Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Erzurum’da ”Çiftçinin hali ne olacak” diye soran bir üreticiyi azarlarken sarfettiği sözler bazı gerçeklerin yeniden gündeme getirilmesini zorunlu kılıyor. Çünkü; Başbakan’ın, “Bir kesimi sübvanse edip, diğerini mağdur edemeyiz. Doğrudan Gelir Desteği ile çiftçiye ciddi miktarda para geliyor. Bu paranın nereden geldiğini biliyor musun? Mazot desteğini alıyor musun? Bir de hâlâ ‘Çiftçi ne olacak’ diyorsun. Yahu bu millet, yatıp kalkıp size mi çalışacak?” sözleri, bazı gerçekleri ters yüz etti.
“Kim kimi besliyor?”, “Millet yatıp kalkıp kime çalışıyor”, “Çiftçi ülke bütçesini mi hortumluyor yoksa tarımdan sermaye kesimine kaynak mı aktarılıyor?” sorularının cevabının verilmesi, gerçeklerin de netleşmesini sağlayacak. Fakat, bu soruların cevaplarını netleştirmeden önce, Doğrudan Gelir Desteği ile çiftçiye ciddi miktarda para aktarıldığı iddiasıyla Başbakan’ın sürekli gündeme getirdiği mazot desteğine ilişkin kısaca not düşülmesinde yarar var.
Hükümet çiftçiye dönüm başına 8 litre hesabı üzerinden mazot desteği sağlıyor. Dönüm başına 8 litre mazot tüketildiği varsayılarak, tutarın yüzde 35’i üreticiye veriliyor. Fakat bu şekilde yapılan destekte bir sorun var. Hükümet, ürün farklılaştırmasına gitmeden, dönüm başına 8 litre mazot tüketimi üzerinden hareket ediyor. Halbuki her ürün cinsinde dönüm başına tüketilen mazot farklı. Dönüm başına pamukta 30 litre, buğdayda 15 litre, soya ve mısırda 22 litre mazot kullanılıyor. Sulama pompasında harcanan mazot miktarı bunun dışında. Çiftçi, sulamak için çalıştırdığı su pompasında mazot yakıyor. Köylünün kendi traktörü ve pompası varsa, mazotu doğrudan alıyor. Tarlayı sürdürüyor ve suyu başkasından alıyor ise, mazot parası, traktör kirasını ve su parasını yükseltiyor. Ürün cinsine göre, bazı tarlaya bir yılda 3 kere, bazı tarlaya 5 kere traktör giriyor. Bir dönüm tarla sürdürmek için 3.5 milyon lira ile 5 milyon lira arasında para harcanıyor. Bu şartlarda, bir litresinin fiyatı 1 milyon 400 bin lira olan mazotun yüzde 35’inin karşılanması, üreticiyi rahatlatmıyor. Desteğin dışında kalan miktar bile üretici köylüye ağır geliyor, çünkü çoğu kez, ürün bedeli mazot parasını dahi karşılayamıyor.
Bahsedilen somut durumun dışında da mazot desteğinde yapısal sorunlar var. Mazot yardımından, sadece, 2002 yılında doğrudan gelir desteği (DGD) almak için başvuran çiftçiler yararlanabiliyor. DGD için başvurmayan milyonlarca çiftçiye destek verilmiyor. Mazot desteği, ürün veya verime göre değil de, toprak sahibine, sahip olduğu toprağın büyüklüğü ölçüsünde yapıldığı için, sayıları yüz binleri bulan kiracı durumundaki üreticiler destek alamıyor.
Başbakanın “muazzam” olarak tanımladığı ve girdi destekleri yerine uygulanan Doğrudan Gelir Desteği sisteminin yetersizliğine, Özgürlük Dünyası’nın geçmiş sayılarında değinildiği için, kısaca özetleyelim: DGD çiftçiye destek olamıyor. Arazilerin küçüklüğü nedeniyle, bazı illerde çiftçi başına ödeme 400 milyon liranın altına iniyor. İki taksitte yapılan bu ödemeler, kişi başına 100-200 milyon liraya karşılık geliyor. Bu rakamlar, ortada, çiftçinin üretimini sürdürülebilmesine katkı sağlayacak bir desteğin olmadığının açık göstergesidir.
