Sekiz Şubat’ta Mısır’ın Şarm el Şeyh beldesinde Mısır, Ürdün ve ABD’nin de temsil edildiği “barış zirvesi”nde biraraya gelen Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas ve İsrail Başbakanı Ariel Şaron, karşılıklı şiddetin sona erdirilmesi konusunda anlaştılar. Filistin Lideri Mahmud Abbas, İsrail ve Filistinlilere karşı her türlü şiddetin durdurulacağı konusunda Şaron ile anlaştıklarını açıklarken, Şaron da, Filistin topraklarındaki askeri operasyonların durdurulacağını ilan etti.
İşgal altında ölümler, katliamlar, keyfi gözaltı ve hapis cezaları, ev ve kasaba hapisleri, seyahat kısıtlamaları, sokağa çıkma yasakları, ev yıkımları, okulların keyfi kapatılması, ekonomik abluka ve aşırı işsizlik koşullarında onlarca yıldır yaşamak durumunda kalan Filistin halkı için ne kadar süreceği, ve isstenen ya da beklenen amaca; kendi topraklarında bağımsız ve özgür bir yaşama varmaya hizmet edip edemeyeceği bir yana, ateşkesin ve barış ortamının anlamı ve önemi açıktır. Ve şimdiye kadar birçok kez olduğu gibi, barış yolunda en küçük adımlar dahi, Filistin halkınca sevinçle karşılanmış ve destek görmüştür.
Kaldı ki, Filistin halkı, barış içinde ama kendi topraklarında özgür ve bağımsız bir yaşam için, İsrail işgali ve saldırganlığına karşı en az elli yıldır kahramanca ve yılmadan mücadele etmiş ve hem Ortadoğu’nun hem de dünyanın barışı en fazla özlemiş ve hak etmiş halkıdır.
Şarm el Şeyh’te yapılan “barış zirvesi”ne nasıl ve hangi gelişmeler üzerinden gelindiğini anlayabilmek ve bu ateşkesin, son dört beş yıldır Filistin halkı üzerinde bizzat Şaron eliyle estirilen aşırı saldırganlık ve terör dalgası ve katliamlar sürecinden sonra adeta birden bire kotarılıvermesini kavrayabilmek için, kısa geçmişi ve yaşananları gözden geçirmek zorunludur.
*
Filistin halkının elli yıllık bağımsız Filistin uğruna mücadelesinin kahraman lideri Yaser Arafat’ın, 2002 Nisan’ında başlayan ve üç yıl boyunca süren Ramallah’taki başkanlık konutunda İsrail askeri ablukası altında tutulması sırasında, bir yandan İsrail tarafından, Arafat’ın sürgüne gönderilmesi ve İsrail kabinesinde Arafat’ın öldürülebileceği gündeme getirildi. Öte yandan, Amerikan Başkanı Bush, Temmuz 2002’de, “Filistin devletinin İsrail ile müzakereler yoluyla kurulmasını, Filistin liderliğinin değişmesi şartıyla destekleyeceklerini” açıkladı. Arafat’ın ölümünün hemen ardından yapılan ilk açıklamalarında ise, Arafat’ ın ölümünü; Şaron, “Ortadoğu için tarihsel bir dönüm noktası”, Bush ise, “Filistin tarihi açısından önemli bir an” şeklinde değerlendirdiler.
Arafat’ın ölümü sonrasında Filistin’de yapılan geçici düzenlemelerle, Filistin halkı içinde “ılımlı” bir lider olarak tanınan Mahmud Abbas FKÖ liderliğine getirildi. Mahmud Abbas, Nisan 2003’te, ABD’nin müzakerelere başlamanın şartı olarak öne sürdüğü “lider değişikliği” baskısının da bir sonucu olarak, Filistin Başbakanlığı’na atanmış, kısa süren başbakanlığı süresinde, İsrail ve ABD yönetimleriyle görüşmeler yapmıştı. Mahmud Abbas’ın Başbakanlığı dönemi, aynı zamanda, ABD’nin başını çektiği ABD-Rusya-AB-BM dörtlüsünün “Yol Haritası” adıyla yeni bir “barış planı”nı taraflara sunduğu bir süreçti, ve görüşmeler, bu plan üzerinden sürdürülmekteydi. Mahmud Abbas, hem sözü edilen süreçle ilgili uygulamaları konusunda Arafat’la anlaşmazlıkları hem de Filistinli örgütlerin (Hamas ve İslami Cihad) ateşkesine rağmen İsrail’in terör ve katliamalarına devam etmesinin de baskısıyla, başbakanlıktan istifa etmişti.
