Son yıllarda ulusal, uluslararası örgütlerin ve sendikaların, IMF’nin, Dünya Bankası’nın, UNDP’nin (Undeveloped Nations Development Project – Birleşmiş Milletler Kalkındırma Programı), akademik çevrelerin, devletlerin, hükümetlerin ilgisinin merkezine oturmaya başlayan bir konu var: Ev eksenli üretim, ev eksenli çalışanlar. Özellikle son birkaç yıldır, konu hem Türkiye’de hem de dünyada oldukça fazla tartışılıyor, araştırılıyor, üzerine yorumlar yapılıyor, ev eksenli çalışanlara dair projeler geliştiriliyor. Peki nasıl oldu, ne oldu da ev eksenli üretim ya da ev eksenli çalışanlar, öncesinde olmadığı kadar yoğun bir biçimde pek çok çevrenin gündemine oturdu ve tartışılmaya başladı? Hiç kuşkusuz “görünmeyen emeğin” artık görülmesinde, ev eksenli çalışanların sayısının dünya ölçeğinde milyonlara ulaşması ve ev eksenli üretimin belirgin ve yaygın bir model olarak ortaya çıkmasının bir etkisi var. Özellikle ILO, Dünya Bankası, IMF, BM gibi örgütlerin konuya yaklaşımları, yine aynı örgütlerin yoksulluğa yaklaşımlarından farklı değil. Nasıl ki, yoksullukla mücadele adı altındaki çeşitli araştırmalar ve sonucunda ortaya çıkan yoksulluğun çözümüne yönelik proje ve uygulamalar, “yoksulların ve yoksulluğun rehabilitasyonu, kontrol altına alınması”nı amaçlıyorsa, ev eksenli çalışmaya da benzer bir mantıkla yaklaşılıyor. Ev eksenli çalışanların “tespiti ve durumlarının iyileştirilmesi” adı altında geliştirilen projeler, bir bakıma, “rayından çıkan”, hızla enformalleşen (kayıtdışılaşan) sermayenin, üretimin ve işgücünün kontrol altına alınmasına hizmet ediyor. Ayrıca eklemekte yarar var; ev eksenli üretim ve yoksulluk tartışmalarının eş zamanlı olarak başlaması da tesadüf değil; ev eksenli çalışanların sayısının dünya nüfusunun yarısından fazlasının yoksul olduğu bir dönemde artması da.
“Nereden çıktı bu ev eksenli üretim ve ev eksenli çalışanlar?”, “Ev eksenli çalışma nedir, neden bugün tartışılıyor?” sorularına dönersek; bu soruların cevaplarını vermek için kapitalizmin son yarım yüzyıllık tarihine bakmak gerekecek. Bu yazı kapitalizmin geçirdiği dönüşümler anlatılarak uzatılmayacak, ancak özellikle 1970’lerden günümüze gelen sürece, üretim ve istihdam biçiminde yaşanan dönüşümlere bakmak ev eksenli üretimin yaygınlaşmasının nedenlerini anlamak bakımından zorunlu olduğundan, mümkün olduğunca kısa tutarak bir özet yapmak da gerekiyor.
Fordizm’in sembolik başlangıç yılı olarak kabul edilebilecek 1914’ten II. Dünya Savaşı sonrasına kadar olan dönemde, Ford’un emek verimliliğini, beraberinde üretimde artışı ve buna bağlı olarak da “toplumsal refahın” artışını öngördüğü model, düşe kalka olsa da, varlığını sürdürdü. Kayan bant sistemi, Fordizmin, kendinden önceki üretim sistemine, Taylorizm’e göre önemli farklarından birisiydi. Bu yöntemle, işçiyi bir yere sabitleyerek ve kayan bandın hızını ayarlayarak, üretim miktarı, hızı ve üretim kapasitesi kontrol edilebilmekte ve işgücü maksimum verimlilikle kullanılabilmeydi. Standart parçaların basitleştirilmiş bir iş ve tekdüze bir işbölümü ile birleştirilmesine dayanan sistemin hedeflerinden biri de, bu yolla maliyeti en aza indirmek ve kârı artırmaktı.
