelen zaferi; İngiliz burjuvazisinin politik ve ekonomik çizgisinin -işçi hareketinin takatsizliğinin sürdüğü koşullarda- yenilenmesine tekabül ediyordu. Zira Blair, yoğun işçi-emekçi muhalefetiyle iktidara gelmedi. Örneğin, aynı dönem, Fransa’da Lionel Jospin’in başkanlığındaki Sosyalist Parti’nin hükümete gelmesi, Juppe’nin temsil ettiği saldırı programının reddedilmesinin bir sonucuydu. Bu hükümet değişikliği, Fransa’daki işçi direnişlerinin, nispeten geri bir noktadan başlayan, ama genç ve yeni bir işçi hareketinin yükselişinin açık göstergeleri olarak ortaya çıkıp, somut sonuçlar vermeye başlamasının ardından yaşandı. Bu nedenle, rahatlıkla söyelenebilir ki; Fransa’daki değişiklik, işçi sınıfı hareketinin gelişmesinin, sınıfın bir ayağının fabrikada, bir ayağının da sokakta olması olgusunun gerekli kıldığı bir yenilenmeydi.
İngiltere için, böylesi bir hareket söz konusu değildi. Bu durum, tabii ki, İngiltere’de hoşnutsuzluğun bulunmadığı anlamına gelmiyor. 1997 seçimleri öncesinde, yoksulların, işsizlerin, çalışan işçi ve emekçi kitlelerin 18 yıllık saldırgan muhafazakâr yönetime tepki duyup Blair’e yöneldikleri doğrudur. O dönem, liberal ekonomi politikaların, geldiği noktada İngiltere’nin orta tabakasını da etkilemeye başlamasından dolayı, bu kesimin de, Blair ve partisini seçtiği biliniyor. Fakat Blair’in seçim zaferindeki asıl etkenin, burjuvazinin desteği olduğu görmezden gelinemez.
Peki, neden İngiliz burjuvazisi, açıktan ve tüm gücüyle Blair’i desteklemiştir? Bu sorunun cevabı, İngiliz emperyalizminin hedef ve ihtiyaçlarıyla yakından ilişkilidir. 1995 yılının ortalarında, sanayi kapasite kullanım oranını yüzde 58’e ulaştıran İngiliz sermayesi, hem kapasitesini hem de sermaye birikimini daha da büyütmeyi hedefliyordu. Bir yandan, yenilemeye çalıştığı sanayisinin kapasite kullanımını artırmaya yönelen, diğer yandan ise, hızla büyüttüğü sermaye birikimiyle yayılmacılığını finanse etmeyi hedefleyen İngiliz emperyalizmi için, Blair biçilmiş kaftandı.
İngiliz sermayesi, emperyalist planlarını yaşama geçirirken “ayak bağı” olabilecek, temposunu düşürebilecek hareketleri, işçi sınıfıyla çatışmaya girmeden halletmeyi hedefliyordu. Ayrıca, 18 yıldır bütün ekonomik koşullarını hazırladığı emperyalist atılım sırasında oluşabilecek toplumsal çözülmeyi nispeten durduracak ve yeniden örgütleyecek politik vizyona ihtiyaç duyuyordu. Blair “Üçüncü Yolu”, program ve hedeflerinin yanı sıra, toplumda yarattığı beklenti ve umutla da, İngiliz burjuvazisinin yukarıda belirtilen ihtiyaçlarına her bakımdan cevap verebilecek nitelikteydi.
İşçi Partisi, artık, yeni çizgisiyle, sağ ya da “sol” değil, merkez bir partiydi. Blair; Katolikti, ‘sol’cuydu ve de sosyal piyasayı savunuyordu. İzlenen saldırgan ekonomi politikalar sonucunda çözülmeye başlayan “toplumun iç birliği” için, “Hristiyan sosyalist” Blair’in birleştirici bir duruşu vardı. Tam da İngiliz emperyalizminin istediği duruş. Her pazar kiliseye giden Blair, bugün için de, ABD öncülüğünde girişilen toplumun dağılan dokusunu cemaat ülküsüyle yeniden güçlendirme ve dinler üzerinden halkları emperyalist politikalara bağlama görevini layıkıyla yerine getirebilecek bir “siyasetçi tipi”dir. Özgürlük Dünyası’nın birçok yazısında vurgulanan “yeni Orta Çağcılık” tanımına uygun bir şahsiyet. Oysa Blair’in fikir babası Anthony Giddens, ‘En son ihtiyaç duyacağımız, yeni bir Orta Çağcılık’ diyordu. Ama Giddens’in karşı çıkmadığı küresel sermaye birikimi, sanatta, bilimde, felsefede, politikada yeni bir Orta Çağ’a ihtiyaç duyuyor. Küresel birikim sürecine karşı çıkmayan “Üçüncü” ya da herhangi bir ‘yol’un alternatif üretme şansı yok. Bu nedenle, “Üçüncü Yol”, Blair elinde, otoriter neoliberalizm ve militarizmi örtmekte kullanılan edebi bir incir yaprağına dönüşmüş durumda.