Filistin’de 9 Ocak 2005’te yapılan seçimlere, El Fetih adayı olarak katılan Mahmud Abbas, % 62 oyla Devlet Başkanı seçildi. ABD Başkanı Bush, ilk seçim sonuçlarının açıklanmasından hemen sonra, Mahmud Abbası kutlayarak, “Abbas’a İsrail ile barışı sağlama yolunda yardım edeceğini” açıkladı. İsrail’den uzanan barış elini, her seferinde, elinin tersiyle iten (Temmuz 2000’de Camp David’de yapılan ve İsrail tarafının Oslo Antlaşması’nda belirlenmiş olanları hiçe sayarak, yeni toprak ilhakı dayatan Ehud Barak’ın önerilerini, dayatılan onursuz barışı ve teslimiyeti Arafat’ın haklı ve doğru olarak reddetmesi kastediliyor) barışçı olmayan Arafat’tan kurtulunmuş ve ılımlı lider Abbas Devlet Başkanı olmuştur. Başta ABD ve İsrail olmak üzere, ABD ve İsrail’in dost ve müttefikleri sevinebilir, “Abbas’ın seçilmesiyle barış çağının başlayacağını…” (İsrail açıklaması) umabilirlerdi.
Mahmud Abbas, gerek seçime gelen süreçte gerekse seçim sonrasında “barış” hazırlıklarını sürdürdü, Filistinli örgütlerle, Hamas ve İslami Cihad temsilcileriyle görüşerek, onları, seçim süreci ve sonrasında ateşkes yapma ve intihar saldırılarını durdurmaya ikna etme çabası içinde oldu. Şarm el Şeyh öncesi (7 Şubat), Ramallah’ta, Mahmud Abbas’la görüşen ABD Dışişleri Bakanı Rice, Abbas’ın İsrail’in güvenliği için önemli adımlar attığını, yapılacak “barış zirvesi”nin çok önemli olduğunu, Amerika’nın da üstüne düşeni yapacağını, Filistin’e askeri ve ekonomik destek vereceğini söyledi.
Bu arada Hamas ve İslami Cihad fiili bir ateşkes uygulamış ve İsrail’in saldırılarına karşı yapılan birkaç eylem dışında, ateşkese uyulmuştur. Ancak bu fiili ateşkes, İsrail tarafınca da kabul edilmiş ve resmileştirilmiş değildir.
Öte yandan Şarm el Şeyh’e geliş sürecinde, İsrail’de, Aralık ayı içinde bütçe oylamaları sırasında yaşanan hükümet krizi, Şaron’un dinci partilerle kurduğu koalisyonun bozulması ve İşçi Partisi ile yeni bir hükümet kurulmasına yol açtı. Bu gelişme; fazlaca planlı olmasa da, yeni ve “ılımlı” Filistin liderliğiyle yapılacak “barış” görüşmelerinde, Şaron’un elini hükümet içinde güçlendirici ve rahatlatıcı bir rol oynayacaktı. (Ki buna rağmen, antlaşma gereği, Gazze Şeridi ve Batı Şeria’nın dört yerleşim biriminden çekilme planı, yeni hükümet tarafından bile beş red oyuna rağmen kabul edilebilmiştir.)
ABD, İsrail’e desteğini ve İsrail’i askeri olarak daha da güçlündirme çabalarını bugün de sürdürmektedir. Bu çabanın bir parçası olarak, NATO-İsrail askeri işbirliği ve ortak tatbikatlar gündeme getirildi ve İsrail, NATO üst düzey toplantılarına davet edildi.
ABD NASIL BİR BARIŞ İÇİN ÇABALIYOR?
Şarm el Şeyh “barış zirvesi”ni, öncesinde yaşanan tüm bu gelişmelerle birlikte ve bağlantıları ile değerlendirmek, ve yol açabileceği gelişmeler, gerçek bir barışın yolunu açma ve geliştirme olasılığı, Filistin halkının taleplerini karşılayabilecek bir sürece başlangıç olup olamayacağı konusunda doğru sonuçlara varabilmek açısından, zorunludur.
Şarm el Şeyh “barış zirvesi”ni bu kadar hızlıca gündeme getiren ve kotarılıvermesini sağlayan nedenler, elbette ki, bunlardan ibaret değildir ve çok daha temelli bir arka planı söz konusudur.
ABD, İsrail’in güvenliğini kendi güvenliğinin bir parçası ve bölgedeki çıkarlarının güvencesi saymaktadır. ’67 Arap-İsrail savaşı sonrası pekiştirilen ABD İsrail ilişkileri, süreç içinde askeri, ekonomik çok yönlü gelişerek boyutlanmış ve ve bugünkü düzeyine varmıştır. ABD, ’67’den beri, asıl silah ve askeri mühimmat sağlayıcısıdır. ABD’nin bölge ülkeleriyle ilişkileri, dolayısıyla da bölgedeki çıkarları gelişip boyutlandıkça, İsrail’le olan ilişkileri de giderek güçlendi. Bu ilişkiler, özellikle ’79 İran Devrimi sonrası, ABD’nin bölgedeki çıkarları ve “güvenliği” açısından daha da önemli hale gelmiştir. Bu dönemde ve seksenli yıllarda İsrail, artık ABD için stratejik müttefik haline gelecek ve ’87’de, ABD Kongresi, İsrail’e, “NATO dışı temel müttefik” statüsü tanıyacaktır.
