Amerikan İşçilerine Mektup*

DİPNOT:
(* Lenin’in 20 Ağustos 1918’ta kaleme aldığı, iki gün sonra Pravda’da da yayınlanan “Amerikan İşçilerine Mektup”u, İngilizce olarak Aralık 1918’de, Amerikan Sosyalist Partisi’nin New York’ta çıkarılan The Class Struggle dergisi ve John Reed ile Sen Katayama’nın da yazdıkları ve Boston’da çıkarılan haftalık The Revolutionary Age gazetesinde yayımlandı. Mektuba ilgi çok büyük oldu ve ABD ve Batı Avrupa’daki sosyalist ve burjuva basında birçok kez yeniden yayımlandı.)

Satılık burjuva basın, devrimimiz tarafından işlenen her yanlışı davul zurna çalarak ilan edebilir. Yanlışlarımız bizi korkutmuyor. Devrim başladı diye, insanlar yanılmaz kutsal kişiler durumuna gelmedi. Yüzyıllar boyunca ezilen, alıklaştırılan, zorla sefalet, cehalet, barbarlık kıskacı içinde tutulan emekçi sınıflar, yanlışlıklar yapmadan devrim yapamazlar. Ve daha önce de söyleme olanağını bulduğum gibi, burjuva toplumun cesedi bir tabut içine konulup gömülemez. Devrilen kapitalizm, havaya mikroplarını bulaştırarak, yaşamımızı zehirleyerek, aramızda çürür, dağılır; eskimiş, çürümüş, ölmüş olan şey, yeni, taze, genç, canlı olan her şeye binlerce bağla tebelleş olur.
Bizim tarafımızdan yapılan ve burjuvazi ile uşaklarının (menşeviklerimiz ve sağ devrimci sosyalistlerimiz dahil) her yerde davul zurna çalarak ilan edecekleri her yüz yanlışlık başına on bin küçük ve kahramanca iş; basit, gölgede kalmış, bir işçi mahallesi ya da uzak bir köyün günlük yaşamına karışmış ve başarılarının her birini davul zurna çalarak ilan etme alışkanlığı (ve olanağı) olmayan insanlar tarafından yapılmış oldukları için büyük ve kahramanca iş düşer.
Ama, –böyle bir varsayımın yanlış olacağını bilmeme karşın–, eğer bunun tersi olsaydı, eğer yüz doğru iş başına on bin yanlışlık düşseydi bile, devrimimiz gene de büyük ve yenilmez olurdu –ve tarih karşısında öyle olacaktır–, çünkü ilk kez olarak bir azınlık değil, yalnızca zenginler, yalnızca eğitim görmüş katmanlar değil, ama gerçek yığın, engin emekçiler çoğunluğu kendi başına yeni bir yaşam kurmakta, kendi öz deneyimine dayanarak, son derece çetin sosyalist örgütlenme sorunlarını çözmektedir.
Bu çalışmadaki, yani on milyonlarca basit işçi ve köylünün, tüm yaşamlarını değiştirmek amacıyla en özenli ve en içten biçimde yerine getirdikleri bu çalışmadaki her yanlışlık, bu yanlışlıkların her biri, sömürücü azınlığın emekçileri aldatma ve sömürme sanatıyla sağlanan binlerce ve milyonlarca “yanılgıya düşmez” başarısına değer. Çünkü işçiler ve köylüler, yeni bir yaşam kurmayı, kapitalistlerden vazgeçmeyi, ancak bu yanlışlıklar pahasına öğrenecekler, sosyalizmin zaferine giden yolu, binlerce engel arasından, ancak böyle açacaklardır.
25-26 Ekim (eski takvim) 1917 gecesinde, toprağın tüm özel mülkiyetini bir anda kaldıran ve şimdi bir aydan öbürüne, çok büyük güçlüklere rağmen ve kendi yanlışlarını kendileri düzelerek, iktisadi yaşamın yeni koşullarını örgütleme, kulaklara karşı savaşma, toprağı (para babalarına değil) emekçilere verme, büyük komünist tarıma geçme yolundaki o son derece çetin görevi pratik olarak başarıyla yürüten köylülerimiz, devrimci çalışmalarında yanlışlıklar yapıyorlar.
Birkaç aylık bir süre içinde, hemen her önemli fabrika ve işyerini ulusallaştıran ve her gün çetin bir çabayla, koca koca sanayilerin kendileri için yeni bir şey olan yönetimini öğrenen, görenek, küçük burjuva zihniyet ve bencilliğin korkunç direncinin üstesinden gelerek, ulusallaştırılmış işlemeleri çalıştıran, yeni toplumsal ilişkilerin, yeni bir iş disiplininin, işçi sendikalarının kendi üyeleri üzerinde yeni bir yetkesinin temelini taş taş ören işçilerimiz, devrimci çalışmalarını yerine getirirken yanlışlıklar yapıyorlar.
Yığınların güçlü atılımıyla, daha 1905’te kurulan Sovyetlerimiz, devrimci çalışmalarını yerine getirirken yanlışlıklar yapıyorlar. İşçi ve köylü sovyetleri, yeni tip bir devlet, yeni ve üstün tipte bir demokrasi oluşturuyorlar; proletarya diktatörlüğünün büründüğü bir biçim, devleti burjuvazi olmaksızın ve burjuvaziye karşı yönetmenin bir aracıdır bu sovyetler. İlk kez olarak bu sovyetlerde, yığınların hizmetine, emekçilerin hizmetine giren demokrasi, bütün burjuva cumhuriyetlerde, hatta en demokratik burjuva cumhuriyetlerde olduğu gibi, zenginler için bir demokrasi olmaktan çıkmıştır. İlk kez olarak halk yığınları, yüz milyonluk bir insan çerçevesinde yerine getirilmedikçe sosyalizmin söz konusu edilemeyeceği bir göreve, proleterler ve yarı proleterler diktatörlüğünün kurulmasına girişiyor.
Bilgiçler ya da burjuva demokratik veya parlamenter önyargılarla tıka basa ve iflah olmaz bir biçimde dolu olan herkes, Sovyetlerimiz karşısında şaşkın, örneğin tek dereceli seçimlerin yokluğuna itiraz ederek kafalarını sallıyorlarsa, ne önemi var? 1914-1918’in büyük sarsıntıları boyunca ne herhangi bir şey öğrendi, ne de herhangi bir şey unuttu bu adamlar. Emekçiler bakımından proletarya diktatörlüğü ve yeni bir demokrasinin –iç savaş ve yığınların siyasete en geniş katılımının– birliği, böyle bir birlik bir çırpıda gerçekleşmez ve görenekçi bir parlamenter demokratizmin cılkı çıkmış biçimleriyle bağdaşmaz. Sovyetler cumhuriyeti bizim karşımıza yeni bir dünya, sosyalizm dünyası olarak çıkıyor. Bundan ötürü bu dünya, eğer hiç de Jüpiter’in başından çıkan Minerva gibi bir anda, dört başı mamur bir biçimde doğmuyorsa, bunda şaşacak hiçbir şey yok.
Eski burjuva demokratik anayasaların, örneğin biçimsel eşitlik ve toplanma hakkını kapsamalarına karşın, bizim proleter ve köylü sovyeti anayasamız, salt biçimsel bir eşitlik iki yüzlülüğünü kabul etmiyor. Burjuva cumhuriyetçiler tahtları devirirlerken, krallar ve cumhuriyetçilerin biçimsel eşitliğini kendilerine hiç de tasa etmiyorlardı. Burjuvaziyi devirmek söz konusu olduğu zaman, burjuvazi için biçimsel eşitliği yalnızca hainler ya da alıklar isteyebilir.
En iyi binaların hepsi burjuvazinin tekelinde olduğu zaman, “toplanma özgürlüğü” işçiler ve köylüler için bir bakır mangır bile etmez. Bizim Sovyetlerimiz, kentte ve kırda, bütün güzel binaları zenginlerin elinden aldı ve hepsini işçilere ve köylülere vererek, kendi birliklerinin merkezi durumuna getirmelerini ve toplantılarını oralarda düzenlemelerini sağladı.
Bizim özgürlüğümüz işte bu – ama emekçiler için! Bizim sovyet anayasamızın, bizim sosyalist anayasamızın varlık nedeni ve özü işte bu!
Bu nedenle biz, Sovyetler Cumhuriyetimizin üzerine hâlâ çöken felaketler ne kadar büyük olursa olsun, onun yenilmez olduğuna hepimiz inanıyoruz.

Ekim devrimi ve bilimsel sosyalizm

1917 Ekim Devrimi, sömürülen emekçi yığınlarıyla, başlıca yoksul köylülükle ittifak kuran işçi sınıfının, kendisini egemen sınıf olarak örgütlemeye giriştiği ikinci, iktidarı on yıllarca elinde tutarak sosyalist ekonominin inşasında –birçok alanda dünyanın en ileri kapitalist ülkelerini geride bırakmayı başararak– ciddi ilerlemeler sağladığı ilk ve önaçıcı, dünya işçi sınıfını, tarihsel inisiyatifi ellerine almaya teşvik edici, örnek oluşturan deneyimidir.
“Gökyüzünü fethe kalkışan” Paris işçilerinin kendi devletlerini kurmaya başladıkları, ama, kısa sürede yenilen 1871 Komün deneyinin ardından otuz yıldan fazla zaman geçmişti. Nispeten barışçıl koşullarıyla bu dönem, bir yandan kapitalizmin alabildiğine hızla gelişmesinin yanı sıra, sermaye birikiminin merkezileşmeye ve tekellerin doğup yerleşik hal almasına, sermaye ihracı ve hızlı bir uluslararasılaşması üzerinden dünyanın ekonomik ve toprak olarak paylaşılmasının tamamlanmasına götüren kapitalist emperyalizmin dünya sahnesine çıkışına sahne oldu. Tek tek ülkelerde emekle sermaye ve dünya ölçeğinde birkaç büyük kapitalist emperyalist devletle ezilen emekçi halklar arasındaki çelişki keskinleşip derinleşti. Paylaşılmış, ve kapitalizmin, en ücra köşelerini bile pençesine aldığı bir sistem haline geldiği dünyada, kapitalizmin ikinci başlıca çelişkisi olan tek tek fabrikalar ve kapitalist devletlerin özel mülk olarak örgütlülüğü ve birbirleriyle rekabetinden üreyen çelişki, işletmelerin, işkollarının ve kapitalist devletlerin eşitsiz ve sıçramalı gelişmesinin hızlandığı koşullarda, başlıca, uluslararası burjuvazi ve emperyalist büyük devletler arasındaki, dünya ölçeğinde “çözülebilir” –ve diğer başlıca çelişmelerle birlikte– kapitalizmin genel bunalımını karakterize eden bir çelişki olarak şekillendi.
Öte yandan, bu dönem, aynı zamanda, yaratıcı ve geliştiricilerinin uzun ve meşakkatli teorik çalışmasının yanı sıra, 1848-49 devrimlerinin ardından Paris Komünü pratiğinin başlıca tezlerini doğrulamasının ürünü olarak, ütopik sosyalizm, Lui Blancçılık, Blankizmden başlayarak, Marksizmin, sınıf-dışı burjuva, küçük burjuva sosyalizm akımları ve anarşizm karşısında zaferini sağlayıp, özellikle Avrupa’nın ileri işçileri ve örgütleri üzerinde büyük etki sahibi olduğu bir dönem oldu.
Ancak kuşkusuz, bir kez teorik zaferini sağlamış olması, Marksizmin açık ya da örtülü hiçbir itiraz ve tahrifatla karşılaşmayacağı anlamına gelmedi. Tersine, bilime karşı çıkmakla eşitlendiği için, Marksizme açıktan karşı çıkmanın zorlaştığı koşullarda, Marksizme özellikle “içeriden” saldırılar ve iğdiş edilmesi girişimleri, dışarıdan saldırıların önüne geçti ya da hatta yerini aldı. Emperyalist ülkelerde yığılan sömürge kârlarından işçi sınıfının üst tabakalarına (işçi aristokrasisine) ve sendika bürokrasisine dağıtılan paylar; Bernstein ile başlayan Marksizmin revizyonu çabalarının, bu tabakaların işçi hareketi içinde ve işçi partilerinin önemli sayıda sandalyeler kazandığı parlamento gruplarında tuttuğu yer üzerinden ciddi dayanaklara oturmasına neden oldu. Marksizmin, hem de belli başlı temel tezlerinin, önce sağından-solundan tırtıklanarak ve üstü özenle örtülerek, giderek ise, örtülemez hale gelerek, -–oportünizm ve Marksizmin revizyonu eğiliminin, 1. Emperyalist savaşın öngünü ve sırasında açıktan işçi partilerinin çoğunluklarının “kendi burjuvazileri”ni desteklemeye “evrilmesi”nin gözler önüne serdiği gibi– açık bir bozuşmaya varılarak inkarı, bu, kapitalizmin nispeten barışçıl gelişme döneminin “bedeli” ve olanak sağlayıp teşvik ettiği yasallığa tapınan barışçıllıkla parlamenter avanaklığın, tümünün altında yatan sınıf işbirliği düşünce ve pratiğinin ürünü olarak gerçekleşti. Bu dönemin özelliği, son derece güçlenmiş işçi partilerinin ve uluslararası işçi partisi olarak II. Enternasyonal’in yozlaşması ve çöküşü oldu. Sağcı, oportünist, revizyonist yozlaştırıcı eğilimin gelişmesi, “karşıtı” görünümüne bürünen “solcu”, anarşist küçük burjuva eğilimlerini de teşvik ederek, görünüşte, Marksizme sadakat nutukları eşliğinde yürüdü. Dönemin en ileri gelen Marksistlerince Marx’ın mektupları çekmecelerde gizlenerek, öğreti ve tezleri dikkatli çarpıtma ve tahrifatlara uğratılarak, işçilerin elinden eylem kılavuzu olarak alınmaya girişilen Marksizmin bilimsel içeriği yok edilmeye çalışıldı.
Çarpıtıcıları, Marksizm düşmanı saflara savrulurken, Marksizmin bilimsel değerinin korunmasını, onun, Marksizm düşmanları karşısında savunulmasının yanında, kapitalizmin emperyalizme vardığı koşullarda geliştirilmesi işini, başta Lenin olmak üzere, Marksistler kuşkusuz üstlendiler.
Lenin’in, emperyalizm koşullarında geliştirdiği, Marksizmi, Marksizm-Leninizm düzeyine yükselten bilimsel ve politik çalışması, hem Marksizmin yeniden ayağa dikilmesi anlamına gelmek üzere, revizyonu ve değersizleştirilmesi çabaları karşısında belli başlı tüm tezlerinin yeniden savunulması, hem de emperyalizm koşullarında kesin bir ihtiyaç haline gelmiş olan teorik temelinin yenilenmesini sağladı. Lenin ve Bolşevik Partisi, Ekim Devrimi’ne böyle hazırlandı. Ekim Devrimi’nin zaferinde bu teorik hazırlığın tayin edici rolü olduğu kuşkusuzdur. Devrimin güçlerinin, işçi ve emekçi yığınların devrime politik olarak hazırlanması bu granitten zemin üzerinde başarılmış ve o hazırlık ki, devrimin zaferini garanti altına almıştır.
Her şeyin başında, devrim fikrinin yeniden işçi ve emekçi yığınların gündemine taşınması, Lenin tarafından başarılan Marksizmin teorik temellerinin yenilerek yeniden savunulması çalışmasının doğrudan sonucudur.
Devrimin zaferi için böyle bir hazırlık kuşkusuz zorunluydu. Çünkü, devrim için bir devrimci durumun varlığı önkoşuldur; sadece “alt sınıfları” etkilemekle ve onların eskisi gibi yaşamak istememeleriyle değil, ama, “üst sınıfları” da etkileyen ve eskisi gibi yönetmeye devam edemedikleri, bu iki koşulun ürünü olarak, olağan günlerde sömürülüp ezilmelerine ses çıkarmayan emekçi yığınların bağımsız tarihsel eyleme atılmalarıyla karakterize olan devrimci bir durum gelişmeden, devrimin patlamayacağı ve herhangi türden zorlamanın maceradan öteye gitmeyeceği, Marksizmin bilinen bir öğretisiydi; Lenin, bu hasır altı edilen öğretiyi, özellikle emperyalist savaş ihtimalinin belirmesiyle birlikte yeniden ele alıp işledi. Vurgu yaptığı önemli unsur, işçi sınıfının; devrimci durumun oluşması halinde bile, devrimi zafere ulaştırmaya hazırlanmış devrimci sınıf ve sömürülen yığınlar tarafından zorlanmadıkça devrilmeyecek sömürücü sınıflar egemenliğini sadece alaşağı etme değil, ama sosyalist toplumu kurma yeteneğinin işlevsel olabilmesi için hazırlanmasıydı. Her devrim durumunun devrime yol açmayacağı doğruydu, ancak, devrimin zaferi için, devrimci durumun varlığının yanı sıra, öncü sınıfın ideolojik olarak kazanılmış ve sömürülen yığınları yıkıcı tarihsel eylemlerinde yönetebilmek ve yeni toplumu kurmak üzere politik ve örgüt bakımından hazırlanmış olması da zorunluydu. 1917 Ekim Devrimi, bu hazırlığın hakkıyla yapılmış olduğunu doğruladığı gibi, bu hazırlığın bütün yönleriyle bilimsel temelde gerçekleştirilmesini olanaklı kılan Marksizmin teorik zaferini yeniden ve bir kez daha ilan etti. Rus Devrimini zafere götüren Marksizmin, işçi sınıfının bilimsel eylem kılavuzu olarak, işçi sınıfının devrimci eylemi sürecinde ve bu eylemin taçlandığı Ekim Devrimiyle pratik olarak doğrulanması; Marksizmi tahrif ve revize ederek sınıf düşmanı burjuvaziye bağlanan çarpıtıcılarını püskürttüğü gibi, sömürülen milyonları önünü açıp eyleme çekerek, onun dünya ölçeğinde ideolojik hegemonyasının gerçekleşmesi bakımından muazzam bir zemin sağladı.
Tüm düşmanlarının üstesinden gelmeye güç yetirip zafer üstüne zafer kazanarak ilerleyen ve ilk günden başlayarak, tüm dünya işçi sınıfı ve dünyanın sömürülen yığınlarının gönlünde taht kuran Sovyet Devrimi’ne ve onun pratiği içinde sınanarak çelikleşen Marksizm-Leninizme, işçi sınıfı ve davası adına, sosyalizm adına karşı çıkmak artık hiç kolay değildi. Karşı çıkışlar, Marksizmi yeni koşullar içinde bozuşturma girişimleri olmadı değil, kuşkusuz. Ama artık Marksizm yozlaştırıcılarının işi hiç de kolay değildi. İki temel etken, Marksizmin yozlaştırılması girişimlerini olağanüstü zorlaştırmaktaydı. Birincisi, Marksizm-Leninizm, zaferini, sosyal pratiğe dayalı olarak, Sovyet Devrimi’nin doğrulamasıyla elde etmişti. Ve ikincisi, kendisi, başta işçi sınıfı olmak üzere, sömürülen yığınların tarihsel inisiyatifinin ürünü olan Sovyet Devrimi, yığınların bu inisiyatifinin önünü ardına kadar açmıştı. İnisiyatifi ellerine alan milyonlarla baş etmek kuşkusuz en zor işti.

EKİM DEVRİMİNİN ARDINDAN RUSYA
Dünyanın altıda birinde, Rusya’da, Ekim Devrimi’yle burjuvazinin egemenliği devrilmiş; çürümüş burjuva devlet aygıtı kırılıp atılarak, inisiyatif göstererek kendi kaderlerini ellerine almış işçi ve sömürülen yığınların her kademede (işletme, işkolu, ilçe, il ve bölgelerde ve merkezi olarak işçi, köylü, askerlerden bileşen) kurdukları kitlesel mücadele ve iktidar örgütleri sovyetlere ve başlıca işçi- yoksul köylü ittifakına dayanan, Bolşevik Partisi tarafından yönetilen işçi sınıfı, kendisini egemen sınıf olarak örgütlemiş, proletarya diktatörlüğünü kurmuştu. Artık sömürülenler değil sömürücü sınıflar baskı altına alınmış, demokrasi, ilk kez, zenginler arası bir oyun olmaktan çıkarılmış ve yığınların hizmetine girmiş, toplumun ezici çoğunluğu için demokrasi düzeyine yükseltilmişti. Uzun süren ve on dört yabancı ülkenin müdahale ederek gericiliği desteklediği bir iç savaşın ardından, Sovyet işçi ve emekçi köylüleri zaferi kazanmakla kalmamış; devrim, birbirini takip ederek eski Rus sömürgeleri ve bağımlı ülkelere yayılmıştı. On altı ülke, önce federasyon, sonra Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği olarak birleşti.
İç savaş sürecinde zorunlu olarak izlenen zoralıma ve başta ekmek olmak üzere bölüşmeye dayalı “savaş komünizmi”ni, yine zorunluluktan, bir yandan savaşın yıkıntılarını ve ekonomi üzerindeki tahribatını gidermeyi amaçlayan, öte yandan yaygın küçük üretim üzerinden ilerleme ve onu aşmanın tek yolu olan, proletarya diktatörlüğü altında kapitalizmin geliştirilmesi politikası olarak NEP (Yeni Ekonomi Politika) dönemi izledi. Yıkılmış işletmelerin birleştirilmesi ve belirli bir birikim sağlanmasına bağlı olarak ve sanayideki devlet işletmelerine dayanarak, sosyalizmin inşasına ve tarımın kolektifleştirilmesine geçildi. Merkezi planlama, kapitalist üretimin anarşik niteliğinin karşıtı olarak sosyalist ekonominin inşasına yön verdi. Artı-değerin gaspına dayalı kâr amaçlı kapitalist üretimin zıttı olarak işçi ve emekçi yığınların ihtiyaçlarının karşılanmasını esas alan sosyalist üretimin gelişmesiyle, konut, kitlesel ulaşım, eğitim, sağlık gibi temel ihtiyaçlar bütünüyle parasız hale getirilerek, eskiden el konulmuş işgücünün ürünleri olarak mülk sahipleriyle kapitalistlere giden üretilen değerin önemli bir bölümünün toplandığı emek fonlarından karşılandı; geri kalanıysa, halkın ihtiyaçlarını genişleyerek karşılaması için genişlemesi gereken üretime, özellikle ağır sanayiye yönlendirildi. Ağır sanayi gelişip makine insanın yerini aldıkça, çalışma saatleri düşürüldü. İşsizlik ve enflasyon belalarının tarihe karıştığı Sosyalist Sovyetler Birliği, beş yıllık planlarla, tarihsel bakımdan kısa süre içinde, demir, kömür vb. üretimi gibi birçok sektörde dünyanın en gelişmiş kapitalist ülkelerini geride bıraktı. Bilimin gelişmesinin önünün açılması ve toplumsal ihtiyaçları karşılamaya yönlendirilmesi, tıp, biyoloji, mühendislik gibi başlıca alanlarda, SSCB’yi kapitalist ülkelerin önüne geçirdi. Örneğin ilk uzay aracı (Sputnik) ve uzaya ilk insan (Yuri Gagarin) SSCB tarafından gönderildi.
İşçi ve emekçilerin kendi kaderlerini ellerine almaları ve sosyalizmin başarılı gelişmesinin, sadece Rusya ve sonra SSCB ile sınırlı olmayan, dünya ölçeğinde sonuçları oldu. Dünyanın ezilenleri, bütün ülkelerin işçileri ve ezilen halklar gözlerini “yeni dünya”ya diktiler; sosyalizmde kendi özlemlerini gördüler ve ondan güç aldılar. Önce Almanya ve Macaristan’da ayaklanan işçi ve emekçiler, Rus işçi sınıfının yolunu izledi, ama yenildiler. Mustafa Kemal’in başında olduğu ulusal kurtuluş savaşı, SSCB ile ittifak halinde başarı kazandı. Gelişmesi içinde, Hitler Almanyası’nın SSCB’ye saldırmasıyla bir yönüyle sosyalist anavatanın savunulmasına dönüşen 2. Emperyalist Savaş, dünya kapitalizminin çok sayıda mevziini kaybetmesiyle sonuçlandı. Bütün bir Doğu Avrupa’dan Çin Denizi’ne kadar işçi ve halklar kaderlerini ellerine almaya giriştiler ve SSCB ile ittifaka girdiler.

SOSYALİZMLE KAPİTALİZM KAVGASI
Bütün bu gelişme, Rusya’da proletarya diktatörlüğünün kurulmasıyla birlikte, emek-sermaye, emperyalizmle ezilen halklar ve emperyalistler arası çelişmelerin yanına eklenen kapitalist ve sosyalist sistem arasındaki çelişmenin keskinleşmesine götürdü. Alman faşizmini SSCB’nin üzerine sürüp, müdahale etmeden seyrederek, sosyalizmin sonunu görme hayalleri kuran Anglo-Amerikan emperyalizmi etrafında birleşen uluslararası burjuvazi, topraklarının büyük bölümü savaş alanı haline gelerek yakılıp yıkılmış, en büyük maddi kaybı üstlenmiş, aralarında en fedakar komünistler ve parti kadroları olmak üzere, 25 milyon insanını yitirmiş sosyalizmin ülkesine karşı “haçlı seferi” açtılar. Avrupa ve SSCB’nin güney komşuları üzerindeki Sovyet etkisini kırmaya yönelik Marshall Planı destekli “kapitalizmin sosyalizasyonu” (“sosyal devlet”) uygulamaları, “hür dünya” ve “demokrasi”nin savunulması demagojisiyle beslenen, SSCB’yi ve doğal müttefiki Batı’daki barış ve sosyalizm yanlılarını hedef alan Mc Cartycilik, 5. kol faaliyeti, silahlanma harcamalarının artırılması, kapitalist ekonomilerinin askerileştirilmesi ve silahlanma yarışının dayatılmasıyla karakterize olan “soğuk savaş”la birleştirildi. SSCB politik olarak yalıtılmaya, bağımlı ülkelerin desteklenmesi ve kurulan paktlarla askeri olarak kuşatılmaya ve baskı altına alınmaya çalışıldı.
İç savaş, NEP, tarımın kolektifleştirilmesi ve sosyalizmin inşası dönemleri de, kuşkusuz karşı koymasız, sabotajlara varan direnişler olmaksızın yaşanmamıştı. Proletarya diktatörlüğü kurulmuş ve sosyalizm başarıyla inşa edilmekteydi. En başta işçi ve emekçilerin kaderlerini ellerine almaları ve sosyalist inşada sağladıkları kazançlarla sosyalizm ve yol göstericisi Marksizm-Leninizmin pozisyonu olağanüstü sağlamlaşmış ve giderek pekişmekteydi. Ancak elde yaşanmış bir deney olmaksızın girişilen sosyalist inşanın ilk kez karşılaşılan sorunları, kuşkusuz yaratıcı teorik ve pratik çalışmaları gereksiniyor, süreç tartışmalarla ilerliyordu.
Ve sorunun can alıcı bir yanı vardı. Tartışmaların bir bölümü kuşkusuz ilerleticiydi ve işçi sınıfının çıkarlarını ve sosyalist inşanın selametini temel edinerek yürüyordu. Ancak “iyi fikirler tartışmadan doğar” ya da “doğruya tartışmayla varılır” türünden pek “demokratik” görünen, soyut sınıflarüstü bir yaklaşımın burjuva aldatmacasından ibaret olduğu ortadadır. Tartışma vardır, tartışma vardır.
Tartışmalarıyla birlikte bütün bir süreç, proletarya diktatörlüğü altında yaşanıyordu. Proletarya diktatörlüğü ise, kapitalizmden komünizme geçiş döneminden başka bir şey değildi.
Ekim Devrimi proletarya diktatörlüğünün kuruluşuyla taçlanmış ve sosyalist inşa giderek artan bir hızla ilerliyordu. Marx’ın 1852 tarihli Weydemeyer’e mektubunda “benim yeni olarak yaptığım şey” dediklerinden ikincisi, “sınıflar savaşımının zorunlu olarak proletarya diktatorasına götürdüğü” bilimsel tezi, Marksizmin zafer ilanı olarak, Ekim Devrimi pratiğiyle kanıtlanmıştı. Yeni olarak yaptığı “üçüncü şey” olan “bu diktatoranın kendisinin de bütün sınıfların ortadan kalkmasına ve sınıfsız bir toplumun kurulmasına geçişten başka bir şey olmadığını tanıtlamak” ise, işçi sınıfının devrimci pratiğiyle doğrulanmayı bekliyordu.
Ve Lenin, Ekim Devrimi’nin hemen ardından sorunu ortaya koymuştu:
“Proletarya diktatörlüğü, yeni sınıfın kendisinden daha güçlü olan bir düşmana karşı, devrilmesiyle (bu devrilme tek bir ülkede olsa da) direnme gücü on misline çıkan burjuvaziye karşı, en kahramanca ve en amansız savaşıdır. Burjuvazi, gücünü, sadece uluslararası sermayenin gücünden, burjuvazinin uluslararası bağlarının kuvvet ve sağlamlığından almaz; burjuvazi, gücünü, aynı zamanda alışkanlıklardan, küçük üretimden alır; çünkü, ne yazık ki, dünyamızda hala pek, pek çok büyük miktarda küçük üretim vardır; oysa küçük üretim durmadan, her gün, her saat, kendiliğinden ve geniş ölçülerde, kapitalizmi ve burjuvaziyi doğurur. Bütün bu nedenlerden ötürü,  proletarya diktatörlüğü zorunludur; ve uzun bir savaşı, kıyasıya, amansız bir savaşı, kendine hakimiyeti, disiplini, sağlamlığı, tek ve yenilmez bir iradeyi gerektiren bir ölüm-kalım savaşını göze almadan, burjuvaziyi yenmek mümkün değildir.” (“Sol” Komünizm, sf. 11-12)
Sınıf mücadelesinin zorunlu olarak götürdüğü proletarya diktatörlüğünün kendisi de sınıf mücadelesi arenası ya da geçiş dönemi olarak, sınıf mücadelesinin doğrudan doğruya kendisiydi. Proletarya diktatörlüğü, burjuvaziye karşı amansız bir savaş dönemiydi. Böyle oldu.
Zaten kendisi bütün sınıfların ortadan kalkmasına geçiş olan proletarya diktatörlüğü kurulur kurulmaz sınıflar ortadan kalkmayacaktı, kalkmadı, tersine sömürücü sınıfların direnişleri arttı. Küçük üretimin beslediği kapitalizm, uluslararası burjuvazi tarafından desteklendi.
Savaş, burjuvazi ile işçi sınıfı, kapitalizmle sosyalizm arasındaki savaş tüm amansızlığıyla bütün alanlarda sürdü. Sosyalist inşanın sürdüğü iktisadi alanda, politik ve özellikle ilk dönemlerde sık sık askeri alanda, kültürel ve ideolojik alanda, hukuk, eğitim vb. tüm alanlarda, eski toplumun alışkanlıkları ve küçük üretim tarafından beslenen burjuvaziyle proletarya karşı karşıya geldi ve çatıştılar.
Bu çatışma, eskisinden daha çok keskinleşen burjuvazi ile proletarya arasındaki sınıf mücadelesi, ideolojik ve politik alanda sadece burjuvazi ile işçi sınıfının cepheden ve açıktan karşı karşıya gelmesiyle sürmekle kalmadı. İşçi hareketi ve parti içine yansıdı. Sosyalizm ve işçi davasına inançsız, örneğin sosyalizmin “tek ülkede inşa edilemeyeceğini” teorileştiren ya da NEP’in (kapitalizmin) sonuna kadar sürdürülmesini savunan, tarımın kolektifleştirilmesine zengin köylülerin çıkarları yönünden itiraz eden türden, burjuvazi ile proletarya arasında süren savaşın amansızlığını göğüsleyemeyen ve burjuvaziye eğilim gösteren, çıkarlarını onun çıkarlarında gören unsurlar ortaya çıkmadan edemedi. Parti içindeki ideolojik mücadelenin ayırt edici özelliği, partinin, proletarya diktatörlüğünün yönetici gücü olduğu koşullarda ortaya çıkması ve burjuva fikirler ve ideolojisinin egemenlik sağlaması durumunda, partiyle birlikte, Ekim Devrimi’nin başlıca meyvesi olan proletaryanın egemen sınıf olarak örgütlenmesinin, kuşkusuz sosyalist inşanın başarısızlıkla sonuçlanacak olmasıydı. Parti içinde ortaya çıkan “tartışmalar”ın bir bölümünün sert çatışmaların konusu olmasını, bu gerçek açıklar.
Troçki, Buharin, Kamanev ve Zinovyev’in anti-Marksist platformlarıyla partiye, proletarya egemenliğine ve sosyalizmin inşasına karşı açtıkları savaş, bu zeminde gelişti. İç ve uluslararası burjuvazi tarafından desteklendi, ancak püskürtüldüler. Burjuva demokratizmiyle Ekim Devrimi ve Bolşevik Partisi’ne karşı ileri sürülen en yaygın suçlamalardan olan “muhalefete tahammülsüzlük” ve “sertlikle bastırılması”; burjuvazinin desteklediği, proletarya diktatörlüğü ve sosyalizmin “içeriden” çökertilmesinin başarısızlığa uğratılmasının hıncıyla yapılmış sınıfsal yazıklanmalardır, işçi davasına ve sosyalizme ölesiye düşman burjuva karakterli propagandif demagojilerdir. Duruşmalarında, tüm burjuva muhalefetin, gerek iç gerek uluslararası burjuvazi ile Alman faşizmi ve istihbarat örgütleriyle ilişkileri ortaya çıkmıştır.

