Ekim devrimi tarihten çıkarılabilir mi?

Şu söz oldukça ünlüdür ve çok bilinir: ”Devrimler tarihin lokomotifidir”(Marks). Büyük Fransız Devrimi, neredeyse tüm Avrupa’ya yayılan 1848 devrimleri, Paris Komünü, 1905 Rus Devrimi, Büyük Ekim Devrimi.. Bütün bu devrimlere Çin, Küba, Vietnam gibi ulusal kurtuluş mücadeleleri ve devrimlerini de eklersek, yukarıdaki sözün doğruluğunu tarihsel olarak kanıtlayan epeyce veri elde ederiz. Devrimler, ülkelerin tarihlerindeki dev sıçramalardır ve çözülmeden birikmiş bütün tarihsel, sosyal sorunları, kısa bir zaman dilimi denebilecek bir sürede çözüme bağlarlar. Başka bir ifade ile, devrimler tarihin akışının hızlandığı, halkların yaratıcılıklarının zirveye çıktığı zaman dilimleridir.
Ancak tarih düz bir çizgide ilerlemiyor. Tarihin genel akışı ileri doğru olmakla birlikte, duraklamalar, geriye dönüşler, tekrar ileriye sıçramalar görülebiliyor. Örneğin Fransız Devrimi bu açıdan son derece ilginçtir. Fransız halkı Kralı devirdi, devrim egemen oldu. Arkadan Thermidor egemenliği geldi, daha sonra da, Napolyon’un şahsında imparatorluk. Ardından yeniden gericilik –Restorasyon Dönemi, krallık– yılları, 1848 devrimleri, Paris Komünü vb. Ancak bütün bu sürecin burjuva demokrasisini, cumhuriyeti kökleştirip, egemen kıldığı bilinmektedir. Ancak aklı başında hiç kimse, ‘bütün bu mücadele ve alt üst oluşlar olmasaydı da, Fransız halkının bugünkü kazanımları –ki bunlar, insan hakları, eşitlik, cumhuriyet, demokrasi vb. gibi, tüm insanlığın da kazanımlarıdır– yine de olanaklı olurdu’ iddiasını ileri sürmemiştir, sürememiştir. Zaman zaman devrimin fazla kanlı olduğu, sonrakilere kötü örnek oluşturduğu ileri sürülmüş, burjuvazi tarafından Jakobenizm kötülenerek, devrimin radikalizmi –proletaryaya yolu açtığı gerekçesi ile– reddedilmiş, ancak bütün bunlar genel bir kabul görmek bir yana, marjinal düşünceler olarak kalmışlardır. Halklar, tarihi; devrimler, ayaklanmalar olarak dışa vuran sınıf mücadeleleri ile bir kez yapmışlar ve tarih bir kez böyle yazılmıştır. Bu tarihsel gerçekliği değiştirme yönündeki gerici çabalar hep boşuna çabalar olarak kalmıştır ve kuşkusuz öyle de kalacaktır.
Ancak, sosyalizmin yıkılması ve ardından “Doğu Bloku”nun ortadan kalkması, burjuva liberalizmine ve gericiliğe farklı bir nefes verdi. Dönüp tarihi yeniden ve kendi gönüllerince yazma çabası hız kazandı. Bu uluslararası rüzgarın ülkemizi de etkilemesi kaçınılmazdı. Zaten tarihi gerici tarzda yorumlayan, anti-komünizmi meslek edinmiş gerici bir takım vardı ve bunların üzerine, ”ilerici, solcu” etiketli ”bilim adımları”, yazar vb. takımı da eklendi. Gazetelerde yayınlanan herhangi bir makalede ya da tarih üzerine bir yazıda, örneğin şunları okumak artık sıradan oldu; ‘devrim zorunlu muydu?’ ‘devrim olmasaydı da Rusya bugünkü noktaya gelemez miydi? Stalin öyle davranmasaydı çok faklı olurdu, yapılanlar boşa gitti vb..’