Elbette ki, ABD, bölgedeki çıkarları açısından, stratejik müttefiği İsrail’in, başta Filistin toprakları olmak üzere, işgallerinin de baş destekçisi olacak, ve bunu, İsrail’in güvenlik içinde yaşamasının bir gereği sayacaktır. ABD’nin Filistin sorununa, Filistin-İsrail barışına yaklaşımını da, doğal olarak, İsrail’le olan stratejik müttefiklik ilişkisi, “İsrail’in güvenliği” ve onun ihtiyaçları yönlendirecektir.
ABD, şimdiye kadar yapılmış tüm “barış” antlaşmalarında bu tutumla yeralmış, “barışın” zeminini hazırlamış, arabulucusu ve teşvikcisi olmuştur. Yani ABD’nin sağlamaya çalıştığı; gerçek bir barış ya da Filistin sorununun, Filistin halkının talepleri ve istemleri doğrultusunda çözümü değildir, onun böyle bir kaygı ve çabası olmamıştır. Dolayısıyla, bundan sonra da olmayacağı açıktır. ABD’nin bir biçimde rol aldığı ya da alacağı barış; olsa olsa bir “Amerikan barışı”, bir Pax Amerikana olacaktır.
BARIŞ ANTLAŞMALARI VE SONUÇLARI
Şarm el Şeyh “barış zirvesi”, Filistin-İsrail arasında yapılmış ilk “barış zirvesi” ya da antlaşması değil, ve sonuncusu olması için de, ortada çok fazla belirti görünmüyor. Şimdiye kadar yapılmış olan “barış” antlaşmalarının içerdikleri ve bunların, İsrail tarafınca ciddiye alınıp “uygulamaya” konması, daha doğrusu konmaması; Şarm el Şeyh “barışı”nın, içeriği bir yana, bu kadarıyla bile “uygulanması” açısından fikir vericidir.
Camp David; 1973 Arap-İsrail savaşı sonrasında gerçekleşir. Enver Sedat’ın Kudüs’ü ziyaretiyle başlayan Mısır-İsrail görüşmeleri, ABD arabulucuğunda sürer ve 1979’da Camp David antlaşması ile sonuçlanır. Camp David Antlaşmasına göre; İsrail Sina Yarımadası’ndan çekilecek, Gazze Şeridi dışında ’67 öncesi sınırlara dönülecekti. Filistinli delegelerin de katılımıyla, Gazze Şeridi ve Batı Şeria’nın özerkliği üzerine görüşmeler yapılacaktı. Bu görüşmeler bir yıl içinde bitirilecek, hemen ardından beş yıllık geçici özerklik dönemi başlayacaktı.
Bu antlaşma, başta FKÖ ve Yaser Arafat olmak üzere, Filistin halkınca reddedildi. Çünkü; İsrail’in önerdiği özerklik statüsü, Filistinlilere toprakları, su kaynakları, savunma ve dış politika konularında hiçbir hak ve kontrol olanağı tanımıyordu. Filistin halkı, ancak, kendi topraklarında bağımsız bir devlet kurmaya varacak bir özerklikten yana olabilirdi. İsrailin önerdiği özerklik ise, İsrail işgalinin başka bir biçim altında sürdürülmesinden başka birşey değildi ve kabul edilemezdi. Ve bu antlaşma hayata geçirilemedi.
Oslo antlaşması’na giden yolda; İsrail’in 1982’de Lübnan’ı işgal etmesiyle, FKÖ Lübnan’ı terketmek zorunda kalmış ve hem Filistin halkının mücadelesi hem de FKÖ açısından zorlu bir süreç başlamıştı. 1987’de ilk İntifada’nın başlaması ve işgal altındaki tüm Filistin topraklarına yayılması, Filistin halkının mücadelesinde yeni bir canlanma ve yükseliş döneminin de başlangıcı olmuştu.
İntifada’nın hem işgal altındaki topraklarda ve Arap halklarında hem de tüm dünyada yarattığı olumlu etki; Kasım 1988’de, işgal altındaki topraklarda (Batı Şeria ve Gazze Şeridi), başkenti Doğu Kudüs olan Filistin Devleti’nin kurulmasına ve tüm dünyaya ilanına olanak yarattı.
