2005 yılı, insanlık için, faşizmin yenilgiye uğratılmasının 60. yılı.
Bu zaferin 60. yılı dünyada çeşitli etkinliklerle kutlanıyor. Bu etkinliklerin zirvesi olarak da, Hitler rejiminin çöküşünün resmen ilan edildiği 8 Mayıs günü (*) belirlenmiş bulunuyor.
Faşizmin tarih sahnesine çıkmasından beri, sermayenin ideologları ve propagandacıları, faşist diktatörlükleri, ya Mussoloni gibi “dengesizler”in, Hitler gibi “çılgın”, “manyak” politikacıların ya da diktatörlük heveslisi, kişisel bozukluklarla malul kişilerin eseri olarak gösterdiler. Daha doğrusu, işçi sınıfı ve halklara, faşizmi; büyük sermaye güçlerinin toplumu yönetmelerinin bir biçimi olarak değil, böyle kişisel çılgınlıkların yol açtığı, patolojik bir sorun olarak göstermeye çalıştılar.
Oysa gerçek tam tersineydi: Kapitalizmin sosyalizm karşısında aldığı ağır yenilgi, dünyanın, kapitalist ve sosyalist dünya diye ikiye bölünmesi ve kapitalizmin eşitsiz gelişme yasası gereği, –arkadan gelip hızla– gelişen emperyalist ülkelerin dünyanın yeniden paylaşılma talebi ile birleşen ağırlaşan sorunları karşısında; “genç” emperyalist ülkelerin tekelci gruplarının amaçlarını gerçekleştirmek üzere baş vurdukları bir yönetim biçimiydi faşizm. Mussoloniler, Hitlerler; onların “üstün ırk”, “milliyetçilik”, “güçlü olanın yaşaması, güçsüz olanın yaşamayı da hak etmemesi” ve “insanlığın faşizm tarafından kurtuluşu”na dair uydurdukları mitler, bilimdışı görüşler, bu kişiler tarafından uydurulmuş şeyler değildi. Faşizmin dayandığı tezler, Berkeley’den, Shopenhaur’dan Nietzche’ye…… kadar, sayısız “saygın” burjuva düşünürün, sömürgecilik dönemi boyunca öne çıkmış burjuva siyaset bilimcileri ve siyasetçilerin tezlerine dayanıyordu.
Aslına bakılırsa; Hitler’le Churchill’in, Truman’ın siyasi fikirleri arasında bir fark yoktu. Tıpkı, dünün Mussoloni’si ve Hitler’i ile bugünün Bush’unun siyasi fikirleri, dünyaya bakışı; dayandığı tarihsel referanslar arasında ciddi sayılacak bir farkın olmaması gibi.
– Onun içindir ki; Churchill, savaş daha bitmeden; “Biz yanlış düşmanla savaştık” diyecektir.
– Onun içindir ki; daha Hitler teslim olmadan, ABD ve İngiltere, bütün kapitalist dünyayı komünizme karşı bir mevziye sokmak üzere, “soğuk savaş”ın taşlarını döşemeye başlamıştır bile.
– Onun içindir ki, ABD, İngiltere ve Fransa gibi “demokrasi kampında” yer almakla övünen ülkeler ve yöneticileri; daha 1945’ten başlayarak, sömürgelerde ulusal kurtuluş mücadelelerini, yarı sömürge ülkelerde bağımsızlık ve sosyalizm mücadelelerini ezmek için askeri cuntalar ve sivil uşakları aracılığı ile askeri ve yarı askeri faşist diktatörlükler kurmaktan çekinmemiştir.
IRKÇILIK FAŞİZMİN BİR DAYANAĞIDIR
Burada Hitler’in “ari ırk”, “Germen ırkının bütün diğer ırklardan üstün özelliklere sahip olduğu” iddiası ve bütün faşistlerin, kendi ırk ve milliyetinin bütün diğer ırk ve milliyetlerde olmayan hasletler taşıdığına dair tezlerinin sermaye güçleri için önemi, bu motiflere dayanılarak, emekçi yığınların sermaye güçlerinin politikalarına yedeklenmesinden gelir. Yoksa, kapitalizm ve kapitalistler için, ırk, milliyet, ulusal gurur, bayrak, vatan-millet sevgisi gibi değerler, sadece alınıp satılacak bir “meta” olduğu ölçüde anlam taşır.
