Üniversite sanayi işbirliği, sanayi devriminden bu yana tartışılan bir konu. Bilimin toplumu daha ileri götürmek için mi, yoksa sermaye güdümünde, pazarın ihtiyacına göre mi şekilleneceği, bu tartışmaların ana konusunu oluşturur. Günümüz koşullarında, kapitalistler arasındaki çekişmedeki etkenler çoğullanmıştır, eskiden sermaye ve işgücü en belirleyici unsurken, şimdi, teknoloji üretebilme ya da ticarileşebilen bilgiyi üretme en önemli unsur haline gelmiştir. Ama unutmamamız gereken bir ayrıntı var, bu bilgi, başkalarınca bilinmeyen bir bilgi olmadığı takdirde hiçbir kâr getirmez, bu yüzden bilginin gizliliği esastır. Bunun için ne yapmak gerekiyor? Ya araştırma yapabilecek insan kaynağını kendi bünyesinde bulundurmak ya da bunu taşeron mantıkla bir yere yaptırmak gerekiyor. Bunun en kârlı ayağı olan Teknokent, Teknopark veyahut Teknoloji Geliştirme Merkezi olarak adlandırılan bu kurumlar, 4691 sayılı kanunla tanımlanan, içindeki şirketlerin, yazılım alanında çalışma veya AR-GE yaptıkları takdirde, belirli vergi muafiyetleri, krediler vs. gibi avantajlara sahip oldukları, organize sanayi bölgesine benzeyen, fakat organize sanayi mantığı ile çalışmayan, yani bacalı sanayinin bulunmadığı bölgelerdir. Elinin altında mis gibi üniversite varken, bunun için boş yere yatırım yapmak, iyi bir kapitalist için aptallık olur ki, teknokent diye bir vergi cenneti var. Ki buralar, Ankara Cyberpark Genel Müdürü Mustafa ATiLLA’nın da söylediği gibi, sadece bir vergi cenneti değildir; buralarda, üniversite içerisinde kütüphanelerden yararlanma ve teknik doküman sağlama kolaylığı, ürettiklerini satabilecekleri uluslararası pazarlama ağı ve en önemlisi hazır akademik bilgi sağlanacaktır. Hem öğretim üyeleri araştırmalarını burada yapacak, hem de parlak ve zeki öğrenciler staj ve bitirme ödevlerini şirketlerin ihtiyaçları doğrultusunda seçecek, sonuçta, kalifiye eleman ihtiyacını da buralardan sağlayacaktır, yani mezun bir mühendisin 2 senede kazanacağı tecrübeyi öğrenciler buralarda kazanmış olacak, bu da, şirketler için, 2 senelik beyin gücü maliyetinden kurtulmak anlamına gelecektir.
Dünyada ilk teknopark, 1959 yılında ABD’de California’daki Stanford Üniversitesi öncülüğünde kurulmuştur. Avrupa’ya baktığımızda, teknopark hareketi 1980’lere dayanıyor. Şu an ABD’de 300, Avrupa’da 200, İsrail’de 30 olmak üzere, dünyada 1000’in üzerinde teknokent vardır. Bu teknokentlerden, özellikle ABD’de bulunan Silikon Vadisi, teknoloji alanında 20.yy’ın ikinci yarısına damgasını vurmuştur; insanlığın kıyımında kullanılan silahlar, ABD’nin bu kadar pervasızca saldırmaktan çekinmemesinin nedeni olan teknoloji, burada üretilmektedir. Peki, bu, bilim etiğine aykırı değil midir? Eğitim, toplumun yenilenmesine göre mi, ekonomik rekabetin gereksinimlerine göre mi örgütlenecektir? Peki, üniversiteler neden buna evet diyor? Neo-liberal politikalar ekseninde yükseköğrenime bilinçli olarak kaynak aktarılmamakta ve üniversiteler yapacakları araştırmalar için finansman bulmak çözümsüzlüğüyle karşı karşıya kalmaktadır. Sonuçta, parayı veren düdüğü çalmıştır, üniversiteler, yüklenmeleri gereken halk ve toplum yararına bilgi üreten merkezler olmaktan uzaklaşmış ve yalnızca teknoloji üreten, sermayenin AR-GE labrotuarları haline gelmiştir. Bunu, bir diğer deyişle, ÜNİVERSİTE A.Ş diye adlandırmak, hiç de yanlış olmayacaktır diye düşünüyorum. Bu koşullarda bilimin özerkliğinden bahsetmek fanteziden öteye gidememektir. Kamusal niteliğini yitiren üniversite, bütün topluma hizmet etme özelliğini yitirecek, sermaye sahibi küçük bir azınlığın hegemonyası altına girmiş bir şirketçik olarak kalacaktır.