KAYNAK AKTARIMINDAKİ DEĞİŞİM
Şimdi kimin kimi beslediği konusuna dönelim. Türkiye’de, 24 Ocak 1980’de hayata geçirilen istikrar ve yapısal uyum programının sonuçlarının özetlenmesi, kaynakların üreticiye mi yoksa sermayeye mi aktarıldığının anlaşılması açısından gereklidir. 24 Ocak Kararları’yla dışa açık ve ihracata yönelik bir strateji benimseyen ülke ekonomisi, ihracatı artırabilmek için maliyetleri düşürüp ucuz mal üretmeliydi! Bunun yolu ücretleri ve tarım kesimine ödenen fiyatları düşük tutmaktan geçiyordu. Çalışanlardan ve tarım kesiminden sanayie kaynak aktarılması için, toplumsal bölüşüm ilişkilerinin sermaye lehine “ilerletilmesi” gerekliydi. 12 Eylül askeri darbesi, güç dengelerinin bu yönde düzenlemesini sağladı. Darbe sonrası süreçte, yurtiçi talebin kısılması ve tarımdan sanayie kaynak aktarımının sağlanması için çalışan kesimlerin sosyal hakları askıya alındı. Ücretler donduruldu, tarım fiyatları baskı altına alındı ve destekleme alımları azaltıldı.
Programın tarıma dönük uygulamalarının esası, küçük üreticiliğin desteklenmesi politikasından vazgeçilmesini öngörmekteydi. Bu çerçevede, 1980 yapısal uyum programlarıyla birlikte, tarım yönetimi değişmeye ve bunun sonunda da işlev değiştirmeye başladı. Temel tarım girdilerinin sağlanmasında ve dağıtımda kamunun tekel konumuna son verildi, kamunun tarımda fiyat ve destekleme alımı işlevi büyük ölçüde terk edildi, tarıma dayalı sanayi özel sektöre devredilmeye başlandı.
Söz konusu gelişmeler, uluslararası sermaye kurumlarının dayatmaları kadar, 1980 sonrası hammaddesi tarım ve hayvancılığa dayanan büyük ölçekli sanayi yatırımlarına yönelen ülke burjuvazisinin de isteğiydi. 12 Eylül askeri darbesinin kendilerine sağladığı olanaklardan cesaret alan Türkiye İşadamları Derneği (TÜSİAD), 1980 öncesi politikaların, tarımsal ürün ihracını, tarımın gelişimini, tarımsal yatırımları engellediği iddialarını açık açık ifade etmeye başlamıştı. TÜSİAD, 1981 yılında hazırladığı tarım raporunda, ekonominin dışa açık olmaması halinde, tarımın da, endüstrinin de iç talebin sınırlarında yavaşlayacağını, tesadüfi veya alışkanlık sonucu yapılan üretim fazlalıklarının ihraç edilmesiyle yetinileceğini; bunun ise, ekonominin gerekli hamleyi yapması için yeterli olamayacağını belirtmişti. Raporunda, uluslararası maliyetlerin üstünde tarıma girdi sağlayan bir iç endüstri yapısının tarımın gelişmesini devamlı köstekleyeceğini, tarım üreticilerinin ihracat dövizlerinin serbest piyasa fiyatları altında Türk Lirası’na çevrilmesinin Türk tarımının dışa açılmasını gizli bir şekilde önleyeceğini dile getiren TÜSİAD, tarıma yüksek girdi sağlanmasının engellenmesini istemişti (TÜSİAD, 1981).
Ulusal ve uluslararası sermayenin isteğince belirlenen politikaların sonuçlarını, iç ticaret hadlerindeki değişime bakarak görebiliriz. Yani küçük ve orta üreticiliğin yaygın olduğu bir tarımsal yapıda, çiftçinin eline geçen fiyatlarla çiftçinin sanayi kesimine ödediği fiyatlar arasında oluşan makasın hareketlerine bakarak, sanayi sermayesi ile köylü arasındaki bölüşüm ilişkilerinin seyrini açıklayabiliriz. Bu seyir iki türlü izlenebilir; ya çiftçinin eline geçen fiyatlarla, çiftçinin sanayi kökenli girdiler ve tüketim malları için ödediği fiyatlara bakılır ya da çiftçinin eline geçen fiyatlarla, aynı ürünün nihai piyasalardaki fiyatlarına bakılır.