KAPİTALİZMİN KALINTILARI VE GEÇİŞ DÖNEMİ
Sorunun, işçi sınıfı davasına, parti ve proletarya diktatörlüğüne yönelik bu ilk muhalefet ve çökertme girişimleriyle bitmediği ortadadır.
Yıkıcı girişimlerinin üstesinden gelinerek ve 2. Emperyalist Savaş henüz başlamadan, sanayiin sosyalist dönüşümünün burjuvazinin sınıf olarak tasfiyesiyle esas olarak tamamlanması ve tarımın kolektifleştirilmesinin başarılmasına dayanarak burjuvazinin tarımdan da sökülüp atılmasıyla, devrim yeni bir aşamaya varmıştı. 1936 Anayasası’na da yansıyarak, sosyalizmin anayurdu artık burjuvaziden temizlenmişti.
’17 Ekimi’yle yola koyulan Sovyet Devrimi, o güne dek dünya üzerinde ulaşılmış en ileri noktaya ilk kez olarak varmıştı. Proletarya diktatörlüğü “burjuvazisiz burjuva devleti”ydi; şimdi sosyalist toplum da burjuvazisiz aşamasındaydı. Bu, bir ilkti!
Sanayide tümüyle devlet mülkiyeti gerçekleştirilmiş, tarım, kolektif çiftlikler (sovhozlar) ve çiftçilerin araç ve emek güçlerini birleştirdikleri kolhozlar halinde örgütlenmiş, küçük üretim ve denetim altındaki değişimleri görece küçük bir alana geriletilmişti.
Peki, burjuvazi sınıf olarak tasfiye edildiğinde, sınıf mücadelesi sona mı erecekti? Ermeyecekse, kime karşı ve niçin yürütülecekti? Proletarya diktatörlüğü, burjuvazinin tasfiye edildiği koşullarda, kimin üzerinde baskının aracı olacaktı? SSCB, dünyada tek sosyalist ülkeydi ve kuşkusuz kapitalist kuşatma altındaydı; burjuvazi, dünyanın altıda beşini egemenliğinde tutuyordu ve dişinden tırnağına silahlıydı. SSCB’ne karşı çökertme plan ve girişimlerinden vazgeçmemişti, istihbarat örgütleri boş durmuyordu. Ama burjuvazinin tasfiye edildiği koşullarda kimi destekleyecekti? Proletarya diktatörlüğü sadece “dış düşmanlara”, casuslara vb. karşı mı işlevsel olacaktı? Bu, gerekiyordu. Ama sosyalizmin anayurdunda daha yapacak çok iş vardı.
Neydi bunlar?
Yanıtın ipuçları, Marx’ın öngörülerinde bulunuyordu. Proletarya diktatörlüğü kapitalizmden komünizme geçiş dönemiydi. Burjuvazi sınıf olarak tasfiye edilmişti; ancak kalıntıları, alışkanlıklar, burjuva ve küçük burjuva zihniyet ve özlemler, bencillik, önyargılar vb. olarak nesnel ve düşünsel süreçlerde hâlâ varlıklarını korumaktaydı ve giderilmeleri uzun bir zamana ihtiyaç gösterecekti. Toplumsallıkla uyumlanmaya buralardan direnç göstermesi anormal olmayan bireyselliğin, kolektivizm karşısında bireycilik, grupçuluk ve kariyerizmin, cahillik ve eğitimsizliğin ürünü olan ve üretici güçlerin yeterince gelişmemişliğinden kaynaklanan (giderek farklılıklar olarak görünen yöneten-yönetilen çelişmesi buradan doğar) bürokratizmin nesnel koşulları yok edilmemişti, ve bu, uzunca bir zaman alacaktı. Varlıkları ve etkilerini göstermelerinde, nesnel nedenlerle ya da kapitalizme ve burjuva eğilimlere karşı mücadele tavsadıkça, zaman zaman tehlikeli boyutlar kazanmalarında şaşılacak bir şey yoktu. Peki, sorun, sadece eğitsel miydi, örneğin yalnızca bir kültür devrimi sorunu muydu? Bu, kuşkusuz gerekliydi. Ancak burjuvazi ve kapitalizmin nesnel iktisadi kökleri derinlerdeydi ve bu köklerin kazınması zorunluydu.
“Geçiş dönemi”ne ya da komünizmin “ilk evresi”ne ilişkin Marx’ın çözümlemeleri, sağlam ipuçları vermekteydi. “Gotha Programının Eleştirisi”nde Marx sorunun temelini koymuştu:
“Burada karşılaştığımız şey, kendine özgü temeller üzerinde gelişmiş olan bir komünist toplum değildir, tersine, kapitalist toplumdan çıkıp geldiği şekliyle bir komünist toplumdur; dolayısıyla, iktisadi, manevi, entelektüel, bütün bakımlardan, bağrından çıktığı eski toplumun damgasını hâlâ taşıyan bir toplumdur.” (sf. 29)
Komünizmin ilk evresi olarak sosyalizmin esas olarak inşa edildiği bir toplum olan SSCB, burjuvazinin sınıf olarak tasfiyesinden sonra da, hâlâ, eski, kapitalist toplumun “damgasını taşıyan” bir toplum durumundaydı. “Geçiş dönemi” teziyle birleştirildiğinde, buradan çıkan sonuç; burjuvazinin tasfiyesinin gerçekleştirildiği sosyalist toplumun, tamamen sınıfsız topluma, komünizmin ikinci evresine varıncaya kadar, kapitalizmle sosyalizmin, kapitalist sınıf tasfiye edildiğine göre, kalıntılarıyla birlikte, kapitalizmden geri kalan unsurlarla sosyalizmin unsurları arasında mücadele toplumu, burjuvazisiz, ama sınıf mücadelesinin sürdüğü bir toplum olacağıdır.
Nerelerdedir kapitalizmin unsurları? Sosyalizm, neleri giderek, geriletip toplumdan izleriyle birlikte silerek, komünizme varacaktır?
İlk olarak giderilmesi zorunlu olan unsur, üretim (mülkiyet) ilişkilerindeki çeşitliliktir. Sosyalist üretim (mülkiyet) ilişkileri esasta gerçekleşmiştir; ancak hâlâ ileri adımlarla çözümlenmesi gerekli sorunlar olduğu kuşkusuzdur. Henüz tek bir toplumsal (sosyalist) mülkiyet biçimi genelleşmemiştir. Tam toplumsal devlet mülkiyeti sanayide ve tarımın bir bölümünde (Sovhozlar) kurulmuş; ancak kolhozlar, –yine bir toplumsal mülkiyet biçimi olmakla birlikte– üretim araçları ve emek güçlerini birleştiren köylülerin grup mülkiyeti durumundadır. Ve küçük üretim ve mülkiyet ilişkileri hâlâ varlığını korumakta, köylüler ürünlerini pazarlarda satabilmektedirler.
Kuşkusuz dış ticaret, bankalarla birlikte devletleştirilmiş ve iç ticaret tamamen proletarya diktatörlüğünün denetimine alınmış, merkezi planlamanın unsuru kılınmıştır. Ancak farklı toplumsal ve alanı iyice daraltılmış olsa bile bireysel mülkiyet ilişkilerinin varlığının çıkar farklılıklarını koşullaması kaçınılmazdır. Sosyalist eğitim ve merkezi planlamaya karşın, birçok kolhoz açısından grup mülkiyetinin geçerliliği, toplumsal çıkarlarla uyumlu hale getirilmiş olsa bile, grup çıkarlarının, en azından elverişli ortam bulduğunda çığrından çıkabilecek olmasının zeminini sağlamaktadır ki, bu çıkar farklılıklarının, uyum durumunda da, –henüz tarihe malolmamış bireysel, mülkiyetçi vb. alışkanlık ve önyargılar vb. göz önünde bulundurulduğunda– yine baştan çıkarıcı işlevsellikler kazanması ve belirli bir etkide bulunmasının kaçınılmazlığı anlaşılabilirdir. Denetim altındaki, yaygınlık ve etki alanı daraltılmış, kapitalizmi doğurması engellenmiş küçük üretim ve değişimin de, tamamen sıfırlanıncaya kadar, tehlike kaynağı olmaktan çıkmayacağı ortadadır.
Mülkiyet farklılıklarının varlığının, kapitalizmden çıkıp geldiği haliyle komünist toplumun ilk evresi (sosyalizm) bakımından bir anormalliği yoktur. Sorun, sosyalist inşanın ilerletilmesi, kapitalizmin bu zorunlu mirasının giderilmesi yönünde sürekli çaba içinde olunmasıyla çözülecek türdendir. Ancak önemli olan odur ki, sınıf mücadelesinin sürdürülmesini zorunlu kılan ve giderilme konusu olan kapitalizmin kalıntıları vardır; ve Kruşçev’le birlikte başlayan, Gorbaçov’un noktasını koyduğu grup mülkiyetiyle bireysel mülkiyetin önünü açıp devlet mülkiyeti aleyhine bunları güçlendiren liberal “reformlar”ın yıkıcılığı düşünüldüğünde, bu kalıntılar karşısındaki tutum tayin edicidir. Sosyalizmin pekiştirilmesi ve kapitalizmin bütünüyle tasfiye edilmesine yönelik sınıf mücadelesi sürdürülmediğinde, kapitalizmden komünizme geçiş döneminden, henüz tamamen kurulmamış komünizmden (ilk evresinden) yeniden kapitalizme geçişe, kapitalizmin restorasyonu dönemine dönülecektir.
Üretim ilişkilerin ötesinde bölüşüm ve ona yön veren değişim ilişkileri bakımından sınıf mücadelesinin sürdürülmesi yine temel önemdedir.
Komünizmin ilk evresi, “emeğe göre” ilkesiyle karakterize olur. Üretici güçlerin görece geriliği ve kaynakların henüz yeterince harekete geçirilemediği, “bireylerin işbölümüne ve onunla birlikte kafa emeği ile kol emeği arasındaki çelişkiye kölece boyun eğişleri sona erdiği zaman; emek, sadece bir geçim aracı değil, ama kendisi birinci hayati gereksinme haline geldiği zaman; bireylerin çeşitli biçimde gelişmeleriyle, üretici güçler de arttığı ve bütün kolektif zenginlik kaynakları gürül gürül fışkırdığı zaman” (Age, sf. 31) öncesinde, “herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre” komünist ilkesinin işlevselleşemeyeceği bilinir. Ama bu, henüz burjuva hukukunun sınırlı ufkunun aşılamadığı ve ne denli denetim altına alınırsa alınsın, burjuva emek-değer ilkesinin geçerli kalmaya devam ettiği anlamına gelir.
İşçi, genel olarak emekçi, devlet ya da kolektif bir başka işletmede çalışmakta ve harcadığı emeğine göre ücret almaktadır. Marx şöyle der:
“Besbelli ki burada uygulanan ilke, eşit değerler değişimi olduğu ölçüde, meta değişimine hükmeden ilkenin aynıdır. Esas ve biçim değişiktir; çünkü koşullar değişik olduğundan, kimse emeğinden başka bir şey sunmadığı gibi, bireyin mülkiyetine bireysel tüketim maddelerinden başka hiçbir şey geçmez. Ama birey olarak ele alınan üreticiler arasında bu maddelerin paylaşılması konusunda egemen ilke, eşdeğer metaların değişimine hükmeden ilkeden farksızdır: bir biçimdeki aynı miktar emek, başka bir biçimdeki aynı miktar emekle değişilmektedir.
“Demek ki, burada da, eşit hak, ilke olarak, ilke ile pratik çelişmemekle birlikte, burjuva hukukundan başka bir şey değildir, oysa bugün eşdeğerler arasındaki değişim metalarda ancak ortalama olarak mevcuttur ve bireysel durumlarda söz konusu değildir.
“Ama bu ilerlemeye karşın, eşit hak, hala burjuva sınırlar içinde kalmaktadır. Üreticinin hakkı, sunmuş olduğu emekle orantılıdır; buradaki eşitlik, emeğin ortak ölçü birimi olarak kullanılmasından ibarettir.” (Age, sf. 29-30)
Emek-değer ilkesi, meta değişimine yön veren temel ilkedir. Ve burjuvazi tasfiye edilmiş olsa bile, sosyalizmin henüz aşamadığı ilke durumundadır. Bu demektir ki, kapitalist ilişkilerin genel yasası olan emek-değer yasası, burjuvazinin tasfiyesiyle, artı-değer yasası mezara gömülmüş olmakla birlikte, henüz sosyalizmde geçerli kalmayı sürdürmektedir ve “emeğe göre” bölüşüm üzerinden, herkesin toplumdan ihtiyacı kadarını alabileceği koşullar yaratılıncaya kadar, “ilk evre”yi de etkisi altında tutmaktadır. Kuşkusuz, yönetmemektedir; yönetici yasa olması, meta değişimine esasta son verilmesi ve emek sömürüsünün önlenmesiyle kaldırılmıştır. Ancak, etkisini, yalnızca emeğe-göre bölüşüm ilkesi dolayısıyla, ücretlendirme sisteminin sürüyor olması üzerinden değil, ama, proletarya diktatörlüğü ve merkezi planlama tarafından denetim altına alınıp etkisi sınırlandırılsa bile, her ne kadar kolektivizme ve emekçilerin çıkarlarına dayanıyor olsalar da, grup mülkiyeti işletmelerinin ürünlerinin devlet mülkiyeti işletmelerinin ürünleriyle değişimi üzerinde de gösterir. Bireysel küçük üretim ve değişim açısından ise, bu, tamamen geçerlidir. Ürünler ne miktar emek karşılığı oldukları gözetilmeden değiştirilemez, plan da bunu gözetmeden “çala kalem” yapılamaz.
Üstelik emek-değer yasası, ücret farklılıklarına yön vermekle kalmaz; işgücünün yenilenmesi açısından ayrılan emek-fonlarının yanında, genişleyen sosyalist üretim için zorunlu yatırım fonlarının miktarı ve kullanılışını da etkiler. Henüz kaynak ve ürünler “ihtiyaca göre” değerlendirilememekte, ama değerler üretimi ve bölüşümü, maliyet muhasebesi vb. gibi bu yasanın zorunlu sonuçlarıyla birlikte, onun etkisi altında şekillenmekte, merkezi plan da bu koşulları yansıtmazlık edememektedir. Egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletarya, bu etkinin sınırlandırılmasını örgütlemeyi sürekli kılmak zorundadır. Ancak, bu yasanın hâlâ etkili olabildiği koşulların, özellikle sınırlandırılma işi aksatıldığında, artı-değer üretiminin yeniden doğabileceği koşullara dönüşebileceği kuşkusuzdur.
Üçüncü olarak, yönetenlerle yönetilenler arasında farklılıkların devam etmesi ve giderilmesinin, yalnızca cahilliğin ortadan kaldırılmasına yönelik eğitimle değil ama geriliği nesnel olarak koşullayan üretici güçlerin gelişmesine bağlı olarak sağlanabilecek oluşunun sözünü etmek gerekir. İstendiği kadar önü kesilsin ve yönetim işlerinin, basit kayıt işlerine basitleştirilerek, işçiler tarafından kitlesel biçimde üstlenilmesinin önü açılsın, buradan bürokrasi fışkırmaması olanaksızdır. Sorun, bürokrasi ve bürokratizmin sürekli mücadele konusu edilmesinde belirir. Bu mücadelede tutuklukların, nesnel zemini olan bürokrasi eğilimlerini besleyeceği, her gün her saat engellenmeyen bürokrasi eğilimlerinin kabaracağı kesindir.
Örnekleri verilenler, sosyalizmde kapitalizmin belli başlı unsurları ya da kalıntılarını oluştururlar. Ancak sosyalist ilişkilerin hız verdiği üretici güçlerin gelişmesine bağlı olarak ve sınıf mücadelesinin konusu edilerek sınırlandırılır, etkileri azaltılır ve sonuçta tümüyle giderilmeleri mümkün olabilir.
Öyleyse, proletarya diktatörlüğünün başlıca işlevi, kapitalizmin kalıntılarına karşı mücadelenin örgütlenmesi ve üzerlerinden yeniden kapitalizmin yeşermesinin önlenmesi, askeri amaçlarla olduğu kadar, buna yönelik dış her türden müdahale ve destekleri etkisiz kılmaktır. Bu mücadele, kuşkusuz yalnızca iktisadi alanda değil, bütün alanlarda sürdürülmek durumundadır.
İlk tecrübesi yaşanan ve önceki bir deneyden yararlanma olanağı olmayan bu mücadelenin kazanılamadığı ve Rusya’da kapitalizmin restore edildiği biliniyor.
Kruşçev, 2. Dünya Savaşı’nın yolaçtığı tahribatların kolaylaştırdığı koşullarda, henüz tamamıyla silinip atılamamış kapitalizmin kalıntıları üzerine oturarak ve ilk işi olarak bunların önünü açmak üzere, uzun süre yüzünü gizlemeyi başararak işbaşına geldi. Brejnev, kapitalizmin restorasyonunu sürdürdü; Gorbaçov ise, kapitalizme tam dönüşü gerçekleştirdi.

KAPİTALİZMİN KALINTILARI VE MODERN REVİZYONİZM
Bernstein’in Kautsky ve hempalarıyla, sonradan tamamen burjuvaziye iltihak eden Noske türünden sosyal faşistlere ilham olan revizyonizminden sonra, Marksizmin ikinci topyekun revizyonu Kruşçev tarafından başlatıldı. Dayanakları, kuşkusuz, kapitalizmin kalıntılarıyla bunlar tarafından baştan çıkarılmış, ideolojik olarak yozlaşma halinde, parti ve devlet yönetiminin bürokratlaşmış unsurlarıydı. Bunlardan güç alarak ve uluslararası burjuvazi ve emperyalizm tarafından desteklenerek, Kruşçev ve ekibi, Bolşevik Partisi 20.Kongresi’nde (1956) yönetimi ele geçirerek, kapitalizmin unsurlarının sınırlandırılması ve tasfiyesi mücadelesini durdurdu ve tersine çevirdi. Önü açılan kapitalizmin unsurları örgütlendirildiler ve sosyalizmin kazanımlarını yok etmeye giriştiler. Kapitalizmden sosyalizme geçiş dönemi kapitalizmin restorasyonu dönemine dönüştü, geçiş dönemi devleti, artık restorasyonun devleti haline getirildi, kapitalist unsurlar egemenliklerini örgütlediler. Devlet mülkiyeti ve merkezi planlamadan, grup mülkiyeti ve giderek işletmelerin fiilen kendi üretim miktarları vb. üzerine kararlar almasına ve piyasanın (değer yasasının) biçimsel plan kabuğu içinde belirleyici hale gelmesine ilerleyen süreç işledi, bölüşüm tamamen bozuldu. Halkın ihtiyaçlarını karşılamayı esas alan üretimden, yeniden kâr için üretime, artı-değer üretimine geçildi. Zenginlik kaynakları kapitalist unsurların kontrolünde birikmeye başladı. Sosyalist biçimlerin korunmaya devam etmesi, görünüşte planlama, kapitalist unsurlar tarafından ele geçirilmesine rağmen kolektif mülkiyet biçimleri, adı komünist olan parti ve merkezi devlet iktidarının vb. sürmesi, ülke içi ve dışında komünistlerin gözünü kararttı; çok sayıda komünist ve devrimcinin, kapitalizmin restorasyonu ve onun önünü açan modern revizyonizmi, “hataları olan sosyalizm” olarak algılamalarına ve karşı tutum geliştirememelerine dayanaklık etti. Bu durum, Gorbaçov’un açıktan kapitalizm ilanına kadar, azalarak da olsa sürdü.

“REEL SOSYALİZM” SAFSATASI
Başlangıçta, bu yanılsamalı düşünme biçimini; uygulamalarının, bilimsel sosyalizm olan Marksizmden uzaklığının, Marksist teori ile kapitalizmin önünü açan ve destekleyen revizyonist pratik arasındaki açının gitgide büyüyerek karşıtlığının her geçen gün daha çok görünür olmasının aldatıcı açıklaması olarak, iktidara oturan modern revizyonizm ortaya atıp teşvik etti. Marksist teoriye, evet bağlıydılar, ama nesnel pratik zorunluluklar vardı ve “sosyalizm”, pratikte, teoride ortaya konulmuş “idealler”den farklılıklar taşıyarak, kaçınılmazlıkla, “reel sosyalizm” olarak biçimlenmek durumundaydı! “Reel” ya da “varolan” “sosyalizm”in, nesnel gerçek olarak “yaşayan” sosyalizmin, teoride ileri sürülmüş düşüncelerle tam çakışması beklenemezdi!
Bu tez, bir kez ortaya atılıp yerleştikten sonra, modern revizyonizme eleştiriler yönelten, ama ondan kopmamış, tersine derin etkisi altında bulunan kişi ve gruplar tarafından da devralınıp savunuldu. Bu kez, SSCB’de varolan “hatalara sahip sosyalizm”in yarı açıklaması yarı eleştirisinin dayanağı kılındı. Revizyonist uygulamanın bazı sapkınlıkları görülüyor, eleştiri konusu ediliyor, ancak revizyonizmin burjuva niteliği kavranamayarak, bu sapkınlıklar “sosyalizm”e mal ediliyor, ve bilimsel sosyalizm ile revizyonist uygulama arasındaki farklılık, “reel sosyalizm” teziyle izah ediliyordu.
Bu temelde, revizyonizmle göbek bağlarına sahip çok sayıda fikir ve akım gelişti.
Geçiş dönemi olarak proletarya diktatörlüğünü, onu karakterize eden kapitalizmle komünizm arasındaki amansız sınıf mücadelesini, ya kapitalizmin tüm unsurlarıyla tasfiyesi yolunda ilerleneceği ya da kapitalizmin restorasyonunun kaçınılmaz olduğunu kavrayamayan ve Kruşçev’in uygulamaya koyduğu liberal “reformların (Liberman reformları) SSCB’nin ve devletin sınıf niteliğini değiştiren süreci başlattığını, giderek sosyalizmin kazanımlarını tüketerek, yalnızca biçimsel bir “kabuk”a dönüştürdüğünü, revizyonizmin ileri sürdüğü anti-Marksist görüş ve tezlerin sosyalizm düşmanı ideolojik siyasal yaşamı örgütlediği ve yansıttığını, sonuçta sosyalizmin yerini devlet kapitalizminin, proletarya diktatörlüğünün yerini ise revizyonist burjuva diktatörlüğünün altığını anlayamayan, Marksizme yönelik modern revizyonist tahribatının altında ezilen kişi ve gruplar, bu tahribatın bir parçası oldular.
Kruşçev’le birlikte devlet ve toplumun sınıf niteliğindeki keskin farklılaşmayı göremeyenler, Ekim Devrim’inden Gorbaçov’un ve SSCB’nin son günlerine kadar, tüm gelişmeyi tek bir sosyalist süreç olarak ele aldılar ve “reel sosyalizm” teziyle açıklayarak, eleştirilerini sosyalizme yönelttiler. Doğal ki, ileri sürdükleri görüşler, Troçki’nin, Buharin’in vb. tezleriyle birleşti. Uluslararası burjuvazinin “zayıf halka” olarak belirleyerek, “mızrağın sivri ucu”nu yönelttiği Stalinizmi, “hata” ve “kötülükler”in kaynağı olarak, eleştirdikleri zemin haline getirdiler. Onlara göre, Stalin’i suçlamasına karşın Kruşçev, ardından Brejnev vb. tümü “Stalinistler”di. Kruşçev’in SBKP 20. Kongresi’nde açtığı anti-Stalinist kampanyadan da etkilenerek, emperyalist istihbarat örgütleriyle zamanında Troçki tarafından ileri sürülmüş düzmeceleri benimsemekte sakınca görmediler. Burjuvazi ile işçi sınıfı, kapitalizm ile sosyalizm arasındaki farkı yakalayamayanların, Kruşçev ve Brejnev’le Stalin arasında fark bulamamalarında şaşılacak şey yoktu. Revizyonizmin geliştirip dayandığı bürokratik yozlaşmaların tanıklığında, Troçki’den feyz alıp, “Stalin bürokratizmi”ni eleştirmeye yöneldiler. Troçki, “Stalin bürokrasisi”ni suçluyor ama “işçi devleti”nden, “sosyalist toplum”dan söz açıyordu; “reel sosyalizm”ciler de benzer görüşler savundular. Hem sosyalizm ve proletarya diktatörlüğü hem bürokrasinin egemenliği! Zıtlığı önce görmediler, sonra görmemek ve üstünü örtmek işlerine geldi.
Buradan, yenilgi ruh haliyle, “nasıl” bir “sosyalizm” gerektiğinin yanıtlarını aramaya başladılar! “Reel sosyalizm” ile Marksizm arasındaki “açı”yı kendi kavillerince kapatmaya giriştiler. Bürokratizm saptaması üzerinden, sosyalizmi “demokratikleştirme”ye yöneldiler. Burjuva “politik çoğulculuk”unu, parti içinde hiziplerin gerekliliğini savunup, “tek parti diktatörlüğü”ne vb., ardından doğrudan proletarya diktatörlüğüne karşı çıkmaya vardılar. Sosyalist üretim ilişkilerini, teoride, piyasayla bağdaştırmaya uğraştılar. Çekoslovakya ve Afganistan müdahalelerini, Asya ve Afrika’ya yayılmacılığı bile savundular. Aynı tezin savunucularından kimileri, daha ileri giderek, anarşizmden ödünç aldıkları fikirlerle, devletin bir sınıfın bir başka sınıf üzerinde baskı aracı olduğunu ve olmasının kaçınılmazlığını görmezden gelerek, sınıflarüstü “özgürlükçü” burjuva demokratizmi bakış açısıyla, özgürlüklerle çeliştiğini, zaten SSCB’de bireysel özgürlüklerin dert edinilmediğini ileri sürerek, proletarya diktatörlüğünü “yanlışlık” ilan ettiler, iktidar fikrini, devlet olarak proletarya diktatörlüğünü ve ona dayanarak sosyalizmin inşasını, devletçiliği eleştirdiler. Eleştirileri, siyasal-düşünsel zemini aşamadı, altyapıda, üretim ilişkileri vb. bakımından zaten sorun yoktu; sosyalizm geçerliydi! Sorgulayıp saldırdıkları, kuşkusuz, bilimsel sosyalizmdi, Marksizmdi.
Burjuvazi ile işçi sınıfı ve davasını, kapitalizmle sosyalizmi ayırt etme yeteneğinde olmayan “reel sosyalizm” tezi bugün hâlâ işlenip savunuluyor. Hareket noktası olarak tutarsızlığı; teori ile pratiği birbirinden koparması, Marksizmi, işçi sınıfının devrimci pratiğiyle, sosyalizm pratiğiyle ilişkisizlendirmesi ve onu, kurgusal fikirler yığını olarak, tıpkı idealist burjuva filozoflarında olduğu gibi, “mutlak hakikatler” peşinde bir felsefe sistemine indirgemesi, Marksizmin tüm öğreti ve tezlerinin, kuşkusuz bilimsel çalışmaya bağlı olarak, ama doğa ve toplum bilimlerindeki gelişmelerin yanı sıra, işçi sınıfının pratiği içinde geliştirildiğini, ancak böyle gelişip zenginleşeceğini anlamamasıdır. “Reel sosyalizm” tezine göre, Marksizm, düşünce birikimi olarak, ayrı bir yerde durmaktadır, “varolan” sosyalizm ise başka bir yerde. Ve kendi yolundan gelişmektedir. Ya da hem Marksizm Kant’ın “kendinde şeyi” olarak düşüncede vardır, hem de, bu tez sahiplerinin Kant’a katkısı olarak, “reel sosyalizm” “kendinde şey” olarak pratikte! Oysa, birisi işçi sınıfının dünya görüşü ve eylem kılavuzu, diğeri eylemidir ve kopmazca birbirlerine bağlıdırlar; Marksizm, işçi sınıfının eyleminden gelişip zenginleşir ve onu besler, ona yolgösterir.
Aslında, bu “reel sosyalizmi” “sosyalizm” yapan kendine özgü ayrı bir yolu olmalıdır! Burjuva revizyonist yol.
“Reel sosyalizm” tezini ileri sürenler, gerçekte, bunun peşindedirler ve bugün vardıkları “nasıl bir sosyalizm” arayışlarında, Marksizmin yerine koyacakları bu anti-Marksist burjuva sosyalizm türüne ulaşmaya çalışmaktadırlar. Bu arayışın burjuva demokratizminin ufkuyla sınırlı olduğu bir gerçektir.

