‘Üçüncu yol’a bütünlüklü bakabilmek

İngiltere seçimlerini Tony Blair’in liderliğindeki İşçi Partisi’nin bir kez daha kazanması, Türkiye medyasının hem neoliberal hem de sosyal demokrat kalemlerinin bazılarınca oldukça olumlu karşılandı. Olumlu yaklaşımcılara göre, muhafazakâr Margaret Thatcher’dan sonra, Tony Blair’in İşçi Partisi’nin İngiltere’de üst üste üçüncü defa seçimi kazanmasından alınacak çok ders var. Bu yorumlara göre, “İngiltere halkının ‘solcular iş bilmezler, ekonomiyi yönetemezler’ ön yargısını kıran Blair ve arkadaşları solu yenilediler, ‘solcular da ekonomiyi iyi yönetebilir’ kanaatini vererek iktidara geldiler, iyi de yönettiler ve bunun için üçüncü defa seçimleri kazandılar. Öyleyse bu başarıdan mutlaka ders çıkarılmalıdır.”
Seçim sonuçlarından herkesin kendi ideolojik duruşuna ve donanımına göre dersler çıkaracağı muhakkak. Neoliberal köşe yazarları, seçim sonuçlarından çıkardıkları derslerle, CHP’ye liberal “akıl vermeye” başladılar. Akıl veren liberallere göre, “demokrasi”de bazı sorunları sağ, bazı sorunları “sol” daha iyi çözer. Türkiye’nin böyle bir iktidar nöbetleşmesi yapamamasının, Türkiye’de demokrasinin “sol” kanadının bulunmaması anlamı taşıdığını düşünen bu liberal akılcılara göre, böylesi bir kanat eksikliğinin sorumlusu CHP’dir. Ve CHP, şu sonucu çıkarmalıdır: “Blair ve arkadaşları hem ‘ekonomi dili’ni iyi konuştu, hem muhafazakâr değerlerle barışıktılar. CHP’nin de, İşçi Partisi gibi kendini yenilemesi ve halkla barışık olması gerekir.” Bu düşünceyi paylaşanlar, sistemin, AKP’nin uyguladığı siyasi ve ekonomik politikaları, üzerine “sosyal sos” ekleyerek hayata geçirecek, “sol” gözüken partiye olan ihtiyacını CHP’nin karşılamasını istemektedirler. 
“Blair”ci sosyal demokrat “kimlikli” yazarlar da, Irak işgali gibi 21. yüzyılın ilk büyük savaş suçunu Bush’la paylaşmasına karşın, Blair’in zaferinin temelinde yatan politik anlayışının “sol” tarafından örnek alınması gerektiğini savunuyorlar. Söz konusu politik anlayışın teorisyeni, “Üçüncü Yol” kitabının yazarı Anthony Giddens’in “sosyal piyasa ekonomisi” kuramlarının dikkate alınmasını öneriyorlar. Giddens’e göre, günümüzde “sol” savunmacı bir kimliğe bürünmüş, sağ ise, gelenek ve göreneğin önlerine çıkardığı engeller ne olursa olsun, piyasa güçlerinin serbestçe işlemesini savunarak radikalleşmiştir. Bu durumda “sol”, her iki çizginin dışında, “Üçüncü Yol” u izleyip, küreselleşmenin sosyal boyutunu ihmal etmeden, neoliberal politikaları dizginlemeye yönelmelidir. Bizim “Blair”ci sosyal demokratlar da, bu yolu tavsiye ediyorlar.
Hem liberallerin hem de sosyal demokratların birleştikleri nokta, Anthony Giddens’in “Üçüncü Yol”u. Yani; devletçilikten ayrılan, liberal politikalara bir-iki sosyal boyut ekleyen, küreselleşmeyi reddetmeyen “sosyal piyasa modeli” fikrinde birleşiyorlar. “Blair’in başarısı nedir? Ortada bir başarı var mıdır? Türkiye için uygulanabilecek bir model midir?” sorularından önce, “Üçüncü Yol” un temel tezlerinin ne olduğunun cevaplandırılması gerekiyor.

NAMIDİĞER ‘PİYASA SOSYALİZMİ”
Blair, iktidar yürüyüşünde, 21. yüzyıla dönük, üzerinde uluslararası düzeyde mutabakat sağlanmış merkez sol bir proje olarak, “Üçüncü Yol” un yaratılması gerektiğini vurgularken, yoğun tartışmaları da beraberinde getirmişti. 1997 seçimleri öncesi, “sol”un bir “iç reform” geçirmesi gerektiğini düşünen Tony Blair, İşçi Partisi içinde sendikaların etkisini kırmış, parti ekonomik programını piyasa ekonomisine göre belirlemişti. İktidarı süresince, Thatcher’ın özelleştirme politikalarını sürdürdü, piyasa ekonomisini kararlılıkla uyguladı. Thatcher’dan farklı olarak, sağlık, konut ve sosyal yardım gibi politikalara biraz daha fazla önem verdi.
