Sosyalizmin kazanımları

Vaktiyle (çok da uzak olmayan bir ‘vaktiyle’), Batı’dan gelen kimi gazeteciler, Çarlığın devrilmesinden bunca yıl sonra, hâlâ dilenciliği ortadan kaldıramadığına göre, sosyalizmin çoktan iflas etmiş olduğunun –fotoğraflarla destekli– çürütülemez kanıtlarını ülkelerine aktarabilmek amacıyla, ziyaretleri boyunca, Moskova sokaklarında, bir “gerçek dilenci” bulmak için didinip dururlardı. Görev, bu görüntü avcıları için o kadar kolay değildi; çünkü Sovyet kentlerinde dilenciler giderek seyrekleşiyordu. Oysa bugün dilenciden geçilmiyor.”
Henri Alleg’in ‘Büyük Geri Sıçrama’ isimli kitabının girişinde de belirttiği gibi, 1917 Ekim Devrimi’nin ilk günlerinden itibaren Batılılar, sosyalist Sovyetler Birliği’nde yolunda gitmeyen bir şeyler bulmak için canla başla çalıştılar. Bu şekilde kendi ülkelerinin işçi sınıflarına, uğruna mücadele ettikleri sosyalizmin en sıradan sorunları bile çözme yeteneğinde olmadığını göstermek ve sosyalizm için mücadelenin gereksiz olduğunu ispatlamak istiyorlardı.
Yukarıdaki gözlem,  Sovyetler Birliği’nin yıkılmasının ardından ortaya çıkan manzarayı sergilemesi bakımından önemli. Yazar, artık sokaklarda dilenci görmenin sıradan bir olay olduğunu, Sovyetler Birliği’nin açıkça kapitalizme dönmesiyle birlikte yaşananlarda, sinekten yağ çıkarmada uzman Batılıların haber değeri taşıyan bir şeyler bulamadıklarından söz ediyor.
Batılılar için kendi sistemleriyle birleşmiş bir Rusya’da haber değeri taşıyacak bir şeyler bulmak o kadar da önemli değil. Onlar için önemli olan, mezarını kazdıklarını iddia ettikleri sosyalizm aleyhinde kullanabilecekleri “bir şeyler” bulmak. Batılılar, daha doğrusu Batı’nın kapitalist dünyasının savunucuları, yıllarca sosyalizmi kötüleyecek, onu kitlelerin gözünde değersizleştirecek kanıtlar bulmak için uğraşıp durdular. Yalanlardan, çarpıtma haberlerden medet umdular. Ancak bunlar gerçeğin duvarına çarpıp paramparça oldu. Dönem dönem “naylon çorap, ciklet” edebiyatı üzerinden sosyalizmin kitlelerin sorunlarını çözmediğinin kanıtlarını bulduklarını sevinç çığlıkları atarak ilan ettiler.
Oysa durum başkaydı. 1917 Ekim Devrimi’yle işçi sınıfı dünya tarihinde yepyeni bir sayfa açmış, dünya üzerinde ilk defa ezilen bir sınıf iktidara gelmiş ve sömürücü sınıfları tarih sahnesinin dışına itmişti.
İşçi sınıfının, yoksul köylülükle birlikte devrimi yapıp iktidarı alması ve Sovyet iktidarı özgülünde proletarya diktatörlüğünü kurması, daha işin başlangıcıydı.
Devrimin amacı, sömürücü sınıflar egemenliğine son verip sosyalizmi kurmak ve adım adım sınıfsız topluma geçişi sağlamaktı. Ancak devrim, Batı’yla kıyaslandığında hâlâ feodal ilişkilerin bütünüyle ortadan kalkmadığı geri kapitalist bir ülke olan Rusya’da gerçekleşmişti. Üstelik 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı ve devrim sonrası gelişen İç Savaş sonucu ülke ekonomisi büyük ölçüde tahrip olmuş ve ekonomi 1913’teki seviyesinin çok gerisine düşmüştü.
Soyalizm, her şeyden önce gelişmiş bir ekonomik yapıya ihtiyaç duyar. Dolayısıyla bu durum, devrimi yapmış işçi sınıfına ve öncüsü Bolşeviklere tahrip olmuş ekonomiyi düzeltmek ve en kısa sürede ileri kapitalist ülkeler seviyesine ulaşmak görevini yüklüyordu.
Batı’da yeni devrimlerle desteklenmeyen ve kendi ülkesinde eski sistemen kalıntısı sınıfların direnciyle karşılaşan Rus devriminin işi gerçekten zordu. Dış müdahaleler, ambargolar, sabotajlar birbirini izliyordu. Bütün bunların yanısıra, geri bir ülkede sosyalizmin inşa edilemeyeceğini ileri sürerek ayak direyen ve devrimi geri çekmeye çalışan Troçkistlerin yıkıcı faaliyetleri işin tuzu biberiydi.
Sıkıntılı süreçleri çözme ustası Bolşevikler, bütün bu zorluklara rağmen, uluslararası burjuvazinin ve onun içteki uzantılarının planlarını boşa çıkararak başarı üstüne başarı kazandılar; ekonomik olarak Sovyetler Birliği Batılı kapitalist ülkelerle boy ölçüşür, hatta bazıların geçer duruma geldi. Muzaffer işçi sınıfı ve Sovyet halkları sosyalizm yolunda ileri adımlar attılar, büyük kazanımlar elde ettiler.
1950’lerin ortalarından itibaren SBKP ve devlet içinde uç veren ve giderek egemen olan revizyonist mihrakın sosyalizmi tasfiye ederek adım adım kapitalizmi kurması ve nihayet 1990’ların başında revizyonist Sovyetler Birliği’nin yıkılarak ülkenin açık kapitalist bir ülkeye dönüşmesi, bu ileri adım ve kazanımların önemini azaltmaz. Aksine, yeni bir devrim ve sosyalizim mücadelesi dönemine adını yazdıracak olan işçi sınıfı ve ezilen halkların genç kuşaklarının önüne değer biçilemez zengin tecrübe ve deneyler sunarak daha büyük önem kazanır.

EKONOMİK KAZANIMLAR
1917 Ekim Devrimi başarılıp iktidar Sovyetler’e geçtiğinde, Sovyet hükümetİnin önünde yerine getirilmesi gereken büyük görevler vardı:
Daha devrimin ilk adımları atıldığında, Sovyet hükümeti, kendisini, İç Savaş’ın içinde buldu. Dış emperyalist güçlerle bir arada iç gericiliğin  son direnişiydi bu. Böylesi bir durum, ekonomide ‘Savaş Komünizmi’ olarak adlandırılan bir politikanın yürürlüğe konulmasını zorunlu kıldı. Sovyet Cumhuriyeti’nin ekonomik yaşamını, bütünüyle iç ve dış düşmanların saldırısına karşı savunmanın çıkarlarına bağlayan bir politikaydı ‘Savaş Komünizmi’.
İç Savaş işçi sınıfının zaferiyle sonuçlandığında, ‘Savaş Komünizmi’ politikası ile devam edilemezdi. Bu koşullarda meta kıtlığını ortadan kaldıracak ve pazarı canlandıracak tedbirlere ihtiyaç vardı. Mart 1921’de Bolşevik Partisi’nin X. Kongresi’nde Yeni Ekonomik Politika (NEP) benimsendi.
NEP’e göre, teslim yükümlülüğü ortadan kalkıyor, yerine gıda maddeleri vergisi konuyordu. Vergiden sonraki fazlalık köylülerin özgür iradesine tabiydi. Bu şekilde ticaret serbest bırakılmakla, başlangıçta kapitalizm de canlanacaktı. Bunun için özel işletmelere  izin verilecekti. Kuşkusuz, NEP politikası proletarya diktatörlüğünün denetiminde kapitalizmin canlandırılması politikasıydı ve geçiciydi. Sosyalist ekonominin güçlenmesiyle kapitalist unsurlar püskürtülecekti.
NEP politikası, sosyalist bir ekonominin kurulmasına girilmeden önce, savaştan ve iç savaştan dolayı açılan yaraların iyileştirilmesi ihtiyacının ürünüydü. Çünkü, dört yıllık savaş ve üç yıllık iç savaşın ardından, 1920 yılında, tarımsal üretim savaş öncesi üretimin yarısı, sanayi üretimi ise savaş öncesi üretimin yedide biri düzeyindeydi. Lenin, bu durumu, “Rusya, savaştan öyle bir durumda çıkmıştı ki, onun hali, ölesiye sopa yemiş bir insana benziyordu; yedi sene boyunca sopa yedi, ne şükür ki koltuk değnekleriyle hareket edebiliyordu.” diyerek tarif ediyor.
NEP politikasının sonucu olarak 1924-25 yıllarında, tarımda üretim savaş öncesi durumun % 87’sine, sanayi üretimi de savaş öncesi seviyenin % 71’ine ulaştı. Kitlelerin durumu da iyileşti.
1926 yılında Sovyet ekonomisi savaş öncesi seviyesine ulaştı. Ancak bu durum yetersizdi. SBKP(B)’nin 1925 yılındaki XIV. Kongresi’ne sunduğu raporda Stalin, ülkenin sosyalist sanayileşmesi politikasını ortaya koydu.
Buna göre, iç savaşın ardından yıkılmış bir ekonomiyi canlandırmak için tarımın geliştirilmesi  zorunluyken, artık sanayinin geliştirilmesi zorunluydu. Sosyalist sanayinin geliştirilmesi ise, her şeyden önce, ağır sanayinin, yani demir döküm, kömür, petrol ve makine sanayilerinin vb. geliştirilmesi demekti. Bu, ülkenin savunulması için gerekli sanayi dallarının kurulmasının yanı sıra, kırda sosyalizmin zaferi için, yani milyonlarca bireysel küçük köylü işletmesinin kolektif çiftliklerde birleştirilmesi ve büyük ölçekli sosyalist ekonomiye geçebilmesi için modern tarım makinelerinin üretildiği fabrikaların, traktör fabrikalarının kurulması anlamında da zorunluydu.
Sosyalist sanayileşme, kapitalist ülkelerde olduğu gibi, işçi sınıfı ve emekçilerin sömürüsü ve sömürgelerin yağmalanması temelinde değil, ülkenin bütün zenginliklerinin halkın elinde toplanması ve bunun Sovyet Hükümeti eliyle sanayiye yönlendirilmesiyle kuruldu ve bunun sonucu olarak, maddi refah seviyesi durmadan yükseldi.
Sosyalist sanayileşme sürecinde dünya ilk defa ‘Beş Yıllık Planlar’la karşılaştı. 1928’de başlayan Birinci Beş Yıllık Plan, dört yıl üç ayda tamamlandı, 1933’de başlayan İkinci Beş Yıllık Plan ise, yine vaktinden önce, 1937’de tamamlandı.
İlk beş yıllık planın hedeflerinden biri, sanayide sağlam bir temel yaratmanın yanı sıra, tarımın kolektifleştirilmesinin sağlanmasıydı.
Kapitalist dünya, 1929-30 büyük ekonomik bunalımının pençesinde çırpınırken, Sovyetler Birliği, Birinci ve İkinci beş yıllık planlarla, sosyalist ekonominin temeli olan ağır sanayii kuruyor, tarımın kolektifleştirilmesinde büyük adımlar atıyordu. Kuşkusuz bu, tarımda kapitalizmin temsilcisi olan kulakların direnişiyle karşılaştı ve kulakların tasfiyesiyle sonuçlandı.
Ülkenin her tarafı büyük bir şantiyeye dönüştü. Demiryolu ağı büyüdü, elektrifikasyon sorunu çözüldü. Üniversiteler, okullar, hastaneler, yemek salonları, konutlar, kültür parkları, çocuk yuvaları, kreşler inşa edildi.
Sanayileşmenin temeli olan demir döküm sanayii genişledi. İş aletleri sanayii, kimya, yapay kauçuk ve lif sanayii gelişti. Ülke; traktör, otomobil işletmelerine biçer-döver fabrikalarına, tarım makinaları üreten fabrikalara kavuştu. Uçak sanayii boy verdi, hidro-elektrik santraller inşa edildi.
Birinci Beş Yıllık Plan’ın başlarında bir buçuk milyon işsiz vardı. Planın sonuna doğru işsizlik tümüyle yok oldu. Büyük sanayi işçilerinin sayısı arttı, halkın ekonomik durumu giderek düzeldi.
İkinci BeşYıllık Plan döneminde birçok yeni işletme kuruldu, üretimin bütün dalları yeni bir teknik temel üzerinde şekillendirildi, emekçilerin durumu daha da iyileşti. Birçok konut, park, okul, sinema, tiyatro salonu vb. yapıldı. Birçok kent tramvay ve troleybüs hatlarına kavuştu, Moskova Metrosu inşa edildi.
İkinci Beş Yıllık Plan’ın sonuna doğru sosyalist mülkiyet, ülkedeki üretim fonunun yüzde 87’sine ulaşmıştı. Sanayi, 1929 yılına göre 4 kat, 1917 yılına göre hemen hemen 14 kat büyümüştü. Bu dönemde, tarımda çalışan bütün traktör ve biçer-döverler Sovyet işletmelerinde üretilmişti.
1933 yılında 64,36 milyon ton kömür çıkarılırken, 1937’de 127,968 milyon tona, elektrik enerjisi üretimi 13,5 milyar kw.’den 36,4 milyar kw.’ye, petrol 22,3 milyon tondan 30,5 milyor tona, demir madeni 12,1 milyon tondan 27, 8 milyon tona yükseldi. Dökme demir üretimi 6,2 milyon tondan 14,5 milyon tona, çelik üretimi 1932 yılında 5,9 milyon tondan 1937 yılında 17,7 milyon tona çıktı. Elektrik santralleri giderek artan tempoda inşa edildi.
Hafif sanayi, yün, keten, ipek dokumaları, ayakkabı üretimi önemli ölçüde arttı. Gıda maddeleri sanayii gelişti. Demiryolu ağı iki plan döneminde Çarlık Rusyası demiryolu ağına göre, 1,5 kat büyüdü.
İki plan döneminde, köyde kolektif ekonomi esas güç haline geldi. Tarımda eski teknik, yerini yeni, modern tekniğe bıraktı. Karasabanın, orağın, tırpanın yerini traktör, biçer-döver, harman makinesi aldı.
İki plan döneminin sonunda Sovyetler Birliği, bir tarım ülkesinden bir sanayi ülkesine dönüşmüştü ve sanayisi, brüt olarak, Avrupa’da birinci, dünyada ikinci; makine imali bakımından Avrupa’da birinci, dünyada ikinci sıraya, tarımsal makine üretiminde dünyada birinci, çekme çelik üretiminde Avrupa’da ikinci, dünyada üçüncü sıraya çıkmıştı.
İlk iki Beş Yıllık Plan döneminde ulusal gelir 71 milyar Ruble arttı. Bu, devasa bir büyümeydi ve hiçbir kapitalist ülke böylesi bir büyümeyle karşılaşmamıştı.
Üçüncü Beş Yıllık Plan, sosyalist ekonominin girdiği süreci daha da ilerletmeyi hedefledi. 1938’de başlayan plan, 1942’de tamamlanacaktı. Ancak Hitler faşizminin Sovyetler Birliği’ne saldırısı bu planı yarım bıraktı.
1940 yılında Sovyetler Birliği’nin ekonomik durumu şöyleydi: 15 milyon ton ham demir, yani 1913’e göre 4 kat fazla; 18.3 milyon ton çelik, yani 1913’e göre 4.5 kat fazla; 166 milyon ton kömür, yani 1913’e göre 5.5 kat fazla; 31 milyon ton petrol, yani 1913’e göre 3.5 kat fazla; 38.3 milyon ton tahıl, yani 1913’e göre 10 milyon ton fazla; 2.7 milyon ton ham pamuk, yani 1913’e göre 3.5 kat fazla.
İkinci Dünya Savaşı’nda Alman faşistleri işgal ettikleri bölgeyi büyük ölçüde tahrip ettiler. Almanların Sovyetler Birliği’nde yol açtığı zararın 679 milyar Ruble gibi bir büyüklük oluşturduğu tespit edilmişti. Savaş döneminde bütün bu tahribatlara rağmen, Sovyet Hükümetinin aldığı tedbirler sonucu, üretim, yalnızca yüzde 24 düşmüştü.
Savaş sonrası planda en önemli görev, SSCB’nin zarar gören bölgelerinin onarımı idi. Bunun 1948’de gerçekleştirilmesi hedeflenmişti.
Sovyetler Birliği’nde sanayi üretimi, 1929 yılına göre 1950’de 10.8 kat, 1951’de ise yaklaşık 13 kat artmıştı. Oysa aynı dönemde, bu oran, ABD’de 1950 için 1.8, 1951 için ise 2 kat idi. Aynı durum, tarımsal üretim açısından da geçerliydi, aynı dönemde kapitalist ülkelerde tarımsal üretim savaş öncesi duruma çıkmazken, SSCB’de yüzde 50 artmıştı.
Bütün bunların sonucu olarak, Sovyetler Birliği’nde işsizlik ortadan kalkmış, herkes emeğinin niteliği ve niceliğine uygun ücret aldığı bir iş güvencesine kavuşmuş, günlük çalışma saatleri 8 saate, belirli sektörlerde 6 saate, hatta 4 saate indirilmiş, hafta tatili, yıllık tatil, hamile kadınlar için doğum izni çalışma yaşamına girmiştir. 55 yaşına gelen her kadının ve 60 yaşına gelen her erkeğin emekli maaşı alması zorunlu hale gelmiştir.
Bütün Sovyetler Birliği yurttaşlarının yaşlılık, hastalık, sakatlık durumlarında maddi bakım görmeleri anayasal güvenceye kavuşturulmuştur. Bütün sağlık hizmetleri parasızdı, dinlenme evleri ve tatil yurtlarında kalışlar da bedava ya da bedava gibiydi.
1936 yılında kabul edilen Sovyet Anayasası, dünyanın o güne kadar gördüğü en demokratik anayasaydı. Anayasanın kabul ediliş yöntemi de, Sovyetler Birliği’ne kara çalanları yalanlayacak bir yöntemdir. 1935 yılında Sovyetler Kongresi, bir komisyon oluşturdu ve bu komisyon bir Anayasa teklifi hazırladı. Hazırlanan teklif, 1936 Haziran’ında Sovyet hükümetince geçici olarak kabul edildi ve 6 milyon adet basılarak halka sunuldu. Tasarı 36 milyon kişinin katıldığı 527 bin toplantıda tartışıldı. Halk, tartışmayı gazeteler üzerinden de sürdürdü. 154 bin değişiklik teklifi yapıldı, değişiklik önerileri fiilen 43 maddede toplandı. Sonunda Sovyet Anayasası kabul edildi.
ULUSAL HAKLAR ALANINDA
Çarlık Rusyası bir halklar hapishanesiydi. Devrim’den sonra Çarlık döneminin köle halkları artık Sovyet Birliği’nin kurucu ve özgür halkları haline gelmişti. 30 Aralık 1922’deki Sovyetler’in Birlik Kongresi’nde, Sovyet halklarının federe devlet temeli üzerinde devlet olarak birleşmeleri ve Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği’ni oluşturmaları kararı alındı.
Başlangıçta Birlik’te, Rus Federatif Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti, Ukrayna Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti, Belarus Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti, Transkafkasya Federatif Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti yer alıyordu. Daha sonra Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği’ni oluşturan cumhuriyet sayısı 16’ya çıktı. Ayrıca cumhuriyetler içinde özerk sovyet sosyalist cumhuriyetleri, özerk bölgeler yer alıyordu.
Sovyetler Birliği’ni oluşturan bütün cumhuriyetler, gönüllülük temelinde katılmıştı ve bütün cumhuriyetlerin özgürce ayrılma hakkı vardı.
Bütün Sovyet Cumhuriyetleri’nde yaşayan halklar, kendi ulusal kültürlerini geliştirme, kendi anadillerinde eğitim yapma hakkı dahil, bütün ulusal haklarına kavuştular. Bunun sonucu olarak, bütün Sovyet cumhuriyetlerinde yaşayan her ulusun kendi dilinde eğitimini yaptığı ilk ve orta dereceli okullar, yüksek okullar açıldı. Farklı dillerde gazeteler yayınlandı, birçok dil yok olmaktan kurtuldu ve geliştirildi.
Kadın, ilk defa Sovyetler Birliği’nde eşit bir statü elde etti. Kadının üretime ve toplumsal yaşama katılımını engelleyen bütün önyargılar, gelenekler ve yasal dayanaklar birer birer yıkıldı. Sosyalist sanayileşme, kadının özgürleşmesinin yolunu açtı. Burjuva toplumlarda halen sürmekte olan aynı işte kadının daha düşük ücret alması uygulaması, Sovyetler Birliği’nde daha 1930’larda son buldu. Kadın, gerçek anlamda seçme seçilme hakkını elde etti. Bunun sonucu olarak kadın, hayatın her alanında daha ileri görevler alabildi. Kadının, kadın ve ana olarak sağlığa zararlı işlerde çalışması yasaklandı. Kadın, hamilelik ve doğum izni hakkına kavuştu.

EĞİTİM VE KÜLTÜR ALANINDAKİ
KAZANIMLAR
Çarlık döneminde halkın büyük çoğunluğu okuma yazma bilmiyordu. Çünkü, Çar III. Aleksandır’ın danışmanı Pobedonoszev’e göre, ‘okuma yazma bilmeyen bir halk daha kolay idare edilir’di. Halkın eğitimli olmasını kendi iktidarları için tehdit gören bir anlayıştan başka türlüsü de beklenemezdi.
Sovyet iktidarı, temel öğretimi zorunlu hale getirildi. Bu eğitim aynı zamanda anadilde olacaktı. Okuma yazma bilmeyenlerin oranı, 1926’da yüzde 51’ken, 1934’te yüzde 10’a inmişti. Bu tablo, 1939 yılında çok daha düzelmişti. Şehirlerde ilk okulun 7 yıla çıkarılması zorunlu hale getirildi.
Okul sayısı da yıldan yıla arttı. 30’lu yıllarda Sovyet halkı gerçek bir aydınlanma yaşadı. İlk ve orta okullarda okuyanların sayısı 1933 yılında 23.4 milyondan 1939 yılında 33.3 milyona çıkmıştı. Yüksek okullarda okuyanların sayısı, 1939 yılında 601 bin kişiydi. Kütüphanelerin, kütüphanelerdeki kitapların, kulüplerin, tiyatroların sayısı yıldan yıla arttı. Çarlık Rusyası’nda yüksek öğrenimi bitiren kişilerin sayısı 105 bin iken, 1941 yılında bu sayı, Sovyetler Birliği’nde 1.5 milyona ulaşmıştı.
Çarlık Rusyasında 1917 yılında 859 gazete yayınlanıyordu ve bunların toplam tirajı 3 milyonu bulmuyordu. 1939 yılında gazetelerin yıllık tirajı 7 milyarı geçiyordu. 1917 yılında 8.9 milyon kitaba sahip 12 bin 600 kütüphane varken, 1940’larda  bu sayı yaklaşık 150 milyon kitaba sahip 80 bin kütüphaneyi bulmuştu.
Devrimden önce kitapların baskı sayısı 5-10 bini geçmezken, Sovyet iktidarı döneminde, onlarca dilde, milyonlarca baskı adedine ulaşmıştı. Örneğin, Puşkin 1939 yılına kadar 66 dilde 30 milyonu bulan bir sayıda basıldı. Toltoy, Sçedrin vb. Rus klasiklerinin eserleri milyonlarca basıldı. Maksim Gorki’nin eserleri Çarlık Rusyası’nda Rusya halklarının dillerinde hemen hemen hiç yayınlanmazken, Sovyet iktidarı yıllarında, 61 dilde 40 milyon adet basıldı.
Eski Rusya’da 153 tiyatro vardı, oysa Sovyetler Birliği’nde 1939 yılında tiyatro sayısı 790’a ulaşmıştı. Sinema sayısı da on binleri bulmuştu.
Sovyet iktidarında sahne sanatlarıyla uğraşan sanatçı sayısı alabildiğine arttı. Bu tür faaliyetleri eskiden üst sınıflardan gelen kişiler yürütebiliyorlardı, Sovyet iktidarı ise, her kesimden insanın bu tür alanlara yönelebilmesinin olanaklarını genişletti.
Sovyet iktidarı, edebiyata ve sanata yönelimi teşvik etti ve Mihail Şolohov, Mayakovski, İlya Ehrenburg, Yesenin, Aleksey Tolstoy, Konstantin Fedin gibi dünya ölçeğinde saygınlık kazanmış büyük romancı ve şairlerin yetişmesinin yolunu açtı. Bu yazar ve şairler, aynı zamanda, sosyalist gerçekçiliğin  temsilcileri oldular.
Müzik, resim, heykel, sinema, balede büyük sanatçılar yetişti. Bütün bu sanat dallarında ortaya konan eserler, sınırlı bir elit kesim içerisinde sıkışıp kalmadı, milyonlara ulaştı. Sovyet iktidarının köylü kadına opera izlettiğini söylemek gerçeğin bir başka türlü izahı olur.
Sovyet sisteminde konut, ısınma, haberleşme, ulaşım gibi sorunlar kökten çözüldü. Örneğin, Sovyet yurttaşları, ev kirası olarak, toplam gelirlerinin yüzde 5 ila 15’ini ayırıyorlardı. Kira, su, ısıtma, gaz, elektrik ve öteki yükümlülükleri de kapsıyordu. Telefon kullanımına, şehir içi konuşmalara ayrı bir fatura çıkarılmaksızın, 2-3 Ruble gibi bir para ödeniyordu.
Sovyetler Birliği’nde şehir içi ulaşım ve taşımacılık çok gelişmişti. Şehirlerarası yolculukta raylı sistem ve kara yolunun yanında hava yolu da çok kullanılıyordu ve bu yolculuklar, her işçinin kolaylıkla seyahat edebileceği kadar ucuzdu. Şehir içi yolculukta raylı sistem, tüm büyük şehirlerde yaygındı, bunlara dünya ölçeğinde üne sahip Moskova metrosu örnek verilebilir. Burada yolculuk 5 Kopek’ti.
Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin başarıları, dünyanın bütün ülkelerinde işçi ve emekçilerin sosyalizme yönelmelerinin yolunu açtı. Birçok ülkenin işçi sınıfları iktidar mücadelesine yöneldiler, partilerini, sendikalarını kurdular. Ülkelerinde egemen sınıfları tavizler vermeye zorladılar.
Batılı kapitalist ülkelerin egemenleri, işçi sınıfının bu yönelimini saptırabilmek için bir takım manevralara baş vurdular. Kendi ülkelerinin emekçilerini sömürmelerinin yanı sıra, sömürge, yarı sömürge ülkeleri yağmalamalarının da getirdiği avantajla, işçi sınıfına ekonomik, sosyal, siyasal birtakım haklar tanıdılar ve bu hakları yasal zeminlere de taşıdılar. Bu haklar tanınarak, işçi sınıfına, sosyalizme gerek olmadan, kapitalizm koşullarında birtakım taleplerin gerçekleşebileceği  mesajı verilmek isteniyordu ve bütün bu uygulamaların “sosyal devlet” adına gerçekleştirildiği iddia edildi. Batı ülkeleri burjuvazisinin bu tür geri adımları, giderek geri, yarı sömürge ülkelere kadar yayıldı. Ne var ki, burjuvazi bu tür geri adımlarla işçi ve emekçileri kendi düzenlerine bağlamak istiyordu ve bunda bir ölçüde başarılı da oldu. İşçi sınıfı örgütlerinde reformist eğilimlerin gelişmesi eğilimini kışkırttı.
Bugün Sovyetler Birliği’nin yıkıldığı koşullarda, ‘sosyal devlet’in devre dışı bırakılmaya çalışılması, bir kere daha üzerinde düşünülmesi gereken bir durumdur. Sosyalizme karşı barikat olarak dikilen bir uygulamanın, sosyalizmin yıkıldığı bir ortamda gereksiz hale gelmesinde aslında anlaşılmayacak bir durum yoktur.

SONUÇ
Revizyonist ihanete kadar, iki büyük savaşın ve bir iç savaşın yıkıntıya uğrattığı bir ülkede, gericilik,  kıtlık ve sabotajlara rağmen, 35-40 yıllık bir pratiği olan sosyalizmin, elbette ki, bütün sorunları çözmüş olduğu gibi bir iddiada bulunulamaz. Bir ilk deney olması, geri bir ülkede inşa edilmesi, kuşatma koşullarında var olması gibi dezavantajlarına rağmen, Sovyetler Birliği’nde (ve hatta dünya ölçüsünde) sosyalizm, insanlığa bütün tarihi boyunca sahip olamadığı kazanımlar sağlamıştır. Bu kazanımlar sayesinde bütün dünyanın işçileri ve ezilen halkları, Sovyetler Birliği nezdinde, sömürüden kurtulma mücadelelerinde kendilerini esinlendiren bir örnek görmüşlerdir.
Bugün eğer, işçi sınıfının en büyük kazanımı olan Sovyet iktidarı fiilen ortadan kaldırılmışsa, bu onun geçersizliğini, gereksizliğini ya da tarihsel bir sapma olduğunu ispatlamaz. Aksine, dünyanın işçilerine ve ezilen sınıflarına, sömürücü sınıfların iktidarını yıkıp, yerine işçi sınıfının iktidarını kurmanın zorunlu ve olanaklı olduğunu esinlendiren bir örneğin varlığından hareketle, daha deneyimli, daha bilinçli bir şekilde mücadeleyi yükseltmenin zorunluluğunu ispatlar. q

Ekim devrimi tarihten çıkarılabilir mi?

Şu söz oldukça ünlüdür ve çok bilinir: ”Devrimler tarihin lokomotifidir”(Marks). Büyük Fransız Devrimi, neredeyse tüm Avrupa’ya yayılan 1848 devrimleri, Paris Komünü, 1905 Rus Devrimi, Büyük Ekim Devrimi.. Bütün bu devrimlere Çin, Küba, Vietnam gibi ulusal kurtuluş mücadeleleri ve devrimlerini de eklersek, yukarıdaki sözün doğruluğunu tarihsel olarak kanıtlayan epeyce veri elde ederiz. Devrimler, ülkelerin tarihlerindeki dev sıçramalardır ve çözülmeden birikmiş bütün tarihsel, sosyal sorunları, kısa bir zaman dilimi denebilecek bir sürede çözüme bağlarlar. Başka bir ifade ile, devrimler tarihin akışının hızlandığı, halkların yaratıcılıklarının zirveye çıktığı zaman dilimleridir.
Ancak tarih düz bir çizgide ilerlemiyor. Tarihin genel akışı ileri doğru olmakla birlikte, duraklamalar, geriye dönüşler, tekrar ileriye sıçramalar görülebiliyor. Örneğin Fransız Devrimi bu açıdan son derece ilginçtir. Fransız halkı Kralı devirdi, devrim egemen oldu. Arkadan Thermidor egemenliği geldi, daha sonra da, Napolyon’un şahsında imparatorluk. Ardından yeniden gericilik –Restorasyon Dönemi, krallık– yılları, 1848 devrimleri, Paris Komünü vb. Ancak bütün bu sürecin burjuva demokrasisini, cumhuriyeti kökleştirip, egemen kıldığı bilinmektedir. Ancak aklı başında hiç kimse, ‘bütün bu mücadele ve alt üst oluşlar olmasaydı da, Fransız halkının bugünkü kazanımları –ki bunlar, insan hakları, eşitlik, cumhuriyet, demokrasi vb. gibi, tüm insanlığın da kazanımlarıdır– yine de olanaklı olurdu’ iddiasını ileri sürmemiştir, sürememiştir. Zaman zaman devrimin fazla kanlı olduğu, sonrakilere kötü örnek oluşturduğu ileri sürülmüş, burjuvazi tarafından Jakobenizm kötülenerek, devrimin radikalizmi –proletaryaya yolu açtığı gerekçesi ile– reddedilmiş, ancak bütün bunlar genel bir kabul görmek bir yana, marjinal düşünceler olarak kalmışlardır. Halklar, tarihi; devrimler, ayaklanmalar olarak dışa vuran sınıf mücadeleleri ile bir kez yapmışlar ve tarih bir kez böyle yazılmıştır. Bu tarihsel gerçekliği değiştirme yönündeki gerici çabalar hep boşuna çabalar olarak kalmıştır ve kuşkusuz öyle de kalacaktır.
Ancak, sosyalizmin yıkılması ve ardından “Doğu Bloku”nun ortadan kalkması, burjuva liberalizmine ve gericiliğe farklı bir nefes verdi. Dönüp tarihi yeniden ve kendi gönüllerince yazma çabası hız kazandı. Bu uluslararası rüzgarın ülkemizi de etkilemesi kaçınılmazdı. Zaten tarihi gerici tarzda yorumlayan, anti-komünizmi meslek edinmiş gerici bir takım vardı ve bunların üzerine, ”ilerici, solcu” etiketli ”bilim adımları”, yazar vb. takımı da eklendi. Gazetelerde yayınlanan herhangi bir makalede ya da tarih üzerine bir yazıda, örneğin şunları okumak artık sıradan oldu; ‘devrim zorunlu muydu?’ ‘devrim olmasaydı da Rusya bugünkü noktaya gelemez miydi? Stalin öyle davranmasaydı çok faklı olurdu, yapılanlar boşa gitti vb..’
Bütün bu gerici varsayımlara son zamanlarda günlük köşe yazılarında da rastlamak olağanlaştı. Hepsine değinmek elbette olanaksız. Ama örnek olması bakımından birine göz atmakta yarar var. Radikal’de Türker Alkan şöyle yazıyordu; ”Bir hışımla gelip geçtiler… Devrimlerden söz ediyorum. Örneğin Sovyet devrimi, 20 milyon cana mal olduğu söylenir. Sayı doğru mudur, elbet kimse tam olarak bilemez. Ama Stalin’in palabıyıklı kişiliğinde simgeleşen Gulak Takımadaları’nın kötü bir düşten ibaret olmadığı ortada. Şimdi dönüp 70 yıllık (yaklaşık olarak üç kuşak eder) bu dönemde ödenen bedel olmadan da, evrimci bir yaklaşımla acaba Rusya bugün ulaştığı noktaya gelemez miydi, sorusunu sormakta (net bir yanıtı olmasa da) yarar var sanıyorum.”(Türker Alkan, Çöken Devrimlerin Ardından 12. 05. 2004 Radikal)
Bu tip saldırılara karşı, 20 milyon Sovyet insanının, insanlığı faşizm belasından kurtarmak için Nazi Almanya’sına karşı savaşta öldüğü, Sovyet insanının sadece kendi anayurdunu değil, Avrupa’yı da kurtardığı, sosyalizme karşı suç işleyip Gulak vb. kamplara gönderilenlerin büyük çoğunluğunun sağ salim geri döndüğü, bunlardan pek çoğunun sosyalizme hizmet ettiği tarihsel belgelerle anlatılmaya çalışılır. Bunların aklına nedense hiç faşizm belasını savuşturmak için Sovyet halklarının verdiği kayıplar gelmez. Ya da tersinden, başıboş kaldığı yaklaşık son kırk yıl içinde, yalnızca Amerikan emperyalizminin açtığı savaşlarda ölen insan sayısının 20 milyondan fazla olduğu da gelmez. Kapitalizmin insanı mahkum ettiği açlık, kötü beslenme, sağlıksız yaşam koşulları ve iş kazaları nedeniyle ölümlerin, bu sayıdan kat be kat fazla olduğu hatırlanmaz bile. Karşı cephe geniş ve şerbetlidir. Siz daha bunlara cevap vermeye çalışırken, gazetelerin köşelerinden, dergilerin makalelerinden yeni salvolar gelir, ipe sapa gelmez iddialar sıralanır. Bunları elbette yanıtlamak gerekir. Bu, yeni kuşakların yalan ve yanıltıcı propaganda ile zehirlenmesini önlemek açısından da, son derece önemlidir. Ancak bütün bu saldırılara tek tek yanıt vermenin zorluğu da ortadadır. Biz burada bunları tek tek yanıtlamaktansa, tarihsel materyalizme dayanan genel bir tarih bilinci edinmenin, proletarya ve halkların toplumsal kurtuluşa doğru ilerleyen tarihsel mücadelelerinin genel çizgisini kavramanın, bütün bu gerici saldırılara karşı genel bir savunma ve karşı saldırıya geçmenin temel koşulu olduğunu ortaya koymaya çalışacağız.

