Öncesini bir yana bıraksak bile, son 10 yıldır, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girip giremeyeceği, Türkiye siyasi gündeminin en ön sırasında bulunuyor.
Kendi geleceklerini, Türkiye’nin AB’nin bir parçası olmasına bağlamış olan Türkiye’nin egemenleri, bu amaçlarına varmak için, itilip kakılmaya, aşağılanmaya, her mihnete razılar. Bu uğurda katlandıklarını, “içerde” ve “dışarıda”, her platformda ifade etmekten büyük bir gurur duyuyorlar. Çünkü onlara göre, Türkiye’nin 200 yıldan beri bir parçası olmak için uğraştığı “muasır medeniyet”, “Avrupa uygarlığı”; işte bu Avrupa Birliği’nde cana kana bürünmüştür. Onlara göre, AB’ye girmek için katlanılacak fedakârlıklardan, sadece egemenlerin, AB ile işbirliği içinde olan, AB’ye girmekle kârları artacak olan sınıfların değil, bütün halkın çıkarı vardır. Çünkü AB, sadece bir çıkarlar birliği değil, bir “medeniyet projesi”dir.
Daha ileri giderek söyleyelim ki; AB işbirlikçiliğini, onun ideolojik savunuculuğuna vardırmış olanlara bakılırsa, AB, sınıflar üstü ve devletler üstü, insanlığın vardığı en ileri uygarlık aşamasıdır. Bu yüzden de, burada, ülke çıkarından, sınıf çıkarlarından söz etmek “milliyetçilik”tir, “kaba emek yanlılığı”dır!
Bütün bir kapitalist sömürgecilik döneminin, kapitalizm çağındaki gelişmiş ülkelerdeki köleciliğin ve son yüzyıl içine sığdırılan iki dünya savaşı ve bir “soğuk savaş”ın yanı sıra, pek çok ülkede başvurulan askeri darbelerin, anti-emperyalist mücadeleleri bastırmak için başvurulan savaşların (Latin Amerika, Asya ve Afrika’da) bu uygarlığın eseri olduğunu unutuyorlar. Ve sadece; bu ülkelerde fert başına düşen 30-40 bin dolarlık milli geliri, artan dış ticareti, Avrupalı emeklilerin Türkiye’de, Antiller’de tatil yapmasını, abartılı olarak işçi ücretlerinin 3-5 bin Euro düzeyinde olmasını öne sürerek; “bu projeye katılmayı” savunduklarını söylüyorlar.
Tabii bu katılım isteği, küreselleşme ve Amerika’nın dünya egemenliğine bağlanmanın gerekçeleriyle desteklendikten sonra, içeriye dönüp; Türkiye’nin demokratikleşmesi ve ekonomik geri kalmışlığına dair tüm sorunlarının başında ve kaynağında da; AB’nin dışında kalmış olmanın bulunduğunu ileri sürüyorlar. Buradan da, AB’ye girişi zamanında yapmamış hükümetlerin basiretsizliği üstünden, rakip partilerle hesaplaşmaya girişiyorlar.
AB’cilerin yarattığı baskı ortamında aklı karışan eski Marksist, yeni liberal sosyalist “teorisyenler” ve zamane sosyal bilimcileri ve siyaset bilimcisi erbabı, AB’yi emperyalist bir birlik olarak gören devrimcilere, Marksistlere, yanlış yolda olduklarını gösteren “tartışılmaz” bir kanıt sunuyorlar: Unutmayın ki, Karl Marx da bu Avrupa’dan çıktı; sosyalizm de Avrupa uygarlığının bir ürünüdür!
AB BİR “MEDENİYET PROJESİ” MİDİR?
Elbette ki; AB bir “medeniyet projesi”dir. Hatta AB kadar ileri gitmese de, az-çok belirlenmişliklere sahip olan ve bu politikalara dayanarak bir büyük güç olma stratejisi izleyen her birlik, bir “medeniyet projesi”dir. Örneğin ABD’nin “Büyük Ortadoğu Projesi” de bir “medeniyet projesi”dir. Ya da Erbakan’ın “Müslüman Ülkeler Birliği”nin de, eğer gerçekleşseydi, bir “medeniyet projesi” olduğu iddia edilebilir, kimse de “Hayır, bu, medeniyet projesi değildir” diyemezdi. Yani bir birliğin “medeniyet projesi” olarak yüceltilmesi; ortaya atılmış bir takım ortak değerlerle, “medeniyet projesi” lafının parlaklığı üstünden illüzyon yapıp yığınları kandırma ötesinde çok bir anlama sahip değildir. Ancak AB’nin propagandacıları ve işbirlikçilerinin, “AB bir medeniyet projesidir” derken; onun, “insanlığın gördüğü en ileri birlik”; “tarihin ilerlemesi içinde varılan en ileri uygarlık aşaması”; “insan hakları, demokrasi, emeğin hakları ve tüm diğer ahlaki erdemlerin zirvesi bir mihrak” olduğunu da söylemiş oluyorlar. Onun için de; “AB bir medeniyet projesidir. Biz de bu projeye katılmak istiyoruz” denilince, artık tüm itirazların, tüm kaygıların sona ermesini; bütün enerjinin “bu projeye nasıl dahil oluruz”a yoğunlaştırılmasını istiyorlar.
Peki, gerçek bu iddiaya uygun mudur?
Çok kaba bir bakış ve habire büyütülen propagandanın toz dumanının yarattığı alacakaranlık ortamına teslim olursanız; AB’yi, “insanlığın en ileri medeniyet projesi” olarak selamlayabilirsiniz. Ama olup bitene biraz daha yakından bakıldığında, ortada olanın, gerçek anlamıyla bir “medeniyet projesi” değil, “tek dişi kalmış” olan “emperyalizm canavarı”nın Avrupa mihrakının, ayakta kalmak, rakip emperyalistleri altetmek için giriştiği ve 50 yıl içinde adım adım olgunlaştırılan bir hamle olduğunu görürüz.
Avrupa; kendi Ortaçağı’nı aşıp kapitalizmi inşa etmeye giriştiğinde, sistemin ilerlemesinin önündeki engelleri yıkan burjuva devrimleri çağında, kuşkusuz ki, insanlığın en ileri bölümünü temsil ediyordu. Bu bakımdan da, Reform ve Rönesans’ın Avrupa’sına; burjuva devrimleri çağının Avrupa’sına katılmak, kültürde, sanatta, teknolojide, bilimde Avrupa’dan öğrenmek; Avrupa’nın o gün temsil ettiği fikirlerin yayılmasını savunmak, bu fikirlerin savunulması için savaşlar yapmak, savaş yapanları desteklemek; savaşları finanse eden ve yönlendiren yeni egemen sınıf burjuvazinin amacı sadece kâr ve yağma olsa da, insanlığın ilerlemesi için önemliydi. Örneğin, Napolyon Bonapart; ordularıyla Avrupa’yı geçip Moskova’ya dayandığında, Fransız Devrimi’nin “Eşitlik, Özgürlük Kardeşlik” çağrısı hiç de umurunda değildi. Nitekim o kendisi için üç önemli şeyin “para, para, para…”olduğunu slogan haline getirmişti. Ama; onun savaşlarının yarattığı sarsıntı, Avrupa’daki hanedanların çöküşünü çabuklaştırırken, halk yığınlarının uyanıp soyluluğa karşı başkaldırmasının vesilesi oldu; Fransız Bayrağı, Devrimin Bayrağı olarak tüm Avrupa’da dalgalandı; devrimin umdeleri tüm Avrupa’ya yayıldı.