Blair’in “piyasa sosyalizmi” diye de adlandırılan modeli, kaynağını, Giddens’in “Üçüncü Yol” tezlerinden alıyordu. “Üçüncü Yol”, politik değerler, ekonomi, yönetim, ulus ve refah devleti olgularına yeni açılımlar getiriyordu! Buna göre*:
1. Küreselleşme, kültürel farklılık, bilimsel ve teknolojik değişim vb. meselelerde yaşanan değişim, sağ-sol gibi ayrımları anlamsızlaştırmıştır. Bu çerçevede, “Üçüncü Yol”, merkezin modernleştirilmesi çabasıdır. Bu süreç, sosyalist, toplumcu bir sosyal adalet anlayışını kabul etmekle birlikte, sınıf siyasetini reddetmekte, sınıflararası bir destek zemini aramaktadır. “Üçüncü Yol”, otoriterliğe karşı çıkmakta, fakat kendisini de salt neoliberal bakış açısından ayırarak, yönetimi reddetmemekte. Neoliberallerin ileri sürdüğü “yönetim özgürlüklerin düşmanıdır” tezinin tersine, kaynakların ortak kullanımını sağlayabilecek yönetimlerin, özgürlükleri geliştirileceğini savunmaktadır.
Burjuva sosyalizminin tüm varyantları gibi, “Üçüncü Yol” da, somut ve nesnel sınıfların üstünde bir siyaseti vaat ediyor. Ne var ki, adı ne olursa olsun, bu burjuva öğretilerin tümü, farklı sınıfların nesnel varlığını ortadan kaldırma kudretinden yoksundur. Sınıflar var oldukça, sınıflar arasındaki çelişki de var olacaktır. Sınıflar arasındaki çelişkilerin varlığında, sermaye birikiminde yaşanan her tıkanmanın, egemen sınıf lehine düzenlemeleri beraberinde getirmesi kaçınılmazdır. “Üçüncü Yol”’un sosyal adalet anlayışı, sermaye açısından işler iyi giderken işleyebilir ve kısmen aldatıcı olabilir. Fakat işlerin tersine gitmesi ve sermaye birikimi sürecinde tıkanma yaşanması halinde, nelerin olduğunu tarih defalarca göstermiştir.
2. Ekonomik alanda, “Üçüncü Yol”, yeni bir karma ekonomi anlayışından yanadır. Bu karma ekonomi, devlet ve özel sektör arasında denge gözeten eski karma ekonomi anlayışından farklıdır. Toplumsal hayatta, ekonomik olanla ekonomik olmayan arasında denge sağlama iddiasındadır. “Üçüncü Yol”, hükümete düzenleyici bir rol biçmektedir. Örneğin tekelciliğin tehdidi söz konusu olduğunda, rekabetin korunması için hükümet müdahale eder, yasal düzenlemeler yapabilir.
“Üçüncü Yol” un temel sorunlarından biri de, burada yatmaktadır. Piyasa güçlerinin serbest hareketi için yapılan düzenlemelerin yaratacağı yıkıcı rekabet ortamında işçilerin düşeceği duruma, “Üçüncü Yol” nasıl bir çözüm bulacak? Maliyetleri düşürmek için az sayıdaki işçi ile çok daha fazla üretim gerçekleştirme arayışındaki sermayenin yoğun sömürüsü altındaki işçi, toplu sözleşmelerle mi korunacak! “Üçüncü Yol”, bu konuda, “işçilerin fiziksel ve sözleşmeye dayalı koşulları iyileştirilmeli” tezini savunuyor. Peki, küresel rekabet esnek çalışmayı dayatır, toplu sözleşme hakkını ortadan kaldırırken, işçi, nasıl ve hangi araçlarla haklarını koruyacak? Küreselleşmenin ekonomik kurallarına karşı çıkılmadan –ki “Üçüncü Yol” karşı çıkmıyor–, hem Türkiye tekstil sanayi işçilerinin hakları korunup hem de ülke tekstil ürünlerinin Çin tekstil sanayi ürünleriyle rekabeti nasıl sağlanacak?!
3. Tarihsel olarak, sosyal demokratlar, devlet ve hükümetin alanını genişletmeye çalışırken, neoliberaller, bu alanı olabildiğince daraltmaya çalışmışlardır. Bu çabaları, “sorun hükümettir” ya da “çözüm hükümettir” anlayışı olarak değerlendiren “Üçüncü Yol”, devlet ve hükümetlerin yeniden yapılandırılmasının gerekliliğini ileri sürer. Yeniden yapılandırma sürecinde, devlet demokratikleştirilmelidir. “Üçüncü Yol”’un demokrasi anlayışına göre, güç, yukarı ve aşağı doğru dağıtılmalıdır. “Üçüncü Yol”un “gücün aşağıya doğru dağıtılması”ndan kastı, demokrasinin merkezden yerelliğe ve bölgelere doğru genişletilmesidir. “Gücün yukarıya doğru dağıtılması”ndan kastı ise, merkezden uluslararasılaşmaya doğru açılma, yani, gücün uluslararası kurumlara dağıtılmasıdır. Kamu etkinliklerinde saydamlık, referandum, doğrudan demokrasi olanaklarını genişletmek gibi ifadeler, “Üçüncü Yol”un demokrasi anlayışının temel taşlarını oluşturmaktadır. Bu temel taşların sivil toplum kurumları aracılığıyla yerli yerine oturtulması öngörülmektedir.