Yeniden, Blair’in ekonomi politikalarındaki başarılarına (1975’ten beri ‘en düşük işsizlik oranı’ olan yüzde 3 ve ‘son 30 yılın en düşük yıllık enflasyon oranı’ olan yüzde 2.3 rakamlarına ulaşıldı) dönersek, şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: İngiliz sermayesinin bir noktaya getirdikten sonra Blair’e teslim ettiği ekonominin bugünkü başarısı, emperyalist politikalardan, savaş politikalarından ayrı düşünülemez.
İngiltere’de “işçi, işsiz, köylü, öğrenci, memur, sosyal devletin kanatları altındadır” saptaması yaparak, Tony Blair hükümetinin “içeride toplumcu”, yani “sosyalist” olduğundan da söz edilemez. Bu sınıfların “sosyal devletin kanatları altında” olması, emperyalist sömürüden kendilerine pay verilmesinin yanı sıra İngiltere’deki emek mücadelesinin bir kazanımıdır.
Son 10 yılın İngiltere’sinde, emekçi mücadelelerinde bir yükseliş söz konusu. İngiltere’de 2003 yılında iki kez, sayıları 500 bin ile 1 milyon arasında değişen işçi ve emekçiler, alanlara çıkarak, Blair hükümetinin politikalarını ve Irak’ın işgal edilmesini reddettiler. Blair Hükümeti’nin uygulamalarına karşı işçilerde biriken öfkenin bir sonucu olarak, İngiltere’deki savaş karşıtı eylemlere sendikalar çok geniş katılım gösterdiler. Taşınan pankartların çoğunda, önde gelen sendikaların isimleri yazılıydı. Özellikle 8-10 sendikanın değişik kentlerden onlarca şubesi sürekli eylemlerdeydi. 
Sağlıkçılardan öğretmenlere, itfaiyecilerden demiryolu işçilerine, posta işçilerinden madencilere, on binlerce işçi ve emekçi, savaş karşıtı eylemlerde yerlerini aldılar. Bu durum, işçi ve emekçilerin yükselen mücadelesinin örgütlü bir şekilde savaş alanına yansımasıydı. Blair döneminde yükselişe geçen söz konusu mücadele, kısmî kazanımlar elde etmiş ve bazı “iyileşme”lerin hayata geçirilmesinde zorlayıcı güç olmuştur. Yoksa, İngiliz işçi sınıfının muazzam tarihsel birikiminden kendisine dersler çıkarmış olan İngiliz burjuvazisinin, son dönem yükselen mücadeleler karşısında göz yumduğu “iyileştirme”leri, kendiliğinden vermesi beklenemez.

YAŞANAN İKİLEMLERİN KAYNAĞI
Emperyalist iktidar savaşlarından alınan payın bir miktarını, ülkedeki sınıf mücadelesinin zorlamasının sonucu olarak, kendi sınırları içerisinde sus payı olarak dağıtan İngiltere gibi ülkelerde, muhaliflerin büyük çoğunluğu, içlerinde bulundukları sistemi derinlemesine sorgulayamıyorlar. Bunun için, ‘Savaşa karşı çıkalım ama bunu yapmak için bizim işsizleri cezalandıramayız, önceliğimiz onlar olmalı’ ikilemini yaşıyorlar.
Türkiye’de de aynı yanılgı ve ikilemler yaşanmaktadır. İngiltere’nin dış politikasını, ülkeleri işgal ettiği için “emperyalist”, kendi firmalarını tekelci yöntemlerle desteklediği için “faşist” diye nitelendiren birçok kişi, İngiliz İşçi Partisi’ni içeride “toplumcu” olarak değerlendirmektedir. Bu değerlendirmeyi yapanların bir kısmı, Blair’in “toplumcu” yanının örnek alınması gerektiğini savunuyor. Bir kısmı ise, “Türkiye Tony Blair’ler tarafından sömürülen bir ülke; İngiltere gibi sömüren ülke olmadığı için, içeride sosyal politikaları hayata geçirecek kaynak bulamaz. Bu nedenle Blair modeli bize uymaz” diyorlar.