MARKSİZM; SINIFIN EYLEMİNDE GELİŞEN, KURGUSAL OLMAYAN BİLİMSEL SOSYALİZMDİR
Marksizm, henüz ilk yaratıcılarının ellerinde, sınıf-dışı ve bilimsel olmayan kurgucu sosyalizmin, dünyaya, kapitalizmin eleştirisinden hareketle, ancak maddi gerçeklerden, en başta emek-sermaye karşıtlığı ve işçi sınıfının dönüştürücü gücünden, dayanağını bu güçte bulmaktan uzak, doğrudan düşüncenin ürünü “hakikatler”den, iyi niyetli ya da çok bilmişlerin ortaya attığı dayanaksız fikirlerden yola çıkarak yeni bir toplumsal düzen verme yönelimlerinin karşısında zafer kazanmıştı. Daha 1831 Lyon Ayaklanması’ndan başlayarak, işçi sınıfının, kendisini başlıca kapitalizm karşıtı güç olarak ortaya koyuşu, 1848-49 Devrimleri ve en son 1871 Paris Komünü, kurgucu sosyalizmi, –sınıflar ve sınıf mücadelesini, kuşkusuz işçi sınıfının eylemini dayanak edinmeyen– idealist tarih anlayışını çöküşe götürmüştü. Marx ve Engels, ütopik sosyalizmin dayanaksızlığını ve kapitalizme alternatif oluşturamayışını kaydeder ve örneğin Dühring’in kurmaca “sosyalizmi”ni püskürtürken, tamamen bilimsel araştırma ve çalışmalarıyla, bu çalışmalarının işçi sınıfının eylemi içinde sınanmasını esas almış, öğretilerini, sınıfın eyleminin ortaya koydukları üzerinden geliştirmişlerdir.
Marksist devlet öğretisinin geliştirilişi, iyi bir örnektir. Önceki toplumların tarihsel gelişiminin incelenmesi içinde toplumsal gelişme yasalarının çözümlenmesi, tarihin materyalist yorumunun geliştirilmesi, kuşkusuz Marx ve Engels’in temel bilimsel bir buluşu olarak büyük emek gerektirmiştir. Burjuva bilim adamları tarafından tanımlanan sınıflar ve sınıf mücadelesi gerçeğinin tam bir açıklaması Marx ve Engels tarafından yapılmış; sınıfların varlığının, tamamen üretimin tarihsel gelişme evrelerine bağlı olduğu düşüncesini, materyalist tarih anlayışıyla, onlar geliştirmişlerdir. Kurmaca, hayalci sosyalizm düşüncelerinin belinin kırılması buradan başlamıştır. Bir kez ulaştıktan sonra politik ekonomi incelemelerine kılavuzluk etmiş olan genel sonucu Marx, “kısaca şöyle formüle edilebilir” diyerek anlatmıştır:
“Varlıklarının toplumsal üretiminde, insanlar, aralarında, zorunlu, kendi iradelerine bağlı olmayan belirli ilişkiler kurarlar; bu üretim ilişkileri, onların maddi üretici güçlerinin belirli bir gelişme derecesine tekabül eder. Bu üretim ilişkilerinin tümü, toplumun iktisadi yapısını, belirli toplumsal bilinç şekillerine tekabül eden hukuki ve siyasal üstyapının üzerinde yükseldiği somut temeli oluşturur. Maddi hayatın üretim tarzı, genel olarak toplumsal, siyasal ve entelektüel hayat sürecini koşullandırır. İnsanların varlığını belirleyen şey, bilinçleri değildir; tam tersine, onların bilincini belirleyen, toplumsal varlıklarıdır.” (Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, Önsöz, sf. 25)
Devrim fikri, yine, genel bir sonuç olarak, doğrudan buradan çıkmıştır. Marx, özetine kaldığı yerden devam ederek, şunları yazmıştır:
“Gelişmelerinin belli bir aşamasında, toplumun maddi üretici güçleri, o zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkilerine ya da, bunların hukuki ifadesinden başka bir şey olmayan mülkiyet ilişkilerine ters düşerler. Üretici güçlerin gelişmesinin biçimleri olan bu ilişkiler, onların engelleri haline gelirler. O zaman bir toplumsal devrim çağı başlar. İktisadi temeldeki değişme, kocaman üst yapıyı, büyük ya da az bir hızla altüst eder.” (Age, sf. 26)
Toplumların üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki çatışma üzerinden geliştiği, üretici güçlerin gelişme düzeyiyle belirlenen üretimin tarihsel gelişme evrelerinde, insanların belirli üretim ilişkileriyle aralarında ilişkilendikleri ve üretim araçları (mülkiyeti) karşısındaki konumlarına bağlı olarak –mülk sahibi olan ve olmayan olarak temel bölünmeleriyle, çıkarları birbirlerine karşıt– belirli sınıflara bölündükleri ve aralarındaki çatışmanın, toplumu hareket ettiren başlıca dinamik olduğu, belirli üretim (mülkiyet) ilişkileri, yeni üretici güçlerin gelişmesini engellemeye başladığında toplumsal devrimin gerekli ve kaçınılmaz hale geldiği saptandıktan sonra, devlet sorununa açıklama getirmek tamamen mümkün olmuştur.
Öncelikle, bilince, belirli toplumsal bilinç şekillerine denk düşen siyasi üstyapıya öncelik veren devlet anlayışı eleştirilip dışlanmıştır: “…devlet topluma dışarıdan dayatılmış bir güç değildir; Hegel’in ileri sürdüğü gibi, ‘ahlak fikrinin gerçekliği’, ‘aklın imgesi ve gerçekliği’ de değildir.” (Engels; Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, sf. 175) Siyasal üst yapı olarak devlet, Marx’ın “Önsöz”de belirttiği gibi, üretim ilişkilerinin tümünden oluşan toplumun iktisadi yapısı üzerinde şekillenir. Ama toplumlar üretici güçlerle üretim ilişkilerinin çatışması ya da onun sosyal görünümü olarak uzlaşmaz sınıf karşıtlıkları üzerine kuruludur. Ve Engels formüle eder: “Devlet, daha çok, toplumun gelişmesinin belirli bir aşamasındaki bir ürünüdür; bu, toplumun önlemekte yetersiz bulunduğu uzlaşmaz karşıtlıklar biçiminde bölündüğünden, kendi kendisiyle çözülmez bir çelişki içine girdiğinin itirafıdır. Ama karşıtların, karşıt iktisadi çıkarlara sahip sınıfların, kendilerini ve toplumu kısır bir savaşın içinde eritip bitirmemeleri için, görünüşte toplumun üstünde yer alan, çatışmayı hafifletmesi, ‘düzen’ sınırları içinde tutması gereken bir güç gereksinmesi kendini kabul ettirir; işte toplumdan doğan, ama onun üstünde yer alan ve gitgide ona yabancılaşan bu güç, devlettir.” (Agy.)
Formüle edilen düşünce nettir: “Devlet uzlaşmaz sınıf karşıtlıklarının ürünü ve belirtisidir.” Marx’ın, kendisinden hem önce hem de sonra, en çok çarpıtılan öğretilerinden önde gelenlerinden biri budur. Ve aynı zamanda, sınıfların varlığı ve mücadelesinin kabul edilmesinin yetmediğini, yine en başta devlet öğretisine yönelik çarpıtmalar göstermektedir. Biçimi değişse de, özü aynı kalan belli başlı çarpıtma, devletin sınıfların “uzlaşma organı” varsayılmasıdır. Oysa uzlaşma organı olmak bir yana, devlet, uzlaşmaz karşıtlığın üzerine oturduğu gibi, kendi düzenlerinin devamını sağlamak üzere uzlaşmaz sınıf karşıtlıklarını hafifletme uğraşındaki mülkiyet sahibi sınıfların devleti olarak, sömürülen sınıflar üzerinde baskı ve zor aracıdır. Ama bu, toplumların ve kapitalist toplumun bilimsel incelenmesinden çıkarılan ve toplumlara uygulanan tarihsel materyalist yorumun ürünü olarak, henüz sorunun “abc”sidir.
Evet, “artı-değer”in bulunuşuyla kapitalizmin nasıl bir uzlaşmaz karşıtlık üzerine kurulu olduğu açıklanmıştır, uzlaşmaz karşıtlıkların ürünü devlet, burjuva devlet olarak burjuvazinin işçi sınıfı üzerinde baskı aracıdır ve komünist devrim zorunludur. Ancak, Marx ve Engels, Kasım 1847’de, henüz 1848 devrimlerinden önce yayımlanan “Komünist Manifesto”da, komünizmin asli sahibi olan işçilere, düşüncede geliştirilmiş “mutlak hakikatler” dikte etmez, devlet ve devrim üzerine, ancak bilimsel olarak söyleyebileceklerini söyler, “çok bilmişlik” etmez ve ötesini işçi hareketinin yol göstericiliğine, işçilerin ellerine bırakırlar:
“Proletaryanın gelişmesinin genel evrelerini çizerek mevcut toplumun içindeki az ya da çok gizli iç savaşı, açık bir devrimin patlak verdiği ve burjuvazinin zorla devrilerek proletaryanın kendi egemenliğini kurduğu noktaya kadar izledik.” (sf. 60, Evrensel Basım Yayın) ve,
“Yukarıda gördük ki, işçi devriminde atılacak ilk adım, proletaryanın egemen sınıf konumuna yükselmesidir, demokrasinin mücadeleyle kazanılmasıdır.
“Proletarya, kendi siyasal egemenliğini, tüm sermayenin adım adım burjuvazinin elinden koparılmasına, tüm üretim araçlarının devletin elinde, yani egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletaryanın elinde yoğunlaştırmasına ve üretici güçleri büyüklüğünün olabildiğince hızla artırılmasına kullanacaktır.” (Age, sf. 71)
Manifesto’da, henüz yalnızca, “burjuvazinin zorla devrilmesi” olarak şiddete dayalı devrim, “proletaryanın egemen sınıf olarak örgütlenmesi” ve “egemenliğini sosyalizmin kuruluşu için kullanması” fikirleri vardır. Henüz, burjuva devlet aygıtının ne olacağı, bir başka aygıtla değiştirilip değiştirilmeyeceği, değiştirilecekse, yerine ne konulacağı sorularının yanıtları verilmemiş, ya da, tamamen soyut olarak, ve aslında, sorunları koyarak, ama çözüm yollarını göstermeyerek verilmiş, yalnızca “proletaryanın egemen sınıf olarak örgütlenmesi” ve “siyasal egemenliği”nin zorunluluğundan söz etmekle yetinilmiştir. Söylenen; devlete ve sosyalist devrime uygulanan sınıf mücadelesi öğretisinin izin verdikleridir: Burjuva egemenliği, ancak, kendisini, egemen sınıf konumuna yükseltmek zorundaki proletarya tarafından ve zorla devrilebilir, ve bu, bir işçi devriminde atılacak ilk adımdır. Lenin, Marx’ın kurguculuktan bütünüyle uzak ve bilimsel tutumunu, “Proletaryanın bir egemen sınıf olarak örgütlenmesinin hangi somut biçimleri alabileceği, bu örgütlenmenin, demokrasinin en tam, en tutarlı fethiyle hangi belirli biçimde uyuşabileceği sorusuna yanıtı, Marx, ütopyaya düşmeden, yığın hareketi deneyinden bekliyordu.” (Devlet ve İhtilal, sf. 49) diyerek açıkladı.
Fransa’da Louis Bonaparte’ın 18. Brumaire hükümet darbesiyle nihayetlenen, kıta çapına yayılmış 1848 Devrimleri deneyi üzerinden, Marx, açıkça formüle ettiği “proletarya diktatörlüğü”nü de kapsayan devlet öğretisini geliştirmeye girişir.
Önce “18. Brumaire”de burjuva devlet makinasının kırılması gereğini ortaya koyar:
“Devrim, ilk önce yetkinleştiriyor; parlamenter iktidarı, sonradan devirebilmek üzere. Bir kez bu ereğe varıldıktan sonra, yürütme gücünü yetkinleştiriyor, onu en yalın ifadesine indirgiyor, onu tecrit ediyor, bütün tahrip kuvvetlerini onun üzerinde toplayabilmek için bütün kendi kusurlarını ona yöneltiyor…
“Askeri ve bürokratik muazzam örgütü ile, karmaşık ve yapma devlet mekanizması ile, yarım milyon insandan bir memurlar ordusu ve bir ikinci beş yüz bin askerlik ordusu ile, bu yürütme gücü, Fransız toplumunun bütün bedenini bir zar gibi saran ve bütün deliklerini tıkayan bu korkunç asalak yapı, mutlak krallık döneminde, devrilmesine yardım ettiği feodalitenin sona erişinde meydana geldi… birinci Fransız Devrimi, zorunlu olarak mutlak krallık tarafından başlatılan işi, hükümet iktidarının merkezileşmesi, ama aynı zamanda genişliği, özel nitelikleri, ve aygıtı işini zorunlu olarak geliştirecekti. Napeleon, bu devlet mekanizmasının yetkinleşmesi işini tamamladı… Sonunda, parlamenter cumhuriyet, kendini devrime karşı savaşımında baskı önlemleri ile hükümet iktidarının eylem olanaklarını ve merkezileşmesini kuvvetlendirmek zorunda gördü. Bütün siyasal devrimler (burjuva devrimleri- K.Y), bu makinayı kıracakları yerde, yetkinleştirmekten başka iş yapmadılar. Ardarda iktidar uğruna savaşan partiler, bu muazzam devlet yapısını ele geçirmeyi, kazananın en birinci ganimeti saydılar.” (sf. 129-130)
Burjuva devrimleri sürekli ordu ve memurlar ordusundan (bürokrasi) oluşan devlet aygıtını, kıracak yerde, sürekli olarak yetkinleştirmişlerdir. Oysa, kuşkusuz, onu kırmak gerekirdi. Ve Marx, burjuvazinin en tam devlet biçimi olarak parlamentarizmin, devrimin, bütün tahrip kuvvetlerini onun üzerinde toplayabilmesi için üzerine düşeni yaptığını ekler. Burada, Komünist Manifesto’da söylenmeyen söylenmiş, “egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletarya”nın, mevcut burjuva devlet makinasını devralıp kullanamayacağı, ama onu kırıp parçalamak zorunda olduğu açıklanmıştır. Lenin, “Marx bu sorunu 1852’de koyar ve çözer. Ve, kendi diyalektik materyalizm felsefesine bağlı kalarak, 1848-51 büyük devrim yıllarının tarihsel deneyimine dayanır. Bu temel üzerinde, Marx’ın öğretisi, her zaman olduğu gibi, yaşanmış deneyin, derin bir felsefi görüş ve geniş bir tarih bilgisiyle aydınlanmış bir bilançosunu çıkarır.” (Devlet ve İhtilal, sf. 37) der.
18. Brumaire’i yazdığı 1852 yılında, Marx, Weydemeyer’e, önceden aktardığımız mektubunu da yazar ve “yeni olarak yaptığı şey”in özünün “proletarya diktatörlüğü”nün zorunluluğunu kanıtlamak olduğunu belirtir. Geriye, Paris Komünü deneyi üzerinden girişilecek –memurculuğun (bürokrasinin) kaldırılarak tüm görevlilerin seçimle gelmesi ve geri alınması, en yüksek işçi ücretinden fazla maaş almamaları, ucuz devlet, militarizme son verilmesi ve işçi ve emekçilerin silahlandırılması, parlamentarizmin lağvı ve yasama ile yürütmenin birleştirilmesi vb. gibi– ayrıntılı ve net sonuçları genelleyerek formüle etme işi kalır. Lenin, “Ereğine ulaşmamış da olsa, yığınların devrimci hareketinde Marx, çok önemli bir tarihsel deney, dünya proleter devriminde ileriye doğru kesin bir adım, yüzlerce program ve usyürütmeden çok daha önemli gerçek bir ilerleme görüyordu. Bu deneyi çözümlemek, ondan taktik dersler çıkarmak, teorisini sıkı bir eleştiriden geçirmek için ondan yararlanmak: Marx’ın kendisi için saptadığı görev, işte budur.” (Age, sf. 45)
Daha Komün günlerinde Marx, bu kez Kugelmann’a mektubunda şöyle yazar:
“Eğer benim Onsekizinci Brumaire’nin sön bölümüne bakarsan, Fransız Devrimi’nin gelecek girişiminin, önceki gibi artık, bürokratik-askeri mekanizmayı bir elden ötekine devretmek değil, onu parçalamak olduğunu ve bunun Kıta üzerindeki her gerçek halk devriminin başta gelen koşulu olduğunu belirttiğimi göreceksin. Bizim kahraman Parisli arkadaşlarımızın kalkıştıkları şey de işte budur.” (K. Marx-F. Engels, Seçme Mektuplar, sf. 57)
Ve Marx’la Engels, Komünist Manifesto’nun 1872 Almanca Baskısı’na Önsöz’lerinde işçi sınıfının devrimci pratiğinin teoriye yol gösterdiğini belirterek düzeltme yaparlar:
“Gerek büyük sanayiin son yirmi beş yıl içinde süren büyük gelişimi ve işçi sınıfının buna koşut ilerleyen parti örgütlenmesi karşısında, gerekse önce Şubat Devrimi ve daha fazlasıyla proletaryanın iki ay boyunca siyasal iktidarı elinde tuttuğu Paris Komünü karşısında, bugün bu program yer yer eskimiştir. Özellikle Paris Komünü, ‘işçi sınıfının hazır devlet aygıtını öylece ele geçirip onu kendi amaçları için işletemeyeceğini’ kanıtlamış bulunuyor.” (K. P. Manifestosu, sf. 29)
Marksizm ve öğretilerin gelişmesi, “reel sosyalizm” savunucularının, kıt akılla ileri sürdükleri “Marksizm başka ‘yaşanmış sosyalizm’ başka” kurgucu dayatmalarından bambaşka bir yol izlemiştir. Marxsizm, yaşanmış deneylerden ayrı durmamış, Marx, tersine, bu deneylerden sonuçlar çıkararak genelleştirmiş ve teori düzeyine yükseltmiştir. Öyleyse, “reel sosyalizm” yandaşlarının iddia ettikleri gibi, Marksizm ile “yaşanmış deney” ya da “reel sosyalizm” arasında bir uyumsuzluk ve ayrılık varsa, ki olduğu açıktır, doğru olan; ya Marksizmin bu deney üzerinden geliştirilmemesi kusurundan ya da deneyin sahteliği ve gericiliğinden, “sosyalizm” etiketi takılanın sosyalizm olmadığından söz etmek, olmalıdır. Marksizmin, önce Lenin ve ardından Stalin tarafından emperyalizm ve proleter devrimleri çağı ve sosyalist inşa koşullarında geliştirildiği kesindir. Buna itirazı olanlarla, başka makalelerde tartışırız. Ama Kruşçev ve peşinden gelenlerin Marksizmi geliştirmek bir yana, ona ihanet ettikleri ve “sosyalizm” olarak ileri sürülen “reel sosyalizm”in de, onların rayından çıkarıp kapitalizme yönelttikleri ve sonunda dönüştürdükleri “sosyalizm” olduğu, yine kesindir. Marksizm ile sosyalizm arasında Lenin ve Stalin döneminde bir kopukluk yoktur, ama Kruşçev ve ardından Marksizmle SSCB’de olup-bitenlerin tamamen karşıtlık oluşturduğu, en azından bugünden bakıldığında, SSCB’nin başına gelenler tarafından doğrulanmaktadır.
Sosyalizm, işçi sınıfının eylemi olarak, deneylerinden ders çıkarılarak Marksizmin geliştirildiği ve yine, SBKP 20. Kongresi’ne kadar, Marksizm tarafından yolu aydınlatılan, dolayısıyla pratiği ile Marksist teori arasında uyumsuzluk değil, uyum olan, hem kitapta ve hem de gerçekte yeri olup yaşanan, bildiğimiz, aynı ve tek sosyalizmdir. Ekim Devrimi tarafından yolu açılan bu sosyalizm, Marksizm düşmanı Kruşçev tarafından saldırıya uğramış, saldırı Brejnev ve Gorbaçov tarafından sürdürülmüş ve kapitalizm tarafından geçici bir yenilgiye uğratılmıştır. Gerisi, burjuva yutturmacasıdır.
Şimdi sıra, pahalıya patlamış da olsa, yeni elde edilen –kapitalist restorasyon türü– deneyler üzerinden, bu kez, yenilmez Ekim Devrimleri’ndedir. Dünyanın ezilen milyarlarının tek kurtuluş umudu olduğu kanıtlanmış olan Ekim Devrimi ve sosyalizmin yenilenmesinin önünü hiçbir güç kesemez. İşçi sınıfı ve köleleştiricisi, tüm ezilen halkları pençesine almış, kendi içinde dalaşması savaşlara varmış kapitalizmin çürümüşlüğü gerçektir. Sosyalizm de, bilimseldir ve geleceğin tek gerçeğidir.
Marksistlerin görevi, yeni Ekim Devrimlerinin hazırlanması ve bu kapsamda yenilenmiş teorik temelleriyle Marksizmin geliştirilip savunulması, işçi sınıfının eylem kılavuzu olarak yeniden işlevsel kılınması ve zaferinin üçüncü kez ilanı koşullarının yaratılmasıdır. Bunun koşulları, her zamankinden çok bugün vardır.

“Terör’”ün ardındaki gerçekler

Giderek kesintisiz hale dönüşen, yok ettiği insan sayısı, büyüyen etki gücü ve ABD’nin ve peşinden diğer burjuva yönetimlerinin çağın düşmanı sıfatını yakıştırdıkları “terör”, tam da, egemenlik kurmak için her türlü yol ve yöntem kullanılan bölgenin tam ortasında bulunması bakımından, Türkiye’de, daha büyük yankılar buluyor. Gerçekten de, Türkiye; paylaşım kavgalarının, emperyalist devlerin birbirlerini zayıflatma, güçsüz kılma çatışmalarının tam orta yerinde bulunuyor. Bu rekabet ve egemenlik kavgasında, pek çok bakımdan harekat üssü olarak kullanılıyor. Tamamen emperyalizme, özel olarak da Amerikan emperyalizmine bağımlı politikalar, Türkiye’yi, hem kavgaların ortasına taraf durumda atıyor, hem de hedef durumuna getiriyor.
Sadece etrafımızdaki savaş, bombalama, suikastlarla dolu tabloya göz atmak bile, durumun vahametini görmeye yetiyor.
Güneydoğumuzdaki komşu Irak Amerikan işgali altında. Çatışmalar tüm şiddetiyle sürüyor. Öbür tarafta, İsrail, Filistin halkına, tarihte az görülür bir nefret ve azgınlıkla yıllardır saldırıyor. Kelimenin tam anlamıyla, açık bir soykırıma tanık olunuyor. ABD ve İsrail, hedef olarak, sıraya İran ve Suriye’yi koyuyor. Bu ülkelere yönelik saldırıların “uygun” bir zamanda başlamayacağının hiçbir garantisi yok. İran’da nükleer silah üretimi olduğu gerekçesiyle başlayan ABD-İran gerginliği giderek geriliyor.
Kuzeyimiz, Rusya ve Kafkaslar, aslında örtülü savaşın sürdüğü merkez durumunda. Daha geçtiğimiz haftalarda Kuzey Osetya’da meydana gelen okul baskını ve yüzlerce çocuğun ölmesi, hem çatışmalarının şiddetinin hem de terör denilen savaş aracının hangi amaçlar için kullanıldığının açık göstergesi. Doğuda ise, Afganistan sorunu hâlâ çözülebilmiş değil. Türkiye’nin de askerleriyle yer aldığı Afganistan’da, ne ABD ve NATO tam bir egemenlik kurabilmiş durumda ne söylendiği gibi bir “istikrar” söz konusu.
İşte, Türkiye egemenlik mücadelelerinin kızıştığı çatışma bölgelerinin tam ortasında yer alıyor; Amerikan çıkarlarına endekslenmiş dış politikasıyla hedef haline gelirken, her geçen gün daha fazla köşeye sıkışıyor veya sıkıştırılıyor.

NEDEN DOĞU?
11 Eylül’de Amerika’da ikiz kulelerin vurulması yeni bir sürecin başlangıcına işaret ediyordu. Yıllar boyu komünizmi merkezi düşman konumuna oturtan ve dünya üzerinde bütün egemenlik mücadelesini, manevra ve ataklarını bunun üzerinden yapan ABD ve emperyalizm, soğuk savaşın sona ermesiyle birlikte, yeni bir konsept arayışına girdi. Tüm tarih boyunca düşmansız yaşayamamış efendilerin dünyasında, düşmansız kalmak asla olmayacak bir şeydi. Çünkü genel olarak sömürü sisteminin sürmesi, hem yığınların uyutulması, biriken öfkenin başka kanallara yönlendirilmesi, hem de kendi egemenlik amaçlarının belli bir zemine oturtulması için, düşman, her zaman gerekli ve kaçınılmaz bir dayanak noktasıydı. 11 Eylül’de “İkiz Kuleler”in vurulmasının ardından, ABD, büyük bir propagandayla yeni düşmanı ilan etti: “Küresel terör!”
“Küresel terör, insanlığın, dünyanın yeni belası, büyük düşmanıydı.”
“Küresel terör insanlığı tehdit ediyordu.”
Amerikan propaganda grupları bunun alt yapısını da hazırlamışlardı. “Medeniyetler Çatışması” adlı sipariş kitaplar, “Doğu-Batı çelişkileri”, “Dinler savaşı”, “Uygar olanla uygar olmayanın uyumsuzluğu” üzerine yapılan kurgular, uydurulan teorilerle “küresel terör” edebiyatına dayanak noktaları oluşturuluyor, yeni düşman, “tüm yanları ve kapsamlı bir çalışmayla” huzurlara çıkartılıyordu. Böylece Batı’ya karşı Doğu, düşman kampın içersine konuluyordu.
Aslında, neden “Doğu” sorusunun yanıtı, yine yıllar öncesinde, Amerikan belgelerinde, “Think Tank” da denilen, Amerika’ya politika üreten, hedefler sunan, gerek dışişleri gerekse istihbarat kuruluşların yan kolu gibi çalışan kuruluşların çalışma raporlarında vardı.
Daha 1950’li yıllarda CIA belgelerinde, petrol bölgesi olan Ortadoğu’nun, ele geçirilmesi gereken öncelikli yer olduğu belirlenmişti bile. Bu belirleme, ABD’nin yakın hedefini saptamakla kalmıyor, aynı zamanda, emperyalist paylaşım, egemenlik çatışmalarının merkezini işaret ediyordu. Hiç şüphesiz, bu belirleme, nedensiz, durduk yerde değildi. Emperyalizmin temel ihtiyaç ve karakteristiği, bu belirmenin baş nedeniydi.
Emperyalist kapitalizm, hammadde kaynaklarına el koyma ve pazarlar üstünde egemenlik sağlama üzerine inşa edilmişti. Hammadde kaynakları kimin denetimindeyse, kim o kaynakların üzerinde söz sahibiyse, kendi bugünü ve geleceğini güvence altına alıyor, rakiplerinin üzerinde de büyük bir güç kazanıyordu. Böylece rakipleri üzerinde baskı kurabilir, denetimindeki kaynakları tehdit ve şantaj aracı olarak kullanabilir, kendisi için ayrıcalıklar sağlayabilir ve bitip tükenmek bilmeyen yeni taleplere girişebilirdi. Bunun için, öncelikle hammadde kaynaklarını denetimi altına alması lazımdı. Ama bu da yetmezdi. O kaynaklardan rakiplerin dışlanması, tecrit edilmesi, rekabet alanının dışına itilmesi gerekirdi. Bu ise, sürekli ve kıyasıya bir mücadeleyi, direkt ya da başkalarının üzerinden dişe diş kavgaların, çatışmaların, çelmelemeler, entrikalar ve nihayetinde saflaşmaların kaynağını oluştururdu.
Nitekim öyle de oldu. ABD, petrol bölgesinde büyük bir etki gücüne ve denetim ağına erişti. Kendine bağlı yönetimler oluşturdu, ya da var olan yönetimleri, rüşvet, satın alma, komisyonlar verme, ABD’de de ayrıcalıklar tanıma, bazen de şantaj ve tehdit yoluyla kendisine bağladı.
Ama bu kadarı bile yetmiyordu ona. Yetemezdi de. Çünkü emperyalist kapitalizm hep daha fazlayı ister, ulaşılacak en azami kâr peşinde koşardı. Her yeni etkinlik, yeni egemenliklerin zorunluluğunu beraberinde getirirdi. Artık yeni fetihler, işgaller, egemenlik savaşları bir tercih değil, kaçınılmaz olandı. Çünkü rakipler de boş durmamakta, onu kuşatmaya, zayıflatmaya çalışmaktaydı.
Öte yandan da, egemenlik savaşımında emperyalizme daha rahat harekat alanı sağlayacak, kendisini yığınları gözünde meşru pozisyona büründürecek ve rakiplerini de peşinden sürükleyecek gerekçeler lazımdır her zaman. Bunun yolu da, düşmanlar yaratmak, bütün sınıf ve tabakaları kendi peşine takacak “ortak düşman” bulmaktan geçmektedir.
Bir dönem, bu düşman, “kızıl hayalet” olmuştu. Bütün egemenlik girişimleri, hammadde kaynaklarına el koyma çabaları, uzun bir dönem boyunca, “insanlığın ortak ürünlerini” “kızılların” eline geçmesinden korumak adına propaganda edilmişti. Kapitalistler için kendilerine ait olan tüm şeyler “özel mülkiyet”, başka ülkelere ve halkalara ait olan şeyler ise “insanlığın ortak malıydı!”
Sovyetler Birliği’nin kapitalist yola girdiğini açıkça ilan etmesi ile birlikte “kızıl tehlike” de bitmiş oluyor, yeni bir düşman gereksinimi ortaya çıkıyordu. 11 Eylül’de “İkiz Kuleler”in vurulmasının ardından ortaya sürülen yeni düşmanın “küresel terör” ve kaynağının Doğu, özel olarak da “Arap” dünyası ilan edilmesi, ABD’nin tüm ihtiyaçlarıyla örtüşüyordu! İşte buradan, gerek 11 Eylül’de “İkiz Kuleler”in vurulması ve gerekse “küresel terör” edebiyatının ardındaki güçler ve nedenler de daha rahat anlaşılabiliyordu.
ABD; “insanlığı tehdit eden ‘küresel terör’e karşı” dünyayı koruyacak, “insanlığın ortak kaynakları”nı insanlık adına işletecekti! Geri kalanlar da, bu “kahramanca mücadele”de ABD’yi destekleyecekler, emrine girecekler, yoksa ya “terörizmden yana” ya da “küresel terörün hedefi” olacaklardı! Ya da ikisi birden. “Küresel terörün” kaynağı ise, “Doğu-Batı uyuşmazlığı”, “uygarlıklar”, “dinler” çatışmasıydı! Bu durumda terörün kaynağı, otomatikman Ortadoğu oluveriyordu. Öyleyse Ortadoğu, yani petrol bölgesi “terörden” temizlenecek, insanlığın “ortak kaynakları insanlığın ortak hizmetine” sunulacaktı!
Böylece ABD, yeni düşman “küresel terör”le hedefine giden yolun önünü açıyor, rakiplerinin üzerinde baskı kuruyor, işgal ve hegemonya girişimlerine mazerete yaratıyor, yığınları korkutuyor ve aynı zamanda da “küresel terörü” kendi ihtiyaçları doğrultusunda rakip ülkelere karşı kullanıyordu. Çünkü örgütleyici ve düşman “terörizmin” yaratıcısı bizzat kendisiydi!
En basitinden şu bile kaynağı göstermek için yetiyor:
Bugün “küresel terör”ün en büyüğü olarak gösterilen ve neredeyse ölümsüzlük mertebesine yükseltilen “Usame Bin Ladin”, Rusya’ya karşı savaş için Afganistan’a ABD tarafından gönderilmemiş midir? Onun, vakti zamanında, CIA ile dolaysız bağlantısı sır değildir ki! Kaldı ki, Ladin ailesi, hem Arabistan’ın zengin ve önde gelen ailelerindendir hem de ABD ve özel olarak da baba Bush’la ortak yatırımları vardır! Nitekim Ladin’in yönettiği söylenen eylemlere bakıldığında, ABD’nin zararına değil yararına eylemler olduğu, ABD’nin tezlerini güçlendirdiği görülecektir!
Mesela, Türkiye halkı ABD’den nefret ediyor, Irak halkına destek verip Irak direnişine sempati mi duyuyor; İstanbul’da İngiliz Konsolosluğu önünde bombalar patlar, Türkiyeliler ölür, Irak direnişçilerine lanet okunur!
Amerika’da Irak işgaline karşı güçlü muhalefet mi oluşuyor, halk yollarda protesto gösterileri yapıp işgalin haksız mı olduğunu söylüyor; bir Amerikalının kafası  kesilir, görüntüler, başta ABD olmak üzere, tüm dünyada gösterilir, ve böylece, “buyurun size, destek olduğunuz caniler” dedirtilir!
Ama aynı zamanda, o, “küresel terör”, rakiplerini zayıflatmak, göz dağı vermek ve bazı hatırlatmalar için Rusya içlerine kadar sokulur!