Bu gelişmenin hemen ardından, Aralık 1988’de, BM Genel Kurulu’nda Yaser Arafat, iki devletli bir çözümü kabul ettiğini, İsrail’in varolma hakkını tanıdığını, terörizmi kınadığını açıkladı. Bunun üzerine, ABD, FKÖ ile, Filistin sorunun “çözümü” için görüşmelere başlayabileceğini açıkladı.
ABD, 1991 Irak saldırısından, bölgede askeri varlığını, bölge ülkeleri ve işbirlikçi Arap yönetimleri üzerindeki politik etkinliğini daha da artırmış olarak çıktı. Bu durum ve koşullar, hem kendi çıkarlarına hem de stratejik müttefiki İsrail’in çıkarlarına uygun bir Ortadoğu ve İsrail-Filistin “barışı” için oldukça uygundu. ABD ve SSCB’nin öncülüğünde, Batı Şeria ve Gazze Şeridi’nden Filistinli temsilciler, İsrail, Lübnan, Suriye ve Ürdün’ün katılımıyla, 31 Ekim-1 Kasım tarihleri arasında, Madrid’te, Ortadoğu Barış Konferansı toplandı. Toplanan konferanstan bir sonuç çıkmadı; ancak bu konferans, Oslo Antlaşmasına giden sürecin ve bu süreçte sürdürülen gizli görüşmelerin başlangıcı oldu denebilir.
13 Eylül 1993’te, Oslo Antlaşması, diğer adıyla İlkeler Bildirgesi, Beyaz Saray’da Yaser Arafat’la İzak Rabin arasında imzalandı. Oslo Antlaşması, tüm dünyaya öyle sunuldu ki; yüz yıla yakındır süren Arap-İsrail çatışması sona erecek ve elli yıllık Filistin sorunu çözülecekti.
Oslo Antlaşması neleri öngörüyordu, kazanımları ne olacak ve nasıl uygulanacaktı?
Antlaşmayla, taraflar birbirlerini (İsrail-FKÖ) karşılıklı tanıyorlar, İşgal altındaki topraklarda, antlaşmalarla belirlenen sınırlar içinde bir Filistin özerk yönetiminin kurulmasını kabul ediyorlardı; beş yıl sürecek bu geçici dönemin başlamasından iki yıl sonra, nihai çözüm için görüşmelere başlanacak ve bu görüşmelerle, sorun, nihai olarak çözülecekti.
Bu beş yıllık geçici dönemde, İsrail, kuvvetlerini yeniden konuşlandıracak, belli başlı Filistin şehirlerinde özerk Filistin yönetimi oluşturulacaktı. Beş yıl sonunda, İsrail, BM Güvenlik Konseyi’nin, İsrail’in 1967 savaşında işgal ettiği topraklardan çekilmesine ilişkin 242 ve 338 sayılı kararlarına uyarak çekilecek, ve kalıcı bir antlaşma yapılacaktı.
Bunun karşılığında, Filistin Yönetimi, işgal altındaki topraklarda İsrail’e karşı şiddet eylemlerini bitirmeyi ve bunun için İsrail güvenlik güçleriyle koordineli olarak çalışmayı vaat ediyordu.
Filistinli yazar Edward Said’in, “Filistin Versay’ı” olarak tanımladığı antlaşmaya göre, Filistinliler, İsrail Devleti’ni tanıyıp barış ve güvenlik içinde yaşama hakkını kabul ederken, buna karşılık, İsrail, sadece FKÖ’yü, Filistin halkının temsilcisi olarak tanıyordu. Ve Antlaşmada, Filistin halkının egemenlik ve kendi kaderini tayin hakkı yer almıyordu.
Oslo Antlaşması ve onu takiben yapılan ek antlaşmaların hiçbirinde, Filistin sorununun çözümü için hayati öneme sahip taleplere ve konulara –ki bunlar; Kudüs’ün satüsü, mülteci durumundaki Filistinlilerin geri dönüş hakları, işgal altındaki topraklarda giderek artan Yahudi yerleşimleri ve Filistin’in egemenliğidir– hiç yer verilmiyordu. Bu temel talep ve konuların çözümü nihai görüşmelere bırakılarak, sadece geçici düzenlemeler yapılmıştı.