Diğer taraftan üretimde son derece özel ve tek amaçlı makineler kullanılmakta, niteliksiz işgücü ve makine arasında sabit bir ilişki kurulmaktaydı. Bu yöntemle, üretim biçiminin hedefi olan verimlilik artışı sağlanmış ve birim zamanda bir işçinin ürettiği ürün miktarı artmıştı. Yığınsal üretim, üretimle doğru orantılı bir talebi de gerektirmekteydi. Bu nedenle, Fordizm’de tüketimin canlı tutulması bir zorunluluktu. Fordist üretim sistemi üretim artışı hedefine ulaşmıştı, ancak bu üretim artışı, çok daha büyük ve aynı zamanda büyük ölçekli yatırımı amorti edebilecek pazarı ihtiyaç haline getiriyordu. II. Dünya Savaşı’ndan sonra ortaya çıkan iktisadi büyüme konjonktürü, böylesi bir pazarın oluşmasına olanak sağlamıştı. Ancak talep ve arzın sonsuz olamayacağı açıktı. Dolayısıyla, maksimum verimliliği sağlayan montaj hattının kendisi, Fordizm için başka bir kriz haline geldi. Yaşanan bu kriz, tüketimin canlı tutulmasına yönelik tedbirlerle aşılmaya çalışıldı. Dünya Bankası’nın, Bretton Woods sistemi aracılığıyla, Keynesyen politikalarının gelişmekte olan ülkelerde hayata geçirilmesi, bu tedbirlerden bazıları oldu. Doların uluslararası dolaşıma girmesi yoluyla, “gelişmekte olan” ülkelerde tüketim ve yatırım talepleri canlandı ve köyden kente göç, nüfusu büyük ölçüde işçileştirdi. Emperyalist ülkeler, krizi, faaliyetlerini “gelişmekte olan ülkelere” aktararak aştılar, ve bu süreç, hem Keynesyen politikaların tasfiyesi hem de düşük gelirli kesimlerin tüketimden dışlanması, yoksullaşması sonucunu doğurdu. Dolayısıyla kapitalizme Altın Çağ’ını yaşatan Fordizmin ve onun ‘idealinin/iddiasının’ kaçınılmaz sonu gelmiş oldu. Kapitalizmin emek sömürüsünü artırarak kendini yeniden yapılandırdığı bu süreçte, işletme faaliyetleri farklı ülkeler arasında bölündü; planlama, tasarım ve pazarlamanın “gelişmiş ülkelerde”, belirli sektörler dışında üretimin yoksul ülkelerde yapılmasına başlandı. Böylece, belirli temel sektörlerin ötesinde, özellikle kömür, çelik, tekstil vb., hatta otomotiv ve giderek iletişim gibi dallarda, sadece planlama, tasarım ve pazarlama kısımlarını gerçekleştiren “gelişmiş ülkeler”in uluslararası tekelleri, büyük ölçüde, bant hattının kurulması ve değiştirilmesi gibi önemli bir maliyetten kurtulmuş oldular. Diğer taraftan, bu üretim biçimi ile uluslararası tekeller, üretimlerini, işgücünün daha ucuz olduğu yoksul ülkelere kaydırarak, maliyetlerini düşürdü ve “risklerini” de yoksul ülkelere devretti. Bu devir-teslim, üretimin çeşitli aşamalarının bölünmesi, taşeronlaşma ve işgücü açısından da esnekleşme, fazla mesai, sigortasız, sendikasız, iş güvencesiz, sosyal haklardan yoksun çalışma anlamına geliyordu. Bu süreçte, IMF ve Dünya Bankası gibi kuruluşların uyguladığı politikalarla birlikte, her ülke, “küresel kapitalizme” hızla eklemlendi. Ortaya çıkan esnek üretim modeli, ücretlerin sabitlenmesine veya askıya alınmasına yol açtı. Bu da, hem ulusal düzeyde, çalışan kesimler arasında var olan gelir eşitsizliğini, işsizliği ve yoksulluğu, hem de “gelişmiş ülkeler” ile ucuz emek gücünü barındıran yoksul ülkeler arasındaki eşitsizliği arttırdı. Ücretlerin düşmesi, esnekleşme ve yoksulluk, özellikle uluslararası tekellerin ucuz işgücü kaynağını oluşturan yoksul ülkeler için daha fazla insanın işgücüne katılmasını zorunlu hale getirdi. Örneğin son otuz yılda, özellikle yoksul ülkelerin toplam ve kadın işgücünde önemli bir artış olduğu bilinmektedir. Bu artışın, birbiriyle ve uygulanan politikalarla bağlantılı çeşitli nedenlerinden bahsedilebilir: Ücretlerdeki düşüş beraberinde yoksullaşmayı getirdi ve hane başına daha fazla insanın çalışmasını zorunlu kıldı. Aynı süreçte uygulanan tarım politikaları, köyden kente göçün hızlanmasına ve kentlerde ciddi vasıfsız, ucuz işgücü birikmesine ve beraberinde işsizliğin artmasına neden oldu. Diğer taraftan, artan yoksulluk nedeniyle, kadın işgücünün eskiye oranla emek piyasasına daha fazla dahil olmaya başlaması da, bu artışın başka bir nedenini oldu. Aynı istatistiklerin gösterdiği “gelişmiş” ve yoksul ülkelerin işgücündeki büyüme oranı arasındaki fark da, bu süreçte özellikle yoksul ülke işçilerinin daha çok sömürüldüğünü ve yoksullaştığını gösteriyor. OECD ve Dünya Bankası’nın yapığı çeşitli araştırmalar, gelişmiş kapitalist OECD ülkelerine ait işgücünün son otuz yılda üçte bir oranında büyüdüğünü, diğer taraftan, “gelişmekte olan ülkelerin” işgücünün aynı dönemde iki katına çıktığını gösteriyor. (Bkz. Tablo 1) Sadece bu tablodan bile kabaca şu sonucu çıkarmak mümkün: Ücretlerdeki düşüş ve beraberinde gelen yoksullaşma, özellikle yoksul ülkeler için hane başına daha fazla insanın çalışmasını zorunlu kıldı ve bu ülkelerin işgücünde artışa neden oldu.