RUSYA’DA NELER OLUYOR
Kuzey Osetya’da yaşanan okul katliamının ardından, gözler, bir kere daha Rusya üzerine çevrildi. Rusya’da neler oluyordu? Çeçenistan, Gürcistan, Abhazya, Azerbaycan, Osetya, NATO, üsler derken, her geçen gün biraz daha karışan, büyük tezgahların döndüğü Rusya’da, kimler, ne yapma peşinde dolanıyor, hangi hesaplar görülmeye çalışıyordu?
Tüm zayıflamış görünümüne karşın, Rusya, her şeyden önce, tarihin en eski ve güçlü devletlerinden olma özelliği taşıyor, Çarlık’tan sosyalizme kadar sayısız deney ve tecrübeyle yoğrulmuş bulunuyordu. Bugünkü durumunun geçicilik arzettiği, belli bir toparlanma sürecini atlattıktan sonra, yeniden, eski gücü ve heybetiyle tarih sahnesindeki yerini alacağını tahmin etmek zor bir şey değildi. Bu bakımdan, Rusya’ya lazım olan şey; zamandı. Bu ara dönemi kazasız belasız, sessiz ve derinden atlatma, zaman zaman geri çekilerek, tavizler verir görünerek, zaman zaman diş göstererek, hedefe doğru ilerleme peşindeydi. Kestirmeden söylemek gerekirse, Rusya zamana oynuyordu.
Başta ABD olmak üzere, diğer emperyalistler de, pekala bunun farkındaydılar ve bu yüzden de, ABD, o “gerekli zamanı” Rusya’ya tanımak niyetinde değildi. Bunun en kolay ve kestirme yolu da, sürekli iç karışıklıklar çıkartmak, ayrılıkçılığı, halklar arasındaki düşmanlıkları kışkırtmak, güvensizlikleri yaymak, milliyetçilik bayrağını yükseltip Rusya’yı yalnızlaştırmak, enerji kaynaklarına sahip olarak ya da denetimi altına alarak, ekonomik anlamda zayıf düşürmekti.
Öte yandan da, gerek Hazar bölgesi gerekse Kafkaslar, Ortadoğu’dan sonra, dünyanın en güçlü enerji kaynaklarına sahip bölgesiydi. Bu anlamda, Rusya, sahip olduğu konum ve kaynaklar bakımından, ne Çin ne Japonya ne de Avrupa ülkeleri gibi dışa bağımlı olmadığı gibi, ihracatçı ülke konumundaydı. Ama onun bu artılarını ortadan kaldırmak için, en başta toparlanmasına izin vermemek, Kazakistan, Türkmenistan, Kafkaslar, Hazar bölgesi gibi zengin enerji kaynaklarına sahip bölgeleri ele geçirmek gerekliydi.
Bunun için en zayıf halkadan işe başlandı. Çeçenistan ilk adım için seçildi. Ardından Azerbaycan, Gürcistan, Özbekistan, Türkistan, Kazakistan’da yoğunlaşıldı. Bunların tümündeki faaliyetlerde ABD’nin en sıkı dostu ve “stratejik ortağı” Türkiye idi!
Çeçenistan’daki Rusya karşıtı faaliyetlerin ana istasyonlarından birisi olmayı Türkiye üstlenmişti. Söz konusu eylemcilerin Türkiye’de CIA ile ortak eğitildiği, lojistik desteğin Türkiye’den sağlandığını sağır sultan bile duymuştu. Azerbaycan’da düzenlenmeye kalkışılan ve başarısız olan darbe girişiminin ardında Türkiye’nin olduğu, bizzat zamanın Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel tarafından itiraf edilmiş, darbenin “kahramanlarından” Ferman Demirkol, son anda rica minnet, Türkiye’ye getirilmiş ve zamanın İstanbul üniversitesi Rektörü Kemal Alemdaroğlu tarafından gayri hukuki biçimde öğretim üyeliğine atanmıştı.
Gerek Çeçen gerekse Azerbaycan içlerindeki çalışma ve kışkırtmayla, Türkiye, o çok şikayet ettiği “terörün” merkezinde ve hizmetinde yer alıyor, bu yüzden de, bu konuda dünyanın gözünde tüm inandırıcılığını yitiriyor, ama aynı zamanda, Rusya’nın gözünde de düşman kamptaki yerini alıyordu.
Ayrıca ABD, İran’ı bölmeye yönelik Azeri kışkırtmasını da, Azerbaycan üstünden yapıyordu. ABD’nin, İran Azerilerini İran’a yönetimine karşı ayaklandırıp, büyük Azerbaycan devletini kurmaya yönelik özel bir ordu kurmaya çalıştığı, bu kişileri Azerbaycan’da eğittiği ve yine İran Azerilerine yönelik radyo yayını yaptığı meydana çıkmıştı. İşi ilk yöneten ve örgütleyen kişi ise, Latin Amerika’daki kontrgerilla faaliyetlerinin örgütleyicisi, uyuşturucu kaçakçılığından Amerikan Kongresi’ne ifade vermiş, ABD Özel Harp Dairesi Başkanı Albay Oliver Norht’tu!
Ve yine, buradaki faaliyette de Türkiye-Amerikan ortaklığı vardı.
Gürcistan’da Amerikan etkinliğinin artması, ince ayar bir darbeyle, iktidara, Amerikan eğitiminden geçmiş CIA ajanı Şakvaaşvili’nin getirilmesi; ABD açısından, bölgede kendisine daha büyük kapıların açılması, bölge açısından ise, işlerin daha da karışacağı, çelişkilerin, çatışmaların kızışması anlamına geliyordu. Nitekim öyle de oldu. Şakvaaşvili işbaşına gelir gelmez, önce Acaristan’a bindirdi, ardından Abhazya, ve Güney Osetya’ya göz dikti,  tehditler yağdırıp fiili müdahale ve saldırılara girişti.
Bu sırada Gürcistan’da Amerikan özel kuvvetleri bulunuyor ve Güney Osetya ve Abhazya’ya yönelik operasyonlarda Özel Amerikan Kuvvetlerine mensup askerlerin görev yaptığı meydana çıkıyordu. Meydana çıkan bir başka şey daha vardı: Amerikan Büyükelçisi, Gürcistan Bakanlar Kurulu’nun bazı toplantılarına katılıyor, gerek Acaristan gerek Güney Osetya gerekse Abhazya’ya yönelik saldırı ve operasyonlardan önce, Şakvaaşvili, Amerikan Büyükelçisiyle bir araya geliyor, son sözü ABD söylüyordu.
Bu arada NATO da devreye girmiş, Rusya’yı içten ve dıştan kuşatma işinde aktif görev almıştı. Ukrayna, Gürcistan, Azerbaycan, Kazakistan gibi ülkelerde NATO için ön hazırlık yapılıyor, buradaki eski üsler yavaş yavaş devreye sokulmaya çalışıyordu.
Elbette tüm bu girişimler karşısında, Putin’in liderliğiyle birlikte, yeniden toparlanma sürecine giren ve kendisine güven kazanan Rusya da boş durmuyordu.
O da, Çeçenya içersinde bir dizi operasyonla yönetime ağırlığını koyuyor, Azerbaycan ile Ermenistan arasındaki bitip tükenmek bilmeyen sorunlardan kendi lehine faydalanıyor, işine geldiğince, iki taraf da kendisine muhtaç olduğu için gerginliğin sürmesinden fayda sağlıyor ve ona göre pozisyon alıyordu.
Rusya, enerji kaynakları bakımından zengin iki ülke Türkmenistan ve Kazakistan’la arayı düzeltmiş, dışa satılan petrolün kendi üzerinden geçmesini garantiye almıştı. Böylece hem dışa satılan petrolün denetimi kendisinde oluyor hem de pay alarak gelir sağlıyordu.
Bu arada, ABD’nin sıkıştırma ve tehditlerine karşı, hem AB hem de Çin’le ilişkiler geliştiriliyor, Çin’le tarihin en büyük ekonomik, siyasi ve askeri anlaşmaları imzalanıyordu. Bir bakıma Rusya ile Çin, ABD’ye karşı ittifak yapıyordu.
Gürcistan, Acaristan, Güney Osetya ve Abhazya ile Rusya’yı sıkıştırmaya çalışırken; Rusya da, Güney Osetya ve Abhazya’nın arkasında yer alıyor, onlara askeri desteğini sunuyordu.
İşte Kuzey Osetya’daki sonu büyük faciayla biten okul baskını bu koşullarda oldu. Her ne kadar katliamın ardında yalnızca Çeçenlerin adı geçse de, asıl şef, her zaman olduğu gibi, Amerika’ydı; Gürcistan taşeronluk yapmıştı. Rusya’nın iddiasına göre, eylemciler Gürcistan’da eğitilmişlerdi. Ve elbette Gürcistan’la birlikte adı geçen bir ülke daha vardı: TÜRKİYE!
Ancak olay, Rusya tarafından da, tıpkı ABD gibi, kendi lehine sonuçlar doğuracak biçimde kullanıldı. Görünen o ki, bu saldırıdan Rusya da kârlı çıkıyor. Çünkü o da, “teröre” karşı mücadele adı altında, çevresine daha sert ve otoriter davranacağını, gerekirse komşularının içlerinde operasyon yapacağını ilan ediyor! En azından saldırılarına meşru bir zemin yaratma peşinde koşuyor. Aba altından sopa gösteriyor.
Yine “küresel terör”ün kaynağını görebilmek açısından, Özbekistan’da yaşananlar, çok çarpıcı bir örnektir.
Bir süre öncesine kadar Özbekistan ile ABD’nin arası çok iyiydi. Hatta Özbekistan’ın Rusya’dan uzaklaştığı, tamamen Amerikancı olduğu varsayılmaya başlanmıştı. Özbekistan kapılarını ABD’ye açmış, hem askeri üsler sağlama hem de NATO’nu taleplerini karşılama bakımından her türlü kolaylığı sağlayacak gibi görünüyordu. Fakat Putin bu ülkeyle yakından ilgilenmeye başladı. O arada, devreye Çin girdi. Çünkü Özbekistan, Rusya ile Çin arasındaki en büyük kapılardan birisiydi. Rusya Çin ortak harekatı, işbirliği, karşılıklı ticaret, enerji koridoru projeleri, Özbekistan’ın ABD’ye karşı olan tavrını değiştirdi ve bu ülke Rusya’nın en yakın müttefiki oldu. İşte o andan itibaren, birkaç zaman öncesine kadar methedilen Özbekistan yönetimine karşı, ABD tarafından olumsuz propaganda kampanyası başlatıldı. Özbekistan yönetimi tarafından ülkede faaliyeti yasaklanan ve ünlü spekülatör Soros tarafından finanse edilen “insan hakları” kuruluşları aleyhte yayınlara başladı.
Ve bir şey daha oldu! Bu ülkede birden Hindistan, Afganistan kaynaklı olduğu söylenen Hizb-ul Tahrir örgütünün Özbek yönetimine karşı yoğunlaştırılmış eylemleri başladı! Ne tesadüf!
Yine Dağlık Karabağ sorunundan ötürü yıllardır boğaz boğaza giden Ermenistan ile Azerbaycan’ın bu kavgasından Rusya kârlı çıkıyor görünüyor. Bir süre önceye kadar Ermenistan Rusya’ya yakın dururken, Gürcistan gibi olmasa da, dengeleri daha çok gözetmeye çalışarak, Azerbaycan da Amerikancılığa oynuyordu. Ama Dağlık Karabağ sorunundan ötürü sıkışınca, mecburen Rusya’ya doğru döndü ve ABD’nin istediği askeri üslere yeşil ışık yakmadı. Buna karşılık, NATO da, Azerbaycan’la ortak tatbikatı iptal etti. Önümüzdeki dönemde Azerbaycan’da terör eylemleri gelişir ya da Hizb-ul Tahrir veya Talibanlar peydahlanırsa şaşırmamak lazım!

ÖNÜMÜZDEKİ DÖNEMİN POTANSİYEL TERÖR MERKEZLERİ!
İçinde bulunduğumuz yıllarda dünyanın en hızlı gelişen ve önümüzdeki yıllar açısından da gelişmeyi sürdüreceği görülen bölge, Uzakasya olarak gösteriliyor. Elbette, bölgenin başını, 1,2 milyarlık devasa nüfusu ile Çin çekiyor ve emperyalist tekellerin başını döndürüyor.
Yine enerji ihtiyacı bakımından, önümüzdeki yıllarda en büyük talep artışı bu bölgeden gelecek. Çin, bu talepte en büyük pay sahibi. Oysa Çin, petrol kaynakları bakımından zengin bir ülke değil. Şimdilik, petrol ihtiyacının ancak yüzde 2 kadarını kendi üretebiliyor. O da, sorunlu bölgesi Çin Uygur Özerk Bölgesi’nin hemen dibinde. Buranın güvenliği Çin’in başını ağrıtıyor. Çin de bu bölgedeki “terörden” rahatsız! Uygur bölgesinde ayrılıkçı hareketler örgütlendiğini ve kendisine karşı kışkırtıldığını söylüyor ve bundan da TÜRKİYE’yi sorumlu tutuyor!
Durmadan artan talebiyle enerjiye bağımlığı büyüyen Çin, bu ihtiyacının büyük bölümünü petrol bölgesinden karşılıyor. Bu ise, Ortadoğu’ya, dolayısıyla ABD’ye bağımlılık anlamına geliyor. Çünkü gerek Petrol Körfezi gerekse Uzakasya’ya uzanan enerji yolu, yani Hint Okyanusu Amerika’nın denetiminde bulunuyor. Bu yüzden, yeni arayışlara giren Çin, Kazak ve Türkmen petrolleriyle ilgileniyor. Bu ülkelerin petrol ve doğalgazını, Rusya’nın da katılacağı bir boru hattıyla, Özbekistan üzerinden, Uzakasya’ya taşımanın anlaşmaları yapılıyor.
ABD’nin baskılarına karşı, Çin, Rusya, Kırgızistan ve Kazakistan, Özbekistan ve Tacikistan’ın içersinde yer aldığı Şangay İşbirliği Örgütü kuruldu. Şangay İşbirliği Örgütü, Asya’da yeni enerji koridorları yaratmak üzerinde çalışmalar yapıyor. Kazakistan ile Çin arasında yapılması planlanan petrol boru hattı projesi hayata geçerse, sadece Kazak petrolleri değil, Rus petrolünün de Çin’e ihracı gerçekleşecek.
İşte bu noktada soru şudur: ABD bu işe ne kadar izin verecektir? Ya da seyirci kalacak mıdır?
Üstelik Çin, kendisini silah üretimi konusunda da geliştirmiş, petrol karşılığı İran ve S. Arabistan’a füzeler satmış, bu ise, İsrail ve ABD’nin hayli canını sıkmıştır. Ama ABD ile henüz kapışma aşamasında olmadığını bilen ve tıpkı Rusya gibi zamana oynayan Çin, İsrail ile de iyi ilişkiler geliştirmekten geri durmamakta, iki ülke arasında ticaretten silah alım satımına kadar değişik anlaşmalar imzalanmaktadır.
Bir yanda, dünyada en hızla gelişen, muazzam büyüklükte ve tekellerin ağzının suyunu akıtan bir pazar. Büyüyen ve büyüdükçe ağırlığını hissettiren, bölgede dev güç olmaya doğru yürüyen ve tam olgunluğa eriştiği andan itibaren, rekabetçi olarak, ABD’nin karşısına dikilecek Çin. Diğer yanda da, bölgede hakimiyetini kaybetmek istemeyen ABD.
ABD, Çin’in gelişimini gözleri kapalı seyredecek midir?
Bu sorunu yanıtı, ABD’nin yeni konseptinde vardır: “Küresel terör”
Amerikan istihbarat ve dışişleri raporlarında Uzakasya’ya dikkat çekilmiş, önümüzdeki dönem en büyük kavgaların bu bölgede yaşanacağı öngörülmüştür!
Nitekim, geçtiğimiz ayın son günlerinde, ABD’de yapılan bir açıklamayla, sürgünde Doğu Türkistan hükümeti şimdiden ilan edilmiştir.
Önümüzdeki süreçte bölgede işlerin karışması, Tayvan, Singapur, Malezya, Endonezya, Uygur Özerk Bölgesinde olayların tırmanması, zaten Dünya Ticaret Örgütü ile ve Tayvan meselesiyle sıkıştırılan Çin’in başının daha fazla ağrıması sürpriz olmayacaktır. Bu bakımdan, denilebilir ki, önümüzdeki dönem açısından, Ortadoğu’dan sonra, ortamın en fazla kızışacağı, hesaplaşmaların zor kullanılarak çözümlenmeye çalışılacağı yerlerden birisi bu bölgedir.
Ayrıca gerek enerji kaynakları gerekse Rusya ile Çin arasında enerji koridoru olmaya soyunmaları bakımından Özbekistan, Tacikistan, Kazakistan, Türkmenistan, “küresel terör”ün yakın hedefleri arasındadır! Çünkü ABD’nin politikalarına karşı hareket eden herkes, o hedefin merkezindedir. Emperyalist rekabette güç, gücünü yetirendedir!
“Küresel terör”, üzerinden devasa propaganda mekanizması çalıştırılsa da, ABD’nin “düşmanı” değildir, hizmetinde olmakla da kalmamaktadır, “avucunun içinde”dir.

TÜRKİYE’NİN DURUMU
Emperyalist hegemonya, egemenlik kavgalarının en yoğun biçimde sürdüğü ve her geçen gün işlerin daha fazla kızışıp sertleştiği, daha büyük savaşlara gebe, “küresel terör”ün merkezi ve hedefi durumunda olan bölgenin tam ortasında bulunan Türkiye, kendi geleceği açısından, nasıl bir konumdadır? Nasıl bir politika izlemektedir?
Aslında bu sorunun en kestirme, basit ve çarpıcı yanıtı, Türkiye’nin Avrupa Birliği ile ilişkilerinde, en kör gözlerin bile görebileceği biçimde karşımızda durmaktadır. Türkiye’nin, AB macerasında, sürekli itilip kakılan, aşağılanan ve horlanan bir ülke konumuna düşmesinin en baş nedeni, işte, Türkiye’nin, bölgede bugüne kadar sergilediği kişiliksiz, karaktersiz, taşeron politikalarından başkası değildir. Çünkü dıştan bakıldığında, gerek Ortadoğu’daki ülkeler gerek Kafkaslar gerekse de Avrupa’nın gözünde, Türkiye, ABD’nin ileri karakoludur. Türkiye’nin söylediklerine, ABD’nin söyledikleri olarak bakılmakta, bu sözler, bir bakıma, ABD politikalarının, çıkarlarının karikatürü olarak değerlendirilmektedir.
Elbette bu değerlendirmeler, boş ve temelsiz değildir. Türkiye, kendi boyuna posuna bakmadan, “Büyük Türk Devleti” gibi “yüksek projeler” üzerinden, bölgesel güç olma hesaplarına fena halde dalmıştır! Tabii ki, bunda, Amerikan kışkırtmasının etkisi vardır. Çünkü bu “yüksek ideallerle” gazlanmış Türk devletinin “derinlikleri”, en başta Rusya Federasyonu içersinde, Rusya’ya karşı ayrılıkçılığı kışkırtan çalışmaların içersine girip, kovboyculuk oynamaktadır. Çeçenistan meselesinde, gerek Rusya gerekse Avrupa ülkelerinin gözünde, Türkiye, “Çeçen terörü”nün ardındaki güçlerden birisidir. Azerbaycan’da Haydar Aliyev’e düzenlenmeye kalkışılan darbenin ardında Türkiye çıkmıştır. Türkmenistan ve Özbekistan’a da yakın bir ilgisi vardır. Ama tüm bunlar, ABD’nin Rusya ile ilgili planlarıyla tam bir uyum içersindedir! Ne büyük tesadüf!
Bu kadarla da kalmamaktadır. Şu anda Rusya Federasyonu’nun içindeki en büyük karıştırıcı durumundaki Şakvaaşvili, Türkiye’nin en yakın dostlarından birisi olup, Şakvaaşvili’nin Türkiye ziyaretinde gördüğü birinci dereceden ilgi, ortak çalışma, üst düzey ilişki açıklamaları, Türkiye’yi, otomatikman resmi düzeyde taraf haline getirmiştir. Yine kukla Irak yönetiminin ilk resmi dış ziyaretini Türkiye’ye yapması ile birlikte ele alındığında, Türkiye, Amerika’nın adamlarının dayanışma merkezi gibidir.
Rusya ile Çin arasındaki ve Rusya’yla Hint Okyanusu arasındaki ülke ve petrol bölgesine doğudan komşu olması bakımından son derece stratejik öneme sahip olan Afganistan’da da, ABD ve NATO’nun bayraktarı, Türkiye’dir. Hatta Türkiye’ye, yabancı kuvvetlerin koordinatörlüğü görevi verilmiş, Eski Dışişleri Bakanı ve CHP milletvekili Hikmet Çetin bu göreve atanmıştır! ABD’nin Afganistan’da aşiretlerle uyuşturucu ticareti karşılığı anlaştığı ve önlerini açtığı, şu anda dünyanın en büyük uyuşturucu merkezlerinden birisinin Afganistan olduğu göz önüne alınırsa, Hikmet Çetin’in ne şanlı bir görev icra ettiği daha iyi anlaşılabilecektir.
(Burada bir ilginçlik daha vardır: Dünyanın şu anda uyuşturucu üretim ve sevk merkezi olarak bilinen iki bölgesi vardır: Latin Amerika’da Kolombiya, Meksika vb. ülkeler ve Afganistan. İki bölgede de ABD özel kuvvetleri cirit atamakta, Amerikancı yönetimler işbaşında bulunmaktadır. Buyurun size bir büyük tesadüf daha!)
Biraz aklı başında düşünüldüğünde, Türkiye’nin ABD gazlaması politikalarının kendisini ne kadar  büyük bir bataklığın içersine sürüklediği görülmektedir. Birincisi, son olarak Azerbaycan’ın makas değiştirmesi, Özbekistan’ın Rusya’ya dönmesi, aynı biçimde Tacikistan ve Ukrayna ile Putin’in yakınlaşması, yine Rusya, Çin, Tacikistan, Özbekistan, Kazakistan  işbirliği, bunların ortaklığıyla kurulan Şangay İşbirliği Örgütü, Gürcistan’ı yalnızlığa sürüklemektedir. Rusya, yüzyılların birikimi, deney ve tecrübesiyle, Gürcistan’ı direkt olarak vurmasa, açık bir saldırıya girişmese de, etrafından dolanarak çepeçevre kuşatmakta, sıkıştırmaktadır. Bu, aynı zamanda, Türkiye’nin sıkıştırılması ve yalnızlığı demektir.
Şakvaaşvili’nin gelecek açısından en küçük bir şansı yoktur. Türkiye, Amerikan çıkarları ve hormonlanmış “Büyük Türk Birliği” zırvalığının peşinden “yitik bir general”e yatırım yapmakta, aynı zamanda kendisi yitirmekte, ama çok sayıda düşman kazanmaktadır.
İsrail ile ilişkileri nedeniyle Türkiye, Ortadoğu halklarının gözünde son derece kötü bir durumdadır. Son İran ziyaretinde, Tayyip Erdoğan için İran gazetelerinde yapılan yorum, ABD tarafından gönderilmiş olduğudur! Yani bu kadar güvenilmez bir yönetimi vardır Türkiye’nin!
Diğer yandan da, “bölgesel güç” olmak, Amerikan gazıyla, ırkçı rüyalarla olacak bir iş değildir. Her şey bir yana, bunun için, en başta ekonomik güç ve çekim merkezi olmak gerekir. Oysa, kendisi üç beş yüz milyon dolara muhtaç, 250 milyar dış borç, 40 milyar dolarlık dış ticaret açığıyla Türkiye, ne tür bir “güç” olmaktan söz edebilir? Bir-iki milyar dolarlık nakit paranın yurt dışına gitmesiyle krize giren Türkiye, hangi kozlarla, bölgesel güç olup bölgede dengeleri değiştirecektir? Üstelik, kendisi yeminli Amerikancılığı oynayan Türkiye’nin, toplam ithalat ve ihracatının yüzde 60’ından fazlası Avrupa’yladır!
Nitekim hayallerle boyundan büyük işlere kalkan Türkiye dış politikası, Amerika tarafından, tam bir bar fedaisi gibi kullanılmakta, tetiği çektikten sonra zaman zaman sırtı sıvazlanmakta, işine gelmediği zaman da, kulağından tutulup, “senin bölgesel güçlüğün buraya kadar” denilerek bir kenara atılmaktadır! Irak meselesinde, “çuval hadisesi”nde, Türkmenlerin bombalanması olayında böyle olmuştur. Üstelik ABD bu kadarla da yetinmemiş, Osman Öcalan vasıtasıyla “Kürt meselesine bu kez dolaysız olarak el atmıştır!”
Yine, daha önce, NATO konsepti çerçevesinde, Azerbaycan ordusunda Türk subayları eğitmenlik yapmaktaydı. Son NATO planı çerçevesinde, Türkiye, Azerbaycan ordusunun eğitim işinden de dışlandı. “Evli evine, köylü köyüne” döndü!
Şimdi böyle bir dış politikaya sahip, daha doğrusu, ABD’nin günlük çıkarlarına endekslenmiş zırvalığın peşindeki Türkiye’ye kim, neden güvensin? Neden AB’ye alsınlar?
Üstelik, işin en trajikomik yanı, bunca hizmeti ve kendini feda etmesine rağmen, Türkiye, ABD’ye de yaranamamıştır. Türkiye halkının direnmesi ile tezkere geçmeyince, ABD’nin Türkiye’ye “güveni sarsılmış”, birazcık bozulmuştur. Ancak bazılarının dediği gibi de, Türkiye, gözden çıkartılmamıştır. Hegemonik savaşımlarda bir metre kare yer bile emperyalizm açısından önemliyken, Rusya, Ortadoğu, Karadeniz, Akdeniz’in ortasında, Avrupa’dan Uzak Asya’ya açılan kapı durumundaki Türkiye’nin jeopolitik önemi hiçbir zaman görmezden gelinmeyecektir. Zaten sorun önemsizleşip önemsizleşmemesinde değil, gerçekten bağımsızlıkçı bir politikayla yönetilip yönetilemeyeceği, onun bunun taşeronu olup olmayacağı, saygınlık kazanıp kazanmayacağındadır.
Gerçek şudur ki, Türk dış politikasının bugün beş paralık kıymeti harbiyesi yoktur. Oysa Türkiye, gerçekten halk iktidarının yönetiminde olsa, bölgede hem de büyük bir çekim merkezi olabilir, bölge halklarını doğrudan etkileyebilir, bölgedeki dengelerin değişimine gücünün ötesinde katkılarda bulunabilir.

YENİ SOĞUK SAVAŞIN GÜNCEL VESİYONU: “KÜRESEL TERÖR”
Her ne kadar, soğuk savaş denilince, emperyalist kapitalist dünya ile Sovyetler Birliği akla geliyorsa da, aslında, görünür olanın dışında, en büyük ve keskin savaş, emperyalistlerin kendileri arasında sürmektedir. Hammadde kaynaklarına el koyma ve pazar alanlarını ele geçirme, rakiplerini zayıf düşürme üzerine kurulmuş emperyalist kapitalist sistemde daha başkası mümkün değildir. Bu bakımdan, günümüzde yoğunluk kazanan “küresel terör”, yeni soğuk savaşın yöntemlerinden birisi olarak karşımızdadır. “Küresel terör” olgusu, “öfkeli anti Amerikancılar”ın işi değil, bizzat ABD ve ona karşı onun silahıyla yanıt vermek isteyen rakiplerinin baş vurduğu araçlardan birisi olarak karşımızdadır.
Burada, bombanın pimini çekenin, bombayı yerleştirip patlatanın kim olduğunun hiçbir önemi yoktur. Dünyanın dört bir tarafına yayılmış, “mükemmel biçimde örgütlenmiş”, “her bir şeye yetişen, her taraf ulaşan ama bir türlü bulunamayan” Bin Ladin masalı bile ne kadar komik duruyor! Dolayısıyla “küresel terörün” ardındaki güce, bombayı patlatanların kimliğine bakıp ulaşılamaz. Yakalananların ya da ölenlerin kimliğine bakıp “küresel terörün” ardındaki gücün kimlik tespiti yapılamaz.
Bunu anlamak için, sermaye ilişkilerine, egemenlik savaşımlarına, hegemonya planlarına, emperyalistler arası rekabete, tekellerin mücadelesine ve “terörün”  kimin işine yaradığına bakmak lazımdır. Bakınca da, tüm gerçekler, çırılçıplak orta yerde gözümüze batmaktadır.
Polisiye filmlerinin değişmez bir sözü vardır: “Katili bulmak için paranın izini sür, katile ulaşırsın.”
Ya da şöyle de denilebilir: Cinayette en çok yaygarayı yapan kimse ona dikkat et! Kim dikkatleri başkalarının üzerine çekmek istiyor, başkalarını hedef gösteriyorsa, katil odur!

Türkiye’nin AB adaylığı üzerine

Türkiye’nin iç politikasında ve uluslararası ilişkilerinde, bugün üzerinde en çok durulan ve tartışılan konuların başında, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girişinin kabul edilip edilmeyeceği ve bu yöndeki adımların bir başlangıcı olarak müzakerelerin başlamasına karar verilip verilmeyeceği konusu gelmektedir. Türkiye’de kırk yılı aşkın süredir yaratılmış olan beklentiler, AB Komisyonu ve Konseyi’nin karar alacağı bugünlerde, zirveye çıkmış bulunuyor. Neredeyse şahsi olanlar da dahil olmak üzere, geleceğe ait tüm planlar, bu karar ve konuya endekslenmiş olarak yapılıyor.
On yıllardır aynı çizgiyi izleyen Türkiye egemen sınıfları, kolundan tutulup dışarı atılmak haricindeki tüm seçenekleri, “zafer” olarak sunmaya hazırlanırken, AB’nin yetkili kişi ve kurumları da bu oyundaki rollerini zevkle yerine getiriyorlar. Bir taraftan da kendi kamuoylarını tatmin edecek gerekçe ve argüman formülasyonu arayışları devam ediyor.
Avrupa Komisyonu’nun ve ardından da Avrupa Birliği Konseyi’nin, “Türkiye ile müzakerelerin başlatılması, ekonomik ve siyasi reformların uygulanması ile ilgili bir izleme mekanizmasının yürürlüğe konması ve nihai kararın ise on-on beş sene sürecek bir entegrasyon sürecinin ardından verilmesi” yönünde bir karar alacaklarına hemen hemen kesin gözüyle bakılıyor. Bu yönde oluşan eğilimi son anda değişikliğe uğratacak bir iç ya da dış müdahale, ilişkileri bozma girişimi olmazsa, kararın böyle çıkması bekleniyor.
Böyle bir karar, “herkesi memnun edecek en uygun formülasyon” olarak görünüyor. Türkiye’nin egemen sınıfları ve hükümetteki liberal dinciler, halkın beklenti ve umutlarını taze tutmaya hizmet edecek böyle bir kararı çoktan kabullenmiş bulunuyorlar. Böylesi bir umutlu beklenti durumu, yarın “AB kurallarına uyum” adı altında dayatılacak tüm “fedakârlıklara” ses çıkarmadan boyun eğmenin de gerekçesi olacaktır. Zira AB’nin izlemeye alacağı reformlar, sadece politik içerikli değildir. Hatta ondan da önemlisi, “ekonomik reformlar”dır. Kopenhag kriterleri, sadece insan haklarına saygı, azınlıklara hak, temsili demokrasi kurumlarının işletilmesi demek değildir.
Kaldı ki, Türkiye’de son zamanlarda bu yönde atılmakta olan bazı adımlar, AB faktöründen ziyade, ülkenin katettiği kapitalist gelişmenin zorunlu kıldığı adımlardır. Aslında toplumsal gelişmenin çok gerisinde ve güdük kalan bu adımların, Türkiye gericiliğini fazla zora sokmayacak bir tarzda ve kontrollü gerçekleşmesinde AB’nin olumsuz yönde bir etkisinin olduğunu bile söylemek mümkündür. Ve hepsinden de önemlisi, dünyanın başka her yerinde olduğu gibi, Türkiye’de de, demokrasi, ona ihtiyacı olan toplumsal sınıf ve tabakaların mücadelesiyle kazanılmaktadır. Türkiye’deki gerici, baskıcı otoriter rejim, toplumsal gelişmenin vardığı seviyeye denk düşmemekte, dar gelmekte ve AB olsun veya olmasın, şu veya bu şekilde aşılması zaten zorunlu olarak gündeme gelmiş bulunmaktadır. Türkiye’nin toplumsal ilerlemeden yana olan güçleri, AB’den demokrasi ithal edilmesini beklememekte, onu elde etmek için mücadele etmektedirler.