DEVRİMLER NİYE OLUYOR?
Bugünün egemen olan burjuva liberal bakış açısıyla tarihe bakanlar, onu aynı zamanda yeniden yazma gibi boşuna bir çabanın içine de giriyorlar. ”Devrim olmasaydı” da Rusya’nın bugünkü durumuna gelebileceğini ima edenler, sadece bir ülkenin şu ya da bu gelişme yolunu keyfince izleyebileceğini ileri sürmüş olmuyorlar. Onlar, tarihte, sınıfları, onların mücadelelerini, işçi sınıfını, halkları, ezilenlerin ezenlere karşı mücadelesini ve bu mücadeleye temel olan zemini de yok sayma gibi, bütünüyle gerici bir yola da sapıyorlar. ”Evrimci bir yaklaşımı” ileri sürenler, herhalde çok genel bir biçimde ifade edilecek olursa; insanlığın evriminin ileriye doğru olduğunu biliyorlar. Bu evrim kendi içerisinde sıçramaları, altüst oluşları, düşüşleri ve yükselişleri, kısa süreli geriye dönüşleri barındırıyor. Yani bu evrimi insanlığın genel ilerlemesi olarak kabul edecek olursak, devrimler, bu evrimin içinde zaten var! Kuşkusuz devrim yasakçılarının, ”evrimci yaklaşımdan” kast ettikleri, bu değildir. Politik literatürde, evrim; hem devrime karşı, hem de devrimin hazırlandığı az çok barışçıl dönem olarak kullanılabilmektedir. Kolayca anlaşılacağı gibi, Alkan, evrimi, devrimin karşıtı olarak kullanmakta, düz ve barışçıl bir evreyi kastetmektedir. Bu gibilerin ”evrimi”, düz ve ilerleyen, altüst oluşlara ve sıçramalara yer vermeyen bir süreçtir. Böyle bir süreç ise, ne Rusya’da, ne de başka bir ülkede, dahası sınıflı toplumların tarihinde yaşanmadı ve yaşanmayacaktır. Bu tarihi lokomotifsiz bırakma, birikmiş sorunları çürümeye ve kokuşmaya terk etme, ama bu arada, halklara çok ağır ve sancılı bir fatura çıkarma denemesidir. Kuşkusuz tarih, bugüne kadar olduğu gibi, bundan sonra da kendi yolunu izleyecektir.
O halde, tarihin gerçek ilerleyişine dönüp, yukarıda ortaya atılan ”evrimci” sorunun yanıtını aramaya başlayabiliriz. Öncelikle, Rusya’da milyonlarca insanı ayağa kaldıran nedenler neydi, o tarihsel koşullarda onların ayağa kalkması önlenebilir miydi, sorusuna yanıt aramak gerekiyor. Bu soruları, Çar’ın yeteneksizliği, Kerenski’nin beceriksizliği, Stopilin reformlarının yarım kalması, Lenin’in dehasını işin içine sokarak yanıtlayan ”tarihçiler” var. Onlar, genellikle tarihi, ”büyük tarihsel kişiliklerin” yaptığını savunurlar ve tesadüflere olduğundan fazla bir değer biçerler. Ama sınıflar, onların mücadeleleri, bu sınıfların ortaya çıkardıkları önderler, bu önderlerin bir örgütü yönettiği, bu örgütün –partinin– o sınıf içinde örgütlendiği, önderleri devrime giden halkın çıkardığı ve onların sınıfın o an ki mücadelesini ve istemlerini en iyi ifade eden kişiler olduğu gerçeğine çok uzaktırlar. Örneğin bunların bir kısmına göre, Lenin, her şeyi önceden planlamış ve kurmuştur! Lenin, elbette işçi sınıfının genel hedeflerini, mücadelesini nereye doğru yöneltmesi gerektiğini, politik koşullardaki değişimlere göre ilerlemek gerektiğini, her dönemde mücadelenin hangi tip bir örgüte gereksinim duyacağını politik gelişmelerin seyrine bakarak tayin edebiliyordu. Ama ne bunalımları, ne de savaşları çıkarmaya gücü yetmezdi! Bütün bunları “yapan” egemen sermaye düzeniydi, kapitalizmdi ve kendi karşı güçlerini sürekli olarak üretiyor ve topluyordu.
Savaş, dünya kapitalizminin genel bir bunalıma girmesinin ürünüydü. Büyük emperyalist devletler dünyayı yeniden paylaşma mücadelesine atılmış, milyonlarca insanı kurbanlık koyunlar gibi cepheye sürüyordu. Çarlık Rusyası da, İngiliz ve Fransız emperyalizminin yedeğinde, bu paylaşım savaşına dahil olmuştu. Şovenist dalga yatışıp gerçekler daha iyi görülmeye başladığında, Rusya halkları ve işçi, emekçi kitleleri arasında savaşa karşı duygu ve düşünceler gelişmeye başlamış, bunlar açık hareketlere dönüşmüşlerdi. Uzun süren savaştan yorgun ve yoksul düşmüş milyonlarca işçi, köylü ve asker ne istiyordu? Savaştan hemen çıkılmasını, adil bir barışın yapılmasını, açlık sorununun çözümünü. Bunlar ‘kahrolsun savaş, barış ve ekmek’ taleplerinde dile geliyordu. Ancak ne Çarlığın, ne de sonrasında kurulan geçici hükümetin kitlelerin bu taleplerine yanıt vermeye niyeti vardı. Yani ‘evrimci yol’ bütünüyle kapanmış, Rusya tüm keskin çelişkilerin düğüm olduğu bir ülke olmuştu. Ezilen, sömürülen, cepheden cepheye sürülen yığınlar, Bolşeviklerin önderliğinde kendi tarihsel inisiyatiflerini kullandılar ve devrime başvurdular! Bu düğüm başka türlü çözülemezdi. Yığınlara ‘itidal’ tavsiye etmenin, yönetimden ‘sağduyu’ dilenmenin, tarihin devrimci bir yola değil de ”evrimci” bir yola girmesini sağlayamayacağı apaçık ortadaydı. Sonunda, emperyalizm ve gericilik bu ”zayıf halkada” yarıldı ve devrim gerçekleşti. Bu sonuca yol açan gelişmeler bütünüyle nesnel nedenlere dayanıyordu. Parti ve Lenin de, işçi sınıfının önderlik rolünü yerine getirebilmesi sağladılar ve bu nesnel nedenler üzerinde kendi devrimci rollerini oynadılar. Yani evrim devrimi hazırlamış, çözemediği sorunları çözmek üzere devrimi sahneye davet etmişti!
O koşullarda Rusya’da ”devrim olmasaydı” demek, bütün bu sorunların çözümünü Çar’a, toprak beylerine, kapitalist sınıfa havale etmek anlamına geliyordu. Bu gerici sınıfların ise, ülkenin ve halkın temel sorunlarını çözmeye ne istekleri ne de yetenekleri vardı. Tepeden tırnağa çürümüşler, diğer ülke ve halkların sırtından ganimet edinme peşine düşmüşlerdi. 1905 Devrimi’nin yenilgisinin ardından da, Rusya’da bir kısım liberal aydın, devrim kaçkını, artık ülkenin ”anayasal gelişme yoluna girdiğini” devrimden ebediyen vazgeçmek gerektiğini ileri sürmüşlerdi. Onlar kuşkusuz kendilerini toprak aristokrasisi ve patronların saflarına atmışlar, kokuşmuş ve çürümüş sınıflardan ”ilerlemenin” öncülüğünü yapmalarını istemişlerdi. Bir takım aydınların, neredeyse yüzyıl sonra, Çar’dan, toprak beylerinden, onlarla işbirliği halindeki kapitalistlerden keramet bekleme durumuna düşmeleri, şaşırtıcı ama gerçek!
Bütün bunlara rağmen, toplumların tarihinden devrimi çıkarma isteğinin, sınıfların, sınıf mücadelelerinin olmadığı, bunların kendi doğal sonuçlarına ulaşmadığı bir toplumu düşlemek anlamına geldiği açıktır. Dahası, bu, çağımızda bunalımların olmadığı bir kapitalizmi düşlemektir. Bu ise, gerçekleşmeyecek bir ütopya peşinde koşmak demektir. Düğüm üzerine düğüm olmuş çelişkileri, tıkanmış tarihi ilerletmek için kitleler inisiyatif almışlar ve bu sorunu kendi yöntemlerince çözmüşlerdir. Kitlelere ‘devrim yapmayı yasaklayanlar’, öncelikle, devrime yol açan nedenler üzerine kafa yormalıdırlar. Birinci Dünya Savaşı –paylaşım amaçlı– neden çıktı, emperyalistler sorunlarını barış içinde çözemezler miydi? Haydi, birincide ”hırslarına, akılsızlıklarına” yenik düştüler, ikincisine niye yol açtılar? Üstelik bunlar, aynı dünyanın –sömürücüler dünyası– güçleri ve insanları; savaşsız, çatışmasız bir yol tutamazlar mıydı!? Alkan gibilerinin bu sorulara verecek bir yanıtı bulunmamaktadır. Eğer emperyalist ve gerici güçler, kendi dünyalarındaki çelişki ve ayrılıkları giderme, bunalımları aşma yolunu savaşlarda buluyorlarsa; bütün bu çelişki ve çatışmaların üzerlerine yıkıldığı karşı dünyanın insanları olarak, işçi sınıfı ve emekçi kitleler, çözümü ve kurtuluşu elbette devrimde bulacaklardır. Bu çözüm, onların isteklerin ürünü değil, bütünüyle nesnel koşulların onları zorlamasının bir sonucudur. Proletarya partileri, bu nesnelliğin yasalarını anlamış, hazırlıklarını buna göre yapmışlardır. Onları ”komplocu” akım ve partilerden ayıran temel farklardan birisi de budur. Burada, Marks ve Engels’in 1848 devrimlerinin ardından söylediklerini hatırlatmakta yarar var; ”Bir yeni devrim, ancak yeni bir bunalımın ardından gelebilir. Ama biri ne kadar kesinse, öteki de o kadar kesindir”. (Fransa’da Sınıf Savaşımları’na Engels’in önsözünden)
Burada, yeniden baştaki soruya dönebiliriz. Rusya halkları bu devrimin zorunluluğunu anlamış ve gereğini yapma yeteneğini göstermişlerdir. Peki benzer koşullarda devrimlerini yapamayan, ayaklanmaları bastırılan halklar için tarih nasıl bir yol çizmiştir, bu ülkelerde neler yaşanmıştır? Yani ”devrimini yapamayanlar”, vagonları ”lokomotiften” ayrılanlar hangi gelişme yolunu izlemiştir? Bu ülkelerden birisi Almanya’dır. Bilindiği gibi Almanya Birinci Paylaşım Savaşı’nda bir bloğun başını çeken güçtür. Alman işçi ve emekçileri de savaştan yorgun ve yoksul düşmüş, savaşın sonuna doğru ayaklanmalara –örn. Hamburg–yönelmişlerdir. Onların bu ayaklanmaları kanla bastırılmıştır. Almanya’nın yenilgisinin ardından gelen sert bir sınıf mücadelesi dönemidir. Burada işlenmesine gerek olmayan nedenler dolayısıyla, on yıldan fazla süren mücadelesi sonucu Alman emekçileri yenilmiş, Hitler ve Nazi kılığındaki faşizm egemen olmuştur. Koşullarının farklılığını dikkate almak kaydıyla ifade edecek olursak, Rusya halkları kendi Çarlarının, Kerenskylerinin, Kornilovlarının, Denikinlerinin hesabını görmüş, ancak Alman halkı, tüm cesaretine ve mücadelesine rağmen yenilgiye uğramıştır. Gelen; ”tarihin evrimci, barışçı” ilerleyişi değil, bunalım ve gericilik yılları ve ardından faşizmdir. Burjuva toplumunun yükselişi değil, düşüşüdür. İkinci büyük savaşa yol açan nedenler ve sonuçları ise bilinmektedir. İleride konumuzu ilgilendirdiği kadarıyla bu soruna girilecektir.

SOSYALİZMİN İLK DÖNEMİ VE DÜNYA
Uluslararası işçi sınıfına ve ezilen halklara devrimi ve ”aşırılıkları” yasaklayanlar acaba nasıl bir dünya da yaşadığımızı, son yüzyılda neler olup bittiğini gerçekten biliyorlar mı? Biz, bildiklerini, ama bu gerçekleri bilmezden geldiklerini varsayıyoruz. Sovyet işçi sınıfı, iktidarı ele geçirdikten sonra, kendisini bütünüyle –enternasyonal dayanışmalarını ve görevlerini ihmal etmeden– sosyalizmin inşasına verdi. Sosyalizmin inşası, sadece savaşta zarar görmüş ülkenin basitçe yeniden inşa edilmesi anlamına gelmiyordu. Bu, ülkenin bütünüyle en ileri kapitalist ülkeler düzeyine çıkarılması ve onların geçilmesi –”on yılda yakalayıp ve geçmek”. Stalin– anlamına geliyordu. Sosyalizmin zaferinin garantisi de burada yatıyordu. Sanayide, tarımda, bilimde ve teknikte dev atılımlar, bütün bunlarla birlikte, sosyalizmin, yeni dünyanın, yeni insanın yaratılması. Tüm Sovyet ülkesi adeta dev bir şantiyeye dönmüş, bilim, ilk defa bu ölçüde insanlığın gereksinmelerini karşılamak için seferber olmuştu.
Sovyet insanları bu büyük uğraşın içindeyken, dünyanın geri kalan kısmında neler oluyordu? Ya da başka bir biçimde soracak olursak, devrimsiz yola devam edenler ne durumdaydı?
1920’li yılların ortası, kapitalizmin ilk savaşın krizinden çıktığı, ”stabilizasyon” yıllarıdır. Üretimde genellikle savaş öncesi düzeye ulaşılmış, işçi hareketleri geriye çekilmiş, mücadele hedeflerini de buna göre belirlemiştir. Doğrudan iktidar için mücadelenin yerini, sabırlı güç toplama çalışması almıştır. Uluslararası güç ilişkilerindeki en önemli değişiklik; artık dünyanın altıda birinde sosyalizmin varolması, kapitalizmin tek bir dünya sistemi olmaktan çıkmasıdır. Diğer önemli olgu ise, Anglo-Amerikan ittifakının dünya kapitalizminin liderliğine oturmasıdır. Bugün, yani 2004’te aynı ittifakın ABD önderliğinde devam ediyor olması, emperyalist kapitalist sistem açısından son derece dikkati çeken bir olgudur. Ancak kapitalizmin kısmi istikrarı uzun sürmedi. 1929 bunalımı patlak verdi ve sosyalist SSCB –orada üretim büyük bir hızla gelişiyor, sosyalizmin inşasında dev adımlar atılıyordu– dışındaki dünyanın belli başlı tüm ülkeleri, sanayiden tarıma kadar tüm sektörleri içine çeken bunalımın pençesine düştüler.
Dünya kapitalizminin bu bunalımın öncesinde ve sonrasında verdiği en önemli politik tepki, İtalya ve Almanya’da faşist yönetimlerin işbaşına gelmesi oldu. Kapitalist emperyalist sistemin işçi ve emekçilerin taleplerine, sosyalizme yanıtı faşizm olmuştu. Faşist devletler, sadece kendi ülkelerindeki işçi hareketlerini bastırmak için değil, sosyalist devlete karşı da sürülmek üzere emperyalizmin lider ülkelerince kollandılar. 30’ların ortası, kapitalist sistemin bir önceki bunalımın etkileri daha üzerinden atamadan yeni bir bunalıma sürüklendiği yıllardır. İspanyol halkı, dünya halklarının ve sosyalist SSCB’nin yardımlarına karşın, faşist çizmeler altıda ezilmiş, ancak diğer ülkelerde –Çin, Hindistan vb– ulusal kurtuluş mücadeleleri devam etmiştir. Artık yeni bir savaşa gidişin yılları başlamıştır. Avrupa’da Almanya ve İtalya, Uzak Doğu’da Japonya emperyalist, faşist saldırganlığın başını çekmektedir. ”Demokratik ülkeler”in saldırgan ülkelere karşı uyguladıkları politika ise, gerici, özünde saldırıyı SSCB üzerine yönlendirmek isteyen taviz verme ve geri çekilme –Münih Siyaseti– politikasıdır. Ancak Stalin önderliğindeki SSCB’nin stratejisi, ”demokratik ülkeleri” SSCB ile ittifaka mahkum eden bir stratejidir. Nazilerle diğerleri arasındaki çelişkileri kullanmak ve derinleştirmek –Almanya ile saldırmazlık Paktı dahil, ki bu politika SSCB’ye Alman saldırısını geciktirmiş, savunma hazırlıkları için vakit kazanılmasını sağlamıştır–, SSCB’nin tecrit edilip ezilmesini engellemek bu stratejinin özüdür.
Kalın hatlarla çizilmeye çalışılan bu genel tablo ne göstermektedir? Herhalde öncelikle; Sovyet halkları barış içinde yeni bir dünya kurma uğraşını yürütürken, etraflarının kan ve ateşle çevrili olmasını, dahası kapitalist emperyalist sistemin sosyalizmi boğmak için her türlü yola ve caniliğe başvuracağını. Sosyalizmin ülkesinin kan ve ateşle çevrilmesi ve kuşatma altına alınması karşısında, sosyalizmin, düşmanlarına, kuruluşu baltalayanlara, ihanet ve sabotajda bulunanlara şefkatle davranmayacağı bilinmek zorundadır. Sosyalist devlet de proletaryanın iktidarını koruyup, sağlamlaştırmak için gerekli önlemleri aldı, sınıf düşmanlarını cezalandırdı.

GELDİK DEVRİMSİZ GÜNLERE!
Uluslararası işçi sınıfına ve emekçi halklara ”devrim yapmayın” diyenlerle, eğer devrimler olmasaydı ülkeler ve dünya nereye gidecekti diye kafa yoranların çok derin düşüncelere dalmasına gerek bulunmuyor. Çünkü bugünkü dünya onların hayal ettikleri dünya değilse de, hayallerinin mantıklı sonuçlarına ulaştığı bir dünyadır. Sosyalizm 50’li yılların ortasında boğulmuş, ancak bunun çıplak ve yıkıcı sonuçları “Doğu Bloku”nun yıkılmasının ardından açıkça görülür olmuştur. Sosyalizm tasfiye edilmiş olsa da, “Doğu Bloku” ayrı ve dünya egemenliğinde iddiaya sahip bir blok olarak kaldığı sürece, kapitalist emperyalist sistemin ve büyük devletler arasındaki çıkar çekişmelerinin disiplin altına alınması, gemlenmesi söz konusuydu. Bloklar birbirlerini kontrol ediyor, biri diğerinin dizginsiz gitmesine izin vermiyordu. Sadece kendi ”arka bahçelerini” düzenleyebilir, diğer bölgelerde ekonomi dışında zor kullanımı pek görülmez, en azından bugünkü pervasızlığa yer kalmazdı.
Bugün kıran kırana bir egemenlik mücadelesi sürmekte, ülkeler işgal edilmekte, yönetimler devrilmekte, halkların tüm tarihsel kazanımları gaspedilmeye çalışılmaktadır. Geçmiş sosyalizm uygulamalarına ateş püsküren emperyalist devletler, başta ABD ve İngiltere olmak üzere –Anglo-Amerikan ittifakı!–, neredeyse tüm dünyayı kendi ”güvenliklerini tehdit eden” düşman ilan etmişler, Irak çöllerinden Afganistan dağlarına, Kafkaslar’dan Orta ve Latin Amerika’ya kadar işgal ve saldırılarını genişletmişlerdir. Bu tablo karşısında ”biz evrimci yolla bunu kastetmiyoruz, bunlar da tarihin aşırılıklarıdır, bunlara da karşıyız” demek, hayal dünyasında dolaşmak, bugünün dünyasının gerçeklerine sırt çevirmek anlamına gelmektedir. Gerçekte olup bitenlerin bir mantığı vardır. Bu mantık, dünyanın paylaşımı, paylaşım için mücadelenin hız kazanması, egemenlik için rakibi ezme yönelimi üzerinde şekillenmekte; tekellerin aşırı kâr ve yutma, emperyalist devletlerin egemen olma mücadelesi başka bir gelişmeye kapıyı kapatmaktadır. Özel mülkiyetin, emperyalizmin sınırlamasız egemen olduğu bir dünya başka türlü bir gelişmeyi olanaksız kılmaktadır.
Sosyalizm, kuşkusuz emperyalist kapitalizmi sadece uluslararası ilişkilerde dizginlemedi. Sosyalizmin, uluslararası işçi sınıfına ve dünya halklarına yaşayan bir örnek sunması, kapitalist ülkelerin işçi sınıfına ve halklarına büyük olanaklar sağladı. Batı’da işçi haklarının gelişmesi, ”sosyal devlet” uygulamaları vb. sosyalizmin yarattığı baskı ve uluslararası işçi sınıfının mücadelesinin gücüyle elde edildi. ”Vahşi kapitalizm” bu alanda da dizginlenmişti. Kapitalizm bugün tarihsel bir ”rövanşın” peşinde koşuyor ve kendi mezar kazıcılarını yeniden ve daha derin kazmaya zorluyor.

SONUÇ YERİNE; BUGÜNKÜ RUSYA
Sosyalizm ve ardından gelen dönemde –revizyonist egemenlik yılları–, Rusya, dünyanın ikinci büyük gücü idi. Ülke bağımsız bir sanayi temeline sahip olmuş, bilim ve teknikteki ilerlemeler dost düşman herkesin kabul edeceği bir gelişme göstermişti. Ülke pek çok sektörde dünyanın lideri durumundaydı. Modern revizyonistler sosyalizmin mirasından sonuna kadar yararlanmışlar, ülkeyi ABD ile bitip tükenmeyen bir egemenlik yarışının içine sokmuşlardı. Sosyalizmin 50’li yılların ortasından başlayarak tasfiyesi sürecinde, Sovyetler ciddi bir ekonomik gerileme içine girmiş, “Doğu Bloku”nun çöküşünün ardından, Rusya krizlere sürüklenmiştir. Petrol ve diğer enerji maddeleri neredeyse tek gelir kaynağı haline gelmiş, ülke kendi ekonomik temellerini tahrip etmeye başlamıştı.
Ancak Rusya, devrimle birlikte, sadece diğer ülkelerdeki işçi sınıfına ve halklara geniş sosyal ve siyasal kazanımların kapısını aralamamıştı. Dünyada bilimin ve tekniğin gelişmesine büyük katkılarda –uzaya ilk defa insan gönderilmiş, şimdilerde gözde bilim dalı olan genetikte ciddi araştırmalar yapılmış, sağlık alanında tartışmasız bir üstünlük kurulmuştu vb.– bulunmuş, kendisi de bağımsız, maddi bir teknik temel kazanmıştı. Bugünkü Rus burjuvazisi, Putin’in önderliğinde, bu potansiyeli kullanma olanaklarını araştırmaya yönelmiştir. Rusya, devrimle bunu kazanmış, devrim yenilse de, bu kazanım, ülkenin maddi, teknik temeli ve kazanımı olarak varlığını korumuştur. Rusya’nın böyle güçlü bir temeli devrim ve sosyalist inşa ile kazandığını kimse inkar edememektedir. Yine bilinmektedir ki, dünyanın belli başlı emperyalist güçleri, aralarındaki sıralama değişse de, değişmeden kalmışlar, bağımlı ülke ve halkların ezilip sömürülmesindeki belirleyici yerlerini korumuşlardır. Bugün ise, insanlığı, daha geri ve karanlık bir döneme doğru sürüklemektedirler. Liberal aydınlarımız istemese de, insanlığın elinde, bu süreci tersine çevirmek için devrimden başka bir araç bulunmuyor.
Bu aydınlar, ‘evrimci, barışçıl gelişme’ olarak, emperyalist kapitalist ülkelerde yaşanan kısmi sükuneti görüyorlar, –ki, bu dönemin kapanmakta olduğuna dair ciddi belirtiler ortaya çıkmaktadır–, ama bu sükunetin, bağımlı ülke halklarının yoğun sömürüsü, soyulması, soykırımlara uğraması, ülkelerinin işgal edilip yağmalanması, azgın bir rekabet ve yutma, yeni kapışmaya hazırlanma pahasına korunmaya çalışıldığını gözlerden gizlemeye çalışıyorlar. Ama onların gizlemeye çalıştıkları bu alanlarda, emperyalist ülke merkezlerinde devrim güçlerini biriktiriyor, lokomotif yola çıkmak üzere istim tutuyor!

Avrupa uygarlığından geriye ne kaldı?

Öncesini bir yana bıraksak bile, son 10 yıldır, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girip giremeyeceği, Türkiye siyasi gündeminin en ön sırasında bulunuyor.
Kendi geleceklerini, Türkiye’nin AB’nin bir parçası olmasına bağlamış olan Türkiye’nin egemenleri, bu amaçlarına varmak için, itilip kakılmaya, aşağılanmaya, her mihnete razılar. Bu uğurda katlandıklarını, “içerde” ve “dışarıda”, her platformda ifade etmekten büyük bir gurur duyuyorlar. Çünkü onlara göre, Türkiye’nin 200 yıldan beri bir parçası olmak için uğraştığı “muasır medeniyet”, “Avrupa uygarlığı”; işte bu Avrupa Birliği’nde cana kana bürünmüştür. Onlara göre, AB’ye girmek için katlanılacak fedakârlıklardan, sadece egemenlerin, AB ile işbirliği içinde olan, AB’ye girmekle kârları artacak olan sınıfların değil, bütün halkın çıkarı vardır. Çünkü AB, sadece bir çıkarlar birliği değil, bir “medeniyet projesi”dir.
Daha ileri giderek söyleyelim ki; AB işbirlikçiliğini, onun ideolojik savunuculuğuna vardırmış olanlara bakılırsa, AB, sınıflar üstü ve devletler üstü, insanlığın vardığı en ileri uygarlık aşamasıdır. Bu yüzden de, burada, ülke çıkarından, sınıf çıkarlarından söz etmek “milliyetçilik”tir, “kaba emek yanlılığı”dır!
Bütün bir kapitalist sömürgecilik döneminin, kapitalizm çağındaki gelişmiş ülkelerdeki köleciliğin ve son yüzyıl içine sığdırılan iki dünya savaşı ve  bir “soğuk savaş”ın yanı sıra, pek çok ülkede başvurulan askeri darbelerin, anti-emperyalist mücadeleleri bastırmak için başvurulan savaşların (Latin Amerika, Asya ve Afrika’da) bu uygarlığın eseri olduğunu unutuyorlar. Ve sadece; bu ülkelerde fert başına düşen 30-40 bin dolarlık milli geliri, artan dış ticareti, Avrupalı emeklilerin Türkiye’de, Antiller’de tatil yapmasını, abartılı olarak işçi ücretlerinin 3-5 bin Euro düzeyinde olmasını öne sürerek; “bu projeye katılmayı” savunduklarını söylüyorlar.
Tabii bu katılım isteği, küreselleşme ve Amerika’nın dünya egemenliğine bağlanmanın gerekçeleriyle desteklendikten sonra, içeriye dönüp; Türkiye’nin demokratikleşmesi ve ekonomik geri kalmışlığına dair tüm sorunlarının başında ve kaynağında da; AB’nin dışında kalmış olmanın bulunduğunu ileri sürüyorlar. Buradan da, AB’ye girişi zamanında yapmamış hükümetlerin basiretsizliği üstünden, rakip partilerle hesaplaşmaya girişiyorlar.
AB’cilerin yarattığı baskı ortamında aklı karışan eski Marksist, yeni liberal sosyalist “teorisyenler” ve zamane sosyal bilimcileri ve siyaset bilimcisi erbabı, AB’yi emperyalist bir birlik olarak gören devrimcilere, Marksistlere, yanlış yolda olduklarını gösteren “tartışılmaz” bir kanıt sunuyorlar: Unutmayın ki, Karl Marx da bu Avrupa’dan çıktı; sosyalizm de Avrupa uygarlığının bir ürünüdür!

AB BİR “MEDENİYET PROJESİ” MİDİR?
Elbette ki; AB bir “medeniyet projesi”dir. Hatta AB kadar ileri gitmese de, az-çok belirlenmişliklere sahip olan ve bu politikalara dayanarak bir büyük güç olma stratejisi izleyen her birlik, bir “medeniyet projesi”dir. Örneğin ABD’nin “Büyük Ortadoğu Projesi” de bir “medeniyet projesi”dir. Ya da Erbakan’ın “Müslüman Ülkeler Birliği”nin de, eğer gerçekleşseydi, bir “medeniyet projesi” olduğu iddia edilebilir, kimse de “Hayır, bu, medeniyet projesi değildir” diyemezdi. Yani bir birliğin “medeniyet projesi” olarak yüceltilmesi; ortaya atılmış bir takım ortak değerlerle, “medeniyet projesi” lafının parlaklığı üstünden illüzyon yapıp yığınları kandırma ötesinde çok bir anlama sahip değildir. Ancak AB’nin propagandacıları ve işbirlikçilerinin, “AB bir medeniyet projesidir” derken; onun, “insanlığın gördüğü en ileri birlik”; “tarihin ilerlemesi içinde varılan en ileri uygarlık aşaması”; “insan hakları, demokrasi, emeğin hakları ve tüm diğer ahlaki erdemlerin zirvesi bir mihrak” olduğunu da söylemiş oluyorlar. Onun için de; “AB bir medeniyet projesidir. Biz de bu projeye katılmak istiyoruz” denilince, artık tüm itirazların, tüm kaygıların sona ermesini; bütün enerjinin “bu projeye nasıl dahil oluruz”a yoğunlaştırılmasını istiyorlar.
Peki, gerçek bu iddiaya uygun mudur?
Çok kaba bir bakış ve habire büyütülen propagandanın toz dumanının yarattığı alacakaranlık ortamına teslim olursanız; AB’yi, “insanlığın en ileri medeniyet projesi” olarak selamlayabilirsiniz. Ama olup bitene biraz daha yakından bakıldığında, ortada olanın, gerçek anlamıyla bir “medeniyet projesi” değil, “tek dişi kalmış” olan “emperyalizm canavarı”nın Avrupa mihrakının, ayakta kalmak, rakip emperyalistleri altetmek için giriştiği ve 50 yıl içinde adım adım olgunlaştırılan bir hamle olduğunu görürüz.
Avrupa; kendi Ortaçağı’nı aşıp kapitalizmi inşa etmeye giriştiğinde, sistemin ilerlemesinin önündeki engelleri yıkan burjuva devrimleri çağında, kuşkusuz ki, insanlığın en ileri bölümünü temsil ediyordu. Bu bakımdan da, Reform ve Rönesans’ın Avrupa’sına; burjuva devrimleri çağının Avrupa’sına katılmak, kültürde, sanatta, teknolojide, bilimde Avrupa’dan öğrenmek; Avrupa’nın o gün temsil ettiği fikirlerin yayılmasını savunmak, bu fikirlerin savunulması için savaşlar yapmak, savaş yapanları desteklemek; savaşları finanse eden ve yönlendiren yeni egemen sınıf burjuvazinin amacı sadece kâr ve yağma olsa da, insanlığın ilerlemesi için önemliydi. Örneğin, Napolyon Bonapart; ordularıyla Avrupa’yı geçip Moskova’ya dayandığında, Fransız Devrimi’nin “Eşitlik, Özgürlük Kardeşlik” çağrısı hiç de umurunda değildi. Nitekim o kendisi için üç önemli şeyin “para, para, para…”olduğunu slogan haline getirmişti. Ama; onun savaşlarının yarattığı sarsıntı, Avrupa’daki hanedanların çöküşünü çabuklaştırırken, halk yığınlarının uyanıp soyluluğa karşı başkaldırmasının vesilesi oldu; Fransız Bayrağı, Devrimin Bayrağı olarak tüm Avrupa’da dalgalandı; devrimin umdeleri tüm Avrupa’ya yayıldı.
Onun içindir ki; “18. yüzyılın sonundan başlayarak, Osmanlı İmparatorluğu’na yönelik Batılı kapitalist ülkelerin baskıları, –sömürgeci içeriği bir yana– Osmanlı’nın modernleşmesi, ‘çağdaş medeniyet’e katılması yönündeki girişimler olarak değerlendirilebilir. Örneğin 1839’da yayımlanan İslahat Fermanı, Batılı kapitalistlerin Osmanlı’yı kendi himayelerine alma, yarı-sömürgeleştirme girişimidir, ama aynı zamanda, kendi Ortaçağı’nı yaşayan Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde yaşayan halkların da kurtuluşunun önünü açan bir müdahale olması bakımından, ilerici bir rol oynamıştır” deriz.
Kısacası, kapitalizmin Avrupa’da hızla geliştiği bu dönemde, dünyanın geri kalan bölümü kendi Ortaçağlarını yaşarken, Avrupa, bilimde, teknolojide, sanatta insanlığın bütün bilgi birikimini (Sümer’in, Mısır’ın, Yunan’ın, Çin’in, Yahudi, Hıristiyan ve İslam dünyasının birikimini özümsemiş olmayı, o bilinci, o ilerlemeyi temsil ediyordu.
Onun içindir ki, sosyalizmin öğretmenleri Marx ve Engels, kapitalist sömürü ve sömürgeciliğe, burjuvazilerin sık sık silahlarını işçilere çevirmesine karşın, Avrupa’daki –burjuvazinin çıkarları doğrultusundaki– savaşların 1871’e kadar olanlarını ilerici, insanlığın ileri gitme çabalarına destek veren savaşlar olarak nitelediler.
Fikri düzeyde Ortaçağ gericiliğine karşı savaş, aydınlanma mücadelesi, bilim ve felsefedeki gelişmeler, işçi sınıfının tarihte daha önce görülmemiş devrimci özelliklere sahip olan bir sınıf olarak ortaya çıkması, Avrupa’daki gelişmenin bir ürünüydü. Ve elbette; felsefe, ekonomi politik ve sosyalizm teorisindeki gelişmeler ile bu gelişmelerin bir sentezi olan Marksizm ve Marksist sosyalizm de, Avrupa medeniyetinin bir ürünü olarak şekillenmişti.
Başka türlü de olamazdı. Çünkü, eğer Marksizm insanlığın vardığı en ileri düşünceyi temsil ediyorsa, bu da ister istemez, insanlığın en ileri aşaması içinde, tıpkı işçi sınıfının kapitalizmin bir ürünü olması gibi, Marksist sosyalizm de kapitalizmin bağrında ve kapitalist sömürüye karşı mücadele içinde doğup gelişebilirdi. Konfüçyus’ta, Hint felsefesinde ya da İslam felsefesinde günümüzdeki tartışmalara da değiniyor gibi görünen bir takım sözler ve “çözümlemeler”in olması, “insan düşüncesinin evrimi içinde” Doğu’nun Batı’dan daha önce aydınlandığını iddia eden, sosyalizmi “Avrupa merkezli” bir görüş olarak niteleyen oryantalistler ya da popülist, bölgeci, “Doğucu” şarlatanların patırtısından ibarettir. Çünkü ne kapitalizm ve onun sorunlarının aşılması ne de Marksizm, öyle tapınakların loş köşelerinde uydurulmuş parlak laflarla ulaşılabilir şeyler değildir.
Ancak kapitalizmin insanlığın en ileri bölümünü temsil ediyor olması; onun devrimci dönemine ait bir saptamadır. Tekellerin ortaya çıkıp, emperyalizm dönemine geçilmesiyle birlikte ve elbette sosyalizmin gerçekleşebilir bir düzen olarak kapitalizmin somut bir seçeneği haline gelmesiyle; bu durum, yani kapitalizmin ve kapitalist birliklerin insanlığın ilerleyen bölümünü temsil ediyor olması gerçeği de değişmiş, gerçek olmaktan çıkmış, tarih olmuştur. Dolayısıyla 19. yüzyılın son çeyreğinden itibaren, kapitalist ülkeler ve onların birlikleri, hele sosyalizme karşıt birliklerse; artık bunların, insanlığı ileriye değil, geriye götüren birlikler olduğuna tanık olunmuştur.
Yazının bundan sonraki bölümü sorunun bu yanı üstünde duracaktır.