Hitler ve Mussoloni gibi tipler ve onların partilerinin programının dayandığı ideolojik argümanlar da, yığınları etkileyen bir pozisyon kazandığı için sermaye güçleri tarafından desteklenmiş; onların ırkçılığına, milliyetçiliğine itibar edilmiştir. Tıpkı bugün Bush’un Hıristiyan-Yahudi mitleri, Haçlı idealleri ya da “Bush’un tanrı tarafından seçilmiş kurtarıcı olduğu” gibi zırvaların da Amerikan tekelleri için önemi, bu propagandanın, Amerika ve dünyada tekellerin egemenliğine hizmet eden bir işlev görmesiyle ilgilidir. Yoksa herkes gibi, onlar da bilmektedir ki; bu neo-muhafazakar saçmalıkların, gerçekle, bilimle, çağdaş kültürle bir ilgisi yoktur. Ama bunların politik argümanlar olarak kullanılmasında yarar görülmektedirler. Bush’un ve Bushçuluğun bugünkü önemi de; buradan gelmektedir. Çünkü; bugünün dünyasında, neo-liberal politikalar; arkasında bu irrasyonel fikirler ve onlardan türeyen kültürel ve ahlaki değerler, boş inançlar, Ortaçağ gericiliğinin desteği olmadan, halk yığınlarına kabul ettirilebilir değildir.
2. Dünya Savaşı öncesinin dünya koşullarında, Hitler’in bir “çılgın” mı ya da “dahi” mi, Mussoloni’nin bir “şarlatan” mı yoksa eski bir “sosyalist” mi olduğunun hiçbir önemi yoktu. Önemli olan, onların ve partilerinin, yığınları peşinden sürükleyecek bir atmosfer yaratması, tekellerin çıkarlarına en iyi hizmet edecek potansiyeli taşımalarıydı. Yoksa Hitlerler’in, Mussoloniler’in; yoksulların duygularını istismar ederek, sermaye güçlerine, tekellere rağmen iktidara geldiği, tekellerin, büyük sermaye güçlerinin de hasbelkader bunlara katlandığı vb. üstüne yapılan propaganda, gerçek değildir. Bunlar, sermayenin ideologları ve propagandacılarının, sonradan, kapitalizmi, tekelleri faşizm suçundan aklamak için uydurdukları masallardır.
TARİH ÇARPITICILIĞI
Bugün de; sermayenin sözcüleri, eğitimcileri ya da politikacıları, faşizmi, Hitler gibilerin marifeti, bir sapkınlık olarak tarif etmeye devam ediyorlar. Çünkü sorun böyle ele alınınca, faşizmin arkasındaki asıl sermaye güçleri, onların amaçları, kapitalizmin insanlık düşmanı yüzü; Mussoloniler’in, Hitlerler’in, Francolar’ın
arkasında saklanabiliyor. Hele faşizme karşı mücadele etmiş bir-iki burjuva politikacısı da bulunursa, kapitalizmi, faşizme karşı bir sistem olarak göstermek bile mümkün olmaktadır!
Kapitalizm dünyasının sosyalizme karşı açtığı en kapsamlı ve tarihin gördüğü en sinsi savaş olan “soğuk savaş”ın ana formatı da; Hitler, Mussoloni, Franco gibi faşistlerin, kendi kafalarındaki adamlarla; çeşitili sorunları istismar edip, işsizleri, yoksulları ve iflasa sürüklenmiş küçük burjuva yığınları peşlerine takarak, bir korku diktatörlüğü kurdukları biçimindedir. Faşizm de, bu korku diktatörlüğünün adıdır! Dolayısıyla onlara göre, Hitler ve Mussoloni’nin yenilmesiyle, İtalyan ve Alman faşizminin (Uzakdoğu’da da Japon faşizminin) yıkılmasıyla, faşizm de tarihin çöplüğüne atılmıştır! Amerika, İngiltere, Fransa; faşizme karşı oldukları için, Almanya, İtalya ve Japonya ile savaşmışlar; dolayısıyla dünya kapitalizminin merkezi güçleri, faşizmi yıkarak, insanlığı ve demokrasiyi büyük bir tehditten kurtarmıştır!