Bilinç bulanıklığını ortadan kaldırmak için, meseleye içeride “toplumcu”, dışarıda “emperyalist” ayrımı yapmaksızın, sınıf mücadelesi perspektifinden bütünlüklü bakmak gerekiyor. Emperyalist ülkelerde hükümet olan “sol” partiler, Lenin’in “Emperyalizm” kitabında açık biçimde ortaya koyduğu gibi, sosyal-emperyalist ya da sosyal-şoven partilerdir. Şöyle yazar Lenin: “Bir yandan, birkaç elde yoğunlaşmış, ve yalnızca küçük ve orta kapitalisti değil, çok küçük kapitalist ve çok ufak patronları da kendine bağlayan yaygın ve sıkı bir ilişki ağı kurmuş olan mali-sermaye, öte yandan, dünyayı paylaşma ve başka ülkelere egemen olma yolunda başka ulusal mali gruplara karşı girişilen gitgide yoğunlaşan savaşım, bütün mülk sahibi sınıfların tamamıyla emperyalizm safına geçmesine neden olmaktadır. Emperyalizmin geleceği konusunda ‘genel’ tutku, onu coşkuyla savunmak, her yönden süsleyip püslemek, günümüzün özelliği işte budur. Emperyalist ideoloji, işçi sınıfının içine de sızmaktadır. Çünkü bu sınıfı öteki sınıflardan ayıran bir Çin Seddi yoktur. Bugün Alman ‘sosyal demokrat’ partisi denen partinin önderlerine pek haklı olarak ‘sosyal emperyalistler’, yani sözde sosyalist, gerçekte emperyalist deniyor.”**
Lenin’in bu emperyalist karakter teşhirinin ardından, bir kez daha vurgulamak gerekir ki, Tony Blair hükümetinin piyasa üzerine serpiştirdiği sosyal “sos”lar, bizim gibi ülkelerin sömürüsünden elde edilen kârın küçük bir kısmının “sus payı” olarak içeride dağıtılması olmakla birlikte, bu dağıtım otomatik olarak verme biçiminde tezahür etmemektedir. Emperyalist olmanın sunduğu söz konusu dağıtım olanağı, mevcut mücadelenin kopardıklarının onun dengesinin altüst olmasına yol açmayan bir “oynama payının” varlığıdır. Günümüzde zaten daraltılan da, bu oynama payıdır. Tekelci rekabet ve emperyalist büyük güçlerin birbirlerinin gücünü kırma ve rakibin etki alanlarını daraltma politikası yoğunluk kazanırken, emperyalist gericilikle işçi sınıfı ve bağımlı-ezilen halklar arasındaki çelişki gittikçe derinleşmektedir. Bu nedenle, İngiliz işçi sınıfının mücadelesinin olmadığı koşullarda, halihazırda var olan sosyal olanakların sürmesi imkansızdır, çünkü tekelci rekabet dolayısıyla, İngiliz sermayesi bu hakları hemen gasp edecektir. Tıpkı; İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın ardından izlenmek zorunda kalınan taviz politikasının, savaş sonrasının ilk yıllarının karışıklığı giderildikten ve proletaryanın ilk atakları atlatıldıktan sonra değişmesi örneğinde olduğu gibi…
Bu gerçekleri gözardı ederek, Tony Blair’in “Üçüncü Yol” adını verdiği “sosyal emperyalist” politikaya karşı tutarlı bir tavır almak olanaksızdır. Tony Blair’lerin dünyadaki politikalarına karşı çıkmak, ancak,  Tony Blair’in reklamını yaptığı “Üçüncü Yol”una karşı çıkmak ve bu “Üçüncü Yol”un “içerideki” uygulamalarının “toplumcu” politikalarla hiçbir ilişkisinin olmadığını ortaya koymakla olanaklıdır. Sorun ya da olguların kendi bütünselliğinden koparılarak ve bağlı olduğu bütünden soyutlanarak ele alınması, yanlış sonuçlara götürür.
Buradan hareketle, bütünlüklü bir değerlendirmenin ışığında “Üçüncü Yol” şöyle tanımlanabilir: Dizginsiz küreselleşme karşısında küçük düzeltmeler, bazı küçük demokratik açılımlar önerse de, kapitalizmin tahakkümünü kabullenmenin, küreselleşmenin önlenemez bir dinamik olduğu varsayımıyla, kâr mantığı çerçevesinde bir dünyaya rıza göstermenin ideolojisidir.
** Lenin, Emperyalizm, s. 132-133., Sol Yayınları

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