RAKAMLARIN GÖSTERDİKLERİ
1980’li yıllar boyunca uygulanan politikaların doğal sonucu olarak, 1980 yılındaki dünya piyasalarında tarım ticaret hadleri yüzde 32 düzeltilirken, Türkiye’de yüzde 17’lik bir gerileme meydana geldi. 1986-88 yılları içinde de, dünya fiyatlarında yüzde 13’lük göreli bir ilerleme ile Türkiye’de yüzde 20’lik bir gerileme paralel seyretti.
2000’li yılların başlarında art arda yaşanan krizlerin etkisiyle, tarım kesimi, yüzde 6’lık bir küçülme yaşadı. Batık bankaların, yani içi boşaltılarak -popüler deyimiyle- hortumlanan bankaların 50 milyarlık borçlarını ödemeyi taahhüt eden hükümet, 30 milyon çiftçiye aynı cömertliği göstermedi. 2000 ve 2001 yıllarında yaşanan krizler sonrası da, hükümet, rantiye söz konusu olduğunda, ne kadar cömert olduğunu gözler önüne sermişti. Sermaye sahiplerine bütçeden yapılan faiz ödemeleri, 2001 yılında 40,5 katrilyon lirayı bulurken, bu, toplam bütçe gelirlerinin yüzde 52’sine tekabül ediyordu. O dönem, bireysel ve kurumsal rantiyelere katrilyonlar aktarılırken, ülke nüfusunun yüzde 35’ini oluşturan milyonlarca tarım üreticisine verilen destek ise, 1 katrilyon lirayı bile bulmadı (938 trilyon TL). Tarihinin hiçbir döneminde faize yapılan ödemeler, bu büyüklüğe ulaşmamıştı.
Faizin hükümranlığı kırılamazken, yoksulluk, özellikle kırsal kesimde, tarımda kol geziyor. Tarım küçülmeye devam ediyor. Tarımın kullandığı gübre, ilaç, akaryakıt fiyatları inanılmaz artışlar yaşarken, tarımsal ürünlerin fiyat artışları, genel fiyat artışının altında kaldıkça, çiftçinin eline geçen reel gelir azalıyor.
Türkiye Ziraat Odaları Birliği’nce açıklanan rakamlar, 1997 yılından bu yana çiftçinin satın alma gücünün nasıl azaldığını gösteriyor:
* 1997 yılında 34 kg buğdayla 12 kg’lık 1 tüp gaz alabilen çiftçi, bugün 64.10 kg buğdayla 12 kg’lık 1
tüp gaz alabiliyor. Üreticinin satın alma gücü yüzde 47 oranında azalmış.
* 1997 yılında 3.5 kg buğdayla 1 kg şeker alabilen çiftçi, bugün 5.40 kg buğdayla 1 kg şeker
alabiliyor. Üreticinin satın alma gücü yüzde 35 oranında azalmış.
* 1997 yılında 0.36 kg buğdayla 1 kg amonyum nitrat gübresi alabilen çiftçi, bugün 1 kg buğdayla 1
kg amonyum nitrat gübresi alabiliyor. Üreticinin satın alma gücü yüzde 64 oranında azalmış.
* 1997 yılında 2.86 kg buğdayla 1 litre mazot alabilen çiftçi, bugün 4.88 kg buğdayla 1 litre mazot
alabiliyor. Üreticinin satın alma gücü yüzde 41 oranında azalmış.
Bu tablo, çiftçiyi üretimden caydırıyor ve kırdan kentlere, hem de hangi işi yapacağını bilmeyen, sorunlu bir kır yoksulu göçünü hızlandırıyor.
EMEKÇİYİ EMEKÇİYE DÜŞMAN ETME TAKTİĞİ
Başbakan, sermaye ve rantiyeye aktarılan rakamların büyüklüğü ortada olmasına rağmen, takındığı tutumla, dikkatleri bu noktadan uzaklaştırıp, emekçileri karşı karşıya getirmeye çalışıyor. Başbakanın tutumu basından gelen şöylesi sorularla destekleniyor:
– İşçiler ne zaman ayağa kalkıp, “Biz yıllardır asgari ücreti vergi dışı tutamadık, bu küçük çiftçi muafiyeti de ne oluyormuş” diye isyan edecek?