Bütün bu gerici varsayımlara son zamanlarda günlük köşe yazılarında da rastlamak olağanlaştı. Hepsine değinmek elbette olanaksız. Ama örnek olması bakımından birine göz atmakta yarar var. Radikal’de Türker Alkan şöyle yazıyordu; ”Bir hışımla gelip geçtiler… Devrimlerden söz ediyorum. Örneğin Sovyet devrimi, 20 milyon cana mal olduğu söylenir. Sayı doğru mudur, elbet kimse tam olarak bilemez. Ama Stalin’in palabıyıklı kişiliğinde simgeleşen Gulak Takımadaları’nın kötü bir düşten ibaret olmadığı ortada. Şimdi dönüp 70 yıllık (yaklaşık olarak üç kuşak eder) bu dönemde ödenen bedel olmadan da, evrimci bir yaklaşımla acaba Rusya bugün ulaştığı noktaya gelemez miydi, sorusunu sormakta (net bir yanıtı olmasa da) yarar var sanıyorum.”(Türker Alkan, Çöken Devrimlerin Ardından 12. 05. 2004 Radikal)
Bu tip saldırılara karşı, 20 milyon Sovyet insanının, insanlığı faşizm belasından kurtarmak için Nazi Almanya’sına karşı savaşta öldüğü, Sovyet insanının sadece kendi anayurdunu değil, Avrupa’yı da kurtardığı, sosyalizme karşı suç işleyip Gulak vb. kamplara gönderilenlerin büyük çoğunluğunun sağ salim geri döndüğü, bunlardan pek çoğunun sosyalizme hizmet ettiği tarihsel belgelerle anlatılmaya çalışılır. Bunların aklına nedense hiç faşizm belasını savuşturmak için Sovyet halklarının verdiği kayıplar gelmez. Ya da tersinden, başıboş kaldığı yaklaşık son kırk yıl içinde, yalnızca Amerikan emperyalizminin açtığı savaşlarda ölen insan sayısının 20 milyondan fazla olduğu da gelmez. Kapitalizmin insanı mahkum ettiği açlık, kötü beslenme, sağlıksız yaşam koşulları ve iş kazaları nedeniyle ölümlerin, bu sayıdan kat be kat fazla olduğu hatırlanmaz bile. Karşı cephe geniş ve şerbetlidir. Siz daha bunlara cevap vermeye çalışırken, gazetelerin köşelerinden, dergilerin makalelerinden yeni salvolar gelir, ipe sapa gelmez iddialar sıralanır. Bunları elbette yanıtlamak gerekir. Bu, yeni kuşakların yalan ve yanıltıcı propaganda ile zehirlenmesini önlemek açısından da, son derece önemlidir. Ancak bütün bu saldırılara tek tek yanıt vermenin zorluğu da ortadadır. Biz burada bunları tek tek yanıtlamaktansa, tarihsel materyalizme dayanan genel bir tarih bilinci edinmenin, proletarya ve halkların toplumsal kurtuluşa doğru ilerleyen tarihsel mücadelelerinin genel çizgisini kavramanın, bütün bu gerici saldırılara karşı genel bir savunma ve karşı saldırıya geçmenin temel koşulu olduğunu ortaya koymaya çalışacağız.

DEVRİMLER NİYE OLUYOR?