Onun içindir ki; “18. yüzyılın sonundan başlayarak, Osmanlı İmparatorluğu’na yönelik Batılı kapitalist ülkelerin baskıları, –sömürgeci içeriği bir yana– Osmanlı’nın modernleşmesi, ‘çağdaş medeniyet’e katılması yönündeki girişimler olarak değerlendirilebilir. Örneğin 1839’da yayımlanan İslahat Fermanı, Batılı kapitalistlerin Osmanlı’yı kendi himayelerine alma, yarı-sömürgeleştirme girişimidir, ama aynı zamanda, kendi Ortaçağı’nı yaşayan Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde yaşayan halkların da kurtuluşunun önünü açan bir müdahale olması bakımından, ilerici bir rol oynamıştır” deriz.
Kısacası, kapitalizmin Avrupa’da hızla geliştiği bu dönemde, dünyanın geri kalan bölümü kendi Ortaçağlarını yaşarken, Avrupa, bilimde, teknolojide, sanatta insanlığın bütün bilgi birikimini (Sümer’in, Mısır’ın, Yunan’ın, Çin’in, Yahudi, Hıristiyan ve İslam dünyasının birikimini özümsemiş olmayı, o bilinci, o ilerlemeyi temsil ediyordu.
Onun içindir ki, sosyalizmin öğretmenleri Marx ve Engels, kapitalist sömürü ve sömürgeciliğe, burjuvazilerin sık sık silahlarını işçilere çevirmesine karşın, Avrupa’daki –burjuvazinin çıkarları doğrultusundaki– savaşların 1871’e kadar olanlarını ilerici, insanlığın ileri gitme çabalarına destek veren savaşlar olarak nitelediler.
Fikri düzeyde Ortaçağ gericiliğine karşı savaş, aydınlanma mücadelesi, bilim ve felsefedeki gelişmeler, işçi sınıfının tarihte daha önce görülmemiş devrimci özelliklere sahip olan bir sınıf olarak ortaya çıkması, Avrupa’daki gelişmenin bir ürünüydü. Ve elbette; felsefe, ekonomi politik ve sosyalizm teorisindeki gelişmeler ile bu gelişmelerin bir sentezi olan Marksizm ve Marksist sosyalizm de, Avrupa medeniyetinin bir ürünü olarak şekillenmişti.
Başka türlü de olamazdı. Çünkü, eğer Marksizm insanlığın vardığı en ileri düşünceyi temsil ediyorsa, bu da ister istemez, insanlığın en ileri aşaması içinde, tıpkı işçi sınıfının kapitalizmin bir ürünü olması gibi, Marksist sosyalizm de kapitalizmin bağrında ve kapitalist sömürüye karşı mücadele içinde doğup gelişebilirdi. Konfüçyus’ta, Hint felsefesinde ya da İslam felsefesinde günümüzdeki tartışmalara da değiniyor gibi görünen bir takım sözler ve “çözümlemeler”in olması, “insan düşüncesinin evrimi içinde” Doğu’nun Batı’dan daha önce aydınlandığını iddia eden, sosyalizmi “Avrupa merkezli” bir görüş olarak niteleyen oryantalistler ya da popülist, bölgeci, “Doğucu” şarlatanların patırtısından ibarettir. Çünkü ne kapitalizm ve onun sorunlarının aşılması ne de Marksizm, öyle tapınakların loş köşelerinde uydurulmuş parlak laflarla ulaşılabilir şeyler değildir.
Ancak kapitalizmin insanlığın en ileri bölümünü temsil ediyor olması; onun devrimci dönemine ait bir saptamadır. Tekellerin ortaya çıkıp, emperyalizm dönemine geçilmesiyle birlikte ve elbette sosyalizmin gerçekleşebilir bir düzen olarak kapitalizmin somut bir seçeneği haline gelmesiyle; bu durum, yani kapitalizmin ve kapitalist birliklerin insanlığın ilerleyen bölümünü temsil ediyor olması gerçeği de değişmiş, gerçek olmaktan çıkmış, tarih olmuştur. Dolayısıyla 19. yüzyılın son çeyreğinden itibaren, kapitalist ülkeler ve onların birlikleri, hele sosyalizme karşıt birliklerse; artık bunların, insanlığı ileriye değil, geriye götüren birlikler olduğuna tanık olunmuştur.
Yazının bundan sonraki bölümü sorunun bu yanı üstünde duracaktır.
KAPİTALİZM İNSANLIĞA NE VAAT ETTİ?
Kapitalizm çağının; meta üretiminin, denizaşırı ticaretin büyüdüğü ve Ortaçağın inancıyla, gelenek ve göreneği ile bir hesaplaşmaya başladığı 14-15. yüzyıldan itibaren başladığı genel kabul gören bir yaklaşım olmuştur. Ama konumuz açısından, sorunu biraz farklı ele alacağız. Çünkü; burada tartıştığımız konu, kapitalizmin insanlığa ve onun değerlerine kendiliğinden sunduğu olanaklardan öte, kapitalist sınıfın insanlığa ne vaat ettiği, nasıl bir dünya yaratmayı vaat ettiği ve bu vaadini ne ölçüde yerine getirdiğidir.
Avrupa’daki ilk burjuva devrimi, İspanya egemenliğinden kurtuluş mücadelesi de olan 1609 Hollanda Devrimi’dir. Onu 1640 İngiliz Devrimi izlemiştir. Kuşkusuz her iki devrimin de başlıca özellikleri arasında; soyluların egemenliklerinin burjuvazinin lehine sınırlanması, genel olarak soyluluğun kapitalist gelişmeyi sınırlayan çıkarlarının geriye itilmesi vardır, ama, 14-15. yüzyılda başlayan gelişmelerin siyasal bakımdan zirvesi, 1789 Fransız Devrimi olmuştur.
Bu devrime gelen süreç boyunca, burjuva düşünürleri, eski feodalizmin dünyasına karşı yeni bir kapitalist dünyayı; onun hukuksal, siyasal zemini olan anayasa tartışmalarına kadar, bugün de tartışılan, pek çok konuyu ele almışlardır.
Bütün bu mücadeleler ve gelişmeler; önce 1776’daki Amerikan Devrimi ve arkasından da 1789 Fransız Devrimi’nin belgelerinde ifadesini bulmuştur.
Amerikan Devrimi; İngilizlere karşı bir bağımsızlık savaşı olarak da geliştiği için; Amerikan haklar bildirisi, bir “Amerikan Bağımsızlık Bildirisi” adıyla anılmıştır.
Bu bildiriye göre;
Hükümet, halk tarafından yaratılan ve yalnızca halkın kendine geçici olarak verdiği yetkiyi kullanan bir güçtür. İnsanlar, kendilerinden esirgenmeyecek haklara sahiptirler. Bu haklar; din, basın, toplantı özgürlüğü, kimsenin keyfi olarak tutuklanmayacağı, yasalar önünde herkesin eşit olduğu gibi haklardır.
Ve besbellidir ki, Amerikan Devrimi’nin belgesi olan “Bağımsızlık Bildirisi”, aslında Avrupa’daki tartışmaları, özellikle de Fransız Devrimi’ni hazırlayan düşünürlerin fikirlerini yansıtmıştır. Ama şu da bir gerçektir ki; bu fikirlerin Amerika’da bir belge olarak yayımlanması, Fransız Devrimi’nin önderlerini “İnsan Hakları Bildirisi” yayımlamakta cesaretlendirmiştir.
1789 Büyük Fransız Devrimi’nin dünyanın gidişatına yaptığı büyük etki, siyasetle az çok ilgilenen herkes için çok bilinen bir gerçektir ve bu devrimin etkisi pek çok yönüyle ele alınabilir. Ama biz burada, iki belgenin içeriği üstünde duracağız
Bu belgelerden birisi, Fransız Haklar Bildirisi’dir.