KOPENHAG KRİTERLERİNİN ÖTEKİ YÜZÜ ÇIPLAK TEKELCİ KAPİTALİZMDİR
Kopenhag kriterlerinin öteki yüzü de vardır ve bunun adı da piyasa ekonomisi, neo-liberalizm ve Batılı büyük emperyalist güçlerin çıkarlarının öteki ülkelere “mevzuat” adı altında dayatılmasıdır. Üç ana başlıktan oluşan Kopenhag kriterlerinin birincisi; insan hakları, azınlık hakları, işkencenin önlenmesi ve bağımsız yargı ile ilgili demokrasi sorunlarını içermektedir. İkinci ana başlık pazar ekonomisinin geliştirilmesini, yani tekellerin yağması önünde herhangi hukuksal ve yapısal bir engelin bırakılmamasını öngörmektedir. Üçüncü ana başlık ise, AB mevzuatına uyumu, yani politik ekonomik ve ortak para konuları başta olmak üzere önceden alınmış bütün kararlara ve belirlenmiş mekanizmalara tam uyumu şart koşmaktadır.
Üye olmak isteyen ülkenin, AB tekelleri tarafından belirlenmiş ekonomik politikanın dışında durabilmesi mümkün değildir. Avrupa Birliği’nin Maastricht, Amsterdam gibi temel sözleşmelerinde detaylarıyla açıklanan bu kural ve kriterler, Konvansiyon’un hazırladığı Anayasa taslağında da ilk maddeler olarak yer almıştır. Üstelik, sonradan katılan ve bu kuralların belirlenmesinde herhangi bir katkısı bulunmayan ülkelerin, kendi ekonomilerini, belirlenen bu kurallara uydurmaktan başka bir çareleri yoktur. Örneğin AB Konseyi, telekomünikasyon sektörünü liberalleştirme kararı aldıysa, Türkiye’nin PTT’nin T’sini özelleştirmekten kaçınabilmesi mümkün değildir. Konsey, enerji sektörünün rekabete açılmasını kararlaştırdıysa, Petkim’in artık ayakta kalma şansı yoktur. Tarımda sübvansiyonların kaldırılmasını kararlaştırdıysa, Türkiye’nin pancar, pamuk, tütün üreticilerinin eşitsiz rekabete direnebilme şansları ortadan kalkmış demektir vs. vs.

GÜMRÜK BİRLİĞİ ANLAŞMASI TÜRKİYE’NİN BOYNUNA GEÇİRİLMİŞ BİR BAĞIMLILIK BELGESİDİR
Aslında Türkiye henüz Avrupa Birliği üyesi olarak kabul edilmeden de, belirtilen bu kurallara uyma yükümlülüğüne girmiştir. Uluslararası tekellerin ve büyük emperyalist devletlerin çıkarlarının koruyucusu olan IMF ve Dünya Bankası gibi kurumların direktiflerine zaten çoktan beri itaat etmektedir. Bunlara, emperyalizm işbirlikçiliği ve AB’ye girme aşkı yüzünden, 1995’den beri bir de Gümrük Birliği anlaşması eklenmiştir. Avrupa ile Türkiye arasında bir tür sömürgeci ilişkinin yeniden yürürlüğe konması anlamına gelen Gümrük Birliği anlaşması, yaklaşık on yıllık uygulaması ile de bunu kanıtlamıştır.
Gümrük Birliği anlaşmasının yürürlüğe girdiği tarihten bu yana ortaya çıkan sonuç şudur: “Türkiye’nin AB ile dış ticaretindeki açığı olağanüstü boyutlarda artmış ve 10 milyar dolara çıkmıştır. AB’den Türkiye’ye yatırım için sermaye girişi azalmış, herhangi bir mali yardım da yapılmamıştır. Türkiye’nin başka ülkelerle olan ekonomik ve ticari ilişkileri AB’nin vesayeti altına girmiştir. Tarım sektörü ile orta ve küçük çaplı işletmeler AB baskısı yüzünden çökme noktasına gelmiştir. Türkiye bugün, AB’ye çok büyük net gelir transferi yapan bir ülke durumuna getirilmiştir.” (Erol Manisalı, Avrupa Çıkmazı, ;Otopsi yay.)
Türkiye bu anlaşmaya imza atarak, kendisinin, oluşturulmasında hiçbir şekilde söz ve karar sahibi olmadığı, tek taraflı yükümlülüklerin altına girmiştir. Türkiye’nin sanayisi ve tarıma dayalı sanayisi, tarımı, ticareti tümüyle AB tekellerinin yağmasına açılmıştır. Bu anlaşmaya göre, Türkiye, sadece Gümrük Birliği’nce belirlenen kurallara uymakla yetinmeyecek, üçüncü ülkelerle ekonomik ve ticari ilişkilerinde de AB kuralları dışına çıkamayacaktır. Mesela, AB eğer Türkiye’nin komşularından birine ticari ambargo uygulama kararı alırsa, Türkiye de, bu ülke ile ticaretini kesmek zorunda kalacaktır. AB’nin kurallarını belirleyenler içerisinde ise, Türkiye yoktur.
Türkiye yarın AB üyesi olsa bile, işte bu çarkın içerisine girecektir. Bu çark, Avrupa Birliği’nin patronu büyük devletlerin ve uluslararası tekellerin istekleri yönünde dönmekte, sanayisi ve tarımı rekabet imkanlarından yoksun olan ülkelerin, küçük devletlerin ve esas olarak da tüm ülkelerin emekçilerinin ise aleyhine işlemektedir.
AB’nin varmak istediği nihai hedefin, tam “piyasa ekonomisi” ve “hür teşebbüsçülük” (yani güçlünün zayıfı yuttuğu orman kanunu) olduğu, hazırlanan Avrupa Anayasası taslağının birinci maddesinde açıkça ifade edilmiştir.
Türkiye’de ise, AB’ye girişin; demokrasi, insan hakları, herkese daha çok özgürlük ve ekonomik iyileşme ve kalkınma getireceği görüşü hakim kılınmak isteniyor. Egemen sınıfların, onların basın ve diğer kurumlardaki uşaklarının, liberal burjuva aydınların yaydıkları görüş bu yöndedir.
Bu, AB’ye yanıltıcı ve yanlış bakışın ürünü bir yaklaşımdır. Halbuki AB, başından itibaren başka amaçlar gözetilerek inşa edilmiştir ve bugün de inşası, aynı mantık doğrultusunda yürümektedir.

AB, AVRUPA EMPERYALİST DEVLETLERİNİN VE TEKELLERİN GERİCİ BİRLİĞİDİR
İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ardından 1951 yılında kurulan Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu ile birlikte başlayan süreçte hedeflenen şey, emperyalist dünyanın yeni hakimi ABD öncülüğünde sosyalist Sovyetler Birliği’ne ve “sosyalist blok” mensubu Doğu Avrupa ülkelerine karşı, kapitalist Batı Avrupa’nın ayakta tutulması, diriltilmesi ve egemenliğinin tesis edilmesidir.
Başlangıçta 6 ülkenin (Fransa, Almanya, İtalya, Hollanda, Belçika, Lüksemburg) katılımı ile başlayan bu süreç, daha sonra başka ülkelerin (1973’de İngiltere, İrlanda ve Danimarka, 1981’de Yunanistan, 1985’de İspanya ve Portekiz) katılımı ile genişlemiş ve değişik aşamalardan geçerek 1990’lara gelinmiştir. Bütün bu döneme damgasını vuran şey, kapitalist Batı Avrupa’nın, ABD öncülüğünde, Sovyetler Birliği ve müttefiklerine karşı inşası ve mücadelesidir.
Revizyonizme sarılan ve kapitalizmi restore eden Sovyetler Birliği’nin çöküşü ile başlayan yeni süreç ise, Avrupa’nın inşası bakımından yeni bir dönemin açılmasına sebep oldu. SB ve Doğu Avrupa’nın revizyonist rejimlerinin yıkılmasıyla birlikte Batılı emperyalistler arasındaki sürtüşme ve rekabet daha da arttı.
Avrupa’nın ekonomik ve siyasi entegrasyon sürecinin 1991 yılı sonunda imzalanan Maastricht  anlaşmasıyla ve Avrupa Birliği (AB)’nin ilanı ile taçlanması; aslında, ABD karşısında rakip bir başka ekonomik ve politik kutbun doğuşunun da ilan edilmesi anlamına geliyordu. Ondan sonraki AB içi düzenlemeler, “reformlar” ve genişleme politikası da, tamamen bu yeni duruma uygun olarak yürütülmüştür. Olağan ve bilinen koşullarda AB’ye girmesi yılları alacak olan, Almanya’nın “yaşam alanındaki” (lebensraum) birçok Doğu Avrupa ülkesi, alelacele birliğe dahil edilmişler ve ABD’nin bu ülkelerdeki askeri, diplomatik ve politik etkinliği nötrleştirilmeye çalışılmıştır.
AB, çekirdeğini Almanya ve Fransa’nın oluşturduğu ve Avrupa tekellerinin çıkarlarına hizmet eden bir siyasal oluşum olarak pekişmektedir. Tabii ki bunun, hiç çatışmasız ve sorunsuz gerçekleştiği iddia edilemez. Ama AB, 1990’lardan itibaren kabuk değiştirmiştir. Onun başlıca ülkeleri Almanya ve Fransa, artık ABD’ye karşı dünya hegemonyası için mücadele veren ekonomik, politik ve askeri güç olma isteğindedirler.
Bu hedef ve iddialarla hareket eden bir gücün başlıca kaygısının, söz konusu olan Türkiye gibi önemli bir ülke bile olsa, şuraya veya buraya demokrasi, özgürlük, insan hakları götürmek olduğunu düşünmek, saflık değilse halkı kandırmaktır.

ABD İLE AB ARASINDA BİR ÇEKİŞME KONUSU OLARAK TÜRKİYE
Türkiye bütün soğuk savaş dönemi boyunca, Batı ittifakının bir parçası olarak rol almış, bu ittifakın NATO, Avrupa Konseyi, OECD, BAB vb. gibi hemen tüm ekonomik ve askeri kurumlarında yer almıştır. Avrupa ile ilişkileri de bu çerçevede ve kırk yılı aşkın süredir devam etmektedir. Daha Avrupa’nın sadece 6 ülkeden oluştuğu ve Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) adını taşıdığı zamanlarda, 1959 başvurusu ve 1963 Ankara Ortaklık Anlaşması ile birlikte başlayan, bu, yeni Avrupa oluşumuna dahil olma isteği hep canlı tutulmuştur.
Şimdi ise Türkiye, yukarıda sözü edilen gelişmelerin, çekişme ve sürtüşmelerin tam orta yerinde bulunmakta, AB ile ABD çelişkisinin bir unsuru olarak itilip kalkılmaktadır. Bu iki emperyalist blok arasındaki çelişkilerin keskinleşeceği önümüzdeki dönemde, Türkiye, arada pazarlık konusu olmaya devam edecektir. Hatta, Türkiye’nin Avrupa Birliği içerisine alınıp alınmayacağı, öteki faktörlerin hepsinden önce, ABD ile AB arasındaki bu çatışmanın seyri tarafından belirlenecektir.
Türkiye-ABD ilişkileri, belki açıkça söylenmeyen, ama AB’de rahatsızlık yaratan en önemli unsurdur. AB’nin patronları, ABD ile bu kadar yakın bir Türkiye’nin, hizaya getirilmeden Birlik’e alınmasını, bir “Truva atını” kendi elleriyle içeriye almak olarak değerlendirmektedirler. Bu yüzden, Türkiye’nin AB’ye girişi, bir Yunanistan, Macaristan ya da Polonya kadar kolay ve problemsiz olmayacaktır. Ama Türkiye, dışarıda bırakılmayacak kadar da “önemli” bir ülkedir. Çünkü AB’deki emperyalistlerin, Türkiye’ye, sadece 70 milyonluk pazarı dolayısıyla değil, Ortadoğu, Kafkaslar, Balkanlar ve Ortaasya’daki pazar kavgası ve hegemonya mücadelesi açısından taşıdığı stratejik önem dolayısıyla da ihtiyacı vardır ve AB’nin bu ihtiyacını Türkiye’den başka bir ülkenin karşılaması mümkün görünmemektedir.
Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne alınmasını gerekli ve hatta zorunlu kılan etmenler olduğu gibi, bu konuda isteksiz davranılmasına neden olan önemli engeller de vardır.
Avantajları şöyle sıralanabilir: 70 milyonluk büyük bir pazar olması, ucuz ve nispeten kalifiye işgücüne sahip olması, genç ve tüketici bir nüfusun yoğun olması ve en önemlisi de tüm bölge için taşıdığı stratejik, jeopolitik önemi.
Dezavantajları ise, ABD işbirlikçiliğinin devletin alt birimlerine kadar yerleşmiş olması, ekonominin zayıflığı, işsizlik ve kitlesel göç korkusu, kültürel dini farklılıkların yaratacağı uyum sorunları ve nüfusunun çokluğu nedeniyle AB kurumlarında ağırlıklı bir temsiliyet hakkı talep etme tehlikesidir.
Yani, AB açısından Türkiye, kapı dışarı edilemeyecek kadar önem taşımakta, ama içeriye hemen alınamayacak kadar da tehdit unsurunu barındırmaktadır.

TÜRKİYE’NİN AB ÜYELİĞİNDEN, EMPERYALİZM VE BURJUVAZİ KÂRLI ÇIKACAK, KAYBEDEN İSE İŞÇİ SINIFI VE EMEKÇİ HALK OLACAKTIR
Peki işçi sınıfının partisi bu soruna nasıl yaklaşmalıdır ?
Tabii ki, bütün öteki meselelerde olduğu gibi, bu konuya da işçi sınıfı ve emekçi halk kitlelerinin çıkar ve talepleri doğrultusunda yaklaşılacaktır. Ülkenin çıkarı, tekeller ve emperyalist devletlerle birlikte ülkeyi soyan bir avuç zengin azınlığın çıkarları değil, geniş halk kitlelerinin çıkarlarındadır.
Temsili burjuva demokrasisinin gelip sınırına dayandığı ve “teröre karşı mücadele” adı altında, gerici anti-demokratik önlemlere kolayca başvurduğu, bunun için “kutsal insan haklarını” ayaklar altına almaktan çekinmediği koşullarda yaşıyoruz. Avrupa Birliği’nin “en demokratik” ülkelerinde bile, son yıllarda yasalardaki gerilemeleri ve fiiliyattaki gericiliği göz önüne aldığımızda, AB’den demokrasi beklemenin yersiz olduğu görülecektir. Ekonomik sosyal haklar bakımından da durum farklı değildir. Türkiye’de işçi ve emekçilere dayatılan ekonomik sosyal içerikli saldırıların benzerinin Avrupa ülkelerinde de uygulandığı ve emperyalistler tarafından geri bağımlı ülkelere dayatıldığı bir sır değildir.
“AB, Avrupa’nın büyük kapitalist ülkelerinin birliği olarak kurulmuş, tekellerin ve tekelci burjuvazinin çıkarlarını savunan, bugün de onlar tarafından yönetilen gerici bir birliktir. Türkiye’nin AB’ye girmesi, bu gerici birliği daha da güçlendirecektir. Yine Türkiye’nin AB’ye girmesi, Türkiye’deki emperyalizm işbirlikçilerinin işine gelir ve onların sorunlarını “çözmelerine” dayanak oluşturur. Emekçiler açısından ise, onları daha çok fedakarlığa zorlayan IMF reçetelerinin yanına, emekçi haklarını en az onun kadar vuran “Maastricht kriterleri” eklenmiş olur. Yani AB’ye girmek, Türkiye’nin gericiliğini, büyük patronlarını güçlendirir. Bu nedenle de işçi sınıfı ve emekçilerin, Türkiye’nin AB’ye girmesine karşı çıkması, en başta yurtseverliklerinin, emperyalizme karşı olmalarının gereğidir. Ve elbette kendi ekonomik ve sosyal çıkarlarına sahip çıkmak olduğu kadar, AB’nin dayatmalarıyla karşı karşıya olan Avrupa işçi sınıfı ve emekçileriyle dayanışmalarının da gereğidir.” (EMEP 2. Genel Kongresi Çalışma Raporu)
Bugün AB’nin emperyalist karakterine vurgu yapmak, Türkiye’nin AB’ye girmesine açıkça karşı çıkmak, AB’ye girişle Türkiye’nin ezilen ulus ve emekçilerinin, işçi sınıfının bir şey kazanmak yerine, uluslararası sermayenin daha çok yağma ve sömürüsüne açılacağı gerçeğine dikkat çekmek; her zamankinden daha acil ve günceldir.

DTÖ kararlarının anlamı!

Dünya ölçeğinde egemen devletlerin hegemonyasına hizmet eden üç temel örgütten biri olan (diğerleri IMF ve Dünya Bankası’dır) Dünya Ticaret Örgütü’nün (DTÖ) aldığı kararlar, işçi, emekçi hareketini doğrudan ilgilendiriyor. Bu nedenle, DTÖ kararlarının yakından izlenmesi ve göz önünde tutulması, hareketin taktiğinin geliştirilmesi açısından bir zorunluluktur. Dünya Bankası ve IMF’yi tamamlayıcı unsurlar olarak yörüngesine almış olan DTÖ’nün, devletlerin üzerinde mutabık kalınan kuralları uygulamamaları halinde yaptırım gücünün olması, DTÖ kararlarının doğru okunması halinde, emek hareketinin karşılaşacağı baskıların öngörülmesini sağlar.
Dünya Ticaret Örgütü’nün 27-30 Temmuz 2004 arasında Cenevre’de yapılan son toplantısında, başta tarım emekçileri olmak üzere, ülke emekçilerini yakından ilgilendirecek hayati önemde kararlar alındı. Söz konusu toplantı öncesinde uluslararası sermaye cephesinde endişeli bir bekleyiş hakimdi. Aynı endişe, başta köşe yazarları olmak üzere, Türkiye’deki tüm liberal kesimleri sarmıştı. Kimi liberal köşe yazarlarına göre, bir sonuç alınamaması halinde, “tamiri zor bir noktaya sürüklenme tehlikesi” bile vardı. Zira son toplantılarda, önceki ilke kararlarına rağmen, tarım konusunda yoksul ve zengin ülkelerin farklı pozisyonlar almaları, toplantıları çok kritik bir noktaya taşımıştı.
DTÖ’nün kritik sürece gelişi kısaca şöyle özetlenebilir: Hatırlanacağı üzere, 2001 yılı Kasım ayında Katar’ın Doha kentinde yapılan toplantılarda, dünya ticaret sisteminde 2004 yılı sonuna kadar tarım ve ticaret konusunda önemli değişiklikler yapılması gündeme gelmişti. Fakat toplantılar anlaşma ile sonuçlanmamış, 2003 yılına kadar konu dondurulmuştu! Sonra, 2003 yılında, DTÖ, bir kere daha, Meksika’nın Cancun kentinde toplantılar organize etti. Zengin ülkeler, özellikle tarıma yönelik devasa sübvansiyonlarından geri adım atmayıp, üstelik borç boyunduruğu altında tutulan yoksul ülkelerden taviz isteyince, Cancun zirvesi hiçbir ilerleme sağlanamadan çöktü. 2003 sonunda bir kez daha toplanılmak istendi, fakat bir ilk gerçekleşti; gelişmiş ülkelerin görüşmeler öncesinde yine tarımsal sübvansiyonları kaldırmayacaklarına ilişkin açıklamalar yapmaları dolayısıyla, zirve başlamadan çöktü.
Böylesi kritik bir süreç içinden geçerek, 2004 Temmuz’unda Cenevre’de toplanan DTÖ zirvesinde emperyalist ülkeleri rahatlatan gelişmeler yaşandı ve zirve çerveve bir anlaşmanın imzalanmasıyla son buldu. Belirlenen çerçeve, tarımda; desteklerin, ihracat sübvansiyonlarının ve gümrüklerin önce azaltılıp sonra kaldırılmasını hedefliyor. Anlaşma “kimi çevrelerce” üreticiye müjde olarak sunuldu. Anlaşmayı olumlayan müjdecilerin tezi şu: “DTÖ’nün zengin üyeleri, ABD ve Avrupa Birliği (AB), çiftçilerine ödedikleri milyarlarca dolarlık tarım teşviklerinde kesinti yapacak. Tarım ürünleri ihracatında sağlanan tüm teşvikler 2010’a kadar ortadan kalkacak. Bu, yoksul ülkelerdeki çiftçilere, kısmen de olsa, zengin ülkelerdeki çiftçilerle rekabet etme şansı verecek.”

MÜJDE Mİ ALDATILMA MI?
Çerçeve anlaşmanın içeriği incelendiğinde, imzalanan metnin, müjde değil, Türkiye gibi ülkeler açısından tam bir felaket habercisi olduğu rahatlıkla söylenebilir.
DTÖ’nün yürüttüğü tarım müzakerelerinin,
–    pazara giriş (gümrük vergileri),
–    iç destekler ve
–    ihracat sübvansiyonları olmak üzere üç ayağı bulunuyor.
Gelişmiş ülkelerin söz konusu üç maddeye ilişkin verdikleri sözler, onların bu süreçten kârlı çıktıklarını gösteriyor. Anlaşma gereğince, gelişmiş sanayi ülkeleri (Japonya, AB ve ABD), bu bağlamda ilk yılda tarım desteklemesini yüzde yirmi azaltacaklar. Zengin ülkeler, çiftçilerini yaşatmak için tarım sektörüne yılda 300 milyar dolar para akıtıyor. Zenginlerin “başı” olan ABD hükümeti, çiftçisini desteklemek için yılda 50 milyar dolar sarf ediyor. Sadece pamuk üreticisini yaşatmak için, yılda pamukçulara akıttığı para 12.5 milyar dolar. Şimdi bu devasa oranlar yüzde 20 azaltılsa bile, azgelişmiş ülkelerin desteklerinin çok çok üzerinde kalır.
Gelişmiş sanayi ülkeleri ihracat teşvikinde indirim konusunda da, henüz takvimi belirlenmemiş olmasına rağmen, yüzde 50’ye varabilecek indirim yapmayı taahhüt ediyorlar. Yani gelişmiş ülkeler, bir kaç yüz milyar dolarlık tarımsal desteklerinde göstermelik bir indirim yapacak, büyük indirim ise, yüzde 50’yle ihracat teşvikinde olacak. Anlaşma uyarınca ihracat sübvansiyonlarının azaltılması tam bir aldatmaca. Çünkü gelişmiş ülkelerin üreticilerine verdiği tarımsal desteklerin yanında ihracat sübvansiyonlarının tarımsal ticarette çok az bir etki değeri var. Ne zaman tamamen kaldırılacağı bilinmeyen etki değeri düşük bir destekleme aracından fedakarlık etmiş görünmek, bu süreçten elde edilen kazanımları örtmeye yönelik bir taktiktir, kocaman bir aldatmacadır.
Gelişmiş ülkelerin anlaşma kapsamında elde ettiği kazanımlardan biri de, “Özel Korunma Önlemleri” hakkıdır. Bu hak, gelişmiş ülkelere, tarımsal ürün ithalatı sırasında malın ithalat fiyatının o ürünün üretilebilirliğini tehdit etmesi durumunda, o malın ithalatına ek vergi koyabilme yetkisi veriyor. Az gelişmiş ülkeler ise bu haktan mahrum.

REKABET RETORİĞİ VE YIKICI ETKİ
Bütün bunlara rağmen, ABD ve zengin “batılı ülkeler”, gelişmekte olan ve azgelişmiş ülkelerde tarıma ve çiftçilere yönelik “ufacık – azıcık – önemsiz” destekleri bile kestirmek için ellerinden geleni yapıyor. DTÖ kararlarının üç boyutundan ilki, tarımsal desteklerin azaltılması. Girdi desteği veya taban fiyatı belirleme gibi unsurlar ortadan kalkacak. Gübre, tohum ve ilaca artık kredi verilemeyecek. Bu, Türkiye için çok önemli değil. Zira, Türkiye bu desteği çok sınırlı ölçüde veriyor. Çiftçiye ucuz girdi, kredi verilemiyor. Ekim alanları daraltılıyor. Fiyat destekleme uygulaması sona ermiş durumda. Kısacası Türkiye’de doğrudan gelir desteği ve birkaç ürüne verilen, çok düşük orandaki destekleme pirimi dışında tarıma verilen destek yok.
DTÖ, ikinci şart olarak, tarımsal ve hayvancılık ürünlerinin ihracatının teşvik edilmesini yasaklıyor. Bunu söylerken de, hibeyi, uzun vadeli krediyi ve sübvansiyonları ortadan kaldırmayı emrediyor. Bu konuda da Türkiye’nin bir sıkıntısı yok. Çünkü, Türkiye’nin ihracı için teşvik verdiği ürün sayısı da, narenciye ve domates gibi birkaç ürünle sınırlı. Sınırlı sayıdaki ürüne verilen ihracat desteği de ton başına en fazla 5 dolar.
DTÖ kararlarının ilk iki maddesi, Türkiye’de tarıma yapılan yıllık 1.2 – 3.0 milyar dolar tutarındaki yardımların artık yapılmasını engelliyor. DTÖ kararlarının üçüncü boyutu ise, Türkiye tarımı açısından yıkımı ifade ediyor. DTÖ, tarımsal ürün ve hayvancılık ürünlerinin pazara girişlerinin önündeki engellerin de kaldırılmasını emrediyor. Yani yabancı ülkelerden tarım ve hayvancılık ürünleri ülkemize girerken uygulanan gümrük engelleri ve kotaların kalkması gerekiyor. Türkiye tarımına asıl darbeyi vuracak olan da, gümrüklerin kaldırılmasını öngören bu karar. Hayvancılık ve temel tarım ürünlerinin (endüstri bitkileri, tahıl vb.) gümrük duvarlarıyla korunduğu bir gerçek. Bu tek koruma aracı da ortadan kaldırılmak üzere. Bundan sonra korunma sağlanamayacak. Et, buğday, pamuk, şeker, un, yağlı tohumlar, sebze ve meyve için sınırlar tamamen açılacak.
Türkiye’de maalesef yüksek maliyetlerle tarım ve hayvancılık yapılıyor. Eğer gümrük duvarları inerse, hayvancılık et ve süt ürünleri ile buğday tahıl ve bakliyat başta olmak üzere, tüm tarım piyasasını tamamen ithal ürünler istila edecek. Gıda Dernekleri Federasyonu Başkanı Şemsi Kopuz da bu durumu itiraf ediyor: “Türk tarım ve hayvancılık sektörü bu kararı kaldıramaz. Büyük sıkıntı yaratır. Gıda sektörümüz de buna hazır değil. Türkiye’de enerji ve hammadde maliyetleri dünya standartlarının çok üstünde” (Akşam, 8 Ağustos 2004, s.8).)
İlk iki maddeden yola çıkarak çerçeve anlaşmayı Türkiye’nin lehine bir gelişme olarak değerlendirenlerin tezi şu: “Gelişmiş ülkeler ve AB ülkeleri bu desteği yüksek oranda verdiği için, şimdi veremez hale gelecekler. Türk çiftçisi burada avantaj sağlayacak. Bu ülke çiftçileri ve ürünleri ile daha fazla rekabet edebilecek.” Bu iddiaların aksine, ülke üreticisinin eşit şartlarda rekabet edilebilme şansı bulunmuyor. İddiaların tam tersi gelişmeler yaşanacak.
ABD ve diğer zenginler yıllardır tarım sektörünü ve çiftçisini desteklediğinden, tarım sektöründe “sermaye, bilgi, teknoloji” birikimi oluştu. Ekonomik büyüklükte ve düşük maliyette üretim imkânları elde edildi. Yüksek verim ve düşük maliyet sınırına ulaşıldı. Belli birlik ve kooperatif düzeyine erişildi. Emperyalist ülkelere tabi politikalar geliştiren ülke çiftçilerinin, zenginlerin çiftçileriyle rekabete girmesi, bu ülkelerden daha ucuz ve kaliteli tarım ürünü satabilmesi imkânsız. Belki Afrika ülkeleri için, başka ülkelerde yetişmeyen tarım ürünlerini satma şansı doğabilir, bazı ülkelerin özel ürünlerinde avantaj söz konusu olabilir, ama Türkiye’nin özel bir ürünü yok. Dolayısıyla bir avantajı da yok.

PRES BAŞLIYOR
Emperyalist ülkeler, aldatmalı bir destek düşürme olgusu karşılığında, gelişmekte olan ya da az gelişmiş diye tanımlanan ülkelerden, sanayi ürünleri ithalatına karşı kurmuş oldukları gümrük duvarlarını kaldırma sözünü almış bulunmalarına rağmen, bu aldatıcı sözde bile durmayacakları görülüyor.
Cenevre’de varılan taslak anlaşmasının ayrıntılarını tamamlamak üzere en az bir yıl süreyle görüşmeler yapılması planlanıyor. DTÖ, Aralık 2005’te toplanarak, kesintilerin ne zaman ve hangi oranlarda yapılacağını belirleyecek. Fakat AB, DTÖ’nün çiftçilere yapılan kredi yardımında kesintiye gidilmesi yönündeki kararının hemen ardından, bunun, Avrupa’da ancak 10 yıl sonra uygulanabileceğini ilan etti.
Zaten DTÖ anlaşması uyarınca pek çok üründe vergiler gelecek 10 yıl içinde kademeli olarak düşürülecek olmasına rağmen, ABD bu süreyi uzun buluyor ve bir an önce gümrüklerin indirilmesini istiyor. ABD’nin bu isteği, Türkiye Büyükelçisi Eric Edelman’ın sürpriz bir şekilde, Tarım ve Köyişleri Bakanı Sami Güçlü’ye yaptığı ziyarette görüldü. Basına sadece görüntü alması için izin verilen ziyarette, Edelman, Türkiye’nin et ithalatına izin vermesini, pirinç ithalatına karşı uyguladığı önlemleri kaldırmasını istedi. Görüşmeleri sürdüren tek yetkili Edelman değil. ABD Ticaret Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı Eric Stewart da, Ankara’ya gelerek bu konularda bir görüşme yapmıştı.
Uluslararası anlaşmaları silah gibi kullanan ABD, harekete geçmiş durumda. ABD, Türkiye ile yapılan görüşmelerden olumlu sonuç alınmaması halinde, konuyu DTÖ müzakere platformuna götürebileceğini belirterek, üstü kapalı olarak Türkiye’yi tehdit ediyor. ABD, kendi çıkarları doğrultusunda, kendisinin anlaşma hükümlerini ihlal etmesine aldırmaksızın, Türkiye’yi taahhütlerini yerine getirmesi için köşeye sıkıştırıyor.