Bugünün egemen olan burjuva liberal bakış açısıyla tarihe bakanlar, onu aynı zamanda yeniden yazma gibi boşuna bir çabanın içine de giriyorlar. ”Devrim olmasaydı” da Rusya’nın bugünkü durumuna gelebileceğini ima edenler, sadece bir ülkenin şu ya da bu gelişme yolunu keyfince izleyebileceğini ileri sürmüş olmuyorlar. Onlar, tarihte, sınıfları, onların mücadelelerini, işçi sınıfını, halkları, ezilenlerin ezenlere karşı mücadelesini ve bu mücadeleye temel olan zemini de yok sayma gibi, bütünüyle gerici bir yola da sapıyorlar. ”Evrimci bir yaklaşımı” ileri sürenler, herhalde çok genel bir biçimde ifade edilecek olursa; insanlığın evriminin ileriye doğru olduğunu biliyorlar. Bu evrim kendi içerisinde sıçramaları, altüst oluşları, düşüşleri ve yükselişleri, kısa süreli geriye dönüşleri barındırıyor. Yani bu evrimi insanlığın genel ilerlemesi olarak kabul edecek olursak, devrimler, bu evrimin içinde zaten var! Kuşkusuz devrim yasakçılarının, ”evrimci yaklaşımdan” kast ettikleri, bu değildir. Politik literatürde, evrim; hem devrime karşı, hem de devrimin hazırlandığı az çok barışçıl dönem olarak kullanılabilmektedir. Kolayca anlaşılacağı gibi, Alkan, evrimi, devrimin karşıtı olarak kullanmakta, düz ve barışçıl bir evreyi kastetmektedir. Bu gibilerin ”evrimi”, düz ve ilerleyen, altüst oluşlara ve sıçramalara yer vermeyen bir süreçtir. Böyle bir süreç ise, ne Rusya’da, ne de başka bir ülkede, dahası sınıflı toplumların tarihinde yaşanmadı ve yaşanmayacaktır. Bu tarihi lokomotifsiz bırakma, birikmiş sorunları çürümeye ve kokuşmaya terk etme, ama bu arada, halklara çok ağır ve sancılı bir fatura çıkarma denemesidir. Kuşkusuz tarih, bugüne kadar olduğu gibi, bundan sonra da kendi yolunu izleyecektir.
O halde, tarihin gerçek ilerleyişine dönüp, yukarıda ortaya atılan ”evrimci” sorunun yanıtını aramaya başlayabiliriz. Öncelikle, Rusya’da milyonlarca insanı ayağa kaldıran nedenler neydi, o tarihsel koşullarda onların ayağa kalkması önlenebilir miydi, sorusuna yanıt aramak gerekiyor. Bu soruları, Çar’ın yeteneksizliği, Kerenski’nin beceriksizliği, Stopilin reformlarının yarım kalması, Lenin’in dehasını işin içine sokarak yanıtlayan ”tarihçiler” var. Onlar, genellikle tarihi, ”büyük tarihsel kişiliklerin” yaptığını savunurlar ve tesadüflere olduğundan fazla bir değer biçerler. Ama sınıflar, onların mücadeleleri, bu sınıfların ortaya çıkardıkları önderler, bu önderlerin bir örgütü yönettiği, bu örgütün –partinin– o sınıf içinde örgütlendiği, önderleri devrime giden halkın çıkardığı ve onların sınıfın o an ki mücadelesini ve istemlerini en iyi ifade eden kişiler olduğu gerçeğine çok uzaktırlar. Örneğin bunların bir kısmına göre, Lenin, her şeyi önceden planlamış ve kurmuştur! Lenin, elbette işçi sınıfının genel hedeflerini, mücadelesini nereye doğru yöneltmesi gerektiğini, politik koşullardaki değişimlere göre ilerlemek gerektiğini, her dönemde mücadelenin hangi tip bir örgüte gereksinim duyacağını politik gelişmelerin seyrine bakarak tayin edebiliyordu. Ama ne bunalımları, ne de savaşları çıkarmaya gücü yetmezdi! Bütün bunları “yapan” egemen sermaye düzeniydi, kapitalizmdi ve kendi karşı güçlerini sürekli olarak üretiyor ve topluyordu.