Ne kadar acıdır ki, daha Oslo Antlaşmasına atılan imzaların mürekkebi dahi kurumadan, İzak Rabin, bir İsrail gazetesine şunları söylüyordu:
“Bizimle Ürdün arasında bağımsız bir devletin kurulmasına karşıyım. Mültecilerin ve yerlerinden edilenlerin ‘dönüş hakkı’na karşıyım. Bundan dolayı İlkeler Bildirgesi’nde bu konularla ilgili tek bir hece yok. Bu bir anda olmadı, böyle planladık. Kudüs söz konusu olduğunda, bütün bir müzakere süreci boyunca şehrin bölünmemiş şekilde bizim egemenliğimiz ve kontrolümüz altında kalmasını sağladık. Geçici evre boyunca Filistin tarafının Kudüs’te en ufak bir etkisi yok. İşgal altındaki topraklardaki İsrailli yerleşimcilerin güvenliğinden tamamıyla biz sorumluyuz. Yerleşimcilere hiç dokunulmayacak… Filistinliler ve İsrailliler arasındaki çatışmanın nihai çözümü bir Filistin Devleti değil, ulusal statüsü olmayan bir Filistin entitesidir. Entitelerinin başkenti olarak Filistinliler Eriha veya Nablus’u seçebilirler. Bu onların problemi, benim değil.”
İki hafta önce, tarafı olduğu ve Ortadoğu’nun en temel sorununu çözmek üzere antlaşma imzalamış İsrail Başbakanı’nın, antlaşmaya, “çözüme ve barışa” yaklaşımı, kendi ağzından işte böyledir. Çözüm ve barış değil, İsrail’in güvenliği ve işgalin başka bir şekilde sürdürülmesi, başkaca bir şey değil…
CAMP DAVİD – TEMMUZ 2000 GÖRÜŞMELERİ
Oslo Antlaşmaları’na göre, Mayıs ’99’da geçici dönem sona ermiş ve nihai görüşme ve antlaşmalara geçilmesi gerekmektedir. Temmuz 2000’de Camp David’de, ABD başkanı Clinton’un çağrısıyla biraraya gelen Yaser Arafat ve Ehud Barak, nihai çözüm anlaşması için görüşmelere başlarlar, ancak, görüşmeler anlaşamadan sonuçlanır. Yaygın kanı ve medyanın yaydığına göre, Yaser Arafat, Başbakan Ehud Barak ve İsrail tarafının tüm tavizlerine rağmen, anlaşmaya yanaşmamış, Barak’ın uzattığı “barış” elini elinin tersiyle itmiştir. Halbuki Barak’ın önerileri, Filistinliler için kabul edilemez önerilerdir.
Ehud Barak, her şeyden önce, Kudüs çevresindeki yerleşimlerin ilhakını öneriyordu. Böylece Batı Şeria ile Kudüs’ün bağlantısı kesiliyor, ve bu, Oslo Antlaşmasında kabul edilmiş olan % 22’lik Filistin toprağının % 10’luk kısmının daha gaspedilmesi anlamına geliyordu. Mültecilerin geri dönüşü de reddediliyordu. Barak’a göre, onbeş yıllık bir süreç içinde “aile birleşimi” yoluyla birkaç bin kişi dönebilirdi ve buna karşılık çatışmanın bittiği ibaresi antlaşmaya eklenecekti. Yahudi yerleşimlerinin boşaltılması bir yana, yeni toprak talebiyle yerleşimler (yerleşimlerde, Oslo Antlaşması’ndan 2000 yılına kadar % 52’lik bir artış söz konusudur. Yerleşimci nüfus, Batı Şeria ve Gazze Şeridi’nde 115.000’den 200.000’e çıkmış ve Doğu Kudüs’tekilerle birlikte 380.000’e ulaşmıştı.) kalıcılaşıyordu.
Yol haritası; Nisan 2002’de Filistin Yönetimi altındaki şehirlerin işgal edilmesi ve Yaser Arafat’ın Ramallah’ta kuşatma altına alınmasından bir yıl sonra, Nisan 2003’te, Mahmud Abbas’ın başbakanlığa atanması sonrasında, ABD, Rusya, AB ve BM dörtlüsü tarafından gündeme getirildi. Bu dörtlü tarafından, yol haritası adıyla taraflara sunulan bu “barış” planı, üç aşamalı bir plandı ve 2005 yılında nihai çözüme ulaşılarak, Filistin Devleti’nin kurulmasını öngörüyordu.
Yol haritasının ilk aşamasında, İsrail askeri güçlerinin, kademeli olarak, 28 Eylül 2000 (Şaron’un Harem ül Şerif provokasyonu sonrasında başlayan çatışmalar ve II. İntifada’nın başlangıcı) öncesi pozisyonlarına dönmeleri, Filistin Yönetimi’nin “terörü” önlemek ve İsrail’in güvenliği için İsrail’le işbirliği yapması şartına bağlanmaktaydı. Burada istenen; “radikal” silahlı grupların üzerlerine gidilmesi ve silahsızlandırılması idi. Hamas ve İslami Cihad gibi grupların bunu kabul etmedikleri koşullarda, bu, Filistinliler arasında çatışmalar ve iç savaş demekti.