EMPERYALİSTLERİN AMAÇLARI VE YENİ OLANAKLAR
DTÖ’nün bu operasyonu, pazar anlamında tıkanan zengin ülkelere yeni pazarlar açmaya yönelik bir operasyondur. Anlaşmanın az gelişmiş ülkelerin tarımı üzerinde tamamen yıkıcı bir etkisi olacağı açık. Anlaşma, gelişmiş ülkelerin mevcut pazarlarını koruyarak, yeni pazarlar yaratmalarının önünü açıyor. Türkiye de, bu kapsamda tarımsal üretim yapısı yok edilerek, tüketici konuma getirilmek isteniyor.
Bu sürecin yıkıcı etkisi, köylüler içerisindeki örgütlenme çalışmasına yeni olanaklar sunacak. Köylüler içerisinde sendikalaşma fikrinin ortaya atılıp faaliyetlerine başlandığı 2000’li yılların başı, IMF ve Dünya Bankası aracılığıyla hayata geçirilmeye çalışılan tarım politikalarının sonuçlarının açığa çıkmaya başladığı yıllar olmakla birlikte, aynı zamanda, art arda ekonomik krizlerin patlak verdiği yıllardı. Üreticilerin hızla yoksullaşması, tarımdan uzaklaşması, krizlerin etkisiyle anormal oranda yükselen kredi borç faizlerini ödeyememesi, cezaevleriyle tanışması ve benzeri gelişmelerin yaşandığı bu yıllarda başlatılan sendikal faaliyet, ilk zamanlar üreticiler içerisinde büyük bir heyecan yarattı. Bu heyecan, sınıfın partisinin il örgütleri tarafından da değerlendirilerek, kısa zamanda, küçümsenmeyecek bir sendikalı köylü sayısının yakalanmasına yol açtı.
DTÖ yaptırımlarının yanı sıra AB’ye yönelik düzenlemelerle birlikte şimdi tarıma yönelik daha yıkıcı ikinci bir dalganın yaratacağı üretici köylü tepkisinin daha kolay örgütlenebileceği bir kehanet olmasa gerek. Üreticilerin tepkilerini örgütleyebilecek ve tek bir çatı altında toplayabilecek tek kurum, Tüm Üretici Köylüler Sendikası (Tüm Köy-Sen)’dır. Çünkü, tarımsal alanda gerek ekonomik amaçlı olarak kurulan kooperatifler ve birlikler; gerek baskı grupları olarak yer alan Türkiye Ziraat Odaları Birliği (TZOB); gerekse meslek odaları (Ziraat mühendisleri ve veteriner hekimleri odaları vb.) mücadele örgütü olma özelliği yoktur. Var olan örgütlerin (Türkiye Ziraat Odaları Birliği, satış ve kredi birlikleri vb.) hemen hepsi devlet eliyle kurulan, onun denetiminde, desteğinde, yönlendirmesinde olan kurumlardır. Özerk ve demokratik olmayan bu kurumların yönetim kademelerine sermayenin çıkarlarını gözeten “icazetçi” kişiler getirilmektedir.
Ziraat Odaları’nın ayrıca sınıfsal karakteri de, aile işletmesine dayanan küçük üretici köylülüğü temsil etmekten uzaktır. Kendisini köylü örgütü olarak ortaya koyan Türkiye Ziraat Odaları Birliği’nin yönetim ve denetim kurulları zengin köylüler ve büyük toprak sahiplerinin elindedir. Bu yapısıyla Türkiye Ziraat Odaları Birliği’nden köylü mücadelesinde etkin olmasını beklemek, gerçekçi olmamaktadır. Ziraat Mühendisleri ve benzeri meslek odaları da, çok önemli kuruluşlar olmalarına rağmen, sınıfsal karakteri itibariyle, üretici köylüye en az TZOB kadar uzaktır.
Tarım sektöründe üreticilerin ekonomik yönden örgütlenmesindeki en yaygın biçim olan kooperatifçilik, hiçbir şekilde bütünlüklü bir mücadele yürütülmesini sağlayamayacak kadar parçalıdır. Tarım Satış Kooperatifleri Birliği ise, “Tarım Satış Kooperatifleri Birlikleri Hakkında Kanun”la birlikte, Yeniden Yapılandırma Kurulu’nun iradesine terk edilmiştir. Kurulun, Dünya Bankası ve IMF düzenlemelerine koşulsuz uyarlayacağı TSKB’lerin ihtiyaç duyulan düzeyde bir üretici örgütü olması beklenemez.
Türkiye tarımındaki çok parçalı ve etkisiz kurumların tarım politikaları belirlenirken söz sahibi olamaması, üreticilerin “gerileme” sürecine müdahalede yetersiz kalması karşısında, üreticiler tarafından örgütlenen Tüm Köy-Sen, kullanılmayı bekleyen etkili bir “silahtır”. İşçi sınıfının önemli müttefiklerinden biri olan köylülerin böylesi bir silahı var etmesini sağlayan sınıfın partisinin, DTÖ kararlarının yıkıcı etkilerine gelişecek tepkileri, üretici köylüler içerindeki çalışmasını güçlendirmek için değerlendireceği ise kuşkusuzdur.

Kadrolar, devrimci yenilenme ve kampanya

Başlıktan da anlaşılacağı gibi, yazımız, kampanya ile bağlantılı olarak, daha çok da kadroların, ileri partililerin, partili sendikacı ve işçilerin durumunu ve rolünü irdelemeyi amaçlamaktadır.
Devrimci çalışmada kadroların rolü üzerine söylenmesi gereken temel şeylerin nerdeyse tümü, basınımızda değişik vesilelerle, değişik zamanlarda konu edilerek, işlendi.
Her Marksist bilir ki, “politika bir kez belirlendikten sonra, belirleyici olan kadrolardır”. Politikanın belirlendiği, taktiklerin ve tarzın oluştuğu bir gerçek olduğuna göre; kadroların rolünün çalışmanın olumlu ve olumsuz seyrinde doğrudan etkili olduğu da kabul edilmelidir.
Başarılar; adanmış, cesur, yetenekli işçilerin ve kendi sınıflarını reddederek, proletaryanın davasına katılmış namuslu aydınların eseridir; aynı şekilde, başarısızlıklar, verimsizlik, kitlelerin olanaklarından yararlanamama, işçi ve emekçi kitleler içinde hak ettiğimiz güç ve etkinliğe ulaşamamış olmada da, esas belirleyici olan kadrolardır; eksiklikleri gidermede gösterilen isteksizlik ve atalet, bireyci küçük hesaplar, dar kafalılık ve basiretsizlik, bunun başlıca sebepleridir dersek, yanlış olmayacaktır.
Sınıf ve halk hareketinin yeni bir yükselişe gebe olduğu, genç işçi kitlelerinin ciddi bir örgütlenme ve mücadele eğilimi içine girdiği şu günlerde, her düzeyde parti kadrosunun, yöneticisinin kendi durumunu; parti çağrıları karşısındaki tutumunu, çalışmaya olanak ve enerjisini ne ölçüde sunduğunu; yaşayışını ve emekçi kitleler karşısındaki konumunu yeniden gözden geçirmesi ve kampanya sürecinin bu açıdan da değerlendirilmesi büyük önem taşımaktadır.
Lafı dolandırmadan konuya girmek gerekirse; parti görevlilerinin, kadrolarının, ileri partili kitlenin parti çalışmasına ve yaşamına katılışında, dünden bugüne değişik düzeylerde seyreden, bir dizi sorunlu, çelişkili durum varlığını ve etkisini sürdürmektedir. Açıklıkla ve dürüstçe kabul edilmelidir ki, başka zayıflıkların yanı sıra, bu sorunlu, çelişkili durum, işçi-emekçi kitlelerle birleşmede, kitlelerin olanaklarını seferber etmede, parti çevrelerinin çalışmaya daha inançla katılıp, maddi-manevi desteklerini tereddütsüzce sunmalarında olumsuz bir rol oynamaya devam etmektedir.

BAŞARI İÇİN DEVRİMCİ YENİLENME ZORUNLUDUR
Söz konusu sorun ve çelişkilerin neler olduğunu, çalışmayı nasıl etkilediğini, bu sorun ve çelişkilere karşı ne tür bir mücadeleye girişilmesi gerektiğini başlıca yanlarıyla özetlemek gerekirse:
a) Kitlelerin ve kitle hareketinin olanaklarını değerlendirmede yaşanan zayıflığın; kitlelere ve kitle hareketine güvensizliğin kaynaklık ettiği* bu eğilim, parti örgütlerinde ve kadrolarda içe kapanmaya, dar çevreyle sınırlanmaya yol açarak, parti çalışmasını, etki ve olanaklarını güdükleştirdiği bilinmektedir. Halbuki, devrim ve sosyalizm mücadelesinde ihtiyaç duyulan her şey ve de her şey kitlelerde mevcuttur.Yeter ki, devrimci kadro, komünist militan güven ve inançla, cesaretle kitlelerin arasına gitsin, ve bu her şeyi, mücadele için talep etmesini bilsin; yüzyılların mücadele tarihi kadar, sınıf partisinin tarihi de buna tanıktır. Partinin bugün başvurup kullandığı araç ve olanaklara da başka türlü sahip olunmamıştır.
Kitlelerle temas kurduğumuz her örnekte (pek çok eksiklik ve yanlışımızın olduğu durumlarda bile), mücadele için harekete geçirilecek olanakların zenginliği ve kitlelerin bunları sunmadaki istekliliği, rahatlıkla gözlenebilir. Uzağa gitmeden, taze bir örnek vermek gerekirse; Evrensel’in bir karikatür nedeniyle para cezasına çarptırılması karşısında gelen destek mektupları, dayanışma çağrıları, en çarpıcısı da, yakın zamana kadar Akit abonesi olan Kayseri Organize Sanayi işçilerinin, birkaç aydır tanıdıkları gazeteyi tereddütsüz sahiplenip, kendi aralarında dayanışma amacıyla para toplama kararı alarak, diğer işçileri de dayanışmaya çağırmalarıdır. Bu örnek bile, tek başına, yeterince öğretici değil midir?
Geriye dönüp, son on yılda –gerek siyasi bir hamleyi gerçekleştirme, gerekse mali amaçlı olarak– açılan kampanyaları gözden geçirdiğimizde, hep, belirgin bir şekilde, zayıf ve sorunlu kalan yönün, kitlelere gitmede, çalışmayı kitlelere mal etmede ortaya çıktığını görebiliriz.
Kitlelere güvensizliğin, kitlelerden kaçışın hiçbir tutarlı, haklı dayanağı olmadığı, bu tutumun tartışmasız kaybettirdiği ortada olduğuna göre, yapılması gereken de bellidir; küçük burjuva kuruntuları bir yana bırakıp, işçi ve emekçi kitlelerin arasına dalmak, kampanyayı ve genel olarak çalışmayı en geniş kitleye mal etmek için çalışmak; kampanyayı, işçi gruplarıyla, semtlerdeki emekçilerle birlikte yürütmek, dahası, bizzat onların yürütmesini sağlamaktır.
b) İşçi-emekçi, halk kitleleri arasına karışma ve onların parçası olmada yaşanan sorunlarla kitlelere gitmekten ve bunun öneminden bahsettik; ama, bakalım, işçi-emekçi kitleler, her kendilerine geleni kabul ediyor mu? Örneğin pek çok küçük burjuva, solcu-maceracı grup da sözde “kitlelere hücum” etmekten bahsetmektedir. Gerçekten de “kitlelere hücum” ettikleri, her açıdan kitlelerle aralarında sıra dağlar olduğu apaçık ortadadır.
Toplumumuzda kökleri uzun yıllara dayanan çarpık bir devrimci anlayış ve onun ürünü olan devrimci tipinin (yazınımızda bu üst tabaka devrimciliği diye adlandırılmıştır) varlığı hareketimizce tespit edilmiştir ve yıllardır da, bu tipin etkisiyle mücadele edilmektedir. Sınıfın devrimci partisinin, bu konuda büyük mesafe kaydederek, diğer tüm “sol”, “sosyalist” akımlardan ayrıştığı da bir gerçektir. Ancak büyük ölçüde zayıflamış olsa da, bu tipin etkileri, saflarımızdan** silinip atılmış değildir. Hâlâ birçok temel faaliyet alanındaki kitleler tarafından kadrolarımıza “dışarıdan gelen adamlar” gözüyle bakılması, düşündürücüdür. Bunun, bütünüyle, profesyonel kadroların yeni bölgelerde çalışmaya başlamaları ile ilgili olduğunu sanmak, tamamen yanılgı olur. Bu değerlendirmelere yol açan temel etken, halk kitlelerine yabancılıktır, bilerek ya da bilmeyerek, kendini, halk yığınlarından, işçi ve emekçilerden ayrı görmektir; bunun, tutum ve davranışlara da yansıması ve çalışma tarzımızı etkilemesidir.
Özellikle genç partili kadrolar, heyecan ve şevkle emekçi kitleler arasına katılıp, onlarla yaşamaya, onların parçası olmaya ve onlardan öğrenmeye çalışmıyor; sade işçiden, halktan gelen uyarı ve önerileri dikkate almıyorsa, ne ölçüde yetenekli olursa olsun, asla gerçek bir proleter devrimcisi, komünist bir militan olamayacağını bilmelidir.
Sadece bu değil; oturuş kalkışımıza, nerede neyin uygun, neyin aykırı olduğuna da dikkat etmek zorundayız. Halkla alay edercesine, yaşanan aşırılıklara ilişkin söylenen “Müslüman mahallesinde salyangoz satmak” ünlü atasözü bu açıdan anlamlıdır. Varsayalım ki, adanmış, bilinçli ve yetenekli bir parti görevlisiyiz; son model arabamızla, büyük kentin kıyılarındaki yoksulluk ve açlıkla boğuşan emekçi semtinin çamurlu sokaklarına daldık, partilileri çağırdık, halktan insanları gördük, sisteme, yoksulluğa, mücadeleye dair doğru-yerinde şeyler söyledik, inandırıcı olabilir miyiz? Hayır olamayız! Bu davranış tarzıyla, kitlelerin, hatta parti çevrelerinin olanaklarını partiye sunmasını talep ettiğimizde de,  inandırıcı-ikna edici olamayacağımızı bilmek için alim olmak gerekmez.
c) Kaderini ve geleceğini sınıfın kaderi ve geleceği ile birleştirme noktasında ortaya çıkan “hesapçı” tutumlar; parti kadrolarının, genç devrimcilerin ezici çoğunluğu, yokluklara, açlığa, imkansızlıklara fedakarca göğüs gerip, varını yoğunu mücadeleden esirgemezken***, bazılarının, sınırlarını da zorlayarak, mal, mülk, ev, yazlık, araba sahibi olmaya, “dünyalıklarını” artırmaya çalışmaları, olanaklarını mücadelenin ve yoldaşlarının ortak kullanımına sunmada açıkça isteksiz davranmaları dikkat çekicidir.
Çoğu zaman profesyonel görevlilerin asgari ihtiyaçlarını karşılamada ve temel zorunlu ajitasyon-propaganda malzemelerini çıkarmada maddi güçlükler çekildiği bilinmektedir. Seçim dönemlerinde, değişik siyasal-ekonomik gelişmelerle ilgili açılan örgütsel kampanyalar döneminde ve bu sıkıntıların doruğa ulaştığı dönemlerde dahi bu konumlarını sorgulamayan, gerekli adımı atmayanların varlığı üzücüdür, ayıplıdır.
Bir sempatizan için neyse de, bir yöneticinin, bir kadronun, fedakarlıkta, bağlılık ve adanmışlıkta kendine sınırlar koyması, meşru görülebilir mi? Buna olumlu cevap verebilmek için, devrimci sınıf partisi olma iddiasını da bir yana bırakmak gerekir.
Bir proleter devrimcinin, partinin ve kitlelerin karşısına belli sorumluluk üstlenmiş biri olarak çıkan kişinin, bu tür hesapları olamaz, olmamalıdır. Herkesçe iyi bilinsin ki, aksini düşünenler, kendilerine gerekçe üretenler, devrimin geçici yol arkadaşı “Abbas yolcular” olmaya mahkumdurlar. Unutmayalım ki; söz konusu eğilim basite alınacak türden bir eğilim değildir; özel mülkiyet edinmeye teşvik, bireysel özgürlük ve bireysel mülkiyet özgürlüğü denilen zehirli propaganda, yüzyıldır dünya kapitalistlerinin sosyalizmi yıkma kampanyalarında, sınıf hareketini ve sınıf partilerini yozlaştırmada başvurdukları başlıca araçtır. Hâlâ bu tutumu savunabilenler, sadece çürümüş kapitalizmin, özel mülkiyeti kutsayan ahlakın ve onun ürünü tüm kötülüklerin misyonerleri olabilirler. Bunun da erdemli bir yanının olmadığı açıktır. Öyleyse, bu konuda atılacak adımın, girişilecek yenilenmenin anlamının büyük olduğu kavranmalıdır.
Kampanya bir fırsattır; partinin çağrısı karşısında dişinden tırnağından sakınıp parti çalışmasını destekleyen işçi ve emekçiler herkese örnek olmalıdır. Bugün değişik meslek grubundan (avukat, doktor, muhasebeci, mühendis, idareci, esnaf, kamu emekçisi vb.) ileri partililerin, partili sendikacıların, kamuda çalışan işçilerin, parti ve mücadeleye sunabilecekleri ciddi olanakları olduğu**** bilinmektedir. Bu konuda, saydığımız kesimler arasında, sade bir nefer tutumuyla görev üstlenmiş, her şeyi ile mücadeleye katılmış partililere bir sözümüz olamayacağı anlaşılmalıdır.
d) Partinin olanaklarını, parti malını hor kullanma ve parti olanaklarına karşı kayıtsızlık; bu gün hâlâ parti aidatlarının toplanmasında sorunlar yaşanması, parti basınının (günlük gazete başta olmak üzere) hak ettiği ilgiyi görmemesi, parti bültenlerinin, bildiri, afiş vb. türü güçlükle üretilip basılan materyalin, parti bürolarında paketleri açılmamış şekilde eskimeye bırakılması, parti binaları, telefonları vb. araçlarının kullanımında yaşanan özensizlik ve umursamazlığın başka bir anlamı olmasa gerek. Herkesten önce parti yöneticilerinin, ileri partili kesimin sorumluluk ve güvencesinde olan ve üzerine titremeleri gereken parti olanakları ve parti malının çarçur olduğu, çürümüş, asalak unsurlarca tahrip edildiği örnekler, bir dönem öncesine göre azalmış olmakla birlikte, tamamen ortadan kaldırılmış değildir.
İşin bir başka yanı ise, yukarıdaki paragraflarda da bir yönüne değindiğimiz, kitlelerin sunmaya açık oldukları potansiyel olanaklara ilgisizlik ve kolaycılığa kaçarak, hazır olanakları hesapsızca kullanma eğilimidir. Çalışma ve mücadelenin acil ihtiyaçlarının karşılanması noktasında tutuk davranıp, imkanların kısıtlılığı ve yokluğu üzerine türlü bahane üretenlerin, iş, bireysel ihtiyaçların (hatta ihtiyaç bile olmayan, piyasa rüzgarlarının ihtiyaçlaştırdığı şeyler için borçlar bulunması, krediler çekilmesi örnekleri az değil) karşılanmasına gelince, kolaylıkla, “kırk” bağlantı, ilişki ve olanağı hemen bulup seferber edebilmesi ilginç değil midir?
Kampanyanın tüm bu cephelerden de tatmin edici ilerlemelere vesile olabilmesi; başta aidatların ödenmesi ve toplanmasında daha disiplinli davranılması, daha çok sayıda kişiden düzenli bağış alınması, her ileri partilinin çevre olanak ve ilişkilerini  mücadelenin hizmetine daha fazla sunması, ilişkiye geçilen emekçi kitlelerin sunabilecekleri çok çeşitli olanakların yaratıcı bir şekilde keşfedilip, mücadelenin ihtiyaçlarını gidermede daha ustalıkla kullanılması ve her türden parti malının bir nevi “kutsallık” olduğu, partililere emanet edildiği bilinç ve sorumluluğu ile hareket etmede alınacak mesafeye bağlıdır.

SONUÇ OLARAK
Son üç-dört kampanyanın hedeflerini tutturmada sorunlar yaşandığı biliniyor. Hedef konulurken; pek çok şeyin dikkate alınmadığı; çalışmanın durumuna, ulaşılabilecek kitlelere ve bu kitlelere nasıl ve hangi araçlarla ulaşılacağına bakmadan, masa başında belirlendiği durumlar da olmuştur. Ancak beklenen başarıya ulaşamamanın gerçek sebebinin bunlar olmadığı, hedefler ezbere de saptanmış olsa, gerçekleştirilmesi imkansız hedefler olmadığı aşikardır.
Şimdiki kampanyanın hedefi de öyledir, dahası, sınıfın devrimci partisinin geçmiş başarılarına; işçi ve emekçilerin, partiyi, fedakarlık örnekleri ile dolu sahiplenmesine baktığımızda, iddialı bir hedef olmadığını kabul etmeliyiz. Dünün örneklerini hatırlayalım; kitleler arasına güvenle, cesaret ve iddia ile gittiğimiz pek çok durumda, hem de parti görevlileri konu etmeden, pek çok işçinin, emekçinin, düğün takılarını, yıllık ikramiyelerini, maaşlarının yarısını, zor günler için bir köşeye koydukları tüm birikimlerini ya da birikimleri yoksa, kendilerinin yıllarca ödemeyi kabullendikleri krediler çekip, büyük bir mutlulukla partiye bağışladıkları sayısız örnek vardır.
Yazı boyunca konu edip irdelemeye çalıştığımız sorunlarımızın üzerine kararlılıkla gittiğimizde görülecektir ki, saptanan hedefe ulaşmak bir yana, onu, üçe, dörde katlamak bile hiç de zor olmayacaktır.
_____________________
* Tek sebep bu değildir elbette; tecrübesizlik, yeteneksizlik, kendine güvensizlik vb. de, bunda etkilidir.Ancak, bizce, en önemlisi ve en tehlikelisi, küçük burjuva bir tutum olarak, işçi-emekçi kitlelere güvensizliktir.
** Söylenenlerden, kendisini, “devrimci” ve “sosyalist”gören akımlar arasında, kadroları halka en bağlı, halkçı özellikleri en gelişkin, ezici çoğunluğu işçi-emekçi halkın parçası olarak yaşayan hareketin partimiz olduğunu yadsıdığımız anlamı çıkarılmamalıdır.
*** Olması gereken, doğal olan da budur. Çünkü; özel mülkiyetle bağları koparmak, sınıf davasına adanmanın, işçi sınıfı devrimcisi olmanın son değil, ilk adımıdır.
**** Bu kesimlerin mücadeleye katkıları ve sunabileceklerinin, maddi olanaklarla sınırlı olduğunu düşünmüyoruz elbette. Tam tersine, toplumsal konumları, kitleler üzerindeki etkileri, konumlarından kaynaklı geniş çevreleri ile birlikte yapabileceklerini hesaplayarak, bunu söylüyoruz.

Sendikalaşma hareketi”nin başlıca özellikleri ve taşıdığı önem uzerine bazı notlar

Bilindiği gibi, son bir yılı aşkın dönemde işçi hareketinde öne çıkan eğilim, hareketin kendini büyük ölçüde sendikalaşma girişimleri ile ifade etmiş olmasıdır. Aynı zamanda, son aylarda iyice yoğunlaşan sendika arayışı içindeki işçilerin ezici çoğunluğunu genç işçilerin oluşturduğu da bir gerçektir. Gerçeğin bir başka yanını da, sendikalaşmak isteyen işçilerin, en yakınlarındaki sendikal merciden (hangi konfederasyona bağlı olduğuna, nasıl bir sendika olduğuna pek de bakmaksızın) “fikir almalarıyla” başlayan sendikalaşma mücadelesinin, işçi hareketi ve sendikal harekette oynayabileceği önemli rol oluşturmaktadır. Üzerlerine ölü toprağı serpilmiş mevcut sendikaların son aylarda kıpırdanması, “örgütlenme seferberlikleri”, “zincirleri kırma kampanyaları” açmaları, işçi yığınlarının dipten gelen çağrı ve istemlerinden etkilenmeleri ve bir türden karşılık vermeleri, buna ilk elden kanıttır.
Başta tekstil, metal, gıda vb. işkollarında, işletmelerde ve organize sanayii bölgelerinde kötü çalışma koşullarına, haksızlıklara karşı, genç işçilerin, çıkış yolu ararken, “sendikalaşma”dan başka seçeneğin olmadığı fikrinde birleştikleri görülmektedir. Uşak’ta, tekstil sektöründe kitlesel olarak başlayan, işçi ve emekçi hareketini bölgesel olarak etkileyen “sendikalaşma eylemi”nin, dün Çorum’da toprak işçilerinin birikmiş sorun ve taleplerini sendikalaşarak çözüme kavuşturma çabasına, bugün Kıraç’ta, Denizli’de, Tokat’ta, Çerkezköy’de, Çorlu vb. şehir ve bölgelerde binlerce işçinin sendikalaşmayı tartışmaları ve örgütlenme girişimleri eklendiğinde, işçi ve sendikal hareketin geleceğini derinden etkileyebilecek bir enerjinin açığa çıkacağı yadsınamaz  biçimde görülecektir.
Elbette on binlerin kitlesel olarak mücadeleye atıldığı koşullarda, burjuva sendikal akımların ve onların sınıf içinde dalgakıran rolü üstlenmiş bürokratlarının taktiklerinde “değişiklikler” olacağı da bilinmelidir. Nitekim, düne kadar sendikalaşmak isteyen işçiler, “sendikacıların” ayağına kadar gittikleri halde koltuklarından kalkmaya dahi tenezzül etmeyerek, işçilere, “bu yasalarla sendikalaşmak zor” korkulukları sallayan, işçilerin, sendikayı zorlayıp, fiili mücadeleye çektiği yerlerde, patron ve uşakları ile işbirliği halinde, öncü, mücadeleci işçiyi jurnalleyerek işten attıran “sendikacı” kisveli bürokrat-işbirlikçi takımı, bugün de, örgütlenen genç işçilerin, parti örgütçülerinin karşısına değişik rol ve kılıkta çıkacaklardır. Sendikal bürokrasinin işbirlikçi varlığı, kuşkusuz, sınıfın örgütlenme ve mücadelesi açısından küçümsenmeyecek bir tehlike olmayı sürdürmektedir.
Yıllardır sendikaların tabanında ve işçi yığınları içinde sınıf talepleri etrafında sermayeye ve sendikal bürokrasiye karşı sürüp gelen mücadele çizgisi, her dönem değişik burjuva taktiklerle zayıflatılarak boğulmuş, bugünkü harekete öncülük edecek güçlü bir sınıf sendikacılığı çizgisine dönüşememiştir. Her ne kadar ülkenin bir çok sanayi merkezinde kurulan platformlar ve birlikler, zaman zaman işçi yığınlarının bürokrasiye karşı duruşunu da içinde barındıran bir özellik taşısa da; genç işçi kitlelerinin güncel örgütlenme hareketine rehberlik edebilecek, sendikalaşan “tecrübesiz” işçi yığınlarını bürokrasinin tuzaklarından koruyacak derinlik ve sağlamlıkta bir yapılanmadan yoksundur. Böyle olunca; bir dönemin “muhalefet” önderleri, genç işçilerin mevcut sendikaların saflarında örgütlenmeye çalışmalarını “tehlikeli” ve “bürokrasinin ağına düşmek” olarak değerlendirmekte; yine buna paralel olarak, sendika ağalarının gazabına uğramış işçilerin bazıları da, “sendikalaşmama”nın daha akıllıca bir iş olacağını yaymaktadırlar. Bu ayaküstü geliştirilen sığ görüşlere, sınıf dışı küçük burjuva “sol”, Troçkist tasfiyeci akımların “gangster sendikacılara karşı sert mücadele etme” propagandası da eklenince, mevcut sendikalarda örgütlenmenin bir anlam taşımayacağı, bu koşullarda, örgütsüzlüğün örgütlülüğe tercih edilmesi gerektiği sonucuna varılmaktadır. Dahası; sendikalaşma eğilimi taşıyan, örgütlenme ve mücadele etme bilincine ilk defa uyanan genç işçiye, sendikaların ve sendikalaşmanın “öcü” olarak lanse edilmesiyle bağlantılı olarak; “kirlenmemiş” sendika kurma-arama anlayışlarıyla yaratılan kafa karışıklığı, bugünün mücadelesi açısından önemli handikaplardır.
Kaldı ki, parti görevlilerinin dahi (yazılarına yansıdığı kadarıyla), fabrika çalışmasının değişik evrelerinde karşılaştıkları sendika bürokratlarının entrikalarından yakındıkları, yaka silktikleri bilinmektedir. Belli bir sanayi havzasındaki çalışmamızın her hangi bir sendikayla temasa geçmesinin devamında yaşanan yetki karmaşası ve bürokrasinin izlediği yol, işçilerin beklentiye itilmesinin yarattığı moral bozukluğu, sendikanın işin içine girmesiyle oluşan kaosta parti ve örgütçülerimiz aleyhinde geliştirilen “dışardan gelenlerden uzak durun” propagandasının işçiler arasında etkili olması, elbette can sıkıcı bir durumdur. Buna rağmen, işçilerin sendikalaşma eylemini, “sendikacıların gerçek yüzünü işçilere kavratma” görevinin sonrasına erteleme tavrı doğru değildir.
Yenilgiyle sonuçlansa dahi; işten atılmayı bile göze alan yüzlerce, binlerce genç işçi, “sendikalaşma eylemi” içinde, -sınıf bilinçli sınıf kardeşlerinin de katkısıyla- ister istemez bir bilinç dönüşümü yaşayacaktır. Kuşkusuz ki; işçi tabanında biriken öfke ve örgütlenme isteğinin sendika bürokratları eliyle küllenmesinin önüne geçilmeli; işçi kitlelerinin, patronların ve uşaklarının saldırılarına, burjuva sendikal akımların mücadeleyi yenilgiye götürecek taktiklerine karşı koyabilecekleri sağlamlıkta örgütlenmeler (sendikalaşma komiteleri, sanayi bölgelerinde dayanışma komiteleri vb.) yaratılmalıdır.
Ancak pratiğin de gösterdiği gibi; hareket, her zaman bizim işaret ettiğimiz doğrultuda gelişmemektedir. Sendikalaşma fikri, bir anda patlak vererek pratiğe dökülmekte ve mevcut sendikalarla ilişki kurulmakta; doğal olarak, işçiler, ilişkiye geçilen sendikacılar hakkında hiçbir bilgiye sahip olmadıkları gibi, mücadelenin yol ve yöntemlerini onlardan öğrenmektedirler. Bolu Bol-Pat işçisi, mektubunda, “direnenler her zaman kazanmaz, ama direnmeden de kazanım olmaz” sloganıyla ifade edilen bir yıla yakın süren direnişin, sendikalaşmayla sonuçlanmasının öyküsünü dile getirirken de, Çerkezköy’de, DİSK-Tekstil sendikasında örgütlenmek için yola çıkan işçiler, “sendika namusumuzdur”, “savaş başladı; ölmek var dönmek yok” derken de, “sendikacıyı”, sendikadan ayırmamaktadır. Evrensel’in mektup köşesinde yayınlanan işçi mektuplarından da anlaşıldığı gibi, bu eylemlerin örgütleyicilerinin büyük bir kesimi, genç, aynı zamanda, sendikal hareketin ve mücadele tarihinin birikim ve derslerinden bihaber, dinci-sağcı ideolojik-siyasal görüşlerin etkisi altındaki işçilerdir. Patronların saldırılarına karşı örgütlenmeye soyunan bu işçi kitlelerinin, sınıfın devrimci partisinin örgütçülerinin yardımına ne kadar ihtiyaç duyduğunu, yine, bizzat sanayi bölgelerinde faaliyet yürüten parti örgütçüleri bilmektedir.
Sendikalaşma hareketlerine yardımcı olmanın sorunları her durum ve alanda farklılıklar gösterse de, dikkate alınması gereken bazı noktaları şöyle sıralayabiliriz:
a) Nasıl gelişirse gelişsin, işçi kitlelerinin “sendikalaşma eylemine” destek verilmeli ve yardımcı olunmalı,
b) Hangi konfederasyonla, hangi sendika şubesinin görevlisiyle nasıl bir ilişki kurulacağı, örgütlenen işçilerin istek ve eğilimi ile bağlantılı olsa da, esas olarak, sınıf mücadelesinin uzun vadeli çıkarlarına göre tercihler önerilmeli,
c) Sendikal bürokrasiyi, “bunlar haindir” sloganıyla teşhir ve tecrit etmenin imkansız olduğunu bilerek; onlara karşı verilen mücadeleyi, burjuva gerici ideolojik-kültürel kuşatmanın işçiler üzerindeki etkisine karşı mücadeleyle birleştiren parti-sınıf çalışmasının uzun erimli bir görevi olarak kavramalı,
d) Sendikalaşma hareketlerinin yarattığı kaynaşmanın (işin başında sendika bürokratları olsa da) sınıf partisinin çalışmasına devasa bir olanak sunacağını bilerek; örgütlenme, propaganda ve ajitasyon araçlarının kullanımı, yeni durum ve ihtiyaçlara göre düzenlemelidir.