Savaş, dünya kapitalizminin genel bir bunalıma girmesinin ürünüydü. Büyük emperyalist devletler dünyayı yeniden paylaşma mücadelesine atılmış, milyonlarca insanı kurbanlık koyunlar gibi cepheye sürüyordu. Çarlık Rusyası da, İngiliz ve Fransız emperyalizminin yedeğinde, bu paylaşım savaşına dahil olmuştu. Şovenist dalga yatışıp gerçekler daha iyi görülmeye başladığında, Rusya halkları ve işçi, emekçi kitleleri arasında savaşa karşı duygu ve düşünceler gelişmeye başlamış, bunlar açık hareketlere dönüşmüşlerdi. Uzun süren savaştan yorgun ve yoksul düşmüş milyonlarca işçi, köylü ve asker ne istiyordu? Savaştan hemen çıkılmasını, adil bir barışın yapılmasını, açlık sorununun çözümünü. Bunlar ‘kahrolsun savaş, barış ve ekmek’ taleplerinde dile geliyordu. Ancak ne Çarlığın, ne de sonrasında kurulan geçici hükümetin kitlelerin bu taleplerine yanıt vermeye niyeti vardı. Yani ‘evrimci yol’ bütünüyle kapanmış, Rusya tüm keskin çelişkilerin düğüm olduğu bir ülke olmuştu. Ezilen, sömürülen, cepheden cepheye sürülen yığınlar, Bolşeviklerin önderliğinde kendi tarihsel inisiyatiflerini kullandılar ve devrime başvurdular! Bu düğüm başka türlü çözülemezdi. Yığınlara ‘itidal’ tavsiye etmenin, yönetimden ‘sağduyu’ dilenmenin, tarihin devrimci bir yola değil de ”evrimci” bir yola girmesini sağlayamayacağı apaçık ortadaydı. Sonunda, emperyalizm ve gericilik bu ”zayıf halkada” yarıldı ve devrim gerçekleşti. Bu sonuca yol açan gelişmeler bütünüyle nesnel nedenlere dayanıyordu. Parti ve Lenin de, işçi sınıfının önderlik rolünü yerine getirebilmesi sağladılar ve bu nesnel nedenler üzerinde kendi devrimci rollerini oynadılar. Yani evrim devrimi hazırlamış, çözemediği sorunları çözmek üzere devrimi sahneye davet etmişti!
O koşullarda Rusya’da ”devrim olmasaydı” demek, bütün bu sorunların çözümünü Çar’a, toprak beylerine, kapitalist sınıfa havale etmek anlamına geliyordu. Bu gerici sınıfların ise, ülkenin ve halkın temel sorunlarını çözmeye ne istekleri ne de yetenekleri vardı. Tepeden tırnağa çürümüşler, diğer ülke ve halkların sırtından ganimet edinme peşine düşmüşlerdi. 1905 Devrimi’nin yenilgisinin ardından da, Rusya’da bir kısım liberal aydın, devrim kaçkını, artık ülkenin ”anayasal gelişme yoluna girdiğini” devrimden ebediyen vazgeçmek gerektiğini ileri sürmüşlerdi. Onlar kuşkusuz kendilerini toprak aristokrasisi ve patronların saflarına atmışlar, kokuşmuş ve çürümüş sınıflardan ”ilerlemenin” öncülüğünü yapmalarını istemişlerdi. Bir takım aydınların, neredeyse yüzyıl sonra, Çar’dan, toprak beylerinden, onlarla işbirliği halindeki kapitalistlerden keramet bekleme durumuna düşmeleri, şaşırtıcı ama gerçek!
Bütün bunlara rağmen, toplumların tarihinden devrimi çıkarma isteğinin, sınıfların, sınıf mücadelelerinin olmadığı, bunların kendi doğal sonuçlarına ulaşmadığı bir toplumu düşlemek anlamına geldiği açıktır. Dahası, bu, çağımızda bunalımların olmadığı bir kapitalizmi düşlemektir. Bu ise, gerçekleşmeyecek bir ütopya peşinde koşmak demektir. Düğüm üzerine düğüm olmuş çelişkileri, tıkanmış tarihi ilerletmek için kitleler inisiyatif almışlar ve bu sorunu kendi yöntemlerince çözmüşlerdir. Kitlelere ‘devrim yapmayı yasaklayanlar’, öncelikle, devrime yol açan nedenler üzerine kafa yormalıdırlar. Birinci Dünya Savaşı –paylaşım amaçlı– neden çıktı, emperyalistler sorunlarını barış içinde çözemezler miydi? Haydi, birincide ”hırslarına, akılsızlıklarına” yenik düştüler, ikincisine niye yol açtılar? Üstelik bunlar, aynı dünyanın –sömürücüler dünyası– güçleri