Giddes’in bu tezini, uluslararası sermaye, “yönetişim” kavramıyla aynen savunuyor. Dünya Bankası, IMF gibi uluslararası kurumlar, Giddens’in kavramlarına uygun işleyiş için yasal düzenlemelerin yapılmasını ülkelere şart koşuyorlar. Örneğin, Türkiye’nin, uluslararası anlaşmalara göre, hayata geçirmesi zorunlu olan Kamu Yönetimi Temel Kanunu, şu kavramlarla tanımlanıyor: “Yerelleşme, etkinlik, açıklık, saydamlık, hesap verebilirlik, kaynakların verimli kullanılması.” Bu yasayla, tam da Giddes’in bahsettiği gibi, gücün yerele kaydırıldığı, piyasaların işleyişini kolaylaştırıcı, “düzenleyici” bir devlet işleyişi öngörülüyor.
Yasanın Meclis’in gündemine gelmesiyle birlikte, kendisini emekten, demokrasiden yana sayan kesimlerden de, yasaya, “ilerici”, “bürokrasiyi azaltıcı, halka hizmeti kolaylaştırıcı”, “demokrasiyi geliştirecek unsurlar içeriyor” gibi nitelikler atfedilmişti. Bu kesimlerin yasaya destek gerekçeleri, şöyle özetlenebilir: Merkezi yönetimi, birçok alanda uygulama ve yukarıdan temsil konumundan çıkarıp küçültmesi, rol dağılımını yerellere doğru genişletmesi, yasanın desteklenmesini gerektirir. Yerel idare ve inisiyatiflere katılım, karar ve temsiliyet olanağı getiren yasa; devlet ve siyasetin sivilleştirilmesini sağlayacaktır. Yasa, devlet-birey, devlet-toplum ilişkilerinin yeniden düzenlenmesi ve birey haklarının devlet karşısında korunması açısından yeni bir alan açacaktır. Bu da, bireysel, sosyal hak ve özgürlüklerin genişlemesi, özlük haklarının korunması anlamına gelir. Yerel idari yapıların yetkilerinin artırılması, “yerinde çözüm” yaklaşımına güç kazandıracaktır.
Yasanın hangi sınıfın, hangi güçlerin stratejisinin bir unsuru olduğuna bakmaksızın yapılan değerlendirmeler, ister istemez, Giddens’le örtüşen ve yukarıdaki özete benzer sonuçlara götürür.
Bu yasa, çok açıktır ki, Türkiye’nin egemenlerinin ve uluslararası sermayenin ihtiyaçlarını karşılayan, Türkiye ile uluslararası sermaye güçlerinin entegrasyonuna hizmet eden bir yasa olarak hazırlanmıştır. Egemen sınıflar, kendi sistemlerini değiştirmek için, ekonomide, siyasette, hizmetler alanında önemli değişiklikler yaparken, bunu idari yapıyla tamamlamak, yapılan işlerin idari yapıdaki karşılığını da oluşturmak durumundadır. Dolayısıyla; “illerin özerklik kazanması”yla amaçlanan, yerel, ulusal, uluslararası sermayenin oluşturduğu “özel sektöre” bağımlı yeni küçük merkezler yaratmaktır. Yerelleşme ile birlikte, yönetme yetkisi, “yönetişime” dönüşecek. Yerel yönetimler, yönetişim aracılığıyla, özel sektörle birlikte, yönetiyormuş gibi yapacak, gerçekte yöneten ise, sermaye olacak. Birbiri ile rekabet etmeleri, katma değer yaratmaları beklenen her ilin yönetimleri, özel sektörün belirlediği yerel projeleri uygulayacak. Yönetişimde, güçlü olan belirleyici olacak. Belirleyici olan, sivil toplum kuruluşlarını da kontrolünde tutan sermaye olacak. Yönetişim anlayışı, güç-iktidar-çıkar ilişkilerinin yeniden üretildiği yeni birimler oluşturacak. Kapalı kapılar ardında gerçekleştirilenler, bundan böyle, “saydamlık” adına, hukuki meşruiyet üzerinden açıktan gerçekleştirilecek.
4. Modern ulus devletlerin yükselişinden önce, ülkeler, sahip oldukları politik aygıtların yetersizliği nedeniyle, kesinleşmemiş sınırlara sahiptiler. “Üçüncü Yol” un tezine göre, bugünün ulus devletlerinin sahip oldukları sınırlar, diğer alanlarla karşılıklı bağlar ve her türden uluslarüstü gruplaşmalarla girdikleri ilişkiler nedeniyle, yeniden kesinliklerini kaybetmektedirler ve Avrupa Birliği bunun en tipik örneğidir. “Üçüncü Yol”, karmaşık (kozmopolit) bir ulus oluşturma sürecini savunuyor. Başkasına karşıtlıkla oluşturulan yalıtkan ulus kavramının yerini, artık kapsayıcı, açık ulusal kimlikler almalıdır. Bu tümüyle modernleştirici bir süreçtir.