Bu bildiriyle;
1-) Bir anayasa ile monarşinin yetkilerinin sınırlandırılması,
2-) Vergilerin düzene konması ve azaltılması,
3-) İç gümrük duvarlarının indirilmesi,
4-) Basın özgürlüğü talepleri ileri sürülür.
Besbelli ki, bu talepler, yeni sınıf burjuvazinin, soyluluktan, onun iktidarının simgesi olan monarşiden talepleridir. Ve bu yanıyla, saf burjuva taleplerdir. Monarşinin bu talepleri kabul etmemesi karşısında, orta sınıf, yoksulları da peşine takarak, 14 Temmuz 1789’da ayaklanır. Devrimin yeni bildirisi, “İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi”dir.
Bu bildiriye göre;
1-) İnsanlar özgür doğar ve özgür yaşama hakkına sahiptir. (Tüm insanlar kardeştir.)
2-) Herkes yasalar karşısında eşittir. (Herkesin memur olma hakkı vardır.)
3-) Söz ve basın özgürlüğü sınırlanamaz.
4-) Özel mülkiyet hakkı dokunulmazdır.
5-) Vergiler dengeli bir biçimde toplanmalıdır.
Zamanın tarihçileri, “İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi”ne “eski düzenin ölüm fermanı” diyerek, doğru bir yorumda bulunmuşlardır. Çünkü; bu devrimin hemen arkasından, bu bildiride yer alan çağrılar, “Eşitlik, özgürlük, kardeşlik” sloganıyla tüm kıtaya yayıldığı gibi, sonraki yüz yıllarda dünyanın her köşesindeki özgürlük mücadelelerinde ortaya çıkmış, her eski düzene karşı savaşan devrimcilerin bayrağı olmuştur.
Bu bildiriyle Fransız burjuvazisi; tüm feodal ayrıcalıklara son vererek, yasa önünde tüm insanların eşit olduğu, herkesin mülk edinme, ikamet etme, söz ve basın özgürlüğüne sahip olduğu ve tüm insanların kardeşçe bir arada yaşadığı bir dünya vaat etmiştir. Bu vaade inanan Fransız işçileri ve köylüleri de burjuvazinin ordusuna katılarak; feodalizme, soyluluğun bir kurumu olarak rol oynayan Kilise’ye ve tüm öteki feodal kurumlara karşı baş kaldırmıştır.
1789’a gelene kadar kapitalizmin seyir sürecine baktığımızda; şunu söyleyebiliriz. Önceki 200-300 yıl boyunca; soyluluk, derebeylik rejimlerine, onların üstünde yükselen mutlak krallıklara ve Ortaçağ düşüncesine yönelttiği eleştirilerin temeli olarak, kapitalist sınıf, insanlığa yeni bir dünya vaat etti. Bu vaadin ilkeleri, Amerikan Devrimi ve özellikle de Fransız Devrimi’nde bir formülasyona ulaşmıştır. Burjuvazi, tüm insanlığa; Yurttaş ve İnsan Hakları Bildirisi’yle; “Ey insanlar, benim kuracağım dünyada eşitlik, özgürlük, kardeşlik olacak. Yasalar karşısında herkes eşit, fikirlerini söyleme, yayma konusunda her insan serbest olacak. Bütün –feodal– ayrıcalıklar kalkacak, yurttaşlar eşit haklara sahip olacak. Ben böyle bir dünya kurmak istiyorum. Bu dünyayı isteyenler arkamdan gelsin!” demek istemiştir.
BURJUVAZİ BU VAATLERİNİ TUTTU MU?
İşçi ve köylü yığınları, kent ve kırın yoksulları açısından, uzun burjuva devrimleri döneminde, onların gerçekten tek özgür oldukları zamanlar, ellerinde silahın olduğu kısa başkaldırı dönemleri olmuştur. Devrim ya da savaş sona erdiğinde, burjuvazinin ilk işi; işçilerin, köylülerin silahlarını teslim edip işlerinin başına dönmesi çağrısı yapmak ve silahları halkın elinden toplamak olmuştur. Ve bir kez silahı bırakan işçi, köylü; basit bir emekçi olarak; sadece çalışması istenen, bir makine parçası, bir köleye dönüşmüştür. “Eşitlik, kardeşlik, özgürlük” de, onun için, sadece bir zamanlar bayrağında taşıdığı, bildirilerden anımsadığı özlemler olarak kalmıştır.
Burjuvazinin yeni bir dünya yaratma çabası içinde olduğu bu dönemde, feodal ayrıcalıklar önemli ölçüde tasfiye edilip, burjuvazinin çeşitli katmanları, soyluluk karşısında her gün biraz daha güç ve mevzi kazanırken; işçi ve köylülere verilen sözler unutulmuş; emekçi kesimlerden gelen istekler karşısında burjuvazi soylulukla uzlaşmaya; işçilerin örgütlenmelerini ve hak taleplerini şiddetle bastırmaya yönelmiştir. Bu yüzden de, çoğu ülkelerde burjuva devrimleri kendi varabilecekleri amaçlarına varmadan sona ermişlerdir.
Örneğin İngiltere’de, 1799’da, işçilerin tüm örgütlenmeleri yasaklanmıştır. Ve bu yasak; sonraki çeyrek yüzyıl boyunca sürmüş, ama ancak, yasağı kontrol etmenin mümkün olamadığının görülmesi üzerine, 1825’de kaldırılmıştır. Ne var ki, bundan, soylulukla uzlaşan İngiliz burjuvazisinin işçi sınıfı üstündeki baskılarının sona erdiği anlamı çıkmaz. Tersine, ilk devrimci işçi partisi olan Chartist Parti ve onun etrafında yükselen işçi sınıfı mücadelesi 1840’ların başında ezilmiş; bu hareketin sorumluları ağır cezalara çarptırılmıştır. Fransa’da ise; onca ayaklanmalara katılan işçilerin hakları resmen neredeyse hiç tanınmamış; ilk sendikaların tanınması için, 19. yüzyılın ortasına gelinmesi gerekmiştir. Almanya’da, işçi sınıfı haklarıyla ilgili az çok resmi bir kabul gösterilmesi için 1890’lara varılması gerekmiştir. 1848 Devrimleri’ne bağlanan kıta çapındaki işçi eylemlerinin kanla bastırılmasına, Paris Komünü’nün bir kanlı katliamla ezilmesine burada hiç değinmiyoruz.
Onun içindir ki; Marx ve Engels; 1848’e kadar olan işçilerin eylemlerinin hep yenilgiyle, burjuvazinin ezmesiyle sonuçlandığını, ama bu dönemde işçilerin çok büyük bir kazanım sağladığına da dikkat çeker: İşçiler bu mücadeleler içinde yenilmişlerdir, ama bir sınıf olarak da birleşmişlerdir. Yani işçi sınıfı, ulusal ve uluslararası çapta bir sınıf olduğunu, sınıf kardeşliği ile birleşip dayanışması gerektiğini bu mücadeleler içinde anlamıştır.
Bu dönemi somut haklar bakımından alırsak; çalışma saatlerinde genelde küçük bir azalma, yer yer çalışma koşullarında iyileşmeler söz konusu olsa da, genel açısından bakıldığında, işçilerin, 19. yüzyılın son çeyreğine kadar; ciddi, belirlenmiş, bir adım sonrası için üstüne basarak ilerleyeceği kazanımları olmamıştır.