ve insanları; savaşsız, çatışmasız bir yol tutamazlar mıydı!? Alkan gibilerinin bu sorulara verecek bir yanıtı bulunmamaktadır. Eğer emperyalist ve gerici güçler, kendi dünyalarındaki çelişki ve ayrılıkları giderme, bunalımları aşma yolunu savaşlarda buluyorlarsa; bütün bu çelişki ve çatışmaların üzerlerine yıkıldığı karşı dünyanın insanları olarak, işçi sınıfı ve emekçi kitleler, çözümü ve kurtuluşu elbette devrimde bulacaklardır. Bu çözüm, onların isteklerin ürünü değil, bütünüyle nesnel koşulların onları zorlamasının bir sonucudur. Proletarya partileri, bu nesnelliğin yasalarını anlamış, hazırlıklarını buna göre yapmışlardır. Onları ”komplocu” akım ve partilerden ayıran temel farklardan birisi de budur. Burada, Marks ve Engels’in 1848 devrimlerinin ardından söylediklerini hatırlatmakta yarar var; ”Bir yeni devrim, ancak yeni bir bunalımın ardından gelebilir. Ama biri ne kadar kesinse, öteki de o kadar kesindir”. (Fransa’da Sınıf Savaşımları’na Engels’in önsözünden)
Burada, yeniden baştaki soruya dönebiliriz. Rusya halkları bu devrimin zorunluluğunu anlamış ve gereğini yapma yeteneğini göstermişlerdir. Peki benzer koşullarda devrimlerini yapamayan, ayaklanmaları bastırılan halklar için tarih nasıl bir yol çizmiştir, bu ülkelerde neler yaşanmıştır? Yani ”devrimini yapamayanlar”, vagonları ”lokomotiften” ayrılanlar hangi gelişme yolunu izlemiştir? Bu ülkelerden birisi Almanya’dır. Bilindiği gibi Almanya Birinci Paylaşım Savaşı’nda bir bloğun başını çeken güçtür. Alman işçi ve emekçileri de savaştan yorgun ve yoksul düşmüş, savaşın sonuna doğru ayaklanmalara –örn. Hamburg–yönelmişlerdir. Onların bu ayaklanmaları kanla bastırılmıştır. Almanya’nın yenilgisinin ardından gelen sert bir sınıf mücadelesi dönemidir. Burada işlenmesine gerek olmayan nedenler dolayısıyla, on yıldan fazla süren mücadelesi sonucu Alman emekçileri yenilmiş, Hitler ve Nazi kılığındaki faşizm egemen olmuştur. Koşullarının farklılığını dikkate almak kaydıyla ifade edecek olursak, Rusya halkları kendi Çarlarının, Kerenskylerinin, Kornilovlarının, Denikinlerinin hesabını görmüş, ancak Alman halkı, tüm cesaretine ve mücadelesine rağmen yenilgiye uğramıştır. Gelen; ”tarihin evrimci, barışçı” ilerleyişi değil, bunalım ve gericilik yılları ve ardından faşizmdir. Burjuva toplumunun yükselişi değil, düşüşüdür. İkinci büyük savaşa yol açan nedenler ve sonuçları ise bilinmektedir. İleride konumuzu ilgilendirdiği kadarıyla bu soruna girilecektir.

SOSYALİZMİN İLK DÖNEMİ VE DÜNYA
Uluslararası işçi sınıfına ve ezilen halklara devrimi ve ”aşırılıkları” yasaklayanlar acaba nasıl bir dünya da yaşadığımızı, son yüzyılda neler olup bittiğini gerçekten biliyorlar mı? Biz, bildiklerini, ama bu gerçekleri bilmezden geldiklerini varsayıyoruz. Sovyet işçi sınıfı, iktidarı ele geçirdikten sonra, kendisini bütünüyle –enternasyonal dayanışmalarını ve görevlerini ihmal etmeden– sosyalizmin inşasına verdi. Sosyalizmin inşası, sadece savaşta zarar görmüş ülkenin basitçe yeniden inşa edilmesi anlamına gelmiyordu. Bu, ülkenin bütünüyle en ileri kapitalist ülkeler düzeyine çıkarılması ve onların geçilmesi –”on yılda yakalayıp ve geçmek”. Stalin– anlamına geliyordu. Sosyalizmin zaferinin garantisi de burada yatıyordu. Sanayide, tarımda, bilimde ve teknikte dev atılımlar, bütün bunlarla birlikte, sosyalizmin, yeni dünyanın, yeni insanın yaratılması. Tüm Sovyet ülkesi adeta dev bir şantiyeye dönmüş, bilim, ilk defa bu ölçüde insanlığın gereksinmelerini karşılamak için seferber olmuştu.