KAPİTALİZM İNSANLIĞA NE VAAT ETTİ?
Kapitalizm çağının; meta üretiminin, denizaşırı ticaretin büyüdüğü ve Ortaçağın inancıyla, gelenek ve göreneği ile bir hesaplaşmaya başladığı 14-15. yüzyıldan itibaren başladığı genel kabul gören bir yaklaşım olmuştur. Ama konumuz açısından, sorunu biraz farklı ele alacağız. Çünkü; burada tartıştığımız konu, kapitalizmin insanlığa ve onun değerlerine kendiliğinden sunduğu olanaklardan öte, kapitalist sınıfın insanlığa ne vaat ettiği, nasıl bir dünya yaratmayı vaat ettiği ve bu vaadini ne ölçüde yerine getirdiğidir.
Avrupa’daki ilk burjuva devrimi, İspanya egemenliğinden kurtuluş mücadelesi de olan 1609 Hollanda Devrimi’dir. Onu 1640 İngiliz Devrimi izlemiştir. Kuşkusuz her iki devrimin de başlıca özellikleri arasında; soyluların egemenliklerinin burjuvazinin lehine sınırlanması, genel olarak soyluluğun kapitalist gelişmeyi sınırlayan çıkarlarının geriye itilmesi vardır, ama, 14-15. yüzyılda başlayan gelişmelerin siyasal bakımdan zirvesi, 1789 Fransız Devrimi olmuştur.
Bu devrime gelen süreç boyunca, burjuva düşünürleri, eski feodalizmin dünyasına karşı yeni bir kapitalist dünyayı; onun hukuksal, siyasal zemini olan anayasa tartışmalarına kadar, bugün de tartışılan, pek çok konuyu ele almışlardır.
Bütün bu mücadeleler ve gelişmeler; önce 1776’daki Amerikan Devrimi ve arkasından da 1789 Fransız Devrimi’nin belgelerinde ifadesini bulmuştur.
Amerikan Devrimi; İngilizlere karşı bir bağımsızlık savaşı olarak da geliştiği için; Amerikan haklar bildirisi, bir “Amerikan Bağımsızlık Bildirisi” adıyla anılmıştır.
Bu bildiriye göre;
Hükümet, halk tarafından yaratılan ve yalnızca halkın kendine geçici olarak verdiği yetkiyi kullanan bir güçtür. İnsanlar, kendilerinden esirgenmeyecek haklara sahiptirler. Bu haklar; din, basın, toplantı özgürlüğü, kimsenin keyfi olarak tutuklanmayacağı, yasalar önünde herkesin eşit olduğu gibi haklardır.
Ve besbellidir ki, Amerikan Devrimi’nin belgesi olan “Bağımsızlık Bildirisi”, aslında Avrupa’daki tartışmaları, özellikle de Fransız Devrimi’ni hazırlayan düşünürlerin fikirlerini yansıtmıştır. Ama şu da bir gerçektir ki; bu fikirlerin Amerika’da bir belge olarak yayımlanması, Fransız Devrimi’nin önderlerini “İnsan Hakları Bildirisi” yayımlamakta cesaretlendirmiştir.
1789 Büyük Fransız Devrimi’nin dünyanın gidişatına yaptığı büyük etki, siyasetle az çok ilgilenen herkes için çok bilinen bir gerçektir ve bu devrimin etkisi pek çok yönüyle ele alınabilir. Ama biz burada, iki belgenin içeriği üstünde duracağız
Bu belgelerden birisi, Fransız Haklar Bildirisi’dir.
Bu bildiriyle;
1-) Bir anayasa ile monarşinin yetkilerinin sınırlandırılması,
2-) Vergilerin düzene konması ve azaltılması,
3-) İç gümrük duvarlarının indirilmesi,
4-) Basın özgürlüğü talepleri ileri sürülür.
Besbelli ki, bu talepler, yeni sınıf burjuvazinin, soyluluktan, onun iktidarının simgesi olan monarşiden talepleridir. Ve bu yanıyla, saf burjuva taleplerdir. Monarşinin bu talepleri kabul etmemesi karşısında, orta sınıf, yoksulları da peşine takarak, 14 Temmuz 1789’da ayaklanır. Devrimin yeni bildirisi, “İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi”dir.
Bu bildiriye göre;
1-) İnsanlar özgür doğar ve özgür yaşama hakkına sahiptir. (Tüm insanlar kardeştir.)
2-) Herkes yasalar karşısında eşittir. (Herkesin memur olma hakkı vardır.)
3-) Söz ve basın özgürlüğü sınırlanamaz.
4-) Özel mülkiyet hakkı dokunulmazdır.
5-) Vergiler dengeli bir biçimde toplanmalıdır.
Zamanın tarihçileri, “İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi”ne “eski düzenin ölüm fermanı” diyerek, doğru bir yorumda bulunmuşlardır. Çünkü; bu devrimin hemen arkasından, bu bildiride yer alan çağrılar, “Eşitlik, özgürlük, kardeşlik” sloganıyla tüm kıtaya yayıldığı gibi, sonraki yüz yıllarda dünyanın her köşesindeki özgürlük mücadelelerinde ortaya çıkmış, her eski düzene karşı savaşan devrimcilerin bayrağı olmuştur.
Bu bildiriyle Fransız burjuvazisi; tüm feodal ayrıcalıklara son vererek, yasa önünde tüm insanların eşit olduğu, herkesin mülk edinme, ikamet etme, söz ve basın özgürlüğüne sahip olduğu ve tüm insanların kardeşçe bir arada yaşadığı bir dünya vaat etmiştir. Bu vaade inanan Fransız işçileri ve köylüleri de burjuvazinin ordusuna katılarak; feodalizme, soyluluğun bir kurumu olarak rol oynayan Kilise’ye ve tüm öteki feodal kurumlara karşı baş kaldırmıştır.
1789’a gelene kadar kapitalizmin seyir sürecine baktığımızda; şunu söyleyebiliriz. Önceki 200-300 yıl boyunca; soyluluk, derebeylik rejimlerine, onların üstünde yükselen mutlak krallıklara ve Ortaçağ düşüncesine yönelttiği eleştirilerin temeli olarak, kapitalist sınıf, insanlığa yeni bir dünya vaat etti. Bu vaadin ilkeleri, Amerikan Devrimi ve özellikle de Fransız Devrimi’nde bir formülasyona ulaşmıştır. Burjuvazi, tüm insanlığa; Yurttaş ve İnsan Hakları Bildirisi’yle; “Ey insanlar, benim kuracağım dünyada eşitlik, özgürlük, kardeşlik olacak. Yasalar karşısında herkes eşit, fikirlerini söyleme, yayma konusunda her insan serbest olacak. Bütün –feodal– ayrıcalıklar kalkacak, yurttaşlar eşit haklara sahip olacak. Ben böyle bir dünya kurmak istiyorum. Bu dünyayı isteyenler arkamdan gelsin!” demek istemiştir.

BURJUVAZİ BU VAATLERİNİ TUTTU MU?
İşçi ve köylü yığınları, kent ve kırın yoksulları açısından, uzun burjuva devrimleri döneminde, onların gerçekten tek özgür oldukları zamanlar, ellerinde silahın olduğu kısa başkaldırı dönemleri olmuştur. Devrim ya da savaş sona erdiğinde, burjuvazinin ilk işi; işçilerin, köylülerin silahlarını teslim edip işlerinin başına dönmesi çağrısı yapmak ve silahları halkın elinden toplamak olmuştur. Ve bir kez silahı bırakan işçi, köylü; basit bir emekçi olarak; sadece çalışması istenen, bir makine parçası, bir köleye dönüşmüştür. “Eşitlik, kardeşlik, özgürlük” de, onun için, sadece bir zamanlar bayrağında taşıdığı, bildirilerden anımsadığı özlemler olarak kalmıştır.
Burjuvazinin yeni bir dünya yaratma çabası içinde olduğu bu dönemde, feodal ayrıcalıklar önemli ölçüde tasfiye edilip, burjuvazinin çeşitli katmanları, soyluluk karşısında her gün biraz daha güç ve mevzi kazanırken; işçi ve köylülere verilen sözler unutulmuş; emekçi kesimlerden gelen istekler karşısında burjuvazi soylulukla uzlaşmaya; işçilerin örgütlenmelerini ve hak taleplerini şiddetle bastırmaya yönelmiştir. Bu yüzden de, çoğu ülkelerde burjuva devrimleri kendi varabilecekleri amaçlarına varmadan sona ermişlerdir.
Örneğin İngiltere’de, 1799’da, işçilerin tüm örgütlenmeleri yasaklanmıştır. Ve bu yasak; sonraki çeyrek yüzyıl boyunca sürmüş, ama ancak, yasağı kontrol etmenin mümkün olamadığının görülmesi üzerine, 1825’de kaldırılmıştır. Ne var ki, bundan, soylulukla uzlaşan İngiliz burjuvazisinin işçi sınıfı üstündeki baskılarının sona erdiği anlamı çıkmaz. Tersine, ilk devrimci işçi partisi olan Chartist Parti ve onun etrafında yükselen işçi sınıfı mücadelesi 1840’ların başında ezilmiş; bu hareketin sorumluları ağır cezalara çarptırılmıştır. Fransa’da ise; onca ayaklanmalara katılan işçilerin hakları resmen neredeyse hiç tanınmamış; ilk sendikaların tanınması için, 19. yüzyılın ortasına gelinmesi gerekmiştir. Almanya’da, işçi sınıfı haklarıyla ilgili az çok resmi bir kabul gösterilmesi için 1890’lara varılması gerekmiştir. 1848 Devrimleri’ne bağlanan kıta çapındaki işçi eylemlerinin kanla bastırılmasına, Paris Komünü’nün bir kanlı katliamla ezilmesine burada hiç değinmiyoruz.
Onun içindir ki; Marx ve Engels; 1848’e kadar olan işçilerin eylemlerinin hep yenilgiyle, burjuvazinin ezmesiyle sonuçlandığını, ama bu dönemde işçilerin çok büyük bir kazanım sağladığına da dikkat çeker: İşçiler bu mücadeleler içinde yenilmişlerdir, ama bir sınıf olarak da birleşmişlerdir. Yani işçi sınıfı, ulusal ve uluslararası çapta bir sınıf olduğunu, sınıf kardeşliği ile birleşip dayanışması gerektiğini bu mücadeleler içinde anlamıştır. 
Bu dönemi somut haklar bakımından alırsak; çalışma saatlerinde genelde küçük bir azalma, yer yer çalışma koşullarında iyileşmeler söz konusu olsa da, genel açısından bakıldığında, işçilerin, 19. yüzyılın son çeyreğine kadar; ciddi, belirlenmiş, bir adım sonrası için üstüne basarak ilerleyeceği kazanımları olmamıştır.
Söylenmek istenenin ne olduğunu daha açık anlatabilmek için, sorunu şöyle ele alalım:
Günümüzün burjuva ideologları, burjuva sisteminin, onun demokrasisinin tarihte bulunmuş en ileri, en iyi sistem olduğunu iddia ediyorlar. Dahası; burjuva demokrasisini, bütün sınıfların devlet yönetimine ortak olduğu, halkın kendi kendisini idare ettiği bir sistem olarak tanımlıyorlar, ve bunun da; genel oy hakkı, bu oy hakkı üstünden oluşmuş bir parlamento ve bu parlamentoya dayalı bir temsili hükümet olarak biçimlendiğini iddia ediyorlar.
Bu açıdan bakıldığında; burjuvazinin bu en devrimci döneminde oluşan ulusal devletlerin; belki kısa süreli, devrim dönemlerinde bir halk oyuyla –bu “oy”lama, genellikle eline geçirdiği silahın gücünde ifadesini bulmuştur– oluşan parlamentolarından söz edilse bile, “hayat normale dönüp” işçiler ve köylüler “işlerinin başına” döndüğünde, ne oy hakkının ne işe yaradığı, ne parlamentonun nasıl olacağı, ne de hükümetin programı konusunda işçilerin, köylülerin yaptırımcı bir fikir ve role sahip olmadığını görüyoruz. Tersine, burjuva demokrasisi, burjuva ve soylular kastının, parlamentonun loş koridorlarında, parlamentarist ayak oyunlarıyla birbirleriyle mücadele ettikleri bir oyuna dönüşmektedir. Oy sistemi ise; bu oyuna meşruiyet kazandıran, ama oyuna müdahale etmeye de izin vermeyen bir araç olarak tutulmuştur. Oy hakkının etkisizleştirilmesi için, burjuvazi ve soyluluk; emekçilerin bölünmesi, oy hakkının sınırlanması ve oy kullanmayı güçleştirici pek çok yöntemi bir arada kullanmıştır. Amerikan ve Fransız devrimlerinin hemen arkasından yayımlanmış “bildiriler” de, vaatleriyle birlikte rafa kaldırılmış; örneğin “İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi” ve bu bildiriye dayalı Anayasa hiçbir zaman yürürlüğe girememiştir. Bunun da ötesinde, “genel oy” ve ona bağlı kurumların az çok etkinleşmeye başlaması için, 1890’lara gelinmesi gerekmiştir. Burada da, bu hakkı az çok hakka çeviren, işçilerin parlamenter yoldan siyasete katılacak kadar bir örgütlenme ve bilinç düzeyine ulaşmış olmasıdır. Alman sosyal demokrasisinin kitlesel bir güç kazanarak işçi temsilcilerinin parlamentoya girmesi; Belçika’da 1890’lı yıllarda “genel oy hakkı” için yüz binlerce işçinin sokak eylemlerine, genel grevlere başvurması ve 2. Enternasyonel partilerinin etkin bir mücadele yürütmeye başlamasıyla genel oy hakkı işe yarar hale gelmiştir. Buna rağmen, yine de, 19. yüzyılın sonuna gelindiğinde, hâlâ, ne Kuzey Amerika’da ne de Avrupa’da tüm ergin vatandaşların genel oyuyla oluşmuş bir tek parlamento bile yoktu. Tüm parlamentolar; burjuvazinin egemenliğini tehdit edecek tüm “şer güçleri”ni dışlayacak biçimde seçim sistemlerini düzenlemişlerdir. Ve 19. yüzyılın sonunda işçi partilerinin tarih sahnesine çıkmasıyla, burjuva parlamentosunda demokrasi, onu sonuna kadar olgunlaştıracak temsilcilerini bulmaya başlamıştır.
İşin ilginci, aynı yıllar, burjuvazinin devrimci barutunu tükettiği, gittiği yerlere, artık uygarlık, demokrasi değil, egemenlik ve gericilikten başka bir şey götürmediği bir dönemdir. Ve bundan sonra, sadece burjuva demokrasisinin az çok olduğu ülkelerde bu demokrasinin geliştirilmesi değil, geri ülkelerdeki anti-emperyalist ve demokratik devrimler de, işçi sınıfı ve onun partilerinin eseri olacaktır. Çağ, artık, burjuvazinin devrimler çağı değil, proleter devrimleri çağıdır!

YA İŞÇİ SINIFI VE SOSYALİZM OLMASAYDI!
Bir adım daha atmak için; bölüme başlarken, burjuvazinin insanlığa vaat ettiği dünya ile ilgili vaatleri yeniden hatırlayalım.
Bu dünya, Fransız Devrimi’nin hemen başında ilan edilen “Yurttaş ve İnsan Hakları Bildirisi”nde ifade edilmişti: Yasalar karşısında herkesin eşit olduğu, din, ifade, basın, gösteri yapma özgürlüğünün olduğu, özel mülkiyetin dokunulmaz olduğu, vergi adaletinin sağlandığı; “eşitlik, özgürlük, kardeşlik” sloganında ifade edilen bir dünya!
Bu bildirinin ilan edilmesinden 125 yıl sonra; Birinci Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde, bugünkü AB standartlarına göre, “demokrasi” diyebileceğimiz, üç ülke vardı: Avustralya, Yeni Zelanda ve Norveç!
Ancak daha ileri gitmeden şunu belirtelim ki; “Şu kurallara uyan rejimler demokratiktir, bu kalıba uymayanlar da demokratik olmayan rejimlerdir” demek saçmadır. Çünkü görünüşte o kurumlar olduğu halde, rejim demokratik olmayabileceği gibi, söz konusu kurumların çoğu olmadığı halde, mevcut rejim son derece demokratik olabilir. Örneğin; 1917 Şubat Devrimi sonrasında, günümüz “burjuva demokratik” kurumlarından hiçbiri olmadığı halde, ayaklanan işçilerin baskısıyla, Rusya bir anda Avrupa’nın en demokratik ülkesi olmuştu. Ya da; Fransız Devrimi ve sonrası 5 yılda, devrimci başkaldırı döneminde, oy hakkından seçimlere pek çok konuda sorun olduğu halde; Fransa kendi tarihinin en demokratik yıllarını yaşamıştır. Ya da Türkiye’de, en azından 1946’dan sonra, “çok partili” ve “genel oy”a dayanan bir rejim vardır ama, bu rejimin ne kadar demokratik olduğu çok tartışılırdır. Ancak biz burada; anlaşılır olması için, sorunu, bugün AB’nin “demokrasi normları” açısından ele alıp; burjuvazinin kendi çizdiği sınırlar içinde demokrasiyi ne kadar geliştirdiğine bakacağız. Çünkü burada söz konusu olan; “demokrasinin ne olduğu” değil, burjuvazinin kendi demokrasisini ne ölçüde geliştirdiğinin, kendi normları bakımından bir değerlendirilmesidir.
Bu konuda; İsveçli sosyal bilimci Gören Therbor’un “Sermaye Egemenliği ve Demokrasinin Doğuşu” adlı eseri; konuya, neyin demokrasi olduğu neyin olmadığına ve burjuva ülkelerde “demokratik normlara” oldukça ilginç bir yaklaşımı ortaya koyuyor.
Therbor; “demokrasi”nin; 1-) Genel oy hakkı, 2-) Serbest seçimlerin varlığı ve hükümetlerin bu serbest seçimlere dayanan bir temsiliyetinin olması, 3-) Farklı sınıflar, din, milliyet gibi azınlıkların haklarının korunması, 4-) İfade, basın, din vb. özgürlüğünü gereksindiğini belirtiyor.
Therbor; bu kriterleri taşıyan ülkeleri demokratik saymakta ve bu kriterlerden bakarak da, 1. Dünya Savaşı öncesinde, sadece üç demokratik ülke olduğunu (Avustralya, Yeni Zelanda, Norveç) olduğunu söylemektedir.
Bu kriterler ile, burjuva demokrasisinin zirvesi sayılan AB’nin demokrasi anlayışının ifadesi olan Kopenhag Siyasi Kriterleri’nin, neredeyse, bire bir örtüştüğünü söyleyebiliriz.
“Kopenhag Kriterleri”nde demokrasi, “Hukukun üstünlüğü, insan hakları ve azınlıklara saygı gösterilmesini ve korunmasını garanti eden kurumların varlığı” olarak belirtilmektedir.
AB’ye girmeye aday ülkeler ise; eğer o ülkeyi hizaya getirmek için özel koşullar ileri sürülmüyorsa;
– İstikrarlı ve kurumsallaşmış bir demokrasinin var olması,
– Hukuk devleti ve hukukun üstünlüğü,
– İnsan haklarına saygı,
– Azınlıkların korunması gibi “dört ana kriter” açısından değerlendirmeye alınmaktadır.
Görüldüğü gibi, AB’nin “Kopenhag Kriterleri”yle “Therbor Kriterleri” özü itibariyle aynıdır. Bu yüzden de, Therbor’un yaklaşımından hareket ederek, burjuva ülkelerin dününe bakmak pek çok bakımdan aydınlatıcı olacaktır.
1. Dünya Savaşı öncesinde demokratik kriterlere sahip üç ülkenin üçü de, aslında merkezi kapitalist ülkeler olmak yerine, tersine, kapitalist dünyanın çevresinde yer alan ülkelerdir. Bu, işin ilginç bir başka yönüdür. Bu yıllarda, “demokrasinin yüz akı” sayılan İsviçre ve Fransa gibi ülkeler, Avrupa’da en ileri “demokrasi”ye sahiptirler. Ama bu ülkelerde, kadınlar oy hakkına sahip değildir. İsviçre’de ayrıca, “iflas edenler” ve “vergisini ödeyemeyenler” oy hakkından yoksun bırakılmaktadır. Bu, öyle küçümsenecek bir engelleme değildir ve bu yüzden oy kullanamayan İsviçreli erkeklerin oranı, 1874’de yüzde 25’e kadar çıkmıştır. Sonraki yıllarda da, bu oranda olmasa da, önemli bir erkek nüfusu genel oy hakkını kullanamamıştır. (İsviçre’de kadınların oy hakkına sahip olabilmesi için 1971’e kadar beklenmesi gerekmiştir.)
“Demokrasinin beşiği” İngiltere’de ise, erkeklerin hepsi oy hakkına sahip değildi. İşçi sınıfından erkeklerin oy kullanabilmesi için, belirli bir aileyi geçindiriyor olması gerektiği gibi, diğer emekçiler için de, “belirli bir vergi ödeyecek düzeyde düzenli bir gelire sahip olması” şartı vardı. Chartist hareketin ezilmesi üstünden yürütülen işçi sınıfı üzerindeki baskı, bu tarihlerde (1914 öncesinde) henüz yeni yeni hafifletiliyordu. ABD’de de, güney eyaletlerinde siyah erkeklerin, tüm kadınların, kuzeyde ise okur yazar olmayanların ve tüm kadınların oy kullanma hakkı yoktu. Siyahların oy hakkına sahip olabilmeleri ve ABD’nin demokratik standartlara uyan bir ülke olabilmesi için, Amerikan Devrimi’nin 200. yılına çok yaklaşıldığı 1970 yılına gelinmesi gerekmiştir. Yani o, “Bağımsızlık Bildirisi”ndeki “hükümetin yetkiyi halktan alması” ya da “Kanunlar önünde herkes eşittir” ilkeleri, 200 yıl boyunca, “gök kubbede hoş bir seda” olarak kalmıştır. Kadınların (siyah ve beyaz) oy hakkına sahip olmaları, ABD’nin kuzey eyaletlerinde, 1. Dünya Savaşı’ndan hemen sonra oldu. Güney eyaletlerinde ise, kadınların oy hakkına sahip olmaları 1960’ların sonunu buldu.  Ama bugün bile Başkanlık seçimlerinde şaibenin olduğu, hile yapıldığının tartışıldığı, milyonlarca siyah, Doğulu ve Latinin oylarının sayılmaması için dolapların çevrilebildiği bir ülke ABD. İtalya’da ise; birinci savaş öncesinde seçimlerin sonuçları, seçmenin iradesinden çok, valiler ve “eli sopalılar”, “haydutlar” denilen organize grupların iradesini yansıtıyordu.
1939’da, İkinci Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde, Therborn’un “demokrasi kriterleri”ne uyan sadece dokuz ülke vardı. Danimarka, Hollanda, İngiltere, İsveç, gibi ülkeler, demokratik ülkelere yeni katılanlar arasındadır.
1950 sonrasında ise; “demokratik normlar”a uyan ülke sayısı 16’ya çıkmıştır: “Yeniler”, Almanya, Avusturya, Belçika, Finlandiya, İtalya, Japonya, Kanada’dır.
Peki, kapitalist ülkeler, böyle, bir adım ileri atıyor gibi görünüp, iki adım geriye zıplarken; sosyalizm, 1917’de Avrupa’nın en gerici ülkesinde hayata geçirilen sosyalizm nasıl bir demokrasi geliştiriyordu? Devrim’den 20 yıl sonra oluşturulan 1936 Anayasası, bireysel haklarla ilgili şunları saptıyordu:
Madde 122) SSCB’de, ekonomik, devletsel, kültürel, toplumsal ve politik yaşamın bütün alanlarında kadın erkekle eşit haklara sahiptir.
Madde 123) SSCB yurttaşlarının, ekonomik, devletsel, kültürel, toplumsal ve politik yaşamın bütün alanlarında hangi milliyetten, hangi ırktan olursa olsunlar eşit haklara sahip oluşları mutlak bir yasadır.
Madde 124) Yurttaşların vicdan özürlüğünü sağlamak için SSCB, kiliseyi devletten, okulu kiliseden ayırmıştır. Bütün yurttaşlar dinsel ibadet özgürlüğüne ve din karşıtı propaganda yapma özgürlüğüne sahiptirler.
Madde 125) Emekçilerin çıkarlarına uygun olarak ve sosyalist sistemin sağlamlaşması amacıyla SSCB yurttaşlarının şu hakları yasalarla güvence altına alınmıştır:
a)     Konuşma özgürlüğü,
b)     Basın özgürlüğü,
c)     Miting ve toplantı özgürlüğü,
d)     Yürüyüş ve gösteri özgürlüğü.
Yurttaşların bu hakları, emekçilere ve emekçi örgütlerine, bu hakların kullanılması için gerekli olan basımevleri, kağıt stokları, kamu binaları, caddeler, posta ve telekomünikasyon ve diğer maddi koşulların sunulmasıyla güvence altına alınmıştır.
Madde 127) SSCB yurttaşlarının kişilik hakları ihlal edilemez. Hiç kimse, mahkeme kararı ya da savcılığın izni olmadan tutuklanamaz.
Madde 128) Yurttaşların konutlarının dokunulmazlığı ve mektuplaşma sırrı yasalarla korunmuştur.
Madde 135) Milletvekilleri genel seçimle seçilir. 18 yaşına gelmiş her SSCB yurttaşı, ırkı, ulusu, cinsi, inancı, eğitimi, yerleşikliği, sosyal kökeni, servet durumu, eski faaliyeti dikkate alınmaksızın milletvekili seçimlerine katılma hakkına sahiptir. Sadece akıl hastaları ve mahkeme kararıyla ellerinden seçme hakları alınmış kişiler bunun dışındadır.
SSCB Yüksek Sovyeti milletvekilliğine, ırkından, ulusundan cinsiyetinden, inancından, eğitim derecesinden, yerleşikliğinden, sosyal kökeninden, servet durumundan, eski faaliyetinden bağımsız olarak 23 yaşına gelmiş her SSCB yurttaşı seçilebilir.

AB DEMOKRASİSİ AÇMAZDA
Bu haklar Sovyetler Birliği Anayasası’na geçtiğinde, anayasası böyle bireysel haklar içeren hiçbir burjuva ülke yoktu. Bu yüzden de, 1936 Anayasası, burjuva ülkeler tarafından “kışkırtıcı” olarak nitelendi ve tepkiyle karşılandı. Bunun da ötesinde, 2. Dünya Savaşı sonrasında, Avrupa yeniden kurulurken; Fransa, İtalya, Belçika, Avusturya ve öteki ülkelerin anayasaları yapılırken, 1936 Anayasası yok sayılamadı. Tersine; bu Anayasa’dan birçok madde, özellikle bireysel ve sosyal haklara dair maddeleri, burjuva anayasalara alınmak zorunda kaldı. Bu nedenledir ki, İtalya’nın yarı faşist Başbakanı, Tayyip Erdoğan’ın yakın dostu Berlusconi, İtalya Anayasası’nı “Sovyet Anayasası” olarak “suçlamakta” ve “Bu Anayasayı değiştireceğiz” demektedir.
Başka bir söyleyişle; 1950 sonrası, burjuva anayasalar ve yasalarda, “sosyal devletçi haklar” denilen haklar kadar, o, bugün çok övülen ve burjuva demokrasisinin medarı iftiharı gibi sunulan bireysel özgürlükler de; burjuvazinin “gönlü bolluğu”nun, “uygarlaşması” ve “gelişmişliği”nin değil; sosyalizmin yarattığı baskının sonucu, zorunlu olarak yer almıştır. Ama burjuvazi, bunu, ustaca; sosyalizmin dünyası karşısında kapitalizmin dünyasının da söyleyecek lafı olduğu, kapitalizmin bir seçenek olduğu biçiminde sunmayı başarmıştır.
Ancak “soğuk savaş” dönemi boyunca, anayasalara konulan bu bireysel hakların önemli ölçüde kağıt üstünde kaldığı; işçi hareketinin kontrol altına alınması ve SB’nde geri dönüş sürecine girilmesine paralel olarak, Avrupa’daki burjuva parlamenter sistemin “iki buçuk partili” bir sisteme dönüştürüldüğünü biliyoruz. Nitekim, son 50 yılda başlıca Avrupa ülkelerinde, bir Hıristiyan demokratlar bir sosyal demokratların münavebeli olarak iktidara geldiklerini, bu iki partinin uğradığı ağır yenilgilerde de, eksiklerinin ülkesine göre, “liberaller” ya da “yeşiller” tarafından doldurularak; bir “tahtirevalli demokrasisi” çerçevesinde burjuvazinin iktidarını sürdürdüğünü biliyoruz.
Ayrıca; neoliberal küreselleşme politikaları ve sosyal devletçi uygulamaların çökertilmesi çerçevesinde, burjuvazinin “tahtirevalli demokrasisi”nin şimdi “tıkanma” aşamasına geldiğine tanık oluyoruz. Çünkü; son 10-15 yılda işçi ve emekçi yığınları; sosyal demokratların da muhafazakârların da (yeşiller, liberaller, sözde sosyalistler vb.nin de) aynı programda birleştiklerini, aslında tek partiyle karşı karşıya olduklarını farketmeye başlamışlardır. Çünkü, neoliberal politikalar uyguluyor diye iktidardan uzaklaştırılan “muhafazakâr” partinin yerine gelen sosyal demokrat-sosyalist partinin de aynı programı uyguladığını halk yığınları görmüştür. İngiltere’de, Fransa’da, Almanya’da ve tüm diğer ülkelerde aynı şey olmuştur.
Örneğin Avrupa’nın merkez ülkesi Almanya’da; muhafazakâr, Hıristiyan Demokrat CDU neoliberal bir program uyguladığı için işçiler tarafından iktidardan düşürülmüştür. Ama onun yerine gelen sosyal demokrat (SPD)-yeşiller koalisyonu da aynı programı uygulamıştır. Şimdi eyalet seçimlerinde SPD de hızla oy kaybetmektedir. Ama; onun yerine aday ise, bir önceki seçimlerde iktidardan düşürülen CDU’dur. Bu tablo; işçi sınıfı, emekçiler kadar, burjuvazi ve sistemi için de bir açmazdır. Çünkü; kısa vadede CDU’cular sevinse de, orta ve uzun vadede bu, sistemin tıkanması anlamına gelmektedir ve işçi sınıfı kadar, burjuvazi de, henüz bu labirentten çıkış için bir yol bulmuş değildir.
Yine aynı sistemin tıkanmasının bir ifadesi olarak, Avrupa’nın en gelişmiş demokrasilerinde (Fransa, Danimarka, Norveç, İsveç, Avusturya, Hollanda) neofaşist partilerin yüzde 15-20 düzeyinde oy alması, üstelik bu oyları da yoksullardan, işçi sınıfının ve öteki emekçilerin en sıkıntı çeken kesimlerinden, hatta yabancılardan alması, burjuvazinin, AB ve Kopenhag Kriterleri çerçeveli demokrasisini, bugün olduğu gibi sürdürmesinin mümkün olmadığının alametlerindendir.
Öte yanda merkezi Avrupa ülkelerinde işçilerin yeni arayışlara girmesi; “sol parti”, “sosyal demokrasiden daha solda bir sosyal demokrat parti” arayışları da, elbette ki, sorunun bir çözümü olacak görünmemektedir. Çünkü, sosyal devletçi politikalar ve onların gölgesinde bir “refah elde ederek kapitalizmle uzlaşma” artık eskide kalmıştır. Çünkü, o politikalar, sosyalizm ve işçi sınıfının kapitalizmin hayatiyetini tehdit etmesi karşısında, burjuvazinin geri adımına karşılık geliyordu, ve burjuvazi, son 50 yılda, bu geri adımı, kendisi için yeni bir hamleye dönüştürmüştür. Dolayısıyla; son 50 yıl boyunca oluşan “demokratik normlar” da, yine sosyalizmin ve işçi sınıfının yüzyılın ilk yarısındaki ileri hamlelerinin dayattığı normlardı. Ve şimdi bu normlar, tamamen biçimsel hale getirilmiş; sınıfı, emekçi yığınları siyasi mücadelenin (iktidarı alma mücadelesinin) dışına itip, sendikaları, emek örgütlerini “sivil toplum örgütleri” derekesine indirgeyerek düşkünleştirme esaslı, “Kopenhag Kriterleri” denilen, sadece şekli demokratik umdelere dönüştürülmüştür. Ama, sermaye güçleri açısından bundan sonraki adımın, “Kophenhag Kriterleri”nin de gereksiz ve lüks bulunacağı bir adım olduğunu söylemek bir kehanet olmaz.
Çünkü; Yeni Dünya Düzeni’nde, insan hakları, özgürlükler, sınıf haklarının yeri yoktur.
Çünkü; bu düzende demokrasi, “emekçi sınıfların kendi iktidar mücadelelerini yürütme serbestisi olan bir yönetim biçimi” olarak anlaşılmamaktadır.
Bu yüzden de, demokrasinin geleceği; bir kez daha, işçi sınıfının mevcut açmazdan çıkışının çözümünü bulmasına; insan hakları ve bireysel özgürlükler mücadelesini, emeğin hakları ve sınıfın iktidar mücadelesiyle birleştirerek kapitalizmin hayatiyetini tehdit eden bir yola girmesine bağlıdır. Ancak böyle bir çıkış demokrasinin gelişmesini, ve elbette burjuva demokrasisinin aşılmasının koşullarını getirecektir. Bunun için, sınıfın kendi tarihine, kendi teorisine sahip olması ve kendi bağımsız örgütlenmesini geliştirmesi yakıcı bir ihtiyaçtır; bu mücadele içinde sınıf partilerinin oluşup gelişmesi son derece önemlidir.
Yaşananlar; en gelişmiş ülkelerde işçi sınıfı saflarındaki hoşnutsuzluklarının büyümesi ve sistem partilerinden kopma eğiliminin olağanüstü güçlenmiş bulunması, bütün bu gelişmelerin, umulandan çok daha hızlı bir biçimde gündeme gelebileceğinin işaretlerini vermektedir.

DEMOKRASİ BURJUVAZİNİN BİR ESERİ MİDİR?
Burjuva ideologları ve propagandacıları; bireysel haklar, kişisel özgürlükler, basın, ifade özgürlüğü, inanç özgürlüğü gibi demokrasinin en temel ilkelerini kendi icatları, burjuvazi tarafından keşfedilip insanlığın hizmetine sokulan değerler olarak göstermektedirler. Oysa kapitalizm; sadece bu hakların geliştirilmesinin zeminini yaratan bir sistemdir. Ne var ki burjuvazi, iktidarı ele geçirip egemen sınıf olarak örgütlendiği andan itibaren; aynı zamanda devrim dönemlerinde az çok kullanılmaya başlayan bu haklara karşı da mücadele açmış; kendi demokrasisini, sadece kendisinin iktidarına cevaz verecek sınırlara çekmeye uğraşmıştır. Burjuva sistemine karşı mücadele için kullanmaya başladıklarında, işçi ve emekçileri bu hakları kullanamaz hale getirmeye çalışmış, güvenlik güçlerini, mahkemeleri harekete geçirmiş; eğer buna rağmen mücadeleler sürmüş ve kapitalizmin hayatiyetini tehdit eden bir yönelişe girmişse, hak-hukuk, insan hakkı, özgürlük tanımadan, darbelerden faşizme kadar varan yöntemlerle demokrasiyi yok etmekten de kaçınmamıştır.
Elbette ki, bu konu bu yanıyla da ayrıca ele alınabilir, ama burada, yukarıdan beri söylenenler ışığında şu kısa değerlendirmeyi yapmak, konunun aydınlanmasına yardımcı olacaktır:
1-) 1789 Fransız Devrimi’nin eseri olan “Yurttaş ve İnsan Hakları Bildirisi”nin normları ile, bu bildiriden 200 yıl sonra oluşturulan “Kopenhag Kriterleri” neredeyse bire bir aynı değerleri savunmaktadır. Hatta Kopenhag Kriterleri, mücadeleyi, halkın taleplerini gerçekleştirmeye değil ama belirlenmiş “kriterlerin”, “sivil toplumcu” bir temelde, şekli olarak ileri sürülmesine indirgenmiş olması nedeniyle de, bir geriye gidişe karşılık gelmektedir.
2-) 1789’da kuracağı dünyanın normlarını, “Yurttaş ve İnsan Hakları Bildirisi” ile ilan eden burjuvazi, sonraki yıllarda bu normları unutmuş; egemen sınıf olduğu, soyluluğu gerilettiği ölçüde (iktidar mücadelesinde işçi ve köylülerin desteğine ihtiyaç duymadığı ölçüde) de baskıcı, gerici bir rejimi savunmuştur. Bu yüzden de, her burjuva devrimin ilk işi işçileri, köylüleri, yoksulları silahtan tecrit edip işinin başına döndürme olmuştur. Böylece onları bir güç olmaktan çıkarmış; kendi güttüğü bir sürüye dönüştürmüştür. 1914 öncesinde; az çok burjuva hakların geçerli olduğu sadece üç ülke olması (Norveç, Avusturalya, Yeni Zelanda!) bile, burjuvazinin demokrasinin gelişmesi gibi bir kaygısının olmadığının kanıtıdır.
3-) Burjuva demokrasisinin ilerlemesi; işçi sınıfı mücadelesinin gelişmesi, işçi yığınların siyasi mücadeleye atılması süreci içinde olmuş; burjuva-bireysel hakların gerçekleşmesi; işçilerin genel oy hakkı mücadelesi (herkese eşit oy hakkı, kadınlara seçme ve seçilme hakkının tanınması) ve siyasi hak taleplerinin ilerlemesiyle bağlantılı olmuştur. Ekim Devrimi; sosyalizmin yeni dünyasının sermaye dünyası karşısına bir seçenek olarak çıkması, (emekçi yığınların özgürleşmesinde atılan devasa adım ve bunun kapitalist ülkelerdeki yankıları) burjuvaziyi kendi demokrasisini yeniden biçimlendirmek zorunda bırakmıştır. Bireysel özgürlüklerin anayasalara girmesi; demokratik katılımın gerçekleşmesine olanak sağlayan sosyal hakların yasal ve anayasal haklar düzeyine yükselmesi, sosyalizmin ve kapitalist ülkelerdeki işçi sınıfı mücadelelerinin bir ürünü olmuştur. Özellikle 2. Paylaşım Savaşı sonrasında kapitalist ülkelerin demokratik anayasalara sahip olmalarının temelinde bu vardır.
4-) 2. Savaş sonrasında gelişmiş ülkelerde demokrasi, sosyalizme karşı girişilen anti-komünist savaşta bir dayanak olarak kullanılırken, gerçekte; basın özgürlüğünden ifade özgürlüğüne, inanç özgürlüğünden yasalar karşısında eşitliğe kadar pek çok temel özgürlük kısıtlanmıştır. AB’nin demokratik bir mihrak olarak biçimlendirilmeye cesaret edilmesi, sosyalizmin kapitalizmi tehdit eden bir güç olmaktan çıkmasıyla bağlantılıdır, ama aynı zamanda, kapitalizmin, sosyalizmin barış ve kardeşlik içinde bir dünya idealini de gerçekleştirebileceği iddiasına dayanak edilmesi amaçlıdır. Bu yüzden, “Kopenhag Siyasi Kriterleri” olarak bilinen normlar; tamamen şeklidir; işçi sınıfı ve öteki halk sınıflarını siyaset dışına iten, emekçileri demokrasi adına bölen (sivil toplumcu) normlardır, kısacası demokrasiyi siyasi değil “siyaset dışı” haklar toplamı olarak görmektedir. Ancak arkasındakilerin niyeti ne olursa olsun; bu demokratik haklar, insan hakları, özgürlükler, elbette ki, işçi sınıfı ve emekçiler için değerlidir ve bu özgürlüklerden yararlanarak kendi mücadelelerini geliştireceklerdir.
5-) “Kopenhag Kriterleri”, AB’yi oluşturan merkezi ülkelerin yeni katılacaklara dayatma silahı olarak kullanılmaktadır. Hangi ülke hangi konularda yeniden yapılandırılmak isteniyorsa, o konuya dair talepler öne çıkarılmaktadır. Bu yüzdendir ki, Polonya, Bulgaristan, Yunanistan için sorun olmayan konular, Türkiye için, “sorundur” diye büyütülmektedir. Çünkü; AB’nin çıkarları bunu gerektirmektedir. Ama, bir ülkenin karşısına çıkılıp; “kardeşim bizim çıkarımız şudur, sen de böyle olursan gel” demek “diplomatik olmayacağı” için; “Kopenhag Kriterleri”ne uyulup uyulmadığı tartışılmaktadır. Gerçekte ise, tartışılan; AB’nin merkezi ülkelerinin çıkarlarına uyumdur.
6-) AB, olumlu anlamda bir “medeniyet projesi” değil; Avrupalı en büyük emperyalistlerin çıkarları etrafında oluşturulmuş Avrupa merkezli bir birliktir. Bu birliğe katılanlar; bu büyük emperyalist güçlerin çıkarlarına, onların stratejisine bağlanmaktadır. Alınma koşulları içinde bu hazırlanmaktadır. Özellikle de “AB’nin ekonomik kriterleri”, bunu açıkça ifade etmektedir. Demokrasi, şimdilik, hem birliğin oluşmasında kuruculara avantaj sağladığı, hem de diğer emperyalist güçlerden kendini ayırıp imajlarını düzelttiği için kullanılan bir “değer”dir. Muhtemelen AB’nin “demokratik normları”, Amerika’nın dünya egemenliğine karşı, Almanya-Fransa merkezli bir dünya egemenliği mücadelesinde de AB’nin bir silahı olarak kullanılmak üzere, (şimdiden bunun belirtileri vardır) korunmaktadır.