Yaşanan savaşlar, işgaller ve gelişmeler, emperyalistler arası çelişkilerin sürdüğünü, Giddens’in bahsettiği sürecin, ulus devletlerin aşılması değil, işlev değiştirmesi anlamına geldiğini gösteriyor.
5. Refah devletini sonuna kadar savunma çizgisine de, neoliberallerin refah sistemini güvenlik sorununa indirme anlayışına da karşı çıkan “Üçüncü Yol” un refah devleti, bir taraftan risk ve güvenlik arasında, bir taraftan da bireysel ve kolektif sorumluluk arasında köprü olma iddiasındadır. Riske karşı sigorta prensibi korunurken, diğer taraftan da, riskin harekete geçirici yanı kullanılmalıdır! Bu model, aynı zamanda, uluslararası yoksulluk, eşitsizlik, aile sorunları, tam istihdam gibi koşulları da göz önünde bulundurmalıdır.
Kağıt üzerinde bu iddiaları öne süren “Üçüncü Yol” un teorisyeni Giddens, maalesef, yükselen eşitsizliklerle nasıl baş edileceği, evrensel bir sağlık yardımının nasıl oluşturulacağı, iş toplumuna doğru mu gidiyoruz yoksa ondan uzaklaşmakta mıyız gibi temel soruların cevaplarını vermiyor.
“Üçüncü Yol”un sadece temel tezlerini ele alıp, genel hatlarıyla dikkat çektiğimiz çelişkilerinin, pratikte nasıl açığa çıkıp görünür olduğu, İngiltere’de yaşanlar üzerinden görülebilir.

“ÜÇÜNCÜ YOL”UN İNGİLTERE SERÜVENİ
Blair, Margaret Thatcher ve halefi John Major’ın başbakanlığında geçen 18 yıllık uzun Muhafazakâr Parti iktidarının ardından, 1997 seçimlerinde, yüzde 43 oy oranı ve büyük parlamento çoğunluğu ile iktidara geldi. İktidara gelişi sonrasında, ‘Yeni Sol’un (“Üçüncü Yol”) dünya prömiyerini yapan lider, yeni “Sol” anlayışını, “Sadece işçi sınıfının değil, tüm ulusun başbakanı olacağım” gibi cümlelerle pazarladı. Parti tüzüğündeki ‘kamu mülkiyetinin vazgeçilmezliği’ni, yani devletçiliği esas alan 4. Madde’yi değiştiren Blair, artık çalışan kesimin sendikal taleplerine ilgi göstermezken, sendika liderlerine; “Size de, patronlara da aynı uzaklıktayız” diyordu. Fakat Blair’in sosyalizmle liberal serbest piyasa ideolojisinin harmanlanmasından oluşan “Üçüncü Yol”unun, ‘daha geniş bir sosyal tabana’ değil de, ‘işverenlere’ yaradığı anlaşıldıkça, işçi sendikaları ile parti arasındaki gerilimler arttı.
2001’deki seçimleri de, oyları gerilemesine ve Avam Kamarası’ndaki sandalye sayısı düşmesine rağmen, zaferle sonuçlandıran Blair, bu zaferinin ardından, bir önceki seçimde kullandığı “Eğitim, Eğitim, Eğitim”, “Önce Okullar ve Hastaneler” vb. sloganları bir kenara bıraktı. İkinci döneminde, savaşlara para ayırmayı seçti. ‘BM’yi sollayarak’, Irak’a 45 bin asker yolladı. Dış politikada, İngiltere’yi “Avrupa’nın merkezine” yerleştirme iddiasının yerini Washington’ın yanında savaş politikasının alması, Blair’e karşı muhalefeti yükseltti. Savaş karşıtlarının muhalefetine ve Kraliyet Başsavcısı’nın savaştan önce bu savaşın “gayrimeşru” olduğuna dair yazdığı raporun tam seçim arifesinde kamuoyuna açıklanmış olmasına rağmen, Blair, son seçimi yine de kazandı. Üstelik üst üste üçüncü kez seçilme rekorunu egale ederek!
İngiltere, savaş koalisyonunun ABD’den sonraki ikinci büyük aktörü olmasına rağmen, savaş karşıtı kamuoyunun da çok güçlü olduğu bir ülke. Seçim tartışmaları, büyük ölçüde Irak savaşı ekseninde yürütüldü. Blair, geçen seçime oranla büyük oy kaybetti, iktidar olmasına rağmen, Blair’in liderliği tartışma konusu oldu, ama sonuç olarak, İngiltere’de Irak savaşı tartışmasına rağmen, hiçbir şey değişmedi. Neden değişimin olmadığı ve Blair’in üçüncü kez seçimi kazandığı yönündeki sorulara verilen yanıtlar, iki noktada toplanıyor: Ekonomideki başarılar ve muhalefetin yetersizliği.