Onlara göre, Hitler ordularının Sovyetler Birliği’ni işgal etmesinin, Sovyet halkının ve bütün ülkelerde işçi sınıfı ve komünistlerin faşizme karşı mücadelesinin bu tarihte hiç yeri yoktur.
Anti-faşist savaşta yaşamlarını kaybetmiş 20 milyon Sovyet vatandaşı; Nazi saldırıları karşısında, kendi topraklarını ve halklarını faşizme karşı savundukları, kapitalizmin yarattığı bu en saldırgan güçlere karşı sosyalizmi, insanlığın ileri değerlerini savundukları için ölümü göze almış ve göğüslemiş kahramanlar değil, “Stalin’in yanlış askeri stratejisi”nin kurbanları olarak gösterilmektedir. Onlar göre, zaten Stalin de Hitler’in sosyalist versiyonudur!
Son 60 yıldır; aslında bu tarih çarpıtıcılığı, burjuva dünyasında ana öğreti olmuştur. Böyle bir tarih öğretisinin oluşturduğu ortam; neo-Naziler’in neo-faşistlerin güçlenmesine, neo-muhafazakarlığın meşruiyet temelinin genişlemesine dayanaklar sunmuştur. Burjuva dünyasının “Stalin ve Hitler bir madalyonunu iki yüzü gibidir”, “Hitlercilerle SB anlaşıyordu”, “Faşizmden dünyayı Amerika kurtardı” türünden iddiaları, gerçeğin tam tersidir. Gerçeğin tam tersidir, çünkü; ABD, Fransa ve İngiltere, bütün bir 30’lu yıllar boyunca, Hitler’i SSCB’ye saldırtmak için teşvik etmiş, Sovyetler Birliği’nin bütün uyarılarına karşın, Almanya’nın, Avusturya, Çekoslovakya ve öteki küçük komşularını ilhak etmesine sessiz kaldıkları gibi, buraları, SB’ye saldırması için Almanya’ya bir rüşvet olarak sunmuşlardır. Savaşın sonlarında bile; ancak Hitler ordularının Stalingrad’da kesin bir yenilgiye uğratıldığı ortaya çıkıp, Kızıl Ordu’nun tüm Avrupa’yı kurtaracağını anladıkları ana kadar, Almanya’nın SSCB’yi yenilgiye uğratmasını beklemiş, Normandiya’ya çıkartmasıyla “ikinci cephe”yi açmaya (**) yanaşmamışlardır.
Tarih böyle yazılarak, faşizm; onu var eden kapitalist-emperyalist egemenlik mücadelesi; dünyayı yeniden paylaşmak isteyen gelişen genç emperyalist güçlerin, kendilerini, arkasında örgütledikleri bir ideolojik-politik tutum değilmiş gibi gösterildiği; kapitalist dünya ve onların etkisindeki insanlık, faşizmle hesaplaşmayı tamamlayamadığı için; tarih çarpıtıcıları; faşizmi aklayıp, “Aslında biz yanlış düşmana karşı savaştık” diyecek kadar faşizme yakınlık duyanları, demokrasi kahramanı olarak alkışlayabilmiştir.
Bu yüzden, emperyalist-kapitalist devletleri yönetenler; “soğuk savaş” dönemi boyunca, sosyalizme karşı savaşında, pek çok ülkede “küçük Hitlerler”i, asker ve sivil faşistleri, faşist ilkeler temelde kurulmuş, tek özellikleri komünizme karşı nefret duymak olan ırkçı-şoven partileri geri ülkelerin başına getirmişler; onları komünizme karşı sadık müttefikleri olarak bağırlarına basmışlardır.