Tablo 1: Dünya İşgücündeki Büyüme
BÖLGE 1970(milyon) 1980(milyon) 2000(milyon) Yıllık büyüme 1985-2000 (%)
OECD* 307,0 372,4 401,3 0,5
AB 84,9 122,1 141,1 1,0
JAONYA 51,5 59,6 64,3 0,5
ALANYA 35,5 38,9 37,2 0,2
İNGLTERE 25,3 28,2 29,1 0,2
FRANSA 21,4 23,9 25,8 0,5
İTALYA 20,9 23,5 24,2 0,2
İSPANYA 13,0 14,0 15,7 0,8
KANADA 8,5 12,7 14,6 0,9
AVUSTRALYA 5,6 7,4 8,9 1,3
İSVEÇ 3,9 4,4 4,6 0,3
Gelişmekte olan bölgeler* 1119,9 1595,8 2137,7 2,1
ÇİN 428,3 617,9 761,2 1,4
HİNDİSTAN 223,3 293,2 383,2 1,8
ENDONEZYA 45,6 63,4 87,7 2,2
BREZİLYA 31,5 49,6 67,8 2,1
PAKİSTAN 19,3 29,8 45,2 2,8
TAYLAND 17,9 26,7 34,5 1,7
MEKSİKA 14,5 26,1 40,6 3,0
TÜRKİYE 16,1 21,4 28,8 2,0
FİLİPİNLER 13,7 19,9 28,6 2,0
GÜNEY KORE 11,4 16,8 22,3 1,9
SSCB 117,2 143,3 155,0 0,5
DÜNYA* 1596,8 2163,6 2752,5 1,6
*Toplam değerler tabloda gösterilmeyen ülkeleri de içerir.
Kaynaklar: W. Johnston, “Global Work Force 2000: The New World Labor Market” (Küresel İşgücü 2000: Yeni Dünya İşgücü Piyasası), 117; Almanya Hariç OECD ülkeleri için: OECD, Department of Economics and Statistics, Labor Force Statistics (Ekonomi ve İstatistik Departmanı, İşgücü İstatistikleri), 1967-1987; US Bureaus of Labor Statistics; Dünya Bankası, World Development Report (Dünya Gelişme Raporu), 1987. Gelişmekte olan ülkeler ve Almanya için: ILO, Economically Active Population (Ekonomik Olarak Aktif Olan İşgücü), 1950-2025; Dünya Bankası, World Development Report (Dünya Gelişme Raporu), 1987.
Kapitalizmin yaşadığı bu dönüşümden, tabii ki, ilk olarak ve en çok yoksul ülkelerin işgücü zararlı çıktı; çalışan kesimler geçici, güvencesiz, kayıt dışı, ‘esnek’ çalışmaya mahkum oldu, ve neoliberal ekonomi politikalarının özellikle bu ülkelerin işgücü açısından sonuçları, 800 milyon işsiz veya yarı zamanlı (part-time) çalışan demekti. Ancak kapitalizm bu sonu, kaçınılmaz olarak, “gelişmiş ülkelerin” işgücü için de hazırladı. Bazı araştırmacılar tarafından “Brezilyalılaşma” (kayıt dışı emek piyasasının yükselişi) olarak tanımlanan süreçte, önceleri yoksul ülkelere özgü olan üretim kalıpları ve toplumsal ilişkiler, kaçınılmaz olarak gelişmiş sanayi toplumlarına da yayılmaya başladı. Ve bugün esnek ve güvencesiz çalışma, sadece gelişmekte olan ülke işçilerinin değil tüm dünya işçilerinin sorunu haline geldi. Bu süreçte belli işkollarında, belli ülkelerde değil, istihdam ve üretimin kendisi esnekleşmişti. Toplam Kalite Yönetimi, Toplam Kalite Çemberi gibi uygulamalarla fabrikalarda çalışan ücretli/maaşlı işçilerin çalışma koşulları esnekleşirken, işgücünde yaşanan esnekleşmenin en konsantre biçimlerinden biri ev eksenli üretim olarak ortaya çıktı.
KAPİTAL’DE EV EKSENLİ ÇALIŞMA
Ev eksenli üretim kavramı, en basit tanımla, pazar için gerçekleşen üretimin evlerde yapılması anlamına gelir. Fakat kavram, diğer taraftan, ev eksenli olmayan üretim biçiminin var olduğunu da işaret eden bir anlamı içinde barındırır. Bunun için ev eksenli üretim kavramı, bugün sanayi devrimi sonrasına, ve daha çok günümüze ait bir kavram olarak karşımızda duruyor artık. Ancak ev eksenli üretim, günümüze ait bir kavram olarak, günümüz üretim biçimleri ve ilişkileri üzerinden şekillenmiş olsa da, bu tarz üretimin tarihi daha eskilere, sanayileşme dönemine dayanmaktadır. O günden bugüne, gerek kapitalizmin geldiği aşama ve uluslararası örgütlenme düzeyi gerekse sınıf mücadelesi sonucu elde edilen kazanımlar açısından epey bir yol alınmış olsa ve ev eksenli üretimin bugünkü biçimi manüfaktür dönemindeki biçimine benzemese de, ev eksenli üretim hiçbir zaman tamamen ortadan kalkmamıştır. Ancak bugün açısından, yeniden, oldukça yoğun bir biçimde kullanılmaya başlandığından bahsetmek mümkün.
Ev eksenli üretimin, 200 yıl öncesiyle aynı özellikleri taşıdığı kuşkusuz söylenemez. Ancak hem işin örgütlenmesi hem işçilerin çalışma koşulları açısından, 1800’lü yıllarla bugün arasındaki benzerlikler şaşırtıcı. Marx’ın Kapital’de anlattığı ev sanayi ile günümüz ev eksenli üretiminin örgütlenişi ve evde yapılan işler arasında büyük benzerlikler var. Hatta bu benzerlikler, “bu, bugündür” dedirtecek kadar fazla ortak özellik taşıyor.