Muhalefetin yetersizliği tespiti, “Muhafazakârlara ne oldu?” ve “Güçlü savaş muhalefeti siyasi bir alternatif oluşturamadı mı, yoksa savaş suçlusu Blair’i cezalandırmak istemedi mi?” sorularının cevaplandırılmasını zorunlu kılıyor. Birinci sorunun yanıtı; “Muhafazakârlar, İşçi Partisi’nin muhafazakârlığına çarptılar”dır. Tony Blair liderliğindeki İşçi Partisi, iktidarı süresince alabildiğine sağa savrulduğu için, muhafazakârların politikalarını anlamsız kıldı. Bu açıdan varlık gösteremeyen Muhafazakâr Parti, diğer Batı ülkelerinde olduğu gibi, “göç” teması etrafında yabancı karşıtı bir propaganda ile oy toplamaya çalışmaktan öteye gidemediği için, yetersiz kaldı. 
Savaş muhalefetinde ise, ağırlıklı olarak, “savaş karşıtı muhalefet İşçi Partisi’ne oy vermemeye dönüşürse, karşı taraf güçlenir, dahası, sosyal politikalardan medet uman kesimler  cezalandırılmış olur” fikri öne çıktı. Irak politikalarına karşı çıkmakla birlikte, “sosyal politikaları hâlâ çok önemli” diyen bu ağırlıklı grup, İşçi Partisi’nin ekonomik alanda başarılı olduğunu savunuyor. Irak savaşında Blair önderliğindeki İşçi Partisi’nin sorumluluğunun her şeyin önünde gelmesi gerektiğini düşünenler, “savaş suçlusuna oy verilmemesi” çağrısı yaptılarsa da, azınlıkta kaldılar.
Muhalefetin yetersizliğinin yanı sıra, Blair zaferinin ikinci gerekçesi olarak ekonomi politikalarındaki başarıların(!) gösterildiği, yukarıda belirtilmişti. Verilere göre, işsizlik ve yoksulluk sınırının altında kalanlar azaldı. Yüzde 10’luk “en yoksul kesim”in milli gelirdeki payının daha da küçülerek, yüzde 3.3’e düşmesini, yoksullarla zenginler arasındaki uçurumun büyümesini, ne Blair ne de Blair’i alkışlayan neoliberaller pek önemsiyor. Blair’in özelleştirme programının, ulusal sağlık sistemini parçalamış, Batı Avrupa’daki en kötü ulaşım ve altyapı sistemini yenilememiş olması pek tartışılmıyor. Bu başarının(!) mimarının 1997’den beri Hazine Bakanı olan Gordon Brown olduğunu ve Blair’in yıprandığı için, liderliği ekonominin patronu Brown’a bırakması gerektiğini düşünenlerin sayısı, hiç de az değil. 
Tüm bunların yanı sıra, Blair’in iktidarda kalabilmesi, egemen sınıfın, karşısındaki hareketin mücadeleyi sonuna kadar götürme kararlılığı içinde olmadığını ve seçeneğinin bulunmadığını bilerek, bildiğinde diretmesi durumunun bir sonucudur. Burjuvazinin, alternatifi ve kararlılığı olan bir sınıf mücadalesi karşısında yenilmemek için “taviz”ler verdiği, mücadeleyi sönümlendirmek ve yolundan saptırmak amacıyla yeni taktikler geliştirdiğini, tarih defalarca göstermiştir. İkinci Dünya Savaşı sonrası yaşananlar, tarihin en somut örneklerini oluşturmaktadır.
Bir yandan, omurgasını Sovyetler Birliği’nin oluşturduğu müttefiklerin faşizmi yenilgiye uğratması sosyalizmin otoritesini dünya ölçeğinde artırırken, diğer yandan, uluslararası işçi hareketi de güçlenmekteydi. Savaş ve savaş sonrası dönemin askeri, ekonomik ve politik sonuçları, sınıflar arası güç dengesini emperyalizmin ve her türden gericiliğin aleyhine değiştirmişti. Kapitalist ülkelerdeki işçi ve emekçiler, hem ekonomik talepleri hem de demokratik, sosyal hak ve özgürlüklerin genişletilmesi talepleri için mücadelelerini yükseltmişlerdi. ABD’de binlerce ekonomik talepli grevler yaşanırken, Almanya başta olmak üzere, Avrupa ülkelerinde 1946 ve 1947 yıllarında politik grevler yoğunlaşmıştı. Ayrıca İkinci Dünya Savaşı, uluslararası işçi ve sosyalist hareketin bölünmüşlüğünü aşmak için de oldukça elverişli koşullar yaratmıştı. Böylesi bir ortamda, emperyalist güçlerin, işçi ve emekçi halkların artan talepleri karşısında kayıtsız kalmalarının bedelinin çok ağır sonuçlara yol açma olasılığının yüksek olması, onların yeni tavizler vermelerini kaçınılmaz hale getirmişti. Söz konusu tavizler ‘sosyal devlet’ uygulamalarıyla dünya gericiliğinin uluslararası stratejisinin bir parçası olarak verildi. Emperyalist kapitalizm, böylelikle, politik temellerini yenilemenin koşullarını da yarattı. Bugün ise, İngiliz emperyalizminin, gerek İngiltere’deki işçi hareketinin düzeyi, gerekse de uluslararası emek mücadelesinin durumu açısından, bildiğinden şaşmasını gerektirecek bir durum söz konusu değil.