BUGÜNÜN HİTLER’İ BUSH’TUR
Bu “küçük Hitlerler”in dönemi; ancak, kapitalist dünyanın bunlara ihtiyacı kalmadığı; ama daha büyük güçlerin, tıpkı yüzyılın başında Hitlerler’i, Mussoloniler’i ortaya çıkardığı günlere benzeyen ve dünyanın yeniden paylaşımının gündeme getirildiği bir dönemde kapanmıştır. Onun içindir ki, ABD; dünyanın, kapitalizmin patronu olarak, evin içini yeniden düzenlemek ve kendisine karşı muhtemel başkaldırıları önlemek için, 21. yüzyılın Hitlerleri’ni işbaşına getirmiştir. Bugün Bushçular’ın saldırganlıklarına dayanak yaptıkları gerekçeler, Hitler, Mussoloni gibi eski faşistlerin gerekçeleridir. Onlar da, dünyanın komünizm ve onunla uzlaşan kapitalizmin liberallerinin, demokratlarının çürüdüğünü; insanlığı, komünizm belasından ancak üstün ırkın egemenliğine dayanan bir dünyanın kuruluşunun (faşizmin bin yıllık egemenliğinin!) kurtaracağını ilan etmişti.
Bugün, Bushçular’ın iddiası da budur: Neo-muhafazakar ideologlara göre de; insanlığın kurtuluşu; ancak, “seçilmiş liderler”in; bu liderlerin yönettiği kapitalist güçlerin etrafında birleşen Hıristiyan-Yahudi medeniyetinin değerleriyle beslenmiş, özel mülkiyete, Amerikan yaşam tarzına bağlı, inançlı Hıristiyan toplumlarının çıkarlarını savunan güçler insanlığı kurtarabilir! Aksi halde; uygarlık dışı güçler, terörizmi de kullanarak, insanlığı barbarlığa sürükleyeceklerdir.
Ancak Hitler insanlığın kurtuluşunu “üstün Germen ırkı”nda bulurken, Bushçular; bu gücü, Yahudi-Hıristiyan kültürüne, ahlakına bağlanmış “Amerikan yaşam tarzı”nı kendisine düstur edinmiş “toplum”da bulmaktadır. Aradaki fark; o günün Alman tekellerinin olanakları ve ihtiyaçlarıyla bugünün Amerikan tekellerinin olanakları ve ihtiyaçları arasındaki farktan ibarettir. Yoksa; ideolojik, siyasi, kültürel, ahlaki, politika tarzı bakımından bir fark yoktur.
Demokrasi, özgürlükler, insan hakları vb. üzerinden söylenenler, asıl amacın üstünü örtmenin aracıdırlar. Asıl amaca gitmek için de; Irak’ta El Kaide’ye karşı çıkarken, Çeçenya’nın El Kaidesiyle işbirliği yapmak; İran’da insan haklarından söz ederken, Irak’ta, Guantanamo’da hiçbir insan hakkı tanımamak, demokrasi ve özgürlük adına ülkeleri parçalamak, iç savaşları, yağmaları kışkırtmak, savaşa, işgallere ve –moda olduğu üzere– devrim adı takılmış darbelere başvurmak esas alınmaktadır.
Elbette ki; Hitler’in yoluna girenler, sadece ABD ve Bush değil. En gelişmiş ülkelerde, kimisinde biraz ileri kimisinde biraz geri, ama, bir yandan neo-faşist, neo-Nazi partiler parlamentoya gidecek kadar güçlenirken (Avusturya, Hollanda, Norveç, Danimarka, Fransa gibi ülkelerde bu partilerin oy oranları yüzde 15-20’lere vardı.), gelişmiş kapitalist ülkelerde muhafazakar partiler, hatta sosyal demokrat partiler Bushçuluğa özenmektedirler. Bu yüzden de, Avrupa’daki siyasi sürecin, sermaye güçlerinin kendi Bushları’nı göreve hazırladıkları bir süreç olarak şekillendiğini söylemek, bir abartı olamaz.
Bugün de, Hitler’in “Kavgam” adlı kitabının tüm dünyada yeniden satışa sunuluyor ve bu kitabın artık çok okunan kitaplar listesine girdiği (Türkiye’de ise, tirajının son birkaç ayda 60 bine ulaştığına dair iddialar var. Ve bunun üstünden ayrıca propaganda yürütülüyor) propagandası her gün artan bir biçimde öne çıkarılıyor.