“… Sermaye, tek bir yerde geniş kitleler halinde topladığı ve doğrudan komuta ettiği fabrika işçilerinden, manüfaktür işçilerinden ve elzanaatçılarından başka, şimdi, gözle görünmeyen iplerle, diğer bir orduyu da hareket ettirmiştir: bunlar, büyük kentlerde oturanlarla birlikte bütün ülke yüzeyine yayılmış bulunan ev sanayi işçileridir. Bir örnek: Londonderry’deki Tillie gömlek fabrikasında 1.000 işçi çalışıyor, ve ülkenin her yanında dağılmış 9.000 kişi de kendi evlerinde gene bu fabrika için çalışıyorlar.”
“[1961] Bizim şimdi burada inceleyeceğimiz sanayi kolları, işçinin manüfaktürlerde ya da depolarda değil, kendi evlerinde çalıştıkları işkollarıdır ve bunlar ikiye ayrılır: (1) son elden geçirme; (2) onarım. Bunlardan ilkinde makine ile yapılan dantelaya son şekli verilir ve bu iş sayısız alt bölüme ayrılır.
“Son şeklini verme işi ya ‘patron evleri’ denilen yerlerde yapılır, ya da çocukların yardımıyla, ya da kendi başına çalışan kadınlar tarafından kendi evlerinde yapılır. Bu ‘patron evleri’ni işleten kadınların kendileri de, aslında, yoksul kadınlardır. İşyeri oturulan özel evin içerisindedir. Hanım patron, manüfaktürcülerden, mağazalardan sipariş alır ve odaların büyüklüğüne ve iş talebinin dalgalanmalarına uygun olarak değişen sayıda kadın, kız ve çocuk çalıştırır. Bu iş odalarında çalışan kadın işçilerin sayısı bazılarında 20 ile 40, bazılarında 10 ile 20 arasında değişir. Çocukların işe başlama yaşı altı çoğu durumda da beşin altındadır. Çalışma saatleri sabah 8’den akşam 8’e kadar olup, düzensiz aralıklarla, çoğu zaman pis çalışma odalarında yenilen yemekler için [yarım] saat ara verilir. İşlerin sıkı olduğu sıralarda çalışma çoğu zaman sabah 8’den hatta 6’dan gece 10’a, 11’e, 12’ye kadar devam eder. […] Nottingham’da 14 ile 20 çocuğun, belki 12 foot [ayak] küp kareden küçük bir odaya doldurularak günün 24 saatinin 15 saatinde, bıkkınlık verici ve tekdüze olmasıyla insanı zaten bitirip tüketen bir işte, üstelik sağlığa zararlı koşullar altında çalıştırılması, çok görülen bir şeydir. […] Depolardan saat gecenin 9 ya da 10’unda çıkan çocuklara, çoğu zaman, eve götürüp orada tamamlamaları için birer çıkın dantela verilir. […]”
Benzer örneklere Haymarket’de de (1 Mayıs’ın romanı) rastlıyoruz:
“[1873] Arkadaşlarımdan biri [bir kadından bahsediliyor], düzinesi yirmi iki sentten yaka yapıyor; on iki saatte altmış sent kazanıyor. Kötü beslenmeden dolayı yüzü tebeşir rengini aldı.”
“[1873] […] Joe taş ustasıydı, Margaret ise parça başı çalışıyordu.”
Ev eksenli üretimin doğasından da kaynaklı olarak, elde kesin, ayrıntılı ve düzenli veriler bulunmasa da, dünya toplam işgücü içinde ev eksenli çalışanların oranının giderek arttığı biliniyor. 1996 verilerine göre, Filipinler’de enformal sektör işçilerinin yüzde 13.7’si ev eksenli çalışıyor. Latin Amerika ülkelerinin giyim sektöründe ev eksenli çalışma çok yaygın. 1992 verileri, Arjantin’in Buenos Aires kentinde imalat sektöründeki işçilerin yüzde 8’inin, Cordoba ve Rosario’da imalat sektöründeki işçilerin yüzde 10’unun ev eksenli çalışmakta olduğunu gösteriyor. 1990’lı yıllara ait veriler ise, Almanya, Hong Kong, İtalya, Japonya ve Meksika’da enformal sektör içerisinde ev eksenli çalışanların oranının yüzde 87 ile yüzde 93 arasında değiştiğini gösteriyor. Bu durum, sadece yoksul ülkeler için değil, AB’ye üye ülkeler gibi gelişmiş kapitalist ülkeler için de geçerli. 1990’lı yılların ilk yarısında, ev eksenli çalışanların sayısının Avrupa Birliği’ne üye 15 ülkede toplam 2 milyon, Japonya’da ise 1 milyon civarında olduğu tahmin ediliyor. Hindistan’da, sadece bidi (bir tür yaprak sarması sigara) yapımında ev eksenli çalışanların sayısı 2 milyon 250 bin ve Hindistan’da 1981 verilerine göre, toplam 7,7 milyon ev eksenli çalışan bulunmaktadır. Filipinler’de sadece giyim işinde 500 bin kişi ev eksenli olarak çalışıyor, Filipinler’in bütününde ise, kendi hesabına çalışan ya da taşerona bağlı olarak ev eksenli çalışanların sayısı 5 ile 7 milyon arasında. Ev eksenli çalışanların ücretli ve serbest çalışanlar içindeki oranı ise yüzde 34,2.