BLAİR’İN EKONOMİK BAŞARISININ SIRRI!
Blair’in ekonomi politikalarının başarılı olup olmadığı sorusunun cevabına, ilk seçim zaferi öncesindeki ekonomik göstergelerle başlanmalıdır. İngiliz ekonomisinin; resmi verilere göre, İkinci Dünya Savaşı sonrasının en iyi durumunu yaşadığı, Gayri Safi Milli Hasıla’nın (GSMH) yüzde 2 ila 3 arasında büyüdüğü, istatistik oyunlarıyla gerçek rakam düşük gösterilse de, işsizliğin göreceli olarak azaldığı, enflasyonun yüzde 3’ün altında seyrettiği ve ülkenin hâlâ yabancı yatırımlar açısından baş sıralarda durduğu koşullarda, Blair, ilk seçim zaferine imza atmıştır.

Blair’in ekonomik göstergeler iyiyken gelen zaferi; İngiliz burjuvazisinin politik ve ekonomik çizgisinin -işçi hareketinin takatsizliğinin sürdüğü koşullarda- yenilenmesine tekabül ediyordu. Zira Blair, yoğun işçi-emekçi muhalefetiyle iktidara gelmedi. Örneğin, aynı dönem, Fransa’da Lionel Jospin’in başkanlığındaki Sosyalist Parti’nin hükümete gelmesi, Juppe’nin temsil ettiği saldırı programının reddedilmesinin bir sonucuydu. Bu hükümet değişikliği, Fransa’daki işçi direnişlerinin, nispeten geri bir noktadan başlayan, ama genç ve yeni bir işçi hareketinin yükselişinin açık göstergeleri olarak ortaya çıkıp, somut sonuçlar vermeye başlamasının ardından yaşandı. Bu nedenle, rahatlıkla söyelenebilir ki; Fransa’daki değişiklik, işçi sınıfı hareketinin gelişmesinin, sınıfın bir ayağının fabrikada, bir ayağının da sokakta olması olgusunun gerekli kıldığı bir yenilenmeydi.
İngiltere için, böylesi bir hareket söz konusu değildi. Bu durum, tabii ki, İngiltere’de hoşnutsuzluğun bulunmadığı anlamına gelmiyor. 1997 seçimleri öncesinde, yoksulların, işsizlerin, çalışan işçi ve emekçi kitlelerin 18 yıllık saldırgan muhafazakâr yönetime tepki duyup Blair’e yöneldikleri doğrudur. O dönem, liberal ekonomi politikaların, geldiği noktada İngiltere’nin orta tabakasını da etkilemeye başlamasından dolayı, bu kesimin de, Blair ve partisini seçtiği biliniyor. Fakat Blair’in seçim zaferindeki asıl etkenin, burjuvazinin desteği olduğu görmezden gelinemez.
Peki, neden İngiliz burjuvazisi, açıktan ve tüm gücüyle Blair’i desteklemiştir? Bu sorunun cevabı, İngiliz emperyalizminin hedef ve ihtiyaçlarıyla yakından ilişkilidir. 1995 yılının ortalarında, sanayi kapasite kullanım oranını yüzde 58’e ulaştıran İngiliz sermayesi, hem kapasitesini hem de sermaye birikimini daha da büyütmeyi hedefliyordu. Bir yandan, yenilemeye çalıştığı sanayisinin kapasite kullanımını artırmaya yönelen, diğer yandan ise, hızla büyüttüğü sermaye birikimiyle yayılmacılığını finanse etmeyi hedefleyen İngiliz emperyalizmi için, Blair biçilmiş kaftandı.
İngiliz sermayesi, emperyalist planlarını yaşama geçirirken “ayak bağı” olabilecek, temposunu düşürebilecek hareketleri, işçi sınıfıyla çatışmaya girmeden halletmeyi hedefliyordu. Ayrıca, 18 yıldır bütün ekonomik koşullarını hazırladığı emperyalist atılım sırasında oluşabilecek toplumsal çözülmeyi nispeten durduracak ve yeniden örgütleyecek politik vizyona ihtiyaç duyuyordu. Blair “Üçüncü Yolu”, program ve hedeflerinin yanı sıra, toplumda yarattığı beklenti ve umutla da, İngiliz burjuvazisinin yukarıda belirtilen ihtiyaçlarına her bakımdan cevap verebilecek nitelikteydi.