Sovyet insanları bu büyük uğraşın içindeyken, dünyanın geri kalan kısmında neler oluyordu? Ya da başka bir biçimde soracak olursak, devrimsiz yola devam edenler ne durumdaydı?
1920’li yılların ortası, kapitalizmin ilk savaşın krizinden çıktığı, ”stabilizasyon” yıllarıdır. Üretimde genellikle savaş öncesi düzeye ulaşılmış, işçi hareketleri geriye çekilmiş, mücadele hedeflerini de buna göre belirlemiştir. Doğrudan iktidar için mücadelenin yerini, sabırlı güç toplama çalışması almıştır. Uluslararası güç ilişkilerindeki en önemli değişiklik; artık dünyanın altıda birinde sosyalizmin varolması, kapitalizmin tek bir dünya sistemi olmaktan çıkmasıdır. Diğer önemli olgu ise, Anglo-Amerikan ittifakının dünya kapitalizminin liderliğine oturmasıdır. Bugün, yani 2004’te aynı ittifakın ABD önderliğinde devam ediyor olması, emperyalist kapitalist sistem açısından son derece dikkati çeken bir olgudur. Ancak kapitalizmin kısmi istikrarı uzun sürmedi. 1929 bunalımı patlak verdi ve sosyalist SSCB –orada üretim büyük bir hızla gelişiyor, sosyalizmin inşasında dev adımlar atılıyordu– dışındaki dünyanın belli başlı tüm ülkeleri, sanayiden tarıma kadar tüm sektörleri içine çeken bunalımın pençesine düştüler.
Dünya kapitalizminin bu bunalımın öncesinde ve sonrasında verdiği en önemli politik tepki, İtalya ve Almanya’da faşist yönetimlerin işbaşına gelmesi oldu. Kapitalist emperyalist sistemin işçi ve emekçilerin taleplerine, sosyalizme yanıtı faşizm olmuştu. Faşist devletler, sadece kendi ülkelerindeki işçi hareketlerini bastırmak için değil, sosyalist devlete karşı da sürülmek üzere emperyalizmin lider ülkelerince kollandılar. 30’ların ortası, kapitalist sistemin bir önceki bunalımın etkileri daha üzerinden atamadan yeni bir bunalıma sürüklendiği yıllardır. İspanyol halkı, dünya halklarının ve sosyalist SSCB’nin yardımlarına karşın, faşist çizmeler altıda ezilmiş, ancak diğer ülkelerde –Çin, Hindistan vb– ulusal kurtuluş mücadeleleri devam etmiştir. Artık yeni bir savaşa gidişin yılları başlamıştır. Avrupa’da Almanya ve İtalya, Uzak Doğu’da Japonya emperyalist, faşist saldırganlığın başını çekmektedir. ”Demokratik ülkeler”in saldırgan ülkelere karşı uyguladıkları politika ise, gerici, özünde saldırıyı SSCB üzerine yönlendirmek isteyen taviz verme ve geri çekilme –Münih Siyaseti– politikasıdır. Ancak Stalin önderliğindeki SSCB’nin stratejisi, ”demokratik ülkeleri” SSCB ile ittifaka mahkum eden bir stratejidir. Nazilerle diğerleri arasındaki çelişkileri kullanmak ve derinleştirmek –Almanya ile saldırmazlık Paktı dahil, ki bu politika SSCB’ye Alman saldırısını geciktirmiş, savunma hazırlıkları için vakit kazanılmasını sağlamıştır–, SSCB’nin tecrit edilip ezilmesini engellemek bu stratejinin özüdür.