TAŞERON ZİNCİRLERİNİN EN ZAYIF HALKALARI
Uluslararası tekellerin yoksul ülkelerdeki taşeron zincirinin en altındaki halkayı oluşturan ev eksenli çalışanlar, aradaki birçok aracıdan dolayı tekellerle olan bağı görülmese de, uluslararası sermayeye göbekten bağlı olarak çalışıyorlar. Özellikle yoksul ülkelerdeki taşeronlar ve ev eksenli çalışanlar, çoğu uluslararası tekelin üretiminin neredeyse tamamını gerçekleştiriyor. Örneğin Benetton firması, üretiminin tamamını, İtalya’daki ya da emeğin ucuz olduğu yoksul ülkelerin köylerinde ve kasabalarındaki küçük (ortalama 10 kişilik) atölyelere kaydırmıştır. Firma, sadece yönetim, planlama ve pazarlama birimlerinden oluşuyor. Görünüşte, firmanın üretim aşamasında çalıştırdığı, firmaya bağlı tek bir işçi yok. Ancak çeşitli ülkelerin küçük atölyelerinde ve evlerinde milyonlarca işçi Benetton için çalışmaktadır. Literatüre Benetton modeli olarak geçen bu örnek, günümüzde uluslararası tekellerin nasıl işlediğinin resmini çıkartan örneklerden sadece bir tanesi. Bu model, istisnalarıyla, bütün büyük şirketler için geçerli. Büyük şirketlerin taşeronlara devrettiği üretimin en düşük maliyetle gerçekleşmesinin yolu, işçi ücretlerini düşürmekten geçiyor. Bu rekabet ortamında, taşeronlar, üretimi; işyeri kirası, aydınlatma, ısıtma, yemek, servis, temizlik vb. gibi maliyetleri ortadan kaldırıp, maliyeti, yalnızca parça başı ücret ve taşıma maliyetine indirerek, evrelere taşıyorlar. Sanayileşme sonrasında, evlerden fabrikalara doğru olan işgücü akışının tersine döndüğü, üretimin parçalanmasıyla (de-centralizasyon/ademi merkezileşme), hızla fabrikalardan evlere doğru bir akış olduğu söylenebilir ve artık evlerin/mahallelerin oluşturduğu bacasız fabrikalardan bahsedilebilir. Tabii, üretimin evlere kayması ile ortadan kalkan, yalnızca yukarıda bahsedilen maliyetler olmuyor; bununla birlikte, işveren; sigorta, sendika, vergi, sosyal haklar gibi, maliyeti, işveren açısından ekonomik olmasının dışında da yüksek olan diğer giderlerden de kurtuluyor.
Milyonlarca işçi, çok uzun saatler, çok düşük parça başı ücretlerle, birbirinden habersiz, dünyanın ya da ülkenin farklı yerlerinde, aynı firmanın işçisi olarak çalışıyor. Dağınık ve örgütsüz olan ev eksenli çalışanlar, patron ya da taşeron için bir “tehlike” oluşturmuyor. Çünkü ev eksenli üretim, örgütsüzlüğü de beraberinde getiriyor. Taşeron ya da aracı herhangi bir direnişle (bu direniş, genel olarak ücretin yükseltilmesi talebiyle oluyor) karşılaştığında, kolaylıkla, işi oradan çekip başka bir yere kaydırabiliyor; bu ortamda, zaten örgütsüz olan ev eksenli çalışanlar için direnme şansı olmuyor.
Ev eksenli çalışanların durumuna ve ev eksenli çalışmaya ya da çalışanlara karşı artan genel ilginin kaynaklarına ve nedenlerini tartışmaya geçmeden önce, bu üretim biçiminin yapısını anlamak için, en genel hatları ile eve iş verme sürecinde ortaya çıkan taşeron/aracı zincirlerine ve bunların işleyişine bakmak gerekir. Genel geçer biçimler şöyle özetlenebilir: Birinci biçimde, uluslararası şirket için fason üretim yapan fabrika ya da atölye, fabrikanın ya da atölyenin şoförü vb. aracılığıyla işi araçla mahallelere götürmekte, oralarda dağıtmakta ve sonra toplamaktadır (ulusal/uluslararası şirket-taşeron-ev eksenli çalışanlar). İkinci biçimde ise, uluslararası tekellerin taşeronu olan fabrika ihale açmakta, ihaleyi alan –Marx’ın Kapital’de soyguncu asalaklar olarak adlandırdığı – aracı, işi, mahallerde, ev eksenli çalışanlara dağıtmaktadır (ulusal/uluslararası şirket-taşeron-profesyonel aracı-ev eksenli çalışanlar). Diğer bir biçimde ise, ulusal ya da uluslararası şirketin taşeronuna aracılık yapan ve dağıttığı işten parça başına pay alan aracılar vardır. Bu aracılara firma para ödemez; onlar yaptırdıkları parça başı iş üzerinden pay alırlar, ve çoğu zaman, bu aracı, ev eksenli çalışanların komşusu, akrabası, tanıdığı olan mahalleden biri olur (ulusal/uluslararası şirket-taşeron-küçük aracı-ev eksenli çalışanlar). Kimi durumda da, aracı yoktur ve küçük atölyeler/taşeronlar doğrudan eve iş dağıtmaktadır (ulusal/ uluslararası şirket-taşeron/fason üretim yapan atölye-ev eksenli çalışanlar). Yapılan araştırmalar ve gözlemlerle tespit edilen, tanımlanan bu modeller, sadece bilinenler. Bu alandaki ilişkilerin görünmezliğinden ve karmaşıklığından da kaynaklı olarak, ev eksenli çalışmanın örgütlenişine ilişkin tüm model ve ayrıntılarını bilmek mümkün olmuyor. Ev eksenli üretim, örgütlendiği coğrafya ve toplumun sosyo-ekonomik, kültürel yapısına göre pek çok farklı biçime bürünebiliyor; bu da, aslında, ev eksenli üretimin, nasıl olup da dünyanın her yerinde örgütlenebildiğini gösteriyor. Esnek ve gevşek üretim biçimi, işin örgütlenişi aşamasında belli bir modelin uygulanmasını zorunluluğu kılmadan, o mahallenin/bölgenin sosyo-kültürel yapısına uygun bir örgütlenme modelinin de ortaya çıkmasını sağlıyor. Geleneksel komşuluk, akrabalık, hemşehrilik ilişkileri içinde örgütlenen ev eksenli üretim, aynı zamanda, bu ilişkilerin sağlamış olduğu avantajları da kullanmış oluyor. Örneğin, işin yaygınlaşmasında, firmanın/taşeronun ya da aracının çabasından çok, ev eksenli çalışanlar arasındaki doğal/geleneksel ilişkiler etkin oluyor. Ev eksenli çalışanlar, işin, komşular, akrabalar tarafından da yapılmasını örgütlüyor. Bu toplumsal dayanışma, ev eksenli çalışanların sayısının her geçen gün daha da artmasına hizmet eden ekonomik dayanışmaya dönüşüyor. Yani kapitalizm, geleneksel ilişkileri de, kendi lehine ev eksenli üretimin yaygınlaşmasına hizmet eden ilişkilere dönüştürüyor.