İşçi Partisi, artık, yeni çizgisiyle, sağ ya da “sol” değil, merkez bir partiydi. Blair; Katolikti, ‘sol’cuydu ve de sosyal piyasayı savunuyordu. İzlenen saldırgan ekonomi politikalar sonucunda çözülmeye başlayan “toplumun iç birliği” için, “Hristiyan sosyalist” Blair’in birleştirici bir duruşu vardı. Tam da İngiliz emperyalizminin istediği duruş. Her pazar kiliseye giden Blair, bugün için de, ABD öncülüğünde girişilen toplumun dağılan dokusunu cemaat ülküsüyle yeniden güçlendirme ve dinler üzerinden halkları emperyalist politikalara bağlama görevini layıkıyla yerine getirebilecek bir “siyasetçi tipi”dir. Özgürlük Dünyası’nın birçok yazısında vurgulanan “yeni Orta Çağcılık” tanımına uygun bir şahsiyet. Oysa Blair’in fikir babası Anthony Giddens, ‘En son ihtiyaç duyacağımız, yeni bir Orta Çağcılık’ diyordu. Ama Giddens’in karşı çıkmadığı küresel sermaye birikimi, sanatta, bilimde, felsefede, politikada yeni bir Orta Çağ’a ihtiyaç duyuyor. Küresel birikim sürecine karşı çıkmayan “Üçüncü” ya da herhangi bir ‘yol’un alternatif üretme şansı yok. Bu nedenle, “Üçüncü Yol”, Blair elinde, otoriter neoliberalizm ve militarizmi örtmekte kullanılan edebi bir incir yaprağına dönüşmüş durumda.
Yeniden, Blair’in ekonomi politikalarındaki başarılarına (1975’ten beri ‘en düşük işsizlik oranı’ olan yüzde 3 ve ‘son 30 yılın en düşük yıllık enflasyon oranı’ olan yüzde 2.3 rakamlarına ulaşıldı) dönersek, şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: İngiliz sermayesinin bir noktaya getirdikten sonra Blair’e teslim ettiği ekonominin bugünkü başarısı, emperyalist politikalardan, savaş politikalarından ayrı düşünülemez.
İngiltere’de “işçi, işsiz, köylü, öğrenci, memur, sosyal devletin kanatları altındadır” saptaması yaparak, Tony Blair hükümetinin “içeride toplumcu”, yani “sosyalist” olduğundan da söz edilemez. Bu sınıfların “sosyal devletin kanatları altında” olması, emperyalist sömürüden kendilerine pay verilmesinin yanı sıra İngiltere’deki emek mücadelesinin bir kazanımıdır.
Son 10 yılın İngiltere’sinde, emekçi mücadelelerinde bir yükseliş söz konusu. İngiltere’de 2003 yılında iki kez, sayıları 500 bin ile 1 milyon arasında değişen işçi ve emekçiler, alanlara çıkarak, Blair hükümetinin politikalarını ve Irak’ın işgal edilmesini reddettiler. Blair Hükümeti’nin uygulamalarına karşı işçilerde biriken öfkenin bir sonucu olarak, İngiltere’deki savaş karşıtı eylemlere sendikalar çok geniş katılım gösterdiler. Taşınan pankartların çoğunda, önde gelen sendikaların isimleri yazılıydı. Özellikle 8-10 sendikanın değişik kentlerden onlarca şubesi sürekli eylemlerdeydi. 
Sağlıkçılardan öğretmenlere, itfaiyecilerden demiryolu işçilerine, posta işçilerinden madencilere, on binlerce işçi ve emekçi, savaş karşıtı eylemlerde yerlerini aldılar. Bu durum, işçi ve emekçilerin yükselen mücadelesinin örgütlü bir şekilde savaş alanına yansımasıydı. Blair döneminde yükselişe geçen söz konusu mücadele, kısmî kazanımlar elde etmiş ve bazı “iyileşme”lerin hayata geçirilmesinde zorlayıcı güç olmuştur. Yoksa, İngiliz işçi sınıfının muazzam tarihsel birikiminden kendisine dersler çıkarmış olan İngiliz burjuvazisinin, son dönem yükselen mücadeleler karşısında göz yumduğu “iyileştirme”leri, kendiliğinden vermesi beklenemez.

YAŞANAN İKİLEMLERİN KAYNAĞI
Emperyalist iktidar savaşlarından alınan payın bir miktarını, ülkedeki sınıf mücadelesinin zorlamasının sonucu olarak, kendi sınırları içerisinde sus payı olarak dağıtan İngiltere gibi ülkelerde, muhaliflerin büyük çoğunluğu, içlerinde bulundukları sistemi derinlemesine sorgulayamıyorlar. Bunun için, ‘Savaşa karşı çıkalım ama bunu yapmak için bizim işsizleri cezalandıramayız, önceliğimiz onlar olmalı’ ikilemini yaşıyorlar.