Öğretim görevlisi tarafından bakıldığında ise, sahip olduğu potansiyeli kullanabileceği, toplum yararına, insanlık yolunda çalışmalar yapmasının önü açılmadığı için, kimi kendini kanıtlamanın, ekmeğini kazanmanın çaresizliğiyle, bazıları ise utanç verici bir tüccar zihniyeti ile hareket etmekte, soygundan nemalanma düşüncesiyle avuç ovuşturmakta, bu rezalete dur dememektedir.
Birçok öğrenci, teknokentlere, araştırma projelerinde görev alma, deneyim kazanma gibi gerekçelerle, olumlu bakmaktadır.
Bunun nedeni, bu kurumların halka şirin gösterilmiş, bize tek çıkar yol, bilim öğrenmenin, bilimsel ilerlemenin alternatifsiz formülü gibi sunulmuş olmasıdır. Amacın maksimum kâr olduğu bir AR-GE sisteminde, pazarlanamayan, şirketlerin işine yaramayan, teknoloji geliştiremeyen bilgi pek bir anlam ifade etmez; para getirmeyen, kısa vadede teknolojik gelişme oluşturmayan temel bilimler ve felsefi-teorik araştırmalar bertaraf edilir; bu da, üniversiteleri birer teknik okul düzeyine düşürür. Burada, üniversitelerin, özgür düşünebilen, eleştirel bakabilen geleceğin aydınlarını ve bilim adamlarını yetiştirmesi gerekirken, piyasaya teknisyen yetiştiren bir hale gelmesi, içler acısı bir durumdur. Burada sorulması gereken en önemli soru şudur; üniversitenin yetiştirdiği insanlar kendisine söyleneni mi yapacak, yoksa bilimin ışığında düşünüp sorgulayıp, bunu başkalarıyla mı paylaşacak? İyi bir bilim adamı, yaptıklarını, keşfettiklerini toplumla paylaşmalıdır, gizli bilgi, bilgi değildir, sermayenin kâr elde etmek için kullandığı bir araçtan öteye gidemez. Bilimsel bilgi, toplum yararına kullanılmalı, kamusal kullanıma açık olmalıdır. Daha ilk çağlardan bugüne, tarih bize, bilgiyi elinde bulunduranın hükmetme gücünü elinde bulundurduğunu göstermiştir, ve sermaye, bu gücün ne kadar önemli olduğunu gayet iyi bilmektedir.
Peki teknokent serüveni, Türkiye’de nasıl başlamıştır ve ne gibi süreçlerden geçmiştir?
Türkiye’de, ilk teknokent olan ODTÜ teknokentin projesi, 1987 yılında başlamıştır ve 1995 yılında faaliyete geçmiştir. Onun açtığı yolda teknokentler mantar gibi türemişlerdir. Bugün Türkiye’de, başlarını, TÜBİTAK MAM Teknoparkı, Gebze Organize Sanayi Bölgesi Teknoparkı, İTÜ Teknokenti, Arı Teknokent ve Ankara Cyberpark’ın çektiği, 15 tane teknokent vardır. Ayrıca İstanbul’da, Microsoft’un kurucusu Bill Gates’in “ilk kiracısı ben olurum” dediği bir teknokent projesi vardır, ne kadar hoş değil mi, benim ülkemin teknolojisini geliştirme iddiasıyla ortaya çıkan bir yapıya ( tabi ki inandırıcı değil ama) ilk kiracı, dünyanın en büyük tekellerinden birinin kurucusu olacak, benim medyam bunu ballandıra ballandıra anlatacak ve kendisini bağımsız basın olarak adlandırmaya devam edecek. İstanbul haricinde, ÇÜ ve bazı üniversitelerde de teknokent taslakları hazırlanmıştır.