SOSYALİZM ÇIKARILIRSA, “AVRUPA MEDENİYETİ”NDEN GERİYE NE KALIR?
Batı kapitalizminin ve burjuva devrimlerin insanlığın ulaştığı en ileri aşamayı temsil etmeleri kendi çağlarıyla ilgilidir. Dolayısıyla, burjuva devrimlerinin dinmesinden 100 yıl sonra gündeme gelen Avrupa Birliği’nin oluşumunu “bir medeniyet projesi” olarak sunmak, kabul edilmez olduğu gibi; AB’nin, Türkiye’nin 200 yıllık ilerleme ve uygarlaşma uğraşının zirvesi sayılması da, elbette ki, kabul edilemez. Çünkü; AB’nin ortaya çıkmasının temeli olan Avrupa Kömür ve Çelik Birliği (1960’larda Avrupa Ortak Pazarı, 1970’lerde Avrupa Ekonomik Topluluğu, 1990’larda ise Avrupa Birliği oldu), 2. Dünya Savaşı sonrasında, savaş sırasında faşist ordular tarafından yıkılmış Avrupa’nın yeniden inşası için kurulmuştu. Ama bu kadar masum da değildi. Çünkü ABD ve İngiltere, her ülkeden büyük kapitalistler ve gerici güç odakları, Avrupa’nın yeniden kuruluşunu, aynı zamanda, sosyalizmin yayılmasının önünün kesilmesi için, sosyalizme karşı bir kale olarak da inşa edilmesini planlamıştı. Dolayısıyla Avrupa Birliği, aynı zamanda, kapitalizm ve sosyalizm arasındaki mücadelede, kapitalist güçlerin en önemli birliği olarak gelişti.
1970’lerin ortasından başlayarak, neoliberalizmin, Avrupa’nın başlıca önemli ülkelerinde yavaş yavaş egemen tutum haline gelmesi, emeğin kazanılmış haklarını, işçi sınıfının değerlerini yok etmeyi; işçi sınıfı ve sosyalizmin dünyaya vurduğu damgayı silmeyi de kendisine başlıca amaç edindi. AB de, sosyalizm düşmanlığının, emek düşmanlığının bir merkezi olarak biçimlendi. Ama, onun göstermelik demokrasisine ve lafta demokratik söylemlerine bağlanan Avrupa sendikacılığı ve Türkiye’deki uzantıları, AB’yi hâlâ işçilerin kazanımlarının kalesi görmeye devam etse de, gerçekte AB; işçi haklarına saldırı merkezi olarak şekillenmiştir. Bugün de, sinsice bu işin başında bulunmaktadır. Türkiye’de iş yasasındaki, SSK yasasındaki emek düşmanı değişikliklerin, “AB’ye uyum için zorunlu olduğu” iddiası, sadece patronların bir uydurması değildir. Aynı zamanda, AB’nin yakın gelecekteki standartlarına da bir hazırlıktır.
Kısacası günümüz Avrupası, 17,18, 19. yüz yılların; bütün insanlığın en ileri bilgi, kültür ve beceri birikiminin merkezi olan Avrupa değildir. Ama bugün bu birlik, insanlığın bilgi ve kültür hazinesi içinde insanlığı ileriye sıçratacak olan işçi sınıfı ve sosyalizmin mirasının reddi üstüne kurulmuş bir birliktir. Bu yüzden de, AB, Avrupa emperyalizminin çıkarlarının birliği olduğu gibi, aynı zamanda, kapitalist gericiliğin ABD’den sonraki en önemli merkezidir. Çünkü bu birlik; sosyalizm ve onun yarattığı değerleri silme amaçlı bir birliktir. İnsanlığın ileri güçlerinin birleşmesi de; AB’ye katılarak değil, AB’ye karşı mücadele içinde, AB ülkelerinde ileriyi, anti-emperyalizmi, demokrasiyi ve sosyalizmi temsil eden işçi sınıfı ve diğer emek ve halk güçleriyle birleşmekten geçmektedir.
Kısacası, Avrupa uygarlığından işçi sınıfının ve sosyalizmin yarattığı değerleri çıkaracak olursak, geriye; bir ucu Ortaçağ karanlığında, Hıristiyan-Yahudi kültüründe, öteki ucu, emperyalist yağmacılık ve gericilik olan, “iki ucu da pis” bir “Avrupa uygarlığı” kalır. AB içindeki; Türkiye’yi AB’ye alıp almama konusundaki tartışmalar, aslında bu burjuva-emperyalist Avrupa’nın lağımının patlamasıdır. “Türkiye’yi almayalım” diyenlerin “Türkiye Müslüman ülkesi”, “referandum yapalım, imza toplayalım”, “Haçlı savaşlarını bunlarla yaptık. Viyana’yı onlar kuşatmadı mı” hatırlatmaları ile, “Türkiye’yi alalım” diyenlerin, Türkiye üstünden Ortadoğu’da egemenlik hesapları öne sürmeleri, “Türkiye’nin Avrupa’nın bekçisi”, “İslam dünyasına köprü” olacağı tezleri; bu iki ucu pis Avrupa’nın tipik yansımasıdır.
Demokrasi konusuna gelince; Erbakan, AB’ye karşı bir “İslam Birliği” hayali içinde olduğu günlerde, “Müslümanlar olmasaydı, Avrupalılar kıçlarına don giymeyi bile bilmezlerdi. Onlar don giymeyi bizden öğrendi” demişti. Gerçekten, Avrupalılara don giymeyi Müslümanlar mı öğretti, belki tartışılırdır; ama işçi sınıfı ve sosyalizm olmasaydı; Batı demokrasisi denilen demokrasilerin, bugün övünülen pek çok kurumunun (genel oy, katılımcılık, mevcut anayasalar vb) hiçbir zaman bugünkü aşamaya gelmeyeceği, olsa olsa, Antikçağın köleci demokrasileri gibi, sadece belirli kastlar için bir demokrasi olarak kalacağını kesin bir biçimde söyleyebiliriz. Bu yüzdendir ki, söylemde AB, demokrasi yolunda ilerliyor görünürken; gerçekte, karşılaştığı sorunları demokratik hakları kısıtlayarak, bu demokratik hakların az çok kullanımına fırsat veren sosyal haklara savaş açarak aşmayı amaçlamakta; birbiriyle farklı partilerin yaşamasına bile izin vermeyen, faşizmi, emek düşmanlığını büyüten bir siyasi ortama doğru sürüklenmektedir.

AB sürecinde tarım

Avrupa Birliği’ne (AB) üyelik sorunu yine Türkiye gündeminin en önemli konularından biri durumunda ve toplumun çeşitli kesimleri tarafından da farklı beklentilerle yoğun bir biçimde tartışılıyor. Tartışmalar, ekonomik, yönetsel, toplumsal boyutlarıyla gelişmeleri ve olası etkilerini kapsıyor. Tüm boyutların bir bütünü oluşturması göz ardı edilerek, tartışmaların bir kısmı, örneğin tek başına yönetsel alanda AB normlarına uygunluk sağlanmasının Türkiye demokrasisinde ileri adımlara yol açacağı gerekçesiyle AB savunuculuğuna dönüşüyor.
AB tartışmaları bir bütünlük içerisinde, AB’nin dünya genelindeki kapitalist gelişimin neresinde durduğuna bakılarak yapılabilir. Kapitalist bir merkez olarak Avrupa Birliği’nde mevcut, görece farklı bir kapitalizm yoktur. Gerek AB içindeki egemen sermaye kurumlaşması, gerek ortaklık projeleri, gerekse de Dünya Ticaret Örgütü vb. uluslararası kurumlarla ilişkiler, “farksızlığı” ortaya koyuyor. Kapitalizmin eşitsiz gelişimi aynen AB için de geçerlidir. AB’nin kuruluş aşamasından itibaren, en güçlülerin çıkarları üzerinden oluşturulan bir denge hüküm sürüyor. Bu çıkarcı ve eşitsiz yaklaşım, üyeliğe yeni kabul edilecek ülkelere ilişkin karar süreçlerinde etkili olmakta ve bu, Türkiye’nin AB üyeliği tartışmalarında da görülmektedir.
AB-Türkiye ilişkisinin sanayileşme, tarım ve çalışma yaşamına somut etkileri de yukarıda özetlenen çerçevede ele alınmalıdır.
Bu yazıda AB üyelik sürecinin sadece ülke tarımına etkileri irdelenecek. Söz konusu irdeleme; bir yandan AB’nin Türkiye’ye yaptırımlarını ve bu yaptırımların olası sonuçlarını ortaya  koymaya çalışacak, diğer yandan da, AB’nin eşitsiz gelişimini, en güçlülerin (İngiltere, Almanya, Fransa) dışında kalan birliğe üye ülkelerin tarımda yaşadıkları sorunlar üzerinden, teşhir etmeyi hedefliyor.
Dünya Ticaret Örgütü, IMF, Dünya Bankası dışında, Türkiye’nin tarım alanındaki politika değişiminin bir diğer temel belirleyeni, AB ve Türkiye-AB ilişkileri çerçevesinde verilen taahhütlerdir. AB programı, IMF, DB ve DTÖ kararlarıyla da zaten bir bütünlük arz ediyor. AB’nin ve üye devletlerinin, Türkiye ve diğer aday ülke halklarına yönelik, “IMF, Dünya Bankası kötüdür ama AB iyidir, farklıdır” şeklindeki söylemleri sadece aldatıcı bir propagandadan ibarettir. AB, bizzatihi, IMF ve Dünya Bankası’nı yörüngesine almış olan DTÖ’nün iç işleyişi ve gündemleri üzerinde iki belirleyici güçten bir tanesidir (Yılmaz, 2003).
Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) adı altında, 1957 yılında imzalanan Roma Anlaşması ile temelleri atılan AB, Ortak Tarım Politikası’nın (OTP) ilke ve amaçlarını 1960’lı yılların başında belirlemiştir.
Bu politika 1962 sonrası uygulamaya sokuldu. OTP’nin hedefi, “tarımda teknik ilerlemenin sağlanması, tarımsal nüfusun gelirinin artırılması, piyasada istikrar sağlanması, düzenli bir ürün arzının garanti altına alınması, tarım ürünlerinin tüketicilere uygun fiyatlarla sağlanması” olarak belirlendi. Yüksek destekleme fiyatları, dış rekabete karşı sıkı bir biçimde koruma ve benzeri OTP politikalarıyla, tarımsal üretimde çok büyük artışlar sağlandı. AB’nin tarımsal üretim açısından kendine yeterliliğini sağlayan OTP, AB dışındaki ülkeler için ise, tarımsal kalkınmanın bağımlı bir çizgide oluşmasını sağlayan bir araç işlevi gördü (Göktürk, 2003). OTP’nin birlik dışındaki ülkeler açısandın bu işlevini Türkiye üzerinden somutlayabiliriz.
AB ile Türkiye’nin tarım alanındaki ilişkileri, 1963 tarihli Ankara Antlaşması’yla başlayıp, karşılıklı tavizler, tarife indirimi ve vergi muafiyetini öngören Katma Protokoller, Ortaklık Konseyi Kararları ile sürmüş, 1995 yılında imzalanan Gümrük Birliği anlaşmasıyla “taçlandırılmıştır” (Tahsin, 2001, s.76).
Gümrük Birliği Anlaşması, gümrük vergileri ve miktar kısıtlamaları ile bunlara eş etkili tedbirlerin kaldırılmasını ve üçüncü ülkelerden yapılacak dış alımda ortak bir gümrük tarifesi uygulanmasını karar altına almıştır. Türkiye ile AB arasında imzalanan Gümrük Birliği anlaşması, ilişkilerdeki etkili bir dönüşümün başlangıcı olarak nitelendirilebilir.
31.12.1995 tarihinde yürürlüğe giren Gümrük Birliği Anlaşması’nda esasen temel tarım ürünleri kapsam dışında bırakılırken, bünyesinde şeker, hububat, süt bulunduran işlenmiş tarım ürünleri (çikolata, şekerleme, çocuk mamaları, bisküvi, pasta, makarna, dondurma gibi) anlaşma kapsamına dahil edilmiştir. Bu üç ürün grubu, AB’nin kendine yeterlilik oranının en fazla aşıldığı ve bu nedenle Tarımsal Yönlendirme ve Garanti Fonu’nun yüzde 40’ından fazlasının ayrıldığı ürünlerden oluşmaktadır. Buna karşılık Türkiye’nin doğal koşullarının kendisine belli bir üstünlük sağladığı başta domates-salça konservesi olmak üzere meyve-sebze-su konserveleri kapsam dışında bırakılmıştır (Günaydın, 2002). AB’nin üretim ve rekabet üstünlüğüne ve net fazlaya sahip olduğu ürünlerin GB’ye sokulması, anlaşma imzalandıktan sonra AB-Türkiye dış ticaret dengelerinin hızla Türkiye aleyhine bozulmasının nedeni olarak gösterilmektedir (DİSK-AR, 2000).
Daha sonraki yıllarda sürdürülen müzakereler sonucu karışlıklı tavizlerin kapsamı genişletilmiştir. 1998 yılında tercihli rejimin genişletilmesi kararı ile bazı ürünlerde sınırsız vergi muafiyeti, bazı ürünlerin tarife kontenjanlarında artış, bazı ürünlerde ise vergi indirimi gibi tavizler tanınmış, fakat dış ticaret dengesi Türkiye aleyhine seyretmeye devam etmiştir. Aynı aleyhte durum, birliğe yeni katılan Doğu Avrupa ülkeleri ile AB ilişkileri incelendiğinde de görülmektedir. Bu ülkelerin, 1989 öncesi ve sonrasında birliğe üye olana kadarki süreçte, AB ile ticaretinde ortaya çıkan yeniden yapılanma çerçevesinde, dış ticaret açıkları hızla büyümüştür.

REFORMLAR VE YOKSUL ÜYELERİN HALİ
AB, gerek iç gerekse dış etkenlerden dolayı, OTP politikalarında 1990’lardan sonra iki “reform” gerçekleştirdi. 1992 yılında uygulamaya konulan “MacSharry Reformu”nu, daha sonra da bu reformun devamı niteliğinde olan Agenda 2000 (Gündem 2000) kapsamında ikinci bir “reform” izledi.
AB’nin bu reformları gerçekleştirmesindeki dış etken, DTÖ’nün kurulmasıyla sonuçlanan Uruguay-Round’udur. DTÖ müzakereleri sonucu ortaya çıkan yeni “reform” dalgası “Gündem 2000” çerçevesinde, OTP harcamaları, 2006 yılına kadar hemen hemen sabitlendi. 2001-2006 yılları arasında, özellikle fazlalık olan ürünlerde, destekleme fiyatlarının düşürülmesi öngörüldü. Destekler göreceli olarak düşük tutulsa da, hiçbir koşulda üretici gelirinin düşmesine izin verilmedi. Doğrudan yardımlar, çevresel ve kırsal amaçlı destekler sürdürülürken, müdahale kuruluşları ile piyasanın düzenlenmesine devam edildi.
OTP’nin son 20 yılda geçirdiği değişimlerdeki iç etkenleri ise, 1980’li yılların başında “kendi kendine yeterliliği” sağlayan AB’nin, bunu da aşarak, üretim fazlası ve bunun getirdiği mali yük ile karşı karşıya kalmasının yol açtığı temel sorunlar oluşturuyor. Bu dönemde, “tahıl dağları”, “süt gölleri”, “et buzulları” ve “şarap ırmakları”gibi kavramlarla karşı karşıya kalan AB’de, OTP’ye ayrılan kaynak, eleştirilerin hedefi oldu. Başta Almanya olmak üzere, OTP’nin baş finansörleri, OTP’de köklü değişikliklere gidilmesi doğrultusunda baskı oluşturmaya başladı. Portekiz, Yunanistan ve İspanya gibi tarımsal nüfusu azımsanmayacak oranlara sahip olan Akdeniz menşeli ülkelerin AB’ye katılımı, AB’nin sırtına yeni yükler getirmişti. AB’nin bu ülkeleri tarım sektörü bakımından içselleştirmesi, ancak ağır yaptırımlar sonucu olmuştur.

İspanya örneği
AB’nin söz konusu yaptırımlarının emekçi halk kesimleri açısından sonuçlarına, son genişleme gerçekleşmeden önce, Portekiz, Yunanistan ve İrlanda ile birlikte Avrupa’nın en yoksul kategorisinde yer alan İspanya örneğinden bakalım. AB’nin büyükleri arasında yer alan ve AB tarım politikalarının etkin ismi Fransa, İtalya ile birlikte, İspanya’daki bağların büyük bölümünün sökülmesini, zeytinyağı üretiminin ve başka tarım ürünlerinin sınırlandırılmasını dayattı. Bu dayatmalara boyun eğen İspanya’da üzüm üretiminde ve şarapçılıkta büyük oranlı düşüşler yaşandı. AB Ekonomik Konseyi’nin direktiflerine uyularak, yüz binlerce kök bağ söküldü. Balıkçılık büyük ölçüde geriletildi. Bundan, tabii ki, küçük balıkçılar zararlı çıktılar. Almanya, İspanya’nın kuzey ve doğu bölgelerindeki demir-çelik fabrikalarının kapatılmasını dayattı ve bunu da başardı. Bütün bu alanlarda üretimin düşmesine paralel olarak, fiyatlar, ters orantılı olarak, yükseldi. Ücretlere sınırlamalar getirildi; sendikaların da onayıyla, geçici sözleşmeler bir kural haline getirildi. İş güvencesi ortadan kalktı. Sözleşmeler aracılığıyla, işçinin paralı izin, aile yardımı ve benzeri sosyal hakları gasp edildi. İspanyol hükümetler her fırsatta İspanya’nın iyiye gittiğini söylüyorlar. İspanya’nın servetlerine servet katan burjuva kesimleri için “işler” iyiye giderken, küçük burjuva kesimler de dahil olmak üzere, emekçi halk kesimleri açısından, durum hiç de öyle değil.

Ve Yunanistan
2000’in ilk yıllarında Teselya Ovası’ndan başlayarak, köylü sendikaları temsilcileri önderliğinde tüm Yunanistan geneline yayılan; yüzlerce litre sütü, tonlarca portakal ve zeytini yollara döken, yolları traktörle trafiğe kapatan üretici eylemleri hâlâ akıllardadır. Tarım üretiminin ülkeye yeterliliğinin üstünde olduğu, önemli oranda tarım ürünlerinin ihraç edildiği, en verimli topraklara sahip olunduğu, makineleşme ve modern tarımsal üretiminin sağladığı olanaklar nedeniyle tarımın ülke ekonomisinde önemli bir yer tuttuğu Yunanistan’da, köylüler, neden topraklarını terk eder ya da üretemez duruma gelmişlerdir?
Bu sorunun yanıtı, çalışan aktif nüfusa oranı yüzde 18 olan Yunanistan köylülerinin aktif nüfusa oranının yüzde 7’ye düşürülmesini hedefleyen AB kararlarında yatıyor. Söz konusu kararlar sonucu, on binlerce köylü toprağını kaybetmiş durumda. Tarımsal üretimin önünde ciddi bir engel olarak kotalar duruyor. AB, koyduğu üretim sınırının üstünde üretim yapan köylünün ürününü ucuz fiyatla alarak, “zarara ortaklık” adı altında yaptırım uyguluyor. Benzeri politikalar, tarımdan kopan insanlarla birlikte, işsizliğin had safhaya ulaştığı bir Yunanistan tablosu yarattı.
1 Mayıs 2004 tarihinde AB’ye üye olan 10 yeni ülkeyle de sıkı tarım müzakereleri gerçekleştirilmiştir. OTP’nin sunduğu desteklerin tarımsal arazi ile doğru orantılı olarak ayarlanmasının, katılacak ülkelerin ciddi tarımsal potansiyele sahip olması nedeniyle ağır ek yük getireceği gerçeğinden hareket eden AB, ülkelerin tarımsal üretimini düşürecek şartlar içeren anlaşmayı önceden imzaladı. Hacettepe Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ahmet Şahinöz, bu ülkelerin geleceği hakkında şu tespiti yapıyor: “10’lar üyeliklerinin ilk yılında, yani 2004’te doğrudan yardımlardan ancak yüzde 25 oranında yararlanabileceklerdir. AB’ye girdikleri 2004 yılında AB’de tarımsal üretici sayısının yüzde 40’ını temsil edecek olan 10’lar, Topluluk tarım bütçesinden ancak yüzde 6’lık bir pay alacaklardır. AB’ye göre düşük bir verimliliğe, fakat yüksek destekleme fiyatlarına sahip olan başta Polonya olmak üzere, yeni üyelerde, tarımsal üretimin, tam üyelikle birlikte, büyük bir yara alması hatta tarım kesiminin büyük ölçüde boşalması tehlikesi vardır. Bu koşullarda gerçekleşecek bir uyum süreci sonunda (2013 yılında), adı geçen 10 ülkenin büyük bir olasılıkla desteklenecek çok fazla tarımsal üreticisi kalmayacaktır.”

AB KÜÇÜK ÜRETİCİYE DÜŞMAN
Küçük üretici nüfusunu hızla düşürmeye çalışan AB, büyük üreticiler için ise, kârlarına kâr katacakları bir zemin hazırlıyor. AB tarım raporları, tarıma el atmış tekellerin milyarlarca dolarlık yardımlar aldıkları, özel yasalarla güvence altına alındıkları ve kâr grafiklerini önemli oranda yükselttikleri yolundaki bilgilerle dolu. Kuzey Avrupa’da tarım alanına el atmış dev tekellerin giderek büyüdükleri ve kârlarını artırdıkları gerçeği, Ankara’da düzenlenen Tarım ve Hayvancılık Kurultayı’nda konuşan Fransa Çiftçi Konfederasyonu Uluslararası ilişkiler komisyonu üyesi Pascal Pavie tarafından dile getirilmişti. Türkiyeli üreticileri, “Avrupa Birliği’ne açılan kapılar cennete açılan kapılar değil” diye uyaran Pevie, şunlara dikkat çekmişti:
* Tarımsal ticaretin kontrolü çokuluslu şirketlerin elinde. Fransa, dünyanın en büyük ikinci ihracatçısı. Ancak çalışanların yalnız yüzde 3’ü tarımla ilgileniyor. Bu korkunç düşüş sürekli devam ediyor. Son 15 yılda çiftliklerimizin yarısını kaybettik.
* AB, Polonya’da 10 hektardan küçük çiftliklere asla yardım yapmıyor.
* Fransa’da sübvansiyonların yüzde 80’i, işletmecilerin yüzde 20’sine gidiyor. Biz bunu tersine çevirmek istiyoruz. Fransa Çiftçi Konfederasyonu olarak, çokuluslu şirketlerin tarımdaki kontrolünü reddediyoruz.
* AB, toprağı ve diğer üretim araçlarını pazarın yasalarına tabi tutuyor. Fransa son 40 yılda köylü nüfusunun yüzde 80’ini kaybetti.
* Portekiz’de 1985 yılında nüfusun yüzde 30’u tarımla uğraşırken, AB’ye girmesinden bu yana geçen süre içerisinde köylü nüfusunun yarısı yok oldu. Lizbon’un büyük binalarının gölgesinde topraksız ve işsiz insanlar gecekondu köyleri yaptılar.

AB SÜRECİNİN TÜRKİYE TARIMINA ETKİSİ
6 Ekim’de açıklanan AB İlerleme Raporu, bundan sonra, tarımın görüşmelerde birincil konu olacağı işaretini veriyor. AB’nin rapora yansıyan istekleri, IMF niyet mektuplarında ve Dünya Bankası ile imzalanan “Tarım Reformu Uygulama Projesi”nde yer alan maddelerden farklı değil. AKP Hükümeti’nin AB istekleri doğrultusunda ilk somut adımı, Tarım ve Köyişleri Bakanlığı, Devlet Planlama Teşkilatı ve Hazine Müsteşarlığı’nın birlikte hazırladığı, Yüksek Planlama Kurulu’nun onayına sunulan “2006-2010 Tarım Stratejisi” oldu. Beş yıllık strateji, Türkiye’nin tarım politikalarını, hem AB’nin hem de DTÖ’nün istediği şekle sokmayı hedefliyor. Ayrıca bundan sonra, üç yıllık bir stand-by dönemi içindeki IMF gözden geçirmeleri, AB’nin gözden geçirmeleri ile paralel olacak.
AB’ye uyum çerçevesinde, en geç Kasım ayı sonuna kadar, AB’ye bir ekonomik program sunulacak. 2005-2007 yıllarını kapsayacak olan ve Maastricht ile Kopenhag kriterleri çerçevesinde Türkiye’nin gerçekleştireceği ekonomik ve yapısal programın detaylarından oluşan programın da, IMF ile yürütülen programdan farklı olmayacağı yetkili kurumlar tarafından açıklandı. 
Ekim ayı içerisinde açıklanan ve AB liderlerinin 17 Aralık toplantısı için “ön bilgi” niteliği taşıyan Etki Raporu’nda, Türkiye’nin 39 milyon hektar alanına yayılan tarım sektörü, müzakereler sırasında önemli bölümü oluşturuyor. AB şu anki tablodan memnun değil:
* 68.8 milyon nüfuslu Türkiye’de, tarımsal nüfus, 25 milyon. 377 milyonluk AB’de ise, 15.6 milyon.
* Tarımın istihdamdaki payı, Türkiye’de yüzde 35, AB’de yüzde 5.
* Tarımın GSMH içindeki payı, Türkiye’de yüzde 14, AB’de ise yüzde 1.9.
Türkiye’nin katılımı, AB tarımsal alanlarına 39 milyon hektar daha ilave edecek, ve bu, 25 üyeli AB’nin tarımsal alanının yüzde 23’ü anlamına geliyor. Halen AB’de uygulanan ortak tarım politikasının Türkiye’de uygulanması durumunda, AB bütçesine ciddi bir finansal yük gelecek. Buna göre, doğrudan gelir desteği için 8 milyar Euro, pazar önlemleri için 1 milyar Euro gerekiyor. Ayrıca kırsal kalkınma önlemleri için de 2.3 milyar Euro’ya gereksinim duyuluyor.
Oysa, 10 yeni ülkenin tümüne bu alanda toplam 7 milyar Euro ödeyen AB, Türkiye’ye böyle bir kaynak aktarmayı düşünmüyor. Bu yüzden, AB, 25 milyon civarında olan tarım nüfusunun, bir an önce 10 milyonun altına indirilmesini istiyor. Türkiye ile AB ülkelerinin tarımsal yapıları arasında birkaç yılda giderilmeyecek büyüklükte farklılık var: Tarımsal nüfus oranı ve gizli işsizlik, düşük verimlilik, yüksek maliyetler, yetersiz destek, yetersiz kredi imkanları, zayıf araştırma-geliştirme faaliyetleri, parçalı ve küçük işletmeler vb.
Yapısal farklılıkların giderilmesi için, AB’nin, maddi destek sağlamak gibi ne bir programı ne de düşüncesi var. Uyum sürecinde tarım kesimine AB fonlarından yapılacak katkı, gerçekleştirilmesi düşünülen değişiklikle karşılaştırılmayacak kadar düşük kalacak. Türkiye’nin beş katı küçüklüğündeki Yunanistan’a, üyelik sürecinde, dönüşüm için 50 milyar destek verilmişti; fakat AB’nin artık böyle bir politikası yok. Son katılan üyeler için iyice azalttığı maddi desteği, Türkiye için iyice cılızlaştırdı.  Türkiye’nin cılız katkıyla gerekli dönüşümleri yapabilmesi mümkün değil.
Ayrıca AB ve Türkiye tarımı arasındaki uçurumun, AB’nin Türkiye’ye dayattığı, IMF programlarıyla aynı içeriğe sahip ekonomik programla da giderilmesi olası değil. Bunun farkında olan AB, desteklerini kaldıran, tüm tarımsal KİT’lerini işlevsiz hale getiren Türkiye’den, şimdi de ticari kısıtlamalarını kaldırıp, tamamen kendisine teslim olmasını istiyor.

AVANTAJLI ALAN TARTIŞMALARI
Bütçesinin neredeyse yarısı ile, yani 50 milyar Euro ile desteklenmiş, teknolojik ve verimlilik avantajına sahip AB tarımıyla, devlet desteği ve müdahalesi çekilmiş Türkiye tarımının rekabet edebilmesi olası mıdır? Bu soruya, “Aslında AB’ye üyelik durumunda, Türk çiftçisi yeni imkanlar elde edebileceği gibi, yeni risklerle de karşı karşıya kalacaktır. O nedenle, AB’ye girildiğinde avantajlardan yararlanmak ve dezavantajlı durumları asgariye indirmek üzere, Türkiye, tarımını üyeliğe hazırlamak durumundadır” şeklinde cevap verenlerin sayısı bir hayli fazla. Soruyu, avantajlı ürünleri sıralayarak cevaplayanlar da var. Bu tezi savunanlara göre; fındık, kuru incir, kuru üzüm, kuru kayısı gibi kuru meyveler ile tütün, zeytinyağı, yaş meyve ve sebzelerde Türkiye avantaja sahip.
Dünya fındık üretiminin zaten yüzde 80’i Türkiye tarafından gerçekleştiriliyor. Türkiye’nin en büyük pazarı olan AB, her halükârda, çikolata sanayiinde kaliteli fındık kullanmak için, Türkiye’den fındık alımı yapacak. Ortada zaten bir rekabet söz konusu değil. Kalitesi dünyaca bilinen sultani üzüm de, en fazla Avrupa’da tüketiliyor. Kuru üzümde de bir rekabet söz konusu değil, şimdiki ihraç oranı kadar üzüm satışı, her halükârda sürecek. Gerekli altyapı yatırımlarının yapılması halinde, en büyük avantaj, yaş meyve ve sebze üretiminde söz konusu olabilir, ve Türkiye, Avrupa’nın manavı haline gelebilirdi. Fakat AKP Hükümeti’nin, AB’ye uyumu dikkate alarak hazırladığı “2006-2010 Tarım Stratejisi” belgesinde, Türkiye’nin AB ile rekabet edebileceği en önemli ürün olan meyve, sebze ve sera üreticisine destek verilmesi yer almıyor. Kısacası, ortada, söz edilebilecek bir avantaj bulunmuyor. Ülke ihracatının en etkin kalemleri tekstil ve konfeksiyon sektörünün hammaddesi olan pamuk ve benzeri stratejik ürünlerde ise, düşük verimlilik ve yüksek maliyetin getirdiği tartışılmaz bir dezavantaj söz konusu.
Kırsal ve tarıma dayalı sanayiler için uygun ortam ve imkanlar sağlanmadığı, yüksek verime imkan veren düzenlemeler yapılmadığı, işletmelerin kredi taleplerinin daha uygun şartlarda ve kolay erişebilir bir yapıya kavuşturulmadığı, AB’de uygulanan destekleme sistemlerinin getirilmediği, gıda ve ürünlerdeki kalite ve standartların AB seviyesine yükseltilmediği koşullarda, hiçbir avantaj oluşturulamaz. Bunların hiçbiri oluşturulmadığı için, tarımdan hızlı kopuşların, hızlı yoksullaşmanın, bölgesel farklılıkların yaratacağı huzursuzluklardan çekinen AB, önlem alınmasını talep ediyor. AB, bu amaçla, “kırsal alanda eğitimi yaygınlaştırın, gelir dağılımını iyileştirin” talimatı veriyor. Kırsal kalkınma projelerine küçük de olsa katkı sağlayacağını ilan ediyor.

SONUÇ YERİNE
Koreli iktisatçı Ha-Joon Chang, ”Kalkınma Reçetelerinin Gerçek Yüzü” başlığıyla Türkçe’ye çevrilen kitabında şöyle bir benzetme yapıyor: ”Büyüklük zirvesine ulaşmış birisi, zirveye ulaşırken kullandığı merdiveni, kendisinden sonra gelenlerin tırmanmasını önlemek için tekmeleyip devirir. Koruyucu gümrükler ve kısıtlamalar sayesinde kendi sanayi gücünü, başka hiçbir ülkenin kendisiyle serbestçe rekabet edemeyeceği derecede geliştirmiş olan bir ulusun yapabileceği en akıllı şey, kendisini büyüklüğe çıkarmış olan merdiveni fırlatıp atmak ve diğer ülkelere serbest ticaretin yararlarını vazetmek olacaktır.”
Avrupa Birliği bünyesindeki ileri kapitalist ülkeler, 150 yılda sorunlarını “çözdükleri” tarım konusunda, tarımda kapitalist üretim tarzıyla kısa sayılabilecek bir geçmişi olan ülkelerin tırmanma merdivenini tekmeliyor. AB, kendisinin uyguladığı ortak tarım politikasıyla IMF’nin dayattığı tarım politikaları arasındaki uçurumu bile bile, Türkiye’ye, IMF politikalarını önermeye devam ediyor. AB kendisinin tarımı desteklerle geliştirdiği ve söz konusu destekleri uluslararası anlaşmalara rağmen henüz azaltmadığı gerçeğine aldırmaksızın, Türkiye’den destekleri neredeyse sıfırlayan bir programı uygulamasını istiyor.
Avrupa Birliği, mali ve ekonomik içerikli bir kapitalist montajdır ve onun varlığı, başka temel olguların üstünü örtmeye yetmez. Yani her halükârda, yapılan tüm düzenlemeler, en büyüklerin (Almanya, Fransa, İngiltere) çıkarına ve sermayenin daha fazla kâr güdüsüne uygun olarak yapılmaktadır.

KAYNAKÇA

DİSK-AR. 2000. DİSK Tarım Raporu. Ekim, Ankara.
Göktürk, Atilla 2003. Türkiye Tarım Politikalarının AB’ye Uyumu, Yeni Hayat Yayıncılık.
Günaydın, Gökhan 2002. “Küreselleşme ve Türkiye Tarımı”, TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası,
Tarım Politikaları Yayın Dizisi, No:3. Ankara.
Özkaya Tayfun, Işın Ferruh, Uzmay Ayşe, 2001. “Türkiye ve Avrupa Birliği’nde Tarım Sektörüne
Yönelik Desteklemeler”, www.agr.ege.edu.tr/teder.
Marco, Raul. “İspanya’dan”, Evrensel Gazetesi.
Tahsin, Emine, 2001. “Tarım Reformu ve Uluslararası Anlaşmalar”. İktisat Dergisi, s.412, 75-8.
Yılmaz, Gaye 2000. Kapitalizmin Kaleleri I (IMF, WB ve AB), Türk Tabipler Birliği Yayını.
Yılmaz, Gaye 2003. “Farklı Bir Kapitalizm: AB”! AB’nin Uluslararası Güç İlişkilerindeki Yeri, Yeni Hayat Yayıncılık.

Emperyalizm tarımı çökertiyor

Ülkeyi yönetenler, son birkaç aydır enflasyonun tek haneli rakamlara düştüğü, her şeyin düzeldiği ve sağlıklı bir ekonomik büyüme sürecine  girildiğinden söz edip, kamuoyuna ne kadar başarılı olduklarını anlatmaya çalışıyorlar.
Ama gerçeğin kendisi öyle değildir. Üstelik, rakamları insanlar yazdığı için, “rakamlar insanı aldatmaz” sözünün de tartışılabileceği ortadadır.
Söylenenlerin aksine, ekonomi, ucuz döviz kurunun sağladığı ithalat olanaklarıyla aldatıcı bir büyüme göstermektedir.
Ucuz döviz, yüksek faiz ve ithalat kıskacındaki bir ekonominin kendi iç dinamiklerini harekete geçiremediği görülmektedir. Yüksek kazançlı yabancı sermaye girişine ve ithalatın yükselişine dayanan bu süreç aldatıcıdır. (Kaldı ki yabancıların mülk edinebilme yasasıyla birlikte, çeşitli ülkelerden yabancıların satın aldığı ev, otel, arazi ve tarım alanlarına ödenen miktarlar da yabancı sermaye girişi olarak hesaplanmaktadır.)
Sonuçta dış borç ve cari açık hızla büyürken, ekonominin iç dinamikleri, ulusal kaynaklar hızla tükenmekte ve işsizlikle yoksulluk hızla artmaktadır.
Tabii ki, böyle bir gelişmenin kaynağı neoliberal ekonomik politikalardır.
Neoliberal politikalar dayatması, kimden gelirse gelsin (ister ABD, ister AB veya IMF, DB, DTÖ), bu, emperyalizmin ta kendisidir. Aralarında nitelik anlamında bir fark yoktur. Onun için bu politikalara teslim olan bir ülkenin karga misali burnunun pislikten kurtulması mümkün değildir.
Uluslararası sermayenin devlet politikası olarak veya kurumları vasıtasıyla (IMF, DB, DTÖ gibi) dayattığı bütün programlar, kanunlar, sözde reformlar, ulusal kaynakları yağmalanması üzerine kuruludur; bu kaynakları tüketmekte, ulusal ekonomiyi çökertmekte, dolayısıyla bağımlılığı, işsizliği ve yoksulluğu artırmaktadır.
Bu büyük tahribattan ulusal ekonominin tüm kaynakları ve dayanakları nasibini alırken, tarım ve hayvancılık da, bu politikalardan etkilenen sektörlerin başında gelmektedir.