Söylenmek istenenin ne olduğunu daha açık anlatabilmek için, sorunu şöyle ele alalım:
Günümüzün burjuva ideologları, burjuva sisteminin, onun demokrasisinin tarihte bulunmuş en ileri, en iyi sistem olduğunu iddia ediyorlar. Dahası; burjuva demokrasisini, bütün sınıfların devlet yönetimine ortak olduğu, halkın kendi kendisini idare ettiği bir sistem olarak tanımlıyorlar, ve bunun da; genel oy hakkı, bu oy hakkı üstünden oluşmuş bir parlamento ve bu parlamentoya dayalı bir temsili hükümet olarak biçimlendiğini iddia ediyorlar.
Bu açıdan bakıldığında; burjuvazinin bu en devrimci döneminde oluşan ulusal devletlerin; belki kısa süreli, devrim dönemlerinde bir halk oyuyla –bu “oy”lama, genellikle eline geçirdiği silahın gücünde ifadesini bulmuştur– oluşan parlamentolarından söz edilse bile, “hayat normale dönüp” işçiler ve köylüler “işlerinin başına” döndüğünde, ne oy hakkının ne işe yaradığı, ne parlamentonun nasıl olacağı, ne de hükümetin programı konusunda işçilerin, köylülerin yaptırımcı bir fikir ve role sahip olmadığını görüyoruz. Tersine, burjuva demokrasisi, burjuva ve soylular kastının, parlamentonun loş koridorlarında, parlamentarist ayak oyunlarıyla birbirleriyle mücadele ettikleri bir oyuna dönüşmektedir. Oy sistemi ise; bu oyuna meşruiyet kazandıran, ama oyuna müdahale etmeye de izin vermeyen bir araç olarak tutulmuştur. Oy hakkının etkisizleştirilmesi için, burjuvazi ve soyluluk; emekçilerin bölünmesi, oy hakkının sınırlanması ve oy kullanmayı güçleştirici pek çok yöntemi bir arada kullanmıştır. Amerikan ve Fransız devrimlerinin hemen arkasından yayımlanmış “bildiriler” de, vaatleriyle birlikte rafa kaldırılmış; örneğin “İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi” ve bu bildiriye dayalı Anayasa hiçbir zaman yürürlüğe girememiştir. Bunun da ötesinde, “genel oy” ve ona bağlı kurumların az çok etkinleşmeye başlaması için, 1890’lara gelinmesi gerekmiştir. Burada da, bu hakkı az çok hakka çeviren, işçilerin parlamenter yoldan siyasete katılacak kadar bir örgütlenme ve bilinç düzeyine ulaşmış olmasıdır. Alman sosyal demokrasisinin kitlesel bir güç kazanarak işçi temsilcilerinin parlamentoya girmesi; Belçika’da 1890’lı yıllarda “genel oy hakkı” için yüz binlerce işçinin sokak eylemlerine, genel grevlere başvurması ve 2. Enternasyonel partilerinin etkin bir mücadele yürütmeye başlamasıyla genel oy hakkı işe yarar hale gelmiştir. Buna rağmen, yine de, 19. yüzyılın sonuna gelindiğinde, hâlâ, ne Kuzey Amerika’da ne de Avrupa’da tüm ergin vatandaşların genel oyuyla oluşmuş bir tek parlamento bile yoktu. Tüm parlamentolar; burjuvazinin egemenliğini tehdit edecek tüm “şer güçleri”ni dışlayacak biçimde seçim sistemlerini düzenlemişlerdir. Ve 19. yüzyılın sonunda işçi partilerinin tarih sahnesine çıkmasıyla, burjuva parlamentosunda demokrasi, onu sonuna kadar olgunlaştıracak temsilcilerini bulmaya başlamıştır.
İşin ilginci, aynı yıllar, burjuvazinin devrimci barutunu tükettiği, gittiği yerlere, artık uygarlık, demokrasi değil, egemenlik ve gericilikten başka bir şey götürmediği bir dönemdir. Ve bundan sonra, sadece burjuva demokrasisinin az çok olduğu ülkelerde bu demokrasinin geliştirilmesi değil, geri ülkelerdeki anti-emperyalist ve demokratik devrimler de, işçi sınıfı ve onun partilerinin eseri olacaktır. Çağ, artık, burjuvazinin devrimler çağı değil, proleter devrimleri çağıdır!
YA İŞÇİ SINIFI VE SOSYALİZM OLMASAYDI!
Bir adım daha atmak için; bölüme başlarken, burjuvazinin insanlığa vaat ettiği dünya ile ilgili vaatleri yeniden hatırlayalım.
Bu dünya, Fransız Devrimi’nin hemen başında ilan edilen “Yurttaş ve İnsan Hakları Bildirisi”nde ifade edilmişti: Yasalar karşısında herkesin eşit olduğu, din, ifade, basın, gösteri yapma özgürlüğünün olduğu, özel mülkiyetin dokunulmaz olduğu, vergi adaletinin sağlandığı; “eşitlik, özgürlük, kardeşlik” sloganında ifade edilen bir dünya!
Bu bildirinin ilan edilmesinden 125 yıl sonra; Birinci Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde, bugünkü AB standartlarına göre, “demokrasi” diyebileceğimiz, üç ülke vardı: Avustralya, Yeni Zelanda ve Norveç!
Ancak daha ileri gitmeden şunu belirtelim ki; “Şu kurallara uyan rejimler demokratiktir, bu kalıba uymayanlar da demokratik olmayan rejimlerdir” demek saçmadır. Çünkü görünüşte o kurumlar olduğu halde, rejim demokratik olmayabileceği gibi, söz konusu kurumların çoğu olmadığı halde, mevcut rejim son derece demokratik olabilir. Örneğin; 1917 Şubat Devrimi sonrasında, günümüz “burjuva demokratik” kurumlarından hiçbiri olmadığı halde, ayaklanan işçilerin baskısıyla, Rusya bir anda Avrupa’nın en demokratik ülkesi olmuştu. Ya da; Fransız Devrimi ve sonrası 5 yılda, devrimci başkaldırı döneminde, oy hakkından seçimlere pek çok konuda sorun olduğu halde; Fransa kendi tarihinin en demokratik yıllarını yaşamıştır. Ya da Türkiye’de, en azından 1946’dan sonra, “çok partili” ve “genel oy”a dayanan bir rejim vardır ama, bu rejimin ne kadar demokratik olduğu çok tartışılırdır. Ancak biz burada; anlaşılır olması için, sorunu, bugün AB’nin “demokrasi normları” açısından ele alıp; burjuvazinin kendi çizdiği sınırlar içinde demokrasiyi ne kadar geliştirdiğine bakacağız. Çünkü burada söz konusu olan; “demokrasinin ne olduğu” değil, burjuvazinin kendi demokrasisini ne ölçüde geliştirdiğinin, kendi normları bakımından bir değerlendirilmesidir.
Bu konuda; İsveçli sosyal bilimci Gören Therbor’un “Sermaye Egemenliği ve Demokrasinin Doğuşu” adlı eseri; konuya, neyin demokrasi olduğu neyin olmadığına ve burjuva ülkelerde “demokratik normlara” oldukça ilginç bir yaklaşımı ortaya koyuyor.
Therbor; “demokrasi”nin; 1-) Genel oy hakkı, 2-) Serbest seçimlerin varlığı ve hükümetlerin bu serbest seçimlere dayanan bir temsiliyetinin olması, 3-) Farklı sınıflar, din, milliyet gibi azınlıkların haklarının korunması, 4-) İfade, basın, din vb. özgürlüğünü gereksindiğini belirtiyor.
Therbor; bu kriterleri taşıyan ülkeleri demokratik saymakta ve bu kriterlerden bakarak da, 1. Dünya Savaşı öncesinde, sadece üç demokratik ülke olduğunu (Avustralya, Yeni Zelanda, Norveç) olduğunu söylemektedir.