Teknokentlerin şirketler için neden bu kadar çekici olduğunu biraz daha açalım isterseniz. Az evvel akademik destek, doküman sağlama kolaylığı, ucuz iş gücü vb. gibi etkenlerden bahsetmiştik, en az bunlar kadar önemli bir şey daha var; vergi muafiyetleri ve teşvikler. “Birincisi; bölgede yer alan şirket, yazılım faaliyetlerinde bulunuyorsa veya AR-GE yapıyorsa, şirket çalışanları, aldıkları maaştan gelirler vergisi ödemiyor. İkincisi; bölgede yer alan girişimci şirket, bu faaliyetlerine ilişkin bir gelir elde ettiğinde, yıl sonunda kurumlar vergisi ödemiyor. Ayrıca katma değeri çok yüksek olan yazılımdaki KDV, buralarda sıfırlanmış durumda. Kurumlar vergisi muafiyetlerine bakıldığında, aslında Avrupa’da çok sayıda ülkede buna benzer muafiyetler var, fakat gelir vergisi muafiyeti, dünyada istisna birkaç ülkede kalmış durumda.” Bunu, direkt olarak Ankara Cyberpark Genel Müdürü Mustafa ATİLLA’nın konuşmasından aktarıyorum, diğer müdürlerimizin de söylediği farklı bir şey yok, eklenebilecek olan, bunun reklamının iyi yapılması gerektiği; gözü dönmüş tüccar mantığıyla hareket ettiklerini söylemek hakaret sayılmasa gerek. Ayrıca Mustafa Bey: “Araştırma geliştirme önemli, ama önce iş. İş olmayan, para yatırılmayan, ticaret yapılmayan bir yerde; araştırma geliştirme yapılmasının çok da anlamlı olduğunu düşünmüyoruz.” diye devam ediyor sözlerine.
Teknokentlerin sicilinin temiz olmadığını, üniversitelerin yakın zamanlarda alet edildiği çirkefleri ortaya seren bazı örneklerde görmek mümkün. Kan pazarı da diyebileceğimiz savaş sanayii, en adi insanlık suçlarını işlerken, üniversiteyi tetikçi olarak kullanmıştır. Her durumda, kâr eden yatırımcı para babaları, zarar eden insanlık olmuştur. Buna ülkemizden birkaç örnek verelim isterseniz.
ODTÜ Teknokent’teki Milsoft, ABD’li helikopter firması Skorsky ile, 5 milyon dolar tutarında S92 Helibus’un bakım bilgisayarı yazılımıyla ilgili anlaşma yaptı. ETA adlı firma ise, ABD ordusu için atış eğitim simülatörü geliştirdi. ABD ve İsrail Silahlı Kuvvetleri tarafından standart atış eğitim sistemi olarak onaylanan MiniRETS cihazının tamamı, ODTÜ Teknokentte geliştirildi. Söz konusu lazerli atış eğitim sistemi, ABD askerlerinin eğitiminde kullanılıyor. Teknokentin kimlere, nelere hizmet ettiğini ve bizim ülkemizin ne kadar bağımsız bir ülke olduğunu anlamak için, Gebze ve İzmir Teknoparklarını kuran kişiyi, yani İsrailli Stef Wertheimer’i tanıyalım: şu an AKP iktidarına endüstri danışmanı olarak görev yapıyor. Aynı zamanda, Türkiye’nin yeni Endüstri-Teknoloji Yasa Tasarısı’nı yapan kişi. Benim bağımsız ülkemin Endüstri-Teknoloji Yasasını yapacak olan kişi, bir İsrailli. Ne tesadüf ki, aynı şahıs, ISCAR şirketinin kurucusu ve yönetim kurulu başkanı. Şirketin mazisi 6 gün savaşlarına dayanıyor. Şirketin kuruluş amacı ise, İsrail’e uygulanan ambargoyu kırmak; şirket, aynı zamanda, dünya kesici uç pazarının üçte birini elinde bulunduruyor. On parmağında on marifet Stef Bey, aynı zamanda, Gebze teknoparkındaki yönetim kurulu başkanlığını yönetiyor. Teknoparkların haricinde ilgi alanları da var. ISCAR, Skorsky helikopterleri ve F-16 savaş uçaklarının motorlarını üreten şirket olan Pratt&Whitney’in ana hissedarı. Bu şirket, aynı zamanda, Türkiye’nin helikopter ihaleleriyle gündeme gelen United Technologies Corporation şirketinin alt kuruluşu. Danışsak mı acaba, binlerce masum çocuğun, suçsuz insanların ölümünde etken olmak nasıl bir duygu?