Eğer Filistin Yönetimi İsrail’in güvenliği için istenenleri yerine getirirse, ikinci aşamaya geçilecek, ve bu aşamada, anayasasını yaparak demokratik seçimlerini gerçekleştirmiş Filistin’in geçici sınırlara sahip bir devlet olmasını sağlamak üzere, dörtlü öncülüğünde uluslararası bir konferans düzenlenecekti. Üçüncü aşamada ise, 2005 yılı içinde düzenlenecek ikinci bir uluslararası konferansla; sınırlar, mültecilerin dönüşü, yahudi yerleşimleri ve Kudüs gibi temel konularda nihai çözüme varılacak ve Filistin Devleti kurulacaktı.
Yol haritası “barış” planında da, Filistin halkının temel talepleri ve merkezi konular, Oslo Antlaşması’nda olduğu gibi, en son aşamaya bırakılmış, İsrail’in güvenliği için yapılacaklar ise, planın ikinci ve üçüncü aşamalarına geçiş için zorunlu şart olarak konulmuştur.
Sonrasında, Filistin tarafının ateşkes kararı, İsrail tarafından karşılık bulmayınca, yeniden intihar saldırıları ve İsrail terörü, şiddet ve saldırganlığı boyutlanarak sürmüştür.
ŞARM EL ŞEYH “BARIŞI” ÇÖZÜMÜN YOLUNU AÇABİLİR Mİ?
Şarm el Şeyh ”barışı”; ABD’nin İrak’ı işgalinin ikinci yılında ve sürmekte olan direnişe rağmen “Demokratik seçimler”in büyük bir ”başarıyla” yapıldığı koşullarda ve ABD’nin buradan da güç alarak, tüm dünyada, özel olarak da Ortadoğu’da daha çok “demokrasi”, “barış” ve “özgürlük” lafları ettiği bir süreçte, ama aynı zamanda, İran ve Suriye’ye yönelik saldırı tehditleri ve köşeye sıkıştırma amaçlı baskıların (Lübnan eski başbakanı Refik Hariri’nin öldürülmesi sonrasında Avrupa’nın da desteğini alarak, Suriye üzerinde yürütülen tehdit ve sıkıştırma operasyonu halen sürmektedir) yoğunlaştığı bir süreçte yapılmıştır.
Bu süreç, üstelik İran ve Suriye üzerinde yoğunlaşan saldırı tehditlerinde, İsrail’in de önemli roller üstlendiği bir süreçtir. ABD tarafından, “İsrail İran’ın nükleer tesislerine saldırabilir” ya da “eğer İsrail Suriye’ye saldırırsa, biz engel olmayız” benzeri açıklamalar, daha doğrusu, saldırı teşvikleri sıkça dile getirilmektedir. İsrail de bu rolü hiç itirazsız (daha önce İrak’ın nükleer tesislerini bombalamıştı) üstlenmekte, “saldırabiliriz” demekte ve hazırlanmaktadır.
Şarm el Şeyh’te yapılan “barış” zirvesinde yazılı bir metin ve plan da yoktur. Üzerinde birleşilen, karşılıklı olarak şiddetin durdurulmasıdır. Bunun anlamı; Filistinli örgütlerden kaynaklı “terör”ün önlenmesi ve Filistin Yönetimi’nin bunun için gerekli güvenlik reformlarını hızla yapmasıdır. Bu yapılmadığı ya da yapılanlar yeterli bulunmadığında, İsrail’i bağlayacak hiçbir şey yoktur.
Hamas ve İslami Cihad’ın ateşkesi, halen İsrail tarafından kabul görmüş değildir. Şaron, “Filistinlilerin üzerinde çalıştığı ateşkes, ‘terör’ seçeneğini ortadan kaldırmıyor. Bunu kabul edemeyiz” demektedir. “Terör” seçeneğinin ortadan kaldırılmasından kasıt ise, Filistin Yönetimi’nin bu örgütlerin üzerine görülür biçimde gitmesi, silahlarını toplaması, ve gerekirse, bu örgütlerle çatışmaya girişmesidir.
Ancak, ABDnin, bir yandan “liderliği değiştirilmiş”, “barışçı” olmayan Arafat’tan kurtulmuş Filistin’i, “ılımlı” oluşu ile tanınan Mahmud Abbas şahsında, “terörü” önlemek için gerekenleri yapmaya zorlarken; İsrail ve Şaron’u da, “bizim için uygun olan koşulları iyi değerlendirelim” fikrine “zorluyor” olması muhtemeldir. Bu “uygun koşullarda”, hem “Geniş Ortadoğu”da “demokrasi”, “özgürlük”, “barış”, “insan hakları” savunuculuğuna soyunup, “uygar dünya”yı bu projeye katmaya çabalarken, hem de Ortadoğu’nun elli yıllık en temel sorununa ilgisiz kalmak olamazdı. Asıl amaç ve niyeti, sorunu, gerçek bir barış yoluyla çözmek değil, aksine, saldırganın yanında duruyor ve soruna onun “güvenliği” temel kaygısıyla bakıyor ve buradan “çözüm”arıyor olsa da; dünya aleme çözüyormuş gibi görünmek, çözermiş gibi yapmak gereklidir. Ayrıca, böyle bir tutum ve çaba içinde olmanın bir zararı olmadığı gibi, epey yararı da olacaktır. İşte, ABD’nin bu süreçte Filistin sorununa ve Filistin-İsrail barışına yaklaşımı böylesi bir içeriğe sahiptir ve bu, bugünün dünyasında, ABD açısından, iyi ve akıllıca bir taktiktir.