Kalın hatlarla çizilmeye çalışılan bu genel tablo ne göstermektedir? Herhalde öncelikle; Sovyet halkları barış içinde yeni bir dünya kurma uğraşını yürütürken, etraflarının kan ve ateşle çevrili olmasını, dahası kapitalist emperyalist sistemin sosyalizmi boğmak için her türlü yola ve caniliğe başvuracağını. Sosyalizmin ülkesinin kan ve ateşle çevrilmesi ve kuşatma altına alınması karşısında, sosyalizmin, düşmanlarına, kuruluşu baltalayanlara, ihanet ve sabotajda bulunanlara şefkatle davranmayacağı bilinmek zorundadır. Sosyalist devlet de proletaryanın iktidarını koruyup, sağlamlaştırmak için gerekli önlemleri aldı, sınıf düşmanlarını cezalandırdı.

GELDİK DEVRİMSİZ GÜNLERE!
Uluslararası işçi sınıfına ve emekçi halklara ”devrim yapmayın” diyenlerle, eğer devrimler olmasaydı ülkeler ve dünya nereye gidecekti diye kafa yoranların çok derin düşüncelere dalmasına gerek bulunmuyor. Çünkü bugünkü dünya onların hayal ettikleri dünya değilse de, hayallerinin mantıklı sonuçlarına ulaştığı bir dünyadır. Sosyalizm 50’li yılların ortasında boğulmuş, ancak bunun çıplak ve yıkıcı sonuçları “Doğu Bloku”nun yıkılmasının ardından açıkça görülür olmuştur. Sosyalizm tasfiye edilmiş olsa da, “Doğu Bloku” ayrı ve dünya egemenliğinde iddiaya sahip bir blok olarak kaldığı sürece, kapitalist emperyalist sistemin ve büyük devletler arasındaki çıkar çekişmelerinin disiplin altına alınması, gemlenmesi söz konusuydu. Bloklar birbirlerini kontrol ediyor, biri diğerinin dizginsiz gitmesine izin vermiyordu. Sadece kendi ”arka bahçelerini” düzenleyebilir, diğer bölgelerde ekonomi dışında zor kullanımı pek görülmez, en azından bugünkü pervasızlığa yer kalmazdı.
Bugün kıran kırana bir egemenlik mücadelesi sürmekte, ülkeler işgal edilmekte, yönetimler devrilmekte, halkların tüm tarihsel kazanımları gaspedilmeye çalışılmaktadır. Geçmiş sosyalizm uygulamalarına ateş püsküren emperyalist devletler, başta ABD ve İngiltere olmak üzere –Anglo-Amerikan ittifakı!–, neredeyse tüm dünyayı kendi ”güvenliklerini tehdit eden” düşman ilan etmişler, Irak çöllerinden Afganistan dağlarına, Kafkaslar’dan Orta ve Latin Amerika’ya kadar işgal ve saldırılarını genişletmişlerdir. Bu tablo karşısında ”biz evrimci yolla bunu kastetmiyoruz, bunlar da tarihin aşırılıklarıdır, bunlara da karşıyız” demek, hayal dünyasında dolaşmak, bugünün dünyasının gerçeklerine sırt çevirmek anlamına gelmektedir. Gerçekte olup bitenlerin bir mantığı vardır. Bu mantık, dünyanın paylaşımı, paylaşım için mücadelenin hız kazanması, egemenlik için rakibi ezme yönelimi üzerinde şekillenmekte; tekellerin aşırı kâr ve yutma, emperyalist devletlerin egemen olma mücadelesi başka bir gelişmeye kapıyı kapatmaktadır. Özel mülkiyetin, emperyalizmin sınırlamasız egemen olduğu bir dünya başka türlü bir gelişmeyi olanaksız kılmaktadır.