Elbette ki, kapitalist saldırıların ne ilki ne de sonuncusudur. Bu filmi biz daha önce de görmüştük. Örnek vermek gerekirse, SSK hastanelerini de kaderine terk etmiş, yıllarca hiçbir yatırım yapmamış, sonra, işlemiyor diyerek el atmıştır. SEKA kağıt fabrikasını da, yıllarca, bir yandan en kalitesiz hammaddeye maruz bırakarak, diğer yandan kağıt ithalatını teşvik ederek mağdur etmiş, sonra da, rekabet geliştiremiyor, zarar ediyor diyerek, kapatmaya girişmiştir. TEKEL de aynı senaryonun kurbanı olmuştur. Üniversitelerde de bu özelleştirme furyasının bir ayağı uygulanmaktadır. Her türlü tüketim maddesinde ödediğimiz vergilerin ve yine binbir vesileyle alınan eğitime katkı paylarının kamu hizmeti, eğitim, sağlık gibi alanlarda bize geri dönmesi gerekirken, devlet, üniversitelerde araştırma fonları açmayı savsaklamış ve sonuçta, öğrenciyi de, öğretim görevlisini de, sermayedarların kucağına düşürmüştür.
Günümüzde özelleştirme, ülkelerin yer altı ve yerüstü zenginliklerine el konulması ve kamusal alanların tasfiye edilmesi sonucunu doğurmaktadır. Kamu İktisadi Teşekkülleri (KİT)’nin özelleştirilebilmesi için, öncelikle bu alanların içinin boşaltılması, çürümeye terk edilmesi, temel bir yöntem olarak uygulanmaktadır. Sonuca ulaşıldığında, KİT kapsamındaki alan, işlevsiz, verimsiz ve devletin sırtında bir kambur gibi gösterilerek, özelleştirilmesine gerekçe zaten bulunmuş olmaktadır. Bu sürecinin sonucu olarak, halkın hizmet alma alanları (eğitim, sağlık, madenler, haberleşme, limanlar, demir ve hava yolları), sermaye şirketlerinin, uluslararası kuruluşların kâr alanlarına dönüşmektir.
KİT’lerin bu tasfiye sürecine paralel olarak; üniversitelerin kamusal alana bilgi ve bilim üretmesinin de, kapitalizmin hedefleri bakımından yok edilmesi gerekmektedir.
Üniversitelerin öncelikle araştırma yönü köreltilmekte, her türlü kaynaklar sınırlandırılmakta ve üniversiteler bilimsel araştırmaları gerçekleştiremeyecek bir fukaralığa sürüklenmektedir. Buna paralel olarak, bilim insanları, bilimsel araştırmalar, bir yandan bilimsel araştırma imkanlarının kısıtlanması, öte yandan geçim sorunları nedeniyle, gerçek misyonlarını kaybetmektedir. Dolayısıyla “bilimsel üretim, teknolojik gelişme, bilim insanlarının rahatlığı” adına, bilim alanında özelleştirmenin bir ayağı olarak, teknokent, teknopark ve teknoloji geliştirme bölgeleri, gerekçelendirilmiş sermaye projeleri olarak kendisine alan açmaktadır.
Yapılması gereken, kamusal alan başta olmak üzere, tüm KİT’lerin yeniden modernizasyonu ve yatırımların üst seviyeye çıkarılmasıdır. Buna mukabil, üniversitelerde sermaye ile işbirliği halinde gerçekleşen bu projelere son verilmesi ve üniversitelere araştırma için gerekli desteğin maksimum seviyeye çıkarılmasıdır. Ayrıca, özel teşebbüsle değil, KİT’lerle yapılacak bir işbirliği içerisinde, bu kamu kuruluşlarına bağlı araştırma-geliştirme departmanlarının güçlendirilmesi ve bu alanda daha çok bilim insanlarının, teknik elemanların istihdam edilmesi, gerçek çözüm olacaktır. Ülke kaynaklarının verimli kullanılması ve halkın yararına sunulması, ülkenin gelişmiş tekeller karşısında kendi bağımsız dinamiklerini koruması ve güçlendirmesinin yolu da buradan geçmektedir.
Ben, bilginin toplumsallaşarak, toplum yararına ve kamusal kullanıma açık olması gerektiğini söylüyor, üniversitelerin kişiler için değil, toplumlar için evrensel bilginin üretildiği yerler olması gerektiğini savunuyorum.