Bu kriterler ile, burjuva demokrasisinin zirvesi sayılan AB’nin demokrasi anlayışının ifadesi olan Kopenhag Siyasi Kriterleri’nin, neredeyse, bire bir örtüştüğünü söyleyebiliriz.
“Kopenhag Kriterleri”nde demokrasi, “Hukukun üstünlüğü, insan hakları ve azınlıklara saygı gösterilmesini ve korunmasını garanti eden kurumların varlığı” olarak belirtilmektedir.
AB’ye girmeye aday ülkeler ise; eğer o ülkeyi hizaya getirmek için özel koşullar ileri sürülmüyorsa;
– İstikrarlı ve kurumsallaşmış bir demokrasinin var olması,
– Hukuk devleti ve hukukun üstünlüğü,
– İnsan haklarına saygı,
– Azınlıkların korunması gibi “dört ana kriter” açısından değerlendirmeye alınmaktadır.
Görüldüğü gibi, AB’nin “Kopenhag Kriterleri”yle “Therbor Kriterleri” özü itibariyle aynıdır. Bu yüzden de, Therbor’un yaklaşımından hareket ederek, burjuva ülkelerin dününe bakmak pek çok bakımdan aydınlatıcı olacaktır.
1. Dünya Savaşı öncesinde demokratik kriterlere sahip üç ülkenin üçü de, aslında merkezi kapitalist ülkeler olmak yerine, tersine, kapitalist dünyanın çevresinde yer alan ülkelerdir. Bu, işin ilginç bir başka yönüdür. Bu yıllarda, “demokrasinin yüz akı” sayılan İsviçre ve Fransa gibi ülkeler, Avrupa’da en ileri “demokrasi”ye sahiptirler. Ama bu ülkelerde, kadınlar oy hakkına sahip değildir. İsviçre’de ayrıca, “iflas edenler” ve “vergisini ödeyemeyenler” oy hakkından yoksun bırakılmaktadır. Bu, öyle küçümsenecek bir engelleme değildir ve bu yüzden oy kullanamayan İsviçreli erkeklerin oranı, 1874’de yüzde 25’e kadar çıkmıştır. Sonraki yıllarda da, bu oranda olmasa da, önemli bir erkek nüfusu genel oy hakkını kullanamamıştır. (İsviçre’de kadınların oy hakkına sahip olabilmesi için 1971’e kadar beklenmesi gerekmiştir.)
“Demokrasinin beşiği” İngiltere’de ise, erkeklerin hepsi oy hakkına sahip değildi. İşçi sınıfından erkeklerin oy kullanabilmesi için, belirli bir aileyi geçindiriyor olması gerektiği gibi, diğer emekçiler için de, “belirli bir vergi ödeyecek düzeyde düzenli bir gelire sahip olması” şartı vardı. Chartist hareketin ezilmesi üstünden yürütülen işçi sınıfı üzerindeki baskı, bu tarihlerde (1914 öncesinde) henüz yeni yeni hafifletiliyordu. ABD’de de, güney eyaletlerinde siyah erkeklerin, tüm kadınların, kuzeyde ise okur yazar olmayanların ve tüm kadınların oy kullanma hakkı yoktu. Siyahların oy hakkına sahip olabilmeleri ve ABD’nin demokratik standartlara uyan bir ülke olabilmesi için, Amerikan Devrimi’nin 200. yılına çok yaklaşıldığı 1970 yılına gelinmesi gerekmiştir. Yani o, “Bağımsızlık Bildirisi”ndeki “hükümetin yetkiyi halktan alması” ya da “Kanunlar önünde herkes eşittir” ilkeleri, 200 yıl boyunca, “gök kubbede hoş bir seda” olarak kalmıştır. Kadınların (siyah ve beyaz) oy hakkına sahip olmaları, ABD’nin kuzey eyaletlerinde, 1. Dünya Savaşı’ndan hemen sonra oldu. Güney eyaletlerinde ise, kadınların oy hakkına sahip olmaları 1960’ların sonunu buldu. Ama bugün bile Başkanlık seçimlerinde şaibenin olduğu, hile yapıldığının tartışıldığı, milyonlarca siyah, Doğulu ve Latinin oylarının sayılmaması için dolapların çevrilebildiği bir ülke ABD. İtalya’da ise; birinci savaş öncesinde seçimlerin sonuçları, seçmenin iradesinden çok, valiler ve “eli sopalılar”, “haydutlar” denilen organize grupların iradesini yansıtıyordu.
1939’da, İkinci Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde, Therborn’un “demokrasi kriterleri”ne uyan sadece dokuz ülke vardı. Danimarka, Hollanda, İngiltere, İsveç, gibi ülkeler, demokratik ülkelere yeni katılanlar arasındadır.
1950 sonrasında ise; “demokratik normlar”a uyan ülke sayısı 16’ya çıkmıştır: “Yeniler”, Almanya, Avusturya, Belçika, Finlandiya, İtalya, Japonya, Kanada’dır.
Peki, kapitalist ülkeler, böyle, bir adım ileri atıyor gibi görünüp, iki adım geriye zıplarken; sosyalizm, 1917’de Avrupa’nın en gerici ülkesinde hayata geçirilen sosyalizm nasıl bir demokrasi geliştiriyordu? Devrim’den 20 yıl sonra oluşturulan 1936 Anayasası, bireysel haklarla ilgili şunları saptıyordu:
Madde 122) SSCB’de, ekonomik, devletsel, kültürel, toplumsal ve politik yaşamın bütün alanlarında kadın erkekle eşit haklara sahiptir.
Madde 123) SSCB yurttaşlarının, ekonomik, devletsel, kültürel, toplumsal ve politik yaşamın bütün alanlarında hangi milliyetten, hangi ırktan olursa olsunlar eşit haklara sahip oluşları mutlak bir yasadır.
Madde 124) Yurttaşların vicdan özürlüğünü sağlamak için SSCB, kiliseyi devletten, okulu kiliseden ayırmıştır. Bütün yurttaşlar dinsel ibadet özgürlüğüne ve din karşıtı propaganda yapma özgürlüğüne sahiptirler.
Madde 125) Emekçilerin çıkarlarına uygun olarak ve sosyalist sistemin sağlamlaşması amacıyla SSCB yurttaşlarının şu hakları yasalarla güvence altına alınmıştır:
a) Konuşma özgürlüğü,
b) Basın özgürlüğü,
c) Miting ve toplantı özgürlüğü,
d) Yürüyüş ve gösteri özgürlüğü.
Yurttaşların bu hakları, emekçilere ve emekçi örgütlerine, bu hakların kullanılması için gerekli olan basımevleri, kağıt stokları, kamu binaları, caddeler, posta ve telekomünikasyon ve diğer maddi koşulların sunulmasıyla güvence altına alınmıştır.
Madde 127) SSCB yurttaşlarının kişilik hakları ihlal edilemez. Hiç kimse, mahkeme kararı ya da savcılığın izni olmadan tutuklanamaz.
Madde 128) Yurttaşların konutlarının dokunulmazlığı ve mektuplaşma sırrı yasalarla korunmuştur.
Madde 135) Milletvekilleri genel seçimle seçilir. 18 yaşına gelmiş her SSCB yurttaşı, ırkı, ulusu, cinsi, inancı, eğitimi, yerleşikliği, sosyal kökeni, servet durumu, eski faaliyeti dikkate alınmaksızın milletvekili seçimlerine katılma hakkına sahiptir. Sadece akıl hastaları ve mahkeme kararıyla ellerinden seçme hakları alınmış kişiler bunun dışındadır.