EV EKSENLİ ÇALIŞMADA KADINLAR
Evin diğer bireyleri tarafından da yapılabilecek olan kimi işlerde, ev eksenli çalışmada, tüm bir aile olarak çalışılmasına tanık olunsa da, dünyada olduğu gibi, Türkiye’de de, ev eksenli çalışanların büyük bir bölümünü kadınlar oluşturmaktadır (DİE 1999 verilerine göre, Türkiye’de ev eksenli çalışanların yüzde 97’si kadındır). Eğitimsizlik ve geleneksel baskı gibi nedenlerle, dışarıda çalışma izni ya da iş bulma şansı olmayan kadınlar, artan yoksulluk ve işsizlik karşısında, ev eksenli çalışmayı bir geçinme/hayatta kalabilme/tutunma “stratejisi” olarak benimsiyor ve kolaylıkla içselleştiriyorlar. Ayrıca, çeşitli araştırmaların da ortaya çıkardığı gibi, özellikle tekstil gibi işkollarında, özellikle tercih edilen kadın işgücünün, hem ucuz hem de daha örgütsüz olduğundan, işe alınması ve çıkartılması çok daha kolay. Hanenin geçiminin erkeğin görevi olduğu geleneksel toplumlarda, kadının geliri, hanenin ek geliri olarak değerlendiriliyor. Kadının gelirinin ek gelir olarak nitelendiği sosyo-kültürel ortamın emek sürecine yansımaları ise, kadının düşük ücretlere razı oluşu ve örgütlenmeyişi oluyor. “Kriz” durumlarında ise, patronlar, ilk olarak kadınları işten çıkartıyor. Diğer taraftan patronların işe alırken, evli ve bekar kadınlar arasında ayrım yapması ve bekar kadınları tercih etmesi, evli ve özellikle çocuklu kadınların iş bulması önündeki önemli bir engel haline geliyor. Kadınlar, çocuklarını bırakacak kreş, yuva vb. imkanlardan yoksun oldukları ya da evdeki yaşlıların bakımı kadının görevi olduğu için, evden ayrılamıyor. Ayrıca ev işlerinin hemen hemen hepsini kadının yapıyor oluşu ve kadının çalışması durumunda ev işlerinin aksaması, kadının dışarıda çalışması ve hem de çalışma izni önündeki başka bir engel haline geliyor. Dışarıda çalışması önündeki bu engeller, aynı zamanda, kadın tarafından ev eksenli çalışmanın tercih edilmesinin nedenleri oluyor. Kadın, ev eksenli çalışarak haneye “ek gelir” sağlayabiliyor, ev işlerini yapabiliyor, çocuklarıyla ilgilenebiliyor ve dışarıda çalıştığında üzerinde oluşabilecek toplumsal baskıları da bertaraf etmiş oluyor. Kadının toplumsal varoluş koşulları, rol ve konumunu, kadının üretime katılmasının engeli haline gelen geleneksel yapının yarattığı olanakları çok iyi kullanan ve o boşluklarda kendine örgütlenme alanı açan ev eksenli üretim, belki, kısa vadede evden çıkıp çalışamayacak pek çok kadının uzun müddet atıl duracak emeğini kapitalizm hizmetine sunup aktive ediyor. Hem de kadın işçi çalıştıran işverenin sağlamak zorunda olduğu kreş, doğum ve hamilelik izni gibi “zorunluluklar”ın da üzerinden atlayarak. Artan işsizlik ve yoksullukla da birleşince, geleneksel yapıdan kaynaklı nedenler, kadınları enformal sektörde çalışmaya yöneltiyor, ve ev eksenli üretim, kadınlar açısından bir “çözüm” haline geliyor.
Hem Türkiye’de hem de dünyada büyük çoğunluğunu yoksul ve göçmen mahallelerinde oturanların oluşturduğu ev eksenli çalışan kadınlar, günlük ortalama 10-12 saat çalışıyorlar. Yani genel olarak ev eksenli çalışan kadınların “boş zamanda yapılan iş” olarak nitelendirdiği parça başı işe, sekiz saatlik işgününden çok daha fazla mesai harcanıyor. Bir günlük emeğin karşılığı ise, yapılan işin parça başı fiyatına göre değişmekle birlikte, en fazla 3-5 milyon lira. Ancak bu para bile, çoğu zaman, işin tesliminde ödenmiyor.