GEÇMİŞTEN BUGÜNE…
Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla birlikte, emperyalistler, 1990’lı yılların başlarında yeni dünya düzeni (YDD) anlayışını ortaya attı. YDD; barış, adalet, demokrasi ve refahtan herkesin pay aldığı, başlıca çelişkileri çözülmüş bir dünya olarak tarif edildi. Ekonomide, siyasette, uluslararası ilişkilerde, ideolojik ve kültürel alanda yeniden yapılanmaya gidildi. Serbest piyasa ekonomisi, tüm ekonomik sorunların çözümü olarak gösterildi. “Sermaye en yüce değerdir”, “Bütün değerlerin yaratıcısı sermayedir. İşçiler, emekçiler, köylüler tüketicidirler, yüktürler” anlayışı benimsendi. Kamu hizmetlerinin tümünün özelleştirilip piyasaya açılması devri başladı. KİT’ler özelleştirilir veya “önce özelleştir sonra işlevsizleştir” uygulamalarıyla karşılaşırken, tarım alanında, EBK, SEK, YEMSAN, ORÜS, Şeker Fabrikalar AŞ, TİGEM, gibi kurumlar özelleştirilme kapsamına alındı.
Aslında bu gelişime, uzun dönemdir planlanan ve uygulamaya sokulmak için uygun zaman kollanan bu politikanın gerçekleşmeye başlamasının ifadesiydi.
Şöyle ki; 2. Dünya Savaşı sonrası, Türkiye tarımının mekanize edildiği, yani üretime tarımsal alet ve makinaların girdiği, üretimin arttığı, desteklerin yapıldığı, aynı zamanda, pazar olarak da dışa açıldığı bir dönemdi.
Ürün destekleme kapsamı genişletilmiş, girdi desteği ve kredi kullanımı artmış, ekilebilen toprak miktarı da büyümüştü. (16 milyon hektardan 24 milyon hektara büyüme gerçekleşmişti.)
Aslında, o yıllar, DP iktidarıyla birlikte, ABD ile ikili antlaşmaların yapıldığı, bağımlılık ilişkilerinin, borçlanmanın da başladığı yıllardı .
Ama 2. Dünya Savaşı’nda, Avrupa’nın, savaşın merkezi, ana kıtası olması dolayısıyla, kıtada büyük tahribat yaşanmış, özellikle tarım ürünleri alanında büyük oranlarda ihtiyaç doğmuştu. Dolayısıyla Türkiye tarımsal üretimini artıracak ve Avrupa’nın besin ihtiyacını karşılayacaktı.
’60’lı yıllarda da bu gelişme devam etti. Tarım sektöründe; teknolojinin geliştirilmesi, planlamaya yönelinmesi (DPT’nin kurulması) sulu tarımın artırılması, ürün kapsam ve destek oranlarının artırılışı çalışmaları yapılmış, önemli adımlar atılmıştır.
Ama ’70’li yıllarda biyoloji, genetik ve tarımsal üretimle ilgili teknoloji ve makinalaşmada yaşanan büyük gelişmeler ve yapılan yatırımlar, Avrupa ülkelerini de, sanayi ülkeleri olmaları yanında, aynı zamanda, gelişmiş birer tarım ülkesi haline getirmiştir.
Doğal olarak Avrupa pazarı, üretimde büyük artışlar sağlanmasıyla doymuştur. Zaten iç pazarın doymasının yanında, tarım ve hayvancılığın gelişmesi ve makinalaşmanın mümkün kıldığı yüksek karlılık oranları dayatma olanağı, (verimli geniş arazilere, büyük ve küçükbaş hayvan kapasitesine sahip olması ve yıllardır uygulanan destekleme politikalarıyla) dünyanın en büyük üreticilerinden biri olan  ABD’yi ve giderek de Avrupa ülkelerini yeni pazar arayışlarına itmiştir. Kapitalist emperyalist sistemin temel felsefelerinden biri de “eğer yeterli pazara sahip değilsen, pazarını kendin yaratırsın” şeklindedir.
İşte, Türkiye, genç ve büyük nüfusuyla cazip pazar olmaya aday bir ülkedir. O zaman tarımsal üretimini baltalamak ve giderek dumura uğratmak gerekmektedir! Bütün emperyalistlerin 12 Eylül askeri darbesini desteklemesi boşuna değildir. Demirel döneminde bile uygulamada zorlandıkları 24 Ocak ekonomik kararlarını en kolay uygulayabilecekleri koşullara, 12 Eylül’le kavuşmuşlardır. Her türlü demokratik sesin susturulduğu, partilerin, sendikaların kapatıldığı, işkence ve baskının kol gezdiği, en küçük bir toplumsal muhalefetin baş göstermesine izin verilmediği, cezaevlerinin doldurulduğu, 12 Eylül dönemidir.
24 Ocak 1980 Ekonomik Kararları, çalışma yaşamındaki birçok kayıpla birlikte, tarımsal alanda da önemli kayıpların hareket ettiricisi olarak, bugün ithalatçı bir ülke konumuna gelinmesinde başlangıç olmuştur.
Tarım girdilerinin fiyatları serbest bırakılmış, (gübre, tohum, ilaç, akaryakıt, traktör, makine vb. girdilere) sürekli zamlar yapılmış, ama bunun karşısında, taban fiyatları düşük tutulmuştur. Herhangi bir tarımsal ürünün fiyatında yükselme mi oluyor, hemen ithalata başvurularak, kontrol politikası izlenmiştir.
“Yüksek maliyet, ucuz ithalat” politikası ile, Türkiye çiftçisi, kendi ürettiği ürünüyle, ABD, AB ve diğer ülkelerden ithal edilen tarım ürünleriyle rekabet şansını yitirmiştir. Bu politikalar, Özal döneminde geliştirilip derinleşerek devam etmiş; dünyada tarım ürünleri yönünden kendi kendine yeten ender ülkelerden biri olan Türkiye, tarım ve hayvancılık ürünleri ithal eden ülke haline gelmiştir.

TARIMDA YOĞUNLAŞAN SALDIRILAR
Geride bıraktığımız 24 yıl boyunca işbaşına gelen hükümetler, emperyalizme göbeğinden bağımlı iktisat ve dış politikalar nedeniyle, bu bağımlılık ilişkilerinin dışına çıkamamış, çıkmaya niyetli de görünmemişlerdir.
Halkın günlük yaşamındaki etkileri bakımından olumsuz olan hangi durum varsa, IMF ve DB’nin dayatmış olduğu politikaları uygulayabilmenin gerekçesi olarak göstermiş; böylelikle halkın desteğini almaya ya da oluşabilecek tepkiler pasifize edilmeye çalışılmıştır.
Yazılı ve görsel medyanın kullanıldığı müthiş bir propaganda bombardımanıyla kitleler yanlış yönlendirilmiş; örneğin tarımsal KİT’ler “kara delik”, desteklemeler “ekonominin yükleri” olarak gösterilmiştir. Toplumun emekçi kesimine tekabül eden bileşenleri, esas düşmanını görüp, emperyalizm ve işbirlikçilerine, IMF ve DB politikalarına karşı birleşme yerine, daha müreffeh bir yaşamın önündeki engel olarak, birbirlerini görme durumuna itilmiştir.
Örneğin esnaf ve memur, ekonominin bir türlü düzelmemesinin gerekçesi olarak, tarıma ayrılan büyük desteklemeleri görür hale getirilmiş ya da köylülere desteklemelerin kaldırılması veya kısıtlanmasının sebebi olarak, her ay ödenen “yüksek” işçi ve memur maaşları gösterilmiştir.
KİT’ler “arpalık” olarak adlandırılmış, KİT’ler, teknolojik yenilenmeleri sağlanarak, verimliliğin artırılması üzerinden kârlılık düzeyinin yükseltilmesi ve ekonominin candamarları işlevini sürdürebilmeleri hedeflenecek yerde, özelleştirme adı altında yok pahasına satılmış, daha sonra kapatılarak, bu alanlar, özel sektörün insafına terkedilmiştir.
Sümerbank satılmış, Bursa Merinos gibi, dünyanın en büyük beş tesisinden biri olan, ilk defa kendi elektriğini üretip dışarıya da verebilen ve dünyanın en kaliteli ve su geçirmez yünlü kumaşlarını üretebilen, 50 bin kişinin korunabileceği  sığınağı olan, bir tesis işlevsizleştirilmiştir. Bugün tamamen yok edilmeye çalışılmaktadır.
Zirai Donatım Kurumu ve Toprak Sulama Teşkilatı kapatılmıştır. Özelleştirme ve kapatmalarla birlikte, tarımsal alanda, kamu kurumu diyebileceğimiz hiçbir kurum ayakta ve işler halde kalmamıştır.
TİGEM’ler de, uzun dönemli kira yöntemi tercih edilerek, yok pahasına yerli ve yabancı tekellere peşkeş çekileceği günü beklemektedir.
4572 sayılı Birlikler Yasası ile 16 birliğin tüm destekleri kaldırılmış, hatta, yüksek faiz politikalarıyla, borçlu hale getirilen Birlikler’in tüm fabrika ve diğer kaynaklarına el koymanın yolu açılmıştır. Türkiye’nin en önemli tarıma dayalı sanayi kuruluşları yabancı tekellerin eline geçmiştir.
Örneğin, zeytinyağı üretiminde Komili, Sırma, Yudum gibi tüm firmalar, kısacası zeytinyağı üretim ve pazarının % 80’i, para spekülatörü Soros’un firmalarının eline geçmiştir. Zeytinyağı pazarının ve sanayiinin %20’sini elinde bulunduran TARİŞ, uluslararası tekellerin hedefi halindedir. Onun için TARİŞ’e, Zeytinyağı Birlik seçimlerine kadar müdahale edilmekte; Birlik’i güçsüz düşürmek için, izlenen diğer birçok yöntemle birlikte, İzmir Atatürk Organize Sanayi Bölgesi’ndeki, Ortadoğu’nun en büyük ve dünyanın sayılı zeytinyağı tesislerinden olan tesisin fabrikasını hedef alan baskılar yoğunlaştırılmakta, 57. Hükümet döneminden bu yana, DB, tüm hükümetlere baskı yaparak, “bu tesisi ya satın ya da kapatın” diyebilmektedir.

PANCAR VE ŞEKER ÖRNEĞİ
Diğer yandan Şeker Yasası’yla, Türkiye’de pancar ve şeker üretiminin engellenmesi resmen yasalaştırılmıştır. 27 Haziran 2003 tarihi itibarıyla, şeker fabrikalarının satış süreci başlamıştır. 1998 yılında başlayan kota uygulaması, pancar üretiminin kontrol altına alınmasını amaçlıyordu. Nisan 2001’de Şeker Yasası’yla birlikte, kota uygulaması, şeker üretiminde de uygulanmaya başlandı.
Ülkenin içsel üretim dinamikleri, IMF ve DB’nin dayatmalarına bağlı olarak üç-beş milyar dolar için felç edilirken, nişasta bazlı şeker üretimi, 234 bin tondan, Bakanlar Kurulu kararıyla, 2003-2004 dönemi için 351 bin tona çıkarılmıştır. Bush-Erdoğan görüşmesinde dayatılan, dünyanın en büyük tarım tekellerinden Cargill’in sorununun çözümü talebi, bu tekelin mevzuatla ilgili karşılaştığı sorunların çözülmesinin yanında, pazar payının da arttırılmasıyla zaman geçirilmeden karşılandı.
Nişasta bazlı tatlandırıcı üreten Cargill’in mısır nişastası için hammadde ihtiyacını karşılamayı da, Bakan Unakıtan’ın mısır ithal eden oğlunun üstlendiğini, milyonlarca dolar kazanıp, Türkiye tarımının ve tarıma dayalı sanayiinin batmasına katkıda bulunduğunu, artık Türkiye’de herkes biliyor.
Halbuki pancar üretimi ve şeker sanayii, aileleriyle birlikte 5 milyon çiftçiyi, 25-30 bin dolayında işçi ve bu sektördeki diğer çalışanlar ve etkilenenlerle birlikte, 10 milyon dolayında insanımızı, doğrudan ilgilendirmektedir.
Türkiye’de özele ve kamuya ait 30 şeker fabrikasının 2,5 milyon ton dolayındaki şeker üretimi, 2003 yılı itibarıyla, 1,7 ton dolayına düşürülmüştür. Pancar alımlarında tüccarlar devreye girmiş, kota uygulamasıyla üretebileceği ürünü belli olan çiftçiler, belirtilen rakamın üzerindeki ürünlerini ucuza vermek zorunda bırakılmış, tüccarlar, daha sonra bu “fazla”yı yüksek kârlarla ilgili kuruluşlara satar kılınmışlardır.
Pancar ülke sanayiinin lokomotifi görevini yerine getirirken, şeker fabrikaları, istihdam yaratma ve bölgesel kalkınmaya katkı sunma açısından örnek oluşturuyordu. Pancarın küspesinin de, iyi bir hayvan yemi olması dolayısıyla, ayrıca bir katkısı oluyordu.
Dünyanın şeker ihraç eden ülkesi olan Türkiye, bugün artık şeker ithal eden ve topraklarında yabancı tarım tekellerinin nişasta bazlı tatlandırıcı ürettikleri, mahkum edilmiş, üreticisi işsiz ve yoksul bir ülke haline getirilmiştir.
Pancar ve şeker üretiminde tezgahlanan oyun, tütün üretimi ve tekel üzerinde de oynanmıştır. Bugün Türkiye’de sigara içen insan sayısının 30 milyon dolayında olduğu söylenmektedir. Sigara içme yaşı 13’lere kadar düşmüştür. Bu, uluslararası tütün ve sigara tekelleri için büyük ve kârlı bir pazar anlamına gelmektedir.
Bu pazarı ele geçirmek için tütün yasasını çıkartmışlardır. 2001 Şubat Krizi’nden sonra, IMF’den istenen 3 milyar dolar karşılığında, 57. Hükümetin önüne konan 52 maddelik stand-by antlaşması, örneğin bunun için dayatılmıştır.
Bunun içinde “15 günde 15 yasa” vardır. Birlikler Yasası, Şeker Yasası, Tütün Yasası, orman alanlarının özelleştirilmesi ile ilgili yasa, tarım alanlarının tahrip olmasına yol açacak olan Maden Yasası, Yabancıların Mülk Edinebilme Yasası (59. Hükümet döneminde yasalaşan bu yasanın kabul edilmesinden bu yana çok zaman geçmemesine rağmen, tüm Türkiye topraklarının binde üçü yabancıların mülkiyetine geçmiştir.
Tütün Yasası’yla birlikte tütün üretiminde var olan kota uygulamaları arttırılmış, 2,5 milyon kişiyi yakından ilgilendiren tütün üretimi durma noktasına gelmiş, 500 büyük sanayi kuruluşu içinde önemli yeri olan TEKEL’in parçalanarak satılmasının önü açılmıştır. Sigara pazarının % 80’i yabancı sigara tekellerinin eline geçmiştir. Bu yasanın çıkmasında büyük “lobi” faaliyetleri yürüten Sabancı ve Koç grubunun bu sigara tekellerindeki %5-7’ler düzeyinde olan ortaklığı ise, işbirlikçi politikaların mükafatı olarak, züğürt tesellisinden başka bir şey değildir.
Sabıkalı Tarım Tekeli Cargill’le Cola Turka’yı ortak üreten Ülker’in başbayiliğini Erdoğan’ın oğlunun yapması da, aynı anlayışın başka şekilde kendini göstermesidir.

TARIMSAL ÜRETİM DÜŞMEKTEDİR
Bu örnekleri çoğaltılabiliriz ama, genel bir gerçek var: Türkiye’de tarımsal üretim düşmüş, ekilebilen araziler azalmıştır; 1980 yılında tarım sektörünün GSMH içindeki payı % 24.8 iken, bu oran, 2003 yılında % 13,8’e gerilemiştir. 2004 sonunda daha da düşeceği şimdiden görülmektedir.
Bu politikalar dayatıldığından itibaren, bazı ‘uzmanlar’ ve sözüm ona ‘bilim adamları’ (ismi ve unvanları ne olursa olsun) sahibinin sesi görevini üstlenmişlerdir.
Bunlara göre Türkiye’de tarımla uğraşan kesimin genel nüfus içerisindeki payı, % 34-35’lerdedir. Bu rakam çoktur, bu oran, AB ve ABD’de %3-5’ler dolayındadır. Dolayısıyla, Türkiye’de de düşürülmelidir. Rakamlar doğru kabul edilse bile, bu rakamları dayanak yaparak, uygulanan tarım politikalarının savunuculuğu olanaklı mıdır? Üstelik, şu gerçekler görmezden gelinebilir mi?
– AB ülkelerinde tarımla uğraşan % 3,5 dolayındaki kesim, ülke topraklarındaki tarım arazilerinin % 80’nin yüzerindeki bölümünü işleyebilmektedir. Bizde bu oran çok düşüktür.
– Türkiye sanayi devrimini yapmamış bir ülkedir, her ne kadar sanayileşmede önemli adımlar atılsa da, istihdam sorunu çözülememiştir, dışa bağımlı ekonomik politikalar ve sistemin kendisi bunun önünde engeldir.
– Tarımla uğraşan % 34-35 dolayındaki nüfusun % 90’ı ilkokul mezunudur. Dolayısıyla eğitimden geçmeden başka bir işte çalışabilmesi olanaklı değildir. Genel nüfusun zaten büyük bir bölümü şehirlere göç etmekte, üç büyük şehirde neredeyse nüfusun üçte biri yaşamaktadır. Bu durum, çarpık kentleşmeye ve inanılmaz bir işsizler ordusuna yol açmaktadır.
Onun için –örneğin sanayiin gelişmesi ve tarımdan sanayie kaynak aktarılması gerekçesiyle– tarımla uğraşan nüfusun azaltılması politikası, tarımın bitirilmesi, üretimsizliğe zorlanması; koşulsuz IMF politikalarını uygulanması ve kırsal kesimde işsizliğin, yoksulluğun, açlığın artmasından başka bir işe yaramayacaktır.

“DOĞRUDAN GELİR DESTEĞİ”
Bir ülkeyi tarım ürünleri yönünden açık pazar haline getirmenin birinci yolu, o ülkede üretimi önleyici uygulamaları devreye sokmaktır. Türkiye’de üretimi engelleyen; şimdiye kadar anlattığımız uygulamaların yanında, “Doğrudan Gelir Desteği” (DGD) denilen, IMF ve DB’nin, desteklenmelerin kaldırılarak onların yerine dayattığı projedir. Bu uygulama, üreteni değil, tapuyu belgeleyeni desteklemekte, dönüm başına 13,5 milyon TL. ödeme yapılmaktadır. Binlerce dönüm arazisi olanlar, hiç ekip biçmeden bu parayı almakta, üstüne, tarlasını kiraya vermektedir. Gerçek anlamda üretim yapan, desteklenmemektedir.
Halbuki bunu dayatan ülkeler, kendi üreticisine, ürettiği ürünün karşılığında kilo başına destekleme primi vermektedirler.
Kaldı ki, bu uygulamanın doğruluğunu savunanlar, DGD’lerin de, neden 2005 yılında sona ereceğini anlatamıyorlar. 2005 sona erecek olan DGD’ler, desteklerin tamamen kaldırılması için ara geçiş dönemi uygulamasıydı. Tepkileri susturmak için başvurulan bir yoldu. Esas niyetinde üretimi engellemek vardı. Nitekim, tarım girdi fiyatlarının yüksekliği, taban fiyatlarının düşük tutulması gibi nedenlerle birlikte, DGD’ler de hububat üretiminin önemli ölçüde azalmasına götürmüştür.
Bunun sonucunda, Türkiye’de üretilen hemen tüm ürünlerin üretiminde (buğdaydan pamuğa, mısırdan fındığa, pancardan tütüne kadar) azalma olmuş veya çok nadir olarak, bazı ürünler azalmamış, ama, yerinde saymıştır.
Üretimin azalmasıyla birlikte; ithalat her geçen gün artmış, ithalatçılar kazanırken, üretici yoksullaşmıştır.

HAYVANCILIK
Hayvancılıkta da durum farklı değildir. EBK, SEK, YEMSAN’ın özelleştirilmesi, yemin pahalı, sütün sudan ucuz olması, zirai kredi faizlerinin yüksekliği, bilimsel çalışma ve desteğin üreticiye yeterince verilmemesi, hayvancılıkta da büyük tahribatların yaşanmasına yol açmıştır.
1984’te 975 bin ton olan kırımızı et üretimi, bugün 900 bin tonun altındadır. Küçükbaş hayvan varlığı (koyun) 40 milyondan 25 milyona, büyük baş hayvan varlığı (sığır) 13 milyondan 9 milyona düşmüştür. Et açığı her yıl katlanarak artmaktadır.
Ülkemizde beyaz et tüketimi, kişi başına, yıllık, 12 kg, yumurta üretimi ise 135 adettir. Bu rakamlar, gelişmiş ülkelere göre çok gerilerdedir.
30 temmuz 2004 tarihinde DTÖ, 1 Ocak 2006 tarihinden itibaren gümrük duvarlarının ve fonların kaldırılması kararı almıştır. Bu durum, Türkiye açısından daha büyük yıkıma yol açacaktır.
Yıllardır uygulanan IMF politikalarıyla canlı hayvan ve et ithalatının serbest bırakılması, Türkiye’de hayvancılığı gerilettiği gibi, halkın gıda güvenliğini ciddi anlamda tehdit etmiştir. Evine ayda 1 kg et götüremeyen ailelerin sayısı küçümsenmeyecek kadar yüksektir.
Halkın ucuz protein ihtiyacını sağlayabilecek ürün olan balık da, yanlış avlanma, denetimsizlik, deniz kirliliği gibi nedenlerle yeterince bu işlevi yerine getirememektedir. Türkiye’nin üç tarafı denizlerle çevrili olmasına ve av yasağı kalkmasına rağmen, yeterince bolluk yoktur ve fiyatlar yüksektir. İthal Norveç uskumrusu balık tezgahlarında alıcı beklemektedir.

TARIMDA LİBERALİZASYON
Kısacası, tarım ticaretinin liberalizasyonu Türkiye’yi çıkmazın içine sokarken, her türlü tarımsal ürünü, ete, peynire, balığa kadar her şeyi bize satabilen gelişmiş ülkeler, kendileri için her alanda büyük bir pazar yaratmanın keyfini sürdürmektedir.
Bu neoliberal politikalara devam edildiği sürece, ki devam edileceği görülüyor, şu ana kadar yaşanan olumsuzluklardan çok daha büyük felaketlerle karşılaşacağımız apaçık ortadadır.
Dünyanın en büyük fındık üreticisi olan Türkiye’de fındık fidanlarının sökülmesini savunan politikaların halen arkasında durmak, işbirlikçi olmaktan da öte, ihanetle özdeştir.
Dün Gümrük Birliği anlaşmasını tek taraflı imzalayanlar ve bugün bu anlaşmanın kaliteyi artırdığını söyleyenler (sanayi üretiminde kaliteyi artırdığını söylüyorlar), bu anlaşmadan dolayı, Türkiye’nin şimdiye kadar 60 milyar dolar zarara uğradığını unutuyorlar.
Buğdayı, mısırı, soyayı, kuru fasulyeyi, mercimeği, eti, peyniri, meyveli yoğurdunu (Danone), sıvı yağını, pamuğu (Türkiye, geçen yıl 900 milyon dolarlık pamuk ithal etmiştir), yününü, ipliği, şekeri, tütünü, sigarayı dışarıdan alan bir ülkenin geleceğinden nasıl bahsedilebilir ki?
300 milyar doların üzerinde iç ve dış borç, her ay katlanarak artan dış ticaret açığı rakamları, bu neoliberal politikaların sonucu değildir de, nedendir?

TARIMDA İTHALAT
Tarım alanında yaşanan üretim düşmesi, hatta üretimsizlik, ekilebilen toprak miktarının azalması, yüksek maliyetler, desteklemelerin kalkması, ithalatın sürekli artması, bu ekonomik tablonun önemli nedenlerinden biridir.
Tarım sektörü stratejik bir sektördür, bir ülkenin doğrudan gıda güvenliğini ilgilendirir. Yemeden içmeden yaşama olmaz, ama bir elbiseyi birkaç yıl giymekle kimse sağlığını kaybetmez. Onun için, bu stratejik sektörde dışa bağımlı olmak, bir ülke açısından, tercih edilebilecek bir durum değildir.
Tarımda ithalat 4 milyar doları bulmuştur. 3 kasım 2002 seçimlerinden önce, bazı siyasi partilerin, programlarında, tarımı ayağa kaldırmak ve bu sektörü yeniden organize etmek için 2 milyar dolar ayıracaklarını söylemelerini, yani tarımı 2 milyar dolarla ayağa kaldıracaklarını ileri sürmelerini hatırlarsak, tarım ürünleri ithalatına harcanan 4 milyar doların büyüklüğünü daha iyi anlayabiliriz. Bu miktar, üretici çiftçinin desteklenmesine, tarıma dayalı sanayiinin teknolojik anlamda yenilenmesine ve yeni yatırımlara harcansa, ithalatçı bir ülke olmaktan, ihracatçı olmaya doğru bir gelişim gösterilebileceği gibi, işsizlik sorununun çözümünde de, özellikle kırsal kesim açısından önemli mesafeler katedilebileceği açıktır.
Doğanın Türkiye’ye sunduğu zenginlikler, iklim koşullarının uygunluğu ve çeşitliliği (bazen, aynı anda, ülkemizde dört mevsim yaşanabiliyor) açısından,  dünyada tarıma bu kadar uygun çeşitlilik ve yeterli kaynak ayrılıp iyi organize edildiğinde olumlu sonuç alınabilecek başka kaç ülke vardır?
Türkiye’nin hiçbir komşu ülkesinin, iklim koşulları itibariyle, bizdeki ürün çeşitliliğini, miktarı ve kaliteyi yakalamaları mümkün değildir. Dolayısıyla Türkiye, tarım ürünleri ve işlenmiş ürünler açısından bölgenin gıda ambarı ve en büyük ihracatçısı olabilir.
Ama yıllardır dışa bağımlı IMF politikaları nedeniyle bırakın bu tablonun gerçekleşmesini, Türkiye komşu ülkelerinden tarım ve hayvancılık ürünleri ve gıda maddeleri ithal eder hale geldi. İran’dan, Bulgaristan’dan, Romanya’dan ucuzluğu gerekçesiyle, tarım ürünleri ithal edilmektedir. Türkiye’nin hibrit tohum pazarı, İsrail’in elindedir. Tarım girdilerinde (tohum, ilaç, gübre, akaryakıt, makine ve teknoloji) ithalatçı olmak başlı başına bir sorunken, ve bu, küçük üretim başta olmak üzere, ürün maliyetini artırıp dünya piyasalarında rekabet şansını azaltır ve sorunun çözümü için kaynak ayırılıpp yatırımlar yapılması gerekirken; IMF programları doğrultusunda, bunlar yapılmayıp üretim engellenmekte, ithalat teşvik edilmektedir.
ABD, resmi görüşmelerde, et ve bazı tarım ürünleri ithalatının önündeki kotaların kaldırılması için talepte bulunmakta, Türkiye’yi DTÖ’ye şikayet edeceği tehdidi savurmaktadır.
Sonuç olarak, Türkiye uluslararası sermayenin ablukası ve kuşatılmışlığı altındadır. Neoliberal politikalar, IMF ve DB dayatmaları devam etmekte, Türkiye tarımının tasfiyesi planlanmaktadır. İthalat artışı, dış ticaret açığını artırmaktadır. Dış ticaret açığı, daha fazla borçlanmaya, dışa bağımlılığa, uluslararası sermayenin ülke ekonomisi üzerindeki etkisinin artmasına yol açmaktadır. Bu kontrol arttıkça, yeraltı, yerüstü kaynaklarından daha fazla pay isteyen emperyalistlerin talan ve sömürüsü, iç ve dış politikalarda bağımlılık ilişkileri katmerlenmektedir.

YAPILMASI GEREKENLER NELERDİR?
Mevcut sistem partilerinin bu neoliberal politikalara ne karşı çıkma diye bir dertleri ne de mecalleri vardır. Aksine onlar izlenen politikalarla Türkiye’nin önünün açıldığını, dünyaya daha kolay entegre olunacağını savunmaktadırlar.
Dünyaya entegre olma denilen şey, aslında, dünyanın, uluslararası sermayenin, isteği doğrultusunda yeniden düzenlenmesi (örneğin, gümrük duvarlarının tamamen kaldırılması, kamusal içerikli en küçük bir yapının dahi kalmaması vb.) ve işbirlikçi sermayenin bu yeniden yapılanmanın bir parçası olmasından başka bir şey değildir.
Yaşamın her alanında olduğu gibi, tarım alanında da, bu politikaların hedefi durumundaki üretici köylülüğün (özelikle yoksul ve topraksız köylülükle, sermaye politikalarına uyum gösteren bir avuç büyük toprak sahibi dışındaki orta köylülüğün) örgütlenip mücadele etmekten başka seçeneği yoktur.
Evet, üretici köylülüğün örgütlenme ve mücadele geleneği açısından zaafları vardır. Yıllardır düzen partilerinin, özellikle “merkez sağ” partilerin oy deposu işlevini sürdürmüşlerdir. Ama son dönemlerde yaşanan çözülme, ayrışma ve bölünmeler, bu kesimde de yaşanmaktadır. Küçük ve orta köylülük giderek yokolmakta, mülksüzleşmekte ve yoksullaşmaktadır. Verimli topraklar, durumu daha iyi olanın, tarım tekellerinin ya da yabancıların eline geçmektedir.
Aslında üretici olan kesim küçük ve orta köylülüktür. Büyük toprak mülkiyetini elinde bulunduranlar, DGD paralarıyla haksız kazanç elde ederken, ayrıca topraklarını da kiraya verebilmektedir. Binlerce dönüm arazinin mülkiyet bildirimiyle DGD parası alanların, üretim diye bir sorunları yoktur. Üretim yapanlar da, ürettikleri dönemde yaptıkları masraflarla, hasat döneminde kazançlarını karşı karşıya koyduklarında, çoğu zaman, gelirler giderleri karşılamamaktadır. Bunun sonucunda, bu kesim üretimden kopmaktadır. Birçoğu tarlasını, traktörünü satmakta, kente göç etmektedir. Bir kısmı da yarı aç yarı tok üretici olmakta direnmektedir.
Yoksul, küçük ve orta köylülük, özellikle son yıllarda uygulanan IMF dayatması tarım politikalarının sonuçlarıyla nedenlerini yaşayarak öğrendi. Yetmiş yıllık gelenekleriyle, tercihleriyle çelişkiye düştü. Şaşkınlık geçirerek, öfkelendi arayış içerisine girdi. İki-üç yıl önce bir avuç köylü önderinin çabasıyla Trakya’da kurulan Üretici Köylü Sendikası’nı sevinçle coşkuyla karşıladı ve sahip çıktı. Öyle ki, örgütlenmeyi yürüten sendikanın merkez yöneticileri, gittikleri hiçbir yerden eli boş dönmedi, hatta bazen, örgütlenme istek ve çağrılarına cevap veremediler.
Kuşkusuz bu durum, bazı siyasi parti ve grupların, devlet yetkililerinin gözünden kaçmadı. Bu siyasi parti ve gruplar, “bu durumu biz daha önce niye göremedik, büyük köylü potansiyelinin örgütlenme hamlesinin başında biz niye bulunamadık” diye telaşa kapıldılar. Tür Köy Sen’in örgütlenme çalışmasının olduğu birçok yerde, alelacele köylü kurultayları örgütlenmesine çalıştılar. Niyetleri ne olursa olsun, bölücü konumuna düştüler, kafa karışıklığına yol açıp, objektif olarak, anti-emperyalist köylü hareketi ve örgütlenmesini zaafa uğrattılar. Hatta bazı yerlerde bu örgütlenmenin açıkça karşında yer aldılar.
Devlet kurumları (valilikler, kaymakamlıkların vb.), “yasaya göre köylü sendika kuramaz” diye engellemeye çalıştılar. Sendika hakkında kapatma davası açtılar. Yasalarda “üretici köylü sendika kuramaz” diye bir madde olmamasına rağmen, mahkemeden kapatma kararını çıkarttılar.
Tabii ki, burada sorun ve gerekçe, suyun yüzünde göründüğü kadar değildi. Esas sorun, 30 milyon üretici köylünün örgütlü bir güç haline gelmek için attığı adımın ulaşabileceği boyutlardan duyulan korkuydu. Üretici köylü; yıllardır sistemin bel kemiği idi, uysal, devletine, milletine bağlı, vur ensesine al ağzından lokmasını” “cinsinden”di. Üstelik, cahil, kolay yönlendirilebilen, yedeklenebilen insanlar topluluğuydu. Tüm bu özellikleriyle köylülüğü “bozacak” sendikalaşma işi de nereden çıkmıştı!
Şimdi bu köylülük, IMF’ye, emperyalizme, uygulanan tarım politikalarına karşı olduğunu söylüyor, örgütsüz ve dağınık halden kurtulup, talepleri etrafında bir araya geliyor, sendika kurup örgütlenmeye çalışıyordu. Üstelik, şimdiye kadar ağırlıklı olarak oy verdiği düzen partilerini eleştirmeye başlıyordu.
İşte bu gelişme sermayeyi, parti ve kurumlarını ürküttü; daha işin başındayken, sendikaya kapatma davası açılarak, etkisi kırılmaya çalışıldı. Belirli ölçüde de olsa, üretici köylü kitlesinin sendikaya yöneliminin önü kesildi. Sendikaya karşı “yasadışı olduğu” kuşkusunun yayılmasına yol açıldı.
Diğer yandan tüm emekçilerin, gençliğin, kamu emekçilerinin, ezilenlerin ve yoksulların, kadınların, üretici köylünün de partisi olan işçi sınıfın devrimci partisi ise; köylü sorunu, emperyalizmle ilişkisi, mücadele ve örgütlenme sorunları üzerinde doğru şeyler söylemesine, bu yönde çalışma yürütmesine rağmen, özellikle yerel örgütlerinin üretici köylünün örgütlenme sorununa yeterince önem vermemesinden kaynaklanan tutumları yüzünden, pratik sonuçları bakımından, söylenenlere uygun çalışmayı, gereken tarzıyla örgütlemede yetersiz kaldı.
Tür Köy Sen’in merkezinin “sapalığı”, merkezle şubeler arasındaki ilişki zayıflığı, ekonomik sorunlar, aidatların, bülten paralarının zamanında toplanamaması, yaygın bir şekilde bülten dağıtımının yapılamaması, tabana dönük eğitim çalışmalarının yetersizliği, sendikanın gündemin önünde olamaması gibi nedenler bir araya geldiğinde, üretici köylünün, emperyalizme ve işbirlikçilerine, IMF politikalarına karşı örgütlenmesinde yeterli mesafe alınamadı.
Ancak, bugün AKP hükümetinin icraatlarına bakıldığında, seçim öncesi verilen sözlerin tutulmadığı, IMF politikalarının tarım alanında aynen devam ettiği, hatta şimdiye kadarki uygulamaların yıkıcı sonuçlarının önümüzdeki aylar ve yıllarda daha derinden yaşanacağı görülmektedir.
Yani çelişkiler, üretici köylü açısından olumsuzluklar artacak ve derinleşecektir.
Bu durumda, bu alandaki güçleri birleştirmek, örgütlenmek ve mücadele etmekten başka seçenek yoktur. Üstelik yaşanmış bir deneyin üzerinden daha sağlam adımların atılmasının bütün koşulları mevcuttur.
Bu nedenle, üretici köylünün sendikalaşma mücadelesinin ileri unsurları, Tüm Üretici Köylü Sendikası’nı (TÜM KÖY SEN) kurmuştur. Tüm Köy Sen yeni bir adımdır. Dersler çıkarılarak, daha kalıcı ve yaygın bir örgütlenmenin yaratılacağı açıktır.
Üretici köylü kitlesi, bağımsızlık ve demokrasi mücadelesinde, diğer emekçilerin yanı sıra, işçi sınıfının temel müttefikidir.
Emperyalizmin her alandaki saldırıları püskürtülmeden, vahşi kapitalizmin yok edici sömürü ve talan politikalarına karş,ı onun hedefi olan tüm toplum kesimleri, çalışan emekçiler, işsizler, yoksullar, köylüler, gençler, kadınlar birleştirilmeden, bağımsızlık ve demokrasi mümkün olmayacaktır.
Yapılması gereken bu alandaki çalışmayı küçümsemeden, önemini kavrayarak, büyük potansiyeli ve kitlesel gücü görerek, çalışmaktır.
Bilinçli, sistemli, kesintiye uğramayan bir çalışmayla, bu alanda anti-emperyalist büyük bir mücadele örgütünün doğmasının bütün koşulları vardır. Bu açıdan, özellikle devrimci işçi partisinin yerel örgütlerine, kadrolarına, militanlarına, taraftarlarına önemli görevler düşmektedir.