Bu arada, İsrail cezaevlerinden 500 civarında tutuklu serbest bırakıldı, Eriha’nın yönetimi Filistinlilere devredildi ve önümüzdeki günlerde Batı Şeria’nın dört yerleşim biriminden daha çekilme gündemde. 20 Şubat’ta, İsrail kabinesi, Gazze Şeridi’nden 8000 Yahudi yerleşimcinin çekilmesi planını çoğunlukla onayladı. Bu karar önemsiz değil, ama, işgal altındaki topraklardaki 380.000 Yahudi yerleşimci düşünüldüğünde, “devede tüy” babından bir “çekilme” olduğu görülebilir. Ve bu arada, ırkçı duvarın, Kudüs çevresinde, Batı Şeria’nın İsrail toprakları içinde kalan bölümündeki en büyük yerleşim birimini de içine alan rotası onaylandı. Bu onay, ırkçı duvarın gelecekte Filistinlilerin kuracakları devletin topraklarını kuşatması ve Batı Şeria ile Kudüs bağlantısının kesilmesi anlamına geliyor. Bu nasıl barış, bu duvar neyin duvarı dememek elde mi?
Şarm el Şeyh “barışı” öncesinde yapılmış olan “barış” antlaşmaları ve bunların sonuç ve uygulanmaları göstermiştir ki; barışın ilk şartı olarak, İsrail’in “güvenliğini” esas alan hiç bir antlaşma, gerçek bir barış ve özgürlüğün yolunu açamaz. Hem Filistin halkına barış ve özgürlüğü hem de İsrail halkına barış ve güvenlik içinde yaşamayı getirebilecek bir barış antlaşması; barışın ilk şartı, İsrail’in derhal işgal ettiği topraklardan çıkmasını esas almasıdır. Şimdiye kadar Filistin topraklarında kurulmuş tüm Yahudi yerleşimlerinin boşaltılması, Filistinli mültecilerin geri dönüşünün sağlanmasıdır. Başkenti Doğu Kudüs olan bağımsız Filistin Devleti’nin kurulmasını tanımaktır. Filistin halkının kendi kaderini tayin hakkının kayıtsız şartsız tanınmasıdır. Barış ve güvenliğin yolu buradan geçmektedir.
LONDRA ORTADOĞU KONFERANSI
Londra’da 23 ülkenin katılımıyla yapılan Konferans’a İsrail katılmadı, ama, İsrail’in hak ve talepleri, İngiltere ve ABD tarafından cansiperane bir biçimde savunuldu. Konferans’ta, “barış”ın önündeki engelin İsrail’e yönelik saldırılar olduğundan hareketle, Filistin Yönetimi’ne “terörü” önlemesi ve “İsrail’in güvenliğini” sağlaması yönünde baskı yapıldı. Sonuç bildirgesinde, Filistin’in atacağı adımlara paralel olarak, İsrail’in de, yol haritası çerçevesinde adımlar atması gerektiği, sulandırılmış olarak yer aldı. Filistin temsilcileri, Batı Şeria’daki kontrol noktalarının ekonomik gelişme için gerekli olduğu yönündeki bir ifadenin, zor da olsa bildirgeye girmesini sağlayabildiler.
İngiltere ve Tony Blair’ın Ortadoğu Konferansı’nı düzenlemesi ve İsrail’in “güvenliği” kaygısını tutumunun temeline koyarken “iki devletli bir çözümden yana” olduğunu açıklaması; İrak’a yönelik emperyalist saldırı ve işgalin esas aktörlerinden biri ve Avrupa’da ABD’nin baş destekçisi olmasının yarattığı olumsuz etkilerden, işçi sınıfı ve emekçiler nezdinde kurtulmaya çalışmak; barışçı çabaların da girişimcisi olduğunu ve olabileceği görüntüsü yaratmaktır. Buradan, yarına ve yaklaşan seçimlere yönelik, politik yatırm ve hazırlık yapmaktır. Bunun yanısıra, bölgenin eski bir sömürgeci gücü olarak, bugünün “uygun koşullarında” ortaya çıkabilecek bir “çözüm” ve “barış”ın dışında kalmama çabasıdır.