– Küçük esnaf ne zaman “Neden ben kendi dükkânımı kendim çekip çevirmeye çalışıyorum da, köylü emmim ekip biçmek için her şeyi devletten alıyor” diye kazan kaldıracak?
– Müteşebbisler ne zaman “Neden biz yeni bir ürün denediğimizde, bütün riski kendimiz alıyoruz da, çiftçi bütün deneme ve ıslah çalışmalarını devlete yaptırıyor?” diyecek?
– Bizler ne zaman hep bir ağızdan, “Kardeşim, neden senin süne ile savaşını taa 1928 yılından beri ben finanse ediyorum? Neden kendi tarlanı kendin ilaçlamıyorsun?” diye bağıracağız?
– Nüfusun yüzde 35’ini oluşturan, ama gayrı safi milli hasılanın ancak yüzde 15’ini yaratabilen bu kesim, ilelebet, vergi veren 8-10 milyon insanın sırtında mı yaşayacak?
Bu sorulara, yukarıda verdiğimiz rakamlardan yola çıkarak karşı sorular yöneltelim: “Son ekonomik krizlerin ardından tarıma 1 katrilyonluk destek sağlanırken, toplam bütçe harcamalarının yüzde 52’sine karşılık gelen 40.5 katrilyon TL’yi bulan faiz ödemeleri, neden sizi hiç rahatsız etmiyor?”
“Bütçenin yüzde 52’sine tekabül eden faiz ödemelerinin toplam vergi gelirlerinin üzerinde olması, size neden hiç dokunmuyor?”, “Vergi gelirlerinin toplam bütçe harcamalarının yüzde 49’u büyüklüğünde olduğu koşullarda, yüzde 52’lik faiz ödemesi de ‘olacak iş mi’ diye neden sormuyorsunuz? Neden isyana davet etmiyorsunuz?”
Tarımsal nüfusun fazlalığına gelince, bu tarım sektörünün bir sorunu değil, ekonomideki genel durumun ve tarım dışı istihdam olanaklarının bir sorunudur. Tarım dışında yoğun bir işgücü talebi var da mı, nüfus kırda kalmakta ısrar ediyor! Tarımsal nüfusun fazlalığından bahsedenler, diğer tarafta yaşanan işsizliği görmüyorlar mı? Bir de, tarıma verilen sübvansiyonları çok gören ve sürekli verimsizlikten bahseden ekonomistler, nedense, verimsiz sanayiin sürekli desteklenmesinden hiç bahsetmiyorlar. Bir yandan piyasa ekonomisinden bahsederken, diğer yandan da, hem KİT’lerden görev zararı karşılığı, hem de devletten ucuz kredi ve vergi avantajı sağlayarak ayakta duran şirketlere ses çıkarmıyorlar. Eleştirilen tarım sübvansiyonları, sermayenin kamudan çektiği kaynakların yanında devede kulak kalırken, sermayenin verimli üretiminden, teşvik bağımlılığından hiç bahsetmiyorlar. Verimsiz sanayiin bedeli ile, bankaların açık pozisyonlarından ve de içlerinin boşatılmasından doğan zararların hep topluma yüklenmesine ses çıkarmıyorlar.
Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu’nun (TMSF), batan bankalardan kredi kullanan, ama bu kredi borçlarını ödemeyen 190 bini aşan kişi ve şirketin batan bankalara olan 7 katrilyon lira borcunu toplamaya çalışırken yaşananlar bile, tek başına, halkın ödediği bedele isyan etmesi için yeterli.
TMSF’nin faaliyet raporuna göre, 2004 yılı başında, batan bankaların hakim ortaklarının yaklaşık 3.3 milyar dolar ödemesi gerekiyor. Fakat, Temmuz ayına kadar hakim ortakların ödediği rakam, sadece 298 milyon dolar. Yani banka ortaklarının ödedikleri, hortumladıklarının 10’da biri bile değil. Batan bankalardan kredi kullanan şirketlerin borcu ise, 1.3 milyar dolar. Şirketler de, sadece ve sadece, 216 milyon dolar ödeme yapmış.