Yine bu yıl; Hollywood başyapıtlarından biri olarak, Hitler’in son gününün “Düşüş” adıyla filme çekilmesi, filmde Hitler’in “insan yönleri”nin öne çıkarılması ve izleyiciye; Hitler’e ilişkin olarak, yanlışları olan, ama nihayet bir insan olduğu imajı verilmeye çalışılması; faşizmin yenilgisinin 60. yıl kutlamalarına karşı sermaye cephesinden verilen bir yanıt olarak algılanmalıdır.
Dünün tarih çarpıtıcıları, bir yandan “Kavgam” ve onun okunması üzerinden, Hitler’in yeniden keşfedilen bir düşünür, faşizmini kabul edilir, meşru ideolojik temelleri olan bir akım olduğunun teslim edilmesi gerektiği, diğer yandan Hitler’in de birçok yanlışları olsa da, çok önemli bir lider olduğu ve insanlık için hayatın ortaya koyduğu propagandasını yaymaktadırlar. Hal böyle olunca, son anketlerde, Almanya’da Hitler’in (Hitler gibi bir diktatörün) yeniden işbaşında olmasını isteyenlerin oranının yüzde 11’lere çıkmasına şaşmamak gerekir.
Demek ki; faşizm ve faşizme karşı mücadelenin tarihi, gerçeklere uygun olarak düzeltilmek ihtiyacındadır ve öncelikle altı çizilmesi gereken şudur: Faşizmin kaynağı tekelci kapitalizmdir. Ona, başlangıçta, belki en vahşi olanlar, en çok kâr hırsıyla dolu olanlar ihtiyaç duyarlar; ama giderek bütün diğer kapitalist fraksiyonlar, faşist politikaların arkasında mevzilenirler. Ama süreç hızlı ya da yavaş işlesin, sonuçta, faşizm, kapitalist sınıfının toplumu yönetim biçimi olarak ortaya çıkmış; hayatiyetine yönelen başkaldırıları ezmenin bir yöntemi olarak geliştirilmiştir.
TARİHİ GERÇEKLERİN YENİDEN GÜNDEME GETİRİLMESİ GÖREVİ
Demek ki, faşizmin yenilgiye uğratılmasının 60. yıl etkinliklerinde, ilerici demokrat çevrelerin, sınıf partisinin yapması gereken başlıca işlerden birisi, tarihi gerçeklerin ortaya konmasıdır.
Bu amaçla, dönemin tarihsel gerçeklerini gösteren belgelerin tartışıldığı toplantılar düzenlemek, faşizmin emperyalizmle ilişkisini göstermek; dönemi çarpıtan film, roman…, öteki sanat eserlerini eleştirirken, dönemin gerçeklerini ifade eden romanların, öykülerin, makalelerin okunmasını teşvik etmek için bu eserlerin yeniden tanıtımlarını yapmak önem kazanmıştır.
Elbette ki, konu, en başta üniversitelerde, öğretim üyeleri ve öğrencilerin katıldığı toplantılarda tartışılacaktır; ama bundan, sendikalarda, işyerlerinde, semtlerde, işçilerin, liseli gençlerin, işsiz gençlerin, işçi gençlerin, halkın değişik katmanlarının katıldığı toplantılar düzenlenmesinin daha az önemli olduğu sonucu çıkarılamaz.
Bu tür etkinliklerde, bazen belgeler üstünde tartışmalar düzenlense de, kuru bir tarih tartışmasının aşılıp, aslında günümüz Hitlerlerinin politikalarının tartışılması; BOP’un, aslında, Hitler’in “Almanya’nın yaşama alanının genişletilmesi” çabası ve buna ilişkin politikalarıyla yakından benzeştiği ve aynı amaca hizmet ettiği, “Amerikan yaşam tarzı” denen şeyin, aslında, “Germen ırkının üstünlüğü” iddiasının piyasa değerlerine indirgenmiş hali olduğunun gösterilmesi gerekecektir. Ya da Hitler’le Stalin’in aynı kategoriden tarihsel kişilikler olduğu propagandasının nasıl Göbelsvari bir propaganda olduğunun ve bundan ne amaçlandığının gösterilmesi, revizyonistlerin, eski Marksistlerin, kendisine sosyalist diyen pek çok aydının nasıl yanıltıldığı ve nasıl emperyalist politikalara alet edildiğinin gösterilmesi de gerekecektir. Tıpkı bugün “özgürlük”, “demokrasi” götürme iddiasıyla ülkelerin işgal edilmesi, en vahşi emperyalist amaçların gerçekleştirilmesi gibi.