Sosyalizm, kuşkusuz emperyalist kapitalizmi sadece uluslararası ilişkilerde dizginlemedi. Sosyalizmin, uluslararası işçi sınıfına ve dünya halklarına yaşayan bir örnek sunması, kapitalist ülkelerin işçi sınıfına ve halklarına büyük olanaklar sağladı. Batı’da işçi haklarının gelişmesi, ”sosyal devlet” uygulamaları vb. sosyalizmin yarattığı baskı ve uluslararası işçi sınıfının mücadelesinin gücüyle elde edildi. ”Vahşi kapitalizm” bu alanda da dizginlenmişti. Kapitalizm bugün tarihsel bir ”rövanşın” peşinde koşuyor ve kendi mezar kazıcılarını yeniden ve daha derin kazmaya zorluyor.

SONUÇ YERİNE; BUGÜNKÜ RUSYA
Sosyalizm ve ardından gelen dönemde –revizyonist egemenlik yılları–, Rusya, dünyanın ikinci büyük gücü idi. Ülke bağımsız bir sanayi temeline sahip olmuş, bilim ve teknikteki ilerlemeler dost düşman herkesin kabul edeceği bir gelişme göstermişti. Ülke pek çok sektörde dünyanın lideri durumundaydı. Modern revizyonistler sosyalizmin mirasından sonuna kadar yararlanmışlar, ülkeyi ABD ile bitip tükenmeyen bir egemenlik yarışının içine sokmuşlardı. Sosyalizmin 50’li yılların ortasından başlayarak tasfiyesi sürecinde, Sovyetler ciddi bir ekonomik gerileme içine girmiş, “Doğu Bloku”nun çöküşünün ardından, Rusya krizlere sürüklenmiştir. Petrol ve diğer enerji maddeleri neredeyse tek gelir kaynağı haline gelmiş, ülke kendi ekonomik temellerini tahrip etmeye başlamıştı.
Ancak Rusya, devrimle birlikte, sadece diğer ülkelerdeki işçi sınıfına ve halklara geniş sosyal ve siyasal kazanımların kapısını aralamamıştı. Dünyada bilimin ve tekniğin gelişmesine büyük katkılarda –uzaya ilk defa insan gönderilmiş, şimdilerde gözde bilim dalı olan genetikte ciddi araştırmalar yapılmış, sağlık alanında tartışmasız bir üstünlük kurulmuştu vb.– bulunmuş, kendisi de bağımsız, maddi bir teknik temel kazanmıştı. Bugünkü Rus burjuvazisi, Putin’in önderliğinde, bu potansiyeli kullanma olanaklarını araştırmaya yönelmiştir. Rusya, devrimle bunu kazanmış, devrim yenilse de, bu kazanım, ülkenin maddi, teknik temeli ve kazanımı olarak varlığını korumuştur. Rusya’nın böyle güçlü bir temeli devrim ve sosyalist inşa ile kazandığını kimse inkar edememektedir. Yine bilinmektedir ki, dünyanın belli başlı emperyalist güçleri, aralarındaki sıralama değişse de, değişmeden kalmışlar, bağımlı ülke ve halkların ezilip sömürülmesindeki belirleyici yerlerini korumuşlardır. Bugün ise, insanlığı, daha geri ve karanlık bir döneme doğru sürüklemektedirler. Liberal aydınlarımız istemese de, insanlığın elinde, bu süreci tersine çevirmek için devrimden başka bir araç bulunmuyor.
Bu aydınlar, ‘evrimci, barışçıl gelişme’ olarak, emperyalist kapitalist ülkelerde yaşanan kısmi sükuneti görüyorlar, –ki, bu dönemin kapanmakta olduğuna dair ciddi belirtiler ortaya çıkmaktadır–, ama bu sükunetin, bağımlı ülke halklarının yoğun sömürüsü, soyulması, soykırımlara uğraması, ülkelerinin işgal edilip yağmalanması, azgın bir rekabet ve yutma, yeni kapışmaya hazırlanma pahasına korunmaya çalışıldığını gözlerden gizlemeye çalışıyorlar. Ama onların gizlemeye çalıştıkları bu alanlarda, emperyalist ülke merkezlerinde devrim güçlerini biriktiriyor, lokomotif yola çıkmak üzere istim tutuyor!

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