Ev eksenli çalışan kadınların çoğu, satabilme garantisi olmadığından ya da pazarlama olanakları bulunmadığından, kendi hesabına (bir aracı olmaksızın mahalle pazarları ya da mağazalar için üreten kadınlar) çalışmayı değil, mahalledeki aracılara teslim olmayı tercih etmek zorunda kalıyorlar. Taşeron ya da firmalarla işbirliği içinde çalışan aracılar ise, ücretleri geç ya da parça parça veriyorlar. Özellikle arada aracılar olduğunda, kadınlar, işi kime yaptıklarını, hangi şirkete yaptıklarını bilmiyorlar. En fazla taşeronla ilgili bilgiye sahip olan kadınların, ücretleri geciktirildiğinde ya da parça başı ücreti az bulduklarında, tepkilerini yönelttikleri ilk yer, aracı/taşeron oluyor. Asıl işveren (uluslararası ya da ulusal tekel) ve işçi arasındaki ilişkileri de görünmez/bilinmez hale getiren ev eksenli üretimle, mevcut ya da potansiyel çatışmalar ve çelişkiler, çoğu zaman mahalleden biri olan aracı ve parça başı çalışan arasına sıkışıyor ve mahalle içine hapsediliyor.
ESNEKLEŞME VE MAHALLELERİN BACASIZ FABRİKALARA DÖNÜŞMESİ
Esnek üretimin en konsantre biçimi olan ev eksenli üretimin varlığı, üretimde yaşanan esnekleşmeye dayanmaktadır. Özel ya da kamu kesiminde çalışan işçiler için, fazla mesai, sigortasız, sendikasız, iş güvencesiz, sosyal haklardan yoksun olarak çalışmak anlamına geliyor, esnekleşme. Tüm bu hakların budanması, aşamalı olarak ortadan kaldırılması sonucunda, fabrikalarda çalışan işçilerin de karşı karşıya gelecekleri durum, ev eksenli çalışanlarınkinden farklı olmayacak. Sermaye, esnekleşme ile, işçi sınıfının kazanılmış haklarını ortadan kaldırıp, sınıfı, vahşi kapitalizm döneminin koşullarına geri döndürmeye çalışıyor. Sermaye için, henüz kazanılmış haklarını tamamen ellinden alamadığı sınıfın alternatifi, hiçbir hakkı ve güvencesi olmadan, sıfır sosyal maliyetle çalışan ev eksenli işçiler. “İyileştirme” projeleri, tüm bunların bir parçası olarak, ev eksenli üretim gündeme getiriliyor ve destekleniyor. Ev eksenli çalışanların “tespitine ve durumlarının iyileştirilmesine” yönelik çalışmalar, raporlar, projeler, yoksullukla mücadele adı altında yapılan “ıslah etme” ve “denetim altına” alma çabasına benziyor. Tüm bu “görülme”, “iyileştirme”, “destekleme” projeleri ile sayıları da artacak olan ev eksenli çalışanlar, fabrikalardaki işçilerin işlerini elinden alacak, işsiz bırakacak, dağınık, örgütsüz çalışanlar olarak, fabrikalarda çalışan işçilerin karşısına “kapıda duran işsizler ordusu” karabasanı olarak konacaklar. Bir yandan işsizlik ve yoksulluktan beslenen, bir yandan da onu besleyen ev eksenli çalışma, önümüzdeki sürecin yeni üretim modeli olarak sunuluyor. Bizzat ciddi fonlar ayırarak ve ya da bu konuda çalışan ulusal ve uluslararası kuruluşları fonlayarak, BM’nin, Dünya Bankası’nın ve IMF’nin desteklediği araştırmalar, projeler, mikro krediler, destekler, kuşkusuz, ev eksenli çalışanlar örgütlensin, durumları iyileşsin ve hakları teslim edilsin diye değil, esnekleşmenin bu en konsantre biçimi yaygınlaşıp meşrulaştıkça, sınıfın tüm sosyal halkları budansın ve talepleri geri çekilsin diyedir. Örneğin ILO, 1996 raporunda yayınladığı ‘Evde Çalışma Sözleşmesi’nde “evde çalışan işçi işverenin işyerinde değil, kendi evinde ya da seçtiği başka bir yerde ücret karşılığı işverenin belirlediği işi yapan” olarak tanımlanmaktadır. Evde çalışanları korumaya yönelikmiş gibi gösterilen bu sözleşme, aslında ev eksenli üretimi meşrulaştırıyor.
Hem dünyada hem de Türkiye’de giderek yaygınlaşan, mahalleleri bacasız fabrikalara dönüştüren ev eksenli çalışma (İstanbul’un bütün yoksul mahallelerinde –Ümraniye, Pendik, Esenler, Avcılar, Bağcılar, Okmeydanı, Çağlayan.., bu liste uzatılabilir– ve daha pek çok şehrin özellikle yoksul mahallelerinde ev eksenli çalışma giderek yoğunlaşmaktadır. Ayrıca son yıllarda ev eksenli üretim konusuna olan ilgi akademik çevrelerde de artmıştır. Konu üzerine yapılan pek çok araştırma, ev eksenli üretimin arttığını destekler niteliktedir.) üzerine tartışmalar hâlâ sürmektedir. Kimi çevreler, sadece ev eksenli üretimin yapısal nedenlerine vurgu yaparak, bunun sömürü biçimi olduğunu dile getirmekle yetiniyorlar. Diğer taraftan, başka bir yaklaşım da, ev eksenli üretimin, kadınlara, sınırlı da olsa bir “özgürlük” alanı açtığını ve kadınları özgürleştirdiğini söylemektedir. Ev eksenli çalışan kadınların kooperatifler kurmasını, örgütlenme, özgürleşme ve sosyalleşme çabası olarak örnek göstermektedir.