Bu tartışmalar, aynı zamanda, sosyalizmin insanlığa nasıl büyük bir ilerleme sağladığının çok sayıdaki örnekleriyle ortaya konacağı bir vesile olarak da değerlendirilmesi gereken tartışmalardır. Çünkü, faşizme karşı mücadele ve onun uluslararası çapta ifadesi olan 2. Dünya Savaşı; aynı zamanda, sosyalizmle kapitalizm, sosyalist değerlerle kapitalist insanlık değerlerinin savaşıdır da. Bu yüzden, 60. yıl etkinlikleri; sosyalizmin propagandasının bir platformu olarak da son derece önemlidir. Bu tartışmalar sırasında ve gençliğin eğitiminde, Stalin ve Dimitrov’un döneme ilişkin çözümlemeleri, faşizmin karakteri ve ona karşı mücadelenin dayanakları; bu mücadeleyle kapitalizme karşı mücadele arasındaki ilişki ile Komüntern’in ve ona bağlı partilerin, Sovyetler Birliği ve SBKP’nin faşizme karşı mücadele taktikleri gibi konulardan hareket edecek sınıf partisinin eğitimi, elbette ki, ihmal edilmemesi gerekir.
Elbette ki, bugün karşımızda, klasik bir faşizm, onun kaba baskıcı yöntemleri, gaz odaları, toplama kampları (bunlar, Afganistan’da, Irak’ta, Guantonamo’da vardır aslında) yoktur. Açıkça Hitler faşizmini benimsediğini söyleyen marjinal neo-faşist akımlar bile, pek çok konuda Hitlerci faşizmden ayrılmaktadır. Dahası; günümüzün Bushları, neo-muhafazakarları; faşist baskıcı argümanları değil; demokrasi ve özgürlük ideallerini kullanarak çıkarlarını gerçekleştirmeyi amaçlamaktadır.
1945-90 arasının “küçük faşist diktatörlükleri”ne benzeyen, bugün Amerika tarafından işbaşına getirilmiş diktatörler bile, bizzat Amerika’nın arkasında olduğu “muhaliflerce” devrilmekte, ama yerlerine eski rejimin bir benzeri konularak (sisteme kimin kazanacağı önceden belli olan bir seçim eklenerek), düzen, Amerikan çıkarlarının daha çok gerçekleştirildiği, piyasa güçlerinin canlandırıldığı bir düzen olarak yenilenmeye çalışılmaktadır. Dolayısıyla karşımızda klasik; özgürlük ve demokrasi diyenin dilinin kesildiği faşist diktatörlükler değil, ama onlarla aynı amaca hizmet eden; Amerikan emperyalizminin dünya egemenliğine dayanak oluşturacak, tek kriterleri, Amerika’nın dünya egemenliğine ne ölçüde hizmet ettikleri olan rejimler vardır. Ve dahası, ABD ve Avrupa gibi, kişisel hakların, demokrasinin en gelişkin olduğu ülkelerde bile, “güvenlik” adına, hak gasplarına girişmiş, özgürlükleri aşağılayan, emeğin haklarını ortadan kaldırarak dizginsiz sömürünün önündeki engelleri yok etmek isteyen açık bir kampanya başlatılmış bunmaktadır. Dolayısıyla Afganistan’a, Irak’a, Suriye’ye, Gürcistan’a, Kazakistan’a… özgürlük getireceğini iddia edenler, bugün kendi ülkelerinde, özgürlüklerin ana vatanlarında, özgürlükleri ve demokratik değerleri boğmak üzere her gün yeni önlemler almakta; ırk ayırımcılığı, yabancı düşmanlığı üzerinden eski faşist değerleri de hortlatmayı ihmal etmemektedirler. Dolayısıyla, günümüz Hitlerlerine