İsrail ise, yaptığı açıklamada, “Filistin reformlarına ilişkin Londra Konferansı’nın sonuçlarını olumlu karşıldıklarını, ancak Filistin Yönetimi ‘terörizmle’ kararlı şekilde mücadele etmedikçe ve terör örgütlerini dağıtmadıkça, siyasi süreci yol haritasına uygun şekilde sürdürmenin imkansız olacağını” dile getirdi. Bundan da anlaşılabileceği gibi, İsrail, İngiltere’nin “barışçı” çabalarından memnundur, ona müteşekkirdir.
TÜRKİYE KİMİN YANINDA?
Türkiye, Şarm el Şeyh’te varılan ateşkes kararını desteklediğini açıklamıştır. Ancak, biliniyor ki, Türkiye, İsrail’le birlikte, ABD’nin bölgedeki en sadık ve stratejik müttefikidir. Din kardeşliğinden gelen bazı zorunluluklarla davranma durumu olsa da, asıl olarak, İsrail’in yanında ve Filistine baskı yapma pozisyonundadır. Bu tutum; hem Şarm el Şeyh sonrası yapılan destek açıklaması, hem de Dışişleri Bakanı A. Gül’ün İsrail ve Filistin ziyareti sırasında yaptığı konuşma ve açıklamalarla ortadadır.
Dışişleri Bakanı Gül’ün İsrail ziyareti, esasen, Başbakan Erdoğan’ın İsrail’le ilgili yaptığı ve İsrail tarafınca beğenilmeyen açıklamaları için bir özür ziyaretidir. Bakan Gül, ertesi gün Filistin’dedir ve Filistin parlamentosundaki konuşma üslubu baskıcı bir üsluptur. Orada, “Filistin Yönetimi’nin de güvenlik alanındaki yükümlülüklerini yerine getirme konusunda elinden gelen çabayı göstemesi bölge barışı açısından önemli…” görünü dile getirmiştir. Yani demek istiyor ki, İsrail’in güvenliği için gerekenleri yapın.
Yine hükümet, Şarm el Şeyh’i desteklediğini belirtmek için yaptığı açıklamada, “Filistin’de güvenlik reformu bir an önce gerçekleşmeli. Güvenliğin tek çatı altında toplanması gerekiyor” diyor. Aynı şeyleri, ABD dışişleri bakanı Rice’nin de söylüyor olması ve bunların, şimdiye kadar yapılmış “barış” antlaşmalarında “barış”ın ilkşartı olarak yer alması tesadüf olmasa gerek. Türkiye’nin tutumu; Filistin’e “dost” ve “kardeş” bir ülkenin “barışsever” baskısından başka bir şey değildir.
Türkiye işçi sınıfı ve emekçi halkı her zaman Filistin halkıyla dayanışma içinde oldu, ancak bugün, bu tutumunu daha da ilerletme ve bölgede daima ABD politikalarının destekçisi ve İsrail’le askeri, ekonomik yakın ilişki ve anlaşmalar içinde olan Türkiye egemenlerine karşı; Türkiye’nin bölgeye yönelik ABD politikalarına köprü yapılmaması, İsrail’le yapılmış askeri ve ekonomik tüm anlaşmaların feshedilmesi taleplerini de mücadelesinin konusu haline getirerek, Filistin halkının yanında olma sorumluluğundadır.
FİLİSTİN HALKI KAZANACAK!
Filistin halkı, elli yılı aşkın bir zamandan beri, gerçek bir barış ve gerçek bir çözüm için; kendi topraklarında, bağımsız, özgür ve egemen bir halk olarak barış ve güvenlik içinde yaşamak için mücadele ediyor. Ama Filistin halkının istediği barış; teslimiyetin, iç çatışmaların dayatıldığı, onursuz bir barış da değildir.
Filistin halkının elli yıllık mücadelesinde, onyıllarca süren silahlı mücadeleler de vardır, intifadalar da. Kahramanca mücadelesinin engin tecrübesiyle, Filistin halkı; halka, halkın gücüne ve mücadelesine güvensiz, umutsuzluk kaynaklı kör terörcülük ve intihar eylemciliğinin kazandıramayacağının da ayırdında ve bilincindedir. Bunların, doğru olmak bir yana, halk mücadelesinin tüm dünyada ve halklar nezdinde kazandığı saygınlık ve prestiji kemiren ve zayıflatan bir rol oynadığı, düne göre bugün daha belirgin olarak ortadadır.
Filistin halkı, teslim alınamaz mücadele ruhu ile, birleşerek ve halk mücadelesinin ve direnişinin her bir yoluyla direnerek kazanacaktır. Dünya proletaryası ve emekçi halklar Filistin halkının ve mücadelesinin yanında olmalıdır, olacaktır.