GENÇ İŞÇİNİN SENDİKALAŞMASININ İŞÇİ-EMEKÇİ HAREKETİNE SUNDUĞU OLANAKLAR
Gelişmelerden de anlaşılacağı gibi, her zaman istenilen ve öngörülen pürüzsüz bir düzlemde ilerleme şansımız yoktur. Sendikalaşma biçiminde tezahür eden işçi hareketinin özgünlüklerine göre mevzilenmek; mevcut sendikalara genç işçilerin kitleler halinde gelmesinin yaratacağı şu avantajları şimdiden görmek ve tarif etmek gerekirse:
Birinci olarak; on binlerce genç işçinin mevcut sendikal merkezlere birbirini izleyerek üye olması, üyelik ve yetki süreci içinde yaşanan direniş, mücadele istek ve azmi; uzun süredir moral bozukluğu, bölünmüşlük, yılgınlık içinde bekleyen yüz binlerce sendikalı işçiyi dürtükleyerek ayağa kaldıracaktır. Bunun anlamı; genç işçilerin enerji ve cesaretinin oluşturduğu atmosferin sınıf ve sendikal mücadeleyi sorgulatarak, genç ve yaşlı işçinin, kendi talepleri uğruna sendikalarında yeniden, içerden örgütlü hale gelmenin yol ve yöntemlerini arayacağıdır.
İkinci olarak; on binlerce işçinin bir arada çalıştığı organize sanayi bölgeleri ve sanayii havzalarında bazı fabrikaların sendikalaşması, o bölgede hükmünü sürdüren ve kölece çalışma koşullarını kadermişçesine dayatan patron örgütlerinin çözülmesini de beraberinde getirecektir. Pratik olarak örgütlenmiş, çalışma ve yaşam koşullarını değiştirmiş sendikalı fabrikalar, diğer işyerleri için örnek teşkil edecek, patronların, birlik halinde, eski koşulları dayatmaları zorlaşacaktır.
Üçüncü olarak; hükümet ve sermaye güçlerinin yoğunlaşan saldırılarına karşı birleşik bir güç olarak hareket etmenin daha da acilleştiği şu günlerde, fabrika ve işletmelerde birliğin temellerini örgütlemenin taze dinamikleri olarak görev almada tereddüt göstermeyecek genç işçi kitlesi; bir yandan, üyesi olduğu sendikanın, diğer sendika ve konfederasyonlar karşısında beslediği rekabetçi düşmanlıkların panzehiri, diğer yandan, işçi emekçi kamuoyunda itibarını yitirmiş sendikaların, yeniden canlanmaları ve ayağa kalkmalarında “can simidi” rolü görecektir.
Dördüncü olarak; partinin örgütlenmesinin ve öncü güç olarak görevini layıkıyla yerine getirmesinin temel dayanaklarından olan sendikal örgütlülüğün, genç işçiler eliyle yeniden inşasının oluşturduğu avantajları anlamak ve kavramak gerekir; partinin çeşitli organlarının, fabrikalarda çalışan genç proleterlerle beslenmesinin önünü de açan bu gelişme, işçiler içinde yürütülen devrimci parti çalışmasının meyvelerinin toplanmasında da sağlam bir zemin oluşturacaktır.

SONUÇ OLARAK
Sınıf partisi ve onun işçi kitleleri içinde çalışma yürüten kadroları açısından, gelişmelerin, zengin bir malzeme sunduğu kuşkusuzdur. Sendikalaşma biçiminde şekillenen ve pek çok özgünlükler barındıran dönemsel işçi hareketi, sınıfı anlama, onun başlıca özelliklerini tanımada, partili militanın devrimci eğitimi açısından da, çok önemli dersler barındırmaktadır. 
Bilmeliyiz ki, hiçbir sendikalaşma girişimi, aslında, işletme ve fabrikada başlayıp biten basitlikte değildir; üretim alanında, “güler yüzlü” patron ve vekillerinin, ustabaşıların, işçi aristokrasisinin gerçek yüzü daha net görünür, “tarafsız” hükümet görevlilerinin, polis ve jandarmanın, mahkemelerin uygulamaları, sade işçinin sistemle ilgili yanılgılarını açığa çıkarır ve gözündeki perdeyi aralar. Fabrikada, atılan ve atılmayan işçiler arasında “sağlamlar ve çürükler” ayrıştırılır.
Hele bu süreçte, aynı işkolundaki işçilerle, aynı sanayi bölgesindeki diğer işçi ve emekçilerle maddi-manevi dayanışmalar örgütlenmiş, fabrikaları-işyerlerini saran yoksul emekçi mahallelerinin desteği alınmışsa, bu, burada, çalışmaya katılan devrimci parti örgütçülerinin işçi ve halk hareketinin sağlam köklerine tutunduğunu gösterir.
Patronların baskısına, sendika bürokrasisinin ihanetçi tutumuna rağmen gelişen “sendikalaşma eylemlerinden”, her kesim kendi sınıfsal konumuna göre yararlanmaya çalışmaktadır. Bu yeni durumdan, her türden bürokrat sendikacı kliği, çürüyen ve dağılan mevcut sendikal sistemin ömrünü uzatmanın bir dayanağı olarak yararlanmayı umarken; bazı sınıf dışı küçük burjuva “sol” akımlar, işçi yığınlarının talep ve istemlerinden, mücadelenin birliği ve geleceğinden ziyade, kendi gruplarının reklamını esas alan istismarcı bir yol tutmuştur.
Devrimci sınıf partisinin örgütçüleri ve her kademedeki partili sendikacılar*, önder ve genç işçilerin ateşli coşkusuyla birleştikleri, sendikalaşma taleplerini ara vermeksizin yaygılaştırdıkları, gelişmelerin ve mücadelenin çeşitli aşamalarında “hareketin önderlerine” yön vermede ustalaştıkları oranda, her türlü akımın bozgunculuğuna, sendika bürokratlarının gelişen hareketi denetleyip yozlaştırma çabalarına ve ihanetlerine engel olabileceklerdir. 
En önemlisi de; “sendikalaşma hareketi” ve genç önderleri ile kurulacak böylesi bir ilişki, hareketin ileri kesimlerinin bilincini, sosyalist bilinç düzeyine ilerletmeyi; öne çıkardığı genç işçi önderlerini, bölünüp dağılmadan partide örgütlemeyi de mümkün kılacaktır.
___________________
* Sendikalaşma hareketi, belki de herkesten çok, partili sendikacıların dikkatini çekmelidir; partili sendikacılar, sınıfın genç kuşağının bu girişimini, kendi konum ve tutumlarını yeniden sorgulamak için fırsat bilmelidir. Harekete daha ileriden ve sorunlarını aşmış olarak katılabilmek, bunu gerektirmektedir.

Birimlere dayalı çalışma ve gençlik mücadelesi

Emek Gençliği’nin 21-28 Ağustos tarihleri arasında yaptığı eğitim kampı gençlik çalışmasının birçok yönüyle tartışıldığı ve önümüzdeki dönem yapılacak çalışmanın temellerinin belirlendiği bir kamp oldu.
Gençlik yığınları içinde yürüttüğümüz çalışmanın ortaya çıkarttığı sonuçların değerlendirildiği seminerler ve toplantılar, gençlik örgütümüzün nerelerde zayıflıklar gösterdiği ve hangi sorunları çözmesi gerektiğini de açığa çıkarttı.
Bu kamp sonrasında illerde yapılan değerlendirme toplantıları da tartışmanın kampa katılamayan gençleri de kapsayacak şekilde derinleştirilmesine olanak sağladı. Bu yazıdaki amacımız, çalışmanın iyi giden, olumlu yanları üzerinde durmak değil, ama yapılan değerlendirmelerde ortaklaşılan ve öne çıkan aksayan yanları –tamamen anlaşılır kılmak ve düzeltilmelerini kolaylaştırmak üzere “köşeli” hale getirip– bütünlüklü şekilde ele alarak, tartışmanın, bundan sonra bu zemin üzerinde gerçekleştirilmesini sağlamak olacak. Yapılan tüm toplantılarda söz alan arkadaşların ağırlıklı olarak yaptıkları tespitlerden başlarsak:
“Ortalık çalışmasından kurtulamıyoruz, sadece gazete satıp, bildiri dağıtıp, afiş asıyoruz.”
“Örgütlü olmayan gençlerin karşısında farkımızı koyamıyoruz. Küçük burjuva siyasi çevrelere nasıl bakılıyorsa, bize de öyle bakılıyor. Marjinal bir grup gibi içimize kapanıyoruz.”
“Her alanın kendine özgü sorunları ve tartışma gündemleri olmasına rağmen, her yere genel bir propaganda götürüyoruz.”
“Kafamızdaki şablonlarla hareket ediyoruz, alanın ihtiyaçlarını göz önünde bulundurmuyoruz.”
“Kaba eleştiricilikten kurtulamıyoruz, derme çatma bilgilerle tartışmalara dahil olmaya çalışıyoruz.”
“Takvime bağlı bir çalışma yürütüyoruz, kendimizi her eyleme katılmak zorunda hissediyoruz.”
Ankara ve Adana üniversiteleriyle yapılan toplantılarda ifade edilmiş olan bu değerlendirmeler, birçok ilde farklı biçimlerde ortaya konulmuş da olsa, özde ortak değerlendirmeler olarak, üzerinde durulmayı hak ediyor.

ÇALIŞMA TARZI VE SONUÇLARI
Bütün değerlendirmelerin ortaya çıkarttığı sonuç, bize bir atasözünü hatırlatıyor. ‘Gideceği limanı bilmeyen bir gemiye hiçbir rüzgar yardımcı olamaz.’ Hedefleri belirlenmemiş, talepleri netleştirilmemiş, bir sonra atacağı adımı hesaplamadan yapılan bir çalışmanın ortaya çıkarttığı ortak sonuçlar olarak gözüken değerlendirmeler, birimler temelinde yürütülmeyen çalışmanın gençlik örgütünü içine çektiği girdaptaki tartışmalar olarak, kendi etrafında dönenerek, yıllardır devam ediyor. Sonuçta, doğada ve toplumda hiçbir şey olduğu gibi kalmadığı için, bir yandan bazı değerler yıpranırken, çalışma tarzı ve örgüt fikri, örgüte yeni katılan gençlere de aynı şekilde geçiyor. Nedir bu çalışmadaki zayıflıklar ve ne gibi sonuçlar doğurmaktadır?

Maddeleştirerek ortaya koyarsak:
1) Birçok yerde örgütlerimiz farklı fakültelerde okuyan tüm gençleri bir birim olarak ele alırken, en ileri örneklerde dahi, bunun ötesine pek geçilemiyor. Bu tarz, çalışmanın, pratikte olduğu gibi, fikirsel anlamda da genelleşmesine neden oluyor. Üniversitenin ya da bir başka alanın içinde olmamıza rağmen propagandamızın “dışarıdan” bir tarzda yürütülmesine neden oluyor. Bunu, yazılan birçok bildiri ve propaganda aracında somut olarak görebiliriz. Kendi bölümüne ya da alanına dönük daha özel ajitasyon ve propaganda çalışması yürütmedeki darlıkların birçoğu da bu tarz örgütlenmeden kaynaklanıyor.
2) “Bir-iki kişilik birim mi olur, bu gençler burada yalnız kalır ve örgütle bağları zayıflar, zamanla koparlar” kaygısıyla, buralardaki gençler, alanlarından alınarak başka alanlarda görevlendiriliyorlar.
3) Organ toplantıları, katılıma bakılarak, arka arkaya iptal ediliyor ve zamanla sadece ihtiyaç duyulduğunda toplanılır hale geliniyor. Burada “ihtiyaç”tan kasıt, gelen bildirilerin ve afişlerin nasıl dağıtılıp yapılacağının planlanması oluyor.
Organların ele alınışına dair bu yanlış yaklaşımlar beraberinde birçok sorunu da getiriyor. Bu tarzda oluşturulmuş organlar, doğal olarak alanlarındaki tartışmaları yakından takip etme, kendi alanına dair bir tartışma yürütme ve kendi araçlarını yaratmayı başaramazken, toplantılar da, daha çok, yapılacak bir eyleme nasıl katılınacağı veya materyallerin kimler tarafından dağıtılacağının planlandığı toplantılara dönüşüyor. Başta ortaya konulan tespitlerden biri olan, her bölümün kendine özgü sorunları ve tartışma konuları olduğu gerçeği ise, bu biçimde oluşturulmuş organların gündemine girme ve yapılacak çalışmanın bunun üzerinden tartışılma şansını yitiriyor. Böyle bir organda, üniversitede çıkan dergiler, yapılan paneller, yayılmaya çalışılan burjuva ideolojik safsatalara karşı nerden müdahale edilmesi gerektiğine dair bir planlama ve eğitim olanağına da sahip olunamıyor.
Böyle bir örgüt çalışması ise, bilimin ve bilginin tamamen sermayenin çıkarlarına sunulduğu burjuva ideolojik üretim merkezleri haline getirilen, dolayısıyla, aydınlanmanın ve ideolojik mücadelenin en ileri örneklerinin verilmesi gereken üniversitelerdeki tartışmalara, gençlik örgütünün, ancak, derme çatma, kulaktan dolma bilgilerle katılmaya çalışmasını beraberinde getiriyor. Bu şekilde yürütülen faaliyette, tabii ki, gazete, teorik ve kültürel yayınlar ve hazırlanan bildiri ve afiş gibi materyaller; hem çalışmada kullanılmaktan çok, satışı yapılan herhangi meta gibi ele alınmaya başlanıyor, hem de yürüyen tartışmalara daha derin bilgilerle katılmanın, müdahale etmenin araçları olarak kavranamıyor. Böyle bir çalışma, beraberinde “ortalık çalışması” tartışmasını getirirken, “ortalık çalışması” olarak ilan edilen bir faaliyetin ajitasyon ve propaganda araçlarının da külfet olarak görülmesi ve “gereksiz” ilan edilmesine neden oluyor.
Tam da burada dikkat edilmesi gereken bir başka nokta ise, “sınıflara girip ne yapacağız, onu da yaptık, aynı sonuçla karşılaştık” biçiminde yapılan bazı değerlendirmeler oluyor. Sorunu yukarda tarif ettiğimiz tarzda ele almadığımızda, sınıflar, sadece ders görülen alanlar haline dönüşüyor. Alınan eğitim ve yürütülen tartışmaların hangi sınıfın çıkarı doğrultusunda gerçekleştiği ve hangi bölüm olursa olsun bir ideolojik mücadelenin –devrimci müdahalenin gerçekleşmediği koşullarda da– kendiliğinden sürdüğü ve her gün süren bu mücadelenin, militan genç devrimcilerin müdahalesine bağlı olarak şekilleneceği, tam da bu noktada, ajitasyon ve propaganda materyalleri ve sosyalist yayınların anlam bulduğu gerçeği görülemiyor.
Böylesi bir organ tarzında karşımıza çıkan başka bir sorun ise, akademisyenlerle kurulan ilişkide açığa çıkıyor. Alanlarındaki tartışmalara uzaklaşan, organlarında bu çalışmanın nasıl yürüyeceğine dair bir planı olmayan örgütler, akademisyenlerle kurduğu ilişkiyi sadece yayınların götürülmesine indirgiyor ya da onlara bir ‘eylem’ anında, ihtiyaç olursa gidiliyor. Çoğu zaman da, böylesi bir ele alış, derslerine giren akademisyenlere yayınların başkaları tarafından götürülmesi gibi garip durumlara dahi neden oluyor. Bilim adamlarıyla bu şekilde kurulan ilişkinin düzeltilmesi, onların birikimlerinin gençlik çalışmasının birikimi ve dayanağı haline getirilmesi, ancak ve ancak, en başta gençlik örgütü ve militanlarının, bilim adamlarıyla, onların uzmanlık alanları üzerinden bir ilişki geliştirmesi ve bu ilişkinin istikrarlı bir biçimde yürütülmesiyle mümkün olabilir. Akademik çevrelerle kurulacak ilişki böylesi bir düzeye çekildiğinde, üniversitelerde, toplumcu bilim adamlarının zamanla birikimlerini emekçi yığınlara sunmaları olanaklı hale gelebilir.
Örneğin emek platformu döneminde iktisatçılarla kurduğumuz ilişkinin buna uygun olması, bugün günlük işçi basınında yazan ve sınıf partisinin saflarında yer alan akademik çevreleri oluşturmuştur.
“Okumak gıdadır, okuyan insanlık bilen insanlıktır.” (V. Hugo) “Her okur bir lider değildir; fakat her lider bir okur olmalıdır.” (Harry Truman ) Bu iki sözün sahibinden ilki ünlü bir yazar, ikincisi ise, atom bombasının İkinci Dünya Savaşı sonunda atılması emrini veren ABD başkanıdır. Konumuz, tabii ki, onlar üzerine tartışma yürütmek olmayacaktır. Burada derdimiz, akademik alanda yürüteceğimiz çalışmanın zorunlu koşullarından biri olan okuma ve araştırmaya, öğrenmeye tutkun bir örgüt olmayı sağlamak olmalıdır. Akademik alanda yürütülecek çalışmada bunun koşullarını oluşturmak, bir yandan gençlik örgütünde ihtiyaca ve düzeye uygun istikrarlı bir eğitim çalışmasının yerleştirilmesi ve öte yandan genç militanların okuma alışkanlıklarını geliştirme ve bunun düzenli takibiyle olanaklıdır. Organlara dayalı bir çalışma olmadan, gençlik örgütünün niteliğini yükseltme olanaksızdır.

AKADEMİK MESLEKİ ÖRGÜTLERDE ÇALIŞMA
Gençlik örgütümüz, bir dönemdir kol-kulüp, ÖTK, TÖK, meslek odalarının gençlik kolları üzerindeki çalışmaların önemi üzerine duruyor. Bu, gençlik örgütümüzün bu alanlara doğru bir yöneliminin olmasıyla birlikte, pratikte de bir anlam bulmaya başladı. Geçen sene yürütülen Tıp Öğrenci Kolu (TÖK) çalışması ve fazla olmasa da kimi kol ve kulüplerdeki çalışmalarımız, bu nedenle önemli. Ancak yukarıda belirtilen nedenlerden kaynaklanarak, bugünkü çalışmalarımızın istenilen düzeyde olmadığını da söylemeliyiz. Savaş sürecinde gençlik örgütümüzün kol, kulüp ve ÖTK’ları bir araya getirmedeki başarısı, bugün yönelimimizin doğruluğunu ortaya koyarken, diğer yandan ise, bu alanlardaki çalışmaların daha da yoğunlaşması gerektiğini gösteriyor.
ÖTK’ları kullanma ve bu alana dönük müdahalelerin zayıflığı; ÖTK seçimlerine endeksli, seçimlerin kazınılıp kazanılamamasına sıkıştırılan bir çalışmayı da beraberinde getiriyor. Temsilciliklerin kazanıldığı yerlerde ise, sınıfla ve diğer temsilcilerle ilişkiyi geliştirip, talepler üzerinden bir çalışma yürütülmesinde sıkıntılar var. Tek bir ÖTK temsilcisinin bile önemli bir etken olduğu unutuluyor, gençlik çalışmamızın bütünü içerisinde ÖTK çalışması bir yer edinemiyor. Oysa iki çalışma birbirini güçlendiren tarzda ele alındığında, bir ya da iki ÖTK temsilcisine sahip olunmasının üniversite mücadelesindeki belirleyiciliği görülecektir. Anlaşılacağı üzere, temsilci seçiminin kazanıldığı yerlerdeki çalışma ile bunun başarılamadığı yerlerdeki çalışma arasında bir fark olmuyor. Temsilcilik kazanılamayan yerlerde ise, seçilen temsilciliklerin zorlanması ve beraber çalışmanın sağlanmasına yönelik bir çabanın olmadığı aşikar.
ÖTK’larda yürütülen çalışmadaki sıkıntılar, kol ve kulüpler açısından, özü aynı olmak üzere, farklı bir biçimde yaşanıyor. Üniversitelerde var olan kulüpler içerisinde çalışma yürütmek yerine, içerisinde bütünüyle ya da çoğunlukla Emek Gençleri’nin bulunduğu kulüp kurma tarzı, kulüp ve kol çalışmasındaki bakış açısının zaaflarını gösteriyor. Üniversitelerdeki liberal ve burjuva akımların temsilcileri olan kariyer kulüpleri karşısındaki pozisyonumuz, bunlarla girdiğimiz polemik ve karşı bir cephe örgütlemedeki zaaflarımız ise, kavrayıştaki diğer bir sıkıntılı yanı oluşturuyor. Oysa ki, bugün kariyer kulüplerinin karşısında belirli bir güç oluşturabilecek bir üniversite gençliği kulüplerde bir araya gelmiş durumda.
Diğer bir çarpıcı yan ise, yönetiminde bulunduğumuz ya da bizzat kurduğumuz kulüplerde dahi yıl içerisinde bir-iki etkinlik yapılmış olması ve kulüplerin kendi üyeleri içindeki tartışmalardaki zayıflıklar olarak öne çıkıyor. Emek Gençliği’nin kendi bağımsız çalışması ile kulüp çalışması arasındaki çizginin belirsizleştiği bir çalışma tarzında, bu, kaçınılmaz bir sonuç olarak karşımıza çıkıyor.
Başta Emek Gençliği üniversite örgütleri olmak üzere, bütün örgütleri tarafından, çalışma yürütülen bütün alanlarda idealizme karşı materyalizmin savunulması ihtiyacı da düşünüldüğünde, var olan ama içinde çalışma yürütmenin başarılamadığı ya da reddedildiği kulüplerin, öğrencilerin yoğunluklu olarak gidip geldiği kulüpler olduğu bilinerek, bu kulüplerde çalışma yürütülmesi ve kariyer günleri ya da burjuva propagandacıları karşısında sosyalist bakış açısının savunulmasının önemini, hem eğitim kampı hem de ardından yapılan toplantılar ortaya koymuştur.
Her alanda yürüttüğümüz gençlik çalışmalarımızın eksikleri, hataları ve olumlu yönleriyle birlikte ele alındığında, önemli bir dönemde olduğumuz görülecektir. Birimler temelinde yürütülen organ çalışmalarımızın güçlendirilmesi, zaaflarını aşarak daha ileri hamleler yapabilmesi, gençlik örgütümüzün her düzeydeki kararlı, ısrarcı, militan tutumuyla kuşkusuz sağlanacaktır.

Esnekleşme ve ev eksenli çalışma

Son yıllarda ulusal, uluslararası örgütlerin ve sendikaların, IMF’nin, Dünya Bankası’nın, UNDP’nin (Undeveloped Nations Development Project – Birleşmiş Milletler Kalkındırma Programı), akademik çevrelerin, devletlerin, hükümetlerin ilgisinin merkezine oturmaya başlayan bir konu var: Ev eksenli üretim, ev eksenli çalışanlar. Özellikle son birkaç yıldır, konu hem Türkiye’de hem de dünyada oldukça fazla tartışılıyor, araştırılıyor, üzerine yorumlar yapılıyor, ev eksenli çalışanlara dair projeler geliştiriliyor. Peki nasıl oldu, ne oldu da ev eksenli üretim ya da ev eksenli çalışanlar, öncesinde olmadığı kadar yoğun bir biçimde pek çok çevrenin gündemine oturdu ve tartışılmaya başladı? Hiç kuşkusuz “görünmeyen emeğin” artık görülmesinde, ev eksenli çalışanların sayısının dünya ölçeğinde milyonlara ulaşması ve ev eksenli üretimin belirgin ve yaygın bir model olarak ortaya çıkmasının bir etkisi var. Özellikle ILO, Dünya Bankası, IMF, BM gibi örgütlerin konuya yaklaşımları, yine aynı örgütlerin yoksulluğa yaklaşımlarından farklı değil. Nasıl ki, yoksullukla mücadele adı altındaki çeşitli araştırmalar ve sonucunda ortaya çıkan yoksulluğun çözümüne yönelik proje ve uygulamalar, “yoksulların ve yoksulluğun rehabilitasyonu, kontrol altına alınması”nı amaçlıyorsa, ev eksenli çalışmaya da benzer bir mantıkla yaklaşılıyor. Ev eksenli çalışanların “tespiti ve durumlarının iyileştirilmesi” adı altında geliştirilen projeler, bir bakıma, “rayından çıkan”, hızla enformalleşen (kayıtdışılaşan) sermayenin, üretimin ve işgücünün kontrol altına alınmasına hizmet ediyor. Ayrıca eklemekte yarar var; ev eksenli üretim ve yoksulluk tartışmalarının eş zamanlı olarak başlaması da tesadüf değil; ev eksenli çalışanların sayısının dünya nüfusunun yarısından fazlasının yoksul olduğu bir dönemde artması da.

“Nereden çıktı bu ev eksenli üretim ve ev eksenli çalışanlar?”, “Ev eksenli çalışma nedir, neden bugün tartışılıyor?” sorularına dönersek; bu soruların cevaplarını vermek için kapitalizmin son yarım yüzyıllık tarihine bakmak gerekecek. Bu yazı kapitalizmin geçirdiği dönüşümler anlatılarak uzatılmayacak, ancak özellikle 1970’lerden günümüze gelen sürece, üretim ve istihdam biçiminde yaşanan dönüşümlere bakmak ev eksenli üretimin yaygınlaşmasının nedenlerini anlamak bakımından zorunlu olduğundan, mümkün olduğunca kısa tutarak bir özet yapmak da gerekiyor.

Fordizm’in sembolik başlangıç yılı olarak kabul edilebilecek 1914’ten II. Dünya Savaşı sonrasına kadar olan dönemde, Ford’un emek verimliliğini, beraberinde üretimde artışı ve buna bağlı olarak da “toplumsal refahın” artışını öngördüğü model, düşe kalka olsa da, varlığını sürdürdü. Kayan bant sistemi, Fordizmin, kendinden önceki üretim sistemine, Taylorizm’e göre önemli farklarından birisiydi. Bu yöntemle, işçiyi bir yere sabitleyerek ve kayan bandın hızını ayarlayarak, üretim miktarı, hızı ve üretim kapasitesi kontrol edilebilmekte ve işgücü maksimum verimlilikle kullanılabilmeydi. Standart parçaların basitleştirilmiş bir iş ve tekdüze bir işbölümü ile birleştirilmesine dayanan sistemin hedeflerinden biri de, bu yolla maliyeti en aza indirmek ve kârı artırmaktı.

Diğer taraftan üretimde son derece özel ve tek amaçlı makineler kullanılmakta, niteliksiz işgücü ve makine arasında sabit bir ilişki kurulmaktaydı. Bu yöntemle, üretim biçiminin hedefi olan verimlilik artışı sağlanmış ve birim zamanda bir işçinin ürettiği ürün miktarı artmıştı. Yığınsal üretim, üretimle doğru orantılı bir talebi de gerektirmekteydi. Bu nedenle, Fordizm’de tüketimin canlı tutulması bir zorunluluktu. Fordist üretim sistemi üretim artışı hedefine ulaşmıştı, ancak bu üretim artışı, çok daha büyük ve aynı zamanda büyük ölçekli yatırımı amorti edebilecek pazarı ihtiyaç haline getiriyordu. II. Dünya Savaşı’ndan sonra ortaya çıkan iktisadi büyüme konjonktürü, böylesi bir pazarın oluşmasına olanak sağlamıştı.  Ancak talep ve arzın sonsuz olamayacağı açıktı. Dolayısıyla, maksimum verimliliği sağlayan montaj hattının kendisi, Fordizm için başka bir kriz haline geldi. Yaşanan bu kriz, tüketimin canlı tutulmasına yönelik tedbirlerle aşılmaya çalışıldı. Dünya Bankası’nın, Bretton Woods sistemi aracılığıyla, Keynesyen politikalarının gelişmekte olan ülkelerde hayata geçirilmesi, bu tedbirlerden bazıları oldu. Doların uluslararası dolaşıma girmesi yoluyla, “gelişmekte olan” ülkelerde tüketim ve yatırım talepleri canlandı ve köyden kente göç, nüfusu büyük ölçüde işçileştirdi. Emperyalist ülkeler, krizi, faaliyetlerini “gelişmekte olan ülkelere” aktararak aştılar, ve bu süreç, hem Keynesyen politikaların tasfiyesi hem de düşük gelirli kesimlerin tüketimden dışlanması, yoksullaşması sonucunu doğurdu. Dolayısıyla kapitalizme Altın Çağ’ını  yaşatan Fordizmin ve onun ‘idealinin/iddiasının’ kaçınılmaz sonu gelmiş oldu. Kapitalizmin emek sömürüsünü artırarak kendini yeniden yapılandırdığı bu süreçte, işletme faaliyetleri farklı ülkeler arasında bölündü; planlama, tasarım ve pazarlamanın “gelişmiş ülkelerde”, belirli sektörler dışında üretimin yoksul ülkelerde yapılmasına başlandı. Böylece, belirli temel sektörlerin ötesinde, özellikle kömür, çelik, tekstil vb., hatta otomotiv ve giderek iletişim gibi dallarda, sadece planlama, tasarım ve pazarlama kısımlarını gerçekleştiren “gelişmiş ülkeler”in uluslararası tekelleri, büyük ölçüde, bant hattının kurulması ve değiştirilmesi gibi önemli bir maliyetten kurtulmuş oldular. Diğer taraftan, bu üretim biçimi ile uluslararası tekeller, üretimlerini, işgücünün daha ucuz olduğu yoksul ülkelere kaydırarak, maliyetlerini düşürdü ve “risklerini” de yoksul ülkelere devretti. Bu devir-teslim, üretimin çeşitli aşamalarının bölünmesi, taşeronlaşma ve işgücü açısından da esnekleşme, fazla mesai, sigortasız, sendikasız, iş güvencesiz, sosyal haklardan yoksun çalışma anlamına geliyordu. Bu süreçte, IMF ve Dünya Bankası gibi kuruluşların uyguladığı politikalarla birlikte, her ülke, “küresel kapitalizme” hızla eklemlendi.  Ortaya çıkan esnek üretim modeli, ücretlerin sabitlenmesine veya askıya alınmasına yol açtı. Bu da, hem ulusal düzeyde, çalışan kesimler arasında var olan gelir eşitsizliğini, işsizliği ve yoksulluğu, hem de “gelişmiş ülkeler” ile ucuz emek gücünü barındıran yoksul ülkeler arasındaki eşitsizliği arttırdı. Ücretlerin düşmesi, esnekleşme ve yoksulluk, özellikle uluslararası tekellerin ucuz işgücü kaynağını oluşturan yoksul ülkeler için daha fazla insanın işgücüne katılmasını zorunlu hale getirdi. Örneğin son otuz yılda, özellikle yoksul ülkelerin toplam ve kadın işgücünde önemli bir artış olduğu bilinmektedir. Bu artışın, birbiriyle ve uygulanan politikalarla bağlantılı çeşitli nedenlerinden bahsedilebilir: Ücretlerdeki düşüş beraberinde yoksullaşmayı getirdi ve hane başına daha fazla insanın çalışmasını zorunlu kıldı. Aynı süreçte uygulanan tarım politikaları, köyden kente göçün hızlanmasına ve kentlerde ciddi vasıfsız, ucuz işgücü birikmesine ve beraberinde işsizliğin artmasına neden oldu. Diğer taraftan, artan yoksulluk nedeniyle, kadın işgücünün eskiye oranla emek piyasasına daha fazla dahil olmaya başlaması da, bu artışın başka bir nedenini oldu. Aynı istatistiklerin gösterdiği “gelişmiş” ve yoksul ülkelerin işgücündeki büyüme oranı arasındaki fark da, bu süreçte özellikle yoksul ülke işçilerinin daha çok sömürüldüğünü ve yoksullaştığını gösteriyor. OECD ve Dünya Bankası’nın yapığı çeşitli araştırmalar, gelişmiş kapitalist OECD ülkelerine ait işgücünün son otuz yılda üçte bir oranında büyüdüğünü, diğer taraftan, “gelişmekte olan ülkelerin” işgücünün aynı dönemde iki katına çıktığını gösteriyor. (Bkz. Tablo 1) Sadece bu tablodan bile kabaca şu sonucu çıkarmak mümkün: Ücretlerdeki düşüş ve beraberinde gelen yoksullaşma, özellikle yoksul ülkeler için hane başına daha fazla insanın çalışmasını zorunlu kıldı ve bu ülkelerin işgücünde artışa neden oldu.