ve onların temsil ettiği neo-muhafazakar değerlere karşı mücadele, klasik Hitlerciliğe karşı mücadele ile de farklılıklara sahip olacaktır. Ama öte yandan da, Hitlerci faşizme de dayanaklık etmiş olan ırkçılık, milliyetçilik, “üstün ırk”, “güçlü olanın yaşaması”, antik Yunan ve Roma mitosları, Hıristiyan değerler, bütün canlılığı ile ayaktadır. Ve Bushçuluk, neo-muhafazakar siyasi odaklar, bu normları kendi ihtiyaçlarına göre yeniden biçimlendirerek kullanmaktadır. Bu yüzden, ırkçılığa, şovenizme, milliyetçiliğe karşı mücadelenin; son “bayrak provokasyonu”nda da çarpıcı bir biçimde görüldüğü gibi, kesintisiz sürdürülmesi gereken bir mücadele olduğu, bütün haşmeti ve dehşetiyle karşımızda durmaktadır.
Kuşkusuz ki, düne göre bugün mücadele daha zorlaşmıştır, ama pek çok bakımdan da kolaylaşmıştır. Çünkü, kapitalist emperyalizmin baş patronunu, “yeni” değil eski bir emperyalist güçtür; dünyanın başlıca sorunlarının kaynaklandığı bir güç olarak herkes tarafından tanınmaktadır. Bugün ABD’nin yeni görünen tek yanı, Bush ve Busçuluktur. Bunun da günümüz Hitlerciliği olduğu hızla yayılmaktadır. Bu yüzden de, ABD’nin günümüz dünyasının sorunlarını çözeceğine kimse inanmadığı gibi, tersine ABD’nin dünya için bir tehdit olduğu fikri, tuzu kuru Avrupa’da bile yüzde 58’ler oranında (bu oran, bazı Avrupa ülkelerinde yüzde 70’lere varmaktadır) bir çoğunluk görüşüdür.
Faşizme karşı mücadelenin 60. yılının, Bushçuluğa, Amerikan emperyalizminin dünya egemenliğine, ABD, AB, bütün emperyalist güç odaklarının dünya egemenliği peşinde koşmasına karşı işçi sınıfı ve ezilen halkların mücadelesinin yeni bir dayanağı olması için var gücümüzle çalışmak gerektiği apaçıktır. 2005’in bu alanda yeni atılımlara sahne olacak bir yıl olması için çalışıldığı ölçüde, insanlığın savunulması için canını veren sosyalist Sovyetler Birliği’nin ve anti faşist mücadelenin yiğit militanlarının anısı yaşayacak, insanlık, faşizmin ve her tür kötülüğün kaynağı olana emperyalizme, kapitalizme karşı nihai zaferine doğru kesintisiz yürüyüşünü sürdürecektir.
(*) Alman ordularının komutanı Maraşal von Keitel’in Berlin’de, Sovyet orduları karargahında kayıtsız koşulsuz teslim olduklarına dair anlaşmayı imzaladığı 8 Mayıs 1945, bütün dünyada faşizmin yenilgiye uğratıldığı gün olarak kabul edilmektedir. O zamandan beri de, 8 Mayıs günü, dünyadaki anti faşistler tarafından Faşizmin yenilgiye uğratıldığı gün olarak kutlanmaktadır.
(**) İngiliz-Amerikan kuvvetlerinin 1941 ve 1942 yılları boyunca, her tür savaş stratejisiyle alay eder gibi, Kuzey Afrika ve Akdeniz adalarında adeta tatil yapmalarının, Alman kolordularıyla, ancak Hollywood filmlerinin abartılı efektleriyle sunularak ciddi bir savaş havası verilen “muharebeler yapması”nın, Alman ordularının SB’yi çökertmesinin beklenmesinden başka hiçbir mantıklı gerekçesi gösterilemez.