Ev eksenli çalışan kadınların örgütlenmesine dair en bilinen örnek, SEWA, bir model olarak gösterilmektedir. SEWA (Self-Employed Women Association-Serbest Çalışan Kadınlar Örgütü), 1971’te Hindistan’da, kendi hesabına çalışan kadınların durumlarını iyileştirmeyi, örgütlemeyi ve sosyal güvence altına almayı amaçlayarak kurulan ve pek çok ülkedeki benzer amaçlarla kurulmuş olan kadın örgütü ile işbirliği içinde çalışan bir örgüttür. Ancak DB, UNDP, AB ve çeşitli bankalar tarafından desteklenen SEWA, sistem tarafından kontrol edilebilir ve denetlenebilir bir model olarak görülmektedir. Hakkında yapılan tartışmalar, alana dair literatürde önemli bir yer kaplayan SEWA, ayrı bir yazının konusu olarak tartışılabilir.
Ev eksenli üretimin sömürü olduğunu söyleyip reddetmek ya da ev eksenli üretimle “kadınların özgürleştiğini”(!) ileri sürmek yeterli ve anlamlı değildir.
Dünya yüzeyindeki potansiyeli ile birlikte değerlendirildiğinde, belki milyonlarca kadının atıl duran emeği, ev eksenli çalışma ile birlikte, uluslararası sermayenin hizmetine girmekte; bu da, emek-sermaye çelişkisini, bütün potansiyelleri ile birlikte, evin içine taşımaktadır. Bir yönüyle ve tüm dolayımlarına karşın, kadınlarla politika arasındaki ilişkiyi, öncesine göre daha dolaysız hale getiren ev eksenli çalışma, doğru bir politik yaklaşımın zemini kılındığında, kuşkusuz buradan da, sermayenin ve uluslararası sivil toplumcu örgütlenmenin amaçlarını aşan bir süreç ve mücadele gelişebilir; ev eksenli çalışma, tüm mücadele olanaklarının tükenmesi ve yolun sonu anlamına gelmiyor.
Somut durumun somut tahlili için, hem ev eksenli üretimin yaygınlaşmasına neden olan neoliberal politikaları ve emek sömürüsünün boyutlarını, hem de kadınların bilincinde yaratacağı dönüşümün olanaklarını bir bütün olarak değerlendirmek gerekiyor. Ev eksenli çalışma, konu üzerine yapılan, iki uçlu, “kötüdür, çünkü…”-“iyidir çünkü…” tartışmalarının ötesinde, onlardan daha önemli ve üzerinde durulması gereken gerçekleri de karşımıza çıkartıyor. Küresel kapitalizmin ve DB-IMF politikalarının bir sonucu olarak geleneksel ilişkileri pekiştiren ve onlar üzerinden örgütlenen ev eksenli çalışma ile, günü ev ve el işi arasında bölünen ev eksenli çalışan kadın, üstü ne kadar örtülü olursa olsun, ev ve el işine ne kadar zaman ayırdığının, piyasa için sarf ettiği emeğin ve zamanın ne kadar ettiğinin farkına kuşkusuz zaman içinde ve az-çok varacaktır. Aldıkları ücretlerin, harcadıkları emek-gücünün karşılığının çok altında olduğunu düşünen kadınlar, şimdiden bunu, aynı işi yapan diğer komşularıyla sohbetlerinin konusu haline getirmekteler. Hatta aynı mahallede, aynı aracıya parça başı iş yapan kadınlar arasındaki komşuluk ilişkileri/gruplaşma artmakta, ve kadınların, bir araya geldiklerinde, konuştukları temel konu, yaptıkları iş olmaktadır. Kadınlar, ücretlerin geciktirilmesi, parça parça verilmesi gibi durumlarda, ürettikleri malı rehin alarak, teslimini geciktirerek, şimdilik düşük-düzeyli de olsa, direnişe geçebilmektedirler. Ayrıca parça başı ücretin yükseltilmesi taleplerini, kısmen de olsa birlikte, ortak bir karar olarak dile getirmekte ve aracıya/taşerona baskı yapmaktadırlar. Kadınların, ücretin yükseltilmesi ya da zamanında verilmesi gibi taleplerle, ortak iş bırakma yoluna gittiklerini gösteren örnekler de vardır.
Ancak ne var ki, kadınların tepkisi kendiliğinden bir bilinç ve kendiliğinden, gevşek bir örgütlenme düzeyini aşamamakta, müdahale edilip kendisi için bir bilince dönüştürülemediği sürece de öyle kalmakta, süreklilik arz etmemekte, bir süre sonra da sönümlenmektedir.
Tıpkı kamudaki taşeronlaşmanın giderek yaygınlaşmasının, bu alanda örgütlenme ihtiyacını gündeme getirmesi gibi, esnek çalışmayı mahallelere taşıyan ev eksenli çalışma da, –kapsadığı nüfusun giderek artması da dikkate alınarak–, örgütlü bir müdahaleyi beklemektedir.