SSK’lar ve sosyal güvenlik

Eğer bugün gündemin ilk sıralarına oturan SSK’lara el koyma teşebbüsünün öyle hükümetin söylediği gibi, “sağlık sistemini tek çatı altında toplamak” biçiminde, Türkiye’ye özgü bir şey olarak gören varsa, büyük bir yanılgı içersindedir. Yine, eğer sendika merkezleri, sorunu, yalnızca SSK hastanelerinin el değiştirmesi olarak değerlendirme eğilimindeyseler, onlar da, bir o kadar yanılgı, ama aynı zamanda gaflet ve delalet içersindedir demektir. Sendikaların genel merkezleri ve onların uzman, eğitmen kadrosundakiler, eğer dünya meseleleriyle azıcık ilintiliyseler, pekala bilmiş olmaları lazımdır ki, SSK’lara el koyma işlemi, Türkiye’ye has bir hükümet tasarrufu değil, 1980’lerde, IMF ve Dünya Bankası tarafından, borç-alacak ilişkisi içersine girdiği borçlu ülkelere dayatılan programın bir parçasıdır. Ve sonradan bu, genel olarak küreselleşmenin faziletleri olarak, tüm dünyada uygulamaya sokulan veya sokulmak istenen temel programın parçası haline gelmiştir: SOSYAL GÜVENLİĞİN TASFİYESİ.
Bu bakımdan, gerek SSK’lara el koyma, gerekse kıdem tazminatları ve emeklilik sistemi tartışmasının aynı zamanlarda ortalığa sürülmesi ne tesadüftür ne de birbirinden bağımsızdır. Tersine, her biri, sosyal güvenliğin tasfiyesinin araçları olarak gündeme gelmiştir.
1980’lerin başlarında IMF ve Dünya Bankası, borç-alacak ilişkisi içersine girdiği ülkelere, yeni krediler ve borç ertelemeleri koşulları olarak, temel birkaç noktayı dayatıyordu. Özelleştirmeler.. Ucuz emek gücü, yani ücretlerin en düşük seviyeye indirilmesi.. Sosyal alanların tasfiyesi.. Gümrük duvarlarının kaldırılması, ticaretin liberizasyonu, merkez bankasının özerkliği, yerli paranın dolarizasyonu..
Bu çerçevede büyük özelleştirme furyası başladı. En kârlı ve verimli işletmeler özelleştirilip yabancı ve yerli sermayenin önüne konurken, kâr etmeyen kurum ve işletmelerinse tasfiyesi gündeme geliyordu. Böylece ülkenin en temel üretim merkezleri, ekonominin dayanak ve direnç noktaları kırılıyor, ülke dayanaksız bırakılıyor, yabancı sermayenin can sıkıntıları ortadan kaldırılıyordu. Merkez Bankasının özerkliği, paranın dolarizasyonu ile ekonomi emperyalist tekel ve mali sermayenin eline geçiyor, spekülatif sermayeye hem vurgun alt yapısı hazırlanıyor, hem de ekonominin kontrolünü ellerine geçirme kolaylıkları sağlanıyordu. Ticaretin liberalizasyonu yerli üretimin çanına ot tıkıyor, rekabet şansını ortadan kaldırılıyor, yerli şirketlere ancak yabancı sermayenin uzantısı olma durumunda hayat hakkı tanıyordu.
Diğer şartlardan birisi de, sosyal güvenliğin tasfiyesini, devletin bu alanlardan tamamen çekilmesini içeriyordu. Dünya Bankası buna parlak bir isim de bulmuştu: “Yoksullukla mücadele”!
Evet, aynen böyleydi. Sosyal güvenliğin tasfiyesi, sağlıktan eğitime, emeklilik sisteminden kıdem tazminatlarına ve diğer alanlara kadar devletin sosyal alandan tamamen çekilmesi, desteklerin sona ermesi, “yoksulluğa karşı mücadele” programı adı altında yapılacaktı. Çünkü, yoksulluğun kaynağında devletin bu alanlara çok para harcaması, yatırım yapması yatıyordu! Bu harcamalar, kaynakların boşa harcanması sonucunu doğruyor, bütçe açıklarını büyüyor, ülke kalkınamıyor, kalkınamadığı için de yoksullaşıyordu!
Dünya emperyalist kapitalist sistemi, yoksulluğun nedeni  bulmuştu işte: İnsanların sağlığına, eğitime yapılan harcamalar, emeklilik sistemi, kıdem tazminatları! Yoksulluğa karşı sağlıklı mücadele verilmesi ve “yoksulluğun kabul dilebilir sınırlar dahiline çekilebilmesi” için, devletin bu alanlardan tamamen çekilmesi şarttı. Aksi takdirde, kaynaklar buralara gidecek, bütçe açıkları büyüyecek, kalkınma olamayacağı için yoksulluk da artacaktı! Oysa bütçeler gerçekçi ve rantabıl olmalı, kaynaklar israf edilememeliydi. İyi bütçe ise, borç ödeme esasına göre düzenlenmiş bütçelerdi! En önemlisi borç faizlerini ödemekti! Borç ödemelerini döndüren ülkeler gelişmekte olan ülkelerdi. Borçlar artabilirdi ve artmalıydı da. Eğer borç faizleri ödenebiliyorsa, borç artışı, kalkınmanın kanıtıydı!
Peki devletin sosyal alandan tamamen çekilmesiyle doğacak boşluk nasıl doldurulacaktı? Geri çekilen devletin yerine ne konulacaktı? “Acil Sosyal Yardım Fonu”!
Önerilen buydu. Hastanelerden, eğitime, emeklilik siteminden kıdem tazminatlarına kadar tüm sosyal alanlar “sosyal yardım fonu” şemsiye altına toplanacak, yönetim, hükümetle birlikte çalışacak “sivil toplum örgütleri”ne bırakılacaktı. “Sivil toplum örgütleri” de bu kurumları çekip çevirecekti. Herkes kendine yetecekti. Böylelikle, devlet, eğitime, sağlığa, emeklilik sistemi vb.’ne, yani sosyal yaşama kaynak ayırmayınca, yoksulluk azalacak, “kabul edilebilir yoksulluk”la da, yardım fonlarıyla, hayırsever duygularla mücadele edilecekti! Eğer buna rağmen yoksulluk sürüyorsa, bunun sorumlusu devlet, sistem değil, yardım fonlarının iyi çalışmaması, fonlarda yeterli kaynak toplanmaması olacaktı. Yoksulluk önlenecekse, halk daha fazla fedakarlık yapacaktı!
Fonlar kaynağı nereden sağlayacaktı? Gayet basit: Kaynak halktı. Hizmetler masrafı karşılığında verilecek, “yaratılan kaynaklar”la, sosyal alan çekip çevrilecekti. Çok mecbur kalınca, Dünya Bankası gibi kurumlar, “eğitim ve sağlığın gelişmesi”, insanların “eğitimsiz ve sağlıksız kalmaması (!)” için “ kredi vereceklerdi! Acil sosyal yardım fonları da, bu borçları, “çalışarak” ve çalıştırarak, hastaneleri, okulları verimli hale getirerek, kâra geçirerek ödeyeceklerdi. Eh, bir de halkın yardımseverlik, hayırseverlik duygularına baş vurulacaktı. Hayırseverlerin katkısıyla hizmetler sürdürülecekti!
Fonların temel ayakları, örneğin okullarda “Okul Aile Birlikleri” olacaktı. Okul aile birlikleri kayıt parası, bağış, katkı payları toplayacaktı. Ki bu uygulama, fiili olarak zaten yapılmaya başlanmıştı. Maliyetlerin düşürülmesinin başka yolları da vardı: Çalışanların sayısına azaltmak, esnek çalışmayı hakim kılmak. Geçici personel uygulamasını yaygınlaştırmak. Kadrolu öğretmeler yerine, saat başı öğretmen sistemini yaymak. Oluşacak rekabet ortamında, en az ücret talep edene işi vermek. Sınıfları kalabalıklaştırmak. Böylece öğrenci başına giderleri en alt seviyeye çekmek. Ya eğitim kalitesi? Kalite, şimdi olduğu gibi, özel dershane sistemini en geniş biçimde yaymak, özel okulları teşvik etmekle sağlanabilecek bir şeydi!.
Hastanelerde de durum buna benzerdir: Yapılan her işin, her hizmetin para olarak karşılığını almak. Hastaneleri bir sağlık kurumu olarak değil, işletme olarak düşünmek, kâr-zarar hesabına göre düzenlemek. Hastanelerin verimlilik ilkesini, sağlığa katkın nedir, kaç insana hizmet verdin, hizmet ‘kaliten nedir’den çıkartıp, ‘ne kazandın’a döndürmek. Verimliliği, sağlığa katkısından çok, yıl sonu bilançolarına bakarak tespit etmek! Öyleyse, övünç unsuru, övünmenin dayanağı, insan sağlığından çıkmış, kâr ederek “ayakları üstünde durma”yı başaran hastanelere indirgenmiştir. Ülkede sağlık sistemi felç olmuş, insanlar sağlık hizmetlerinden faydalanamıyor, hastalıklardan kırılıp geçiyorsa, bunun sorumlusu devlet değildir! Sosyal yardım fonlarının eksikliğidir! Kâr etmeyen hastanelerdir! İnsanların hayırseverlik duygularındaki gevşemedir, eğitim eksikliğidir, hastane ücretlerindeki düşüklüktür!

EMEKLİLİK SİSTEMİ; KIDEM TAZMİNATLARI
“Yapısal uyum programları” ya da “devletin yeniden yapılandırılması reform programları” adı altında ileri sürülen devletin sosyal alanlardan çekilmesini ön gören planlamada, sadece sağlık, eğitim, sosyal güvenlik kurumları değil, işçilerin ihbar ve kıdem tazminatları, işsizlik parası vb.’nin de sosyal yardım fonunun içersine katılması öngörülmüş, ve bu öngörü, uzunca bir süreden beri Türkiye’de adım adım yürürlüğe konmuştur.
Nitekim, dikkat edilirse, uzunca bir süreden beri, “emeklilik sistemi” ve “kıdem tazminatları” tartışmaları ülke gündeminin baş sıralarını işgal etmektedir. Emeklik, önce, “Bu ülkenin yarısı genç emekli” tartışmalarıyla gündeme geldi ve bu sistemin memleketi batırdığı ilan edildi. “Ülkenin bu kadar borç batağına girmesinde, bütçelerin bu derecede açık vermesinde en temel nedenler, kamu işletmeleri ve emeklilik sistemiydi! Kamu İktisadi Teşebbüsleri ülkenin sırtında kambur, memleket kaynaklarını yiyip bitiren bir canavar; emeklilik sistemi ise, ülkenin bugünü ve geleceğine konmuş dinamitti Her ikisinden de en kısa zamanda kurtulunmalıydı. Kaybedilecek bir dakika bile kalmamıştı, çünkü ülke uçurumun kıyısına gelmişti.”!
Bu yaygaralar ve kulakları sağır eden, tamamen yalana dayanan gözü dönmüş propaganda eşliğinde özelleştirmelere girişildi. Ne var ne yok haraç mezat satılmaya başlandı. Satılanlar, elbette en kârlı işletmelerdi ve bırakın işletme değerini, ekonomik karşılığını, arsa parasının bile altında peşkeş çekiliyordu. Bununla da kalınmıyor, zamana yayılan borçlandırmanın üzerine, bir de, bu işletmeleri alanlara teşvikler, işletme kredileri veriliyordu. Ve sonunda ortaya çıktı ki, bunca yıllık özelleştirilmelerden sonra, devletin kasasına para girmek bir yana, para çıkmıştı!
Emeklilik yaygaraları da buna benzer oldu. Emeklilik yaş sınırı neredeyse Türkiye’deki ortalama yaşam süresine çekildi. Ama bu işin sadece başlangıcıydı. Deyim yerindeyse, sosyal güvenlik sistemini yok etmenin ilk “açılış partisi”ydi. Özellikle sendika genel merkezlerinin ısrarla görmekten ve emekçilere anlatmaktan kasıtlı biçimde kaçındıkları, buydu. Burada bir kere geri adım atıldıktan sonra, sıra diğer geri adımlara gelecekti. Çünkü kapitalist sistem, dünya çapındaki hedeflerini belirlemişti. Bu yolda adım adım yürünecek, her yeni adımla, alıştırılarak ve kanıksatılarak sosyal haklar yok edilecekti. Nitekim o iş halledilince, sermaye cephesi, ortaya, emeklilik maaşları ve kıdem tazminatlarını sürdü. “Emeklilik maaşını devletin ödemesi de ne oluyordu? Devlet o kadar emekliye yıllar boyu onca parayı nasıl ve nereden ödeyecekti? Bu gidişle memlekette kaynak kalmaz, bütçeler açık vermeye devam eder, devlet iki yakasını bir araya getiremezdi. Üstelik kıdem tazminatı uygulaması da yanlıştı. Bu işin çözümü, bir fon oluşturmak, fonun yönetimini işçi, işveren ve ‘diğer sivil toplum örgütleri’nin yönetimine bırakmaktı. Ücretlerden kesilenler fonda toplanır, fon da emekli maaşlarını öderdi. Fonun bütçesi yetmezse eğer, bu kez ücretlerden daha fazla kesinti yapılırdı. Madem emekçiler emekli maaşı almak istiyordu o zaman, emekli maaşlarını çalışırken ödeyeceklerdi.”!
İşte şimdilerde yine gündeme getirilen emeklilik sistemi ve kıdem tazminatı tartışmalarının “adresi” burasıdır. İşçilerin, emekçilerin kazanılmış sosyal hakları, yardım fonlarına havale edilmek istenmektedir. Yani, sosyal haklar ve sosyal güvenlik sistemi yerine “hayır kurumları” geçirilmek, emeklilik, emekçilerin emeklerinin karşılığı bir hak olmaktan çıkarılıp, iane-yardım durumuna indirgenmek istenmektedir! Eğer “yardım” fonları sıkışır, nakit darlığı için girerse, uluslararası yardım fonları devreye girer ya da “insanların aç kalmasına gönlü elvermeyen Dünya Bankası” kredi verir, böylece yoksulluğa karşı elbirliğiyle mücadele verilirdi!
Böylece, işçi ve emekçilerin yarattıkları değerler üzerinden inşa edilmiş ülkede, işçiler, emekçiler, halk yardım fonlarının vicdanına atılıyordu. Yani, onlar, kazanılmış haklarını bir kenara bırakıp, fonların yardımına sığınacaktı! Üstelik tüm bu sosyal hakların yok edilmesi, “yoksulluğa karşı mücadele” temelinde, onun adına yürütülüyordu. Çünkü yoksulluğu kaynağı işçiler, emekçiler, okullar, hastanelerdi!
Kısadan ifade şuydu: Sosyal hak yoktu! Yardıma muhtaç insanlar vardı! Yoksullara yardım ve dayanışma ise, devletin değil, “sivil toplum”un göreviydi! Devlet yoksullara yardım etmek yerine, zenginlere kredi, teşvik vermeli; kaynakları, hastane, okul gibi kârsız ve verimsiz yatırımlar yerine, patronların fabrikalarına, batık ya da batık olmayan bankalarına yönlendirmeliydi! Patronlar fabrika açtıkça işsizlik ve yoksulluk önlenebilirdi! Bunun için yabancı sermayenin önü açılmalı, bedava arazi tahsis edilmeli, vergi indirimleri, muafiyetler getirilmeli, elektrik, su ucuza verilmeli, gümrükler sıfırlanmalı, koruyucu önlemler kaldırılmalı ve elbette ücretler düşük tutulmalıydı!

SSK’LARIN SAVUNULMASI
1946 yılında kurulan ve şu an 148 hastanesi, 212 dispanseri, 202 sağlık istasyonu, 3 ağız ve diş sağlığı merkezi, 6 dispanser/ağız ve diş sağlığı merkezi, 2 dispanser ve hemodiyaliz merkeziyle dev bir sağlık zincirine ulaşan SSK hastanelerine el koyma, işte, yukarıda anlatılan sürecin ve hedeflerin sonucu olarak gündeme geldi.
SSK’lara Sağlık Bakanlığı’nca el konulması suretiyle sağlık sisteminin tek bir çatı altında toplanarak hizmetlerin merkezileştirilmesi ve kalitenin artması sözleri, koca yalanlardan başka bir şeyi ifade etmiyor.
Birincisi, yasal olarak bile hükümetin SSK’lara el koyma yetkisi yok. Kağıt üzerinde de olsa, SSK’lar özerk kurumlardır ve eğer sendikalar sendika olmuş olsaydı, hem denetleyici hem yönlendirici pozisyonda SSK’lar çok daha işler noktada olurdu. Buna rağmen, SSK’da asıl söz sahibi olan, işçilerdir.
Sağlık hizmetlerinin tek bir çatı altında toplanması ve hizmet kalitesinin artmasına gelince… Devlet hastaneleri ve sağlık ocaklarının büyük bölümü zaten sağlık bakanlığının yetki ve sorumluluğu altındadır. Ayrıca, Sağlık Bakanlığı, ülkedeki tüm sağlık hizmetlerinden sorumludur. Peki, ülkenin sağlık sistemi ne haldedir? SSK’ları gasp edince sağlık hizmetlerinin düzeleceği palavrasını sallayan bakanlık, ülkedeki sağlık hizmetlerini neden düzeltmemiştir? Devlet hastanelerinde sağlık hizmeti daha mı iyidir? Kaldı ki, sağlığa bütçeden ayrılan pay yüzde 3,3 düzeyindedir ve bu kadar payla, bırakın yeni sağlık yatırımları yapmak, ancak genel giderler, personel harcamaları karşılanabilir. Zaten, sağlık hizmetleri de çoktan paralı hale gelmiştir. Bugün cebinde parası bulunmayan ve herhangi bir sosyal güvenlik sistemine dahil olmayan bir insanın sağlık hizmetlerinden faydalanması mümkün müdür? Diyelim o insan kanser oldu, milyar liralık tedavi ücretlerini, kutusu yüz milyonlarca liralık ilaçları nasıl karşılayacaktır? Nitekim karşılayamamaktadır ve göz göre ölmektedir.
Yalanın asıl çarpıcılığı şuradadır: Hükümet tarafından hazırlanıp Meclis’te kabul edilen, ancak Cumhurbaşkanı’nın vetosuyla karşılaşan Kamu Yönetimi Yasa Tasarısı’na göre, zaten Sağlık Bakanlığı sağlık hizmetlerinden çekilecektir. Askeriye ve üniversitelerin yetki ve sorumluluğu dışındaki diğer tüm hastane, dispanser, sağlık istasyonu, sağlık ocağı vb. kurum ve kuruluşlar, il özel idarelerine ve belediyelere devir edilecektir. Yani bir değil, bin bir başlılık söz konusu olacaktır. Bu yasa tasarısı, bir süre sonra, Meclis’e yeniden gelecektir.
Demek ki, “tek başlılık” gerekçesi palavradır. İşte, AB uyum yasaları, belediye yetkilerinin arttırılması, yerinden yönetim, inisiyatif verme vb. “demokratizm” şaklabanlıklarının altında yatan asıl nedenlerden birisi de budur: Devletin asli görevlerinden çekilmesi, sosyal alanların feshedilmesi, “yerel ve yerinden yönetim” demagojisiyle hizmetlerin özelleştirilmesi, fonlara devredilmesi.
Elbette bu süreç, tıpkı özelleştirmeler ve “mezarda emeklilik” yasasında olduğu gibi yalan propagandalar ve entrikaların ortalığı kapladığı bir süreçtir. Örneğin, ileri sürülen propagandalardan birisi şudur: “SSK bir sigorta kuruluşudur. Hangi sigorta kuruluşunun hastanesi vardır? Sigorta kuruluşu insanları sigorta kapsamına alır, hastalanan insan hastaneye gider, ücretini sigorta öder?”
İşte, aslında varılmak istenen hedefin peşin peşin ifadesi budur: SSK’yı bir sosyal güvenlik kurumu olmaktan çıkartıp, basitçe bir sigorta şirketine indirgemek. Hal böyle olunca, bu düşünce, bir kez egemen kılınıp kabullendirildikten sonra, bu kez, devletin sigortacılıkta ne işi var denecektir. “Sigorta, sigorta şirketlerinin işidir” savları ileri sürülecektir. Özel sigorta, özel emeklilik, özel okul, özel hastane, “yardım fonları” derken, sosyal güvenlik sistemi kökünden feshedilecektir.

YOKSULLUĞA KARŞI MÜCADELE
1980’lerde başlayan süreçte özelleştirmeler, “yapısal uyum programları”, “yeniden yapılanma”, “kamu reformları” vb. adlar altında yürütülen tasfiyelerle buraya kadar gelindi. Şimdi Kamu Yönetimi Yasası’yla, devletin tüm sosyal alanlardan çekilmesi, yerini, “yardım fonları”na ve “sivil inisiyatifler”e bırakması öngörülüyor. Sosyal hakların budanarak köküne “kibrit suyu” ekmenin alt yapısı hazırlanıyor. Eğer SSK’lara el konulabilirse, hiç kimsenin şüphesi olmasın ki, sıra diğer sosyal haklara gelecek, emeklilik sisteminden kıdem tazminatlarına kadar, her şey, aynı yöntemle “fonlar”a devredilecek ve herkes başının çaresine baksın denecek.
Bu bakımdan, SSK’ların savunulması, günümüz açısından, aynı zamanda, tüm sağlık hakkının, eğitim hakkının, hastanelerin, sosyal güvenliğin savunulması demektir. İşçilerin sosyal haklarından vazgeçirilip yardım fonlarının eline bırakılmasına karşı savaşım demektir.
Saldırının hedefi çok kapsamlıdır. En başta sendikalar olmak üzere, emekçilere, halkın çıkarlarını kendine çıkar kabul etmiş herkese büyük görevler düşmektedir. Eğer hükümetin bu hevesi gerçekleşirse, bu işin vebali, başta sendikacıların omuzlarında olacaktır. Ve tarih, onları, işçi ve emekçilerin sosyal haklarını satıp yardım kurumlarına muhtaç eden ihanetçiler olarak yargılayacaktır.
Bu anlamda, SSK’ların şahsında sosyal güvenliği, emeklilik hakkını, kıdem tazminatlarını, ülkenin –kuşkusuz emekçilerin– hastanelerini, okulları savunmak, halkı yardım fonlarının elinde oyuncak etmemek için görev başına koşulmalıdır.

TCK demokratikleşti mi?

AKP Hükümeti, koskoca bir ceza yasasını birkaç gün içinde, çoğunluğuna dayanarak TBMM’den geçirdi. Yetmiş sekiz yıllık Türk Ceza Kanunu yetmiş sekiz saat dahi tartışılmadan değiştirilmişti.
Basının yönlendirmesi ile, kamuoyunda yeni ceza yasası değil, AKP’nin bu yasaya eklemek istediği “zina suçu” tartışıldı.
AKP, “zina suçu”nu yeni TCK’na koymakta kararlı imiş gibi görünmesine rağmen, AB’nin sert tepkisi üzerine bu kararından geri döndü.
Yeni ceza yasası, AB’nin çeşitli sözcüleri ve AB yanlısı Türkiye medyası tarafından “bir devrim”, “büyük bir demokratikleşme adımı” vb. olarak nitelendi.
Yeni ceza yasası, gerçekten, “devrim” ya da “demokratikleşme için büyük bir adım” olarak nitelenebilecek değişiklikler getirdi mi? TBMM, gerçekten ceza yargılaması alanında ileri bir adım atmak için mi, bu yasayı kabul etti?
Yeni Ceza Yasası’nın hazırlanış süreci ve içeriğine baktığımızda, bu iddiaların içi boş olduğu kolayca görülüyor.
Türk Ceza Kanunu’nun değiştirilme ihtiyacı yeni değildi. Ne sadece AB’ne girmenin gereklerini karşılamak ne de ceza hukuku alanında büyük bir reform yapmak için TCK değişikliğine gidildi.
Mevcut TCK, hem biçim hem de içerik açısından eskimişti. Günün ihtiyaçlarına cevap vermiyordu. Bu nedenle, yirmi senedir, ceza hukukunun yenilenmesi siyasi iktidarların gündeminde idi.
1986 yılında Ordinaryus Prof. Dr. Sulhi Dönmezer başkanlığında bir teknik kurul oluşturuldu. Bu kurula üniversitelerden ceza hukuku hocaları, Adalet Bakanlığı’ndan ceza hukukçusu memurlar ve yargıçlar katıldı. Fakat kurulun çalışmasında asıl belirleyici Dönmezer oldu. Bu nedenle, kurulda yer alan bazı akademisyenler istifa ettiler.
Dönmezer’in hazırladığı tasarı, on seneden fazla bir süre, TBMM gündemine gelemedi. Bu arada, tasarıda, günün ihtiyaçlarına göre değişiklikler yapılmaya devam edildi. Örneğin; ölüm oruçlarının son dönemdeki yaygınlığı ve kamuoyunda tartışılması nedeniyle, yeni yasaya, “hak kullanımını ve beslenmeyi engelleme” başlığıyla bir madde eklendi. Ya da internet alanında bazı fiiller için, “Bilişim alanında suçlar” başlığı ile bir düzenleme yapıldı. Türkiye üzerinden göç ticaretinin artışı karşısında, “Göçmen Kaçakçılığı ve İnsan Ticareti” başlıklı bir suç türü düzenlendi.
Uluslararası sözleşmelere ve AB’ye uyum sağlamak için, yeni yasaya, “Soykırım ve İnsanlığa karşı suçlar”, “İşkence ve Eziyet” gibi suçlarla birlikte “ Radyasyon Yayma”, “Atom Enerjisi ile Patlamaya Sebebiyet Verme”, “Çevrenin Kasten Kirletilmesi” , “İmar Kirliliğine Neden Olma” gibi suçlar eklendi.
TCK’nun çok eski ve anlaşılmayan dili güncelleştirildi ve artık kullanılmayan maddeler çıkarılarak yasa kısaltıldı.
TCK’nın günün koşullarına uyarlanması için yapılan değişiklik ve eklemeler, görüleceği gibi, “devrim” ya da “demokratikleşme” olarak nitelendirilebilecek değişiklikler değil. TCK’da yapılan değişiklikler, bu hali ile, olsa olsa revizyon olarak tanımlanabilir.
Ceza kanununda, ceza yargılamasında demokratikleşmeden söz edebilmek için pek çok kıstastan en önemli bir ikisine göz atmak yeterlidir.
Bunlardan biri, ceza kanununun hak ve özgürlükleri kısıtlayan hükümlerinde ne gibi değişiklikler oldu sorusunun yanıtıyla ilgilidir.
Bir diğeri, ceza yargılamasının biçiminde özgürlüklerin genişlemesine yönelik ne gibi değişiklikler yapıldı sorusu ve yanıtıdır. Ve sonuncusu, ceza yargılamasına halkın katılması ne oranda sağlandı?
Elbette, burada sözünü ettiğimiz burjuva anlamda biçimsel/hukuksal bir demokratikleşmedir.
Yeni ceza yasasını burjuva demokratik kıstaslara göre değerlendirmek üzere daha geniş olarak başka bir yazıda ele almak kaydıyla, emekçi halkın adalet anlayışına da kısaca değineceğiz.
Mevcut sistemde hak ve özgürlükler, pek çok yasa ile (Prof. Dr. Semih Gemalmaz yüz elli üç yasa ile özgürlüklerin kısıtlandığını saptamıştı) kısıtlanmaktadır. 2911 sayılı Gösteri ve Toplantı yasası, Basın Yasası, Dernekler Yasası, Siyasi Partiler Yasası, Sendikalar Yasası, Grev ve Toplusözleşme Yasası, Seçim Yasası bunlardan ilk akla gelenleridir. Fakat, Ceza Yasası’nda da hak ve özgürlükleri kısıtlayan çok sayıda hüküm bulunmaktadır. İşçilerin ve memurların iş bırakma ve işyerinde direniş yapma eylemlerini cezalandıran hükümler, öğrencilerin okullarında hak arama boykotları ve diğer eylemlerini cezalandıran hükümler, düzeni değiştirmek amacıyla Marksist-Leninist ilkelere göre örgütlenmiş parti ve örgütlerin üye ve yöneticilerini, bu örgütlere yardım edenleri cezalandıran hükümler, ulusal özgürlükleri savunan ve ulusal özgürlükler için mücadele örgütleri kuran ve üye olanları cezalandıran hükümler, hükümeti ve devletin çeşitli kurumlarını eleştirenleri cezalandıran hükümler vb., mevcut ceza yasasında bol miktarda bulunmaktadır. TCK 125, 146, 158, 159, 168, 169, 179, 180, 263, 311, 312, 536 özgürlükleri kısıtlayan en bilinen yasa hükümlerinin numaralarıdır.
Yeni Türk Ceza Yasası’nda yukarıda belirttiğimiz mevcut yasadaki kısıtlamalar kaldırılmış mıdır? Hayır? Hemen hiçbiri kaldırılmamıştır. Bazı “suçların” cezalarında bir miktar indirim yapılmıştır. Bazı “suçlar”, örneğin izinsiz afiş asmak, bildiri dağıtmak TCK’dan çıkarılmış, ancak, başka bir kanunda “çevre kirletme” gibi bir fiil icat edilip, bu fiilin ağır para cezasıyla cezalandırılması yoluna gidilmiştir.
Yeni TCK’nun 112. maddesi, “eğitim ve öğretimin engellenmesi” suçunu düzenlemektedir. Bu maddede öğretimi engellemek, okulu ya da eklentilerini işgal etmek bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılmaktadır. Bu madde ile boykot ve işgal eylemleri cezalandırılmaktadır.
117. madde işyerinde çalışmanın engellenmesi, işyerinin işgali vb. eylemleri altı aydan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırmaktadır. Yukarıdaki iki “suç”, birden fazla kişi ile işlendiğinde, cezalar bir kat arttırılmaktadır.
Mevcut TCK’nun 311. ve 312. maddelerindeki fiiller, yeni TCK’nun 214., 215., 216. ve 217. maddelerinde, cezaları da azaltılmadan, benzer şekilde düzenlenmiştir.
Yeni TCK’da 298. maddeyle, açlık grevi yapanları destekleyenler, eylemi bitirmeye ikna edilmelerini engelleyenler hakkında iki yıldan dört yıla hapis cezası getirilmektedir.
Mevcut TCK’da 158. ve 159. maddeler, yeni TCK’da 299., 300. ve 301. maddelerde, çok fazla değiştirilmeden aynen korunmuştur.
Mevcut yasada 125. maddede tanımlanan “ülkenin bölünmesi” suçu, yeni yasada 302. maddede korunmuş; 146. madde 309. maddede, 149. madde 313. maddede, 168. madde 314. maddede, 169. madde 315. maddede korunmaya devam edilmiştir.
TCK 168. maddenin cezasının on seneden beş seneye indirilmesi, pek çok tutuklu ve hükümlünün tahliyesini sağlamış olsa da, yapılan düzenleme ile, bu “suçun” cezası, ancak 12 Eylül’den önceki düzeye indirilmiştir. Kaldı ki, “örgüt üyeliği suçu”nu yarı oranında artıran 3713 sayılı yasasının 5. maddesi halen yürürlüktedir ve bu madde kaldırılmaz ise, bir değişiklik yapılarak, yeni TCK’daki bazı suçların bu hükme göre cezasının artırılması gündeme getirilebilir.
Görüldüğü gibi, yeni TCK da, özgürlüklerin kısıtlanması açısından, mevcut (eski) TCK’yı aratmıyor. Hatta, yeni bazı suçlar oluşturularak, özgürlüklerin alanı daha da daraltılıyor.
Böylesine özgürlükleri kısıtlayan bir ceza yasası, üstüne üstlük, hemen hemen hepsi DGM’leştirilmiş ağır ceza ve asliye ceza mahkemeleri tarafından uygulanıyor.
Bizde mahkemeler “bütün ulus adına” karar verdiklerini iddia ediyor. Peki, bütün ulus adına karar verme yetkisini mahkemeler ya da yargıçlar nereden alıyor?
Burjuva devrimlerinden önce, yargıçlar, tanrı ya da kral adına yargılama yapar ve karar verirdi. Halk ya da ulus adına yargılama yapma ve karar verme iddiası, burjuva devrimleri ile birlikte gündeme geldi. Halktan ya da ulustan yetki alma sorunu, bazı ülkelerde, yurttaşların oyları ile seçilmiş meclis tarafından atanmış yargıçlarla çözülmeye çalışıldı. Bazı ülkelerde ise, yargıçların doğrudan halk tarafından seçilmesi ve halk adına, halkın temsilcisi kabul edilen jürilerin karar vermesi benimsendi.
Ama, bizdeki sistem gibisine pek az ülkede rastlamak mümkün. Hakim ve savcıları, Adalet Bakanlığı bir sınavla mesleğe alıyor, hakim ve savcıların atanma, yükseltilme işlemlerini “Hakimler Ve Savcılar Yüksek Kurulu” adı verilen yedi kişilik bir kurul yapıyor. Bu kurulun başkanı Adalet bakanı, Başkan Yardımcısı ise Adalet Bakanlığı Müşteşarı. Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun kendi binası, kendi personeli yok. Adalet Bakanlığı’nda çalışıyor ve işlerini Adalet Bakanlığı personeli görüyor. Genellikle atama ve yükseltmeler, Adalet Bakanlığı tarafından hazırlanıyor ve Kurul üyelerince onaylanıyor. Hakim ve savcı alımlarında, atama ve yükseltmelerde, her seferinde, Adalet Bakanı, partizanlık yaptığı ve kendi partisi yandaşlarını kayırdığı gerekçesi ile eleştiriliyor.
Hakim ve Savcılar hakkında soruşturmalar, Adalet Bakanlığı müfettişleri tarafından yapılıyor.
Yargı mensupları kendilerini idarenin birer memuru gibi hissediyor. Tüm “yargının bağımsızlığı” iddialarına rağmen, atanıyorlar ve birer bürokrat olarak davranıyorlar. Yargıda bürokratik bir kastlaşma oluşmuş durumda. Hakimler ve savcılar, hukukun genel kuralları, adalet, demokrasi, özgürlükler gibi kavramlardan ziyade, hatta yasalardan daha çok, devletin “yüksek çıkarları”nı gözetiyor. Bu nedenle, bütün ceza mahkemeleri DGM’lere dönüşmüş diyoruz.
Dolayısıyla, mahkemeler ve yargıçlar, halk ya da ulus adına karar vermiyor. Devlet adına, siyasi iktidar adına, devlet bürokrasisi adına karar veriyor.
Yargının zaman zaman bazı hükümetlerle çatışıyor görünmesi, onun, devletin yüksek çıkarlarını savunması pratiğine aykırı düşmüyor.
Elbette, burjuva demokrasisi diye tanımladığımız ülkelerin bir kısmında hakimlerin seçimle işbaşına gelmesi ya da jürilerin halk adına karar vermesi uygulaması da, doğal bir sonuç olarak, kararların, gerçekten halk ya da ulus adına verilmiş olmasını getirmiyor. Seçimin tek başına halkın iradesini ortaya çıkarmadığını biliyoruz. Aksi takdirde seçim olan her yerde halkın iradesinin iktidar olduğunu, halkın kendi kendini yönettiğini söylemek gibi abes bir durum ortaya çıkar. Burjuva demokrasilerinde de, her türlü seçimde, burjuvazi bin bir türlü hile ile ve elindeki maddi olanakları kullanarak burjuvazinin temsilcilerinin seçilmesini sağlar. Sonuçta seçilen yargıçlar ya da jüriler de bu ülkelerde burjuvazinin çıkarları doğrultusunda karar verir. Ama, biçimsel olsa da, buralarda böyle bir sistem kurulmuştur ve yıllardır işletilmektedir.
Bizim ülkemizde, yargıçların ulus adına karar vermesi, 12 Eylül generallerinin ulus adına yasa yapmasına benzemektedir.
Halkın gerçekten yargıda söz ve karar sahibi olması, 1917 Sovyet Devrimi’nden sonra SSCB’de mümkün olmuştur. Biri meslekten hukukçu, yedi yargıçtan oluşan halk mahkemeleri kurulmuştur. Yargıçlar yargı çevresi içinden halk tarafından doğrudan seçilmiştir. Hukukçu olan dışındaki yargıçlar fabrikalardan, hizmet birimlerinden seçilmiş işçiler ve emekçiler olmuştur.
Sovyet ceza hukuku suçların sosyal nedenlerle ortaya çıktığını, ekonomik ve sosyal düzenin suçluları yarattığını savunmuş ve sosyalizm deneyimi bu tezin ne kadar doğru olduğunu, suçluların sayısının her geçen gün hızla azalması ile kanıtlamıştır.
İşçi ve emekçilerin iktidarını yıkma girişimi yanında halka ve halkın kaynak ve değerlerine karşı zimmet ve rüşvetçilik gibi suçların en ağır suç olarak nitelendiği SSCB’de, bizim ekonomik suçlar dediğimiz, hırsızlık, gasp, yankesicilik vb. suçlar işleyenlere topluma kazanıcı yaklaşım ve ekonomik suçlara kaynaklık eden işsizlik ve yoksulluğun giderek ortadan kaldırılması; bu suçların sıfırlanması sonucunu doğurmuştur.
Sosyalist sistemde hukuk ve hukuk düzeni sorununu başka bir yazıya bırakarak, sonuç olarak, yeni TCK’nın ne bir demokratikleşme ne bir ilerleme ne de devrim sayılamayacağı, eski acı ilacın canlı renklerle boyanıp tatlandırılmasından başka bir şey olmadığı açıktır.