Türkiye’de de aynı yanılgı ve ikilemler yaşanmaktadır. İngiltere’nin dış politikasını, ülkeleri işgal ettiği için “emperyalist”, kendi firmalarını tekelci yöntemlerle desteklediği için “faşist” diye nitelendiren birçok kişi, İngiliz İşçi Partisi’ni içeride “toplumcu” olarak değerlendirmektedir. Bu değerlendirmeyi yapanların bir kısmı, Blair’in “toplumcu” yanının örnek alınması gerektiğini savunuyor. Bir kısmı ise, “Türkiye Tony Blair’ler tarafından sömürülen bir ülke; İngiltere gibi sömüren ülke olmadığı için, içeride sosyal politikaları hayata geçirecek kaynak bulamaz. Bu nedenle Blair modeli bize uymaz” diyorlar.
Bilinç bulanıklığını ortadan kaldırmak için, meseleye içeride “toplumcu”, dışarıda “emperyalist” ayrımı yapmaksızın, sınıf mücadelesi perspektifinden bütünlüklü bakmak gerekiyor. Emperyalist ülkelerde hükümet olan “sol” partiler, Lenin’in “Emperyalizm” kitabında açık biçimde ortaya koyduğu gibi, sosyal-emperyalist ya da sosyal-şoven partilerdir. Şöyle yazar Lenin: “Bir yandan, birkaç elde yoğunlaşmış, ve yalnızca küçük ve orta kapitalisti değil, çok küçük kapitalist ve çok ufak patronları da kendine bağlayan yaygın ve sıkı bir ilişki ağı kurmuş olan mali-sermaye, öte yandan, dünyayı paylaşma ve başka ülkelere egemen olma yolunda başka ulusal mali gruplara karşı girişilen gitgide yoğunlaşan savaşım, bütün mülk sahibi sınıfların tamamıyla emperyalizm safına geçmesine neden olmaktadır. Emperyalizmin geleceği konusunda ‘genel’ tutku, onu coşkuyla savunmak, her yönden süsleyip püslemek, günümüzün özelliği işte budur. Emperyalist ideoloji, işçi sınıfının içine de sızmaktadır. Çünkü bu sınıfı öteki sınıflardan ayıran bir Çin Seddi yoktur. Bugün Alman ‘sosyal demokrat’ partisi denen partinin önderlerine pek haklı olarak ‘sosyal emperyalistler’, yani sözde sosyalist, gerçekte emperyalist deniyor.”**
Lenin’in bu emperyalist karakter teşhirinin ardından, bir kez daha vurgulamak gerekir ki, Tony Blair hükümetinin piyasa üzerine serpiştirdiği sosyal “sos”lar, bizim gibi ülkelerin sömürüsünden elde edilen kârın küçük bir kısmının “sus payı” olarak içeride dağıtılması olmakla birlikte, bu dağıtım otomatik olarak verme biçiminde tezahür etmemektedir. Emperyalist olmanın sunduğu söz konusu dağıtım olanağı, mevcut mücadelenin kopardıklarının onun dengesinin altüst olmasına yol açmayan bir “oynama payının” varlığıdır. Günümüzde zaten daraltılan da, bu oynama payıdır. Tekelci rekabet ve emperyalist büyük güçlerin birbirlerinin gücünü kırma ve rakibin etki alanlarını daraltma politikası yoğunluk kazanırken, emperyalist gericilikle işçi sınıfı ve bağımlı-ezilen halklar arasındaki çelişki gittikçe derinleşmektedir. Bu nedenle, İngiliz işçi sınıfının mücadelesinin olmadığı koşullarda, halihazırda var olan sosyal olanakların sürmesi imkansızdır, çünkü tekelci rekabet dolayısıyla, İngiliz sermayesi bu hakları hemen gasp edecektir. Tıpkı; İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın ardından izlenmek zorunda kalınan taviz politikasının, savaş sonrasının ilk yıllarının karışıklığı giderildikten ve proletaryanın ilk atakları atlatıldıktan sonra değişmesi örneğinde olduğu gibi…
Bu gerçekleri gözardı ederek, Tony Blair’in “Üçüncü Yol” adını verdiği “sosyal emperyalist” politikaya karşı tutarlı bir tavır almak olanaksızdır. Tony Blair’lerin dünyadaki politikalarına karşı çıkmak, ancak,  Tony Blair’in reklamını yaptığı “Üçüncü Yol”una karşı çıkmak ve bu “Üçüncü Yol”un “içerideki” uygulamalarının “toplumcu” politikalarla hiçbir ilişkisinin olmadığını ortaya koymakla olanaklıdır. Sorun ya da olguların kendi bütünselliğinden koparılarak ve bağlı olduğu bütünden soyutlanarak ele alınması, yanlış sonuçlara götürür.
Buradan hareketle, bütünlüklü bir değerlendirmenin ışığında “Üçüncü Yol” şöyle tanımlanabilir: Dizginsiz küreselleşme karşısında küçük düzeltmeler, bazı küçük demokratik açılımlar önerse de, kapitalizmin tahakkümünü kabullenmenin, küreselleşmenin önlenemez bir dinamik olduğu varsayımıyla, kâr mantığı çerçevesinde bir dünyaya rıza göstermenin ideolojisidir.
** Lenin, Emperyalizm, s. 132-133., Sol Yayınları

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