TMSF yönetimi de, baktı ki kimse borcunu ödemiyor, “tenzilatlı tahsilat kampanyaları” yapmaya başladı. TMSF’nin tenzilatını başkası değil, -önemli bir çoğunluğu çiftçi olan- halk ödüyor. Çünkü tenzilatlı tahsilat kampanyası, Güngör Uras’ın benzetmesiyle, “Batan bankadan kullandığın krediyi madem ki ödemeyeceksin, ne sen üzül, ne ben üzüleyim… Attır şu çanağa üç beş kuruş da… Borcunu helal edeyim… Kullandığın kredi de, ödemediğin faiz de cebine kalsın… Ben onu halktan nasıl olsa söke söke alırım…” demek. TMSF, batan bankalara borçlu şirketlerin borç faizlerini indirimli olarak yeniden hesapladı. Bu yeni borç rakamının yüzde 50’sini (yarısını) ödeyenin borcu siliniyor. Yüzde 20 peşin ödeme yapanlarınsa, borcunun, önce yüzde 30’u siliniyor. Borcun kalan kısmını ise, faizsiz, taksitle ödüyorlar… Böylesi bir “kıyağa” rağmen, borcunu ödeyenler yok denecek kadar az. Bu duruma, ne Başbakan’ın ne de emekçiyi emekçiye karşı isyana çağıran basın mensuplarının ve liberal ekonomistlerin itirazı var.
TABLO ÇOK AÇIK
Başbakanın ve medyada köşe başlarını tutan liberal ekonomistlerin verimlilik itirazları olabilir. Bahsi geçen şahıslar, makro ekonomik göstergelerde her ay yeni bir rekor kırıldığını, hedeflerin aşıldığını, birçok alanda tarihi oranlar elde edildiğini, “Çin’i ve Hindistan’ı imrendirecek büyüme”ler yaşandığını, ekonomide rekorlar kırıldığını söyleyebilirler. Fakat yaşanan üretim ve ihracat artışları, ne yüksek yatırımlarla sağlanan üretkenlik artışına ve ne de istihdam artışına dayanıyor. Daha az işçiyi daha yoğun ve daha ucuza çalıştırmakla sağlanan ‘verim’ artışına ve yabancı “sıcak” sermaye girişlerinin dövizi geçici olarak ucuz tutmasına dayanan rakamların, emekçi kesimler açısından, övünülecek bir tarafı yok.
Sadece 2005 yılı bütçesi rakamlarına, kime, hangi kesime ne verileceğine bakmak dahi meselenin anlaşılması için yeter de artar bile. 2005 yılı bütçesinden faize gidecek para 56.4 katrilyon lira. Personele verilecek para 32.4 katrilyon lira. Sosyal güvenlik kurumlarına aktarılacak para 26.5 katrilyon lira… Tarıma destek ise 3 katrilyon. Neredeyse hiçbir hizmet veremeyecek, sadece memur maaşına ve de faize para bulmayı hedefleyen bir ekonomik yapı içinde, milletin yatıp kalkıp kime hizmet ettiği çok açık. Açık olan bir diğer durum, üretici köylüye yönelik yok etme politikalarının ulusal ve uluslararası sermayeye kaynak aktarma sürecinin bir parçası olduğu gerçeğidir.
KAYNAKÇA
BORATAV, Korkut. 1995. “İktisat Tarihi (1981-1994)”. Akşin, Sinan (der.) Türkiye Tarihi, 5. Cilt, Cem Yayınevi, İstanbul, s. 159-213.
KÖSE, Ahmet ve YELDAN, Erinç 1998. “Dışa Açılma Sürecinde Türkiye Ekonomisi’nin Dinamikleri:
1980-1997”, Toplum ve Bilim, Yaz 77, 45-65.
GÖKTÜRK, Gülay. “Köylüler”, Tercüman, 02.12.2004
SÖNMEZ, Mustafa 1987. “Türkiye’de Tarım ve Büyük Burjuvazi”, Onbirinci Tez, S.7, 230-237.
SÖNMEZ, Mustafa 2002a. “Kriz, IMF ve Sermaye Birikiminde Tıkanma”, Kürkçügil, Masis (der.),
Bizim İçin Ağlama IMF!, Everest Yayınları, 101-127.
SOMEL, Cem. “Rekorlar kıran ekonomi”, Evrensel, 04.07.2004
SÖNMEZ, Mustafa, 2002b, “100 Grafikle Kriz ve Yoksullaşma”, İletişim Yayınları.
TÜSİAD 1981. “Tarım Raporu”, TÜSİAD Yayını,
URAS, Güngör. “Faizsiz de olsa’ borcunu ödeyen yok”, Milliyet