Kürt sorununda gelişmeler ve hareketteki ‘ayrışma’ üzerine…

Kürt sorunu, politik gündemin ana unsurlarından biri olarak tartışılmaya devam ediyor. Özellikle şu son dönemde, bu tartışmaların genel seyrine baktığımızda, ilk bakışta göze çarpan özelliği, daha geniş bir yelpazede daha geniş çevreler tarafından yürütülüyor olmasıdır. Bu durumu koşullayan birçok etkenden, değişik çevrelerin değişik hesaplarından bahsedilebilir. Ama değişik hesaplarla da olsa, yapılan tüm bu tartışmaların teyit ettiği gerçeklerden biri; “içeride”, politik-kültürel alanda atılmış zorunlu kısmi adımlara karşın, esas itibariyle sorunun çözümsüzlüğündeki ısrarın sürdürülüyor oluşudur.
Burjuva egemen çevreler ve hakim görüş açısından; bu sorunu, daha ileriden ve bugün “gerçekleştirilmiş reformlar”ın sınırları ötesindeki kapsamıyla tartışmayı sürdürmek, ulusal haklar ve ulusların tam hak eşitliği kapsamına genişletmek, bu çerçevede ısrarlı olmak ve daha ileri taleplerin gerçekleştirilmesini istemek, “Türkiye’nin ‘kırmızı çizgileri’ni aşmak, ulusal bütünlüğü ve uniter devlet yapısını tehlikeye atmak” anlamına gelecektir. Devlet ve hükümet sözcüleriyle sermayenin basındaki temsilcileri –ki aralarında, atılmış küçük bir-iki adımı “bölünmeye götüren uygulamalar” olarak görenler az değildir–, örneğin yasal ve anayasal yasakların temel mantığının sürdürülmesini de içeren 80 yıllık Kürt politikasında gerçekte herhangi bir yanlış görmemekte; “dil kursu” ve TV’de “Kürtçe yayın” gibi bir-iki küçük adımı ise, uluslararası ilişkilerin bugünkü zorunlulukları çerçevesinde izah etmektedirler.
Kürt sorununa ilişkin içerdeki tartışmaların bir diğer yanında ise; atılmış adımların içeriğini yetersiz görmekle birlikte, bunların “dış dinamik”in baskılamasıyla ilişkisinden hareketle, AB ve ABD ile ilişkilerin geri(leti)ci karakterini görmeyen; bu ülkeler ya da ülke gruplarının baskıyı artırmalarıyla Türkiye ve bölgenin öteki antidemokratik rejimli ülkelerinin demokratikleşecekleri beklentisinde olanlar duruyor. Bu çevreler, açıktır ki, Kürt burjuva gerici ya da burjuva demokrat-liberal kesimlerle sınırlı değildirler. Aksine ABD’nin ya da onun işgalci-antidemokratik ve diktatörlere kol kanat geren uygulamaları fazlasıyla göze batıcı olduğu için, daha çok AB ülkelerinin baskısıyla ülkenin demokratikleştirilmesi ve Kürt sorununun da çözüme kavuşturulmasını bekleyen, burjuva liberal ve reformist aydınlarla küçük burjuva politik çevreleri Türkiye’de hayli yaygındır. Bunlar, emperyalizmin gerici-antidemokratik karakterini görememekte ya da görmek istememektedirler.
Kürt sorunuyla ilgili tartışmaların bu iki başlıca yönü; özellikle Türkiye’nin AB üyeliği görüşme ve tartışmalarında Türkiye’nin demokrasi “eksiklikleri” ve Kürtlere ilişkin politikalarının “sorunlu oluşu”nun “pürüz yaratması”, burjuva, küçük burjuva çevrelerin “dışarı”dan beklentilerini artırmaktadır. Dolayısıyla bu tartışma ortamı, ülkenin Kürt, Türk ve diğer milliyet kökenli emekçilerini de etkilemektedir. İşbirlikçi karakterli politikalar ve işbirlikçi çevreler bir yana bırakılsa bile, emperyalistler arasındaki ilişkilerden halklar ve ezilen uluslar lehine olumlu gelişmeler beklenticiliğinin bu yaygın özelliği, Batılı emperyalistlerin ülkemizde ve bölgemizdeki faaliyetlerini ve etkinliklerini yaygınlaştırmalarında kolaylaştırıcı bir etken de olabilmektedir.

ULUSAL-SİYASAL HAKLAR VE HALKLARIN MÜCADELESİ
Anti demokratik ve burjuva gerici bir sistemin mevzilerinde bir takım gediklerin açılması, hiç kuşkusuz her zaman ilgi çekicidir. Katı bir burjuva siyasal gericiliğin hakim olduğu Türkiye gibi ülkelerde, demokratik siyasal hak ve özgürlüklerin kullanılmasının sınırları, açıktır ki, esas olarak, işçi sınıfı ve emekçi, ezilen halk kitleleriyle sermaye ve güçleri arasındaki mücadelenin boyutları tarafından belirlenir. Bu mücadelenin ivme kazanarak yükseldiği dönemlerde  burjuvazinin hemen ve mecburen geri adım atmayacağı, elbette bilinen bir durumdur. Ama, baskı ve ret politikalarıyla egemenliğini sürdüren burjuva gerici sisteme, reformist olanları da dahil çeşitli uygulamaları kabullendirmek, ona boyun eğdirmek ya da bir ölçüde geri püskürtmek için başka bir yol yoktur. Ya emekçi güçleri her durumda olası en sağlam ve en yaygın biçimde örgütlenmiş olarak mücadeleye atılır ve haklarını koparıp almaya çalışır veya burjuva egemen mekanizma sermaye ve emperyalizmin çıkarlarına uygun politikalarını (en azından uygulamada) bir şekilde sürdürür.  Bu mücadelenin seyri ve düzeyi, tüm kapitalist ülkelerde ve bizim ülkemizde emekçi ve ezilen kitlelerin sahip oldukları ve olacakları hakların sınırları bakımından tayin edici özelliktedir. Kuşkusuz burjuva demokratik devrimini gerçekleştirmiş ve burjuva demokrasisini yaşamış ülkelerde işçi sınıfı ve emekçiler daha köklü ve örnek oluşturucu mücadele geleneklerine sahiptirler. Ama mücadelenin belirleyiciliği üzerine burada belirtilen  kıstas, onlar açısından da geçerlidir.
Türkiye’nin burjuva siyasal sisteminin belirgin özelliği, burjuva demokrasisinin kurumsal herhangi bir özellik kazanmamış oluşu, baştan beri sahip olduğu antidemokratik karakteridir. Emperyalizme bağımlılık, sistemin bu gerici-antidemokratik karakterini daha da güçlendirirken, çözümlenememiş ulusal soruna sahip bir ülke olması, toplumsal tüm sorunları daha da ağırlaştırıcı bir rol oynamıştır.
Bu toplumsal-siyasal özellik, içerde çelişkileri keskinleştirici rol oynarken, uluslararası alandaki gelişmelerden beklentileri de güçlendirici önemli bir etken olmaktadır. Sık sık faşist askeri darbelerle siyasal-sosyal yaşama ‘el konması’, demokratik hak yoksunluğu ve ulusal baskı ve inkar politikalarındaki ısrar, bütün bu alanlarda hak sahibi olmak amaçlı mücadelelerin yanı sıra, beklentileri ve beklenticiliği de kışkırtmıştır. Türkiye’nin tüm milliyetlerden halkları, ağır siyasal baskı koşullarının bir ölçüde de olsa değişmesi, siyasal-ekonomik taleplerin elde edilmesi ve sosyal yaşamın iyileştirilmesi amaçlı olarak en ileri kesimlerinin öncülüğünde mücadeleye atılmışlar, gözaltıları, tutuklanmaları, işkenceyi, “faili mechul”leri göze alarak hak mücadelesine girişerek, bu mücadelenin düzeyine paralel olarak, belirli hakları kullanır duruma gelebilmişlerdir. Bu mücadele, kaçınılmaz olarak işbirlikçi egemen sınıfların bir sistem olarak dayanak buldukları emperyalizme ve emperyalist burjuvaziye de yönelmiştir.
Diğer yandan, Türkiye’nin stratejik önemde bir bölgede bulunması, önemli askeri güce sahip olması, “üç kıta arasındaki kapı” konumu vb. özellikleri, hemen her zaman başlıca emperyalist ülkelerin ona “dikkatli bir ilgi”yle yönelmelerini birlikte getirmiştir. Emperyalistler, Türkiye’deki rejimin aşırı anti demokratik uygulamalarından rahatsızlık duydukları için değil –aksine, özellikle ABD, örneğin darbelerdeki rolüyle, her zaman bu gerici sistemin koruyucusu olmuştur–, halkın mücadelesinin yaratacağı tehlikenin bu ülkede üzerindeki kendi egemenliklerini de ketleyeceği gerçeğini dikkate alarak ve birbirleriyle rekabetlerinde Türkiye’yi kontrol altında tutmak amacıyla,  ülke ezilenlerinin mücadelesi ve talepleriyle “ilgili” olmuşlardır. Bu gerici emperyalist ilginin kapsamı içinde, kaçınılmaz olarak ve denebilir ki önemli oranda, Kürt sorunu yer almıştır.

‘AYRIŞMA’ ETKENLERİ; SINIFSAL NESNELLİK VE ABD’Cİ EKSEN
Kürt sorununun özgün özelliklerinden biri, çözümü gecikmiş, daha doğrusu engellenmiş olarak bugüne sarkmış olmasıdır. Neredeyse 150 yıldan bu yana, çeşitli biçimlerde ve birçok kez bölge düzeyinde genişleyerek, soruna dolaysız muhatap ülkelerin egemen sınıflarının ve ilişkide oldukları kapitalist büyük devletlerin gündeminde kalan Kürt sorunu, bölge ülkelerindeki halklar  bakımından da, mücadelelerini dolaysız ilgilendiren ve etkileyen bir sorun olmaya devam etmiştir. Bu uzun süreç içinde, sorun, burjuva egemen sınıflarla dayandıkları emperyalist burjuvazi tarafından bölge halklarına karşı saldırı ve baskı politikalarının unsurlarından biri olarak ele alınmış; Kürt emekçilerinin ulusal hak eşitliği ve özgürce yaşama talepleri “bölücü nitelikte fitne” olarak görülüp şiddetle baskı altına alınırken; emperyalistler arası rekabetin düzeyine ve işbirlikçi gericiliklerle emperyalist efendileri arasındaki ilişkinin seyrine bağlı olarak, şantaj, baskı ve istismar aracı olarak değerlendirilmiştir.
Ulusal karakterli hak talepleri etrafında şekillenen hareketin tarihi seyri hep sıçramalı oldu. Belirli tarihi kesitlerde belirli ‘parçalar’da yoğunlaştı. Bazen ilgili ülkelerden birinde daha ileriden yürüyen hareket, ötekilerle de bir şekilde etkileşim içinde oldu. Bir ülkede başlayan bir hareketin ötekilerde de yankı bulması –ayaklanmalar, gösteriler vb.–, sorunun, uluslararası planda gündemde kalmasına yol açan bir neden oldu. Sonuçta, Kürt sorunu, ilgili ülkelerin her birinin iç politik-sosyal yaşamında da sürekli olarak ana toplumsal gündemlerden biri olageldi.
Kürt sorununun, bu sorun kapsamında gündeme gelmiş çeşitli çatışma ve ayaklanmalara karşın, bölge ülkelerinin temel toplumsal sorunlarından biri olarak günümüze kadar varlığını sürdürmesi, bugün hareketin bünyesinde yaşanan ayrışmaların karakteri bakımından da önem taşımaktadır. Bu perspektif, güncel olanı daha derli toplu anlama imkanı açısından da zorunludur ve bugünkü gelişmeleri bir tarihsel arka planla birlikte ele almak gerekmektedir.
Kapitalizmin Kürtlerin yaşadıkları toprakların da dahili olduğu bölgede sancılı ve gecikmeli gelişmesi ve bu sürecin dünya ölçeğinde emperyalizmin hakimiyetinin ve pazar paylaşımı kavgalarının gündeme geldiği döneme denk düşmesi, başka önemli etkilerinin yanı sıra, Kürt ulusal hareketinin gelişme seyrini de etkiledi. Öncekiler saklı tutulduğunda, ulusal özgürlük talepli ya da ona dönüşen Kürt hareketlerinin 20. yüzyıl boyunca gösterdiği özelliklerden biri, bu hareketlerin, ulusal sorunun bir ülkenin iç sorunu olma sınırlarını aşarak, ezilen ulusların emperyalizmden kurtuluş sorununa dönüşmesini zorunlu kılan, bir başka deyişle, soruna bu karakteri kazandıran, kapitalizmin uluslararası gelişmesiydi. Dünya sistemine dönüşerek, halklar üzerindeki baskıya uluslararası nitelik kazandıran kapitalist emperyalizm, o güne kadar yeterli bir kapitalist gelişmeyi yaşayamamış toplumlar açısından, ulusal-siyasal bağımsızlığın önüne, güçlü yeni engeller çıkarmıştı. Bu, bağımsız gelişme yolunu kapatmakla kalmıyor, şurada ya da burada bağımsızlık talebiyle ortaya çıkan ulusal hareketlerin karşısında, emperyalist gericiliğin dolaylı-dolaysız müdahalesini de gündeme getiriyordu. Bu, genel ve bölgeye ilişkin özel etkenler altında, Kürt hareketi, 20.yüzyılın ilk yarısında girişilen başkaldırıların kuvvetle ezilmesi sonucu, bir çıkış bulamadı. Yüzyılın ikinci yarısında ve özellikle son çeyreğinde ise, dünya koşullarının değişmesi, sosyalizmin yenilgiye uğratılması, uluslararası işçi hareketinin süreç içinde giderek artan oranda püskürtülmesi ve emperyalist gericiliğin mevzilerini güçlendirmesi gibi daha büyük engeller ve zorluklar ortaya çıktı.
Ancak sorunun çözümsüzlüğünün yanı sıra kapitalizmin geç gelişmesinin de etkisiyle ulusal talepler giderek daha güçlü biçimde dile gelmeye; bu talepler etrafında örgütlü hareketler ortaya çıkmaya devam etti.
Ulusal kurtuluşçu hareketin, feodal parçalanmışlığın güçlü olduğu toplumlarda başarıya ulaşması, geçmişte, güçlü bir feodal-burjuva ya da burjuva önderliklerin yönetiminde, parçalanmışlığın aşılmasıyla gerçekleştiriliyordu. Kürtlerin yaşadıkları topraklarda da Bedirhanlar ve Ubeydullah gibi nüfuzlu ailelerin yönetiminde bu yönlü girişimler olmuş; bunlar, Türkiye ve İran Kürtleri arasında yaygın destek bulmuş, ancak bölgenin bu iki etkin ülkesinin yönetiminin işbirliğiyle bastırılmıştı. Kürt hareketi, yüzyıla yakın bir süredir, hem her bir ülkenin içindeki parçalı durumun hem de tarihsel süreç içinde giderek farklı özellikleri de doğuran yüzyıllar öncesinde yaşanmış daha kapsamlı parçalanmanın dezavantajlarını yaşadı. Bu toplumsal gerçek, sonraki süreçte de hareketin gelişmesi ve hareket içindeki kesimlerin politik ideolojik tutumları üzerinde etkili oldu. Kürtler ve Kürt hareketi bunun sancılarını, neden olduğu toplumsal baskıyı yaşadı. Kiminde umutsuzluk, kiminde işbirlikçi politik tutumlar buradan gıdalarını aldılar.
Kuşkusuz bu, etkenlerden yalnızca biriydi. Ama, gerek ulusal baskı politikasını uzun on yıllar sürdüren devletler, gerekse bu sorunu ilgili ülkelerin hakim sınıflarını işbirlikçiliğe daha çok zorlamak, onları, özellikle de Türkiye gericiliğini, taşeron olarak kullanmak üzere baskı ve şantaj aracı olarak kullanan emperyalistler, bütün öteki etkenlerin yanı sıra, bu toplumsal konum ve durumdan da yararlandılar. Buradan, “eğer kapitalizm Kürt toprağında erken ya da daha fazla gelişseydi, emperyalistler bu hareketten yararlanamaz veya yararlanmaya çalışmazlardı” türünden şematik ve indirgemeci bir sonuç çıkarılamayacağı açıktır. Ancak toplumsal gelişme düzeyinin, hem hareketin şekillenmesi hem de hareket bünyesindeki sınıfların birbirleriyle ilişkileri, emperyalistlerle ilişkiler ve ulusal hareketin başında yürüme vb. açılardan önemsiz ya da işlevsiz olmadığı, olmayacağı da inkar edilemez bir gerçektir.
Kapitalizmin bölgede ve bizim ülkemizdeki gelişmesi, bütün öteki toplumsal sorunlar bakımından olduğu gibi, Kürt sorunu bakımından da temel önemdeki yönelimler üzerinde etkili olmuştur. Yalnızca sorunun yirminci yüzyılın ikinci yarısında Kürt etkin çevrelerini aşan bir yaygınlık ve “alt sınıflar”ın katılımıyla yeniden ve deyim yerindeyse daha canlı biçimde gündeme gelmesi bakımından değil, emperyalistler ve gerici sınıflarla emekçiler ve ezilenlerin ilişkilerinin niteliği bakımından da, kapitalist gelişme önemli bir rol oynamıştır. Kır ilişkilerinin çözülmesi ve nüfusun kente akışı, hareketin feodal-burjuva üst çevrelerden daha fazla geniş küçük burjuva katmanlara doğru genişlemesi ve giderek kent ve kırın emekçileriyle yoksullarının harekette yer tutmasını sağlamıştır.
Farklı Kürt sınıf ve güçlerinin ulusal hak eşitliği talepli mücadeleye katılış biçimi; örneğin ulusal tam hak eşitliğini savunup savunmama, ülke ve bölgenin ezilen öteki milliyetlerden emekçileriyle ilişkilerin nasıl olacağı ve emperyalistlere karşı tutum, bütün öteki etken ve bağlantılarla birlikte, bu gelişme tarafından belirlenmektedir.
Bugün Kürt hareketi bünyesinde giderek belirginleşen “ayrışma” da, açıktır ki, bu gelişmeyle bağlantılı olmakla birlikte, sadece bu nesnel tabloya oturan Kürt “üst sınıfları”yla “alt sınıflar”ının doğal ve kesin ayrışması türünden şekillenmemektedir.* Bugünkü ayrışma, esas olarak, sorunun güncelliği ve çözümsüzlüğü fırsat bilinerek, emperyalist burjuvazinin istismarı üzerinden ve kendisine bire bir bağımlı güçler oluşturma biçimindeki bir dayatma olarak gündeme gelmektedir. Kürt gericiliği üzerinden soruna hemen her zaman el atmaya yönelmiş, ancak sorun karşısındaki politikalarını, esas olarak işbirlikçi-taşeron olarak kullandığı bağımlı ülkelerin egemen sınıflarıyla ilişkilerine göre ve kendisinin bölge ve dünya stratejisine uygun düşecek biçimde belirlemiş olan emperyalistler, bugün de bu temel “kriter” üzerinden hareket etmektedirler.
Amerikan emperyalizmi, Kürt sorununu, Türkiye’yi bölge politikalarına daha fazla bağlamak, ama aynı zamanda, Kürt gerici kesimlerini de bu politikalarının aleti olarak kullanmak amacıyla bir Kürt politik ayrışmasını sağlayarak, kendi politikalarının aleti bir Kürt oluşumu gerçekleştirmeye yönelmiştir. AB’nin etkin ülkelerinin politikaları da özünde farklı değildir. Bu iki başlıca güç, bölge üzerindeki rekabetleri kapsamında, Kürt sorununu istismar etmektedir. Bir taraf “Büyük” ya da “Geniş Ortadoğu” stratejisi kapsamında bölge ülkelerini daha fazla köşeye sıkıştırmak üzere, bu sorunu daha etkin olarak istismar etmeye yönelmişken, diğer taraf ise, daha çok “demokratikleşme”, “insan hakları” vb. söylemleri kullanarak, etki alanını genişletmeye yönelmiştir. Bu yönüyle ‘sorun’, aslında ABD ve AB’nin başlıca iki büyük gücü (Almanya ve Fransa) arasındaki rekabetin konularından biri olarak değerlendirilmektedir.
Amerikan emperyalizmi, Irak Kürdistanı’nda sağladığı mevzileri de kullanarak, Türkiye Kürt hareketi içinde, demokratik halkçı güçlerin etkisini zayıflatmak; daha kolay kullanabileceği, mandacılığı kabullenen veya buna hazır duran kesimleri etkin kılmak ya da bir tehdit ve şantaj gücü olarak el altında tutmak istemektedir. Bunu yaparken, Türkiye’yi yönetenlere verilmiş “PKK’yi askeri operasyonla değil de siyasi yöntemlerle bitireceğiz” sözünün gereğini yerine getiriyor izlenimini de veriyor. Böylece “stratejik müttefiki” de idare etmiş oluyor. Ama aslında, ABD, Güney’de yaratmış olduğu kendi bölge stratejisine güdümlü Kürt siyasi gücünü ‘Kuzey’e de transfer etmenin temelini atmış oluyor. Dayanaklarını, AKP’nin bölgedeki ayağının yanında bir de böyle bir “Amerikan Kürdü” ile tamamlamanın zeminini yaratmaya çalışıyor. Nitekim, Kürt gerici çevreleri; bu gelişmeleri kendisi bakımından cesaret verici buluyor ve kendi zümresel ya da sınıfsal çıkarları açısından değerlendirmeye, olanaklar yaratmaya çalışıyor. 1980 sonrası dönemde Kürt hareketindeki yükseliş dalgası karşısında sinmiş olanları dahil, burjuva-aşiret reisi-büyük toprak sahibi üst kesim temsilcilerinin, esas olarak, Kongra Gel ve demokratik Kürt hareketi karşıtlığı temelinde hareketlendiklerini görüyoruz. Hatta ciddiyeti tartışılır, ama aynı türden bir Barzani örgütlülüğü bile konuşuluyor. Bu yöndeki hareketlilik ve girişimlerin nasıl sonuçlanacağı, sürecin özü bakımından çok da önemli değildir. Asıl önemli olan, böyle bir güç ve çizginin şekillen(diril)me eğilim ve çabası ve bu eğilimin artık kendisini açıkça ifade etme zemini bulabilmesidir.
Esas itibariyle ABD eksenli bu gelişmelere karşın, Almanya ve Fransa’nın politikası ise, –Türkiye’yi, AB’ne, ABD’nin taşeronluğundan geri adım atmış ve kendi politikalarına yakın duran bir mevziiye çekmek amacıyla da bağlantılı olarak– Kürt hareketi içinde güçlü olan parti ile ilişkileri geliştirmek, hali hazırda DEHAP üzerinden ve daha sonra şimdilerde kurulması çalışmaları süren partiyle ilişkileri bu amaçlı geliştirmek üzere etkisini artırmak yönündedir.
Aslında her iki güç açısından da Kürt hareketinin ilerici, öz gücüne dayanan, emekçi kesimleri gözeten ve onların talepleri merkezinde gelişmesi, istenmeyen bir durumdur. Bu noktada işbirlikçi Türkiye gericiliğiyle de “fikir” ve “tutum” birliği içindedirler. Ancak, sorunun, emperyalist politikalarla uyumlu olarak ve kullanılır biçimde kontrol altında tutulması bakımından, burjuva-feodal üst kesimlerin hareket içinde etkin olması, bu iki “dış güç” bakımından da istenilir şeydir. Diğer yandan, ABD, bölgedeki “yerleşmesi”yle daha ön saftadır ve hem Türkiye gericiliğini kullanmak ve köşeye sıkıştırmak için istismar aracı olarak, hem de Kürt hareketinde bölge politikalarına hizmet edecek gerici-feodal kesimleri el altında bir güç olarak tutmak üzere, Kürt hareketine dolaysız müdahaleye yönelmiştir. Bazı eski Kürt feodal-aşiretçi kesimleri ve Osman Öcalan türü, mandacılıkta sakınca görmediğini, aksine bunu yapmalarına fırsat verilirse mutluluk duyacağını ilan etmiş kişi ve kesimleri bir araya getirerek, demokratik Kürt hareketine karşı saldırıya geçmiştir. Amerikan emperyalizmi, yalnızca bölgede ve Kürt toprağında hegemon bir güç olarak varlığıyla değil, dolaysız ve açıktan izlediği Kürt düşmanı, Kürt hareketinin bünyesindeki çelişkilere “oynayan”, bu çelişkileri kullanan (bir yandan Türkiye gericiliğine karşı ve öte yandan demokratik Kürt hareketine karşı kullanmaktadır) politikalarıyla da, Kürtlerin ulusal hak özgürlüğü ve Türkiye başta olmak üzere bölge halklarının demokrasi mücadelesine açık düşman konumdadır.

BU YOLLAR ‘ÇÖZÜM’E ÇIKMAZ
Diğer yandan, sorunun halkçı demokratik temelde, ulusların ve dillerin tam hak eşitliği kapsamında çözülmesine kesin karşı olan işbirlikçi Türkiye gericiliği ve hükümet çevreleri, sorunun bu tarz ve kapsamda uluslararası ve bölgesel düzeyde ve Batılı büyük güçlerin müdahaleleriyle gündemde oluşundan son derece rahatsızdırlar. İşbirlikçi egemen sınıflar ve hükümet çevreleri, Kürt sorunundan 80 yıllık inkarcı-baskı politikasındaki ısrarlarıyla kurtulamadıklarını, açmaza girdiklerini, içerdeki mücadelenin zorlaması sonucu ve dış güçlerin de aralarındaki rekabet kapsamında müdahil oldukları bir tarzda karşılarına gelip dikildiğini görmektedirler. Bu sorun, kaçınılamaz biçimde çözüm bekleyen bir sorundur. Bundan nasıl ve hangi kapsamdaki bir “çözüm” ile “kurtulacakları”nın planlarını yapmayı zorunlu görmekte; ama mümkünse, biçimsel bazı küçük adımlar çerçevesinde sorunu geriye atmak, iç ve dış baskıdan kurtulmak istemektedirler. Bu “zorunluluk” kapsamında, bazı palyatif tedbirler sayılmazsa, emperyalistlerin çıkarlarını da karşıya almayacak ve Kürt “üst sınıfları”nın çıkarlarına yarayacak bir politik “dengeyi”, öteki daha tehlikeli gelişmelere tercih edecekleri söylenebilir. Ancak bu “statik” bir tutum ve politika değildir ve olamaz. Gerçekte istenen, hiçbir Kürt örgütlenmesi ve talebinin olmamasıdır. Ama eğer mecbur kalırlarsa, tercihleri, Kürt emekçilerine karşıtlığı da temsil edecek bir “Kürt” oluşumu olacaktır. Ne var ki, bazı başka ülkelerde de görüldüğü üzere, ezilen ulusların gerici-üst kesimleri, burjuva çıkarları gereği, ulusal sorunlar üzerinden çelişkileri kışkırtmak ve yine bu çıkarlar gereği emperyalistlerle ilişkilere girmekten de kaçınmamaktadırlar. Yani bu yoldan, böylesi bir siyasal işbirlikçi güç oluşturmayla da sorunu aşmalarının olanağı yoktur. Irak Kürt partilerinin ABD’nin bölge politikalarından da yararlanarak attıkları adımlar, bunu açıkça kanıtlamaktadır. Barzani-Talabani liderliğindeki Irak Kürt üst kesimleri, emperyalistlerin desteğinde ve onlara bağımlı olarak da olsa, “kendi topraklarının egemeni olmak ve pazarlarını elde tutmak” istemektedirler. Bu isteğin Türkiye Kürtleri için hiçbir zaman gündeme gelmeyeceğini düşünmek aptalca olur. Bu, yalnızca burjuva ulusçuluğunun hâlâ sıfırı tüketmemiş olması nedeniyle değil, emperyalistlerin soruna dolaysız müdahaleleri ve ezen-ezilen ulus ilişki ve çelişkilerini kendi çıkarları yönünde kullanmak istemeleri nedeniyle de günceldir.

AYRIŞMAYI GÜCE VE OLANAĞA DÖNÜŞTÜRMEK
Kürt hareketi saflarında, saydığımız etkenlerin zorlamasıyla yaşanmakta olan ayrışma bir yönüyle hayırlı bir gelişmedir. Birçok nedenle böyledir denilebilir; burjuva-feodal sınıfların uluslararası sermeye ve emperyalist ülkelerle ilişkilerinin, bugün, düne göre daha fazla “girift” hale gelmesinin, onları ulusal davaya uzaklaştırması ya da kendi sınıf çıkarları uğruna ulus sorununu feda etmeleri, nedenlerden biridir. Kuşkusuz bundan, ezilen bağımlı ulusların üst tabakalarının ulusal soruna büsbütün uzak durdukları/duracakları anlamı çıkmaz. Nihayetinde, bulunduğu yerde eğer yararlanılacak “imtiyazlar” olacaksa, bundan, öncelikle bu kesim yararlanmak isteyecektir. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, Irak Kürt partilerinin somutunda, güncel gerçek buna işaret etmektedir.
Burjuvanın, işbirlikçilikte yarar görenin ya da sınıfsal çıkarları buna uygun düşenin tutumuyla emekçi tutumu farklılaştığı oranda da, ezilen ulusun bağımsızlığı, gerçek bir bağımsızlık olarak şekillenme ve başarıya ulaşma olanağı bulur, bulmaktadır. Bu bakımdan sorun, “Osman ihaneti”nin üst sınıflara ait şu ya da bu kişi veya grubun dönemsel ya da nispeten istikrarlı tutumundan ziyade, sınıfsal konumlanmaların zorlamasıyla ilişkilidir. Burada da, kuşkusuz nesnel durumlarıyla politik-ideolojik tutumlarının birliği-çakışması ya da çelişkisi önem taşımaktadır. Kendisinin çıkarlarının kiminle birlikte olup kime karşı durmakta olduğunun yeterince ayırdına varamamış ve buna uygun davranamayanların yanılmaları, yanıltılmaları mümkündür, ama asla kalıcı değildir.
Kürtler bakımından, ulusal sorun, bugün kaçınılmaz olarak başlıca önemli sorun kapsamındadır ve genel bir çatı oluşturmaktadır. Ama pratiğin de gösterdiği gibi, ayrışanların devrimci-anti emperyalist ya da tutucu-düzen ve emperyalizm yanlısı, çözümü ve güvenceyi orada arayan kimlikleri, bugün çok daha nettir. Bu –içinde durup altını oymak yerine– işbirlikçiliğin açıktan sergilenmesi, Kürtlerin aleyhine değil, yararına bir gelişme olduğu kadar, Türk, Arap, Pers ve öteki milliyetlerden emekçilerin de yararınadır.
Aslında emperyalizm karşıtlığı, az çok ulusal değerlere sahip çıkan burjuva kesimlerin de yararınadır. Bölünme fobisi yaşayan kesimler bakımından da hak eşitliği ve ulusal ayrıcalıkların tasfiyesi gerçekçi olacaktır. Ama işbirlikçi gericilik fanatizm ölçüsünde statükocudur ve bünyesinde başlamış çürümeyi durdurabileceği sanısıyla bağnaz davranmaktadır.
Bu durum, soruna emperyalist müdahalenin önemli nedenlerinden de biridir. Bölgenin tüm gerici rejimlerini kendi çıkarları yönünde sıkıştıran Batı emperyalizminin başlıca güçleri, bölge ve dünya hakimiyeti için rekabetlerinde, bütün öteki sorunları olduğu gibi, bu sorunu da kullanmaktadırlar. Böyle olduğunu kanıtlamak için uğraşmak bile gereksiz. Olgular, gelişmeler, ilişki biçimleri oldukça açık. Gizleme gereği de duyulmuyor; tarafların hepsi açısından, ABD başta olmak üzere AB ve öteki ilgili ülkelerle ilişkileri kimin daha ilerden kurduğu üzerine neredeyse rekabet var. Bu ilişkilerin gerici-bağımlılaştırıcı karakteri de, ilgili emperyalist ülkelerin bölgemizde, Balkanlar, Ortadoğu ve Kafkasya’da halklar arasındaki ilişkileri geren ve birbirlerine boğazlatan politikalar izlemekten geri durmamalarıyla açıklık kazanmıştır. Bundan ders almak istemeyen, her kim olursa, sonuçta ve bir biçimde, emperyalistler arası pazar rekabeti ve kavgalarının aleti durumuna düşmekten kurtulamayacaktır. Sorun, çünkü, dünyamızda, aynı zamanda güç ilişkileri sorunudur ve büyük askeri-ekonomik güç sahiplerinin ötekileri kullanması her zaman daha fazla ve daha çok olanaklıdır.
Bütün bunlar, eğer Türkiye ya da bölgenin Kürt sorunuyla dolaysız muhatap durumundaki öteki ülkeler, emperyalistler arası kavgada, arada ezilen ve taşeron vb. duruma düşürülen olmak istemiyorlarsa, sorunun demokratik-halkçı bir çözümünü acil ve önemli kılıyor. Sorun, geleneksel inkarcı ve baskıcı yapılanma ve politikalardan vazgeçmekte düğümlenmektedir. Şoven ve gerici burjuvazi buna yanaşmamakla, halk kitlelerine zulmetmenin yanı sıra, kendisini de gerçek bir tehdit altına sokmaktadır.

HALKÇI-DEMOKRATİK BİR ÇÖZÜM
Kürt sorunu, çözümsüz bırakıldığı bugünkü durumuyla Türkiye’nin (ve bölge ülkelerinin) gündeminde kaldıkça, emperyalizme karşı halkların bağımsızlık mücadelesinin güçten düşürülmesi yönünde istismarı çabaları son bulmayacak, yanı sıra, bölge ülkeleri hakim sınıflarının yedeklenmesi yönünde şantaj ve baskı aracı olarak kullanılmaya devam edecektir.  Türkiye ve bölge ülkeleri halklarının çıkarı, bu sorunun ulusal tam hak eşitliği temelinde bir an önce çözüme kavuşturulmasındadır. Bunu sağlayacak olan da, Türkiye başta olmak üzere, her bir ülkenin tüm milliyetlerinden işçi ve emekçilerinin siyasal demokratik mücadelesidir. Kürt dili ve kültürü üzerindeki baskı ve sınırlamaların tümüyle son bulmasını sağlayacak, Kürtçe’yi ve Kürtleri “azınlık” kavramıyla tarifleyen ya da “zaten herkes eşit haklara sahip vatandaştır” anlayışıyla aslında yok sayan tutumu sona erdirecek gerçek güç ve gelişme de bu olacaktır. Bu, yukarıda işaret edilen emperyalist istismar ve halkları birbirine karşı kışkırtıp, Yugoslavya ve eski Sovyetler Birliği ülkelerinde olduğu türden birbirine boğazlatma politikalarını boşa çıkarmak için de zorunlu ve gereklidir. “Devletin ve milletin bölünmez bütünlüğü” burjuva-şoven propaganda ve tutumu, bölücü olduğu kadar, emperyalizmin politikalarına uygulama alanı ve olanağı da açıcıdır. Kürt emekçilerinin önünde, gerici, işbirlikçi kesimlere karşı bağımsız sınıf tutumuyla ortaya çıkmak ve sorunun demokratik çözümü için, çözümün Türk ve diğer milliyetlerden emekçilerle kader ve güçbirliği içinde sağlanabileceğini bilerek, mücadeleyi yükseltmek gibi bir sorumluluk ve görev durmaktadır. Son otuz yıllık süreçte çeşitli badirelerden geçerek bugüne gelen Kürt yoksullarının bu örgütlü tutumu, Kürt gerici kesimlerine karşı demokratik Kürt hareketinin konumunu da güçlendirecek ve emperyalist istismar, kullanma ve mevzi kazanma politikalarına alanı daraltacaktır. Kürt işbirlikçi kesimlerin ve onlar üzerinden emperyalistlerle işbirlikçi Türk kesimlerinin mevzi kazanmalarını önlemenin yolu da buradan geçmektedir. Bu tutum ve politika, DEHAP gibi Kürt siyasal parti ve güçlerinin bundan sonraki çizgileri üzerinde de etkili olacaktır. DEHAP, ya da şimdilerde kurulma aşamasında olan partinin bundan sonraki durumunu belirleyecek gelişmelerden biri, bu parti ve güçlerin Amerikan emperyalizminin Ortadoğu ve Avrasya politikaları ve bu politikalar kapsamında Kürt sorununu istismar etmelerine karşı alacakları tutum olacaktır. Ya demokratik hak eşitliğini de teminata alacak anti emperyalist halk mücadelesinde daha kararlıca yer alınacak ve tüm milliyetlerden Türkiye işçi ve emekçileriyle birlikte daha ileri mevzilere yürünecek, ya da parçalanma ve saldırıların da etkisiyle güç kaybedilecektir. Halkların yararına olan, Kürt hareketindeki bölünmenin etkisiz kılınması, gerici Kürt kesimlerinin etkisinin kırılması ve zayıflatılması ve bunun üzerinden emperyalistlere ve işbirlikçilerine karşı daha güçlü bir demokratik politik direnç mevzisi oluşturulmasıdır.