SSCB Yüksek Sovyeti milletvekilliğine, ırkından, ulusundan cinsiyetinden, inancından, eğitim derecesinden, yerleşikliğinden, sosyal kökeninden, servet durumundan, eski faaliyetinden bağımsız olarak 23 yaşına gelmiş her SSCB yurttaşı seçilebilir.
AB DEMOKRASİSİ AÇMAZDA
Bu haklar Sovyetler Birliği Anayasası’na geçtiğinde, anayasası böyle bireysel haklar içeren hiçbir burjuva ülke yoktu. Bu yüzden de, 1936 Anayasası, burjuva ülkeler tarafından “kışkırtıcı” olarak nitelendi ve tepkiyle karşılandı. Bunun da ötesinde, 2. Dünya Savaşı sonrasında, Avrupa yeniden kurulurken; Fransa, İtalya, Belçika, Avusturya ve öteki ülkelerin anayasaları yapılırken, 1936 Anayasası yok sayılamadı. Tersine; bu Anayasa’dan birçok madde, özellikle bireysel ve sosyal haklara dair maddeleri, burjuva anayasalara alınmak zorunda kaldı. Bu nedenledir ki, İtalya’nın yarı faşist Başbakanı, Tayyip Erdoğan’ın yakın dostu Berlusconi, İtalya Anayasası’nı “Sovyet Anayasası” olarak “suçlamakta” ve “Bu Anayasayı değiştireceğiz” demektedir.
Başka bir söyleyişle; 1950 sonrası, burjuva anayasalar ve yasalarda, “sosyal devletçi haklar” denilen haklar kadar, o, bugün çok övülen ve burjuva demokrasisinin medarı iftiharı gibi sunulan bireysel özgürlükler de; burjuvazinin “gönlü bolluğu”nun, “uygarlaşması” ve “gelişmişliği”nin değil; sosyalizmin yarattığı baskının sonucu, zorunlu olarak yer almıştır. Ama burjuvazi, bunu, ustaca; sosyalizmin dünyası karşısında kapitalizmin dünyasının da söyleyecek lafı olduğu, kapitalizmin bir seçenek olduğu biçiminde sunmayı başarmıştır.
Ancak “soğuk savaş” dönemi boyunca, anayasalara konulan bu bireysel hakların önemli ölçüde kağıt üstünde kaldığı; işçi hareketinin kontrol altına alınması ve SB’nde geri dönüş sürecine girilmesine paralel olarak, Avrupa’daki burjuva parlamenter sistemin “iki buçuk partili” bir sisteme dönüştürüldüğünü biliyoruz. Nitekim, son 50 yılda başlıca Avrupa ülkelerinde, bir Hıristiyan demokratlar bir sosyal demokratların münavebeli olarak iktidara geldiklerini, bu iki partinin uğradığı ağır yenilgilerde de, eksiklerinin ülkesine göre, “liberaller” ya da “yeşiller” tarafından doldurularak; bir “tahtirevalli demokrasisi” çerçevesinde burjuvazinin iktidarını sürdürdüğünü biliyoruz.
Ayrıca; neoliberal küreselleşme politikaları ve sosyal devletçi uygulamaların çökertilmesi çerçevesinde, burjuvazinin “tahtirevalli demokrasisi”nin şimdi “tıkanma” aşamasına geldiğine tanık oluyoruz. Çünkü; son 10-15 yılda işçi ve emekçi yığınları; sosyal demokratların da muhafazakârların da (yeşiller, liberaller, sözde sosyalistler vb.nin de) aynı programda birleştiklerini, aslında tek partiyle karşı karşıya olduklarını farketmeye başlamışlardır. Çünkü, neoliberal politikalar uyguluyor diye iktidardan uzaklaştırılan “muhafazakâr” partinin yerine gelen sosyal demokrat-sosyalist partinin de aynı programı uyguladığını halk yığınları görmüştür. İngiltere’de, Fransa’da, Almanya’da ve tüm diğer ülkelerde aynı şey olmuştur.
Örneğin Avrupa’nın merkez ülkesi Almanya’da; muhafazakâr, Hıristiyan Demokrat CDU neoliberal bir program uyguladığı için işçiler tarafından iktidardan düşürülmüştür. Ama onun yerine gelen sosyal demokrat (SPD)-yeşiller koalisyonu da aynı programı uygulamıştır. Şimdi eyalet seçimlerinde SPD de hızla oy kaybetmektedir. Ama; onun yerine aday ise, bir önceki seçimlerde iktidardan düşürülen CDU’dur. Bu tablo; işçi sınıfı, emekçiler kadar, burjuvazi ve sistemi için de bir açmazdır. Çünkü; kısa vadede CDU’cular sevinse de, orta ve uzun vadede bu, sistemin tıkanması anlamına gelmektedir ve işçi sınıfı kadar, burjuvazi de, henüz bu labirentten çıkış için bir yol bulmuş değildir.
Yine aynı sistemin tıkanmasının bir ifadesi olarak, Avrupa’nın en gelişmiş demokrasilerinde (Fransa, Danimarka, Norveç, İsveç, Avusturya, Hollanda) neofaşist partilerin yüzde 15-20 düzeyinde oy alması, üstelik bu oyları da yoksullardan, işçi sınıfının ve öteki emekçilerin en sıkıntı çeken kesimlerinden, hatta yabancılardan alması, burjuvazinin, AB ve Kopenhag Kriterleri çerçeveli demokrasisini, bugün olduğu gibi sürdürmesinin mümkün olmadığının alametlerindendir.
Öte yanda merkezi Avrupa ülkelerinde işçilerin yeni arayışlara girmesi; “sol parti”, “sosyal demokrasiden daha solda bir sosyal demokrat parti” arayışları da, elbette ki, sorunun bir çözümü olacak görünmemektedir. Çünkü, sosyal devletçi politikalar ve onların gölgesinde bir “refah elde ederek kapitalizmle uzlaşma” artık eskide kalmıştır. Çünkü, o politikalar, sosyalizm ve işçi sınıfının kapitalizmin hayatiyetini tehdit etmesi karşısında, burjuvazinin geri adımına karşılık geliyordu, ve burjuvazi, son 50 yılda, bu geri adımı, kendisi için yeni bir hamleye dönüştürmüştür. Dolayısıyla; son 50 yıl boyunca oluşan “demokratik normlar” da, yine sosyalizmin ve işçi sınıfının yüzyılın ilk yarısındaki ileri hamlelerinin dayattığı normlardı. Ve şimdi bu normlar, tamamen biçimsel hale getirilmiş; sınıfı, emekçi yığınları siyasi mücadelenin (iktidarı alma mücadelesinin) dışına itip, sendikaları, emek örgütlerini “sivil toplum örgütleri” derekesine indirgeyerek düşkünleştirme esaslı, “Kopenhag Kriterleri” denilen, sadece şekli demokratik umdelere dönüştürülmüştür. Ama, sermaye güçleri açısından bundan sonraki adımın, “Kophenhag Kriterleri”nin de gereksiz ve lüks bulunacağı bir adım olduğunu söylemek bir kehanet olmaz.
Çünkü; Yeni Dünya Düzeni’nde, insan hakları, özgürlükler, sınıf haklarının yeri yoktur.
Çünkü; bu düzende demokrasi, “emekçi sınıfların kendi iktidar mücadelelerini yürütme serbestisi olan bir yönetim biçimi” olarak anlaşılmamaktadır.