Tablo 1: Dünya İşgücündeki Büyüme 
BÖLGE    1970(milyon)    1980(milyon)    2000(milyon)    Yıllık büyüme 1985-2000 (%)
OECD*    307,0    372,4    401,3    0,5
AB    84,9    122,1    141,1    1,0
JAONYA    51,5    59,6    64,3    0,5
ALANYA     35,5    38,9    37,2    0,2
İNGLTERE    25,3    28,2    29,1    0,2
FRANSA    21,4    23,9    25,8    0,5
İTALYA    20,9    23,5    24,2    0,2
İSPANYA     13,0    14,0    15,7    0,8
KANADA     8,5    12,7    14,6    0,9
AVUSTRALYA     5,6    7,4    8,9    1,3
İSVEÇ    3,9    4,4    4,6    0,3
Gelişmekte olan bölgeler*    1119,9    1595,8    2137,7    2,1
ÇİN    428,3    617,9    761,2    1,4
HİNDİSTAN    223,3    293,2    383,2    1,8
ENDONEZYA    45,6    63,4    87,7    2,2
BREZİLYA    31,5    49,6    67,8    2,1
PAKİSTAN    19,3    29,8    45,2    2,8
TAYLAND     17,9    26,7    34,5    1,7
MEKSİKA    14,5    26,1    40,6    3,0
TÜRKİYE    16,1    21,4    28,8    2,0
FİLİPİNLER    13,7    19,9    28,6    2,0
GÜNEY KORE    11,4    16,8    22,3    1,9
SSCB    117,2    143,3    155,0    0,5
DÜNYA*    1596,8    2163,6    2752,5    1,6
*Toplam değerler tabloda gösterilmeyen ülkeleri de içerir.
Kaynaklar: W. Johnston, “Global Work Force 2000: The New World Labor Market” (Küresel İşgücü 2000: Yeni Dünya İşgücü Piyasası), 117; Almanya Hariç OECD ülkeleri için: OECD, Department of Economics and Statistics, Labor Force Statistics (Ekonomi ve İstatistik Departmanı, İşgücü İstatistikleri), 1967-1987; US Bureaus of Labor Statistics; Dünya Bankası, World Development Report (Dünya Gelişme Raporu), 1987. Gelişmekte olan ülkeler ve Almanya için: ILO, Economically Active Population (Ekonomik Olarak Aktif Olan İşgücü), 1950-2025; Dünya Bankası, World Development Report (Dünya Gelişme Raporu), 1987.

Kapitalizmin yaşadığı bu dönüşümden, tabii ki, ilk olarak ve en çok yoksul ülkelerin işgücü zararlı çıktı; çalışan kesimler geçici, güvencesiz, kayıt dışı, ‘esnek’ çalışmaya mahkum oldu, ve neoliberal ekonomi politikalarının özellikle bu ülkelerin işgücü açısından sonuçları, 800 milyon işsiz veya yarı zamanlı (part-time) çalışan demekti.  Ancak kapitalizm bu sonu, kaçınılmaz olarak, “gelişmiş ülkelerin” işgücü için de hazırladı. Bazı araştırmacılar tarafından “Brezilyalılaşma”  (kayıt dışı emek piyasasının yükselişi) olarak tanımlanan süreçte, önceleri yoksul ülkelere özgü olan üretim kalıpları ve toplumsal ilişkiler, kaçınılmaz olarak gelişmiş sanayi toplumlarına da yayılmaya başladı.  Ve bugün esnek ve güvencesiz çalışma, sadece gelişmekte olan ülke işçilerinin değil tüm dünya işçilerinin sorunu haline geldi. Bu süreçte belli işkollarında, belli ülkelerde değil, istihdam ve üretimin kendisi esnekleşmişti. Toplam Kalite Yönetimi, Toplam Kalite Çemberi gibi uygulamalarla fabrikalarda çalışan ücretli/maaşlı işçilerin çalışma koşulları esnekleşirken, işgücünde yaşanan esnekleşmenin en konsantre biçimlerinden biri ev eksenli üretim olarak ortaya çıktı.

KAPİTAL’DE EV EKSENLİ ÇALIŞMA
Ev eksenli üretim kavramı, en basit tanımla, pazar için gerçekleşen üretimin evlerde yapılması anlamına gelir. Fakat kavram, diğer taraftan, ev eksenli olmayan üretim biçiminin var olduğunu da işaret eden bir anlamı içinde barındırır. Bunun için ev eksenli üretim kavramı, bugün sanayi devrimi sonrasına, ve daha çok günümüze ait bir kavram olarak karşımızda duruyor artık. Ancak ev eksenli üretim, günümüze ait bir kavram olarak, günümüz üretim biçimleri ve ilişkileri üzerinden şekillenmiş olsa da, bu tarz üretimin tarihi daha eskilere, sanayileşme dönemine dayanmaktadır. O günden bugüne, gerek kapitalizmin geldiği aşama ve uluslararası örgütlenme düzeyi gerekse sınıf mücadelesi sonucu elde edilen kazanımlar açısından epey bir yol alınmış olsa ve ev eksenli üretimin bugünkü biçimi manüfaktür dönemindeki biçimine benzemese de, ev eksenli üretim hiçbir zaman tamamen ortadan kalkmamıştır. Ancak bugün açısından, yeniden, oldukça yoğun bir biçimde kullanılmaya başlandığından bahsetmek mümkün.

Ev eksenli üretimin, 200 yıl öncesiyle aynı özellikleri taşıdığı kuşkusuz söylenemez. Ancak hem işin örgütlenmesi hem işçilerin çalışma koşulları açısından, 1800’lü yıllarla bugün arasındaki benzerlikler şaşırtıcı. Marx’ın Kapital’de anlattığı ev sanayi ile günümüz ev eksenli üretiminin örgütlenişi ve evde yapılan işler arasında büyük benzerlikler var.  Hatta bu benzerlikler, “bu, bugündür” dedirtecek kadar fazla ortak özellik taşıyor.
“… Sermaye, tek bir yerde geniş kitleler halinde topladığı ve doğrudan komuta ettiği fabrika işçilerinden, manüfaktür işçilerinden ve elzanaatçılarından başka, şimdi, gözle görünmeyen iplerle, diğer bir orduyu da hareket ettirmiştir: bunlar, büyük kentlerde oturanlarla birlikte bütün ülke yüzeyine yayılmış bulunan ev sanayi işçileridir. Bir örnek: Londonderry’deki Tillie gömlek fabrikasında 1.000 işçi çalışıyor, ve ülkenin her yanında dağılmış 9.000 kişi de kendi evlerinde gene bu fabrika için çalışıyorlar.”
“[1961] Bizim şimdi burada inceleyeceğimiz sanayi kolları, işçinin manüfaktürlerde ya da depolarda değil, kendi evlerinde çalıştıkları işkollarıdır ve bunlar ikiye ayrılır: (1) son elden geçirme; (2) onarım. Bunlardan ilkinde makine ile yapılan dantelaya son şekli verilir ve bu iş sayısız alt bölüme ayrılır.
“Son şeklini verme işi ya ‘patron evleri’ denilen yerlerde yapılır, ya da çocukların yardımıyla, ya da kendi başına çalışan kadınlar tarafından kendi evlerinde yapılır. Bu ‘patron evleri’ni işleten kadınların kendileri de, aslında, yoksul kadınlardır. İşyeri oturulan özel evin içerisindedir. Hanım patron, manüfaktürcülerden, mağazalardan sipariş alır ve odaların büyüklüğüne ve iş talebinin dalgalanmalarına uygun olarak değişen sayıda kadın, kız ve çocuk çalıştırır. Bu iş odalarında çalışan kadın işçilerin sayısı bazılarında 20 ile 40, bazılarında 10 ile 20 arasında değişir. Çocukların işe başlama yaşı altı çoğu durumda da beşin altındadır. Çalışma saatleri sabah 8’den akşam 8’e kadar olup, düzensiz aralıklarla, çoğu zaman pis çalışma odalarında yenilen yemekler için [yarım] saat ara verilir. İşlerin sıkı olduğu sıralarda çalışma çoğu zaman sabah 8’den hatta 6’dan gece 10’a, 11’e, 12’ye kadar devam eder. […] Nottingham’da 14 ile 20 çocuğun, belki 12 foot [ayak] küp kareden küçük bir odaya doldurularak günün 24 saatinin 15 saatinde, bıkkınlık verici ve tekdüze olmasıyla insanı zaten bitirip tüketen bir işte, üstelik sağlığa zararlı koşullar altında çalıştırılması, çok görülen bir şeydir. […] Depolardan saat gecenin 9 ya da 10’unda çıkan çocuklara, çoğu zaman, eve götürüp orada tamamlamaları için birer çıkın dantela verilir. […]”
Benzer örneklere Haymarket’de de (1 Mayıs’ın romanı) rastlıyoruz:
“[1873] Arkadaşlarımdan biri [bir kadından bahsediliyor], düzinesi yirmi iki sentten yaka yapıyor; on iki saatte altmış sent kazanıyor. Kötü beslenmeden dolayı yüzü tebeşir rengini aldı.”
“[1873] […] Joe taş ustasıydı, Margaret ise parça başı çalışıyordu.”
Ev eksenli üretimin doğasından da kaynaklı olarak, elde kesin, ayrıntılı ve düzenli veriler bulunmasa da, dünya toplam işgücü içinde ev eksenli çalışanların oranının giderek arttığı biliniyor. 1996 verilerine göre, Filipinler’de enformal sektör işçilerinin yüzde 13.7’si ev eksenli çalışıyor. Latin Amerika ülkelerinin giyim sektöründe ev eksenli çalışma çok yaygın. 1992 verileri, Arjantin’in Buenos Aires kentinde imalat sektöründeki işçilerin yüzde 8’inin, Cordoba ve Rosario’da imalat sektöründeki işçilerin yüzde 10’unun ev eksenli çalışmakta olduğunu gösteriyor. 1990’lı yıllara ait veriler ise, Almanya, Hong Kong, İtalya, Japonya ve Meksika’da enformal sektör içerisinde ev eksenli çalışanların oranının yüzde 87 ile yüzde 93 arasında değiştiğini gösteriyor. Bu durum, sadece yoksul ülkeler için değil, AB’ye üye ülkeler gibi gelişmiş kapitalist ülkeler için de geçerli. 1990’lı yılların ilk yarısında, ev eksenli çalışanların sayısının Avrupa Birliği’ne üye 15 ülkede toplam 2 milyon, Japonya’da ise 1 milyon civarında olduğu tahmin ediliyor. Hindistan’da, sadece bidi (bir tür yaprak sarması sigara) yapımında ev eksenli çalışanların sayısı 2 milyon 250 bin ve Hindistan’da 1981 verilerine göre, toplam 7,7 milyon ev eksenli çalışan bulunmaktadır.  Filipinler’de sadece giyim işinde 500 bin kişi ev eksenli olarak çalışıyor, Filipinler’in bütününde ise, kendi hesabına çalışan ya da taşerona bağlı olarak ev eksenli çalışanların sayısı 5 ile 7 milyon arasında. Ev eksenli çalışanların ücretli ve serbest çalışanlar içindeki oranı ise yüzde 34,2.

TAŞERON ZİNCİRLERİNİN EN ZAYIF HALKALARI
Uluslararası tekellerin yoksul ülkelerdeki taşeron zincirinin en altındaki halkayı oluşturan ev eksenli çalışanlar, aradaki birçok aracıdan dolayı tekellerle olan bağı görülmese de, uluslararası sermayeye göbekten bağlı olarak çalışıyorlar. Özellikle yoksul ülkelerdeki taşeronlar ve ev eksenli çalışanlar, çoğu uluslararası tekelin üretiminin neredeyse tamamını gerçekleştiriyor. Örneğin Benetton firması, üretiminin tamamını, İtalya’daki ya da emeğin ucuz olduğu yoksul ülkelerin köylerinde ve kasabalarındaki küçük (ortalama 10 kişilik) atölyelere kaydırmıştır. Firma, sadece yönetim, planlama ve pazarlama birimlerinden oluşuyor. Görünüşte, firmanın üretim aşamasında çalıştırdığı, firmaya bağlı tek bir işçi yok. Ancak çeşitli ülkelerin küçük atölyelerinde ve evlerinde milyonlarca işçi Benetton için çalışmaktadır. Literatüre Benetton modeli olarak geçen bu örnek, günümüzde uluslararası tekellerin nasıl işlediğinin resmini çıkartan örneklerden sadece bir tanesi. Bu model, istisnalarıyla, bütün büyük şirketler için geçerli. Büyük şirketlerin taşeronlara devrettiği üretimin en düşük maliyetle gerçekleşmesinin yolu, işçi ücretlerini düşürmekten geçiyor. Bu rekabet ortamında, taşeronlar, üretimi; işyeri kirası, aydınlatma, ısıtma, yemek, servis, temizlik vb. gibi maliyetleri ortadan kaldırıp, maliyeti, yalnızca parça başı ücret ve taşıma maliyetine indirerek, evrelere taşıyorlar. Sanayileşme sonrasında, evlerden fabrikalara doğru olan işgücü akışının tersine döndüğü, üretimin parçalanmasıyla (de-centralizasyon/ademi merkezileşme), hızla fabrikalardan evlere doğru bir akış olduğu söylenebilir ve artık evlerin/mahallelerin oluşturduğu bacasız fabrikalardan bahsedilebilir. Tabii, üretimin evlere kayması ile ortadan kalkan, yalnızca yukarıda bahsedilen maliyetler olmuyor; bununla birlikte, işveren; sigorta, sendika, vergi, sosyal haklar gibi, maliyeti, işveren açısından ekonomik olmasının dışında da yüksek olan diğer giderlerden de kurtuluyor.
Milyonlarca işçi, çok uzun saatler, çok düşük parça başı ücretlerle, birbirinden habersiz, dünyanın ya da ülkenin farklı yerlerinde, aynı firmanın işçisi olarak çalışıyor. Dağınık ve örgütsüz olan ev eksenli çalışanlar, patron ya da taşeron için bir “tehlike” oluşturmuyor. Çünkü ev eksenli üretim, örgütsüzlüğü de beraberinde getiriyor. Taşeron ya da aracı herhangi bir direnişle (bu direniş, genel olarak ücretin yükseltilmesi talebiyle oluyor) karşılaştığında, kolaylıkla, işi oradan çekip başka bir yere kaydırabiliyor; bu ortamda, zaten örgütsüz olan ev eksenli çalışanlar için direnme şansı olmuyor.
Ev eksenli çalışanların durumuna ve ev eksenli çalışmaya ya da çalışanlara karşı artan genel ilginin kaynaklarına ve nedenlerini tartışmaya geçmeden önce, bu üretim biçiminin yapısını anlamak için, en genel hatları ile eve iş verme sürecinde ortaya çıkan taşeron/aracı zincirlerine ve bunların işleyişine bakmak gerekir. Genel geçer biçimler şöyle özetlenebilir: Birinci biçimde, uluslararası şirket için fason üretim yapan fabrika ya da atölye, fabrikanın ya da atölyenin şoförü vb. aracılığıyla işi araçla mahallelere götürmekte, oralarda dağıtmakta ve sonra toplamaktadır (ulusal/uluslararası şirket-taşeron-ev eksenli çalışanlar). İkinci biçimde ise, uluslararası tekellerin taşeronu olan fabrika ihale açmakta, ihaleyi alan –Marx’ın Kapital’de soyguncu asalaklar olarak adlandırdığı – aracı, işi, mahallerde, ev eksenli çalışanlara dağıtmaktadır (ulusal/uluslararası şirket-taşeron-profesyonel aracı-ev eksenli çalışanlar). Diğer bir biçimde ise, ulusal ya da uluslararası şirketin taşeronuna aracılık yapan ve dağıttığı işten parça başına pay alan aracılar vardır. Bu aracılara firma para ödemez; onlar yaptırdıkları parça başı iş üzerinden pay alırlar, ve çoğu zaman, bu aracı, ev eksenli çalışanların komşusu, akrabası, tanıdığı olan mahalleden biri olur (ulusal/uluslararası şirket-taşeron-küçük aracı-ev eksenli çalışanlar). Kimi durumda da, aracı yoktur ve küçük atölyeler/taşeronlar doğrudan eve iş dağıtmaktadır (ulusal/ uluslararası şirket-taşeron/fason üretim yapan atölye-ev eksenli çalışanlar). Yapılan araştırmalar ve gözlemlerle tespit edilen, tanımlanan bu modeller, sadece bilinenler. Bu alandaki ilişkilerin görünmezliğinden ve karmaşıklığından da kaynaklı olarak, ev eksenli çalışmanın örgütlenişine ilişkin tüm model ve ayrıntılarını bilmek mümkün olmuyor. Ev eksenli üretim, örgütlendiği coğrafya ve toplumun sosyo-ekonomik, kültürel yapısına göre pek çok farklı biçime bürünebiliyor; bu da, aslında, ev eksenli üretimin, nasıl olup da dünyanın her yerinde örgütlenebildiğini gösteriyor. Esnek ve gevşek üretim biçimi, işin örgütlenişi aşamasında belli bir modelin uygulanmasını zorunluluğu kılmadan, o mahallenin/bölgenin sosyo-kültürel yapısına uygun bir örgütlenme modelinin de ortaya çıkmasını sağlıyor. Geleneksel komşuluk, akrabalık, hemşehrilik ilişkileri içinde örgütlenen ev eksenli üretim, aynı zamanda, bu ilişkilerin sağlamış olduğu avantajları da kullanmış oluyor. Örneğin, işin yaygınlaşmasında, firmanın/taşeronun ya da aracının çabasından çok, ev eksenli çalışanlar arasındaki doğal/geleneksel ilişkiler etkin oluyor. Ev eksenli çalışanlar, işin, komşular, akrabalar tarafından da yapılmasını örgütlüyor. Bu toplumsal dayanışma, ev eksenli çalışanların sayısının her geçen gün daha da artmasına hizmet eden ekonomik dayanışmaya dönüşüyor. Yani kapitalizm, geleneksel ilişkileri de, kendi lehine ev eksenli üretimin yaygınlaşmasına hizmet eden ilişkilere dönüştürüyor.

EV EKSENLİ ÇALIŞMADA KADINLAR
Evin diğer bireyleri tarafından da yapılabilecek olan kimi işlerde, ev eksenli çalışmada, tüm bir aile olarak çalışılmasına tanık olunsa da, dünyada olduğu gibi, Türkiye’de de, ev eksenli çalışanların büyük bir bölümünü kadınlar oluşturmaktadır (DİE 1999 verilerine göre, Türkiye’de ev eksenli çalışanların yüzde 97’si kadındır). Eğitimsizlik ve geleneksel baskı gibi nedenlerle, dışarıda çalışma izni ya da iş bulma şansı olmayan kadınlar, artan yoksulluk ve işsizlik karşısında, ev eksenli çalışmayı bir geçinme/hayatta kalabilme/tutunma “stratejisi” olarak benimsiyor ve kolaylıkla içselleştiriyorlar. Ayrıca, çeşitli araştırmaların da ortaya çıkardığı gibi, özellikle tekstil gibi işkollarında, özellikle tercih edilen kadın işgücünün, hem ucuz hem de daha örgütsüz olduğundan, işe alınması ve çıkartılması çok daha kolay. Hanenin geçiminin erkeğin görevi olduğu geleneksel toplumlarda, kadının geliri, hanenin ek geliri olarak değerlendiriliyor. Kadının gelirinin ek gelir olarak nitelendiği sosyo-kültürel ortamın emek sürecine yansımaları ise, kadının düşük ücretlere razı oluşu ve örgütlenmeyişi oluyor. “Kriz” durumlarında ise, patronlar, ilk olarak kadınları işten çıkartıyor. Diğer taraftan patronların işe alırken, evli ve bekar kadınlar arasında ayrım yapması ve bekar kadınları tercih etmesi, evli ve özellikle çocuklu kadınların iş bulması önündeki önemli bir engel haline geliyor. Kadınlar, çocuklarını bırakacak kreş, yuva vb. imkanlardan yoksun oldukları ya da evdeki yaşlıların bakımı kadının görevi olduğu için, evden ayrılamıyor. Ayrıca ev işlerinin hemen hemen hepsini kadının yapıyor oluşu ve kadının çalışması durumunda ev işlerinin aksaması, kadının dışarıda çalışması ve hem de çalışma izni önündeki başka bir engel haline geliyor. Dışarıda çalışması önündeki bu engeller, aynı zamanda, kadın tarafından ev eksenli çalışmanın tercih edilmesinin nedenleri oluyor. Kadın, ev eksenli çalışarak haneye “ek gelir” sağlayabiliyor, ev işlerini yapabiliyor, çocuklarıyla ilgilenebiliyor ve dışarıda çalıştığında üzerinde oluşabilecek toplumsal baskıları da bertaraf etmiş oluyor. Kadının toplumsal varoluş koşulları, rol ve konumunu, kadının üretime katılmasının engeli haline gelen geleneksel yapının yarattığı olanakları çok iyi kullanan ve o boşluklarda kendine örgütlenme alanı açan ev eksenli üretim, belki, kısa vadede evden çıkıp çalışamayacak pek çok kadının uzun müddet atıl duracak emeğini kapitalizm hizmetine sunup aktive ediyor. Hem de kadın işçi çalıştıran işverenin sağlamak zorunda olduğu kreş, doğum ve hamilelik izni gibi “zorunluluklar”ın da üzerinden atlayarak. Artan işsizlik ve yoksullukla da birleşince, geleneksel yapıdan kaynaklı nedenler, kadınları enformal sektörde çalışmaya yöneltiyor, ve ev eksenli üretim, kadınlar açısından bir “çözüm” haline geliyor.
Hem Türkiye’de hem de dünyada büyük çoğunluğunu yoksul ve göçmen mahallelerinde oturanların oluşturduğu ev eksenli çalışan kadınlar, günlük ortalama 10-12 saat çalışıyorlar. Yani genel olarak ev eksenli çalışan kadınların “boş zamanda yapılan iş” olarak nitelendirdiği parça başı işe, sekiz saatlik işgününden çok daha fazla mesai harcanıyor. Bir günlük emeğin karşılığı ise, yapılan işin parça başı fiyatına göre değişmekle birlikte, en fazla 3-5 milyon lira. Ancak bu para bile, çoğu zaman, işin tesliminde ödenmiyor.
Ev eksenli çalışan kadınların çoğu, satabilme garantisi olmadığından ya da pazarlama olanakları bulunmadığından, kendi hesabına (bir aracı olmaksızın mahalle pazarları ya da mağazalar için üreten kadınlar) çalışmayı değil, mahalledeki aracılara teslim olmayı tercih etmek zorunda kalıyorlar. Taşeron ya da firmalarla işbirliği içinde çalışan aracılar ise, ücretleri geç ya da parça parça veriyorlar. Özellikle arada aracılar olduğunda, kadınlar, işi kime yaptıklarını, hangi şirkete yaptıklarını bilmiyorlar. En fazla taşeronla ilgili bilgiye sahip olan kadınların, ücretleri geciktirildiğinde ya da parça başı ücreti az bulduklarında, tepkilerini yönelttikleri ilk yer, aracı/taşeron oluyor. Asıl işveren (uluslararası ya da ulusal tekel) ve işçi arasındaki ilişkileri de görünmez/bilinmez hale getiren ev eksenli üretimle, mevcut ya da potansiyel çatışmalar ve çelişkiler, çoğu zaman mahalleden biri olan aracı ve parça başı çalışan arasına sıkışıyor ve mahalle içine hapsediliyor.

ESNEKLEŞME VE MAHALLELERİN BACASIZ FABRİKALARA DÖNÜŞMESİ
Esnek üretimin en konsantre biçimi olan ev eksenli üretimin varlığı, üretimde yaşanan esnekleşmeye dayanmaktadır. Özel ya da kamu kesiminde çalışan işçiler için, fazla mesai, sigortasız, sendikasız, iş güvencesiz, sosyal haklardan yoksun olarak çalışmak anlamına geliyor, esnekleşme. Tüm bu hakların budanması, aşamalı olarak ortadan kaldırılması sonucunda, fabrikalarda çalışan işçilerin de karşı karşıya gelecekleri durum, ev eksenli çalışanlarınkinden farklı olmayacak. Sermaye, esnekleşme ile, işçi sınıfının kazanılmış haklarını ortadan kaldırıp, sınıfı, vahşi kapitalizm döneminin koşullarına geri döndürmeye çalışıyor. Sermaye için, henüz kazanılmış haklarını tamamen ellinden alamadığı sınıfın alternatifi, hiçbir hakkı ve güvencesi olmadan, sıfır sosyal maliyetle çalışan ev eksenli işçiler. “İyileştirme” projeleri, tüm bunların bir parçası olarak, ev eksenli üretim gündeme getiriliyor ve destekleniyor. Ev eksenli çalışanların “tespitine ve durumlarının iyileştirilmesine” yönelik çalışmalar, raporlar, projeler, yoksullukla mücadele adı altında yapılan “ıslah etme” ve “denetim altına” alma çabasına benziyor. Tüm bu “görülme”, “iyileştirme”, “destekleme”  projeleri ile sayıları da artacak olan ev eksenli çalışanlar, fabrikalardaki işçilerin işlerini elinden alacak, işsiz bırakacak, dağınık, örgütsüz çalışanlar olarak, fabrikalarda çalışan işçilerin karşısına “kapıda duran işsizler ordusu” karabasanı olarak konacaklar. Bir yandan işsizlik ve yoksulluktan beslenen, bir yandan da onu besleyen ev eksenli çalışma, önümüzdeki sürecin yeni üretim modeli olarak sunuluyor. Bizzat ciddi fonlar ayırarak ve ya da bu konuda çalışan ulusal ve uluslararası kuruluşları fonlayarak, BM’nin, Dünya Bankası’nın ve IMF’nin desteklediği araştırmalar, projeler, mikro krediler, destekler, kuşkusuz, ev eksenli çalışanlar örgütlensin, durumları iyileşsin ve hakları teslim edilsin diye değil, esnekleşmenin bu en konsantre biçimi yaygınlaşıp meşrulaştıkça, sınıfın tüm sosyal halkları budansın ve talepleri geri çekilsin diyedir. Örneğin ILO, 1996 raporunda yayınladığı ‘Evde Çalışma Sözleşmesi’nde “evde çalışan işçi işverenin işyerinde değil, kendi evinde ya da seçtiği başka bir yerde ücret karşılığı işverenin belirlediği işi yapan” olarak tanımlanmaktadır. Evde çalışanları korumaya yönelikmiş gibi gösterilen bu sözleşme, aslında ev eksenli üretimi meşrulaştırıyor.
Hem dünyada hem de Türkiye’de giderek yaygınlaşan, mahalleleri bacasız fabrikalara dönüştüren ev eksenli çalışma (İstanbul’un bütün yoksul mahallelerinde –Ümraniye, Pendik, Esenler, Avcılar, Bağcılar, Okmeydanı, Çağlayan.., bu liste uzatılabilir– ve daha pek çok şehrin özellikle yoksul mahallelerinde ev eksenli çalışma giderek yoğunlaşmaktadır. Ayrıca son yıllarda ev eksenli üretim konusuna olan ilgi akademik çevrelerde de artmıştır. Konu üzerine yapılan pek çok araştırma, ev eksenli üretimin arttığını destekler niteliktedir.) üzerine tartışmalar hâlâ sürmektedir. Kimi çevreler, sadece ev eksenli üretimin yapısal nedenlerine vurgu yaparak, bunun sömürü biçimi olduğunu dile getirmekle yetiniyorlar. Diğer taraftan, başka bir yaklaşım da, ev eksenli üretimin, kadınlara, sınırlı da olsa bir “özgürlük” alanı açtığını ve kadınları özgürleştirdiğini söylemektedir. Ev eksenli çalışan kadınların kooperatifler kurmasını, örgütlenme, özgürleşme ve sosyalleşme çabası olarak örnek göstermektedir.
Ev eksenli çalışan kadınların örgütlenmesine dair en bilinen örnek, SEWA, bir model olarak gösterilmektedir. SEWA (Self-Employed Women Association-Serbest Çalışan Kadınlar Örgütü), 1971’te Hindistan’da, kendi hesabına çalışan kadınların durumlarını iyileştirmeyi, örgütlemeyi ve sosyal güvence altına almayı amaçlayarak kurulan ve pek çok ülkedeki benzer amaçlarla kurulmuş olan kadın örgütü ile işbirliği içinde çalışan bir örgüttür. Ancak DB, UNDP, AB ve çeşitli bankalar tarafından desteklenen SEWA, sistem tarafından kontrol edilebilir ve denetlenebilir bir model olarak görülmektedir. Hakkında yapılan tartışmalar, alana dair literatürde önemli bir yer kaplayan SEWA, ayrı bir yazının konusu olarak tartışılabilir.
Ev eksenli üretimin sömürü olduğunu söyleyip reddetmek ya da ev eksenli üretimle “kadınların özgürleştiğini”(!) ileri sürmek yeterli ve anlamlı değildir.
Dünya yüzeyindeki potansiyeli ile birlikte değerlendirildiğinde, belki milyonlarca kadının atıl duran emeği, ev eksenli çalışma ile birlikte, uluslararası sermayenin hizmetine girmekte; bu da, emek-sermaye çelişkisini, bütün potansiyelleri ile birlikte, evin içine taşımaktadır. Bir yönüyle ve tüm dolayımlarına karşın, kadınlarla politika arasındaki ilişkiyi, öncesine göre daha dolaysız hale getiren ev eksenli çalışma, doğru bir politik yaklaşımın zemini kılındığında, kuşkusuz buradan da, sermayenin ve uluslararası sivil toplumcu örgütlenmenin amaçlarını aşan bir süreç ve mücadele gelişebilir; ev eksenli çalışma, tüm mücadele olanaklarının tükenmesi ve yolun sonu anlamına gelmiyor.
Somut durumun somut tahlili için, hem ev eksenli üretimin yaygınlaşmasına neden olan neoliberal politikaları ve emek sömürüsünün boyutlarını, hem de kadınların bilincinde yaratacağı dönüşümün olanaklarını bir bütün olarak değerlendirmek gerekiyor. Ev eksenli çalışma, konu üzerine yapılan, iki uçlu, “kötüdür, çünkü…”-“iyidir çünkü…” tartışmalarının ötesinde, onlardan daha önemli ve üzerinde durulması gereken gerçekleri de karşımıza çıkartıyor. Küresel kapitalizmin ve DB-IMF politikalarının bir sonucu olarak geleneksel ilişkileri pekiştiren ve onlar üzerinden örgütlenen ev eksenli çalışma ile, günü ev ve el işi arasında bölünen ev eksenli çalışan kadın, üstü ne kadar örtülü olursa olsun, ev ve el işine ne kadar zaman ayırdığının, piyasa için sarf ettiği emeğin ve zamanın ne kadar ettiğinin farkına kuşkusuz zaman içinde ve az-çok varacaktır. Aldıkları ücretlerin, harcadıkları emek-gücünün karşılığının çok altında olduğunu düşünen kadınlar, şimdiden bunu, aynı işi yapan diğer komşularıyla sohbetlerinin konusu haline getirmekteler. Hatta aynı mahallede, aynı aracıya parça başı iş yapan kadınlar arasındaki komşuluk ilişkileri/gruplaşma artmakta, ve kadınların, bir araya geldiklerinde, konuştukları temel konu, yaptıkları iş olmaktadır. Kadınlar, ücretlerin geciktirilmesi, parça parça verilmesi gibi durumlarda, ürettikleri malı rehin alarak, teslimini geciktirerek, şimdilik düşük-düzeyli de olsa, direnişe geçebilmektedirler. Ayrıca parça başı ücretin yükseltilmesi taleplerini, kısmen de olsa birlikte, ortak bir karar olarak dile getirmekte ve aracıya/taşerona baskı yapmaktadırlar. Kadınların, ücretin yükseltilmesi ya da zamanında verilmesi gibi taleplerle, ortak iş bırakma yoluna gittiklerini gösteren örnekler de vardır.
Ancak ne var ki, kadınların tepkisi kendiliğinden bir bilinç ve kendiliğinden, gevşek bir örgütlenme düzeyini aşamamakta, müdahale edilip kendisi için bir bilince dönüştürülemediği sürece de öyle kalmakta, süreklilik arz etmemekte, bir süre sonra da sönümlenmektedir.
Tıpkı kamudaki taşeronlaşmanın giderek yaygınlaşmasının, bu alanda örgütlenme ihtiyacını gündeme getirmesi gibi, esnek çalışmayı mahallelere taşıyan ev eksenli çalışma da, –kapsadığı nüfusun giderek artması da dikkate alınarak–, örgütlü bir müdahaleyi beklemektedir.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