Bir işçi havzasında çalışma ve öğrettikleri

Sınıf partisinin tarihi, işçi sınıfı ve emekçilerinin mücadelesinin ve örgütlenmesinin ilerletilmesi açısından önemli derslerle doludur. Öncesi bir yana, işçi sınıfının bağımsız politik örgütünün kurulmasından bu yana, Türkiye’de sınıf mücadelesi içerisindeki yerinin her geçen gün daha etkin hale geldiğini söylemek yanlış olmayacaktır. Ancak, işçi sınıfının iktidarını hedefleyen bir politik çalışmanın-mücadelenin bugüne kadarki yaptıklarıyla yetinemeyeceği, yürüttüğü çalışmadan çıkardığı sonuçlar üzerinden, hedeflerini yenileyerek, zayıflıklarını ve olumluluklarını görerek, yöneticilerinden üyelerine kadar yeniden ve yeniden seferber olma zorunluluğu açıktır.
Yaşanan siyasal, sosyal, ekonomik gelişmeler, sınıf partisinin politika ve taktiklerini
doğrulamaktadır. Başta işçi sınıfı olmak üzere, bütün emekçiler, her geçen gün daha kötü yaşam ve çalışma koşullarıyla yüz yüze geliyor. Uluslararası tekeller ve işbirlikçi burjuva sınıfın fiili ve yasal düzenlemeler aracılığıyla sürdürdüğü saldırılar, hak gaspları artarak devam ediyor. Kürtlerin demokratik hareketi üzerinde oynanan oyunlar çok yönlü sürdürülüyor. Bu koşullarda, işçi ve emekçi sınıflar içinde yürütülecek çalışmaya dair sınıf partisinin ortaya koyduğu platform gayet açık ve net olmasına rağmen, sürece müdahale etmek, işçi ve emekçilerin mücadele ve örgütlenmesini ilerletmek için görev ve sorumluluklarımızı ne kadar yerine getirebildiğimizi sorduğumuzda, nedenler ve niçinleri tarttığımızda, çalışma içindeki bir dizi eksiklik ve zayıflığı göreceğiz.
Özgürlük Dünyası’nın Eylül sayısının “İşçi-emekçi hareketi ve birleşik mücadelenin sorunları” başlıklı yazısında yapılması gerekenler gayet yalın ve net olarak ortaya kondu. Sorun, hareketin ihtiyaçlarının bilinmesinden öte, sınıf partisinin örgütleri, örgütçüleri ve üyelerinin üzerine düşeni yapmadaki eksikliklerden kaynaklı zayıflıkların giderilmesidir.
Bu yazıda, bir işçi havzasındaki çalışma üzerinden bazı olgulara dikkat çekip, deneyimlerimizi paylaşmak istiyoruz. Hemen belirtelim ki, sınıf mücadelesi içinde daha zengin ve olumlu örnekler olduğundan kuşku yok. Burada anlatılanlar, sınıf partisinin kuruluşundan bu yana çalışma yürütülen bir işçi havzasında yaşananların dününü, bugününü ve gelinen yerde elde edilen küçük de olsa olumlu örnekleri paylaşma amacı taşımaktadır.

HAVZANIN ÖNCELİKLİ ALAN OLARAK YENİDEN PLANLANMASI
Sınıf partisinin il düzeyindeki sorumlu yönetici organı, yürütülen çalışmanın toplam değerlendirmesini yaptıktan sonra, binlerce işçinin ağır sanayi işkollarında, örgütsüz ve kölelik koşullarında çalıştığı havzada, işçileri acil ve somut talepleri etrafında mücadeleye ve örgütlenmeye kazanmak üzere, kendisini ve bölgedeki yerel parti yönetici komitesini yeniden mevzilendirdi. Bu mevzilenişle birlikte, yönetici parti komitesini ve işçi havzasındaki  parti birimini, planına ve hedeflerine kazanmak için eğitici bir tartışmayı da yürüttü. Başlangıçta pratik tutumları plana uygun olmasa da, yönetici parti komitesi ve havzadaki parti örgütünün, işçileri kazanma ve mücadeleye seferber etme fikri ve tutumunun çalışmanın merkezi olması için ısrarla ve sabırla hareket edildi.
Dünyada ve ülkede yaşanan siyasal gelişmeler, genel ve yerel seçim dönemleri, işçi havzasındaki işyerlerinde yaşanan sorunlar vb. her vesile ile planlar ve hedefler zenginleşerek, çalışma devam etti. Dönem dönem çalışmanın genelleşmesi ve zorluklar karşısında gevşeme, geriye düşme vb. bütün gel-gitlere rağmen, ısrarlı, kararlı ve sabırlı bir tutumdan vazgeçilmedi.

ACİL-SOMUT TALEPLER VE GÜNCEL POLİTİK GELİŞMELERE İLİŞKİN AJİTASYON
İşçilerin en temel sorunları olan iş cinayetleri, sigorta, sekiz saat iş günü, insanca yaşayacak bir ücret, havzada tam teşekküllü bir SSK hastanesi, her iş yerine bir ambulans, sendika hakkı vb. sorun ve taleplerinin aciliyet ve güncelliklerine bağlı olarak öne çıktığı sürekli ve yaygın bir ajitasyon faaliyeti, sorunların çözümü ve taleplerin elde edilmesinin tek koşulunun birlikte mücadele etmek olduğu gerçeğine bağlanarak sürdürüldü.
İlk anda tereddüt ve çekingenlikle dağıtılan bildiriler, bir süre sonra sözlü ajitasyon yapılarak dağıtılmaya, ve bu, bir tarz halini almaya başladı. Ortalama ayda iki, bazen üç-dört bildiri, her seferinde binlerce çoğaltılarak, sözlü ajitasyon eşliğinde işçilere ulaştırıldı. Yürütülen bu çalışma işçilerin ilgisini çektikçe, havzadaki parti birimi üyelerinin kendilerine olan güvenleri artarken, en önemlisi, işçiler karşısındaki sorumlu davranışları, olay ve gelişmelere müdahale yetenekleri de gelişip ilerledi ve gün geçtikçe çalışma daha ustaca sürdürülür oldu.
Yaşanan sorunların çözümü ve taleplerin elde edilmesi için işçilerin birleşik mücadelesinin zorunluluğunu, ileri çıkan işçilere anlatmak, onları bu fikre kazanmak için özel planlar yapıldı, emekler harcandı ve çalışma fedakarca sürdürüldü.
Günde 10 saat, kimi zaman daha fazla çalışan partili işçiler, iş çıkışında, önceden tespit ettikleri çeşitli işyerlerinden ileri işçilerin evlerine, oturdukları kahvelere giderek tartışıyorlar, havzadaki aydınlatma çalışmasını, işçilerin işyeri dışındaki günlük yaşam alanlarında da sürdürüyorlar.
Şüphesiz, çalışma alanındaki sınıf partisinin bütün üyeleri aynı düzeyde bir çaba içinde değillerdi. Ancak sınıf partisinin sorumlu düzeydeki işçi örgütçülerinin ısrarlı ve inatçı çabaları sonuç vermeye başlayınca, giderek bütün parti üyeleri ve hatta onlarla birleşen belirli sayıda ileri işçiler, her geçen gün daha da artan bir çabayla, çalışmaya katıldılar. Giderek ilişkiler genişlemeye, havzadaki kimi işyerlerinde işçi komiteleri oluşmaya başladı, aynı şekilde, işçilerin ağırlıklı olarak oturduğu semtlerde işçi grupları oluşmaya, buralarda yapılan toplantılarda sorunlar tartışılmaya başlandı.
Irak’ı işgal hazırlıkları sırasında, işgale karşı olan yoğun tepkinin sunduğu olanaklar da değerlendirilerek, içinde CHP, AKP, SP, MHP, BBP gibi düzen partilerine oy veren ya da sempati duyan işçilerin de yer aldığı doğal işçi önderlerinden oluşan bir işçi komitesi kuruldu.
Bu komite; havzaya dönük yürüttüğü işgal karşıtı çalışmanın yanı sıra, havzanın bulunduğu ilçedeki bütün parti, sendika ve kitle örgütlerini ziyaret ederek, ABD ve İngiltere’nin Irak’ı işgal etme ve AKP’nin Türkiye’yi suç ortağı yapma girişimlerine karşı barış ve kardeşlik için mücadele etmelerini, havzada yapacakları basın açıklamasına destek vermelerini istedi, imza kampanyası sürdürdü.
Ziyaretleri sırasında, DEHAP dışındaki partiler, işçilere; ‘Savaşa karşı olduklarını, ama yasadışı işler yapmamalarını, basın açıklamasına polisin müdahale edeceğini’ söyleyip, işçilerin basın açıklamasına katılma çağrısını geri çevirdiler. Yapılan basın açıklamasına, sınıf partisinin dışında hiçbir parti ve sendikalar da dahil hiçbir kurum katılmadı. Bu durum, komite içinde düzen partilerine sempati duyan işçilerde ciddi bir tepkiye neden oldu ve gidip kendi partilerinin yerel yöneticileriyle ciddi tartışmalar yapanlar oldu. Bu süreç, aynı zamanda, sınıf partisiyle işçiler arasında daha güçlü bağların kurulması, işçilerin iş çıkışlarında gruplar halinde sınıf partisine gelmelerini de beraberinde getirdi.
Aynı işçiler, sınıf partisinin ülke genelinde, Kürt halkı üzerindeki baskıların son bulması için başlattığı imza kampanyasına da destek verdiler ve bazı işçiler çalıştıkları işyerlerinde imza topladılar.
Bir yandan bunlar olurken, bir yandan da, oluşan işçi komitesi, kendi acil ve temel talepleri için başlattıkları imza kampanyasıyla kısa sürede binlerce imza toplayıp, onlarca toplantı yaptı. İş cinayetlerinde ölümlerin gayet normal görüldüğü havzada, işlenen her cinayette işçilere binlerce bildiri dağıtılıp sesli ajitasyonlar yapıldı; basın açıklamaları yapılarak işçiler uyarıldı ve iş cinayetlerinin “kaçınılmaz” görülmesi duygusu, belli sayıda işçi arasında da olsa, kırılmaya başladı.

DÜZENLİ-DÜZENSİZ ALINAN 9 GAZETEDEN 50 GAZETEYE
Çalışmanın yeniden planlandığı ve sınıf partisinin güçlerini yeniden mevzilendirdiği ilk dönemde, havzada, parti üyeleri de dahil (kimileri düzenli almıyordu ya da iş çıkışında alıyorlardı) dokuz gazete satılıyordu. Çalışmanın yeniden planlanması, aynı zamanda, günlük işçi basınının yeniden planlanmasını merkez alıyordu. Ancak bu konuda somut adım atmada oldukça zorluk çekildi. Sınıf partisinin birkaç üyesinin, yemek ve çay molalarında işçi gazetesini diğer sınıf kardeşlerinin yanında okuması ve arada bir tane de olsa arkadaşlarına gazete satmaları ve yürütülen çalışmada giderek kendilerine güven duymaları, bütün parti üyelerinin gazetelerini işyerine götürmeye başlamalarını sağladı.
Bir yandan da çalışma yürütülen işçi havzasına ilişkin haber-röportajlar yapılıyordu. Bunların yayınlandığı günlerde, sınıf partisinin üyeleri, zorlanarak da olsa, işyerlerindeki arkadaşlarının gazete alıp okumalarını teşvik etmeye başladılar; ve az sayıda da olsa satıldığını görüp, daha fazla sayıda işçi arkadaşlarına gazete satmaya yöneldiler. Bir süre sonra, sınıf partisinin çalışma alanındaki her üyesi, kendi gazetesi dışında satabileceği gazete sayısını belirledi ve bunda ısrar ederek daha fazla işçinin gazete okumasını, işçilerin gazete etrafında kümelenmesini sağladılar. Bazı partili işçiler bir ya da iki gazete okutabilirken, bazıları da sekiz, dokuz gazeteye ulaştılar. Bu sayı, bir süre sonra, toplam olarak otuzlara, kırklara çıktı.
Bugün gelinen noktada, 50 işçi gazeteye günlük olarak abone olmuş durumda. Gazeteyi daha iyi kullanmak, bütün işçileri gazeteden haberdar etmek ve en azından gazetenin öne çıkardığı haberlerin başlık ve spotlarını duyurmak için, havzanın ana girişinde, haftada bir günle başlayan sesli gazete satışları, bugün haftanın dört günü yapılıyor. Yaklaşık bir yıl yapılan sesli satışlarda, sınıf partisinin üyelerinden sadece bir kişi sözlü ajitasyon yaparken, 2004 1 Mayıs’ından bu yana, gazete satışına çıkan herkes aynı zamanda sözlü ajitasyon da yapar duruma geldi.
Gazete merkezli bir çalışmanın sürdürülmesi, aynı zamanda, işçilerle gazete arasında canlı bir bağın mektuplar aracılığıyla kurulması çabasını da içeriyordu. İşçi basınına mektup yazma konusunda, partili işçiler de dahil olmak üzere, hiçbir işçi, hayatında bir gazeteye mektup yazmadığı için, etrafında olup bitenleri ya da düşüncelerini yazma konusunda oldukça zorlandılar. Bunun bilincinde olan yönetici parti komitesinin üyeleri, başta partili işçiler olmak üzere kimi işçilerin anlattıklarını gazeteye haber yaptılar, birlikte mektup yazdılar. Bu iş, aynı zamanda, işçilerin kendilerinin de yazmaları gerektiği, bunu yapabilecekleri ısrarı ile birlikte yapıldı ve bir süre sonra işçiler gazetelerinden kendi yazdıkları mektupları okumaya başladılar.
İşçiler gazetede mektuplarının yayınlandığını gördükçe, işçi arkadaşlarına, ailelerine, komşularına hatta gittikleri kahvelerdeki arkadaşlarına gazeteyi göstererek, “bak mektubum çıkmış” demeye ve gazeteyi okutmaya ve kendileri de gazete satmaya yöneldiler. Bunu gören diğer işçiler de yazmaya başladı. Şu ana kadar yüzlerce işçi gazeteye mektup yazdı. Dün mektup yazmakta tereddüt eden işçiler, gazetenin doğal muhabiri oldu, gazetenin arşivini zenginleştirmek için işyerlerinde fotoğraflar çekip göndermeyi iş edindi.
Gelinen yerde, 47 işletmenin olduğu havzada 20’nin üzerindeki işletmeye gazete giriyor, yemek paydosunda, çay molalarında gazete işçilerle okunuyor. 20 bin işçinin çalıştığı havzada hemen bütün işçiler gazeteyi biliyor. Günlük olarak şu ya da bu biçimde gazeteye şöyle bir bakan ya da okunan yazıları dinleyen işçi sayısının 500’ü aşkın olduğunu söylemek abartı olmayacaktır.
Bir yıl önce yapılan günlük işçi basını ile dayanışma kampanyasında 350 işçi kampanyaya katılırken, bu yıl gazetenin 10. yıl faaliyetlerinin örgütlenmesinde 30 işçi görev aldı. Sınıf partisinin başlattığı bağış kampanyası için, bir maaş, üç maaş bağış yapma kararı alan örnek işçi tutumları takınılırken, bağış kampanyası için en az 2 bin işçiden bağış toplama hedefiyle çalışma yürütülüyor.

PARTİ ORGANININ EĞİTİMİ VE YOLDAŞLIK
Bir işi başarmak, öncelikle o işin yapılmasının gerekli olduğuna inanmaktan geçer. Emperyalist kapitalist sisteme karşı işçi sınıfını örgütleme ve mücadeleye katmanın zorlukları ve karşılaşılan problemleri yenmek, yeni taktikler geliştirmek ve inatla devam etmek için işçi sınıfının ideolojisini, politikasını, tarihini, birikim ve deneyimini asgari olarak öğrenmek gerekir.
Bu gerçekten hareketle, günlük gazetenin düzenli okunmasının yanı sıra, parti örgütünün eğitimi için aylık teori dergisindeki kimi makalelerin özel olarak okunup tartışılması, çalışmanın bir parçası olarak sürekli gündemde olmuştur. İşçi sınıfının mücadele ve örgütlenmesine ilişkin dünyada ve ülkemizde yaşanan deneyleri aktaran romanların, işçi sınıfının bilimsel ideolojisinin kurucularının ve onların takipçilerinin çeşitli yapıtlarının okunması da eğitimin vazgeçilmez bir parçası olarak ele alınmıştır.
Çalışma koşullarının ağırlığı ve iş saatlerinin dışında geç saatlere kadar faaliyet yürütmelerine rağmen, aynı düzeyde olmasa da, sınıf partisinin bütün üyelerinde bir okuma alışkanlığının edinilmesi sağlanmıştır. Parti organının iç yaşamının canlılığı ve yenilenmesinde, yine havzadaki çalışmanın günlük olarak planlanıp sürdürülmesinde çok önemli bir rolü olan sorumlu parti örgütçüsünün üç yıl içinde okuduğu kitap sayısının 24 olması sanırız eğitime verilen önem ve bunun gereğinin yerine getirilmesi açısından dikkate değerdir. Dahası yönetici parti komitesi ve parti organının üyelerinin, kendi eğitimleriyle birlikte, çalışmalara katılan işçilerin eğitimiyle de özel olarak ilgilenmesi, bu işin bir parçası olarak sürdürülmektedir. Havzadaki parti birimine yönelik, sınıf mücadelesi tarihi üzerine özel bir eğitim programı hazırlanıp, beş aylık süre içinde eğitim çalışmaları yapılması, gerek parti organının, gerek yerel örgütün bütününün gerekse mücadelenin örgütlenmesinde öne çıkıp görev alan işçilerin eğitimi açısından pekiştirici olmuştur. Eğitime katılan genç işçiler (yüzde doksan beşi genç) bugün çalışmaya daha ileri düzeyde katılır durumdadır.
Başta sınıf partisinin yerel yönetici komitesi olmak üzere, havzadaki parti organı üyelerinin başarısızlıklarını da, başarılarını da yoldaşça paylaşıp, birlikte sevinip, birlikte kaygı duyup,
birlikte çalışmaları, eğitimin önemli bir parçası olmuştur. Tıkandıkları yerlerde tereddütsüz yardım isteme, eleştiri ve özeleştiriyi ilerlemenin vazgeçilmez bir silahı olarak kullanma tutumunu önemli ölçüde özümsedikleri içindir ki, birbirilerini tamamlayıp, güçlendiriyorlar.

BİR PARTİLİNİN KARARLI TUTUMU BÜTÜN ORGAN ÜYELERİNİ ETKİLEDİ
Burada, başka bir bölgede çeşitli tekstil atölyelerinde ya da geçici işlerde çalışan genç bir partilinin, çalışmanın yeniden planlanıp örgütlenmesinden bugüne, mücadelede takındığı örnek tutumun belirleyici öneminin altını kalın çizgilerle çizmekte yarar var.
Havzaya yabancıyken ve çalıştığı işyeri ve yerleştiği mahalledeki partili yoldaşları dışında tanıdığı bir tek kişi yokken, işe girdikten kısa bir süre sonra işçilerle kurduğu dostluklardan başlayarak, takındığı öğrenen ve öğretici olan tutum, övgüye değerdir. İşçi havzasındaki çalışmaya katıldığı günden bugüne kadar geçen yaklaşık üç yıllık dönem boyunca, yaşantısından, “bir günün nasıl geçiyor” sorusuna verilecek yanıtın özeti şudur:
“Her sabah en geç saat 07.15’te havzanın girişindeki çay ocakları onun ilk mekanıdır. Çayını içip gazetesini okur. Yaklaşık yarım saat sonra işçi akını başlayınca gelenlerle selamlaşır, sohbet eder, gazetelerini dağıtır ve sekiz çeyrekte çay ocaklarından ayrılıp ikinci mekanına, işine gider (bu ikinci mekan, zaman zaman “zorunlu” olarak değişir. Akşam iş çıkışında, aynı şekilde, çay ocaklarına gelir, oradaki işçilerle sohbetlerini sürdürür, ardından, işçilerin oturduğu semtlere gider ve gece saat 22.30 – 23.00’e kadar çalışma devam eder ve sonra evine gider. Bazen daha da geç, bazen ise hiç gitmez. Her akşam mutlaka yarım saat de olsa kitap okur. İlk işe girdiği günden sonra geçen 4-5 aylık sürenin ardından dağıtılan bütün bildirileri (ayda en az iki kere) sözlü ajitasyon yaparak dağıtmaktadır. Aynı zamanda gazete satışlarında sözlü ajitasyon geleneğini ilk başlatan kişidir. Kimi zaman tek başına gazete satıp bildiri dağıttığı olmuştur.”
Bu parti örgütçüsünün tutumu, kararlılığı, sabrı, heyecanı bütün parti üyelerini, mücadeleye yönelen işçileri etkilemiş, bir süredir ve bugün, dün sadece kendisinin yaptıklarını yoldaşları ile birlikte yapmaktadır.

SONUÇ OLARAK
Özetlemeye çalıştığımız çalışmanın önemli ayraçlarını ve sonuçlarını kısaca sıralayacak olursak.
1 – Partinin yönetici organları, ortaya koyduğu hedefi ve yapılacak işleri örgütle tartışıp kendi fikrine kazandığında, yetmedi; bu hedefe varmak için yürütülen çalışmada yaşanan sıkıntıları aşmada yardımcı olup, nasıl yapılacağını gösterdiğinde,
2 – Çalışmanın günlük ve istikrarlı yürütülmesinde sebat edilip, kararlı, sürekli, canlı bir propaganda-ajitasyon faaliyeti, acil, somut talepler ve dünyada ve ülkede yaşanan gelişmeler üzerinden sürdürüldüğünde,
3 – Bütün bunların merkezinde günlük işçi basını yeraldığı ve onun her vesileyle işçiler tarafından alınıp okunması, yazılıp canlı tartışmaların kürsüsü yapılması, bütün zorluklara, geri alışkanlık ve eğilimlere rağmen pes etmeden çalışmaya devam edildiğinde,
4 – Doğal işçi önderleri, yürütülen çalışmalardan etkilenen ileri işçilerle öğrenen ve öğretici olan bir politik bağ kurulup, işyerinde, mahallede, kahvede işçilerin hayatının ayrılmaz bir parçası olup, çalışma çok yönlü devam ettirildiğinde,
5 – Şu ya da bu nedenden dolayı çalışma zayıfladığı, gazete satışları düştüğü, mektuplar azaldığı, bir araya gelen ileri işçi grupları dağıldığı, yapılan işler partililerle sınırlı kaldığı koşullarda, durum gözden geçirilip, sonuçlar çıkarılıp, yeniden ve yeniden ilerlemek için hamle yapıldığında,
6 – Tek bir parti örgütçüsünün, militanın tutumunun bile ne kadar önemli ve değiştirici olduğunun kavranıp, buna uygun vazife çıkarıp, gereği pratik olarak yapıldığında, ilerlemek ve sınıf mücadelesinin ilerlemesine hizmet etmek, asla uzak, yapılamaz, olamaz değildir.
Bugüne kadar yaşanan olumluluk ve olumsuzluklardan dersler çıkaran sınıf partisi, havzadaki ileri işçilerin kendilerinin belirledikleri işçi komitesinin çalışmalarına bütün gücüyle katılıyor ve bu alandaki işçi örgütlenmesinin daha ileri bir hamle yapması için çaba sarfediyor. İşyerlerinde ve işçilerin yoğun olarak oturduğu mahallelerde komiteler oluşturma girişimleri sürerken, işçilerin kendilerinin üreteceği yeni mücadele araçlarıyla mücadele ve örgütlenmenin güçlenmesi için uğraş veriyor.
Yerel gazeteler havzadaki işçilerin çalışma koşullarına, yaşadıklarına ve çözüm arayışlarına ilişkin yazılar yazmaya başladılar. Havzadaki patronların çıkardığı dergilerde bile işçilerin taleplerine ilişkin yazılar yer alıyor ve şunlar söyleniyor: İşyerleri ambulans almalı, işçilerin iş kazalarına karşı koruyucu malzemeler kullanmaları sağlanmalı…
Herkese, hepimize kolay gelsin.

Gençliğin örgütlenme çabaları ve gençlik evleri

Özgürlük Dünyası’nın 148. sayısında yer alan “Gençlik Evlerinin Kuruluş Çalışmaları ve Yönelimi” adlı makalede, gençlik evlerinin kuruluşu ve önemine ilişkin genel bir tablo ortaya konmuştu.
Gençlik evi vb. örgütlenmeler, sınıf partisinin gençliği içerisinde her dönem gündemde olan ve gençlik yığınları içerisinde kitle çalışması ve örgütlenmesine bağlı olarak tartışılan, az ama küçümsenmeyecek pratik deneylerin de biriktirildiği çalışmalardır.
Karşı devrim cephesinin gençlik yığınlarını çok yönlü bir kuşatma altında tuttuğu ve bu açıdan gençlik kitlelerinin bilinç ve yaşamında önemli tahribatlara neden olduğu günümüz koşullarında, bu kuşatmayı kıran ileri gençlik kümeleri, örgütlenme arayış ve yönelimlerinin bir sonucu olarak gençlik evleri kurmaya yöneliyorlar.
Bizde bu yazıda, gençlik evleri kurmaya yönelen uyanış içerisindeki ileri gençlik kitlelerinin sınıf partisinin gençlik örgütüyle birlikte sürdürdüğü çalışmaları, atılan adımları belli yönleriyle ele alıp değerlendireceğiz.

SİSTEM, GENÇLİĞİ YIKIMA SÜRÜKLÜYOR
Kısaca hatırlayacak olursak, 148. sayıda, iki araştırmanın sonuçları üzerinde gençlik yığınların eğilimi ve değer yargılarındaki farklılığa dikkat çekilmişti. 1979-2002 yılları arasında gençliğin istemleri karşılaştırılmış ve gençlik yığınlarının, 2002 yılının verilerine göre, mutluluk için tek çıkar yolun para olduğunu düşündüğünün ortaya çıkması üzerinden yaşanan değişime vurgu yapılmıştı.
Bir diğer araştırma ise, 262 öğrenciyle yapılan ve gençlerin yüzde 50’ye yakınının kendisini öldürmeyi düşündüğü sonucunun ortaya çıktığı araştırma idi.
Adı geçen araştırmalardan da görüldüğü üzere, gençliğin değer yargılarında, istem ve arzularında sistemden kaynaklı ciddi yanılgılar, yozlaşma ve sonu yıkımla biten tahribatlar yaşanıyor. Bu durumu sadece özenti ile açıklamak, binlerce ağacı görüp, ormanı görememekle aynı şeydir.
Çünkü; kapitalist emperyalizm, gençliği kendi stratejisine bağlamak için moda, müzik, spor vb. başta olmak üzere, her tür popüler alanı bir silah olarak kullanıyor. Hemen hemen çıkardığı her yeni ürünü devasa reklamlarla tanıtıp, gençlik yığınları içerisinde akım ve idoller yaratarak, gençliği içine ittiği uçurumu büyütüp, derinleştiriyor.
Piyasaya sürülen her ürün ve idol, gençlik yığınlarının çeşitli ihtiyaçlarını karşılama görüntüsü altında, emperyalist politikaların, kültürün pazarlanması ve gençlik yığınları arasında bir yaşam biçimi haline gelmesinin aracı olarak kullanılıyor.
“Yeni Dünya Düzeninin en önemli hedefi gençlik yığınları olmuştur. Gençliğe huzurlu bir bugün yaşatmayan ve güvenli bir gelecek konusunda inandırıcı kanıtlar sunmayan burjuvazi, onun kafasını karıştırmayı, olup bitenle düzen arasındaki ilişkiyi bulanıklaştırmayı kendisine başlıca amaç edinmiştir.” (EMEP, 3. Kongre Belgeleri, sayfa. 104)
Kuşkusuz gençliğe yönelik saldırılar ve kuşatma bunlarla sınırlı değildir. Bu açıdan dünün eskisi, fakat bugünün yenisi gibi gözüken birçok şey sıralayabiliriz. Gençlik yığınlarının içine itildiği bu tablonun nedenlerinin sisteme, sorumluluğunun burjuvaziye ait olduğu, kapitalist-emperyalist sistemin ve egemen sınıfların bu tabloyla yetinmeyip, gençlik yığınlarını daha büyük sözde değişim, özde ise yıkıma sürüklediği gerçeği, aklı başında herkes tarafından kabul edilen bir gerçektir.
Gençliği kazanmanın geleceği kazanmak olduğunu bilen burjuvazinin, her gün yeni hamleler yaparak gençliğe dayattığı bu sahte değişim rüzgarıyla, kendi egemenliğini sürdürme çabasına karşı, gençlik yığınlarının bilinçlenme, gerçekleri görme ve mücadeleye atılma ihtiyacını karşılayabileceği uygun araçların yaratılması, her günkünden daha acil bir görev ve sorumluluk olarak, sınıf partisinin gençliğinin omuzlarındadır. Gençlik yığınlarının birleştirilmesi ihtiyacının gelip kapıya dayandığı bu süreçte, sınıf partisinin gençliği, bütün bu saldırılar karşında daha hedefli ve planlı çalışmak, cesaretle ve militan bir tutumla öne atılmak durumdadır.
Bu cesaretle öne atılmanın bir parçası olarak, Emek Gençliği örgütleri içerisinde tartışılan gençlik evleri türü örgütlenmelerin doğru kavranması, yaşananlardan doğru sonuçlar çıkarılması, pratik adımların buna göre atılması, gençliğin mücadele ve örgütlenmesi açısından hayati önemdedir.

AYDINLANMA, KÜLTÜR VE MÜCADELE MERKEZLERİ OLARAK GENÇLİK EVLERİ
Gençlik evleri, derneği, lokali, kulüpleri vb., adına ne dersek diyelim, gençlik yığınlarının bu sistemin ve burjuvazinin bu kuşatmasını kırmaya yönelmesinin bir parçası olarak gündeme gelen gençlik evlerini; gençlerin kendilerini ifade edebilecekleri, yeteneklerini ve becerilerini sergiledikleri alanlar olarak tanımlayabiliriz. Ancak bu tanımlama, doğru olmakla birlikte, eksik bir tanımlamadır. Bu gençlik örgütlenmeleri, aynı zamanda, gençliğin aydınlanma ve mücadele merkezleri olarak da bir işleve sahip olmalıdır. Gençlik evlerini; karşı devrim cephesinin gençliğe dönük saldırılarının gençler tarafından görülüp kavrandığı, bu saldırılara karşı, gençlerin, kardeşlik, dayanışma, paylaşma, ortak iş yapma kültürünü kazanma, kendisiyle barışık yaşamayı öğrenme, gücünü ve enerjisini doğru yönde birleştirme ve kullanma, yeteneklerini ve becerilerini, kendisini yıkıma sürükleyen kapitalist-emperyalist sisteme karşı mücadeleye sunmayı, seferber etmeyi öğrendiği birer mücadele aracı olarak ele almalıyız.
Mevcut gençlik evi girişimlerinin bu çerçeveye ne kadar uygun ele alındığı, kuruluş çalışmalarının ne kadar buna uygun yürütüldüğü ve gençliğin kitlesel mücadele ve örgütlenme merkezleri olmaları için olanakların ne kadar doğru değerlendirildiği bugün tekrar gözden geçirilmeye muhtaçtır.
Bunun için Pendik Gençlik Evi deneyiminden kalkarak bir kaç temel hususa dikkat çekmekte fayda var.
1. Pendik’te Emek Gençliği’nin girişimi ve çabasıyla (tabii ki örgütsüz gençleri ve gençlik evi fikrine sıcak bakıp kuruluş aşamasında yer alan gençleri de katarak) kurulan gençlik evi, bir dönem, geniş gençlik yığınlarının geldiği, şu yada bu biçimde çalışmalarında yer aldığı gençlerin uğrak yeri-merkezi olmuşken, semtlere, mahallelere (kuruluş dönemini bir tarafa bırakıyoruz) dayanarak, temellerini ve varlığını buralarda kökleştirerek koruyamadığından kaynaklanarak güdükleşen, daralan bir pozisyona düşmüş, sınırlı sayıdaki gencin uğrak yeri haline gelmiştir.
2. Gençlik evi çalışması, bir partinin veya partinin gençlik örgütünün merkezi-çalışmasının yerine konarak (niyet bu değil kuşkusuz, fakat pratikte yaşanan bu), kitleselleşme konusunda sıkıntılar ortaya çıkmıştır. Örneğin, Pendik Gençlik Evi’nin 40 resmi üyesi bulunmaktadır. Üye sayısı bile, durumun ihtiyaçlar ve olanaklarla ne kadar örtüştüğünün ya da nasıl bağdaşmadığının göstergesidir. “Niçin binlerce üyesi yok? Niçin yüzlerce genç gelip ucundan kıyısından tutmuyor?” soruları önem kazanmaktadır.
3. Daha çarpıcı olması açısından, örneğin kira borcu, elektrik borcu ve benzer sıkıntılarıyla az sayıda gencin uğraşması, gelen gençlerin, gençlik evini bütün yönleriyle sahiplenmesinin, her türlü çalışma ve ihtiyaçları kendi işi olarak görmesinin sağlanamaması. Ve gençlik evinin, gençlerin salt çay içecekleri, üç beş sohbetin yapıldığı, sonrasında işine gücüne baktığı bir mekan haline gelmesi.
Hemen belirtmekte yarar var, gençlik yığınlarının bu ve benzer örgütlenmelerde çeşitli sıkıntılar yaşaması doğaldır. Ancak sorun, bu sıkıntıların da çözüleceği ve daha başından, gençlik yığınları içerisinde kök salmış ve buna uygun olarak faaliyet sürdüren bir anlayışla gençlik evi örgütlenmesini ele almak ve gençlik evlerini, gençliğin kitlesel mücadele ve örgütlenmesi açısından bir “sihirli araç” olarak görmemek ve kolaycı eğilimlerden uzak durmaktır.
Pendik Gençlik Evi, bugüne kadar yaşadığı deneyler üzerinden, içinde bulunduğu kongre sürecini de dikkate alarak, yeni bir hamle yapma, çalışma ve örgütlenmesini yeni bir düzeye taşıma için bir dizi karar almıştır ve bu kararlar doğrultusunda faaliyetlerini yürütmektedir. Birkaç aydır, Pendik Gençlik Evi’nin sürdürdüğü tartışmalardan çıkarılan birkaç sonucu paylaşmakta yarar var.
* Her mahallede komiteler oluşturup, gençlik evi çalışmalarını ve örgütlenmesini, kuruluş sürecindeki yönelim ve adımlara uygun olarak, mahalle-semt gençlik örgütlerine dayandırmak. Bu örgütlerin seçeceği temsilcilerden oluşacak kurul aracılığıyla mücadele ve örgütlenmesini ilerletmek.
* Sanayi siteleriyle mahallelerdeki işçi, işsiz gençlik yığınları arasında özel bir çalışma sürdürmek. Bunun gençlik evi çalışmasının temel ayağı olması ve gençlik evinin, işçi, işsiz gençlerin talepleri için mücadele ettikleri bir merkez olarak güçlenmesi.
* Eğitim sisteminin paralı hale getirilmesi, sınav sistemindeki eşitsizlikler ve haksız rekabet, bilimin yozlaştırılmasına karşı talepler üzerinden mücadele içinde, mahalle ve semtlerdeki liseli gençliğin örgütlenmesi.
* Tiyatro vb. kültürel-sanatsal çalışmaların dört duvar arasından çıkarılıp, mahalle-semt merkezlerine taşınması, buralarda gösterilmesi ve ilerici, anti-emperyalist, demokratik kültürün gençlik yığınları içerisinde yayılmasını sağlamak.

SONUÇ OLARAK
Pendik Gençlik Evi deneyimi ve daha önceki deneyimler de göstermiştir ki, mahalle ve semtlerde, çeşitli gençlik kesimlerinin talepleri etrafında bir araya gelerek mücadeleye yönelmesine dayanmayan, varlığını ve güçlenmesini, bu alanlardaki gençlik kesimleri içerisinde dal budak salmaya bağlamamış ve daha kurulma girişimlerinden başlayarak, bu anlayış ve pratikle örgütlenmeyen gençlik örgütlenmeleri, bir dönem sonra, işlevsiz, dar ve gereksiz hale gelmektedir.
Bugün birçok yerde gençlik evi vb. örgütlenmelere yönelmiş ilerici, devrimci, muhalif gençlik grupları, bu gerçekleri dikkate alarak hareket etmelidir. Mevcut durum ve düzeylerini buna göre değerlendirip, yarına yönelik adımlarını bunun üzerinden planlayıp, atmalıdırlar.
Burada altı kalın çizgilerle çizilmesi gereken bir diğer husus, gençlik evi çalışması yürüten gençlik gruplarının, muhtarlık, belediye, halk eğitim merkezleri, kaymakamlık vb. yerel yönetim merkezlerini zorlayıp, ihtiyaçlarını karşılamaları için talepte bulunmaları, “aşağıdan” baskı oluşturup buraların olanaklarından faydalanmaları, birçok maddi ve pratik sıkıntının çözümünün dayanaklarını buralarda aramayı asla ihmal etmemeleri gerektiğidir. Dahası, bunu yaparak, iyi niyetli bir tutumla gençlik evi vb. örgütlenmelerde birleşmeye yönelen gençlerin, başlattıkları girişimin sağlamlığını ve tutarlılığını kendilerinin ve gençlik kitlelerinin görmesini sağlamak da, yukarıda ortaya konan anlayış ve pratikle hareket edildiğinde mümkün olacaktır.
Bergama ve Akdere kampları, İstanbul futbol turnuvası, Merter İşçileri Derneği vb. deneyler, bu ve birçok açıdan öğretici sonuçlar ortaya çıkarmıştır. Atılacak adımlar, bu deney ve birikimlerin sonuçları gözetilerek atıldığında, gençliğin mücadele ve örgütlenme çabası, öncekilerden daha ileri işlerin başarılmasına doğru ilerleyecektir. Aksi takdirde, dönüp, yeniden aynı şeyleri tartışan ve formüle eden, bildik genel doğruları ifade etmenin ötesine geçilemez, dar pratikçilikten kurtulunamaz.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