Bu yüzden de, demokrasinin geleceği; bir kez daha, işçi sınıfının mevcut açmazdan çıkışının çözümünü bulmasına; insan hakları ve bireysel özgürlükler mücadelesini, emeğin hakları ve sınıfın iktidar mücadelesiyle birleştirerek kapitalizmin hayatiyetini tehdit eden bir yola girmesine bağlıdır. Ancak böyle bir çıkış demokrasinin gelişmesini, ve elbette burjuva demokrasisinin aşılmasının koşullarını getirecektir. Bunun için, sınıfın kendi tarihine, kendi teorisine sahip olması ve kendi bağımsız örgütlenmesini geliştirmesi yakıcı bir ihtiyaçtır; bu mücadele içinde sınıf partilerinin oluşup gelişmesi son derece önemlidir.
Yaşananlar; en gelişmiş ülkelerde işçi sınıfı saflarındaki hoşnutsuzluklarının büyümesi ve sistem partilerinden kopma eğiliminin olağanüstü güçlenmiş bulunması, bütün bu gelişmelerin, umulandan çok daha hızlı bir biçimde gündeme gelebileceğinin işaretlerini vermektedir.
DEMOKRASİ BURJUVAZİNİN BİR ESERİ MİDİR?
Burjuva ideologları ve propagandacıları; bireysel haklar, kişisel özgürlükler, basın, ifade özgürlüğü, inanç özgürlüğü gibi demokrasinin en temel ilkelerini kendi icatları, burjuvazi tarafından keşfedilip insanlığın hizmetine sokulan değerler olarak göstermektedirler. Oysa kapitalizm; sadece bu hakların geliştirilmesinin zeminini yaratan bir sistemdir. Ne var ki burjuvazi, iktidarı ele geçirip egemen sınıf olarak örgütlendiği andan itibaren; aynı zamanda devrim dönemlerinde az çok kullanılmaya başlayan bu haklara karşı da mücadele açmış; kendi demokrasisini, sadece kendisinin iktidarına cevaz verecek sınırlara çekmeye uğraşmıştır. Burjuva sistemine karşı mücadele için kullanmaya başladıklarında, işçi ve emekçileri bu hakları kullanamaz hale getirmeye çalışmış, güvenlik güçlerini, mahkemeleri harekete geçirmiş; eğer buna rağmen mücadeleler sürmüş ve kapitalizmin hayatiyetini tehdit eden bir yönelişe girmişse, hak-hukuk, insan hakkı, özgürlük tanımadan, darbelerden faşizme kadar varan yöntemlerle demokrasiyi yok etmekten de kaçınmamıştır.
Elbette ki, bu konu bu yanıyla da ayrıca ele alınabilir, ama burada, yukarıdan beri söylenenler ışığında şu kısa değerlendirmeyi yapmak, konunun aydınlanmasına yardımcı olacaktır:
1-) 1789 Fransız Devrimi’nin eseri olan “Yurttaş ve İnsan Hakları Bildirisi”nin normları ile, bu bildiriden 200 yıl sonra oluşturulan “Kopenhag Kriterleri” neredeyse bire bir aynı değerleri savunmaktadır. Hatta Kopenhag Kriterleri, mücadeleyi, halkın taleplerini gerçekleştirmeye değil ama belirlenmiş “kriterlerin”, “sivil toplumcu” bir temelde, şekli olarak ileri sürülmesine indirgenmiş olması nedeniyle de, bir geriye gidişe karşılık gelmektedir.
2-) 1789’da kuracağı dünyanın normlarını, “Yurttaş ve İnsan Hakları Bildirisi” ile ilan eden burjuvazi, sonraki yıllarda bu normları unutmuş; egemen sınıf olduğu, soyluluğu gerilettiği ölçüde (iktidar mücadelesinde işçi ve köylülerin desteğine ihtiyaç duymadığı ölçüde) de baskıcı, gerici bir rejimi savunmuştur. Bu yüzden de, her burjuva devrimin ilk işi işçileri, köylüleri, yoksulları silahtan tecrit edip işinin başına döndürme olmuştur. Böylece onları bir güç olmaktan çıkarmış; kendi güttüğü bir sürüye dönüştürmüştür. 1914 öncesinde; az çok burjuva hakların geçerli olduğu sadece üç ülke olması (Norveç, Avusturalya, Yeni Zelanda!) bile, burjuvazinin demokrasinin gelişmesi gibi bir kaygısının olmadığının kanıtıdır.
3-) Burjuva demokrasisinin ilerlemesi; işçi sınıfı mücadelesinin gelişmesi, işçi yığınların siyasi mücadeleye atılması süreci içinde olmuş; burjuva-bireysel hakların gerçekleşmesi; işçilerin genel oy hakkı mücadelesi (herkese eşit oy hakkı, kadınlara seçme ve seçilme hakkının tanınması) ve siyasi hak taleplerinin ilerlemesiyle bağlantılı olmuştur. Ekim Devrimi; sosyalizmin yeni dünyasının sermaye dünyası karşısına bir seçenek olarak çıkması, (emekçi yığınların özgürleşmesinde atılan devasa adım ve bunun kapitalist ülkelerdeki yankıları) burjuvaziyi kendi demokrasisini yeniden biçimlendirmek zorunda bırakmıştır. Bireysel özgürlüklerin anayasalara girmesi; demokratik katılımın gerçekleşmesine olanak sağlayan sosyal hakların yasal ve anayasal haklar düzeyine yükselmesi, sosyalizmin ve kapitalist ülkelerdeki işçi sınıfı mücadelelerinin bir ürünü olmuştur. Özellikle 2. Paylaşım Savaşı sonrasında kapitalist ülkelerin demokratik anayasalara sahip olmalarının temelinde bu vardır.
4-) 2. Savaş sonrasında gelişmiş ülkelerde demokrasi, sosyalizme karşı girişilen anti-komünist savaşta bir dayanak olarak kullanılırken, gerçekte; basın özgürlüğünden ifade özgürlüğüne, inanç özgürlüğünden yasalar karşısında eşitliğe kadar pek çok temel özgürlük kısıtlanmıştır. AB’nin demokratik bir mihrak olarak biçimlendirilmeye cesaret edilmesi, sosyalizmin kapitalizmi tehdit eden bir güç olmaktan çıkmasıyla bağlantılıdır, ama aynı zamanda, kapitalizmin, sosyalizmin barış ve kardeşlik içinde bir dünya idealini de gerçekleştirebileceği iddiasına dayanak edilmesi amaçlıdır. Bu yüzden, “Kopenhag Siyasi Kriterleri” olarak bilinen normlar; tamamen şeklidir; işçi sınıfı ve öteki halk sınıflarını siyaset dışına iten, emekçileri demokrasi adına bölen (sivil toplumcu) normlardır, kısacası demokrasiyi siyasi değil “siyaset dışı” haklar toplamı olarak görmektedir. Ancak arkasındakilerin niyeti ne olursa olsun; bu demokratik haklar, insan hakları, özgürlükler, elbette ki, işçi sınıfı ve emekçiler için değerlidir ve bu özgürlüklerden yararlanarak kendi mücadelelerini geliştireceklerdir.
5-) “Kopenhag Kriterleri”, AB’yi oluşturan merkezi ülkelerin yeni katılacaklara dayatma silahı olarak kullanılmaktadır. Hangi ülke hangi konularda yeniden yapılandırılmak isteniyorsa, o konuya dair talepler öne çıkarılmaktadır. Bu yüzdendir ki, Polonya, Bulgaristan, Yunanistan için sorun olmayan konular, Türkiye için, “sorundur” diye büyütülmektedir. Çünkü; AB’nin çıkarları bunu gerektirmektedir. Ama, bir ülkenin karşısına çıkılıp; “kardeşim bizim çıkarımız şudur, sen de böyle olursan gel” demek “diplomatik olmayacağı” için; “Kopenhag Kriterleri”ne uyulup uyulmadığı tartışılmaktadır. Gerçekte ise, tartışılan; AB’nin merkezi ülkelerinin çıkarlarına uyumdur.
6-) AB, olumlu anlamda bir “medeniyet projesi” değil; Avrupalı en büyük emperyalistlerin çıkarları etrafında oluşturulmuş Avrupa merkezli bir birliktir. Bu birliğe katılanlar; bu büyük emperyalist güçlerin çıkarlarına, onların stratejisine bağlanmaktadır. Alınma koşulları içinde bu hazırlanmaktadır. Özellikle de “AB’nin ekonomik kriterleri”, bunu açıkça ifade etmektedir. Demokrasi, şimdilik, hem birliğin oluşmasında kuruculara avantaj sağladığı, hem de diğer emperyalist güçlerden kendini ayırıp imajlarını düzelttiği için kullanılan bir “değer”dir. Muhtemelen AB’nin “demokratik normları”, Amerika’nın dünya egemenliğine karşı, Almanya-Fransa merkezli bir dünya egemenliği mücadelesinde de AB’nin bir silahı olarak kullanılmak üzere, (şimdiden bunun belirtileri vardır) korunmaktadır.
SOSYALİZM ÇIKARILIRSA, “AVRUPA MEDENİYETİ”NDEN GERİYE NE KALIR?
Batı kapitalizminin ve burjuva devrimlerin insanlığın ulaştığı en ileri aşamayı temsil etmeleri kendi çağlarıyla ilgilidir. Dolayısıyla, burjuva devrimlerinin dinmesinden 100 yıl sonra gündeme gelen Avrupa Birliği’nin oluşumunu “bir medeniyet projesi” olarak sunmak, kabul edilmez olduğu gibi; AB’nin, Türkiye’nin 200 yıllık ilerleme ve uygarlaşma uğraşının zirvesi sayılması da, elbette ki, kabul edilemez. Çünkü; AB’nin ortaya çıkmasının temeli olan Avrupa Kömür ve Çelik Birliği (1960’larda Avrupa Ortak Pazarı, 1970’lerde Avrupa Ekonomik Topluluğu, 1990’larda ise Avrupa Birliği oldu), 2. Dünya Savaşı sonrasında, savaş sırasında faşist ordular tarafından yıkılmış Avrupa’nın yeniden inşası için kurulmuştu. Ama bu kadar masum da değildi. Çünkü ABD ve İngiltere, her ülkeden büyük kapitalistler ve gerici güç odakları, Avrupa’nın yeniden kuruluşunu, aynı zamanda, sosyalizmin yayılmasının önünün kesilmesi için, sosyalizme karşı bir kale olarak da inşa edilmesini planlamıştı. Dolayısıyla Avrupa Birliği, aynı zamanda, kapitalizm ve sosyalizm arasındaki mücadelede, kapitalist güçlerin en önemli birliği olarak gelişti.
1970’lerin ortasından başlayarak, neoliberalizmin, Avrupa’nın başlıca önemli ülkelerinde yavaş yavaş egemen tutum haline gelmesi, emeğin kazanılmış haklarını, işçi sınıfının değerlerini yok etmeyi; işçi sınıfı ve sosyalizmin dünyaya vurduğu damgayı silmeyi de kendisine başlıca amaç edindi. AB de, sosyalizm düşmanlığının, emek düşmanlığının bir merkezi olarak biçimlendi. Ama, onun göstermelik demokrasisine ve lafta demokratik söylemlerine bağlanan Avrupa sendikacılığı ve Türkiye’deki uzantıları, AB’yi hâlâ işçilerin kazanımlarının kalesi görmeye devam etse de, gerçekte AB; işçi haklarına saldırı merkezi olarak şekillenmiştir. Bugün de, sinsice bu işin başında bulunmaktadır. Türkiye’de iş yasasındaki, SSK yasasındaki emek düşmanı değişikliklerin, “AB’ye uyum için zorunlu olduğu” iddiası, sadece patronların bir uydurması değildir. Aynı zamanda, AB’nin yakın gelecekteki standartlarına da bir hazırlıktır.
Kısacası günümüz Avrupası, 17,18, 19. yüz yılların; bütün insanlığın en ileri bilgi, kültür ve beceri birikiminin merkezi olan Avrupa değildir. Ama bugün bu birlik, insanlığın bilgi ve kültür hazinesi içinde insanlığı ileriye sıçratacak olan işçi sınıfı ve sosyalizmin mirasının reddi üstüne kurulmuş bir birliktir. Bu yüzden de, AB, Avrupa emperyalizminin çıkarlarının birliği olduğu gibi, aynı zamanda, kapitalist gericiliğin ABD’den sonraki en önemli merkezidir. Çünkü bu birlik; sosyalizm ve onun yarattığı değerleri silme amaçlı bir birliktir. İnsanlığın ileri güçlerinin birleşmesi de; AB’ye katılarak değil, AB’ye karşı mücadele içinde, AB ülkelerinde ileriyi, anti-emperyalizmi, demokrasiyi ve sosyalizmi temsil eden işçi sınıfı ve diğer emek ve halk güçleriyle birleşmekten geçmektedir.
Kısacası, Avrupa uygarlığından işçi sınıfının ve sosyalizmin yarattığı değerleri çıkaracak olursak, geriye; bir ucu Ortaçağ karanlığında, Hıristiyan-Yahudi kültüründe, öteki ucu, emperyalist yağmacılık ve gericilik olan, “iki ucu da pis” bir “Avrupa uygarlığı” kalır. AB içindeki; Türkiye’yi AB’ye alıp almama konusundaki tartışmalar, aslında bu burjuva-emperyalist Avrupa’nın lağımının patlamasıdır. “Türkiye’yi almayalım” diyenlerin “Türkiye Müslüman ülkesi”, “referandum yapalım, imza toplayalım”, “Haçlı savaşlarını bunlarla yaptık. Viyana’yı onlar kuşatmadı mı” hatırlatmaları ile, “Türkiye’yi alalım” diyenlerin, Türkiye üstünden Ortadoğu’da egemenlik hesapları öne sürmeleri, “Türkiye’nin Avrupa’nın bekçisi”, “İslam dünyasına köprü” olacağı tezleri; bu iki ucu pis Avrupa’nın tipik yansımasıdır.
Demokrasi konusuna gelince; Erbakan, AB’ye karşı bir “İslam Birliği” hayali içinde olduğu günlerde, “Müslümanlar olmasaydı, Avrupalılar kıçlarına don giymeyi bile bilmezlerdi. Onlar don giymeyi bizden öğrendi” demişti. Gerçekten, Avrupalılara don giymeyi Müslümanlar mı öğretti, belki tartışılırdır; ama işçi sınıfı ve sosyalizm olmasaydı; Batı demokrasisi denilen demokrasilerin, bugün övünülen pek çok kurumunun (genel oy, katılımcılık, mevcut anayasalar vb) hiçbir zaman bugünkü aşamaya gelmeyeceği, olsa olsa, Antikçağın köleci demokrasileri gibi, sadece belirli kastlar için bir demokrasi olarak kalacağını kesin bir biçimde söyleyebiliriz. Bu yüzdendir ki, söylemde AB, demokrasi yolunda ilerliyor görünürken; gerçekte, karşılaştığı sorunları demokratik hakları kısıtlayarak, bu demokratik hakların az çok kullanımına fırsat veren sosyal haklara savaş açarak aşmayı amaçlamakta; birbiriyle farklı partilerin yaşamasına bile izin vermeyen, faşizmi, emek düşmanlığını büyüten bir siyasi ortama doğru sürüklenmektedir.